The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-11-25 09:40:50

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Keywords: Yeni Rehber Ansiklopesidi

Birinci ve ikinci satır determinantın altına sıra ile yazılır. Esas köşegen ve paralelindeki üçer
eleman çarpılıp toplanır. Diğer köşegen ve paralelindeki üçer eleman çarpılıp bu toplamdan çıkarılır.
Determinantın sağına ilk iki sütun yazılarak da Sarrus kuralı ile determinant açılımı yapılabilir.

Determinant Özellikleri
1. Bir determinantın bir satırı veya sütunundaki bütün elemanlar sıfır ise determinantın değeri
sıfırdır.
2. Bir determinantın herhangi iki satırı (veya sütunu) yer değiştirirse determinantın işareti değişir.
3. Bir determinantın iki satırı (veya iki sütunu) orantılı veya aynı ise determinantın değeri sıfırdır.
4. Bir determinantın bir satırı (veya sütunu) k ile çarpılırsa determinant k ile çarpılmış olur.
5. Bir determinantın değeri, elemanter satır işlemleri uygulandığında değişmez.

DETERMİNİZM

Alm. Determinizm, Fr. Determinisme, İng. Determenizm. Felsefede, dünyânın belirli bir andaki
durumunun, önceki hâlinin sonucu ve gelecekteki durumunun sebebi olduğunu kabul eden görüş.
Determinizm, illiyet (sebebi, sonuca bağlayan bağ; nedensellik) ilkesine dayanır. Bu görüş zorunsuzluk
ve hür irâdeyi kabul etmeyip, fizikî, rûhî ve ahlâkî bütün olayları bir takım zarûrî sebepler zincirinin
zarûretle tâyin ettiğini iddîâ eden bir teoridir. İnsandaki hürriyet ve irâdeyi inkâr ederek hareket ve
hâdiselerin meydana gelişini sebeplerin kuvvetine atfeder. Yâni insanın şu veya bu şekilde hareket
etmesi mutlaka şu veya bu sebeplerin netîcesi olup irâde nâmında hür ve müstakil bir başlangıç yoktur.
Bu sebeple deterministler insanı bir eşyâ gibi değerlendirirler.

Determinizm iki genel kategoriye ayrılabilir. Birinci grup inanç determinizmidir. Bu görüşte, ilkel
şekli ihmâl edilirse, dünyâdaki her şeyin bir gâyesi ve ilâhî kudret dâhilinde belirlenen bir sonu vardır.
Bu determinizmin ilkel şeklini Saint-Augustin ile Dante, çağdaş biçimini ise Hegel savunmuştur. Bu çeşit
determinizm, dînî konularda fikir yürüten filozofun ortaya attığı görüşleri ihtivâ eder. Dünyânın, hayâtın
ve eşyânın yaratılış sebep, hikmet ve usûlleri hakkında Hıristiyanlıkta, Yahûdîlikte ve İslâmiyette başka
başka nakil ve izahlar vardır. Bunlardan bilhassa İslâmiyetin bildirdiklerinden bir determinist benzerlik
çıkarmaya çalışanlar olmuşsa da görünüşte ve asılda böyle bir benzerlik kuramamışlardır. Çünkü
determinizm bir felsefî görüştür. Bu felsefî görüşün de aldığı konuların çoğu İslâm dîninde vahye
dayanan îtikat konularıdır.

Determinizmin ikinci şekli; mekanistik determinizm olarak da ifâde edilebilecek “bilimsel
determinizm”dir. Bu görüşte bilimin sınırlı alanda gerçeğin bulunması için belirli tabiat kânunları araç
olarak kullanılmak istenmiştir. Ne var ki günümüzde quantum mekaniği, olayların önceden tesbitinin
imkânsız olduğunu ortaya koyarak, mekanistik determinizm görüşünün yanlışlığını tamâmen ortaya
koymuştur. Bilimsel determinizm temsilcileri Saint-Simon, Auguste Comte ve Spencer gibi
felsefecilerdir.

DETONATÖR

Alm. Detonator, Fr. Detonateur, İng. Detonatur. Bir patlayıcı sistemde ana veya ön patlayıcıyı
faaliyete geçiren cihaz. Herhangi bir patlamada tahrib gücü yüksek, fakat hızı düşük bir reaksiyon
meydana gelir. Detonasyon işleminde ise, reaksiyon ses hızında olur. Bu hız, maddenin moleküler
yapısına tesir ederek, bir bozulma ve tekrar birleşmeye yol açar. Bozulma ve birleşme esnâsında ortaya
çıkan ısı ve basınç dalgaları ana patlayıcıyı patlatır. Bilhassa hassas olmayan, büyük patlayıcılarda
kullanılan bir sistemde ise; detonatör bir primer (ön patlayıcıyı patlatır, ana patlayıcı bu patlamanın
tesiriyle faaliyete geçer. Böylece ana patlayıcı daha kuvvetli bir basınç dalgasına mâruz kaldığından
daha şiddetli bir patlama meydana gelir.

Detonatörlerin tesir ve emniyetini belirleyen ölçüler; güç, hız ve hassâsiyettir. Bu ölçüler çeşitli
metodlarla tesbit edilerek detonatörler sınıflandırılırlar. Ayrıca detonatörler çalıştıkları sisteme göre
elektrikli, asitli gibi isimler alırlar. Detonatörlerin en yaygın olarak kullanıldığı yerler; büyük
patlayıcıların, emniyetli veya zamanlı kullanılması istenen patlayıcıların kullanıldıkları yerlerdir. Bunlara
mâden ocakları ve tünel açma çalışmaları örnek verilebilir.

Detonatörlerin gelişmesi büyük bombaların patlatılmasını kolaylaştırma çalışmalarıyla birlikte
başladı. 1864 senesinde Alfred Nobel, Edward Howard’ın 19. yüzyılın başında bulduğu civa alüminatı
nitrogliserinlerin patlatılmasında, başka bir araştırmacı da, kuru pamuk barutu Nobel’in keşfettiği
dinamitte detonatör olarak kullandılar. Küçük patlayıcılarda da detonatör kullanılmasına 19. yüzyılın
sonlarında başlandı. Bu konuda bir de standart yapılarak 10 detonatör tipi tesbit edildi. Yine bu
senelerde bir İngiliz bilgini olan Abel ilk elektrikli detonatörü keşfetti. Bu târihten sonra yeni bir
detonatör ortaya çıkarılamadı, sâdece eski tipler geliştirildi.

DEV

Alm. Riese, Gigant (m), Fr. Ogre, geant (m), İng. Ogre, gint. Aslı, Farsça şeytân mânâsında div
olup, çok iri, güçlü ve korkunç, hayal mahsûlü olan masal unsuru.

Çok eskiden beri olayın kahramanı olan devler konularına göre anlatıla gelmiştir. Hattâ bâzı dev
efsanelerine târihi bir değer bile verilmiştir. Bunlar insanı dehşete düşürecek kadar iri cüsseli yaratıklar
olup, herbirinin yüzer tâne elleri vardır. Ayakları da korkunç birer ejderhadır.

Eski Türk masallarında önemli bir yeri olan devler güçlü, kuvvetli, iriyarı insan azmanı
yaratıklardır. Yaşayışları insanlara benzer, erkek ve dişileri olup evlenirler, çocukları olur. Ülkeleri Kaf
Dağının arkasındadır. Devlerin erkekleri gündüzleri işe gider, anaları evde kalır. Başta peri
padişahlarının kızı olmak üzere, devler birçok kimseyi kaçırıp kırk odalı saraylarda saklarlar. Masal
kahramanları çeşitli hîlelerle devin sarayına girer, kızı kurtarır. İnsan yiyen devler de vardır, ama bunlar
uyanık insanı yemezler. Bâzı devlerin alnının tam ortasında büyük bir gözü olur ve dağlarda yalnız
bulunan insanları sarayına götürerek hapseder.

DEVALÜASYON

Alm. Devaluation, Fr. Devaluation, İng. Devaluation. Bir ülkenin millî para biriminin yabancı
paralara karşı değerinin indirilmesi. Bu indirim; sabit kur politikasında, çeşitli dönemlerde hükümetçe
irâdî olarak yapılabileceği gibi, para değerinin arz ve talebe göre belirlendiği para sistemlerinde
dalgalanma sonucu otomatik olarak da gerçekleşebilir. Devalüasyona genellikle yurt içi enflasyon
nisbetinin, yabancı ülkelerinkinden fazla olması sonucu gerek duyulur.

Eski Yunan ve Roma’da devalüasyon, paranın temsil ettiği maden miktarının azaltılması yoluyla
gerçekleştirilmekteydi. Belli bir altın ve gümüş miktarından basılan sikke miktarının çoğaltılması, para
değerinin düşürülmesi sonucunu doğurmaktaydı. On dokuzuncu yüzyılda ise kâğıt para miktarının
arttırılması sonucu meydana gelen enflasyon, iç fiyatların artışı ve banknotların altına tahvil kabiliyetini
yok ederek, para değerinin düşüşüne yol açmıştır. Böylece millî para biriminin karşılığı kabul edilen altın
miktarı indirilmiş ve kambiyo kurları da buna göre ayarlanmıştır.

Günümüzde, mâdenî para, altın para sistemi olmadığından yerli para biriminin değerinin
düşülmesine, iç fiyatların yükselmesi sonucu elde edilemeyen döviz gelirleri dolayısıyle girişilmektedir.
Başlıca ihrâcâtı teşvik etmek için yerli para birimi değeri, belli bir yabancı para esas alınmak sûretiyle

ayarlanmaktadır. Ancak bu tür bir uygulamanın başarılı olabilmesi için, devalüasyon sonrası iç fiyatların
artışının önlenmesi, yabancı ülkelerin ithâlât kısıtlamalarına başvurmaması gerekmektedir.

Türkiye’de 1946, 1958 ve 1970 yıllarında istikrar programları çerçevesinde büyük devalüasyon
yapılmıştır. 1977-1980 arası belirli aralıklarla yapılan devalüasyonlar o târihten bu yana günlük
ayarlamalara dönüşmüştür. Ne var ki, kambiyo denetimi hâlâ geçerli olduğundan günlük ayarlamalar,
para değerini piyasa şartlarına göre serbestçe belirlenmesi anlamına gelmemektedir. Türkiye’de para
birimi düşürülmesi işlemi, Türk Lirası’nın Amerikan Doları karşısındaki değerine göre yapılmakta ve
çapraz kurlar, dolara göre belirlenmektedir.

Devalüasyon niçin yapılır? Öncelikle ifâde etmek gerekir ki, ödemeler dengesi (Dış Ticâret
Bilânçosu) açıklarını kapatmak için mümkün kur politikalarından biri olan “devalüasyon” denen ve
yukarıda târif edilen bu iktisat politikası aracı; ekonomik olduğu kadar politik tartışmalara da âlet
olmuştur. Bu sebeple devalüasyon niçin yapılacağına temas etmek faydalı olacaktır. Devalüasyon genel
olarak dış ticâreti açık veren bir ülkede idari düzenlemelerle fazlaca değerlenmiş durumda tutulan (sun’î
olarak) kuru, denge kuru seviyesine çıkarıp, dış ödemelerin dengeye getirilmesi, dolayısıyla döviz
rezervlerini artırmak, dış borçları ödeyebilecek duruma gelmek, ekonomide döviz sağlama fonksiyonunu
gören sektörlerin rekabet gücünü takviye etmek gâyesiyle yapılır. Diğer taraftan dış ödemeleri ve kuru,
zaten değer kaybetmekte olan bir ülkede sâdece dış pazarlardaki rekâbet gücünü artırmak için paranın
başka paralar karşısındaki değeri düşürülebilir (devalüe edilir). Bu durumu sanâyileşmiş bâzı ülkelerde
sık sık görmek mümkündür.

Genellikle gelişmekte olan ülkelerde, ülkemizde de olduğu gibi devalüasyon bir “sebeb” değil bir
“netice”dir. Bir başka deyişle ekonomik politikada muayyen tercihler veya hatalar yapılır; kontrol
edilmeyen bâzı ekonomik değişkenlerin seyri değişir (petrol fiatları gibi) ve öyle bir noktaya gelinir ki,
ekonomide dış dengeyi kurmak için devalüasyon kaçınılmaz olur.

DEVÂNÎ

On beşinci yüzyılda İran’da yetişen İslâm âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Es’ad es-Sıddîkî,
lakabı Celâleddîn’dir. İran’ın Kâzerûn şehrinin Devân nâhiyesinden olduğu için Devânî diye meşhur
olmuştur. Hazret-i Ebû Bekir-i Sıddîk’in soyundan olduğu için Sıddîkî diye de bilinir. 1426 (H. 833)
senesinde Kâzerûn’a bağlı Devân nâhiyesinde doğdu. 1502 (H. 908) senesinde aynı yerde vefât etti.

İlk tahsilini Kâzerûn’da Câmi-i Mürşidde hadîs okutan babası Muhammed bin Sa’düddîn’den yaptı.
Sarf, nahiv, edebiyât, fıkıh ve tefsir ilimleri ile fen ilimlerini öğrendi. Sonra Şîrâz’a gidip Hüseyin Lârî ve
Hasan bin Bakkâl gibi devrin meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Zamânının din ve fen ilimlerini
tamamlayıp icâzet, yâni diploma aldıktan sonra, Karakoyunlu hükümdârı Cihân Şâh’ın Tebriz’de
yaptırdığı Muzafferiyye Medresesi’nde müderris (profesör) oldu ve ilim öğretti. Daha sonraki yıllarda
Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan’ın ülkesine giden Celâleddîn Devânî, Şîrâz’daki Medreset-ül-Eytâmda
müderrislik vazîfesinde bulundu. Burada fen ve din ilimlerini okutarak pekçok talebe yetiştirdi. Şöhreti
her yere yayıldı. Anadolu’dan Mâverâünnehr’den ve Horasan bölgesinden pekçok kimse derslerine akın
ettiler. Bir ara tekrar Tebriz’e giden Celâleddîn Devânî, büyük âlim ve velî İbrâhim Gülşenî hazretlerinin
sohbetlerine devâm ederek, tasavvufta yetişti. Uzun Hasan’ın oğullarından Yâkûb ve Murad beyler
zamânında, Fars bölgesi kâdılığı yaptı. Bir ara Hindistan’a gidip oranın sultânı adına ilmî eserler yazdığı
rivâyet edilmiştir. 1502 senesinde memleketi olan Devân’da vefât etti. Devân kasabası yakınında
defnedildi.

Celâleddîn Devânî hazretleri, her ilimde söz sâhibiydi. Özellikle kelâm ve mantık ilimlerine dâir
yazdığı eserleri meşhurdur.

Eserleri, asırlarca İslâm ülkelerindeki medreselerde ders kitâbı olarak okutuldu. Büyük İslâm âlimi
İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât kitâbında Celâleddîn Devânî’nin yüksek derecesini bildirmiştir.

Celâleddîn-i Devânî hazretleri buyurdu ki:
Fazla konuşmamalıdır. Zîrâ çok konuşmak, zihin hafifliği ve akıl zayıflığının alâmetidir. Kişinin
îtibârını düşürür, heybetini kırar. Konuşurken gülmemelidir. Mecliste birisi konuşurken sözünü kesip
ortaya girmemelidir. Bir kimsenin anlattığı bir şeyi bilse de bildiğini belli etmeyip, o kimse sözünü
tamamlamalıdır.
Yemekte ilk lokmayı alırken “Besmele” söylemeli, yemeği bitirince “Elhamdülillah” demelidir. Ev
sâhibi ise, en önce yemeğe başlamalı ve herkesten sonra yemekten el çekmelidir, yavaş yavaş
yemelidir.
Eserleri: Celâleddîn Devânî’nin İstanbul kütüphânelerinde tesbit edilebilen eserlerinin sayısı otuz
beşe ulaşmaktadır. Bunlardan yirmi sekizi Arapça, diğerleri de Farsçadır. Farsça şiirler yazdığı
kaynaklarda ifâde edilmektedir. Bir kısım eserleri: 1) Şerh-i Akâid-i Adudiyye, 2) Ahlâk-i Celâlî, 3)
Fâtiha ve Kâfirûn Sûrelerinin Tefsîri, 4) İsbât-ül-Vâcib, 5) Ef’âl-ül-İbâd 6) Hakikât-ün-Nefs,

7) Risâlet-üt-Tevhîd, 8) Ta’rifü İlmil-Kelâm, 9) Havra ve Zevra, 10) Arznâme, 11) Enmûzec-
ül-Ulûm, 12) Şerh-i Rubâiyyât, 13) Şerhüttehzib, 14) Hûşiyet-üt-Tasavvurât.

DEVE (Cemalus)

Alm. Kamel, Fr. Chamedu, İng. Camel. Familyası: Devegiller (Camelidae). Yaşadığı yerler:
Asya, Afrika ve Amerika’nın çöllük bölgeleri. Özellikleri: Açlığa, susuzluğa günlerce dayanır. Vücuduna
su depolar, hörgücünün yağını yedek besin deposu olarak kullanır. Ömrü: 40-50 yıl. Çeşitleri: Asya
devesi, Afrika devesi vs.

Çöl bölgelerine uyarak uzun süre susuz yaşayabilen, geviş getiren iri cüsseli, memeli bir hayvan.
Devegiller âilesinden olup, dişleri tamdır. Mîdeleri üç gözlü olup, kırkbayır bulunmaz. Öd (safra) kesesi
de yoktur. Alyuvarları oval (elips) şeklindedir. Uzun ve eğri boyunlu, uzun bacaklı hayvanlardır. Ayakları
iki parmaklı tabanı geniş ve yumuşaktır. Yastıklı ayak tabanlarının sâyesinde kuma batmadan yürürler.
Sallana sallana yol aldıklarından “çöl gemisi” denmiştir. Sırtı hörgüçlüdür. Hörgüçlerinde yağ depo
edebilirler. Hörgücündeki yağı yedek besin deposu olarak kullanırlar. Susuz zamanlarda hörgücündeki
yağı, su ve enerjiye çevirebilir. Bu sâyede bir hafta hiç su içmeden normal faaliyetine devâm eder.
Uzun yolculuklarda hörgüçleri eriyerek küçülür. Evcildirler. Çift hörgüçlülere “Asya devesi”, tek
hörgüçlülere “Afrika devesi”, “hecin devesi”, “hacı devesi” veya “çöl devesi” denir.

