The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-11-25 09:40:50

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Keywords: Yeni Rehber Ansiklopesidi

1. Dîvân-ül-Harâc: Mâlî işlerle ilgili dîvân. Abdülmelik bin Mervân devrine kadar bu dîvânlar
Rumca ve Farsça yazılıyordu. Abdülmelik bin Mervân, İran ve Şam bölgesinin defterlerini Arapçaya
çevirtti. Daha sonra da oğlu Velîd halîfe olunca, Mısır defterlerini Arapça’ya tercüme ettirdi. 2. Dîvân-
ür-Resâil: Bu dîvâna bakan reis, mektuplarla ilgilenirdi. Bunlar merkezden vâlilere ve vâlilerden de
merkeze gönderilen mektuplardı. 3. Dîvân-ül-Müstagallât: Çeşitli gelirlere bakan dîvân. 4. Dîvân-ül-
Hatem: Hazret-i Muâviye tarafından kurulan bu dîvândaki memurlar, halîfenin emirlerini istinsâh
ederek yâni nüshalarını çoğaltarak gereken yerlere gönderme vazîfesini yürütürlerdi. Emirler yazılıp
dürülerek iple bağlanır ve mumla mühürlenirdi. Bu dört dîvândan başka, emniyet teşkilâtının organizesi
ve vazîfeli memurlara maaş verilmesini, askerî harcamaların tanzim edilmesini yürüten başka dîvânlar
da vardı. Yine posta işlerine bakan Dîvân-ül-Berîd de hazret-i Muâviye zamânında kurulmuştur.

Abbâsîlerde de, devletin kuruluşundan îtibâren işler, dîvân adı verilen muhtelif dâirelerde
yürütüldü. Abbâsîlerde, önce en büyük dâireye dîvân denildi ise de, daha sonra muhtelif dâirelere de bu
isim verildi. Abbâsîlerin orta zamanlarında dîvân çok gelişme gösterdi. Devlet işlerini görüşmek ve
yürütmek için, devletin ileri gelenlerinden büyük bir dîvân kurulurdu. Bu dîvânda; vezîr, kâdılkudât ve
diğer vazîfelilere ayrılmış yerler vardı. Halîfe için de bir makam ayrılırdı. Ancak halîfe buraya oturmaz,
dîvâna bakan yüksek bir yerden, dîvândaki müzâkereleri tâkib ederdi. Dîvânın üyeleri onu görmezlerdi.
Abbâsilerde dîvâna, Halîfe Mu’tasım devrinde Dîvân-ı Adl denildi. Abbâsî Devletinde, devlet teşkilâtı,
Erbâb-ı Seyf ve Erbâb-ı Kalem olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Vezir, hâcib, nakîb, dîvân-ı mezâlim,
Erbâb-ı Seyfden idi. Erbâb-ı Kalem ise; dîvân erkânı, ulemâ, belediye reisi, evkâf memurları ve diğer
kalem erbâbıydı. Abbâsî devrinden îtibâren ve daha sonraki senelerde dîvân, bütün İslâm devletlerinde
yaygın bir hâle geldi.

Abbâsîler zamânında yönetim işlerini bir arada yürüten Dîvân-ı İnşâ’dan başka yalnız halîfenin
husûsî mektuplarını yazıp gerekli yerlere gönderen, Sultâniyât adıyla başka bir dîvân daha kuruldu.
Bunlardan başka umûmî işlere bakan Dîvân-ül-Âm, adâlet işlerine bakan Dîvân-ül-Adl, Kâdılkudât,
Divitdâr, Hâcib, Nakîb gibi memurların katıldığı dîvânlar da kuruldu. Yine halîfenin uygun gördüğü
işlere bakan Dîvân-üz-Zimâm, sarayda memur olanların işlerini yürüten Dîvân-ül-Aksâm, denetim
vazîfesini yapan Dîvân-üz-Zamân, halkın devlet memurlarından dolayı şikâyetlerini dinleyip ilgilenen
Dîvân-ül-Mezâlim, vâlilerin hesaplarına bakan Dîvân-üt-Tevkî’, vakıf işlerini yürüten Dîvân-ül-Birr
de, Abbâsîler zamânında kurulan dîvânlar arasında yer aldı. Büyük dîvânlara tâbi dîvânlar, yâni muhtelif

devlet dâireleri vardır. Büyük dîvâna âzâ olanlardan her biri, ayrıca kendi vazîfe sâhasını ilgilendiren
işlerin idâresi için reisi bulunduğu bir dîvâna sâhipti. Devlete bağlı eyâletlerde de dîvânlar kurulmuştu.
Bu dîvânlar da, büyük dîvâna bağlı ve aynı esaslar dâhilinde yürütülüyordu.

Müslüman-Türk devletlerinde de dîvânlar kurulmuştur. Büyük Selçuklu Devletinde merkezde veya
hükümdârların bulundukları yerlerde umûmî devlet işlerini yürüten ve Dîvân-ı Sultân adı verilen büyük
bir dîvân vardı. Bundan başka, merkezde devletin mâlî, askerî, adlî, muharrerât gibi işlerini yürüten
ikinci derecede dîvânlar vardı. Eyâletlerde de dîvânlar kurulmuştu. Vezir büyük dîvânın reisi ve mesul
âmiriydi. Buna Sâhib-i Dîvân-ı devlet denilirdi. İlk zamanlarda bu dîvâna hükümdâr başkanlık etmişse
de, genelde idâreyi vezîr yürütürdü. Büyük Selçuklu Devletinde hükümdârın re’sen, yâni başlı başına
verdiği emirler de, dîvânda görüşülüp, istişâre ve müzâkere edildikten sonra karara bağlanırdı. Kesin
olarak bilinmemekle berâber, kaynaklardan anlaşıldığına göre; vezir, mâliye vekîli olan sâhib-i zimam
vel-istifâ veya müstevfî, sâhib-i tuğra veya tuğrâî denilen nişancı veya münşî ve devletin umûmî
müfettişi müşrif ve millî müdâfaa vekîli olan emîr-i ârız-ül-ceyş, dîvânın belli başlı üyeleriydiler.

Selçuklularda ilk dîvân, 1036 senesinde Tuğrul Beyin başkanlığında toplanmaya başladı. Dîvân
haftada iki defâ toplanırdı. Kutalmışoğlu Süleymân Şâh, Anadolu’ya gönderildiği zaman, Büyük Selçuklu
dîvânından onun maiyetine vezir ve devlet ricâli verilmişti.

Selçuklu Devletinde büyük dîvândan başka şu dîvânlar vardı:
1. Müstevfî Dîvânı: Bu dîvân, devletin mâlî işlerine bakardı. Bütün mâlî işlerden mesuldü.
Vilâyetlerdeki Amîd denilen haraç ve tahsil memurları bu dîvâna bağlıydı. Her vilâyetin varidâtını ve
masraflarını tâyin, bu dîvâna âitti.
2. Tuğra ve İnşâ Dîvânı: Sultânın vilâyetlerle ve eyâletlerle haberleşmesini sağlar, berat, nişan
veya menşur denilen hükümdâr tuğrasını taşıyan, arâzi ve tâyinlere âit vesikaları verirdi. Dîvânın
reisine, Tuğra, İnşâ veya Tuğrâî adı verilirdi. Bu dîvân, Tuğra ve Dîvân-ür-Resâil vel-İnşâ olarak ikiye
ayrılır ve ikincisinin reisine Münşî denilirdi. Tuğrâînin bir vazîfesi de; sultan ava çıktığı zaman,
maiyetinde bulunup vezire vekâlet etmekti.
3. Müşrif Dîvânı (Dîvân-ül-İşrâf): Bu dîvânın vazîfesi, devletin mâlî ve askerî işlerinin yolunda
gidip gitmediğini teftiş etmekti. Dîvân reislerine İşrâf-ı Memâlik, Sâhib ü Dîvân-ı İşrâf-ı Memâlik
veya İşrâf-ül-Memleke denirdi. Bu reisler, son derece îtimâda şâyân, dîvân ve devlet işlerinde tam bir

vukûf sâhibi olan kimselerden seçilirdi. Onlar da îcâb ettikçe, şehirlere ve nâhiyelere vekil göndererek
işleri inceletirlerdi. Bu vekillerde de îtimâd ve liyâkat aranırdı.

4. Dîvân-ı Ârız: Dîvân-ı Arz da denilen bu dîvânın vazîfesi; askerin maaş ve levâzımâtını temin
etmekti. Bugünkü tâbirle Millî Savunma Bakanlığının vazîfesini üstlenmişti. Ordunun levâzımâtına ve
ihtiyâçlarına bakan, maaşlarını veren, defterleri tutup yoklamalarını yapan dîvândı. Reisine Emîr-i Ârız
denirdi.

Anadolu Selçuklu Devletinin mühim dâirelerinden biri de Dîvân-ı Tuğra idi. Bütün menşûr, berât
ve nâmeler, bu dîvânda yazılır ve hükümdâr alâmet ve tuğrası burada çekilirdi. Bu dâirenin reisine
Tuğrâî denirdi. Bunlar Arapça ve Farsçayı iyi bilen âlim ve ediplerden tâyin edilirdi. Bir diğer dîvân da
Dîvân-ı İşrâf olup, devletin mâlî ve idârî işlerini kontrol eder ve îcâb eden yerlere nâib, yâni dîvân
nâmına vekil memur gönderirdi. Bir de adliye işlerine bakan Emîr Dâd Dîvânı vardı. Tevkif işlerine
bakardı. Îcâb edince vezîri ve diğer dîvân âzâlarını da tevkif edebilirdi. İlhanlılarda, Akkoyunlularda ve
Memlûklerde de dîvânlar vardı. Bu dîvânların teşkilâtları, birbirine çok benzemekteydi.

Selçuklularda, bu dîvânların dışında, büyük dîvâna dâhil olmayan dîvânlar da vardı. Şer’î işlerin
dışında kalan dâvâlara bakan Dîvân-ı Mezâlim, posta işlerini gören Dîvân-ı Berîd bunlardandı. Dîvân-
ı Berîd’in reisi, Sâhib-i Berîd olarak anılırdı. Bunu hükümdâr kendisi tâyin ederdi. Bu dîvân vâsıtasıyla
hükümdâr, memleketin her tarafından haber alırdı. Memleketin dört bir ucundan haber getirmek üzere
Peykler, yâni piyâdeler (sâîler) vazîfelendirilirdi.

Anadolu Selçuklularında ise devletin bütün işlerini yürüten büyük dîvândan başka çeşitli dîvânlar
vardı. Büyük dîvâna, Dîvân-ı Saltanat veya Dîvân-ı Âlî denirdi. Bu dîvâna vezîr, îcâb edince de
hükümdâr başkanlık ederdi. Büyük dîvândan başka, büyük dîvân tarafından kendilerine havâle edilen
işleri gören ikinci derecede dîvânlar vardı. Bu dîvânlar Niyâbet-i Saltanat veya Niyâbet-i Hazret,
Müstevfî, Pervâne, Tuğrâ veya İnşâ, Ârız, İşrâf-ı Memâlik dîvânlarıydı. Bu dîvânların reisleri,
büyük dîvânın âzâlarından idiler. İkinci derecedeki dîvânlardan Niyâbet-i Saltanat makâmındaki kimse,
vezirden sonra gelirdi ve hükümdâr merkezde bulunmadığı zaman, ona âit devlet işlerine bakardı.
Niyâbet-i Hazret; Anadolu Selçukluları, Moğolların nüfûzu altına düştükten sonra, Moğollar adına
Selçuklu idâresinde söz sâhibi olan nâibe verilen addı. Devletin bütün mâlî işlerine Dîvân-ı İstifâ
bakardı. Yalnız arâzi ve iktâ defterleri ve onların muâmeleleri, büyük dîvâna ve bu dîvâna bağlı
Pervâne denilen dîvâna bırakılırdı. Pervâne, büyük dîvânda bulunan arâzi defterlerinde, has ve iktâ

yâni dirlik olan timara âit tevcihâtı yapan ve buna dâir menşûr ve beratları hazırlayan mühim bir
dâireydi. Bu dâirenin reisine Pervâneci ve bu berât ve menşûrlara da Pervâne denilmiştir.