Deveye Arap lisanında “cemel”, “ibil” denir. Tüylü aygırına “bahur”, dişisine “nâka”, “mâye” ve
yavrusuna “buduk”, “kuşek”, “torok”, “çal” gibi isimler verilir. Yaşıt olanlara “yelek”, iki yaşındakilere
“taylak”, üç yaşındakilere “huveydî” denir.

Genellikle Asya devesi 600, Afrika devesi 500 kg ağırlıktadır. Lâstik gibi kuvvetli ağzının üst
dudakları yarık olup, en sert ve dikenli bitkileri ağızları kanamadan yerler. Yedikleri çöl bitkilerinin %
80’i sudan ibârettir. Çok acıktığında önüne gelen her şeyi yer, kemirir. Kulübe üstündeki sazlardan,
lâstikkap, sicim ve tellere varana kadar ne bulursa üç gözlü midesine indirir. Develer yük ve binek
hayvanları olduğu gibi sütünden, tüyünden ve derisinden de faydalanılır. Eti yenilir, kurban olarak
kesilebilir. Tezeği yakılır. Deve her türlü işlerde kullanılan ve her şeyinden faydalanılan kanâatkâr bir
hayvandır. Kum fırtınalarında uzun ve sık tüylü iki kat olan kirpikleriyle gözlerini koruması, uzun bir
yarık şeklindeki burun deliklerini kapayabilmesi, bu amaçla dilediğinde kulaklarını da sıkı sıkıya

örtebilmesi, açlık ve susuzluğa günlerce dayanabilmesi sebebiyle sıcak ve kurak memleketlerde atın
yerini almıştır.

Târih boyunca, bilhassa Sümerler, Hititler, Hurriler, İranlılar deveyi ordularında kullanmışlardır.
Araplar ve Romalılar da deveden faydalanmışlardır. Büyük Sahra ve diğer çöl bölgelerinde bugün bile
göçebe kavimlerin hayâtında yük ve binek hayvanı olarak önemli olduğu gibi, etinden ve sütünden de
büyük ölçüde faydalanılmaktadır. Devenin vücudunda su depolamaya yarayan cepler vardır. Besin
bulunan bir çölde 6-7 ay susuz yaşayabilir. Bir kış boyunca hiç su içmeden yol alabilir. Yaz sıcağında da
su içmeksizin 10 gün yürüyebilir. 10 dakikada ağırlığının üçte biri kadar su içebilir. Bir defâda 150-200
kg su içer. Sonra bir hafta suya yanaşmaz. Develer, gerektiğinde vücut sıcaklıklarını yükseltip
alçaltabilirler. Tüyleri de güneş ışınlarına karşı bir perde vazifesi görürler. Çevre ısısının vücuda tesirini
azaltırlar. Sürüler hâlinde yaşarlar. Çöldeki vahalardan su içmek için hep aynı kuyuya gelirler. Sürüsünü
kaybeden bir deve, su içtikleri kuyu başına gelerek günlerce aç kalma pahasına sürünün suya dönüşünü
bekler. Deve günde 18 saat devamlı yol kat eder. Saatte 5 km gitmekle günde 100 km yol alır. Hattâ
daha hızlı gidenleri vardır. Yol ve yön tâyininde ustadırlar. 40-60 kilometreden otlakları ve yağışı
sezebilirler.

Gebelik süreleri 12-13 aydır. Dişi, bir yavru doğurur. Yavru hemen ayağa kalkarak annesini tâkip
eder.

Yurdumuzda yetiştirilen deve; Asya ile Afrika develerinin çiftleşmesinden elde edilen melezlerdir.
Daha çok güney ve batı vilâyetlerimizde görülmekte, sayıları giderek azalmaktadır. Bâzı bölgelerde
deve yarışları ve güreşleri hâlen ilgi ile tâkip edilmektedir.

Deve, çöl insanı için büyük bir nîmet, paha biçilmez bir incidir. Arabistan bedevîleri deveye
“Atâullah” yâni “Allah’ın ihsânı” adını verirler. Devenin bu faydaları yanında kini de meşhurdur.
Kendisinine yapılan kötü muâmeleyi hiç unutmaz. Fırsatını bulduğu an yapandan korkunç intikâmını
alır.

DEVEDİKENİ (Alhagi Camelorum)

Alm. Distel (f), Fr. (Chardon (m), des champs, İng. Camel’s thorn. Familyası: Baklagiller
(Leguminosae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Anadolu.

Baklagiller familyasından, süratle çoğalan çok yıllık otsu bir bitki. Rusya, Batı Sibirya, Ön ve Orta
Asya’da yetiştirilmektedir. Alhagi mourorum çeşidi ise Kuzey Afrika, Türkiye, Arabistan, İran’da yetişen,
step ve çöllerin karakteristik bitkisidir. Yaprakları dikenli, çiçekleri pembe-kırmızı renkli, bir metre
boyundadır.

Kullanıldığı yerler: Develerin önemli besin kaynağıdır. Sıcak günlerde bu bitkilerden bala
benzeyen bir besin sıvısı (İran mandası) çıkar ki bu, besin olarak kullanıldığı gibi halk tıbbında da
kullanılır.

DEVEKUŞU (Struthio Cemalus)

Alm. Gewöhnlicher strauss, Fr. Autruche, İng. Ostrich. Familyası: Özdevekuşugiller
(Struthionidae). Yaşadığı yerler: Arabistan ve Afrika steplerinde sürüler hâlinde. Özellikleri: Yaşayan
en büyük kuştur. Tüyleri süs olarak kullanılır. Ömrü: 40-50 yıl. Çeşitleri: Afrika, Masai, Somali
devekuşları en iyi bilinenleridir. Amerika devekuşu ayrı bir cinstir.

Nesli tükenmemiş kuşların en büyüğü. Büyümüş bir erkek devekuşu 1.5-2 m yükseklikte, 2.5 m
uzunlukta, 150 kg ağırlıktadır. Devekuşlarında karina (göğüs kemiği çıkıntısı) bulunmaz. Afrika
devekuşları (Struthio camelus) iki parmaklıdır. Vücutları ağır olduğundan uçamazlar. Normal bir attan
hızlı koşarlar. Baş ve boynu çıplak, ayakları uzun, kuvvetli ve etlidir. Görme duyusunun yanında koku
alma hissi de kuvvetlidir. Tek ayağı kırılan devekuşu, öbür ayağı ile seke seke yol alamaz. Olduğu yerde
kalır. Yardım gelmezse açlıktan ölür. Saatte 60-70 km hızla koşarlar. İlk hızları 100 kilometreyi bulur.

Afrika’da avcılar, devekuşunu avcı jipleriyle kovalarlar. Dişilerde tüyler gri renkte olmasına
karşılık, daha iri olan erkeklerde kanatlar ve kuyruk beyaz, diğer kısımlar siyahtır. Devekuşlarının
tüyleri yumuşak ve makbuldür. Etleri ve tüyleri için avlanmaları sonucu nesilleri tükenmeye başlayınca,
1860 senesinde, evcilleştirilerek Güney Afrika’da çiftliklerde yetiştirilmeye başlandı. 1882’de Amerika’ya
ithal edildi.

Devekuşu söylendiği gibi düşmanından saklanmak için başını kuma gömmez. Aksine, ayakları ile
düşmana şiddetli tekmeler atar. Çok korktuğunda, sevkitabiîsi gereği başını karnının altına çekmesi ve
uyurken kumun üzerine koymasından bu söz söylenmiş olsa gerektir.

Kursak ve katıları ayrı değildir. Midenin yukarı kısmı kursak, aşağısı katı vazifesi görür. Fare,
böcek, ot ve küçük hayvanlarla beslenir. Çakıl, kemik, yumurta ve istiridye kabukları gibi sert
maddeleri de yutar.

Üç-dört yıllıklar eşleşir ve yumurtlamaya başlarlar. 1.5 kg ağırlıktaki yumurtası 24 tavuk
yumurtası kadardır. Dişiler eştikleri çukurlara 15 kadar sarımtrak kabuklu yumurta yumurtlarlar. Erkeği
geceleri kuluçkaya yatmak sûretiyle eşine yardım eder. Yavrular 6 haftalık (42-48 gün) bir kuluçka
süresinde çıkarlar. Tavuk iriliğinde olup, tüyleri kirpi gibi dikenlidir. Hemen yürüyerek besin aramaya
başlarlar. Devekuşları uzun boyunları ve keskin gözleri sâyesinde çok uzaktan tehlikeyi görebilirler. 5-
15 bireylik gruplar hâlinde dolaşırlar. Bâzan antilop ve zebra sürülerine de katılırlar. Erkek devekuşları
çok kavgacı ve kıskanç olduklarından çoğunlukla birbirlerini öldürürler. Erkeklerin tüyleri daha yumuşak
ve makbuldur. 40-50 yıl yaşarlar. İyi bakıldığı takdirde 80-100 yıl yaşayanları da vardır. Erkek
devekuşu aslan kükremesine benzer sesler çıkarır.

Amerika devekuşu (Rhea Americana) ayrı bir cins olup ayakları üç parmaklıdır. Sürüler hâlinde
yaşar. Bâzan antilop ve zebra sürülerine de katılırlar. Eti ve yumurtası yenir, tüyleri Afrika
devekuşlarından daha kalitesizdir. Buna rağmen tüy ve etleri için “bola” denen kementlerle avlanırlar.
Küt ayaklarıyla kendilerini savunurlar.

Tepeli devekuşu (Casuarius emeu), Avustralya, Yeni Gine ve çevrelerindeki adaların sık
ormanlarında yaşar. Başında miğfere benzer boynuzsu bir ibik vardır. Ayakları üç parmaklıdır. 40-50 yıl
kadar yaşar. Kasuar da denir. Başı ve boynu çıplaktır. Başındaki miğfer, otların arasında yol açmasına
yardım eder. Devekuşundan biraz daha küçüktür. 1-2 metrelik maniaları rahatça sıçrayarak aşar. Sulu
meyve ve kertenkele yer. İyi yüzer ve balık avlar. Eştikleri çukurlara 3-5 yeşilimsi yumurta yumurtlar.
Erkek 6-7 hafta kuluçkaya yatar. Çıkan yavrulara da erkek bakar. Ayakları üç parmaklı olup, en içteki
kenar parmakta tırnak, kama gibi uzamıştır. Düşmanlarına karşı korkunç tekmelerle kendini savunur.

DEVETABANI

(Bkz. Öksürükotu)

DEVLET

Alm. Staat (m); Macht (f), Fr. Etat (m), puissance (f), İng. State, pover. Bir ülkede, bir
hükümete ve ortak kânunlara bağlı olarak yaşayan bir milletin veya milletler topluluğunun meydana

getirdiği siyâsî varlık. Genel ve klasik bir ifâdeyle, belli bir toprak üzerinde müstakil bir teşkilât kurmuş
insan topluluğuna devlet denir.

Bu târiften de anlaşılacağı gibi devlet, ferdî, tabiî ve siyâsî unsurdan meydana gelir. Bu unsurlar
sırayla “nüfus, ülke ve hâkimiyet”tir. Nüfus, devletin, birinci gerçek unsurudur. Halkı olmayan bir devlet
düşünülemez. Bir devletin var olması için nüfusun az veya çok olmasının önemi yoktur. Nüfusu yüz
milyonları geçen devletler olduğu gibi birkaç yüz binlik devletler de vardır. Ancak nüfusun çeşitli
sebeplerle ve zamanla yok olması hâlinde devlet de ya yıkılır veya o bölgedeki insanların yerine
başkaları geçerek devâm eder. Fakat bu durumda ortaya çıkan devlet eski devlet değil, yeni bir
devlettir. Çünkü devletin birinci gerçek unsuru olan nüfus değişmiştir.

Devletin ikinci gerçek unsuru ülkedir. Bir devletin var olması için yalnız nüfus yeterli olmayıp, bu
nüfûsun yeryüzünün belli bir bölgesinde, yerleşmiş olması da lâzımdır. Ülke toprağının küçük veya
büyük olması, toplu, yâhud ayrı parçalardan meydana gelmesi de önemli değildir. Önemli olan ülkenin
belli ve sâbit olmasıdır. Çünkü belli ve sâbit bir ülke olmadıkça devlet hâkimiyetini tam olarak
kullanamaz. Zîrâ bunun yeri ve sınırı belli değildir.

Devletin üçüncü gerçek unsuru hâkimiyettir. İnsan toplulukları düzenli ve istikrârlı bir teşkîlât
kurmadıkça ve teşkilât o nüfusu belli sınırlar içinde bağımsız olarak idâre etmeye başlamayınca devletin
varlığından söz edilemez. Bu bakımdan bir devletin var olması için nüfus ve ülkenin var olması yanında
hâkimiyet de şarttır. Hâkimiyet bir toplumun kendisini bizzât idâre etmesi, emredici kurallar, yâni
kânunlar koyması ve bunların gerek kendi içinde ve gerekse dışarıya karşı tatbikini sağlamasıdır. Fakat
günümüzde kurulmuş ve yaygın bir şekilde bulunan muhtelif milletler arası teşekküller devletlerin
hâkimiyet haklarını sınırlamışlardır. Devletlerin bu tip kuruluşlara katılıp katılmamaları kendi isteklerine
bağlı olduğu için, hâkimiyet hakkının kısıtlanmasına kendisi rızâ gösteriyor demektir.

Bu üç unsurun tabiî bir sonucu olarak “devletin şahsiyeti” ortaya çıkmaktadır. Bu özelliğiyle devlet
tıpkı bir şahıs gibi borç ilişkilerinde bulunur. Şahsiyet unsuru devamlı olduğu için yapılan kânunlar,
taahhüd edilen borçlar ve akdedilen antlaşmalar, bunları imzâ edenlerin ölümünden sonra da
değişmedikçe devâm ederler.

İlkçağlardan beri kullanılmış olan “polis, civitas, imperium, statum” gibi kelimeler hep devlet
kavramını ifâde etmiştir. Eski Türklerde “il” deyimi, bugünkü modern “devlet” anlayışını karşılayan bir
sözdü. Göktürk ve Uygur çağlarında “il” kelimesi devlet mânâsına kullanılıyordu. Çincedeki “kuo” sözü

devlet demek olup, bunun Türkçe karşılığının “il” olduğu eski Türk ve Çin kaynaklarından da
anlaşılmaktadır. Gene eski Türklerde “halk ve toprak” devleti meydana getiren iki önemli unsurdur.
Üçüncü unsur ise “kağanlık” idi. Devlet idâresi yerine “il tutmak” tabiri kullanılırdı. Eski Türkler, devletin
kendilerine tanrı tarafından verildiğine inanırlar, zaman zaman tanrıya “il veren tanrı” şeklinde hitâp
ederlerdi.

Devlet anlayışı, devletin kaynağı ve vasıfları konusundaki görüşler çağlar boyunca değişmiştir.
Ayrı ideolojilere göre farklı devlet anlayışları belirmiştir. Aristoteles’ten günümüze kadar hemen bütün
filozoflar devlet kavramı ile ilgilenmişlerdir. Hıristiyanlıkta kendi prensipleri açısından devlet konusuyla
meşgul olmuştur. İslâmiyetin devlet hakkında vaz ettiği (koyduğu) esaslar, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i
şerîfler ve asr-ı saâdetten beri kurulmuş olan İslâm devletlerinin icrâatlarından anlaşılabilir.

Devletin siyâsî olarak açıklanmasını ilk defa filozof Hegel ve Pufendorf ele almıştır. Özellikle 16 ve
17. yüzyıllarda Avrupa’da hâkim olan bozulmuş kilise ve papazlara dayalı dînî kudrete karşı siyâsî
otoriteyi güçlendirme çabaları devletin bugünkü mânâsıyla ortaya çıkmasını sağlamıştır. Böylece dînî
kurallara uygun (teokratik) devlet anlayışı, yerini siyâsî devlet anlayışına bıraktı. Bu arada marksist
anlayış siyâsî örgütlenmeyi ifâde eden devlet anlayışına karşı çıkarak devleti egemen sınıfın
imtiyazlarını koruyan bir hukukî biçim olarak nitelendirdi ve sınıfsız bir toplumda devlete gerek
olmayacağı görüşünü öne sürdü. Ancak, marksizmin uygulandığı ülkelerde bu düşüncenin tam tersi
olarak işçi sınıfı adına küçük bir grubun bütün devlete hâkim olduğu ve kendi hak ve imtiyazlarını
korumak, artırmak, devâm ettirmek için her türlü baskı ve şiddete baş vurduğu görüldü.

Organik yapı bakımından devletler, “basit devletler” ve “bileşik devletler” olmak üzere ikiye ayrılır.
Birinciler iyiden iyiye merkezleşmiş olan ve bölünmez bir bütün meydana getiren devletlerdir. Türkiye
Cumhuriyeti böyle bir devlettir. İkinciler ortak bir hükümetin yönetiminde birleşmiş bulunur ve türlü
türlü olur. Bâzı çeşitleri târihe mâl olmuş bulunan bu tür devletlerin bugün önde gelen misâlleri ABD ve
İsviçre’dir. Bunlar, herbiri bağımsız farz edilen devletlerin geniş ölçüde adem-i merkeziyet ilkesine göre
yönetilmek ve özellikle savunma ve dış temsil ortaklığı kurmak yoluyla meydana getirdikleri birliklerdir.

Devletler çeşitli şekillerde doğar; fetihler, paylaşmalar, monarşi ile idâre edilen devletlerin
evlenme veya mîrâs yoluyla birleşmeleri, bir yabancı devletin boyunduruğundan kurtulma, bir
sömürgenin bağımsızlığa kavuşması gibi. Yeni bir devletin hukûkî bakımdan var olabilmesi için
tanınması, yâni öteki devletlerin meydana getirdiği milletlerarası topluluğu kabul etmesi gerekir.

Bugün dünyada genel olarak devletlerin hâkimiyet ve bağımsızlık, eşitlik ve kendilerini temsil
ettirme haklarına sâhib oldukları kabul edilmektedir. Fakat devletlerin bâzı vazîfeleri de vardır ve
bunların uygulanmaması kendine karşı beynelmilel müeyyidelerin tatbîkine yol açabilir.

Devletin varlığının sona ermesi çeşitli sebeplerden ileri gelir. Toplum bağlarının çözülmesi,
devletin çeşitli öğelerinin kendi istekleriyle veya zorla ayrılması, bir devleti başka bir devletin kendi
bünyesine katması vs. gibi. Devletlerin ortadan kalkmasıyla hâkimiyetin devri, borçlar, antlaşmalar,
kânunların yürürlüğü ve uyrukluk gibi birçok problemler ortaya çıkar.

Devletler arasındaki eşitlik ilkesi 1815’ten beri büyük devletlerin kendilerine hak tanıdıkları
imtiyazlar yüzünden devamlı olarak bozulmuş ve bozulmaktadır. Milletler Cemiyeti Konseyinde bu
devletler her zaman üye sandalyesinde oturmuşlardı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde de aynı
imtiyâz bugün ABD’ye, Fransa’ya, İngiltere’ye, Çin’e, Rusya’ya tanınmaktadır.

Devlet idâresi şekilleri:
Monarşi: Siyâsî otoritenin bir tek kişi ve onun temsilcileri tarafından kullanıldığı rejim.
Aristokrasi: İktidârın asiller veya zenginler gibi belli bir sınıfın eline geçmesi.
Oligarşi: İktidârın az sayıdaki bir azınlık tarafın keyfî idâre şekli.
Demokrasi: Hâkimiyetin halktan kaynaklandığı idâre biçimi.
Teokrasi: Semâvî dinlerden birinin hükümlerine dayalı olarak idâre edilen devlet şekli.

DEVLET BORÇLARI

Alm. Staatsschulden (pl), Fr. Dettes (pl) publiques, İng. Public debt, national debt. Devletin
harcamalarını karşılamak için verginin yanısıra ve onunla birlikte kullandığı temel kaynak.

Devletin borçlanmaya mürâcaatı, genellikle mâlî sebeplerle olur. Vergi gelirleri, kamu
hizmetlerinin mâliyetini karşılama konusunda yeterli olmadığı zaman devlet borç alır. Borçlanma
genellikle, olağanüstü ve istisnâî bir finansman metodu olarak kabul edilir. Ne var ki günümüzde
özellikle dış borçlanmaya başvurmak, bâzı ülkeler açısından normal bir yol hâlini almıştır. Öte yandan
devletler, iç borçlanmaya mâlî sebebin dışında, ekonominin dengesinin korunması amacıyla da
mürâcaat etmektedirler.

Devlet borçlanmasının vergiden farkı, verginin kesin, borçlanmanın geçici bir finansman aracı
olmasıdır. Borç alınan tutarlar, vâdeleri geldiğinde alacaklılara ödenecektir. Üstelik borç bir menfaat

karşılığı verildiğinden, alacaklılar başlıca fâiz geliri de elde edeceklerdir. Devlet borçları, yabancı
kaynaklardan (ülke ve piyasa) sağlanmışsa dış, iç piyasadan temin edilmişse, iç borç olarak
adlandırılmaktadır. İç borçların bütçe dengesi ile alâkalı bir husus olmasına mukâbil, dış borçlar bir
ödemeler dengesi meselesidir. Devlet borçları vâdelerine göre kısa, orta ve uzun vâdeli şeklinde üçe
ayrılabilir. Öte yandan borçlanmanın yapılmış şekline göre cebrî ve ihtiyârî olmak üzere iki kategoriye
ayrılabilir.

Türkiye’de devletin iç borçlanması başlıca hazine bonoları, hazine tahvilleri, Merkez Bankasından
kısa vâdeli avans biçiminde, dış borçlanmada milletlerarası kurum ve kuruluşlardan, yabancı
hükümetlerden, ticârî bankalardan yapılmaktadır.

DEVLET GİRAY HAN - 1

Kırım hanlarının altıncısı. 1530’da doğan Devlet Giray, Mübârek Giray’ın oğlu olup, İstanbul’da
sarayda yetişmiştir. Babası Mübârek Giray, Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır Seferi sırasında şehid
olmuştur.

Sâhib Giray’ın Osmanlı Devletine karşı bağlılığını azaltmak istemesi üzerine Kânûnî Sultan
Süleymân’ın desteğiyle 2 Ekim 1551’de Bahçesaray’da tahta çıktı. Sâhib Giray ve oğulları ile ona bağlı
mirzaları öldürttü. Böylece hanlıkta hâkimiyetini pekiştirdi. Rusların 1552’de Kazan’ı ve 1557’de
Astırahan’ı ele geçirmeleri üzerine Devlet Giray, Rusya içlerine bir sefer düzenledi. Ancak Kazaklar ve
Çerkezlerin Kırım kalelerine saldırmaları üzerine geri döndü. İkinci Selim Han, Osmanlı tahtına çıktıktan
sonra Astırahan’ı ele geçirmek ve Osmanlı tüccar ve hacılarını emniyet altına almak için Don ve Volga
ırmaklarını bir kanalla birleştirmek için harekete geçti. Ancak Devlet Giray bu teşebbüsün kendisinin
hâkimiyetine darbe indirebileceği gibi basit bir sebeb yüzünden çeşitli oyunlarla Osmanlıların kanal
işinden vazgeçmesini sağladı.

Devlet Giray Han, 1571’de Rusya üzerine yaptığı seferde Moskova’ya girerek şehri yakıp yıktı. Bu
zaferden sonra “Tahtalan” lakabıyla anıldı. Sultan İkinci Selim Han da kendisini tebrik etti. 1577’de
vebâ hastalığına tutulan Devlet Giray Han, bu hastalıktan kurtulamayarak vefât etti. Kırım’da
Bahçesaray şehrinde, Han Câmi-i şerîfi civârına defnedildi. Gözlöva’da büyük bir câmi-i şerîf ile birçok
çeşmeler yaptırdı. Daha başka hayratları da vardır. Edebiyâtta da söz sâhibiydi.

DEVLET GİRAY HAN - 2

Kırım hanlarının yirmi dördüncüsü. Babası Hacı Selim Giray Han olup 1654’te doğdu. Veliahtlığı
zamânında 1694’te Engürüs, 1695’te Sadrâzam Ali Paşanın Varadin Seferine katıldı. 1696’da Rus Çarı
Petro, Azak Kalesini kuşatınca, kardeşleriyle berâber kalenin muhâfazasına yardım etti. Petro kaçmak
zorunda kaldı.

Selim Giray Han, 1699’da yaşlılığını ve hacca gideceğini belirterek büyük oğlu Kalgay Devlet
Giray’ı yerine aday gösterdi. Bu isteği kabul eden İkinci Mustafa Han, ayrıca Devlet Giray’ı Edirne’de
kabul ederek iltifâtlarda bulundu. Ancak birâderi Saâdet Giray kendisinden yüz çevirince, isyân ve
huzursuzluklar başgösterdi. Bu sebeple, 1703’te Hanlıktan alındı ve yerine babası Selim Giray,
dördüncü defâ getirildi. 1708’de Kaplan Giray, Kabartay Seferinde ağır bir bozguna uğradığı için
azledilerek yerine ikinci defâ Devlet Giray getirildi. Rusya üzerine birkaç defâ sefer yaptı. O sıralarda
meydana gelen Rus harbi esnâsında meşhur Prut Savaşında Tatar Sâlih ve Çerkez Mehmed Paşaların
yardımlarıyla Rusları Temmuz 1711’de Huş Geçidinde çevirip Osmanlı ordusuna yardımcı oldu. O sırada
Osmanlı ülkesine sığınmış bulunan İsveç Kralı Onikinci Şarl’la (Demirbaş Şarl) esir muâmelesi yaptığı
için Osmanlı devlet politikasını zedeledi. Bu sebeple hanlıktan alınması uygun görülerek Edirne’ye
çağrıldı. Edirne yakınlarında Derbent köyüne gelen Devlet Giray’a durum bildirildikten sonra Gelibolu’ya
gönderildi. 11 Nisan 1713’te Gelibolu’da yeni Kırım Hanı Kaplan Giray’la karşılaşan Devlet Giray,
Rodos’a gitti. Böylece siyâsî hayattan çekildi.

Sürgünlüğü affedilerek Vize’de kendisine verilen çiftliğe yerleşen Devlet Giray, 1725’te orada
vefât etti ve Ayazpaşa Câmii civârına defnedildi.

DEVLET GİRAY HAN - 4

Kırım hanlarından. Kırım hanlarının otuz sekizincisi olup, Arslan Giray Hanın ikinci oğludur.
1729’da doğdu.

Arslan Giray Hanın hanlığı zamanında veliaht oldu. Veliahtlığında mühim askerî hizmetlerde
bulundu. 1769’da amcası Giray Hanın vefâtı üzerine Kırım Hanlığına tâyin edildi. O sıralarda meydana
gelen 1768-1774 Osmanlı-Rus Harbinin Osmanlıların aleyhine gelişmesi neticesinde Hotin Kalesinin
düşmesi ve Rusların Turla Irmağını geçmesi gibi üzücü hâdiselerin zuhuru esnâsında Osmanlı
Devletinden birçok yardım görmesine rağmen burayı alamadığı için Hanlık’tan alınarak Kıbrıs’a sürüldü.
Bir müddet sonra affedilerek Malkara’daki çiftliklerinden birinde oturmasına müsâade edildi.

1771’de Rusların Kırım’a saldırmaları üzerine Osmanlı orduları komutanı Canikli Ali Paşa ile,
beraberinde ona yakın Hanzâde ve Devlet Giray olduğu halde Kırım’ı kurtarmakla görevlendirildi. Tatar,
Çerkez ve Nogay askerlerinin de yardımıyla başarı sağlandı. Ruslarla Küçük Kaynarca Antlaşması
yapıldıktan sonra Kırım bağımsızlığına kavuştu. 1775’te Devlet Giray ikinci defa Kırım Hanlığına tâyin
olundu. Hanlığın tek başına tutunamayacağını anlayınca, Kırım Hanlığının Osmanlı İmparatorluğuna
bağlı bir ülke olduğunu îlân etti. Ancak Kırım Mirzaları Ruslarla birleşince Devlet Giray zor durumda
kaldı. Nihayet 1776’da bu görevinden alınarak İstanbul’a çağrıldı ve Vize’de oturmasına izin verildi.

Osmanlı Devletine bağlı ve sâdık bir kimse olan Devlet Giray, 1780’de orada vefât etti.

DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ (DGM)

Devletin güvenliğine karşı işlenen suçlarla ilgili dâvâlara bakmakla yükümlü mahkeme. 1961
Anayasası’nda 1973’te yapılan değişiklikten sonra, ilk defâ 1773 sayılı kânunla kurulan Devlet
Güvenlik Mahkemeleri, Anayasa Mahkemesinin, kânunu şekil yönünden iptal etmesi üzerine 11 Ekim
1976’da kaldırıldı. 1982 Anayasası’nda yeniden düzenlenen bu mahkemeler, 16 Haziran 1983 târih ve
2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluş ve yargılama usûlleri hakkındaki kânun ile yeniden
kuruldu ve çalışmalarına 1 Nisan 1984’te resmen başladı.

Ankara, Diyarbakır, Erzincan, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya ve Malatya il merkezlerinde kurulan
Devlet Güvenlik Mahkemeleri, suç işleyen kişilerin sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun, yargılama
yetkisine sâhiptir. Devlet Güvenlik Mahkemeleri; devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve
hür demokratik düzene karşı işlenen suçlarla, nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhûriyet aleyhine
işlenen ve devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara ilişkin dâvâlara bakar.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri, bir başkan ve iki üyeden meydana gelir. Her Devlet Güvenlik
Mahkemesinde ayrıca iki yedek üye, bir savcı ve yeteri kadar savcı yardımcıları bulunur. Bu
mahkemelerin kararlarına karşı temyiz yeri Yargıtay’dır. DGM’nin yargı çevresine giren bölgelerde
sıkıyönetim ilân edilmesi hâlinde, bu bölgelerle sınırlı olmak üzere kânunla belirlenen esaslara göre
DGM Sıkıyönetim Askerî Mahkemesine dönüştürülebilir.

DEVLET İSTATİSTİK ENSTİTÜSÜ (DİE)

Başbakanlığa bağlı, ülkenin ekonomik, kültürel ve sosyal faaliyetleriyle ilgili istatistikleri
düzenlemek, değerlendirmek ve yayınlamak amacıyla kurulan kamu kuruluşu.

Cumhûriyet döneminde ilk istatistik teşkilâtı, 1926’da kurulan Başvekâlete bağlı İstatistik Umum
Müdürlüğüdür. Bu kuruluş 1930 sonrasında hızlı bir gelişme gösterdi. 1962’de çıkartılan bir kânunla,
Devlet İstatistik Enstitüsü olarak değiştirildi. 8 Haziran 1984 târih ve 219 sayılı kânun hükmünde
kararnâmeyle yeniden düzenlendi.

Başbakanlık, DİE üzerindeki emir ve yetkilerini bir devlet bakanı vâsıtasıyla kullanır. Enstitü,
gerek duyduğu bilgileri kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve özel kişilerden istemeye, verilen
bilgilerin doğruluğunu araştırmaya yetkilidir. Ayrıca sonu (0) veya (5) ile biten yıllarda genel nüfus
sayımı, sonu (1) ve (6) ile biten yıllarda genel sanâyi ve işyerleri sayımı, sonu (3) ile biten yıllarda
genel tarım sayımı yapmak, Enstitü’nün görevleri arasındadır. Yüksek İstatistik Şûrâsına; Devlet
Plânlama Teşkilâtı, kamu kurum ve kuruluşları ile İktîsâdî Devlet Teşebbüsleri, Türkiye Ticaret Odaları
ve Ticâret Borsaları üst kademe yetkilileri ve Sendikalar, enstitü başkanının çağrısı üzerine üye olarak
katılırlar. Şûra, en az iki yılda bir toplanır. Devlet İstatistik Enstitüsünün ana hizmet birimleri Ekonomik
İstatistikler Dâiresi, Sosyal İstatistikler Dâiresi, Tetkik ve Araştırma Dâiresi ile Teknik İşler Dâiresinden
meydana gelir.

DEVLET PLÂNLAMA TEŞKİLÂTI (DPT)

Ülke kaynaklarının verimli bir şekilde kullanılmasını ve kalkınmanın hızlandırılmasını sağlamak,
ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı plânlı bir şekilde yürütmek, uzun süreli kalkınma plânları ile
yıllık proğramlar hazırlamak ve bunların uygulanmasını tâkib etmek gâyesiyle kurulmuş, Başbakanlığa
bağlı kuruluş.

Devlet Plânlama Teşkilâtı, ilk defâ 30 Eylül 1960’da 91 sayılı kânunla kuruldu. Ekonomik, sosyal
ve kültürel kalkınmanın bir plâna bağlanacağı, 1961 Anayasası’nın 129. maddesinde yer aldı. 8 Haziran
1984 târih ve 223 sayılı kânun hükmünde bir kararnâme ile yeniden düzenlenen DPT; Plânlama
Teşkilâtı Müsteşarlığı ile Yüksek Plânlama Kurulundan meydana gelir. Başbakanın başkanlığında ilgili
devlet bakanı, Mâliye ve Gümrük, Tarım, Orman ve Köy İşleri, Sanâyi ve Ticâret, Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanları ile DPT Müsteşarından kurulu olan Yüksek Plânlama Kurulu; ekonomik, kültürel ve
sosyal kalkınmayı ve politika hedeflerini plânlamada Bakanlar Kuruluna yardımcı olur. DPT müsteşarlığı,
Bakanlar Kurulunun tasdik ettiği esaslar ve hedefler doğrultusunda uzun vâdeli kalkınma plânı ve yıllık
programları hazırlar. Uzun vâdeli kalkınma plânı Başbakanlığa sunulduktan sonra, Yüksek Plânlama

Kurulunca incelenir ve Bakanlar Kuruluna iletilir. Burada kabul gördükten sonra da TBMM’nin onayına
sunulur. DPT müsteşarlığının hazırladığı yıllık programlar ise, Yüksek Plânlama Kurulunca incelenir ve
Bakanlar Kurulunca kabul edildikten sonra kesinlik kazanır.

DPT müsteşarlığındaki ana hizmet birimleri şunlardır: İktisâdî Plânlama Başkanlığı, Sosyal
Plânlama Başkanlığı, Kalkınmada Öncelikli Yöreler Başkanlığı, Koordinasyon Başkanlığı, Avrupa
Topluluğu Başkanlığı, İslâm Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Başkanlığı, Teşvik ve Uygulama Başkanlığı,
Yabancı Sermâye Başkanlığı ve Serbest Bölgeler Başkanlığı.