Osmanlı Devletinde ise devlet işlerini yürüten, gerekli kararları alan devlet yetkililerinin toplandığı
yüksek kurul anlamına gelen dîvân vardı. Bu durum, devletin daha kuruluş yıllarında ortaya çıkmıştı.
Kısa zamanda vazîfesi ve vazîfesinin sınırları üzerinde duracağı kânunları tesbit edilmiş bir hâle gelen
dîvân, bütün devlet kuruluşlarının üstünde husûsî bir ad ile anılmaya başlandı. En büyük dîvân, Dîvân-ı
Hümâyûn’du. (Bkz. Dîvân-ı Hümâyûn)

Dîvân kelimesinin hazret-i Ömer zamânındaki mânâsı, göz önüne alınınca, “yazıya geçme” “defter
tutma” gibi bir anlamla karşılaşırız. Buradan hareketle şâirlerden bâzıları yazdıkları şiirleri deftere
geçirmişler, böylece şiir defterleri, yâni dîvânlar ortaya çıkmıştır. Bu şiirler yalnız bir şâire âit olup,
sâdece bir şâirin şiirlerinin toplandığı defterlere “dîvân” adı verilmiştir. Bu şekilde ortaya konan
dîvânlar, İslâmî Edebiyatta başlangıçtan beri görülegelmiştir. Türk Edebiyâtında ise, Ahmed Yesevî’nin
Dîvân-ı Hikmet adlı eseri ile ortaya konmuş, bunu doğu ve batı Türklüğünde yazılan dîvânlar tâkib
etmiştir. Fâtih devrine gelinceye kadar Yûnus Emre, Ahmedî, Şeyhî gibi şâirler birer dîvân bırakmışlar,
Fâtih’ten sonra ise, başta bâzı Osmanlı pâdişâhları olmak üzere dîvânlar yazmışlardır.

Dîvânlar, yığma veya gelişi güzel bir şekilde olmayıp, belirli bir tertibe göre düzenlenmişlerdir. Bu
tertipte başta kasîdelerin bulunduğu “kasâid”, sonra gazellerin bulunduğu “gazeliyât”, bunu da beyit,
kıta, rubâî, târih ve mısralar ile çeşitli şiirlerin yer aldığı “müfred” kısımları tâkib eder. Bu şiirlerde de
konu olarak bir düzenleme vardır. Önce münâcât, tevhid, nâtlar bulunur.

DİVAN EDEBİYÂTI

Alm. Die klassich-osm. Versliteratur, Fr. Littérature de poésies de la période class, ottom, İng.
hist, of Ott. literature, calassical school of poetry. Divan Edebiyâtı, Türklerin İslâmiyeti kabul
etmeleriyle 11. yüzyılda Karahanlılar devrinde Mâverâünnehr’de ve 13. yüzyılda bilhassa Anadolu’da
ortak İslâm kültür ve medeniyetinin tesirinde ortaya koydukları edebiyâta verilen isimdir.

Divan Edebiyâtı; başlangıçta, belki “dîvân” kelimesinin taşıdığı mânâlar içinde değerlendirilmiş ve
gelişmiştir (Bkz. Dîvân). Ancak “Dîvân” kelimesinin lügat (sözlük) mânâlarına ilâve olarak,
edebiyâtımızın bir devresine adını verecek kadar gelişmiş, kendine has, husûsî bir hüviyet kazanmıştır.

Klâsik Türk Edebiyâtı

Şâirlerin, şiirlerini dîvânlar içinde toplaması sebebiyle “Divan Edebiyâtı” olarak isimlendirdiğimiz
bu edebiyâtta şiir en mühim unsur sayılır. Ancak dîvânlar dışında aynı sanatkâra âit başkaca pekçok
şiirin ve nesrin de bulunduğu düşünülürse “Divan Edebiyâtı” isminin dar mânâda kaldığı, bu edebiyâtın
bütününü ifâde etmediği görülür. Bu bakımdan; “Divan Edebiyâtı” diye isimlendirdiğimiz bu edebiyâta
belli hükümlere ve kurallara bağlılığı ifâde eden “Klâsik Türk Edebiyâtı” isminin verilmesi daha
anlamlıdır.

Taklit ve Orijinallik
“Kuş”a bakıp “uçak” yapmak gibi, her yeni, bir taklidin eseridir. Fakat artık o uçak kuş değildir,
taklitten uzak orijinal bir şeydir. Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) da ortak İslâm kültür ve
medeniyetinin tesiri altında kalmış, gelişmiş ve sonradan kendine has, orijinal özelliğine kavuşmuştur.
Klâsik Türk Edebiyâtı, Türkün bir medeniyet dâiresinden diğer bir medeniyet dâiresine geçişte önceleri
taklid ederek aldıklarını yeni bir tarz, yeni bir üslup içinde kendine benzettiği, mahallîleştirdiği,
millîleştirdiği bir edebiyâttır.
Medeniyet, Kültür ve Lisan
İran ve Arap edebiyâtları ile lisanlarının taklid edildiği ve kullanıldığı, Divan Edebiyâtında sık sık
tenkid edilen bir konudur. Halbuki taklid etme ve bir yabancı lisanı kullanma önce edebiyâtta değil
kültür ve medeniyette görülen bir hâdisedir. Her medeniyet ve kültür önce “lisan” ile kabul edilir.
Medeniyet unsurları olan bilim, teknik ve metodu almak için, önce o medenî milletlerin lisanını
öğrenmek lâzımdır. Aynı şekilde kültür unsurları olan örf ve âdetlerde, lisanda, dinde, ahlâkta, sanatta
ve edebiyâtta değişme yine, hâkim olan kültürün lisanını öğrenmekle olur. İslâm medeniyetinin temel
çizgilerinden biri ilimdir.İlim, İslâmda ibâdet sayılır. İlim yalnız medeniyetin değil, edebiyâtın
yükselmesine de hizmet eder. Bu bakımdan Türklerin, İslâmiyeti kabul edince medeniyet, kültür ve
edebiyâtlarının yükselmesinde Arapça ve Farsçayı öğrenip kullanmaları tabiî bir hâdisedir. Tanzimattan
sonra da Batı medeniyeti, hattâ kültürü taklid edildi. Fransızca, İngilizce ve Almanca lisanları öğrenildi
ve yeni edebiyâtımızda, yeni türlerle birlikte kullanıldı.
Dünyâ görüşü: Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) Türk Edebiyâtının yazılı, en çok ve en
uzun ömürlü edebiyâtıdır. Divan Edebiyâtı, Türkler İslâm medeniyeti dâiresine girdikten sonra meydana
gelmiş olduğu için, dünyâ görüşü bakımından, bu medeniyetin kaynağı olan kitâbî (Kur’ân-ı kerîme âit)
hükümlere (âyetlere, nasslara) ve onun ortaya koyduğu hayat anlayışına bağlıdır. Divan Edebiyâtında,

tasavvuf inancı ve buna bağlı aşk anlayışı hâkim unsurdur (Bkz. Tasavvuf). Divan Edebiyâtındaki
tasavvuf, olayların gönülle anlaşılmasını, Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görmeyi, ferdi insân-ı kâmil
mertebesine ulaştırıp, Rabbine kavuşma (fenâ ve bekâ) yollarını gösterip teşvik eder ve dile getirir.

Klâsik Türk Edebiyâtında tabiat, klişe motifler hâlinde anlatılmıştır. Her seferinde bir kere daha en
güzel üslûpla anlatılmak istenmiştir. Ancak mahallî âdetler ve sosyal hâdiseler de devirlerine göre ihmâl
edilmemiş ve pekçok esere aksetmiştir. Hattâ Âlî ve Veysî gibi şâir ve müellifler, başlı başına bir devri
eserlerinde tenkid etmekten geri kalmamışlardır.

Ayrıca Cem Sultan ve Sevâdî gibi şâirler eserlerinde bizzat kendi hayatlarına yer vermişler, az çok
başlarından geçeni anlatmışlardır. Bu durum hemen her şâirin kasîde ve şiirlerinde de görülmektedir.

Kaynakları
Klâsik Türk Edebiyâtı şiir ve nesir sâhasında dînî ve içtimâî şu kaynak eserlerden faydalanmıştır.
Kur’ân-ı kerîm: İslâmiyetin ana kaynağı Kur’ân-ı kerîm âyetlerinde yer alan bilhassa îmân,
ibâdet esasları, beşerî-ahlâkî hükümler, önceki peygamber ve ümmetleriyle ilgili kıssalar, Klâsik Türk
Edebiyâtında çeşitli edebî şekil ve türlerde kullanılmıştır. Bu sâhada yazılmış başlıca edebî şekil ve türler
şunlardır:
Terceme (manzum, mensur, kısmî, tam); tefsir (kısmî, tam); kırâat, tecvid, lügat, Esmâü’l-
Hüsnâ, sebeb-i nüzûl (sûrelerin iniş sebebi); ilm-i kelâm; havâss-ı Kur’ân (sûrelerin niçin, nerede
okunacağı); fıkıh, akâid gibi.
Hadîs-i Nebevî: İslâmî edebiyâtın ikinci temel kaynağı hadîslerdir. Peygamberimizin hadîs-i kavlî
ve hadîs-i fi’lî olarak toplanan hadîslerinin tamâmına Sünnet de denir. Belli bir mevzuda toplanmış,
tercüme edilmiş müstakil hadîsler de vardır: Kırk Hadîs (Hadîs-i Erbâin), Yüz Hadîs, Binbir Hadîs
Tercümeleri gibi.
Kısas-ı Enbiyâ: Peygamber efendimiz başta olmak üzere Kur’ân-ı kerîmde zikredilen bütün
peygamberlerin kıssaları Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı)nda yer almıştır. Peygamberimizin veya
diğer bütün peygamberlerin hayatından bahseden kıssalar, siyer (sîret) adıyla daha çok nesir olarak
müstakilen yazılmıştır. Ayrıca Hilye veya Şemâil-i Şerîf (Peygamberimizin fizyonomisi; Hilye-i
Hâkânî gibi); Mi’râciye; Hicriye veya Hicretnâme; Mucizât-ı Nebî gibi müstakil türleri de
zikredilebilir.

Menâkıb-ı Evliyâ, velîlerin hayatından, kerâmet ve nasîhatlarından bahseden menkıbelerdir. Bir
velîye âit olanları Menâkıbnâme, birçok velînin hayâtından bahsedenleri ise Tezkiretü’l-Evliyâ ismini alır.
Menkıbelerinden çok sık bahsedilen velîler arasında İbrâhim Edhem, Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bistâmî,
Cüneyd-i Bağdâdî hatırlanabilir.

Tasavvuf: Divan Edebiyâtında tasavvufun te’siri geniştir ve önemli bir yeri vardır. İnsanın iki
âlemde saâdetine mâni olacak her şeyi saf dışı bırakmış olan tasavvuf inancı, maddeden mânâya
geçişin gayreti içinde yaradılışın sırrını çözmeye çalışmıştır. (Bkz. Tasavvuf)

Diğer İslâmî Edebiyât türleri: Menâsikü’l-Hac (Hac farizesi ile ilgili hususlar; coğrafî, târihî vs.
yönden yol üzerindeki yerlerin tasviri, Bahtî’nin, Sinan-ı Mekkî’nin eserleri), Salavât Mecmuaları, Duâlar
(Mecmuâları), Fetâvâ, Mevâiz (vâzlar), Evrâd (virdler, zikirler), Vakfiyeler, Vasiyetnâmeler,
Fazîletnâmeler (din ulularının, şehirlerin, ayların, günlerin fazîletlerinden bahis; 15. asırda Mehmed
Yemînî’nin eseri), Tarîkâtler, Yüz Sözler (Sad Kelimât-i Âli).

Yerli malzeme: Dîvân şiirinde; yukarıda sayılan ortak İslâmî kaynak eser ve türlere ilâveten
şâirlerin kendi devirlerini, çevrelerini, örf ve âdetlerini târihî hâdiselerin tesir ve netîcelerini malzeme
olarak kullandıkları da görülmüştür. Bilhassa 18. yüzyıldan sonra yerli unsurlar daha çok kullanılmıştır.
Ramazaniyye veya Iydiyye (Ramazan, bayram eğlenceleri), Gazevatnâme ve Fetihnâme örnek olarak
gösterilebilir.

İslâmî Edebiyâtta Kullanılan Deyimler (Istılahlar) ve Terimler:
Tefsir: Lügatte “örtülü şeyi açmak”tır ve deyim olarak Kur’ân-ı kerîmin açıklanmasıdır.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini Eshâbına
bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmden başka metinlerin açıklanması için “şerh” tâbiri kullanılır. Kur’ân-ı kerîmin
şerhi denmez; Kur’ân-ı kerîmin tefsiri, Mesnevî şerhi denir. Hadîslerin açıklanması da şerhtir. Bunlar
halk edebiyâtımızın da kaynaklarını teşkil eder. (Bkz. Halk Edebiyâtı)
İktibas: Deyim olarak iktibas, konuşmada, nesirde veya şiirde âyet veya hadîsten aynen veya bir
ibâre alınarak yapılır. Başka bir şâirden, eserden de iktibas yapılabilir.
Mi’râc: Vuslat, kemâl (mi’râc-ı kemâl) diye de geçer.
Tahşîye (Tahşî etmek, Ta’lik): Kitapta kenara, yana yazılan ilâve yazıdır, der-kenar da denir.
Meselâ “Beyitte tahşîye (ta’lik) edilmiştir.” veya “derkenârdır” diye geçer.