Devlet Plânlama Teşkilâtının yurt dışında temsilcilikleri, danışma birimleri ve yardımcı birimleri de
vardır. Devlet Planlama Teşkilâtının 223 sayılı Kânun Hükmünde Kararnâmeye göre vazifeleri şunlardır:

1. Memleketin tabiî, beşerî ve iktisâdî her türlü kaynak ve imkânlarını tesbit ederek, tâkib edilecek
iktisâdî, sosyal ve kültürel politikayı ve hedefleri tâyinde hükümete müşâvirlik yapmak.

2. Bakanlıkların ve kamu kurum ve kuruluşlarının iktisâdî, sosyal ve kültürel politikayı ilgilendiren
faaliyetlerinin koordinasyonunu temin etmek için görüş ve tekliflerde bulunmak ve bu hususlarda
müşâvirlik yapmak.

3. Hükümetçe kabul edilen hedefleri gerçekleştirecek uzun vâdeli kalkınma planları ile yıllık
programları hazırlamak.

4. Kalkınma planlarının ve yıllık programların başarı ile uygulanabilmesi için ilgili kurum ve
kuruluşların ve mahallî idârelerin kuruluş ve işleyişlerinin ıslahı husûsunda görüş ve tekliflerde
bulunmak.

5. Kalkınma planlarının ve yıllık programların uygulanmasını tâkip ve koordine etmek,
değerlendirmek ve gerekli hallerde planda ve yıllık programlarda usûlüne uygun olarak değişiklikler
yapmak.

6. Özel sektör ve yabancı sermâye faaliyetlerinin plan hedef ve gâyelerine uygun bir şekilde
yürütülmesini teşvik ve tanzim edecek tedbirleri tesbit ve teklif etmek, uygulamayı tâkib etmek.

7. Kalkınmada öncelikli yörelerin daha hızlı şekilde gelişmesini sağlayacak tedbirleri tesbit ve teklif
etmek, uygulamayı tâkip ve koordine etmek.

8. Kalkınma planı ve yıllık programlardaki ilke ve hedeflere uygun olarak, milletlerarası ekonomik
kuruluşlarla münâsebetlerin geliştirilmesinde gerekli görüş ve tekliflerde bulunmak.

DEVLETLER HUKÛKU

Alm. Internationales Recht, Fr. Droit İnternational, İng. İnternational Law. Bağımsız devletlerle
milletlerarası kuruluşların uymak zorunda olduğu hukuk kurallarının bütünü. Bu hukuka, Devletlerarası
Hukuk, Milletlerarası Hukuk ve Devletler Umûmî Hukûku da denir.

Devletlerin yabancı şahıslara olan ilişkilerini düzenleyen Devletler Husûsî Hukûku, Devletler
Hukûkunun bir kolu değildir. Ayrı bir hukuk dalıdır. Devlet hukûku, devletler topluluğunun bağımsız
bütün üyelerini eşit olarak bağlar. Devletler Hukûku bakımından bütün devletler, toprak genişlikleri ve
kuvvetleri ne olursa olsun eşittir. Devletler hukûku, milletlerarası kişiler saydığı devletlerle ve onların
devletler topluluğu içindeki davranışlarıyla uğraşır. Kuralları gereğinde zorla devletlere uygulatacak bir
kuvvet, bir otorite yoktur. Uygulayacak devletlerin iyi niyetlerine bağlıdır. Milletlerarası bir kuruluş olan
Birleşmiş Milletlerin kararları dahi devletlerin Devletler Hukûku kurallarına uymasını sağlamakta yeterli
olmamaktadır.

Devletler hukûkunun târihçesi: Avrupa ülkelerinde, Devletler Hukûku, günümüzdeki hüviyetini
ancak 19. yüzyıl ortalarından îtibâren almaya başlamıştır. Halbuki günümüzde yeni yeni söz konusu
olan Devletler Hukûku problemlerine zamanımızdan bin sene önce İslâm âlimleri kâideler koyarak
çözümler getirmişlerdir. Devletler Hukûkuna âit meseleler, çeşitli fıkıh ve siyer kitaplarında en
teferruâtlı şekilde ortaya konmuştur. Çeşitli kaynaklardaki bu bilgileri, Büyük İslâm âlimi Serahsî
(mîlâdî 1009-1090) Siyer-i Kebîr Şerhi adlı eserinde toplamıştır. Bu eser Devletler Hukûku sâhasında
ilk yazılı eser olarak kabul edilmektedir. Câfer-i Tayyâr’ın Habeşistan’da Necâşî’nin huzûrunda söylediği
sözler de Devletler Husûsî Hukûkunun temelini teşkil etmiştir.

Kaynaklar: Devletler hukûkunun dört çeşit kaynağı vardır. Bunlar: 1) Devletlerarası antlaşmalar,
2) Teâmüller (Milletlerarası davranış şekilleri), 3) Genel hukuk ilkeleri, 4) Milletlerarası mahkemelerin
ictihatları. Bir işlemin teâmül sayılabilmesi için bütün devletlerin kendilerini ona uymak mecbûriyetinde
saymaları ve yine bütün devletlerce uzun zamandan beri uygulana gelmesi gerekir. Bunlar; hukuk
ilkeleri, devletin devamlılığı, ahde vefâ gibi ilkelerdir.

Devletler Hukûkunun düzenlediği konular şunlardır:
Devletin ülkesi ve yetkileri, milletlerarası ulaştırma, kara ulaştırması, akarsular ulaştırması, deniz
ulaştırması (açık deniz, iç sular, kara sular, kıta sahanlığı, boğazlar vb.) hava ulaştırması, milletlerarası
uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözülmesi (diplomasi, siyâsî hakem ve yargı yoluyla çözer), savaş ve
tarafsızlık gibi devletlerarası problemlerdir.

DEVLETLEŞTİRME

Alm. Verstaatlichung (f), Fr. Nationalisation (f), İng. Nationalisation. Ticârî, sınâî, ulaştırma vs.
gibi iktisâdî kuruluşun devlet mülkiyetine geçirilmesi. Devletleştirme olabilmesi için, bu kuruluşun daha
evvel özel teşebbüs elinde olması gerekir. Devletleştirme ile millîleştirme iki ayrı ekonomik ve hukûkî
terimdir. Millîleştirmede teşebbüsün sâhibi yabancı bir kişi veya onların şirketleridir. Devletin kendisi
veya vatandaşların bunu kendi mülkiyetlerine almaları millîleştirmedir.

Kamulaştırma ise özel mülkiyette bulunan gayri menkullerin devlet tarafından alınmasını ifâde
eder.

Devletleştirme başlıca, rejim değişikliği sosyalizm, devletçilik gibi sebeplerle yapılır. Öte yandan
özel kesimin kârlı bir şekilde çalıştıramadığı, gerekli yatırımları gerçekleştiremediği temel endüstrilerle,
birinci derecede kamu yararını ilgilendiren ulaştırma, haberleşme ve enerji tesisleri de, tabiî tekel
meydana getirebilecekleri için devlet mülkiyetine geçirilir. Kamulaştırmada dâimâ bir gayri menkulün
mülkiyetinin bir kamu tüzel kişisine geçmesi sözkonusu olduğu hâlde, devletleştirmede bir hizmetin özel
teşebbüsün elinden alınarak bir kamu tüzel kişisi tarafından yerine getirilmesi söz konusudur.

1982 Anayasasının devletleştirme ile ilgili maddesi aynen şöyledir:
“Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hâllerde
devletleştirilebilir. Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma tarzı
ve usûlleri kânunla düzenlenir” (mad. 47).

DEVLETŞAH (Alâüddevle Bahtişah Gâzi Semerkandî)

On beşinci yüzyılın en ünlü edebiyat târihçisi. 1431 senesinde Semerkand’da doğdu. Emir
Alâüddevle’nin oğludur. Asil bir Türk âilesindendir. Önce Şahruh’un sonra da Ebü’l-Kâsım Bâbur’un
yanında bulundu. Ömrünü Timur Hana bağlı beylerin saraylarında geçirdi. 1495 senesinde vefât etti.
Horasan’ın asilzâdelerinden olan Devletşah, ilim tahsiline elli yaşından sonra başlamasına rağmen,
akranları arasında ilim, fazîlet ve kanâatiyle tanındı. Hayâtının bâzı zamanları sıkıntı içinde geçti. Dâimâ
ârif ve şâirlerle düşüp kalkmış ve zamânını dîvân, târih ve siyer kitaplarını okumakla geçirmiştir.

Tezkiret-üş-Şuarâ isimli eserini Sâhib Kıran Sultan adına 1487 yılında yazmıştır. On Arap şâirine
âit bir mukaddime, 143 İran şâirini anlatan yedi tabaka ile Herat Sarayına âit altı büyük şahsiyeti ihtivâ
eden tezkire, Hüseyin Baykara’ya yer ayrılan bir hâtimeden meydana gelmektedir. Seçme şâirlerin

hayatları ve şiirlerinden parçalar bulunan eseri, kendisinden sonra gelen Türk ve İran tezkirecilerine
örnek olmuştur. Anlatım ve plân yönünden olduğu gibi, aldığı seçme parçalar bakımından da önemlidir.

Tezkire’nin çeşitli yerlerde yazma nüshaları bulunmaktadır. İlk defâ Bombay’da 1887/88 (H.
1305) senesinde taşbasması olarak yayımlandı.

Tezkiresinden başka şâirlerin hayâtını anlatan birçok risâle ve kitâbı da bulunmaktadır. Tezkire
ilk defa Türkçeye Sultan İkinci Mahmud devrinde Süleymân Fehim tarafından tercüme edilmiş ve 1843
yılında basılmıştır. İkinci olarak Necâtî Lugal tercüme etmiştir ve eser MEB yayınları arasında iki cilt
hâlinde neşredilmiştir (1. cilt 1963, 2. cilt 1967).

DEVLİK HASTALIĞI

(Bkz. Jigantizm)

DEVŞİRME

Saray hizmetleriyle, Bostancı Ocağı ve Yeniçeri Ocağında istihdâm edilmek üzere Osmanlı
Devletinin Hıristiyan halkından topladığı çocuklara verilen isim.

Orhan Gâzi devrinde, yalnız Türklerden teşkil edilen Osmanlı ordusunun kâfî gelmemesiyle,
harpte ele geçirilen güçlü ve kuvvetli esirlerden, faydalanma yoluna gidilmiştir. Böylelikle “Pençik
Oğlanı” denilen ve her beş esirden birinin alınması yoluyla bir ordu teşkil edilmiştir. Sultan Birinci Murad
zamânında Pençik Oğlanı teşkilâtı bir kânuna bağlanarak, Gelibolu’da Acemi Ocağı kuruldu. Böylece
Kapıkulu Ocağının temelleri atılmış oldu.

Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonraları ihtiyâç nisbetinde genişletildi ve yeni kânunlarla daha
mükemmel bir hâle kondu. Fütûhâtın ilerlemesi üzerine bir taraftan askere olan ihtiyâç, diğer taraftan
siyâsî hâdiseler netîcesinde ordu mevcûdunun azalması Pençik Oğlanından başka Devşirme ismiyle
Osmanlıların Rumeli’deki topraklarında bulunan Hıristiyan tebaadan ocağa yeniçeri namzedi olarak
efrâd alınmasını gerektirdi. Bu sûretle Hıristiyan tebaa evlâdından asker devşirmek için bir Devşirme
Kânunu yapıldı. Bu yeni kânunla baştan başa gayri müslim olan Rumeli halkı yavaş yavaş
Müslümanlaştırılacak, böylece Müslüman olmuş askerle Türk ordusu kuvvetlenecekti. İki yönlü faydası
olan Devşirme Kânunu artık eski ehemmiyetini kaybeden Pençik Kânunuyla asker alınmasının yerine
geçmiş, kuvvetli ve sürekli olarak iki buçuk asır devâm etmiştir.

Devşirme işiyle birinci derecede Yeniçeri Ağası alâkadârdı. Ağa gerek Acemi Ocağı ve gerek diğer
hizmetlerdeki acemilerle Türk çiftçilerinin hizmetlerinde bulunan acemileri göz önünde bulundururdu.
Yeniçeri Ocağına Acemi Oğlanı verilmesi ve Acemi Ocağına oğlan alınması hep onun tezkiresiyle olurdu.
Bunun için devşirmeye lüzum hâsıl olunca, Yeniçeri Ağası bir arîza ile dîvâna mürâcaat ederek ihtiyâç
miktarını gösterirdi. Bunun üzerine kânun gereği Osmanlı ülkesindeki muhtelif mıntıkalara memurlar
sevk olunarak sancakbeyleri, kâdılar, topraklı süvârî ve zeâmet sâhiplerinin de yardımlarıyla acemi efrat
devşirilirdi. Devşirme için ocak tarafından bir emin ile bir memur tâyin olunması kânundu. Başka yerden
olamazdı.

Devşirme memuru vazîfesinde tamâmen serbestti. O tâyin olunduğu mıntıkada her bir kâdılığı,
yâni kazâları gezip görerek, kânûnî vasıfları hâiz olmak şartıyla, sekiz-on ve on dört yaş arasında kırk
hânede bir oğlan hesâbı üzere çocuk devşirirdi. Devşirme memuru bu çocukları alırken kâdılar, sipâhîler
veya vekilleri ve köy kethüdâları da hazır bulunurlar ve bir sûistimal olmamasına dikkat ederlerdi.
Devşirilen çocuğun köyü, kazâsı, sancağı, baba ve anasının ve sipâhisinin isimleri, doğum târihi ve
bütün özellikleri bir deftere yazılır ve bu defter iki nüsha olarak biri devşirme memurunda bulunur diğeri
de çocukları sevk eden sürücüye verilirdi.

Kânun üzere Hıristiyan çocukların en asil olanları seçilirdi. İki çocuğu olanın biri ve birkaç çocuğu
olanın müsâit olan en sıhhatlisi ve yakışıklısı seçilirdi. Bir oğlu olanın çocuğu alınmaz, babasının
hizmetine bırakılırdı. Alınacak çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Anası ve babası ölmüş
çocuklar terbiyesi noksan ve aç gözlü olacağı düşüncesiyle, devşirmeye müsâade edilmezdi. Sığırtmaç
ve çoban oğullarıyla genç sığırtmaç ve çobanlar, kel ve köse olanların da alınmamaları kânundu.

Devşirilen çocuklar yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla gruplar hâlinde, muhâfızların
nezâretleri altında hükûmet merkezine sevk edilirlerdi. Bunların yollardan kaçmamaları ve
değiştirilmemeleri için sıkı tedbirler alınırdı. Devşirmeler devlet merkezine gelince iki, üç gün istirâhat
ettirilir, daha sonra yeniçeri ağası tarafından sarayda görev yapacaklarla kapıkulu ve bostancı ocağına
gidecekler seçilir ve pâdişâha arz edilirdi.

Devşirme Kânunu bilhassa 17. yüzyılın başından îtibâren Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve
muâyeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi
üzerine bozulmaya başlamıştır. Bu durum Yeniçeri Ocağına devşirme efrâdının alınmasından vaz

geçilmesine yol açmıştır. On sekizinci yüzyıl başlarında yalnız Bostancı Ocağı için 1000 devşirme
toplanmışken, aynı yüzyılın ortalarında devşirme usûlü kesin olarak bırakılmıştır.

DEYLEMÎ

On birinci yüzyılda yetişmiş büyük hadis âlimi ve târihçi. İsmi Şireveyh bin Şehrdâr bin Şireveyh
ed-Deylemî el-Hemedânî, künyesi Ebû Şücâ’dır. Soyu, Esved-i Ansî’yi öldüren sahâbî Fîrûz Deylemî’ye
ulaştığı için Deylemî diye meşhur olmuştur. Aslen Hemedanlıdır. 1053 (H. 445) senesinde doğdu. 1115
(H. 509) senesinde vefât etti.

Hadis öğrenmek ve dinlemek için, Hemedan, Bağdat, Kazvin ve İsfehan gibi zamânının ilim
merkezlerine gitti. Ebü’l-Fadl Muhammed bin Osmân el- Kümesânî, Yûsuf bin Muhammed el-Müstemlî,
Ebül’-Ferec Ali bin Muhammed bin Ali el-Cerîrî el-Becelî, Ahmed bin Îsâ bin Abbâd ed-Dîneverî, Ebû
Mansûr Abdülbâki bin Ali el-Attâr, Ebü’l-Kâsım bin el-Bûrî, Ebû Amr bin Mende gibi pekçok âlimden ilim
öğrenip, hadîs-i şerîf dinledi. Kendisinden de; oğlu Şehrdâr, Muhammed bin Fadl el-İsferâinî, Hâfız Ebû
Mûsâ el-Medînî, Hâfız Ebü’l-Alâ Ahmed bin Hasan bin Ahmed el Attâr, Muhammed bin Ebi’l-Kâsım es-
Sâvî, Ebü’l-Fütûh et-Tâî gibi birçok âlim ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dinledi. Talebe yetiştirip, kıymetli
eserler yazdı. 1115 (H. 445) senesinde vefât etti. Müsned-i Deylemî diye de meşhur olan Firdevs-ül-
Ahyâr adlı eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

Ümmetimden günâhları çok olanlara şefâat edeceğim.
Kur’ân-ı kerîmin başka sözlere üstünlüğü, Allahü teâlânın yaratılmışlara olan üstünlüğü
gibidir.
Namazı ilk vaktinde kılmanın, namazı son vaktinde kılmaya üstünlüğü, âhiretin dünyâya
üstünlüğü gibidir.
Toplu olarak yemek yiyiniz. Ayrı ayrı yemeyiniz. Zîrâ toplulukta bereket vardır.
Cumâ günlerinde öyle bir an vardır ki, mü’minin o anda ettiği duâ reddolunmaz.
Eserleri: Deylemî’nin yazdığı eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Târih-i Hemedân, 2) Firdevs-
ül-Ahyâr: İçinde on bin hadîs-i şerîf vardır. Bu eseri oğlu Şehrdâr yeniden tanzim edip kısaltmıştır.
1990’da neşr edilmiştir. 3) Riyâd-ül-Üns li-Ukalâ-il-Üns fî Mârifeti Ahvâli Nebî, 4) Târîh-ul-
Hulefâ.