Zeyl: Lügatte “eteğin ucu” olup, bir eseri tamamlayacak mâhiyette eserdir. Keşf-uz-Zünûn
Zeyli, Zeyl-i Siyer-i Veysî gibi.

Müntehâbât: Lügatte “intihâb edilmiş, seçilmiş” olarak geçen kelime için eski gazetelerde “Millet
vekili intihâbına başlandı.” denilmektedir.

Nazîre (Tanzîr): Bir şâirin manzum bir eserine, daha çok gazeline başka bir şâir tarafından aynı
vezin ve kâfiyede yazılan benzer eser, şiir.

Te’lif: “Eser yazma, yazılmış eser.” On beşinci asra kadar tercüme eserlere de te’lif denirdi.
Tasnîf: Tasnîf yapana musannif denir. Musannif, önceleri mütercim ve müellif, sonraları antoloji
hazırlayan mânâsına kullanıldı.
Tahrir: “Yazma, yazılma” daha ziyâde “istinsah etme” olarak kullanılırdı.
Tebyîz etme: “Beyaza çekme” mânâsiyle müellifin müsvedde eserini yeniden temiz kağıda
yazmasıdır. Bu müellif hattı olabilir.
Nakıl: Tam tercüme değil de adapte mânâsına kullanılır.
Câmü’l-Hurûf: Eski yazmalarda bir kitabı cem eden, derleyip toplayan veya bizzat müellifin
kendisi olabilir.
Kâtibü’l-Hurûf: Müstensih, eserin yeni bir nüshasını yazan.
İcmâl: “Özetleme, sâdeleştirme”, Mücmel: “Özetlenmiş, hulâsa, muhtasar”; Bibliyografik
icmâl: Mevzû ile ilgili bütün eserlerin tenkitli değerlendirilmesi.
Telhîs: “Hulâsa etme, özetleme”; İcmâle benzer, bir eserin kısaltılmışı, Telhîs-i Muhammediye.
İhtisâr: “Kısaltma, sâdeleştirme.”
Târihî Gelişmesi, Sanatkârları ve Eserleri
Klâsik Türk Edebiyâtı dediğimiz Divan Edebiyâtının 13. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devâm eden
altı asırlık târihî seyri içinde ortaya çıkan sanatkârlar ve yazılan başlıca eserleri şöyle ifâde edilebilir.
On üçüncü yüzyıldan önce Anadolu’da Divan Edebiyâtı örneklerine rastlanmaz. Bu bakımdan
Anadolu Divan Edebiyâtı 13. yüzyıldan îtibâren başlamaktadır denilebilir. Bu asırda, Selçuklular
devrinde bilinen ilk eserler Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (1207-1273) Farsça yazdığı Dîvân-ı Kebîr,
Mesnevî, Fîhî mâ fih gibi eserlerdir. Eski Anadolu Türkçesinin bilinen ilk şâiri Ahmed Fakih’tir
(ölm.1221; Çarhnâme, Kitâb-ı Evsâf-ı Mesâcid-iş-Şerîfe). Asrın ikinci yarısında dînî-tasavvufî ve
ahlâkî manzûmeleriyle Şeyyâd Hamzâ (Yûsuf u Züleyhâ); Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled (1226-1312;

Farsça İbtidânâme, Rebâbnâme ve içlerinde 238 Türkçe beyit; ayrıca 20 kadar Türkçe manzûme);
tasavvufun en karışık meselelerini bütün inceliğiyle samîmî ve sâde Türkçesiyle gösteren Yûnus Emre
(1240-41/1320-21: Dîvân, didaktik Risâletü’n-Nushiyye) vardır. Divan şiirinin ilk büyük temsilcisi,
dînî olmayan mevzularda eserler veren ve ele geçmeyen 20.000 beyitlik Selçuklu Şehnâmesi bulunan
Hoca Dehhânî bu asırda yer alan mühim şahsiyetlerdir.

On dördüncü yüzyılda Türkçe, Anadolu’da tamâmen yerleşmiş; Osmanlı Devletinin kuruluş dönemi
olması sebebiyle de daha çok dînî- tasavvufî, hamâsî, târihî ve ahlâkî eserler görülmüştür. Âşık Paşa
(1272-1333; sâde dille, tasavvufî akîdeye uygun Garibnâme, Fakrnâme, Vasf-ı Hâl); Divan
Edebiyâtının temelini atanlardan biri sayılan, mutasavvıf, nazım tekniği kuvvetli, dile ve aruza hâkim
Gülşehrî (Mantıku’t Tayr); dînî olmayan mesnevîleriyle şöhret kazanmış Hoca Mesûd (Süheyl ü
Nevbahar, Ferhengnâme-i Sâdi); Süli Fakih (Kıssa-yı Yûsuf Mesnevîsi); -Klâsik Edebiyâtın
kurulmasında büyük rolü olan, çok eser veren, Türkçe ilk Osmanlı Târihi müellifi, lisana hâkim Ahmedî
(ölm. 1413; Dîvân, İskendernâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tevârih-i Mülûk-i Âli-i Osman); Şeyhoğlu
Mustafa, Hurşidnâme mesnevîsi ve Kenzü’l-Küberâ adlı mensur eseri ile önde gelirler. Âzerî
Türkçesiyle tanınmış Kâdı Burhâneddîn (1344-1399); sâde nesir dili ile halk için yazan Mustafa Darîr
(Siyer-i Nebî, Fütûh’uş-Şam Tercümesi, Kıssa-yı Yûsuf); Azerî Türkçesiyle eserler veren
heyecanlı, coşkun, lirik şâir Nesîmî (ölm.1404) asrın ileri gelen temsilcileridir.

On beşinci yüzyılda Divan Edebiyâtı tam anlamıyla yerleşmiş ve klâsik husûsiyetini kazanmıştır.
Osmanlı Devleti bu asırda gelişme ve yükselme göstermiş, siyâsî başarı edebiyâta da aksetmiştir.
Nazım ve nesirde Ahmed-i Dâî (Dîvân, Çenknâme, Câmasbnâme); asrın ilk yarısının en büyük ve
Şeyhü’ş Şuarâ ünvanlı şâiri Şeyhî (1371-1431; Dîvân, Harnâme, Hüsrev ü Şîrin); kasîdeleri ve
söyleyişi ile ünlü diğer büyük şâir Ahmed Paşa (ölm. 1479); bilhassa gazelleriyle ve sâde dille mahâret
kazanan, Türkçe deyimleri ve atasözlerini çok kullanan Necâti (ölm.1509; Dîvân); Pâdişâh ve
Şehzâdeler arasında Murâdî (İkinci Murâd), Avnî (Fâtih), Adlî (İkinci Bâyezîd), Cem Sultan, ayrıca
şehrengiz türünün ilk örneğini veren Mesihî (1470-1512; Şehrengîz); kadın şâirlerden Mihrî Hâtun
(ölm. 1506) ve Zeynep Hâtun; mesnevî yazarları arasında Anadolu sâhasında ilk hamse sâhibi
Hamdullah Hamdi (1449-1503; Hamse, Yûsuf u Züleyhâ) ve diğer mesnevî şâirleri Tâcizâde Câfer
Çelebi (ölm. 1515; Hevesnâme); Behiştî ve Revânî bu asrın belli başlı sanatkârlarıdır.

On beşinci yüzyılda süslü (secili, sanatkârâne) nesir örneğini Sinan Paşa (1440-1486;
Tazarrunâme) ile Neşrî (Cihannümâ) vermiştir. Sâde nesir temsilcileri olarak Mercimek Ahmed,
Ahmed Bîcân, Uzun Firdevsî sayılabilir. Devrin mühim târihlerinden olarak Âşıkpaşazâde’nin (1393-
1481) Tevârîh-i Âl-i Osman’ı ile Oruç Beğ Târihi ve Dursun Beğ Târihi’ni gösterebiliriz.

On altıncı yüzyıl Klâsik Türk Edebiyâtı nazım ve nesir alanında sanatkâr ve eser yönünden büyük
gelişme gösterir. Hele Fuzûlî ve Bâkî, asrın olduğu gibi Divan Edebiyâtının da yetiştirdiği büyük
şâirlerdendir. Fuzûlî (ölm. 1556) Azerî lisanını kullanmış lirik bir şâirdir. 15 kadar eserlerinden bâzıları
Dîvân, Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsi, Hadîkatü’s-Süedâ isimli Maktel-i Hüseyn’dir (Bkz. Fuzûlî).
Bâkî (1526-1600) “Sultanü’ş-Şuara” diye anılır ve âlimdir. İstanbul Türkçesinin en güzel örneklerini
vermiştir. Divan şiirini İran şiiri seviyesine çıkarmıştır. Eserlerinden bâzıları Dîvân, Mısır’daki İslâm
âlimlerinden İmâm-ı Kastalânî’nin Mevâhibü’l-Ledünniye tercümesi olan Meâlimü’l-Yakîn ve
Fezâilü’l-Cihâd tercümeleriyle Hadîs-i Erbaîn tercümesidir. (Bkz. Bâkî)

Devrin diğer sanatkârları arasında; devrinde diğer sanatçılara üstâdlık yapmış, zengin hayâlleri
olan, Dîvân, Siyer-i Nebî, Şem ü Pervâne, Şehrengiz gibi eserleriyle tanınan Zâtî (1471-1546);
Dîvân şiirinin inceliklerini bilen, rindliği terennüm eden Hayâlî (ölm. 1557); sâde ve yapmacıksız
anlatımıyla Fusûsu’l-Hikem’i tercüme eden Nev’î (1533-1599); sâde bir üslûbu, akıcı bir dili olan,
mesnevî yazmadaki ustalığıyle şöhret bulan Taşlıcalı Yahyâ Bey (ölm. 1582); “Terkib-i bend” denilince
ilk akla gelen Bağdatlı Rûhî (ölm. 1605); ve ayrıca Emrî, Figânî, Kara Fazlı (ölm. 1563), Lâmiî Çelebi
(1472-1532), Hâkânî (ölm. 1606; Hilye) zikredilebilecek isimlerdir.

On altıncı yüzyıl, nesir türleri bakımından da zengin bir asırdır. Osmanlı sâhasında ilk tezkire
yazarı olarak Sehî Bey’i (ölm. 1586; Heşt Behişt tezkiresi ile) tanırız. Diğer tezkire müellifleri
Kastamonulu Lâtifî (ölm. 1582; Lâtifî Tezkiresi); Âşık Çelebi (ölm. 1571; Meşâriü’ş-Şuarâ)dir. Târih
türünde Tevârîh-i Âl-i Osman ve Âsafnâme eserleriyle Lütfi Paşa (ölm. 1562); Tâcü’t- Tevârîh
isimli eseriyle Hoca Sâdeddîn (1536-1599); Künhü’l-Ahbâr, Kavâid-ül-Mecâlis, Nasîhatü’s-Selâtin
gibi eserleriyle Gelibolulu Mustafa Âli (1541-1599) ve Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eseriyle Kemâl
Paşazâde 16. asrın başlıca târih müellifleridir.

Seyâhatnâme türünde eser veren Seydî Ali Reis (ölm. 1562; Mir’atü’l- Memâlik) ve coğrafya
dalında mâlûmat veren Pîrî Reis (ölm. 1544; Kitâb-ı Bahriye) devrin diğer önemli şahsiyetleridir.

On yedinci yüzyıl Klâsik Türk şiirinde kasîde ve hiciv vâdisinde büyük yeri olan Nef’î (1582-1636;
Dîvân, Sihâm-ı Kazâ); gazel tarzında üstat kabul edilen İstanbul Türkçesini güzel kullanan, hoş
nükteli Şeyhülislâm Yahyâ Efendi (1552-1643) ile Şeyhülislâm Behâî ve “Hikemî” şiir türünü başlatan,
akıcı bir dil kullanan Nâbî (1640-1712; Dîvân, Hayriye, Hayrâbâd, Sürnâme, Hadîs-i Erbaîn
Tercümesi, manzum; Tuhfetü’l-Haremeyn, Münşeât mensur) ilk hatırlanan isimlerdir.

Nâilî (ölm. 1666) asrın büyük şâiri olup, gazel tarzını yeni bir edâ ile kullanmış ve “Sebk-i Hindî”
uslûbunu şiirimize ilk defâ tanıtmıştır. Diğer mühim şahsiyetler Nev’îzâde Atâî (1582-1634; Hamse,
Hadâikü’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâyik); Şeyhülislâm Behâî (1601-1653); Neşâtî (ölm. 1674);
Fehim (ölm.1648); Nedim-i Kadîm (ölm. 1670); Azmizâde Hâletî (1569-1630); mahallî mevzuları, halk
tâbir ve atasözlerini manzûmelerinde çokça kullanan Sâbit (ölm. 1712); Ganîzâde Nâdirî (1572-1624;
Mirâciye mesnevîsi’dir.

On altıncı yüzyılda nesir sâhasında hayli yenilikler görülür. Bilhassa dildeki klâsikleşme, konularda
çeşitlilik, eserlerin çokluğu, secili (süslü, sanatkârâne) nesir örnekleri dikkati çekici husûsiyetlerdir.
Devrinin Türk edebiyâtının en şöhretli seyâhat yazarı Evliyâ Çelebi (1611-1681; Seyâhatnâme); ilmî
sâhada ciddî eserler vermiş ilk defâ Osmanlı ülkeleri coğrafyasını yazmış ilim adamı ve geniş bilgili bir
yazar olan Kâtib Çelebi (1608-1657; Keşfüz-Zünûn, Cihannümâ, Tuhfetü’l-Kibâr, Takvîmü’t-
Tevârih, Mizânü’l-Hak, Düstûru’l-Amel); hâdiseleri tahlil ve tenkid ederek yazan Nâimâ (1652-
1715; Nâimâ Târihi); yine hâdiseleri canlı bir üslûpla, orijinal tarzda veren Peçevî İbrâhim Efendi
(1574-1650 Peçevî Târihi); Dördüncü Murad’a devlet idâresinin ıslahı için bir risâle yazan Koçi Bey;
süslü nesir temsilcileri Nergisî (ölm. 1634; Hamse, Münşeât) ve Veysî (1561-1628; Siyer-i Veysî,
Hâbnâme, Münşeât) önde gelen şahsiyetlerdir.

Devrin, tezkire vâdisinde eser veren sanatkârların başında Riyâzî (ölm. 1644; Riyâzü’ş-Şuarâ)
gelir ve diğer tezkirecileri; Güftî (ölm. 1677; Teşrifâtü’ş-Şuarâ, manzum); Rızâ (ölm. 1671) ve şâirler
hakkında kısa bilgi veren güldeste nev’inden (Zübdetü’l-Eş’ar) eseriyle tanınan Kafzâde Fâizî’dir.

On sekizinci yüzyılda Divan Edebiyâtı mahallîleşme konuları ve dil sâdeleşme hareketleri ile İran
edebiyâtından kopma ve uzaklaşma noktasına gelir. Mahallîleşme cereyanı ile şarkı türünün kullanılması
ve İstanbul Türkçesinin şiir dili olarak benimsenmesi faaliyetleri bu asra canlılık kazandırmış ve bilhassa
Nedim’le (ölm. 1730) gerçekleştirmiştir. Nedim, gazel ve şarkılarında orijinaldir. Dîvân şiirinin son

büyük üstâdı Şeyh Gâlib (1757-1798; Dîvân, Hüsnü Aşk) bu asrın ikinci yarısında yetişmiştir. Zengin
ve geniş hayalleri ile “Sebk-i Hindî” üslûbunun en kuvvetli temsilcisidir.

Yüzyılın diğer önemli şâirleri arasında Sünbülzâde Vehbî (ölm. 1809); Enderunlu Fâzıl (ölm.
1810); Koca Râgıb Paşa (ölm. 1762); târih düşürmede Sürûrî (ölm. 1813); Fıtnat Hanım (ölm. 1780);
hiciv ve mizah yönü kuvvetli Haşmet (ölm. 1761) zikredilebilir.

On sekizinci asrın nesir alanındaki târihçileri Râşid (ölm. 1735); Silahdâr Fındıklı Mehmed Ağa
(1658-1727); şuarâ tezkirecileri Safâyî (ölm. 1715), Sâlim (ölm. 1743); Râmiz ve sâdece Mevlevî
şâirlerinden bahseden Esrâr Dede (ölm. 1735); hal tercümesi müellifleri Şeyhî (1667-1732; Şakâyık
Zeyli’ne yeni bir zeyl ilâve etmiştir), kendi zamânına kadar gelen müftü, şeyhülislâm ve hattâtlarından
bahseden Süleymân Sâdeddîn Efendi (1718-1787; Devhatü’l-Meşâyîh, Tuhfe-i Hattâtîn);
sefâretnâme yazarları Yirmisekiz Çelebi Mehmed (ölm. 1732), Ahmed Resmî Efendi (1700-1783);
nâşirleri Tokatlı Kânî (1711-1791), İbrâhim Müteferrika (1674- 1745) ve Muhayyelât isimli, eski masal
ile Batılı hikâye arasına yazılmış, orijinal eserin sâhibi Giritli Aziz Ali Efendi (ölm. 1789) belli başlı
isimlerdir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Tanzimât hareketleri günlük hayatta olduğu gibi
edebî hayatta da büyük değişmelere sebeb oldu. Batılı medeniyetlerin tesiri altında gelişen bu edebiyât
cereyânına “Batı Tesirinde Türk Edebiyâtı” adı verilir. Ortak İslâm kültür ve medeniyeti tesirindeki
Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) yanında, Batı tesirindeki Türk Edebiyâtı da kendi şekil ve
muhtevâsı içinde gelişmiş ve yeni kültür, medeniyet ve lisanları (Fransızca)nın îcâblarını alıp
kullanmıştır. Böylece daha 19. asrın başlarında çözülmeye başlayan Divan Edebiyâtı asrın sonlarında
yerini yeni cereyan (akım)lara bırakmış ve “klâsik” oluş hüviyetini kaybetmiştir.

On dokuzuncu yüzyıl sanatkârları arasında mahallîleşme akımının temsilcisi Enderunlu Vâsıf (ölm.
1824); üslûb nazım tekniği ve mesnevîleri ile tanınan Keçecizâde İzzet Molla (1785-1829; Mihnet-
Keşân, Gülşen-i Aşk); Tanzimât nesir dilinin öncüsü sayılan ve Âdem Kasîdesi’yle meşhur Âkif Paşa
(1787-1845); dil ve tekniği kuvvetli Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey (1786-1859) ve nihâyet “Encümen-i
Şuarâ” adıyla bilinen Klâsik Türk şiiri geleneğinin son temsilcileri Leskofçalı Gâlib (1828-1867);
Yenişehirli Avni (1826- 1884) ve Hersekli Ârif Hikmet (1840-1903) ve Recâizâde Celâl zikredilebilir.

Nesir alanında tıp ve târih yazarı Şânizâde Atâullah (1711-1826) lügatlarıyla tanınan Mütercim
Âsım (1755-1819; Arapça-Türkçe Kâmus Tercümesi ve Farsça-Türkçe Burhân-ı Kâtî’); antolojik

mâhiyette eser müellifi Mehmed Emîn (Silâhdârzâde Tezkiresi) ve son tezkireci Fatin (Hatîmetü’l-
Eş’âr) hatırlanan ilk isimlerdir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Batılı eğitimi görmüş “Aydın Kesimi Türk Edebiyâtı”
temsilcileri, klâsik-gelenekçi edebiyât ve kültürümüzle bağlarını kopardılar ve hattâ cephe alarak “Klâsik
Türk Edebiyâtını” Batı ölçüleriyle tenkid ettiler. Nâmık Kemâl, Divan Edebiyâtını “realiteyle ilgisiz, sun’î
ve boş” sayar (1866; Tasvîr-i Efkâr’da makâle). Ziya Paşa, Şiir ve İnşâ makâlesinde Divan
Edebiyâtını millî olmamakla suçlar; ancak bir süre sonra yazdığı Harabât isimli Dîvân şiiri antolojisiyle
Divan şiirini över. Tanzimâtçılarda bu “ikilikli tavır” şekil ve muhtevâda devâm etmiştir. Daha ileri
zamanlarda aruz-hece tartışması, millî edebiyât akımının ortaya çıkması ve dilde sâdeleşme hareketleri
Klâsik Türk Şiiri (Divan Şiiri)ni maddî sâhada artık kullanılmaz hâle getirmiştir. Ancak, “klâsik”in
sonralara kalıcılığı, tesir güzelliği ve çarpıcılığı 20. asır Türk edebiyâtının büyük şâirlerini zaman zaman
cezbetmiştir. Dîvân şiirinin tür ve nazım şekillerini çok başarılı kullanmasından dolayı, Yahyâ Kemâl’i
(ölm. 1958) Klâsik Türk şiirinin son temsilcisi sayanlar olmuştur.

Edebî Türler
Divan Edebiyâtında tür ve nazım şekli hep birbiriyle karıştırılmıştır. Tür denilince, yazılan
manzûmenin veya nesrin hangi konuda yazıldığı anlaşılmalıdır. Yâni tür, “konu”dur, “mevzu”dur. Şekil
ise şiirin dış yapısına hâkim olan fizîkî husûsiyetlerdir.
Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı)nda kullanılan dînî tasavvufî ve ahlâkî nazım eserlerinin
türlerini şöyle sıralayabiliriz:
Tevhid, münâcât, nât (kasîde şeklinde); mevlid, hilye, tercüme ve tefsirler, yüz ve kırk hadis
tercümeleri, siyerler, Muhammediye, maktel, mev’ize, Esmâül-Hüsnâ şerhleri, kasîde-i bürde
tercümeleri ve fıkıh, kelâm akâid, tecvid.
Bunlardan başka, münferit hikâyeler, dînî, tasavvufî, ahlâkî ve “nâme” başlığı altında toplanan
değişik konulu, mesnevî nazım şekliyle yazılmış eser ve türler de şunlardır:
Gazavatnâme, surnâme, sâkinâme, maârifnâme, kıyâfetnâme, siyâsetnâme, sefâretnâme,
sergüzeştnâme, nasîhatnâme, pendnâme, mîrâcnâme (mirâciye) menâkıbnâme; münâzara tarzında
rind ü zâhid, beng ü bâde, beng ü çağır, gül ü mül, bahar ü şifâ; bir şehrin güzelliğini tasvir eden
şehrengizler, makam sâhibi şahısları anlatan târifâtlar (târifnâmeler); çeşitli konularda (aşk, dînî, târihî,
hayâlî vb.) yazılmış Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şirin, Yûsuf ü Zelîha, Hüsn ü Aşk, Cemşid ü

Hurşîd, Süheyl ü Nevbehâr, Vâmık u Azrâ, Cân u Cânân; beş mesnevînin bir araya gelmesi ile
meydana gelen hamseler.

Kasîde nazım şekliyle yazılan diğer türler: Hicviye, mersiye, hezl (tenzil; mîzâh, güldürmece
tarzında).

Divan Edebiyâtında nesir eser türlerinin başlıcaları da şunlardır:
Münşeât (resmî yazılar ve mektuplardan toplanmış eserler; Münşeâtü’s-Selâtin, Feridun Beyin,
16. asır gibi), târihler, vak’anüvis târihler, nesir hamseler, tezkireler (çeşitli meslek sâhiplerinin
hayatlarını ve eserlerini anlatır; tezkîretü’l-evliyâ, tezkîretü’l-meşâyih, tezkîretü’ş-şuarâ, tezkîretü’l-
hattatîn gibi), dînî ve tasavvufî nesir eser türleri de manzum türlerle müşterektir: Tazarrunâme (Sinan
Paşanın), tefsirler, şerhler, siyerler, evliyâ menkıbeleri, evliyâ tezkireleri, peygamberler kıssaları,
makteller.
Ahlâkî nesir türleri: Kelile ve Dimne Tercümesi (Kul Mes’ud’un), Kâbusnâme Tercümesi
(Mercimek Ahmed’in), Ahlâk-ı Alâî (Kınalızâde Ali’nin).
Seyâhatnâme türleri: Seyâhatnâme (Evliyâ Çelebi’nin), Sefâretnâme (Yirmisekiz Mehmed
Çelebi’nin) gibi.
İlmî nesir türleri: Konuları çeşitli olup Cihannümâ (Kâtib Çelebi’nin) bir örnek verilebilir.
Nazım Şekilleri
Nazım şekli; bir manzûmenin şekil yönünden, dış yapısı bakımından incelenmesidir. Muhtevâ
(konu, mevzu, nesre çevirme, açıklama, edebî sanatlar) bu incelemenin dışında bırakılır. Bir şiirin nazım
şekli yönünden incelenmesinde sırayla şu hususlara uyulur:
1) Nazım şekli (mesnevî, koşma gibi), 2) Nazım birimi (beyit, dörtlük), 3) Kâfiye dizilişi (AA,BA,
CA; aaba, ccca), 4) Kafiye çeşidi (-ar- tam kafiye, -lar gibi rediftir.), 5) Vezni (aruz veya hece oluşuna
göre).
Türk, İran ve Arap edebiyâtlarında müşterek olan nazım şekillerinde nazım birimi beyittir. Nazım
şekilleri beyitlere göre kurulur. Başlıca nazım şekilleri şunlardır:
Kasîde, gazel, mesnevî, rubâî, tuyuğ, kıt’a müstezâd, şarkı, musammatlar (murabba, muhammes,
müseddes gibi), tardiyye, terkib-i bend ve tecri’-i bend gibi. (Bkz. Nazım Şekilleri)
Vezin

Divan şiirinde vezin aruzdur. Arap şiirinin vezni olan aruz; İranlılar yoluyla bize geçmiştir. Uzun
(kapalı) ve kısa (açık) hece esâsına dayalı cüzlerin yanyana kullanılmasıyla meydana gelen kalıplara
aruz kalıpları denir.