DEZENFEKSİYON

Alm. Desinfektion, Fr. Desinfection, İng. Disinfection. Hastalık yapıcı mikroorganizmaların, insan
vücûdunun dışında fiziksel ve kimyasal metodlarla öldürülmeleri işlemi. Dezenfeksiyon yapmaktan
maksat, bütün mikroorganizmaların öldürülmesi değil, sâdece hastalıklara yol açanlarının
öldürülmesidir. Bütün mikroorganizmaların öldürülmesi işlemine ise, sterilizasyon ismi verilmektedir.

Dezenfeksiyon işlemi; hastalık kaynakları olan insan ve hayvanların vücutlarından çıkan ve
içlerinde hastalık yapıcı mikroplar bulunan bütün boşaltım ve salgı maddelerine, bunlarla bulaşmış
çamaşır, elbise, eşya ve diğer malzemeye, bu mikroplarla kirlenmiş veya kirlenmiş olması
ihtimâlibulunan ellere, yenilen, içilen maddelere ve bunlarla ilgili kaplara, gerekiyorsa hastanın yattığı
odaya ve içindeki eşyâlara da uygulanır.

Dezenfeksiyon, bu işi ne gâye ile yapılacağını ve nasıl yapacağını bilen, bunları her hastalığın
özelliklerine göre ayarlamasını öğrenmiş ve yetiştirilmiş personel tarafından yapılmalı; gerektiğinde
uygulamak için lüzumlu malzeme ve vâsıtalar da el altında bulundurulmalıdır.

Bu işlem, hastalık kaynağının vücudundan çıkan zararlı mikropların çeşitli yollarla, sağlam kişilere
bulaşmasını önleyen mühim bir engeldir. Bunun için dezenfeksiyon pratikte; günlük (yâni devamlı) ve
nihâî (yâni son) olmak üzere iki şekilde uygulanır.

Günlük dezenfeksiyon: Bulaşıcı hastalığa yakalanmış olanların hastalıklarının devam ettiği ve
dışarıya mikropları çıkarttıkları sürece, mikropları taşıyan her türlü salgı ve boşaltım maddelerinin,
bunlar ile bulaşmış, kirlenmiş olan çamaşır, eşyâ ve diğer malzemelerin günü gününe
dezenfeksiyonudur. Mikropların, hasta vücudundan dışarıya çıkar çıkmaz ve çevreye yayılmadan
öldürülmesinden ibâret olan bu usûl, bulaşıcı hastalıkların önlenmesinde alınacak tedbirlerin en
etkilisidir. Tifo, kolera, dizanteri, çocuk felci gibi dışardaki cansız vasıtalara da bulaşarak sağlamlara
geçen hastalıklarda, hastalığı önlemenin temelini teşkil ettiği gibi, mikropları dayanıklı olması sebebiyle
hem direkt, hem de dolaylı olarak bulaşan verem, difteri, çiçek, uyuz, kel için de çok mühimdir.

Son dezenfeksiyon: Hasta iyileştikten veya başka bir yere taşındıktan veya öldükten sonra
hastalığı esnâsında bulaştırmış olduğu eşyâlara, gerekiyorsa odaya ve içindeki eşyâya son defâ
uygulanan dezenfeksiyondur. Bu işlem özellikle, mikropları uzun süre çevre şartlarına dayanıklı olan
verem, difteri, çiçek, menenjit gibi hastalıklar için önem arz eder.

Dezenfeksiyon işlemini ikiye ayırarak inceleyebiliriz:
1. Fizikî usûllerle dezenfeksiyon:

a) Kuru ısı:
Yakıp kül etmek: Kirli pansuman malzemelerine, çöplere vs. uygulanır. Alevden geçirmek: Düz ve
pürüzsüz cam ve mâdenî eşya için uygulanır. Isıtılmış kuru hava: 160°- 180° de bozulmayan, cam ve
mâdenî eşyâlar için uygundur. Etüvlerde yapılır.
b) Nemli ısı:
Kaynatma: 100°C’de 15-20 dakika kâfidir. Eşyanın suya tamâmen batmış olması lâzımdır. Suya
soda veya tuz ilâvesi ile ısının 100°C’nin üzerine çıkartılması da mümkündür. Bu usûlle kaynamasına
mahzur olmayan malzemeler dezenfekte edilir.
Pastörizasyon: Likit haldeki besin maddeleri için uygundur. Yüksek ısıda kısa süre bekletip, hemen
soğutarak uygulanır. Özel cihazları vardır.
Buhar: Dezenfekte edilecek malzemelere havası boşaltılmış bir ortamda 100°C’nin üstünde
hareket hâlindeki su buharı tatbik etmek sûretiyle yapılır. Bunun için Koch kazanları kullanılır. Basınçlı
veya basınçsız uygulanabilir, ama basınçlı buhar daha emniyetlidir.
c) Işık:
Güneş ışınlarının dezenfektan tesirinden faydalanmak için halı ve benzeri eşyalar açık havada
güneş ışınlarına arz edilebilir. Güneş, sayısız faydalarının yanısıra, tabiî bir dezenfeksiyon kaynağı
olarak Allahü teâlâ tarafından insanların hizmetine sunulmuştur. Atalarımızın “Güneş girmeyen eve
hekim girer!” sözü bu gerçeği anlatmaktadır. Sun’î olarak da güneşin saçtığı ışınlardan olan ultraviole
ışınlarını yayan cihazlarla, ameliyathanelerin, hasta odalarının, toplantı ve konferans salonlarının havası
dezenfekte edilebilir.
2. Kimyâsal maddelerle dezenfeksiyon: İyi bir dezenfektan madde; mikropları öldürebilmeli,
suda eriyebilmeli, insanlara zararlı olmamalı, nüfuz kâbiliyeti fazla olmalı, tesiri sâbit olmalıdır.
Kimyâsal dezenfektanlar kâfi miktarda, tekniğine ve tatbik süresine uygun olarak kullanılmalıdırlar.
Çeşitli kimyâsal maddeler şu şekilde uygulanırlar: Dezenfekte edilecek eşyâ ve malzemenin
dezenfektan sıvılar içerisine batırılması; dezenfekte edilecek yüzeylere bu maddelerin bir tabaka hâlinde
sürülmesi; dezenfektan sıvıların püskürtülmesi. Bütün bu işlemlerin etkili olabilmesi için
dezenfektanların temizlenecek yer veya eşyâ ile en azından iki saat temâs etmesi şarttır.

DIHYE-İ KELBÎ

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve sîmâ olarak en güzellerinden. İsmi, Dıhye bin Halîfe olup,
Dıhye-i Kelbî diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 670 (H.50) senesinde
Şam’da vefât etti.

Dıhye-i Kelbî çok zengindi. Bir kabîlenin de reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah
efendimizi severdi. Ticâret için Medîne’den ayrılıp, her dönüşünde Peygamber efendimizi ziyâret eder ve
hediyeler getirirdi. Fakat Sevgili Peygamberimiz bunlara kıymet vermez; “Yâ Dıhye! Eğer beni
memnun etmek istiyorsan îmân et. Cehennem ateşinden kurtul!” buyururdu.

Dıhye ise, zamânı olduğunu söylerdi. Bedr Savaşından sonra, bir gün Cebrâil aleyhisselâm gelip
Dıhye’nin îmân edeceğini haber verdi. Îmân etmek için Peygamber efendimizin huzûruna girince,
Resûlullah efendimiz, üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye (radıyallahü anh),
Peygamber efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp yüzüne gözüne sürdü ve Kelime-i şehâdet
getirip, Müslüman oldu. Cebrâil aleyhisselâm, Resûlullah efendimize çok defâ Dıhye-î Kelbî sûretinde
gelirdi.

Dıhye-i Kelbî Rumcayı iyi bilirdi. 628 (H. 6) senesinde Peygamber efendimiz Dıhye-i Kelbî’yi Rum
imparatoru Herakliüs’e, İslâma dâvet için elçi olarak gönderdi. Herakliüs Müslüman olmak istediyse de
makam sevgisi ve ölüm korkusu sebebiyle îmân etmedi. Fakat Dıhye-i Kelbî’ye birbirinden kıymetli
hediyeler verdi. Peygamber efendimize de bir mektup gönderdi. Dıhye-i Kelbî, Medîne-i münevvereye
gelince, evine uğramadan Resûlullah efendimizin huzûruna girdi, başından geçenleri anlattı. Peygamber
efendimiz Herakliüs’ün mektubunu okudu ve; “Onun için bir müddet daha (saltanatta) kalmak
vardır. Mektubum yanlarında kaldıkça onların saltanatı devâm edecektir.” buyurdu. Herakliüs,
mektubunda îmân ettiğini yazmış ise de, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Yalan
söylüyor. Dîninden dönmemiştir.” buyurdu.

Dıhye-i Kelbî Resûlullah efendimizin Bedr Savaşı hâricindeki bütün savaşlarına katıldı. Hazret-i
Ebû Bekir’in halîfeliği zamânında Sûriye Seferinde, hazret-i Ömer zamânında Yermük Savaşında
bulundu. Şam Seferine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hazret-i
Muâviye zamânında Şam’da 670 senesinde vefât etti.

DIMAŞK ATABEGLİĞİ (Tugteginliler)

Sûriye Selçuklularının ortadan kalkmasından sonra, Dımaşk yâni Şam’da kurulan hânedânlık.
Atabeg Emir Zahîreddîn Tugtegin’in kurduğu bu hânedânlığa kurucusunun adından dolayı Tugteginliler
de denir.

Sultan Alparslan’ın oğlu olan Tâcüddevle Tutuş, babasının vefâtından sonra Sûriye Melikliğine
tâyin edilmişti. Tutuş, komutan Atsız Beyin de hizmetleri ile Fâtımîleri bölgeden çıkardı. Güney ve kuzey
Sûriye’ye hâkim oldu. Ağabeyi Melikşâh’ın vefât ettiği 1093 yılında, hizmetinde bulunan Tugtegin’le
birlikte Diyarbakır’a gitti. Tutuş orada Tugtegin’i oğlu Dukak’a Atabeg tâyin ederek, Meyyâfârikîn
(Silvan) Vâliliğine gönderdi. 1095 yılında Sultan Berkyaruk ile Tutuş arasında yapılan savaşta Tutuş
öldürüldü. Tugtegin esir düştü. Daha sonra yapılan esir mübâdelesinde serbest bırakıldı. Bu sırada
Tutuş’un oğlu Dukak da Dımaşk’ta hükümdarlığını ilân etti.

Tugtegin Dımaşk’a (Şam’a) gelince, halkın ve idârecilerin sevgi gösterileri ile karşılandı. Kendisine
ordu komutanlığı verildi. Melik Dukak’ın annesi Safvet-ül-Mülk Hâtunla evlenince, Melik Dukak dahi
onun sözünden çıkmaz oldu. Bu sıralarda Haleb Melîki Rıdvan ile kardeşi Dımaşk Melîki Dukak arasında,
bâzı hırslı emîrlerin kışkırtması sonucu mücâdele başladı. İki kardeş arasındaki mücâdeleden istifâde
eden Şiî Fâtımîler, Kudüs’ü ele geçirdiler. Çok geçmeden Anadolu’ya giren Haçlı kuvvetleri de Sûriye
topraklarına kadar ilerlediler. Ağır bir mîde rahatsızlığından muzdarip olan Melik Dukak, Tugtegin’i bir
buçuk yaşındaki oğlu Tutuş’a Atabeg tâyin ettikten bir süre sonra, 1104 yılında vefât etti. Tugtegin
idâreyi ele aldı. Dukak’ın oğlunun ölmesi, onun işini daha da kolaylaştırdı.

Tugtegin, önce aleyhinde çalışanları Şam’dan uzaklaştırdı. Sonra da bölgedeki muhâliflerini itâate
mecbur etti. İçte durumunu sağlamlaştırdıktan sonra, Haçlılarla mücâdeleye başladı. 1105 senesinde
Haçlıların elinde bulunan Rafeniyye’yi fethetti. 1108 senesinde Taberiyye üzerine yürüdü ve Haçlılarla
yaptığı savaşta onları hezîmete uğrattı. Kudüs Kralı Birinci Baudouin, bu zaferden sonra, Tugtegin’e
antlaşma teklifinde bulundu. İki taraf arasında yapılan ve on sene süreyle geçerli olan bu antlaşma,
daha çok mâlî ve ticârî konuları ihtivâ etmekteydi. Fakat bu antlaşma, 1113 senesine kadar devâm etti.
Daha sonra Haçlılar Sûriye’de büyük başarılar kazandılar.

1113 senesinde Musul, Sincar ve Artuklu askerlerinden müteşekkil Selçuklu ordusu, Emîr Mevdûd
komutasında Tugtegin’e yardım etmek için Hıms şehrinin kuzeyine geldi. Tugtegin ile Emir Mevdûd
arasında yapılan görüşmeler sonucu, Kudüs Krallığı üzerine yürünmesine karar verildi. Türk
kuvvetlerinin üzerine geldiğini ve onlarla tek başına savaşamayacağını gören kral, Antakya ve

Trablus’dan yardım istedi. Türk kuvvetlerinin âni baskını ve üst üste taarruzları sonunda, Haçlılar ağır
bir yenilgiye uğradılar. Bütün savaş ağırlıklarını bırakarak Taberiyye’ye çekildiler. Ele geçen
ganîmetlerin bir kısmı, zafer armağanı olarak Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a gönderildi.

Atabeg Tugtegin bundan sonra, Selçuklu sultânının emriyle Haçlılara karşı birçok başarılı seferler
yaptı. İlgâzî ve Dilmaçoğlu Toğan Arslan’la birleşerek, 1119 yılında Ensârib ve Zerdâna kalelerini
fethetti. Tugtegin ve İlgâzî 1120 senesinde Haçlılar ile Tell-Dànis’te karşılaştılar. Küçük çaptaki
çarpışmalardan sonra, Haçlılar geri çekildi. Bu kadar başarılar elde etmesine rağmen Fâtımîlerin
idâresindeki Sûr şehrinin 1124 senesinde Haçlıların eline geçmesine mâni olamadı. Ertesi sene Musul
Atabegi Aksungur Porsûkî, Haçlılara karşı harekete geçerek, Tugtegin’den yardım istedi. Tugtegin’in de
katıldığı Selçuklu kuvvetleri, 1125 senesi Mayıs ayında El-Azâz’da Haçlılarla karşılaştı. Haçlıların
kazandığı muhârebede her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Haçlılar ile başarılı mücâdeleler yapan Atabeg
Tugtegin, 1128 senesi Şubat ayının on ikisinde Şam’da vefât etti.

Tugtegin’in yerine oğlu Böri geçti. Böri, gençliğinden îtibâren atabegliğin çeşitli merkezlerinde
değişik vazîfelerde bulunmuştu. Böri Tegin zamânında Dımaşk’ı tehdid eden en önemli meselelerden
biri, Bâtınîler idi. Tugtegin zamânında da vezir olan Tâhir el-Merdeganî, Bâtınîler ile işbirliği yapıyordu.
Dımaşk’ta bulunan Bâtınîlerin şehrin kapılarını açmak ve karşılığında da Sûr’u almak için Haçlılarla
anlaştıklarını haber alan Böri, derhâl harekete geçerek vezîri öldürttü. Daha sonra halkın da
katılmasıyla şehirde Bâtınî temizliği başlattı. Altı binle yirmi bin arasında Bâtınî öldürüldü. Bu
karışıklıklardan faydalanmak isteyen Kudüs kralının idâresindeki bir Haçlı ordusu, Dımaşk üzerine
yürüyünce, Böri hızla harekete geçerek, yiyecek bulmak için ordudan ayrılmış olan Haçlı birliğini ağır bir
yenilgiye uğrattı. Kışın yaklaşması ve yenilmeleri, Haçlıları, Dımaşk’ı kuşatmaktan alıkoydu.

Böri zamânında, Dımaşk Atabegliğini tehdid eden diğer bir tehlike ise, Musul Atabegi İmâdeddîn
Zengi idi. Zengi, bütün Sûriye’yi kendi idâresi altında toplamak istiyordu. Bir süre sonra bir hîle ile
Böri’yi zayıf düşürerek, 1130 senesi Eylül ayının 24’ünde Dımaşk’a bağlı Hama’yı zabtetti. Daha sonra
Hıms şehrini muhâsara altına aldı ise de, kışın yaklaşması üzerine Haleb’e döndü. Dımaşk’ta olan
olayları unutmayan Bâtınîler, çok sıkı korunmasına rağmen bir fırsatını bularak 1131 senesinde Böri’yi
yaraladılar. Böri aldığı yaralar yüzünden 7 Haziran 1132 târihinde vefât etti. Bâtınîleri temizlemekle
İslâmiyete büyük hizmet eden Böri, Bâtınîlerin sûikastı ile şehid oldu.

Ölümünden sonra yerine geçen İsmâil, önce Baalbek’e hâkim olan kardeşi Muhammed’i itâati
altına aldı. Sonra da Haçlıların eline geçen Bânyâs üzerine yürüyerek, birkaç günlük kuşatmadan sonra
şehri ele geçirdi. Musul Atabegliği’nin, Haçlılar ve Abbâsî halîfesi ile olan mücâdelelerinden faydalanan
İsmâil, gizlice yaptığı hazırlıklar sonunda Hama üzerine yürüdü ve daha önce Zengi’nin hâkimiyeti altına
giren bu şehri 7 Ağustos 1133 târihinde geri aldı. Ardından Şeyzer’i kuşattı ise de verilen büyük haraç
karşılığında kuşatmayı kaldırdı. Onun bu başarıları Haçlıları harekete geçirdi. Kudüs Kralı Fulk, 1134
senesinde Havran’ı zaptetti. Buna karşılık İsmâil, Haçlı idâresindeki şehirlere akınlar düzenledi.
Başarılarına rağmen İsmâil halka kötü davrandığı ve ağır vergiler koyduğu için, öldürüleceği korkusuna
kapıldı ve Musul Hâkimi Atabeg Zengi’ye başvurarak şehri teslim etmek istedi. Durumdan haberdâr olan
asker ve halk, buna karşı çıktı ve 1 Şubat 1135 târihinde, İsmâil öldürüldü.

İsmâil’in yerine kardeşi Şihâbeddîn Mahmud geçti. Zengi, İsmâil’in mektubu üzerine Dımaşk
önlerine gelerek, şehri kuşattı. Fakat kuşatmanın ve beklemenin bir faydası yoktu. Tarafların görüşmesi
ve halîfenin, Zengi’den Musul’a dönmesini istemesi üzerine anlaşma yapıldı. Zengi’nin Dımeşk’ten
ayrılmasından sonra, antlaşma şartları yerine getirilmedi. Atabeg Zengi’den korkan Hıms Vâlisi
Humartaş, şehri 1135 senesi Aralık ayının otuzunda Şihâbeddîn Mahmud’a teslim etti. Atabeg Zengî, bir
süre sonra Hıms önlerine gelip, şehri kuşattı. Ancak buranın kolay kolay ele geçirilemeyeceğini
anlayarak, Mahmud ile antlaşma yapıp, 1137 yılında kuşatmayı kaldırdı. 1139 senesinde Mahmud,
Bânyâs havâlisini yağmalayan Haçlılar üzerine yürüdü. Aynı sene Dımaşk’e dönen Mahmud, 23
Haziranda kendi adamları tarafından öldürüldü. Mahmud’un öldürülmesinden sonra, atabegliğin kudretli
emirlerinden Muîneddîn Üner’in desteği ile Mahmud’un kardeşi Cemâleddîn Muhammed başa geçti.
Muhammed’in kardeşi Behram Şâh, Zengî’nin yanına kaçtı ve onu ülkesi üzerine tahrik etti. Zengî bu
fırsatları hakkıyla değerlendirdi ve iki aya yakın bir kuşatmadan sonra 1139 senesi Ekim ayının 10’unda
Baalbek’i ele geçirdi. Dımaşk üzerine yürüdü ise de zaptetmeye muvaffak olamadı. Cemâleddîn
Muhammed ise 29 Mart 1140 târihinde yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak öldü.

Muhammed’in yerine oğlu Mucireddîn Abak başa geçti. Ancak atabegliğin bütün gücü,
Muhammed’in annesi ile evlenen Vezir Üner’in elinde idi. Vezir Üner, Emir Zengî’nin ölümünden
faydalanarak Musul Atabegliğinin idâresinde olan Baalbek’i ele geçirdi. Daha sonra Haleb Atabegi
Nûreddîn Muhmud’un yardımı ile Busra ve Serhat şehirlerini zaptetti. Yine Haleb Atabegi Nûreddîn
Mahmud ile berâber Haçlılara karşı taarruza geçerek El-Arima Kalesini ele geçirdiler. Devlete başarılı

şekilde hizmet eden Vezir Üner, 19 Ağustos 1149 târihinde ölünce, Abak bütün yetkileri eline aldı. Bu
arada aleyhine birçok isyânlar patlak verdi ise de duruma hâkim oldu. Bundan sonra Haleb Atabegi
Nûreddîn Mahmud, Dımaşk’ı ele geçirmeye çalıştı. 1150 ve 1151 senelerinde şehri iki defâ kuşattı ise
de başarılı olamadı. Nihâyet Nûreddîn Mahmud 26 Nisan 1154 târihinde şehri ele geçirerek Dımaşk
Atabegliğine son verdi. Atabeglik’in son hükümdârı olan Abak ise 1169 senesinde Bağdat’ta öldü.

Kültür ve medeniyet: Selçuklu devlet teşkilâtına benzer bir teşkilâtla yönetilen Dımaşk
Atabegliği emirleri, başkent Dımaşk’ta mescitler, medreseler, hastâneler ve hamamlar inşâ ettirdiler.
Yeni mahalleler ve îmâlât bölgeleri kurdular, su kanalları yaptırdılar. Dımaşk’ın ilk hastânesi olan
Dârüşşifâ, Melik Dukak zamânında yaptırıldı. Safvet-ül-Mülk Hâtunun yaptırdığı mescit, Mescid-i Hâtun-ı
Zümrüd olarak bilinmektedir.

Tugteginliler devrinde Dımaşk, Sûriye’nin kültür merkeziydi. Çevre ülkelerden birçok ilim adamı
buraya geldi. Dımaşk’taki medreselerde dînî ilimlerin yanında fen ilimleri de okutulmaktaydı. Sadırıyye,
Eminiyye, El-Medreset-ül-Muiniyye, Medreset-ül-Hâtuniyye ve Caruhiyye Medresesi, bu devirde yapılan
ilim yuvaları arasındaydı.

Şeyh Burhâneddîn Ebü’l-Hasan, Ali el-Belhî, Şeyh Şeref-ül-İslâm Abdülvâhid, Necmeddîn eş-
Şîrâzî, Zeynüddîn el-Fattalî, Cemâleddîn İbn-ül-Müslim es-Sülemî, Kâdı’l-Kudât Müntehibeddîn Ebü’l-
Meâlî Muhammed gibi büyük âlimler Tugteginliler zamânındaki belli başlı âlimlerdir. Yine Dımaşk’ta
yetişen iki büyük târihçi İbn-i Kalânisî ve İbn-i Asâkir de bu atabeglik zâmanında yetişmiştir.

Tugteginliler, Sûriye’deki deri sanâyiini büyük ölçüde geliştirdiler. Kâğıt îmâli endüstrisinde de
büyük gelişme görüldü. Pamuklu ve ipekli kumaşlar ile tahıl ticâretinde mühim gelişmeler oldu.

Dımaşk Atabegleri Tahta Geçiş
Târihi

Zahireddîn Tugtegin 1104

Böri Tugtegin 1128

Şems,ül,Mülûk İsmâil 1132

Cemâleddîn Muhammed 1139

Mücirüddîn Abak 1140

DIŞ BORÇLAR

Alm. Ausländische Kredite, Fr. Crédits exterievr, İng. External credits. Ülke içinde yerleşik kişi
veya kuruluşlarca, ülke dışında yerleşik kişi veya kuruluşlardan sağlanan dış krediler. Sağlanan bu
krediler bağış, yardım yâhut da kredi şeklinde olmaktadır. Yardım ve kredi adı altında verilen krediler,
belli bir fâiz ve geri ödeme plânına bağlandığından uygulama açısından aralarında farklılık yoktur. Ancak
bağış, tanımı gereği herhangi bir ödeme planı olmayan, gerçek anlamda bir bağış niteliğindeki
karşılıksız kredidir. Sağlanan dış kredilerle genellikle ülke içindeki kaynaklarla sağlanması güç olan,
yatırım malzeme ve teçhizâtının finansmanı karşılanmaktadır. Dış krediler, ülkeye döviz olarak veya
döviz karşılığı mal olarak gelmekte ve bu sebeple ödemeler dengesine kullanım safhasında (+), yâni
olumlu etkide bulunmakta; ancak geri ödeme sırasında yine döviz olarak ödendikleri için (-), yâni
olumsuz etkide bulunmaktadırlar.

Ülkemizde dış borç çeşitleri:
Ülkemizde dış borçlar, vâdeleri bakımından iki grupta incelenmektedir: Kısa vâdeli dış borçlar,
orta ve uzun vâdeli dış borçlar.
Bir dış borcun vâdesi, kredinin anlaşma târihi ile son anapara ödeme târihi arasında geçen
süredir. Eğer bu süre, bir yıla eşit veya bir yıldan az ise o kredi kısa vâdeli dış borç kapsamında ele
alınmaktadır. Sürenin bir yıldan uzun olması durumunda krediler, orta ve uzun vâdeli dış borç olarak
değerlendirilmektedir.
a. Kısa vâdeli dış borçlar: Milletlerarası ticârette ve mal alışverişlerinde ödeme problemlerinin
ortadan kaldırılması amacıyla sağlanan krediler genelde kısa vâdeli dış borçlar kapsamında ele
alınmaktadır. Yurt dışında yerleşik kişilerce Merkez Bankasında kısa vâdeli açılan kredi mektuplu döviz
tevdiat hesapları, ticârî bankalarda açılan mevduatlar, kısa dönemli poliçeler, kabul kredileri
(akseptanslar) ve akreditifler kısa vâdeli borçlanma araçlarından bâzılarıdır. Ayrıca ihrâcat
prefinansman kredileri, banker ve kurye kredileri de kısa vâdeli dış borç kapsamına giren kredi
türleridir.
b. Orta ve uzun vâdeli dış borçlar: Orta ve uzun vâdeli dış borçların en çok görülen ve alışılmış
olan türleri program ve proje kredileridir. Yeniden finansman ve borç erteleme kredileri de bu gruba
girer. Bu krediler, genelde, ülkenin ekonomik kalkınmasına yönelik olarak sağlanan kredilerdir. Temel
amaç, kalkınmanın zorunlu kıldığı sermaye ve yatırım mallarının finansmanının sağlanmasıdır.

Program kredileri: Program kredileri, genel olarak, ikili anlaşmalarla sağlanan ve ülke içinde
yerleşik ithâlâtçı kuruluşların kullanımına açık olan bir kredi türüdür. Herhangi bir projeye bağlı
olmadığından proje kredilerine göre daha esnek bir yapıdadır. Mal ve hizmetlerin sâdece belli bir
ülkeden ithâl edilmesi şartının bulunması durumunda, bu tür kredilere “bağlı program kredileri” adı
verilmektedir. Eğer mal ve hizmetlerin belli bir ülkeden ithal edilme zorunluluğu yoksa, bu durumda
krediler “bağsız program kredileri” adını almaktadırlar.

Proje kredileri: Proje kredilerinde amaç, belli bir projeye ilişkin mal ve hizmet ithâlâtının
finansmanının oluşturulmasıdır. Kredilerin kullanım yöntemleri çeşitli kredilere göre değişmekle birlikte,
genel olarak kullanım dönemi projenin bitiş süresine göre sınırlandırılmıştır. Proje kredilerini krediyi
veren kuruluşlara göre çeşitli biçimlerde sınıflandırmak mümkündür. Eğer proje kredileri, ikili ve çok
taraflı anlaşmalarla hükümetlerden sağlanıyor ise bunlara “resmî (imtiyazlı) proje kredileri” adı
verilmektedir. Proje kredileri, satıcı firmalardan veya yabancı bankalardan sağlanıyor ise “ticari proje
kredileri” adını almaktadırlar. İmtiyazlı proje kredilerinde, proje mâliyetinin tamâmı, sağlanan dış kredi
ile karşılanırken, ticârî proje kredilerinde proje mâliyetinin ancak % 80’i veya % 85’i krediden
karşılanmaktadır. Geri kalan % 15 veya % 20’lik miktar “peşinât ödemesi” (advance payment) olarak
satıcı firmalara verilmektedir. Peşinât kredileri genellikle 5-6 yıl vâdeli olarak ve değişken fâizle
milletlerarası para piyasalarından temin edilmektedir (Euro loans).

Proje kredilerinde borçlu, merkezi hükümet veya kamu yâhut da özel sektör kuruluşlarından
biridir. Program kredilerinde kullanıcılar hemen hemen bütün ithâlâtçı kuruluşlar olabildiği halde, proje
kredilerinde kullanıcı bir veya birkaç kuruluş olmaktadır. Ülkemizde son yıllarda proje kredilerinin
toplam içinde payı önemli ölçüde artış göstermiştir.

Yeniden finansman ve borç erteleme kredileri: Bu krediler genellikle, mevcut olan borçların
ödenmesinde ortaya çıkan riskleri azaltmak amacıyla alınan kredilerdir.

DIŞ GEBELİK

Gebelik mahsulünün rahim dışında yerleşmesi hâli, 150 gebelikten birinde görüldüğü söylenir.
Gebelik mahsulü bu vak’aların % 98'inde rahim ile yumurtalıkları birbirine bağlayan tüplerde yerleşir.
Ayrıca diğer karın organlarında, yumurtalıklar üzerinde, rahim boynunda yerleşebilir.

Karın organlarını döşeyen zarın iltihabı, tüplerin iltihabı, karın cerrâhîsi, tümörler bu hastalığın
sebeplerindendirler. Bu hastalarda da diğer gebelerde olduğu gibi hayz kesilir veya düzensiz kanamalar
olur. Kasık ağrısı olur. Kasığın elle muayenesinde bir kitlenin anormal varlığı hissedilir.

Âni başlayan bir ağrı; aralıklı olarak etrâfa yayılmadan ve ataklar esnâsında bel ağrısıyle birlikte,
hayzı kesilmiş bir hanımda kasık bölgesini tutduğunda dış gebelikten şüphe edilmelidir. Hafif kanama,
karın şişkinliği, kasıkta kitle ve barsak tıkanıklığı şeklinde seyreden müzmin tipi de vardır. Dış gebeliğin
tedâvisi cerrâhidir. Yâni ameliyat gerekir.

DIŞ TİCÂRET DENGESİ

Alm. Aussen handelsgleichgewicht (n), Fr. Equilibre (m) du commerce (m) extérieur, İng.
Foreign trade balance. Bir ülkenin mal, ithalat ve ihracatının gerektirdiği döviz giriş ve çıkışlarının
meydana getirdiği denge.

Dış ticaret dengesi, câri işlemler ve sermâye hareketleri olarak ikiye ayrılabilecek dış ödemeler
dengesinin câri işlemler bilânçosunun bir parçasıdır.

Bir ülkenin dış ticâret dengesi, mal ithâlâtının gerektirdiği dövizin mal ihrâcâtının getirdiği döviz
gelirlerinden fazla olması hâlinde açık verir. Buna dış ticâret açığı denir. Bu açığın, câri işlemlerin diğer
bölümünü teşkil eden hizmet (görünmeyen kalemler) bilânçosu fazlalığı ile bu da yetmiyorsa sermâye
hareketleriyle kapatılması gerekir.

Türkiye hâli hazır durumda, dış ticâret dengesi açık veren bir ülke olup; bu açık, görünmeyen
kalemler içinde yer alan işçi dövizleri, turizm gelirleri ve sermaye hareketleri içinde yer alan dış
kredilerle kapatılmaktadır.

DIŞ YARDIMLAR

Alm. Auslandshilfen (f.pl.), Fr. Aides (f.pl.) èrangères, İng. Foreign aids. Devletlerin, diğer
ülkelerden sağladıkları para, mal, silâh ve çeşitli askerî malzeme şeklindeki yardımlar.

Dış yardımlar, bağlantılı ve bağlantısız olmak üzere iki kısımdır. Esas îtibâriyle hibe şeklinde
anlaşılması gereken bu yardımlar, bâzan uygun vâdeli ve düşük fâizli veya sonradan iâde edilmek
kaydıyla alınan askerî malzeme, araç ve gereçler de olabilir. Bağlantılı yardımlar şarta bağlıdır. Yâni
yardımı yapan ülke kendi lehinde bâzı şartlar koşar (üs verme, savaşa girme, belirli ülke veya ülkelerle
ilişiği kesme gibi) ve bunlar yerine getirildikten sonra yardımı taahhüt eder. Bağlantısız yardımlar ise

şarta bağlı değildir. Ama unutmamak lâzımdır ki, hiçbir devlet veya devletler çıkarları olmadan yardımı
düşünmez.

Meselâ, İkinci Dünyâ Savaşında ABD, İngiltere ve Rusya’ya çok miktarda tank ve uçak yardımında
bulunmuş; harpten sonra da Avrupa ülkelerine ve Türkiye’ye Marshall yardımı adı altında, daha
sonraları Truman Doktrini adı altında askerî yardımlarına devam etmiştir.

Türkiye ayrıca, Federal Almanya, Kanada ve İtalya’dan da askerî yardımlar almıştır.
1990 yılı ortalarında Kuveyt’i işgal eden Irak’a karşı Amerika Birleşik Devletleri öncülüğündeki BM
kuvvetleri tarafından yapılan kurtarma harekâtının başarıyla sonuçlanmasından sonra, çeşitli Avrupa
ülkeleri ve ABD tarafından zarar gören ülkelere yeterli olmayan yardımlar yapıldı (1991).

DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI

Alm. Aussenministerium (n), Fr. Ministèire (m) des Affaires Etrangères, İng. Ministry of Foreign
Affairs. Hükümetin diğer devletler ve bunların hükümetleriyle olan daha çok siyâsî münâsebetlerini
organize ve icrâ eden bakanlık.

Osmanlı Devleti döneminde dışişleri bir süre sadrazamlar tarafından yürütülmüş, daha sonra bu
görev Reisülküttaplara verilmiştir. On yedinci yüzyıl ortalarında Sultan Dördüncü Mehmed’in padişahlığı
arasında Dîvân-ı Hümâyûnun eski önemini kaybetmesi üzerine bu dîvânın başkâtibi durumunda bulunan
Reisülküttap elçilerle yapılması gereken görüşmeleri yürütmek, antlaşmaları müzâkere etmekle vazifeli
kılınmıştır. Sonraları dışişleri vekili durumuna geçen Reisülküttaplık 1836 yılında Sultan İkinci Mahmud
tarafından kaldırılmış, görev, Umûr-ı Hâriciye Nezâretine verilmiştir. Osmanlı Devleti yönetiminden
Cumhûriyet yönetimine geçildiğinde çağdaş çalışma usûllerine uygun yasalar çıkarılarak Bakanlık
günümüzdeki şeklini almıştır.