Divan şiirinin ilk devrinde aruzun Türkçeye uygulanmasında aruz kusurları olan imâle ve zihaflar
fazla yer almıştır. Bu zamanda daha ziyâde hece ölçüsüne yakınlık gösteren vezinler kullanılmıştır.

Klâsik Türk şiirinde en çok kullanılan aruz kalıpları; recez, remel, serî’, hafîf, muzârî, müctes,
mütekârib’dir. (Bkz. Arûz)

Dil ve Üslûb
Divan Edebiyâtının dili, 15. yüzyıla kadar Arap ve Acem dillerinin tesirinden uzak kalmış, bu asırla
birlikte Arapça ve Farsça kelimeler Türkçeye önemli miktarda girmiş ve kullanılmıştır. Sonraları şiir ve
nesirde kullanılan bu kelimelerin belâgat kâidelerine bağlı bir edebî sanat anlayışı içinde kullanılmasıyla
üslûbun esâsı meydana getirilmiştir. Üslûba tesir eden başlıca edebî sanatlar şunlardır:
Cinas, tenâsüb, mecâz, mecâz-ı mürsel, telmih, tevriye, hüsn-i ta’lil, tecâhül-i ârif, mübalağa,
teşbih, istiâre, teşhis ve intak, telmih, tezat, seci’, aks, rücû’ vs. (Bkz. Edebî Sanatlar)
Klâsik Türk Edebiyâtında rastgele benzetme ve hayal kullanılmaz. Şâirler, insanın iç ve dış
dünyâsındaki güzelliklerini ve tabiatı belli bir benzetme ve tasavvurla çizerler. Şiirin özünü, çekirdeğini,
esâsını mazmunlar teşkil eder. Mazmun, “beyitlerdeki gizli mânâ” demektir. Mazmun, değişmez kalıp
hâlinde vardır, hükümdür; bütün mesele, mazmundaki gizli mânâyı, hükmü çözmektir. Bu sebeple her
şâir, kendine has üslûbu (aklı, malzemesi) ile bir mazmunu (hükmü) sanatlı biçimde ortaya koymaya
çalışır. Bir bakıma yaradılışın sırrını, maddeye bakarak çözmeye uğraşır. Mazmunu “çözmek” demek
“maddeye bakıp mânâyı anlamak” demektir. Meselâ; yanak ve yüz, şekli ve rengi göz önünde tutularak
sabah, güneş, mum, gül, ateş, ayna, ay sûretindedir; saç kokusu, rengi ve şekli ile misk, anber, ud,
sünbül, ejder, zincir, perişan, kâfir, kemend, bulut, tuzak ve dar ağacıdır. Şarab ilâhî aşktır. Sâkî,
vahdet şarabını sunan pîrdir. Bu mazmunlar Divan Şiirinde kalıplaşmıştır. Tamâmen mecâzî mânâya
bürünmüşlerdir. (Bkz. Ebedî Türler)

DÎVÂN-I ÂLÎ

Alm. Staatsgerichtshof (m), Fr. Cour supréme (f), İng. High Court of Justice.

1. 1924 Anayasası’nın 61-67. maddelerine göre kurulan, bakanların, danıştay üyelerinin, yargıtay
başkan ve üyelerinin, başsavcının görev suçlarından meydana gelen dâvâları görmeye yetkili mahkeme.
Dîvân-ı Âlî’nin yerini 1982 Anayasası içinde Anayasa Mahkemesi almış olup görev ve yetkileri şöyledir:
Anayasa Mahkemesi, kânunların, kânun hükmünde kararnâmelerin ve TBMM iç tüzüğünün Anayasaya
şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sâdece şekil bakımından
inceler ve denetler. Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu üyelerini, Cumhûriyet Baş
Savcılığını, Cumhûriyet Başsavcı vekilini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Sayıştay Başkan ve
üyelerini Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdârî Mahkemesi
başkan ve üyelerini, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Dîvân sıfatıyla yargılar.

2. Anadolu Selçuklularında, bütün memleket işlerinin yürütüldüğü Büyük Dîvâna “Dîvân-ı Âli” ve
“Dîvân-ı Saltanat” denirdi. Bu Büyük Dîvân, bugünkü hükümet ve meclisin gördüğü vazîfeleri yapardı.
Başkanı sultan olup, ikinci başkanı vezirdi. Vezir her gün dîvândaki işleri tâkib ederdi.

Dîvân-ı Âlî’den başka ikinci derecede olan, bugünkü bakanlıklara eşit sayılan; Niyâbet-i Saltanat
Dîvânı, İstifa (Mâliye) Dîvânı, Tuğra Dîvânı, Adliye Dîvânı gibi dîvânlar da vardı.

DÎVÂN-I HÜMÂYÛN

Alm. Osm Staatsrat, Fr. Chancellerie (f) imperiale-ottomane (hist), İng. The Imperial Council.
Mühim devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı yüksek merci. Dîvân-ı Hümâyûn bugünkü
Bakanlar Kuruluna benzetilebilir.

Diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da dîvân-ı hümâyûn adı ile bütün
mühim devlet işlerinin görüldüğü ve karara bağlandığı bir merci olmak üzere büyük dîvân vardı.
Osmanlı Devletinin merkez teşkilâtının üç büyük temel unsurundan biri de dîvân-ı hümâyûn ve
kalemleridir. Diğerleri bâb-ı âsafî ve kalemleri ile bâb-ı defterî ve kalemlerinden meydana
gelmektedir. Dîvân-ı hümâyûnda, imparatorluğa âit siyâsî, idârî, askerî, örfî, şer’î, adlî ve mâlî işler,
şikâyet ve dâvâlar görüşülüp ilgililer tarafından tetkik edildikten sonra bir karara bağlanırdı. Dîvân
hangi dil ve millete mensub olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese açıktı. Devletin idârî,
siyâsî ve örfî işleri doğrudan doğruya, diğerleri bir mürâcaat, bir îtirâz veya bir lüzum üzerine tetkik
edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kâdılarca
haklarında yanlış hüküm verildiğini iddiâ edenler, vakıf mütevellîlerinin haksız muâmelelerine

uğrayanlar, idârî veya askerî âmirlerden şikâyeti olan herkes ve diğer dâvâcılar dîvân-ı hümâyûna
bizzat başvururlardı. Bütün dâvâlar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca harp ve sulh gibi kararlar
dîvânca verildiği gibi bütün mühim devlet işleri de burada müzâkere edilir ve netîcelendirilirdi. Dîvânda
bitmeyen veya pâdişâha arza muhtâc olmayan gerek resmî ve gerek husûsî işler pâdişâhın mutlak vekîli
olan vezîr-i âzamın ikindi dîvânında müzâkere edilir ve karara bağlanırdı.

Dîvân-ı hümâyûn, mutat toplantılarından başka kapıkulu askerlerine ulûfe dağıtımı için üç ayda bir
fevkalâde olarak toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesîle ile sadrâzamla görüşürler ve daha sonra
pâdişâhın huzûruna çıkarlardı. Buna Galebe Dîvânı denirdi. Pâdişâhın tebeasıyla ve bilhassa askerî
sınıflarla vâsıtasız olarak görüşmesi gâyesiyle tahtın, Bâbüssaâde denilen, sarayın üçüncü kapısı
önünde kurulması sûretiyle akdedilen olağanüstü toplantılara ise Ayak Dîvânı denirdi. Ayak dîvânları
ekseriya ihtilâl veya karışıklık zamanlarında olurdu. Hükümdâr burada halkla veya askerle doğrudan
doğruya temâs eder, dertlerini dinlerdi. Ayak Dîvânının mühim ve acele işleri müzâkeresi ve derhal bir
karara varılması için hükümdârın veya serdâr-ı ekremin başkanlığında saray dışında ve meselâ sefer
zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzâkerelere yalnız devlet
ricâli ve tecrübeli komutanlar iştirâk ederlerdi.

Fâtih devrine kadar dîvâna bizzat pâdişâhlar başkanlık ederlerdi. Daha sonra pâdişâh adına
vezîriâzamlar başkanlık etmişlerdir. Pâdişâh nerede bulunursa dîvân orada toplanırdı. Yalnız vezîriâzam
seferde bulunurken büyük dîvân onun başkanlığında toplanırdı. Fâtih zamânında da dîvân her gün
toplanmakta olup, haftada dört gün pâdişâhın huzûruna arza girilirdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantıları 16.
yüzyıldan sonra haftada dört güne inmiştir. Târihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin yazdığına göre Üçüncü
Murâd zamânına kadar haftada dört gün dîvân ve bu dîvân toplantılarından sonra dört defâ da arza
girilirken, dört defa arza girmek çok görüldüğünden arz günleri ikiye indirilmiştir.

Toplantı Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri yapılırdı. Bu dört günde dîvân-ı hümâyûn
üyeleri saraya gelip işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzâkerelerden sonra vezîriâzam ile diğer
vezirler, kazaskerler ve defterdârlar arz odasında pâdişâhın huzûruna kabul olunarak dîvân işleri
hakkında her biri ayrı ayrı îzâhat verirdi. Dîvân heyetine vezir rütbesinde olmadıkça yeniçeri ağası
iştirâk edemezdi. Vezir olmayan yeniçeri ağası arz günlerinde dîvân üyelerinden önce arza girip yeniçeri
ocağına dâir söyliyeceğini söyler, sonra maiyetiyle berâber ağa kapısına girerdi. Dördüncü Mehmed’in
pâdişâhlığı ve Fazıl Ahmed Paşanın sadrâzamlığı zamânında evvelâ Avusturya ve sonra Leh seferleri

dolayısıyla pâdişâh Edirne’de bulunduğundan, dîvân müzâkerelerini yalnız arz günlerine inhisar
ettirerek, haftada iki gün, yâni Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Pâdişâh 1677’de
İstanbul’a gelince yine aynı sûrette haftada iki gün olarak devâmı emredilmişti. Bu durumda devlet
işleri yavaş yavaş sadrâzamların ikindi dîvânlarına yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının
son senelerinde haftada iki gün toplanan dîvânın azlığı ve iş sâhiplerinin mağdûriyeti göz önüne
alınarak bu hükümdârın emriyle dîvân toplantıları yine haftada dört gün olmuştu.

Dîvân toplantılarının 18. yüzyıl başlarında Üçüncü Ahmed zamânında haftada iki ve sonra bire
indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde dîvân toplantıları büsbütün terk edilerek işlerin halli
sadrâzam dîvânına bırakılıp, pâdişâhların irâdeleri alınmak için hükümdâra telhisçi gönderilmek
sûretiyle paşa kapısında görülür olmuş ve dîvân akdi üç ayda bir, kapıkulu ocaklarına maaş verme ve
yabancı elçi kabûlü şekline dönüşmüştür.

Dîvân-ı hümâyûnun Topkapı Sarayında Kubbealtı denilen binâsını Kânûnî Sultan Süleymân
zamânında vezîriâzam Dâmâd İbrâhim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan eski dîvânhâne
denilen başka bir dîvân toplantısı yeri bulunmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyûn binâsı, ikinci yer veya alay
meydanı denilen orta kapı ile Bâbüssaâde arasındaki sâhada sol kısımdadır. Kubbealtı veya Dîvân-ı
hümâyûn binâsı esas îtibâriyle üç kubbealtındadır. Bu üç kubbeden birisi dîvân üyelerinin toplandığı
müzâkere salonudur. Burada üyelerin oturacağı yerler bellidir. Bu salonda vezîriâzam ile diğer vezirlerin
oturdukları yerin üstünde pâdişâhların dîvân toplantılarını gizlice dinledikleri “Kasr-ı Adl” denilen kafes
pencereli yer bulunmaktadır.

Dîvân-ı hümâyûn 18. yüzyıldan sonra önemini kaybetmesine rağmen büsbütün ortadan
kaldırılmayarak imparatorluğun sonuna kadar muhâfaza edilmiştir.

Dîvân-ı Hümâyûn Üyeleri
Vezîriâzam (Sadrâzam): Osmanlıların ilk devirlerinde vezîriâzamlar ilmiye sınıfından
gelmişlerdir. Pâdişâhın mutlak vekilidirler. Kânunnâmelerde yazıldığına göre vezîriâzamlar
imparatorluktaki ilmiye tevcîhlerine de dâhil olmak üzere bütün tâyin ve aziller, katiller, terfî ve
ilerlemelerde birinci derecede merci olup, her iş onun emir ve müsâadesiyle olurdu. Sefer dışındaki
zamanlarda vezir, kazasker ve şeyhülislâm gibiler hakkındaki muâmelelerde pâdişâhın muvâfakatı
alınırdı. Sadrâzamlar sefere gittikleri zaman devlet merkezindeki işleri görmeleri için, vekil olarak bir
veziri kaymakam bırakırlardı. Buna “Rikab-ı Hümâyûn” veya “Sadâret Kaymakamı” denilirdi. Sadâret

kaymakamı da gerek dîvân-ı hümâyûnda, gerekse paşakapısında dîvân toplandığı zamanlarda görülen
işleri müstakil defterlere yazdırır, buna da Rikab Defteri ismi verilirdi. Dîvân-ı hümâyûn üyelerinin
seferde bulunması hâlinde bu dîvânlara vekilleri gelirdi.

Kubbe vezirleri: Vezîriâzamdan sonra gelen diğer vezirler ikinci vezir, üçüncü vezir, dördüncü
vezir vb. şekilde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Dîvân müzâkerelerinde ve siyâsî
herhangi bir işin hallinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifâde
edilirdi.

On yedinci yüzyılın başlarından îtibâren defterdâr, nişancı ve kaptanpaşaların vezirlikleriyle
berâber vezirlerin adedi artmıştır. Hattâ bâzı beylerbeyliklere tâyin edilen zevâta da vezirlik rütbesi
verilmiştir.

Kazasker: 1480 târihine kadar bir adetken bu târihten sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri
ismiyle iki olmuştur. Yavuz Sultan Selim zamânında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fethi üzerine
1516’da Arap ve Acem kazaskerliği ismiyle üçüncü bir kazaskerlik kurulmuş, Diyarbekir de bu
kazaskerliğe merkez olmuştur. Daha sonra Suriye ve Mısır’ın da ilhâkıyle Arap ve Acem kazaskerliği
merkeze nakledilmiştir. 1518’den sonra da lağv edilmiş ve kazaskerlik tekrar ikiye inmiştir. Kazaskerler,
dîvânda şer’î meselelere bakarlardı. (Bkz. Kazasker)

Nişancı veya tevkıî: Devlet kânunlarını iyi bildiğinden gerektiğinde bu meseleler hakkında fikri
alınırdı. Dîvândan pâdişâh adına sâdır olan fermanlara tuğra çekmek de bunların vazîfesiydi. Dîvân
üyesi olmasına rağmen vezir rütbesinde olmadıkça arz günlerinde pâdişâhın huzûruna giremezlerdi.
Defterhânedeki tahrîr defterine bizzat nişancılar yazı yazabilirdi.

Defterdârlar: Fâtih Kânunnâmesi’ne göre defterdâr, pâdişâhın malının vekilidir. Defterdârlık
teşkilâtına “Bâb-ı Defterî” de denilir. Başdefterdârdan sonra Anadolu mâlî işlerini görmek için Anadolu
Defterdârı geliyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde buraların mâlî işlerini görmek üzere Halep’te bir
defterdârlık daha kuruldu. Fakat bu devlet merkezinde değildi. On altıncı yüzyıl ortalarında devlet
merkezinde Şıkk-ı Sânî adı ile bir defterdârlık daha kurulmuştur. Bu şekilde Başdefterdâr, Anadolu
Defterdârı ve Şıkk-ı Sânî isimlerinde üç defterdârlık olmuştur.

Dîvân-ı hümâyûn sabah erkenden toplanır ve kuşluk zamânına ve bâzan da öğleye kadar devâm
ederdi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek olan devlet adamları sabah namazını çoğu zaman Ayasofya Câmiinde
kılar, Yeniçeri ocağı ile süvârî bölük ağaları ve bir miktar yeniçeri, sarayın Bâb-ı Hümâyûn denilen ve

Ayasofya Câmiine bakan kapısı önünde iki sıra üzerine dizilirler, dîvân erkânı namazdan sonra buradaki
yerlerini alırlardı. Bu sırada duâcı duâ ettikten sonra Bâb-ı Hümâyûn kapıcıları kapıları açarlardı. Dîvân-ı
hümâyûnda dîvân üyelerinden başka reisülküttâb, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdâsı, büyük ve küçük
tezkireciler ve tercümanlar hizmet görürlerdi. Dîvânda nişancı, tuğra çekilmesi lâzım gelen ferman,
berat, menşur gibi evrâka tuğra çekerdi. Örfî işleri ise vezîriâzam kararlaştırırdı.

On sekizinci yüzyılın son çeyreğinden îtibâren Osmanlı kabînesi şu şekilde teşekkül ettirilmiştir.
Sadrâzam.
Sadâret Kethüdâlığı: 1835 yılında Umûr-ı Mülkiye Nezâreti ve 1837 yılında Dâhiliye Nezâreti
olmuştur.
Reisülküttaplık: 1836 yılında Umur-ı Hâriciye Nezâreti olmuştur.
Defterdârlık: 1838 yılında Mâliye Nezâreti olmuştur.
Çavuşbaşılık: 1836 yılında Deâvî Nezâreti ve 1870 yılında Adliye Nezâreti olmuştur.
Yeniçeri Ağalığı: 1826 yılında Seraskerlik, 1908 yılında Harbiye Nezâreti olmuştur.
Kapudan-ı Deryâlık: 1878’den sonra Bahriye Nezâreti olmuştur.
Daha sonraları kabîneye Şeyhülislâm da dâhil edilmiştir.
Dîvân-ı Hümâyûn Kalemleri
Dîvân-ı hümâyûnda Reisülküttaplık ile maiyeti olan beylikçinin nezâretleri altında dîvân-ı hümâyûn
kalemleri bulunmaktaydı.
Amedî Kalemi: Reisülküttabın husûsî kalemi olup aynı zamanda bütün dış işleriyle meşgul olup
ve sadrâzamlıkla sarayın irtibâtını temin ederdi. Pâdişâhın kendisine sadrâzam tarafından yazılacak
tahrir, telhis ile yabancı devletlerle yapılacak antlaşmalara dâir ahidnâme ve musâlahanâme sûretleri,
sadrâzam tarafından yabancı devletlere gönderilen mektup müsveddeleri ve protokoller, elçi, konsolos,
tercüman ve yabancı tüccarlara âit yazışmalar burada yazılır ve bu kalemde saklanırdı.
Beylikçi veya Dîvân Kalemi: Dîvânda müzâkere olunup karara bağlanan işlerin, îcâb eden
yerlere havâlesi ve dîvân sicillerinin tutulmasıyla vazîfeliydi. Ferman ve beratlar burada yazılırdı.
Beylikçi yazı işlerinden dolayı Reisülküttâbın emri altında bulunurdu.
Tahvil Kalemi: Bu kaleme, Nişan Kalemi veya Kese Kalemi de denilmektedir. Vezir, beylerbeyi,
sancakbeyi beratlarıyle, vilâyet kâdılarının beratları, zeâmet ve timarların kayıtları hep burada
tutulurdu.

Rüûs Kalemi: Genellikle küçük berat olarak târif edilir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve vilâyet
kâdısı derecesine çıkmış, ilmiye sınıfı hâriç olmak üzere, bütün devlet memuriyetlerine intisâb edenlerin
veya kendilerine evkaftan vazîfe verilenlerin muâmeleleriyle meşgul olur ve kayıtlarını tutardı. Tahvil ve
Rüûs kalemleri bugünkü özlük işlerinin görevini yaparlardı.

Teşrifâtçılık Kalemi: Dîvân-ı hümâyûndaki mühim vazîfelerden biri de teşrifâtçılık idi. Gerek
sarayda ve dîvân-ı hümâyûnda, gerekse sadrâzam konağında yapılan merâsimlerde elindeki defter
gereğince protokolü tatbik ederdi.

Vak’anüvislik Kalemi: Osmanlılarda vak’anüvislik ismiyle resmî bir memûriyet ve kalemin
kuruluşu 18. yüzyıl başında ortaya çıkar. Bu kalem devlet işlerine âit verilen vesikaları tedkik ve
kaydederdi. İlk meşhur vak’anüvis târihçi Mustafa Nâimâ Efendidir.

Mühimme Odası Kalemi: 1797 târihinde çıkan nizamnâmeyle, dîvân veya beylikçi
kalemlerindeki Mühimme Nüvislerin (yazanların), bir yerde çalışmaları için Mühimme Odası veya
Mühimme Kalemi kurulmuştur.

Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinin şeflerine Hâcegân ve bir kalemin en kıdemli memuruna Halîfe
denirdi.

Dîvân-ı Hümâyûn Defterleri
Dîvân-ı hümâyûnda çeşitli işler hakkında tutulmuş pekçok defter bulunmaktadır. Bunların arasında
en önemlileri mühimme, ahkâm, tahvil, rüûs, nâme, ahidnâme defterleridir.
Mühimme Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnun muntazaman toplandığı zamanlarda her dîvân
toplantısında görüşülen siyâsî, içtimâî, mâlî, idârî ve örfî kararların kayıtlarını ihtivâ eden defterlere
“mühimme defterleri” denirdi. Dîvân toplantılarında zabıt tutma usûlü olmayıp görüşülen işin netîcesi,
yâni karar sûreti dîvân kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bu karar sûretini daha sonra reisülküttâb
gözden geçirip tashîh eder ve daha sonra îcâb eden yere yazılır ve en son olarak nişancı tarafından
hüküm veya fermanın tuğrası çekilirdi. Dîvân-ı hümâyûn işlerinin Bâb-ı âlî’ye nakli sırasında mühimme
defterleri de, oraya taşınmıştır. Elde mevcut mühimme defterleri 16. yüzyıl ortalarından başlamaktadır.
Mühimme defterleri de birkaç çeşittir. Biri normal dîvân görüşmelerine âit olan defterlerdir. Diğer
bir mühimme defteri de “Mektûm Mühimme Defteri” olup, adından da anlaşılacağı üzere gizli yazılan
hüküm ve fermanları havidir. Bunlardan elde mevcud olanlar 18. yüzyıldan başlamaktadır. Savaş
zamanlarında lâzım olan defterler sadrâzam ve serdâr-ı ekremle berâber sefere gönderildiğinden,

seferdeki görüşmelere âit tutulan mühimme defterlerine “Ordu Mühimmesi” denilmektedir. Sadrâzamın
seferde bulunması dolayısıyle devlet merkezinde Rikab-ı Hümâyûn Kaymakamının başkanlığı altında
toplanan dîvân veya meclisteki görüşmelere âit tutulan defterlere “Rikab Mühimmesi” ismi verilmiştir.

Ahkâm defterleri: Bâzan bir eyâlete ve bâzan muhtelif eyâletlere âit olarak tutulmuşlardır. Bu
defterlerde vâlilere, kâdılara ve sâireye hitâben yazılan hükümler bulunmaktadır.

Tahvil defterleri: Bu defterlerin pekçok çeşitleri vardır. Tahvil muâmeleleri sadrâzamın emrini
müteakip en son olarak yapılırdı.

Rüûs defterleri: Rüûs genellikle küçük memûriyet, vazîfe veya mültezimlere o işin verildiğini
gösteren tâyin vesikası olarak küçük berat şeklinde târif edilmektedir. On altıncı yüzyıl rüûs
defterlerinde büyük memuriyetlere âit beratlar da bulunmaktadır. Rüûs defterlerinin kâdı, mukâtaât,
rikab, vakıf, müderrislik ve zeâmet rüûsu gibi çeşitleri bulunmaktadır.

Bu belli başlı defterlerin dışında pekçok dîvân-ı hümâyûn defteri de bulunmaktadır.

DÎVÂNÜ LÜGATİ’T-TÜRK

(Bkz. Kaşgarlı Mahmud)

DİVİT

Alm. Alttürk. Schreibgerat (n), Fr. Sorte d’écritoire (f) en métal (hist.), İng. Pen-case (often
combined with an ink-holder) hist. Mürekkeple yazı yazmaya yarayan yazı takımı. Mürekkep koymaya
yarayan hokka, kalem koymaya mahsus kısmın (kalemdân’ın) baş tarafına perçinlenir veya vidalanırdı.