Türkiye Cumhûriyetinin dış politikasının temeli yurtta sulh cihanda sulhtur. Dışişleri Bakanlığı, dış
politikanın bu temel prensip doğrultusunda hedef belirleme çalışmaları yaparak, hükümetçe belirtilen
esaslar içinde dış ilişkileri yönetir. Ticârî antlaşmalar dışında antlaşma ve sözleşmeleri ilgili dâirelerle
işbirliği yaparak hazırlar ve sonuçlandırır. Devleti dışarda temsil eder ve devletle beraber vatandaşların
yabancılar karşısındaki haklarını korur. Dış politikayı etkileyebilecek her türlü dış ve iç gelişmeleri tâkip
eder. Milletlerarası kuruluşlar ve yabancı ülkelerle Türkiye’deki çeşitli kuruluşlar arasındaki teknik,
bilimsel, kültürel ve sosyal ilişkilere aracılık eder. İktisâdî, mâlî ve ticârî dış ilişkilerin politik yönleri

dolayısıyla ilgili dâirelerle işbirliği yapar, çalışmaları siyâsî bakımdan destekler. NATO nezdindeki sivil ve
askerî temsilcilerin başvurup danıştığı yerdir. NATO askerî birliklerine âit hukûkî konularla ilgilenir.
NATO enfrastürk çalışmalarını ve antlaşmaya dayanan siyâsî, askerî, mâlî her türlü çalışmaları koordine
eder ve NATO ilmî araştırma bursları ile ilgili işleri, yabancı ülkelerdeki Türk vatandaşlarının yasalarla
gösterilen işlerini görür.

Dışişleri Bakanlığı kendisine bağlı şu teşkilâtlarla görevini yürütür: Yüksek Siyâset Plânlama
Kurulu, Çok Taraflı İlişkiler Genel Müdürlüğü, İkili Siyâsî İlişkiler Genel Müdürlüğü, Ekonomik İşler
Genel Müdülüğü, Müşterek Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü, Kültür ve Enformasyon Genel Müdürlüğü,
Konsolosluk, Hukuk ve Sosyal İşler Genel Müdürlüğü.

DİALİZ

(Bkz. Böbrek)

DİAZO BİLŞİKLERİ

Alm. Diazoniumverbindungen, Fr. Composé de Diazo, İng. Diazo compounds. Bir aromatik veya
alifatik radikaline diazo (-N-N veya=N=NO) grubu bağlı olan organik bileşikler sınıfı. Diazo bileşiklerinin
hem aromatik hem de alifatik türleri bilinmektedir.

Aromatik diazo bileşikleri: Diazo bileşikleri kararlı olmadığından izole edilemezler. Ancak tuzları
hâlinde elde edilirler. Hattâ kuru diazonyum tuzları izomerler hâlinde üretilir ve endüstride böyle
pazarlanırlar. Diazonyum tuzlarının elde edilmesinde önemli bir metot primer aromatik aminlere,
mineral asit mevcudiyetinde nitröz asit etki ettirilmesidir:

Ar-NH2 + ONOH + HCI  [Ar-N2] Cl + 2H2O
Diazonyum tuzu

Kuru diazonyum tuzları patlayıcıyı olduklarından ekseriya sulu çözeltide hazırlanırlar. Bu maksatla,
aminlere 3/2 katı mineral asit mevcûdiyetinde sodyum nitrat etki ettirilir. Sıcaklık reaksiyon boyunca ve
sonunda 0-5°C arasında tutulmalıdır. Aromatik diazonyum bileşikleri çok aktif olduklarından laboratuvar
ve endüstri açısından ehemmiyet taşırlar. Meselâ sıcak su ile muâmele edildiklerinde N2 çıkışıyla
fenoller teşekkül eder:

[Ar-N2]Cl + H2O  Ar-OH +N2 + HCl
Fenol

Benzer tarzda birçok organik bileşik sentezi mümkündür. Diazo tuzları renksiz kristal bileşiklerdir.
Havada kararırlar. Kura hâldeyken ısıtmakla veya sürtmekle patlarlar. Kuvvetli asitlerin diazonyum
tuzları suda tamâmen iyonlaşırlar. Aromatik diazonyum tuzları boyar madde üretiminde de çok yaygın
olarak kullanılırlar. Meselâ, diazoaminobenzen ve p-hidroksiazobenzen birer boyar maddedir. Kezâ
diazonyum tuzları, ışığa olan hassâsiyetlerinden dolayı diazotip baskılar için kullanılırlar.

Alifatik diazo bileşikleri: En basit alifatik diazo bileşik diazometandır (H2C N2). Diğer bileşikler
bunun homologlarıdır. Diazometan sarımsı renkte, çok zehirli ve patlayıcı bir gazdır. Kimyâdaki önemi
bir metillendirme vâsıtası olarak kullanılmasıdır. Alifatik diazonyum tuzları RCH2N2Cl genel formülü ile
gösterilebilirler. Bunların endüstriyel önemi o kadar fazla değildir. Sâdece kimyâda, yapıların
anlaşılması için araştırmalara konu olmuşlardır.

DİCKENS, Charles

İngiliz roman ve fıkra yazarı. 1812’de İngiltere’nin Landport limanında doğdu. 10 yaşından
îtibâren hayâtını kazanmaya başlamış ve babasının borçlarından hapse atılması üzerine bir kundura
boyası imâlâthânesine girmiştir. Birlikte çalıştığı arkadaşları da kendisi gibi yoksul çocuklardı. Babasının
bir mîrasa sâhib olarak hapisten çıkması ve borcunu ödemesi üzerine, çalışmayı bırakmış ve mektebe
verilmiştir.

İki senelik bir mekteb hayâtının sonunda bir hukuk müşâvirinin yanında çırak olarak çalışan
Dickens, mükemmel bir stenografi öğrendiği gibi içinde yaşadığı hayâtın çeşit çeşit tiplerini ve
karekterlerini gözden kaçırmamış, hepsini zihnine nakşetmesini bilmiştir. Bu tecrübe ve hayât bilgisi
sâyesinde kendisine gazetelerin sâhip çıkma fırsatını kaçırmayan bu ünlü yazar, gazeteler adına,
maharetli bir şekilde meclis zabıtlarını tutmaya başlamıştır.

Bir adliye dergisindeki hikâyelerini yayınlamaya başlayan Dickens, dikkatleri üstüne çekmiş ve
teklifler almıştır. İlk romanı olan Bikvikin Sergüzeştleri neşredilince maddî sıkıntılardan kurtulmuş ve
servet sâhibi olmaya başlamıştır.

1837 yılından sonra şöhretini sağlayan romanları yayınlanmıştır. Geniş bir okuyucu kitlesi bulan
bu romanlar, mizâhî sahnelerle dolu örfe ve âdete yer veren âile romanları idiler. Bunların yanında
târihi romanlar da yazdı. Kendi hayâtını ve çocukluğunu ise David Copperfield (1850) romanı ile
anlattı. Bir ara Amerika’ya gitti. Altı ay kaldığı bu ülkede şehirden şehire giderek nutuklar verdi ve

eserlerinin en iyi kısımlarını şiir şeklinde okudu. Böylece büyük bir servetle İngiltere’ye döndü. Sonra
hicve yer veren Amerika’ya Dâir Notlar’ını neşretti. Dickens İngiltere’ye döndükten sonra öldü
(1870).

Vangtien gibi Dickens’i ilk romanlarına göre değerlendirenler onu romantik; Gillemin gibi bâzı
münekkidler ile son romanlarına göre ele alanlar realist devre içine sokmaktadırlar. O daha
çok romanlarında kendi çocukluğunun sefil ve talihsizliklerini anlatmış, eserlerinde yaşadığı hayattan
gelen çeşitli tiplerin yer aldığı bir dünya kurarak, fakir ve sefil sokaklara, mahkemelere, çeşitli
dalaverelere, şatolara yer vermiştir. Bu bakımdan Balzac’a benzeyen Dickens’in eserlerinde; senyörler,
hizmetçiler, tüccarlar, arabacılar gibi her cinsten tipler yer almıştır. Bu yönü ile o, umûmî olarak
realizmin içinde kalmış hattâ realistliği içinde zaman zaman lirizmde yer almıştır. Onunla İngiliz humour
(alaycı ve şakacı)u Svift’ten sonra ikinci bir temsilcisini bulmuştur. Fakat Dickens istihzâsını
haksızlıklara ve suistimâllere karşı kullanmıştır. Bu îtibârla, alayı ve eğlencesi tabiî ve mükemmeldir.
Belki eserlerinin kudreti ve canlılığını da buna borçludur. İnce bir istihzâcı olmakla birlikte, ahlâka
hizmet arzusu da vardır.

Dickens, yalnız İngiliz edebiyâtına değil, bu ülke dışı edebiyatlara da tesir etmiştir. 1850 yılından
sonraki Fransız realizmine onun tesiri vardır. Hattâ, Jack (Jak) ve Le Petit Chose (Küçük Şey)
romanlarının müellifi olan Alphonse Daudet, Dickens’ten bir yansımadır. Fransız edebiyâtı çocuk denen
varlığı onun sâyesinde ve Daudet’in kalemiyle tanımıştır.

Dickens yirmi civârında eserin sâhibidir. Eserlerinin belli başlıları; Esquisse (Taslaklar), Papiers
du Picwick Club (Pikvik Kulubün Kâğıtları), Oliver Twist (Oliver Tvist, 1838), Nicholas Nickleby
(Nikola Niklebi), Martin Chuzzlewit (Marten Şazlvit), Le Magasin d’Antiquites, David Copperfield
(David Koperfilt, 1859), Centes de Noel (Noel Hikâyeleri)dir.

DİCLE NEHRİ

Türkiye’de doğup birçok kolları olan ve Irak topraklarına geçip orada Fırat’la birleşerek
Şattülarap’ta Basra körfezine dökülen nehir.

Uzunluğu 1990 km (Bunun Türkiye topraklarında kalan kısmı 523 km ) olan Dicle, Güneydoğu
Toroslarda Maden Dağları kesiminde, Hazarbaba Dağının güney tarafında, Yıldızhan yanındaki bir
kaynaktan çıkar. Eskiden Hazar Gölünden beslenirdi. Şimdi gölle bağlantısı kesilmiştir. Kaynaktan

çıktıktan sonra Maden kasabası önünden geçerek, Maden Çayı adını alır ve güneydoğuya doğru dar ve
derin vadilerden geçip Diyarbakır şehrinin bulunduğu lav sahanlığının doğu kesimine paralel akar.
Burada nehir vâdisinin tabanı 600 m’ye iner. Diyarbakır’ın güneyinde 8 km mesâfede doğuya yönelir.
Bundan sonra kuzeyden Toros Dağları yamaçlarından inen başlıcaları Anbarçayı, Kuruçay, Pamukçayı ve
Hazroçayı, Batman ve Garzan sularını alır. Güneyden ve Mardin eşiğinden inen sel yatakları Göksu ve
Savur Çayı Dicle’ye katılır. Raman Dağının güney eteklerinde dar boğazlardan geçerek Botan Suyu ile
birleşerek onun doğrultusunda güneye döner.

Dicle Nehri, güneye doğru akarken Cizre kasabasının önünden Habur Suyu kavşağına kadar 40
km uzunlukta Türkiye-Suriye arasında sınırı meydana getirir. Habur Suyu ile birleştikten sonra Irak
topraklarına girer. Dicle, Irak toprağında çöküntü çukurdan akarak, dar boğazları aşar Musul’da Büyük
ve Küçük Zap sularıyla birleşir. Mezopotamya ovasına iner, bundan sonra Bağdat yakınlarında Fırat’a 35
km yaklaşır. Burada yine İran’dan gelen Piyale Nehri ile birleşir. Bu birleşmeden sonra tekrar Fırat’a
yaklaşır ve Kurna yakınında Basra’nın 64 km yukarısında Fırat’la birleşerek Şattülarap ismini alır. Basra
Körfezine dökülür.

Dicle Nehrinin suları yaz mevsimi sonlarına doğru azalır. Nisan ayında, nehrin yukarı çığırındaki
dağlarda karların erimesinden suları çoğalır, en yüksek seviyesine ulaşır. Dicle, marttan mayısa kadar
üç ay içinde, bütün yıl akıttığı suyun hemen yarısını akıtır. Rejimi düzenli değildir. Bu bakımdan bazı
yıllar haddinden fazla taşarak birçok zararlara sebeb olur. Bu sebeple zararlarını önlemek maksadıyla
Dicle’nin Mezopotamya’da kalan kıyılarına daha M.Ö. 3000 yıllarında setler yapılmıştır. Bu setler suların
taşmasını önlediği gibi ekilen arâzilerin yazın sulanmasını da sağlamıştır. Fakat setlere rağmen büyük
taşmalar önlenememiştir. Yirminci asırda çalışmaları ancak 1939’da başlamış ve Kut Barajı yapılmıştır.
1958’de Samarra ve 1961’de de Dokham Barajı yapılarak suların taşması önlenmiştir. Bugün sadece
Samarra ve Amarra arasında bir milyon hektarlık arâzi ekilebilir hâle sokulmuştur.

Dicle, eski Mezopotamya sınırını meydana getiren ırmaklardan biridir. Uzunluğu Fırat’tan daha
kısa olmakla beraber suyu daha çoktur. Dicle, günümüzde de sulama kanallarıyle sulama sağladığı gibi,
orta büyüklükteki taşıtlar nehrin ağzından Bağdat’a kadar, daha küçük boy taşıtlarsa Musul’a kadar
giderek ulaşıma katkıda bulunmaktadırlar. Bu nehirlerden ulaşım bakımından çok faydalanıldığı tarihî
kalıntılardan anlaşılmaktadır. Dicle kıyısında eskiden kurulmuş Ninova, Nemrut, Asur şehirlerinin eski
kalıntıları bunun en sağlam belgesidir.

DİELEKTRİK

Alm. Dielektrikum, Nichletiter, Fr. Dielectrique. İng. Dielectric. Elektrik techizatlarında birçok
şekillerde kullanılan izolasyon maddeleri. Dielektrik olarak cam, kâğıt vb. lifli maddeler kullanıldığı gibi
bâzı mineral yağlar da kullanılır. Seramik, mika, quartz ve mağnezya gibi dielektrikler (izolatörler)
mekanik olarak dayanıklı ve sıcaklığa karşı da dirençlidirler. Kauçuk ve bâzı plastikler esnek
olduklarından bâzı özel techizatlarda kullanılırlar. Dielektriklerin önemli bir uygulama alanı, elektrik
depolayan kondansatörlerde kullanılmasıdır.

Dielektrik sâbiti: Coulomb kânununa göre, aralarındaki uzaklık r olan q ve q’ elektrik yükleri
arasındaki kuvvet:

1 q.q’
F   .  dir.

D r2
D’ye ortamın “dielektrik sâbiti” denir. Yâni bir cismin dielektrik sâbiti iki elektrik yük arasındaki
elektrostatik kuvveti azaltan miktardır. Vakumda (tam havasız boşluk) D= 1’dir. Dielektrik sâbitinin
büyüklüğü nisbetinde iki yük arasındaki kuvvet o kadar azdır. Meselâ suyun dielektrik sâbiti oldukça
büyük olup, 80’dir. Yâni su içinde bulunan (+) ve (-) yüklü iyonların birbirini çekme kuvveti 1/80
oranında azalır. Su içindeki elektriksel çekme havadakinden 80 defa azdır.
Muhtelif Sıvıların 20oC’deki Dielektrik Sâbitleri
Sıvı-Dielektrik sabiti
Hidrojensiyanür-116
Amonyak-15,5
Su-80
Kükürtdioksit-12,4
Gliserol-56
Asetik asit-9,7
Nitrometan-39
Fenol-9,7
Metil nitril-37
Etilbromür-9,5
Nitrobenzen-36

Anilin-7,0
Metil alkol-33
Etilamin-6,3
İzopropil alkol-26
Hidrojensülfür-5,7
Etil alkol-25
Klorbenzen-5,6
Asetaldehid-21,6
Kloroform-5,1
Aseton-21,4
Kunduz yağı-4,7
n-butil alkol-16
n-amil alkol-16
Hidrojen klorür-4,6
Etileter-4,3

DİFERANSİYEL HESAP

Alm. Differentialrechnung (f), Fr. Calcul (m), differentiel, İng. Differential Calculus. Matematikte
y= f(x) gibi bir fonksiyonda x bağımsız değişkeninde meydana getirilen sonsuz küçük dx artımına
karşılık, bağımlı y değişkeninde meydana gelen dy artımı ile ilgili hesaplar. Kelime olarak fark anlamına
gelir.

Türev: Matematik analizin önemli kavramlarından biri. Bir fonksiyonun sonsuz küçük değişimlerini
inceleyen konu. En basiti dy/dx’tir ki, buna fonksiyonun incelenen noktadaki türevi denir. Geometrik
olarak teğetin eğimi ile ilgilidir. Türevin değişik bir fizik karşılığı da, hareket hâlinde bulunan bir cismin
âni hızıdır. Meselâ bir noktanın doğru üzerindeki hareketi belirli bir noktadan olan uzaklığı f (t) ile
ölçülüyorsa, âni hızı df/dt olarak belirtilir. Eğer artımlar sonlu bir değerde iseler, meselâ y=f (x)
fonksiyonunda x’deki x sonlu artımına y = f(x + x) - f(x) artımı karşı gelir. x ve y’ler küçüldükçe
dx ve dy’e yaklaşırlar. Buna göre y= f(x)in x0 noktasındaki türevi:

f(x° + Dx) - f(x°) f(x) - f (x°)

’(x°)  Lim   Lim 

Dx0 Dx xx° xx°

dir.

y = f(x) her noktada türevli ise

dy df
y’    f’ (x)   Dxf

dx dx
notasyonları kullanılır.