Hokkanın mandallı kapağı bulunurdu. İçine, didiklenmiş, lika denilen ham ipek konulurdu.
Mürekkep bununla karıştığı için dökülmezdi. Bu hokkalara kırmızı boya da konmak için ikiye bölünenler
olduğu gibi, iki hokkalı üç hokkalı olanları da vardı. Divit, sâhibinin mâlî durumuna göre; tenekeden,
tunçtan, mâdenden, bâzan da gümüşten yapılırdı. Bâzılarının üzerleri taşlarla süslenirdi. Osmanlılar
zamânında divit genellikle pirinç, bakır veya ceviz, abanoz, zeytin ve kuka ağaçlarından îmâl edilirdi.
Pişmiş topraktan, gümüş, altın ve sombalığı kemiklerinden yapılanlar olduğu gibi, demir üzerine gümüş
ve altın kakmayla süslenerek yapılanlar da olurdu. Divitler ekseriyâ kuşak arasına sokularak taşınırdı.
İhtiyaç duyulduğunda bunları kavga esnâsında bıçak gibi kullananlar da olurdu.

Divitin kalem koymaya mahsus sapının uzunluğu ekseri 25 cm kadardı. Buna rağmen muhtelif
boyda olanları da vardı. Eskiden divit yapan esnaf, geçimlerini bu işi yapmakla sağlarlardı. Üsküdar’da

Kazasker Ahmed Efendi adını taşıyan mahalle eskiden divitçiler olarak anılırdı. Orası Divitçiler Çarşısı
olduğu için bu ismi almıştı. Meşhur divitçiler yaptıkları divitlere isimlerini kazırlardı. Çok sanatkârâne
yapılanları makbul sayılır ve yüksek kıymetle satılırdı.

Tanzimâttan sonra kıyâfetin değiştirilmesi, arasında saklandığı kuşağın kullanılmaması yüzünden
divite îtibâr gittikçe azaldı. Dolma kalemin bulunmasıyla de büsbütün ortadan kalktı. Sanat incelikleri
taşıyan kıymetli divitler bugün müzelerde muhâfaza edilmektedir.

DİYABET

(Bkz. Şeker Hastalığı)

DİYAFRAM

Alm. 1. Zwerchfell (n) an. 2. Blende (f), phot. 3. Membran (-e), Schalidose (f), Fr. Diaphragme
(m), fot. fiz. biol. ve zool., İng. Diaphragm anat., phys., mech. İnsanda ve memelilerde göğüs
boşluğunu karın boşluğundan ayıran kas ve kirişten yapılmış zar. Diyafram kubbe şeklinde olup
ortasında yürek oturduğu için burası çukurdur. Böylece diyafram bu çukurluğun sağında ve solunda çift
kubbe şeklini alır. Diyaframın sol kısmı daha aşağıdadır. Nefes alırken alçalan diyafram, nefes verirken
göğüs boşluğuna doğru yükselir. Karın boşluğuna doğru alçalırken akciğerlerin genişlemesine, nefes
verirken göğüs boşluğuna doğru yükselerek akciğerlerdeki havanın atılmasına yardımcı olur. Diyaframın
bu hareketi çıplak vücuda dışarıdan bakmakla da belli olur. Nefes alındığında karın cidarının içeri
çekilmesi, nefes verildiğinde dışa doğru bombeleşmesi diyaframın hareketlerinden dolayıdır. Diyafram
erkeklerde kadınlara nazaran daha fazla görev yapar. Kadınlarda teneffüs hareketleri enine doğrudur,
yâni daha çok göğüs kafesinin hareketleriyle yapılır. Kadında bu özelliğin hâmilelikte büyük önemi
vardır. Böyle olmasaydı gebeliğin son aylarında annenin nefes alıp vermesi son derece güçleşirdi.

Diyaframın bir merkezî kısmı, bir de çevresel adale kısmı vardır. Merkezî kısım sedef renginde
kirişsi bir tabakadır. Burada ortaya yakın sağ tarafta ana toplardamarın geçtiği delik bulunur. Çevresel
adale kısmında ise yemek borusu, mide-akciğer sinirleri, aortun geçtiği mühim delikler vardır. Bu
delikler içinden geçen damarlar vs. dışarıdan tamamen diyaframla sarılıdır. Bu sarılı olma yeterli
derecede olmazsa karın içi organları gevşek deliklerden göğüs içine geçerek “diyafram fıtıkları”nı
meydana getirirler. Fıtıklaşan organlardan en sık mide göğüs boşluğuna geçer. Fıtıklaşma olması için

organın tamâmının göğüs boşluğuna geçmesi gerekmez, ancak bir kısmı geçse bile fıtık meydana gelir.
Diyafram fıtıkları sık görülen olaylar olup, cerrâhî girişimle düzeltilmektedir.

Tıbbî mânâdaki diyafram dışında çeşitli alanlarda târif edilen ve kullanılan bâzı araçlar için de
diyafram adı verilmektedir. Optik sâhasında diyafram bir ışık huzmesinin geçişini belli alanda sıralamak
için yapılmış, üzerinde daralıp genişletebilen bir delik bulunan ışık geçirmeyen levhalardır. Bu tip
diyaframlar mikroskop, fotoğraf makinesi, gibi birçok optik cihazda kullanılmaktadır. Fotoğraf
makinalarında kullanılan modern diyaframlarda, merkeze yaklaştıkça kapanan, çevreye doğru açılan
dâire şeklindeki levhaların hareketleriyle objektif açıklığı sağlanabilmektedir.

Sanâyide iki ayrı vasatın arasında mutlak bir geçirmezlik gerekli görülen cihazlarda, bu
geçirmezliği temin eden, kimyasal ve fizikî tesirlerle bu özelliğini kolay kaybetmeyen maddeler
kullanılır. Bunlara da diyafram ismi verilmektedir.

DİYALEKT

Alm. Dialekt (m), Fr. Dialecte (m), İng. Dialect. Bir dilin, husûsiyetler tayışan en küçük kolu.
Lâtincede dialectus, Grekçede dialektos olarak geçmektedir. Kelime bu durumu ile batı dillerinden
gelmiştir.

Diyalekt; bir dilin belirli bir bölgede konuşulan ve mahallî husûsiyetler taşıyan en küçük kolu olup,
ağız da denmektedir. Diyalektle uğraşan ilim kolu ise diyalektoloji olarak adlandırılmaktadır. Diyalekt,
belirli bir yere âit oluşundan dolayı sınırlıdır. Bu bakımdan en yakın mesâfede birbirine komşu birkaç
diyalekt bulunabilir. Diyalekt, yâni ağızın, konuşulduğu bölgenin her yönüyle husûsiyetlerini taşıdığını,
tâbi olduğu ana dile paralel bir gelişmenin yanında, az da olsa kendine has kelime türetmeye yönelerek,
imkânlarını zorladığını bilmek gerekir.

Sınırlı olmasından dolayı, târih içinde yüzyıllarca dar bir mahalde konuşulan ağzın, mensup olduğu
yazı dilinden ayrılıklar göstermesi pek tabiîdir. Çünkü yazı dili bir milletin kültürünün muhâfazası için
gelişmiş, başka dillerle münâsebette bulunmuş, kendi kâideleri içinde yeni dil unsurları hâsıl etmiş,
başka dillerden aldığı yabancı kelimeleri kânunlarına uydurmuş ve kendisine mensup ağızlarda hâkim
olarak varlığını sürdürmüştür. Ağız ise, şâyet yazılı mahallî metinleri varsa mensûbu bulunduğu dille
ayrıldıkları noktaları o ölçüde takib etmek mümkündür. Ağızdaki gelişme, hep sözde kalması sebebiyle
yazı diline nisbetle daha hızlıdır. Bu yüzden bâzan bir ağız ile mensûbu bulunduğu kültür, yâni yazı dili

arasında büyük ayrılıklar ortaya çıkabilir. Hattâ, bugün Rusya ve Türkî cumhûriyetlerde olduğu gibi, bu
durum kasıtlı olarak kullanılır ve her bölgeye ayrı bir alfabe konulursa, bir milletin arasındaki anlaşma
sınırlandırılmış ve kontrol altına alınmış olur. Ayrıca aradaki ufak farklardan hareket edilerek zamanla
aynı dilin başka başka iki şekli ortaya çıkarılmış olur. Bu da bir milletin parçalanması için kâfi sebeptir.

Ağızın zamâna ve tekniğe tahammülü yoktur. Teknik, bir ağızın tesbitinde ne kadar fayda
sağlarsa, girdiği bölgenin ağızını da derhal değiştirmeye yönelir. Bilhassa radyo, televizyon ve videonun
girdiği yerlerdeki konuşma hemen değişikliğe uğrar ve kültür, yâni yazı dilinin bu vâsıtalarla ağıza tesiri
bölge diyalektine hâkimiyet sağlar. Böylece ağız mensûbu bulunduğu yazı diline iltihak etmiş olur.
Bunun yanında bölgenin dışarıyla temas eden insanlarıyla, dışarıya gitmeyen ve dar coğrafyasında
hayat süren insanları arasında da ağız yönünden farklar görülür. Dışarı giden insanlar bölge ağızına,
bölgeye yabancı dil unsurları getirdikleri gibi ağızlarını da muhâfaza etmezler. Aynı şey, okuma yazma
bilen ve bilmeyen insanlar arasında da söz konusudur. Okumuş yazmış insanların ağızlarında yazı dilinin
tesiri çok fazladır. Okuma yazma bilmeyen kişiler ise yalnız duyduklarıyla kalıp ağızlarını muhâfaza
ederler. Şu hâlde ağızın tekniğe ve medeniyete tahammülü çok azdır.

Ağız, mensubu bulunduğu kültür dili ile aynı dile bağlı lehçe ve şîvelerde bâzı meselelerini
aydınlatmada ipuçlarına sâhiptir. Ayrıca bir dilin târih içindeki gelişimi, diğer lehçe ve şîvelerle
mukâyese imkânını da vermektedir. Bunun yanında yazı dilinin beslenmesi ve geliştirilmesinde
diyalektlerin, yâni ağızların oynadığı rol çok büyüktür. Fakat şurası açıktır ki, Türkçenin diyalektleri
henüz istenildiği gibi tesbit edilmiş olmadığı gibi, bu ağızların tesbiti için gerekli çalışmalar da yapılmış
değildir. Hattâ yaşayan ağızlar için bir arşivden de mahrum bulunmaktayız. Batı ülkelerinde bu
çalışmalar 100 seneyi aşkın bir süredir tesbit edilmeye çalışılmış, arşivler kurulmuş ve diyalektoloji ile
ilgili olarak, dil atlasları bile yapılmıştır.

Almanya’da diyalekt çalışmaları 19. asırda başlamış olmasına rağmen, temeli bir hayli gerilere
götürülebilir. Luther bile eserini meydana getirirken halk diline gitmeyi ihmâl etmemiştir. Bu ülkede asıl
diyalekt çalışmaları J.Grimm ile başlamıştır. J.Grimm târihî dil araştırmalarıyla Alman diyalekt
araştırmalarını sağlam bir yola sokmuştur. Fakat Almanya’da asıl diyalekt araştırmalarına romantizmin
dayandığı millî ve târihî varlığa duyulan arzu sebeb olmuştur. Böylece millî düşüncenin temeli sayılan dil
üzerine J. Grimm, F. Bopp ve W.V.Humbold çalışmalara başlamışlardır. Bavyeralı A. Schmeller (1785-
1852) de bölgesinin ağızlarını gramer bakımından incelemiş ve diyalektoloji (ağız çalışmaları)nin

kurucusu olmuştur. A. Schmeller ağızları fonetik ve morfolojik (ses ve yapı) bakımından dilin eski
çağlarını aydınlatan bir vâsıta olarak kabul etmiştir. Bu bilginden sonra Almanya’da ağız incelemeleri ve
araştırmalarının en önde gelen hedefi ağızların tasnifini yapmak olmuştur. Hattâ 1876 yılından sonra
sesi esas alan gramerciler ortaya çıkmıştır. Bütün bu çalışmalar mahallî ağızların ses ve yapısı ile kelime
servetini ve cümle yapısını ihtivâ eden tasvîrî gramerlerin yazılmasını sağlarken; ağızlara has fonograf
arşivlerinin meydana getirilmesini ve neticede G.Venker’in gayretleri Alman Devleti Dil Atlası’nı
yapmaya kadar götürmüştür.

Buna paralel olarak Fransa’da da diyalekt çalışmaları yapılmış ve Fransa Dil Atlası ortaya
konmuştur. Fransa’da bu işi başlatanlar Tourtoulon ve Bringuier olmuş; J.Gilliéron ile öğrencisi E.
Edmond da teşkilâtlandırmışlardır. Son iki bilgin işe başlarken Almanya’daki çalışma ve tecrübelerden
faydalanmışlarsa da vâsıtasız bir metod tâkib etmişlerdir. Onlar Fransa’da 639 yer seçerek dil
malzemesi derlediler. Ayrıca ağızlardaki kelime servetini toplamayı da ihmâl etmediler. Netîcede 1903
yılında Gilliéron ve Edmond Fransız Dil Atlası’nın elli ciltlik haritasını yayına muvaffak oldular. Eser
milyondan fazla dil şeklini ihtivâ ediyor ve 1920 haritadan meydana geliyordu.

Türkçe için bu araştırmalar, devrine göre, bütün Türk lehçe ve şîvelerini içine alır mâhiyette; daha
11. asırda büyük Türk dilcisi ve Türkçe müdâfii Kaşgarlı Mahmud’la başlamıştır. Kaşgarlı’dan bu yana
ele geçmemiş eserler hâriç, Türk diyalekti meşhur Türkolog W.Radloff’a kadar bu alandaki çalışmalar
durmuştur. Kaşgarlı Mahmud’un yolundan giden Radloff bilhassa Türkiye dışı Türklerinin ağız
malzemelerini toplayarak bu alanda Türkolojinin önde gelen hâdimi olmuştur. 10 cilt tutan Proben’i
çeşitli Türk şîvelerine âit diyalekt malzemesini ihtivâ etmektedir. Proben’in 7. cildi Türkiye ağızlarına
ayrılmış fakat bu toplamayı Macar Kunoş yapmıştır.

Dil Kurumu’nun kurulmasıyle halk ağzına açılış başlamış, bir yandan bu Kurum, diğer bir yandan
da üniversitelerimiz olmak üzere diyalekt malzemeleri toplatılmış, hattâ bu malzemelerin bir kısmı
incelenmiş, Türkiye ağızlarından toplanan kelime serveti Derleme Dergisi adı altında on iki ciltlik
olarak neşredilmiştir. Fakat Türk dilinde uydurmacılık ile tasfiyeciliğin açtığı yara, yazı dilimizi bir hayli
yozlaştırmış, ağızlardan gelen kelime serveti kültür dilimizin içinde yer alamamış, girenler de
ekseriyetle yanlış olarak kullanılmıştır.

Anadolu ağızlarıyla ilgili ilk büyük derleme Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nun gayretleri ile ortaya
çıkarılmış ve 8 cildin üstünde eser meydana getirilmiştir. Bundan başka çeşitli üniversitelerimizin

mensupları araştırmalara katılmışlar, ağızlar üzerinde doktora tezleri hazırlanmış ve Prof. Dr. Zeynep
Korkmaz gibi araştırmacılarımız bu çalışmaları günden güne ileri götürmüşlerdir. Ayrıca başta Prof. Dr.
Sadettin Buluç’un başlattığı çalışma ile yapılan araştırmaların bibliyografyaları ilim erbâbına tanıtılmaya
çalışılmıştır. Türkiye ağızlarının en derli toplu bibliyografyası geniş bir şekilde Prof. Dr. Tuncer Gülensoy
tarafından Anadolu ve Rumeli Ağızları Bibliyografyası adıyla ortaya konmuştur. Henüz Türkiye
ağızları üzerinde bir dil atlasımız olmadığı gibi ağızlardan toplanan malzeme, uydurmacılık yüzünden
yazı dilimize mâl edilememiş ve dilimizin zenginleşmesi gerçekleştirilememiştir.

DİYÂNÂT

Allahü teâlâ ile kulları arasında olan işler, ibâdetler. Müfredi (tekili) diyânettir. İnsanların birbirleri
ile olan münâsebetlerine “Muâmelât” denir.

Diyânâtta âdil (adâletli) ve bâlig (ergenlik yaşına gelmiş) bir Müslümanın sözüne inanılır.
Müslüman olmayanların, açıkça günâh işleyenlerin sözlerine inanılmaz. Diyânette bir kadın da bir erkek
gibidir. Suyun pis olduğunu söylerse, bu su ile abdest alınmaz, toprakla teyemmüm edilir. Fâsık (büyük
günâh işlemeye devâm eden) veya hâli belli olmayan bir Müslüman söylerse, kendi araştırır. Gâlip
zannına (kuvvetli kanâatine) göre hareket eder. Kâfir veya çocuk suya pis derse ve inanırsa, dökmeli,
sonra teyemmüm etmelidir. Hediyede ve izin vermekte bir çocuk sözü de kabul edilir. İçeri buyurun
deyince girilir. Çocuğun satın almak için izinli olup olmadığı satanın çok zan ile anlamasına bağlıdır.

Âdil bir kimse, bir etin leş olduğunu söylerse, meselâ mürted (İslâm dîninden çıkmış) kesti dese,
bir başka âdil de, leş değil dese, meselâ Müslüman kesti dese, leş kabul edilir. Su ve her çeşit şerbet ve
taam (yiyecek) için pis dese, öteki de pis değil dese, temiz kabul edilir. Haber verenler çok ise, sayısı
fazla olanların dedikleri kabul edilir. Temiz ve pis kumaşlar karışmış ve temizleri az ise ve kaplar
karışınca temizleri çok ise, temizlerini araştırıp, temiz zannettiklerini kullanır. Kapların temizleri eşit
veya az ise, hepsi diyâneten pis kabul edilir.

DİYÂNET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

Din işlerini yürütmekle vazîfeli devlet dâiresi. Şer’iyye ve evkâf vekâletinin kaldırılmasından sonra
3 Mart 1924’te Diyânet İşleri Reisliği adıyla kuruldu. 22 Haziran 1965 senesinde kabul edilen Diyânet
İşleri Başkanlığı kuruluş ve görevleri hakkında kânun yeniden düzenlendi. Bu kuruluş kânunu ise 26

Nisan 1976 târih ve 1982 sayılı kânunla önemli derecede değiştirildi. Ancak bu değişiklikler 18 Aralık
1979’da Anayasa mahkemesi tarafından iptâl edildi. Yeni bir düzenleme de yapılmadı.

Diyânet İşleri Başkanlığı, Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olup, Başbakanın teklifiyle
Cumhurbaşkanı tarafından tâyin edilir.

Bugünkü durumu 18 Temmuz 1984’te kadro kararnâmelerine göre çıkarılan Diyânet İşleri
Başkanlığı Merkez ve Taşra Teşkilâtı Görev ve Çalışma Tâlimatları gereğince düzenlenmiştir.

Diyânet İşleri Başkanlığı Merkez Teşkilâtı, Başkanlık Makâmı, Danışma, Esas, Yardımcı Birimler ile
Şûrâ, Kurul ve Komisyonlardan meydana gelmektedir.

Başkanlık Makâmı: Başkan, Başkan Yardımcıları, Başkanlık Bürosu, Basın ve Halkla İlişkiler
Müşâvirliğinden kuruludur.

Danışma Birimleri: Diyânet İşleri Başkanlığı Teşkilâtının danışma birimleri Başkan adına her türlü
teftiş, denetleme, inceleme işlemlerini yürüten Teftiş Kurulu, Başkanlığın her türlü hukuk işlerini
yürüten Hukuk Müşâvirliği ve Teşkilâtın görev alanına giren konularda gerekli inceleme, araştırma, plân
ve programları yapan, yapılan uygulama netîcelerini değerlendiren, Başkanlık ile Devlet Plânlama
Teşkilâtı arasında Başkanlığı ilgilendiren konularda işbirliği sağlayan Araştırma ve Plânlama
Başmüşâvirliğidir. Başmüşâvirliğe bağlı olarak Organizasyon ve Metod ile Plânlama Müşâvirlikleri
bulunmaktadır.

Esas Birimler: Diyânet İşleri Başkanlığının en önemli kesimlerinden biri olan Esas Birimler, Din
İşleri Yüksek Kurulu, Dînî Hizmetler Dâiresi, Olgunlaştırma Dâiresi ve Hac Dâiresinden meydana
gelmektedir.

Yardımcı Birimler: Diyânet İşleri Başkanlığı’nın yardımcı birimleri; Personel Dâiresi, Koordinasyon
ve Değerlendirme Dâiresi ve bunlara bağlı üniteler, Donatım Müdürlüğü, Dâire Tabibliği ile Sivil
Savunma Uzmanlığıdır. Bu birimler Başkanlığın çalışmalarına yardımcı olabilmek için uzmanlık
alanlarına giren görevleri yapmaktadırlar.

Şûrâ, Kurul ve Komisyonlar: Din Şûrâsı, Başbakanın çağrısı üzerine beş yılda bir Ankara’da
toplanır. Diyânet İşleri Başkanının yönetiminde din adamlarından meydana getirilen Şûrâ’nın aldığı
kararlar danışma niteliğindedir. Diyânet İşleri Başkanı, Daha önce Diyânet İşleri Başkanlığında ve Din
İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığında bulunanlar ile Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan ve üyeleri, Diyânet

İşleri Başkan Yardımcıları, Dâire Başkanlığı ve Hukuk Müşâviri, Şûrâ’nın tabiî üyeleridir. Din İşleri
Yüksek Kurulu üyeliğine atanacakların adaylığını, Aday Belirleme Kurulu yapar.

En kıdemli Başkan Yardımcısının Başkanlığında Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı, Birinci Hukuk
Müşâviri, Personel Dâiresi Başkanı ile Koordinasyon ve Değerlendirme Dâiresi Başkanından Yüksek
Disiplin Kurulu meydana getirilmiştir. Merkez Disiplin Kurulu da; bir Başkan Yardımcısının
başkanlığında, Dînî Hizmetler Dâiresi Başkan Yardımcısı, İkinci Hukuk Müşâviri, Personel Dâiresi Başkan
Yardımcısı ile Koordinasyon ile Değerlendirme Dâiresi Raportöründen kurulur.

Diyânet İşleri Başkanlığı taşra teşkilâtı; il ve ilçe müftülükleriyle eğitim merkezlerinden meydana
gelmektedir.

İl ve ilçelerde Diyânet İşleri Başkanlığını temsil eden müftülükler, bölgelerindeki dînî hizmetleri
yöneten din görevlileri bulunmaktadır. İl müftüleri doğrudan doğruya Diyânet İşleri Başkanlarına, İlçe
Müftüleri ise İl Müftülüklerine bağlıdır. İl ve İlçe Müftüleri bölgelerindeki din hizmetlerini, dînî kuruluşları
yönetir ve din görevlilerinin hizmetlerini düzenleyip denetlerler.

Diyânet hizmetlerinin en iyi şekilde yürütülebilmesi için, teşkilâtın her kademesinde görev yapan
personelin kendi görev dalında eğitilmesini ve mesleğe uyumlarını sağlamak, görev verimliliğini
artırarak daha üst görevlere hazırlamak amacıyla kurulan “Eğitim Merkez”leri İstanbul, Bolu, Elazığ,
Ankara ve Antalya’da bulunmaktadır. Eğitim merkezleri doğrudan Diyânet İşleri Başkanlığına bağlıdırlar.

Diyânet İşleri Başkanlığına bağlı, merkez ve taşra teşkilâtları dışında Türk işçilerinin yoğun olarak
bulunduğu ülkelerde Yurtdışı Din Hizmetleri Müşâvirlikleri bulunmaktadır. Bu müşâvirlikler bulundukları
bölgelerde din hizmetlerinin yürütülmesini sağlamaktadırlar.

DİYAPAZON

Alm. Stimmgabel, Diapason, Fr. Diapason, İng. Diapason. Çelikten yapılmış U şeklinde,
titreştirilince ana seslerden birini vermek üzere yapılan bir âlet. Bir insanın veya müzik âletinin
yetişebileceği ses alanına da diyapazon denir. Piyano, keman, gitar gibi müzik âletleri tellidirler.
Bunların telleri ayarlı gerilmezse sesleri düzgün çıkmaz. Fazla gerilince veya gevşetilince akordu
bozulmuş olur. Seslerdeki incelikleri kulakları ile hassas olarak ayırt edebilenler diyapazonun sesini
dinleyerek telli müzik âletlerini kolayca ayarlayabilirler. Zira diyapozonun ucuna vurulduğu zaman çıkan
ses hep aynı notayı çıkarır.

Diyapazon çelikten yapılmış olup U biçiminde kıvrılmıştır. Bir sapı ve altında bir tarafı açık tahta
kutu vardır. Kıvrılan kollar ne kadar küçük olursa çıkan ses o kadar tiz olur. Diyapazonun akordu hiç
bozulmadığı için devamlı kullanılabilir. Ses tonunu yükseltmek için çatalın uçları eğe ile biraz eğelenir.
Ses tonunu azaltmak için diyapazonun ayağının ucu eğelenir.


Click to View FlipBook Version