Maksimum ve minimum: sürekli fonksiyonların bir noktadaki teğeti yataysa bu nokta bir

maksimum veya minimum nokta olabilir. Bu ise fonksiyonun türevi sıfıra eşitlenerek kolayca aranabilir.

Diferansiyel denklem: Matematiksel fizik ve kimyâda olayları kontrol eden ifâdeler genellikle

fonksiyonu ve türevlerini ihtivâ ederler. İşte böyle aranan fonksiyonun türevlerini de ihtivâ eden

denklemlere “diferansiyel denklem” denir. Meselâ dy/dx = -ky bir diferansiyel denklemdir.

Kısmî türev: Eğer U gibi bir fonksiyon x,y ve z gibi birden fazla bağımsız değişkene bağlı ise,

U=U (x,y,z) bu hâlde türev işlemi her üç değişkene göre yapılabilir. Bu hâlde türevi alınmayan bağımsız

değişken sâbit gibi kabûl edilir. Birden fazla bağımsız değişken olmasındaki bu özel durum:

au au au
 ,  , 
ax uy az

yazılarak ayırt edilir. Bilinmeyen fonksiyonların bu çeşit türevlerini ihtivâ eden denklemlere ise kısmî
türevli diferansiyel denklemler denir.

Zincir kâidesi: Bir fonksiyonun bağımsız değişkeni, başka bir bağımsız değişkenin fonksiyonu

ise, yâni z=z (y) ve y=y (x) ise, ilk fonksiyonun esas bağımsız değişkene göre türevi zincir kâidesi

denilen:

dz dz dy
   
dx dy dx
ifâdesine göre hesaplanır.

Diferansiyel geometri: Matematiğin, türev işleminin anlamlı olduğu uzayları bu vâsıta ile

inceleyen koludur. Fonksiyonun bağımsız değişken sayısı uzayın koordinatlarına karşı getirtilebilir.

İncelediği temel büyüklükler eğri, yüzey, teğet, düzlem, normal vektör olarak sayılabilir.

Târihî gelişim: Diferansiyel hesap üzerinde batıda ilk çalışan İngiliz İsaac Newton’dur. 1665’te

yayınladığı çalışmalarında sonsuz küçük büyüklerden bahsetmiştir. Ancak daha büyük bir katkıya Alman

Gottfriend Wilhelm Leibniz sâhiptir. 1673’te günümüzde de kullanılan dx sembolünü vermiştir.

Almanya’da tutulmayan eseri, İsviçre’de Jakob ve Johann Bernoulli Kardeşler tarafından dikkatlice tâkip

edilmiş ve verilen hesap metodları uygulanmıştır. Daha sonra bu alanda ilk çalışan İtalyan Jacopo
Riccatti, Leonhard Euler, N.H. Abel ve Augustin Louis Cauchy olarak sayılabilir.

DİFERANSİYEL KUTUSU

Alm. Differentialgehause (n), Fr. Boîte (f) du diffèrentiel, İng. Differential gear. Diferansiyel
motorlu araçlarda viraj üzerinde hareket ederken, tahrik miline bağlı tekerleklerin farklı hızlarda
dönmesini sağlayan bir dişli takımı. Bu dişli, takım, bir kutu içinde, arka tekerlek millerinin önden gelen
tahrik mili ile birleştiği yerde bulunur. Araç düz yolda giderken bu dişli takım her iki milin de aynı hızla
dönmesini sağlarken, virajda dıştaki tekerleğe bağlı milin daha hızlı dönmesine müsâade eder. Bu
suretle her iki tekerlek de tam dönme yaparak ilerlerler. Jip veya inşaat makinaları gibi bazı araçlar çok
değişik zemin şartlarında hareket ettiklerinden bunlarda tahrik ön tekerleklere de iletilir ve ön
tekerleklerinde de diferansiyel kutusu bulunur.

Diferansiyel kutusu içine giren tahrik miline bağlı konik dişli (mahrutî dişli) akslardan biri üzerine
serbestçe dönebilecek şekilde yerleştirilmiş ayna dişlisini ve buna bağlı diferansiyel kafesini döndürür.
Diferansiyel kafesinin içine iki taraftan giren aksların ucunda bulunan konik dişliler yine bu kafese
yataklanmış iki tane konik dişli (istavroz dişli) vasıtasıyla birbirleri ile temas halindedirler. Araç düz
yolda giderken ayna dişlisinin tahrikiyle diferansiyel kafesi ve iki aks aynı hızda döndürülür. Bu
durumda kafes içindeki dişliler kafesle birlikte hep beraber dönerler. Birbirlerini döndürmezler. Viraja
girildiğinde dıştaki tekerleğe bağlı aks içtekine göre daha fazla döneceğinden aradaki dönme farkını
kafes içindeki konik dişliler istavroz dişliler vâsıtasıyla birbirleri üzerinde yuvarlanarak karşılarlar.
Burada aksların tahrik edildiği moment değişmemekte, sadece dönme sayıları değişmekte böylece
tekerleklerin virajda tahriki sağlanmaktadır.

Günümüzdeki arabalarda diferansiyel mekanizmasında düz konik dişliler yerine eğrisel tipte konik
dişliler kullanılmakta olup daha sessiz ve sarsıntısız çalışırlar, ömürleri daha uzundur.

DİFTERİ

Alm. Diphterie, Diphteritis (f), Fr. Diphtèrie, İng. Diphteria. Halk arasında kuşpalazı olarak da
bilinen, corynebacterium diphteriae isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda
yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık.

Bebeklerin 2-4 ve 6. aylarında tatbik edilen DBT karma aşısı içinde yer alan ve difteri mikrobunun
toksininin sayıflatılmasıyla yapılan difteri aşısının yaygın olarak kullanılması sebebiyle, günümüzde
aşılanmayanlarda tek tük ortaya çıkan bir hastalıktır.

Difteri basili, düz veya hafif bükük silindir şeklindedir. Kalınlık ve boyları değişiktir. 34-38
derecede ürerken toksinini (zehirini) salgılar. Toksin, insan ve bütün hayvanlar için oldukça tehlikelidir.
Dokularda harabiyet ve sinirlerde felç yapar.

Difteri oldukça yaygın bir hastalıktır. Soğuk mevsimlerde daha fazla görülür. İki yaşından önce
sâdece burun ve yara difterisi şeklinde raslanır. Çocuğa annesinden geçen antikorlar onu bir süre
hastalıklardan korur. Kuşpalazı tablosunu yapan tipik difteri özel bir anjin türüdür. Tipik hastalığını
yapabilmesi için boğazın lenf dokusunda ve özellikle bâdemciklerde tutunması gerekir. Bâdemcikler
ancak iki yaşından sonra olgunlaştıklarından ancak bu yaşlarda hastalığa duyarlık başlar. Daha sonra
çocuk dış çevre ile temâsa geçer. Oyun yaşında devamlı olarak sıcak-soğuk ve dış ortam etkilerine
mâruz kalır. Boğazda âdi bakteri iltihapları olur, doku direnci kırılır. Bu arada difteri basili de girerse,
hastalığın özel tablosu meydana gelir. Bir şahıs erişkin yaşlarına kadar difteri basili ile temas etmemiş
ise her yaşta hastalığa yakalanabilir. Büyüklerin hastalığı çocukların hastalığına göre daha hafif
geçmektedir.

Difterinin bulaşmasında hastalar ve taşıyıcılar rol oynamaktadır. “Portör” denilen taşıyıcılar
hastalığı bulaştırabilme özelliğinde olan ancak kendileri hastalık belirtilerini gösteremeyen kişilerdir.
Bunlar boğaz salgıları ile devamlı olarak difteri basilini yayarlar. Hastanın kullandığı çamaşır, havlu,
yemek takımları, oyuncaklar, vâsıtasıyla bulaşabilir.

Difterinin kuluçka dönemi ortalama 2 ilâ 4 gün arasında değişir.
Hastalık belirtileri: Difteri mikrobu, yerleşmiş olduğu organa göre değişik belirtiler yapar. Tek
başına difteri denince boğaz difterisi anlaşılır. Ayrıca gırtlak difterisi (krup), burun difterisi vardır.
Boğaz difterisi: Sinsi olarak başlar. Hastalarda neşesizlik, halsizlik, iştahsızlık olur. Bâzan
titreme ile 39-40 °C’ye çıkan ateş, başağrısı ve kusma ile başlayabilir. Toksinin kana karışmasının ilk
günlerinde nabız hızlanır. Hastanın rengi soluk sarıdır.
Difteri basili genellikle bâdemcikler üzerinde, bâzan da yutak üzerinde yerleşmiştir. Bâdemcikler
kızarmıştır, hafif şiştir. İlk 24 saat sonunda, bâdemcikler üzerinde sarı-gri renkte bir-iki nokta belirir,
sonra bunlar genişleyerek bir gün içinde bütün bâdemcik yüzeyini kaplayan yalancı bir zar yapar. Bu

zar giderek çevreye yayılır. Hastanın ağzı fenâ kokar. Çevre dokular şişmiştir. Yutak daralır, yutmayı
imkânsız bir hâle getirir. Yalancı zar, gırtlağa doğru da ilerleyerek, nefes almayı da zorlaştırır. Yalancı
zar, altındaki mukoza (örtüye) sıkıca yapışmıştır. Zorlanarak kaldırılırsa, altındaki mukoza kanar. Zarı
kaldırılmış mukoza üzerine ertesi gün bakılırsa yeniden zar meydana geldiği görülür.

Difteride boyundaki lenf bezeleri şişer, bu bezeler basmakla ağrılıdır. Hastalığın başlangıcında
görülen başağrısı, solukluk, halsizlik, hızlı nabız, idrarda protein bulunması mikrobun zehirinin kana
geçmesi ile ilgili belirtilerdir. Her geçen gün bunlar biraz daha ilerler. Kaslar iyice gevşer, hasta çok
halsiz ve sıkıntı içindedir. Bâzan şuur bozuklukları ve havâle görülebilir. Şiddetli durumlar koma ile
sonuçlanır. En mühim belirtiler dolaşım sisteminde görülür. Önce nabız sayısı artar. Hastalığın ikinci
haftasında tansiyonu oldukça düşen hastanın uçuk olan rengine morarma da eklenir. Kalp sesleri
giderek zayıflar, nabız sayısı azalır, kalp yetmezliğe girer. Çünkü zehir, kalp kasına da etki eder. Ağır
vak’alar ve zamânında tedâviye alınmayanlar, genellikle ikinci haftanın sonunda ölürler. Hiç idrar
yapamama hâli, ölümün yakın olduğunun habercisidir. Zehirlenmenin çok fazla olduğu vak’alarda ağız
ve burun kanamaları olur ki bunlar da ölümle sonuçlanır.

Difteri en çok anjinle karışır. Hekimin bunu nazarı dikkate alması gerekir.
Gırtlak difterisi (Krup): Genellikle 1 ilâ 5 yaşları arasında bulunan çocukların tehlikeli bir
hastalığıdır. Hastalığın 3 dönemi vardır.
a) Disfoni (Ses kısıklığı) dönemi: Ateş, öksürük ve ses kısıklığı ile sinsice başlar. İlk zamanlar,
bir soğukalgınlığı şeklindedir. Öksürük çift sesli havlar gibi ve serttir. Ses telleri şiştir ve kızarıktır. İlk
günlerde küçük olan yalancı zarlar hızla yayılır şişlik artar. Ses kısıklığı 2-3 gün sürer.
b) Ara ara gelen nefes darlığı dönemi: Şişlik ve yalancı zarlar, solunumu engellemektedir.
Hava daralmış aralıktan geçerken bir ses çıkartır. Nefes darlığı nöbetleri, hastanın heyecanlanmasından
sonra veya kendiliğinden olur, birkaç saate kadar sürer. Başlangıçta nöbetler arası uzundur. Sonra
gittikçe sıklaşır, ileri dönemde nöbet sırasında çocuk boğulur gibidir.
c) Nefes alamama dönemi: Gırtlak difterisinin sonudur. Sinir sistemi tembelleşir, reflekler
zayıflar. Hasta aldatıcı bir sükûnete girer. Kalp hızlı çarpar, solunum çok sathidir. Renk soluk mâvi olur.
Bundan sonra komaya giren hastada, arada sırada görülen havâlelerle hayat sona erer.
Gırtlak difterisi, ya burun difterisinden sonra veya boğaz difterisinin yayılması ile olur.

Burun difterisi: Belirtisi azdır, en mühimi tek veya iki yanlı burun akıntısıdır. Hastalık eskidikçe
akıntı koyulaşır, cerahatlı ve kanlı bir nitelik alır. Çok kez akıntı nezle sanılarak önem verilmediğinden
hastalık geç tanınır. Burundan zehirin kana karışması az olduğundan kalp ve damar belirtileri ve felçlere
rastlanılmaz. Uzun süre tedâvisiz kalan burun difterisi zehiri iç kulağı etkileyerek sağırlık yapabilir.
Bâzan gırtlak difterisine yol açabilir.

Burun difterisi genellikle iki yaşından önce görülür.
Solunum yolları dışı mukoza difterileri: Kulak difterisi nâdirdir. Burunda veya boğazda
bulunan difteri mikroplarının östaki borusu aracılığı ile orta kulağa geçmesinden olur. Ateş, kulak
ağrısıyla başlar. Zar delinebilir. Cerâhatli bir akıntı vardır.
Göz difterisi de nâdirdir. Genellikle boğaz, burun difterisi bulunanların mikrobu, gözlere
bulaştırması sonucu meydana gelir. Tedâvi edilmezse körlükle netîcelenir.
Dölyolu difterisi: Daha çok yaralanmalarda ve cinâi düşüklerde veya nâdir olarak operasyonlar
(ameliyatlar) sonucunda görülmektedir. Mikrop, tozlarla yara üzerine gelir veya taşıyıcı kişilerden
bulaşır. Değişik büyüklükte yuvarlak, oval veya düzensiz sınırlı, gri-sarımtrak renkte deri gibi kalın bir
cerahat örtüsü yapar. Had vak’alar kısa sürede, müzmin olanlar ise birkaç ayda kendiliğinden iyi olur.
Difteri felçleri: 3 ilâ 7 hafta içinde meydana gelirler. Felçlerin en çok görüldüğü yerler yumuşak
damak, göz, kalp, yutak, gırtlak, diyafram adalesi, çevresel sinirler ve bacaktır. Bu felçler, mikrobun
zehirine bağlı olarak hâsıl olur. Felç olan organların vazîfelerini yapamamalarına bağlı olarak değişik
belirtileri ortaya çıkar. Meselâ yumuşak damak felç olursa, hastanın içtiği su, burundan gelir ve hım hım
konuşur. Hasta iyiliğe dönerse, bu felçlerde yavaş yavaş iyileşir.
Difteri teşhisinde kullanılan Schick Testi, hastalarda çok defa pozitiftir. Hastanın kanında toksine
(zehire karşı) savunma cisimciklerinin (antitoksin) bulunmadığını gösterir.
Tedâvi: Hasta yatak istirahatine alınır (1.5-2 ay). Özel tedâvi antitoksik serumla yapılır. Bu
serum kandaki difteri zehrini, etkisiz hâle getirir. Ayrıca difteri zehiri, böbrek üstü bezini de
etkilediğinden bu hastalara kortizon ihtivâ eden ilaçlar iyi gelir. Direkt olarak difteri basilini öldürmesi
için de yüksek doz antibiotik gerekir. Hastaya serum takılır. Ağızdan da uygun sulu besinler verilir.
Gırtlak difterisinin nefes darlığı döneminde hayat kurtarıcı olarak, çok kere boğazı dışardan delip,
havanın buradan kolay giriş-çıkışını sağlamak gerekebilir ki, bu işleme, trakeostomi ismi verilir.
Difteriden korunma: Bunu sağlamak için:

1. Hastalar, tecrit edilmelidir.
2. Difteri mikrobunu taşıyan şahıslar testlerle tesbit edilip tedâviye alınmalıdır.
3. Her çocuğa okul öncesi yaşlarında difteri aşısı yapmalıdır. Okullarda ve sağlık ocaklarında bu
aşı, karma aşılar içerisinde uygulanmaktadır.

DİFÜZYON

Alm. Verbreitung, Sendung (f), Fr. Diffusion, İng. Diffusion. Molekül, atom ve iyonların üniform
(her yerde aynı) bir konsantrasyon (derişim) meydana getirmek üzere dağılmaları (yayılmaları) olayı.
Gaz molekülleri, aralarındaki çekim kuvvetlerinden kurtulmuş olduklarından kolaylıkla ve hızla difüze
olurlar (yayılırlar). Sıvılarda ise, moleküller birbirleri üzerinde serbestçe kayıp yuvarlanabilirler. Fakat
aralarındaki çekim kuvvetleri onları birbirine yakın tutar ve difüzyonları orta hızda sayılır. Katılarda
moleküller, katı bir yapı içinde büyük ölçüde titreşim hareketi yaparlar ve moleküllerin ferdî difüzyonları
oldukça yavaştır.

Moleküllerin hareket veya kinetik enerjileri mutlak sıcaklıkla doğru orantılıdır. Sıcaklık yükseldikçe
hareket artar. Dolayısıyla sıcaklık yükseldikçe difüzyon hızı artar.

Konsantrasyonu yüksek olan bölgeden az olan bölgeye doğru difüzyon her yönde aynıdır. Bir
bardak suya bir kaşık şeker konduğunda şeker, bardağın her yerinde aynı tatlılık (derişim,
konsantrasyon) olacak şekilde yavaşça dağılır. Aynı işlem sıcak suda yapılsa netîce çok daha çabuk
gerçekleşir.

Graham difüzyon kânunu: Aynı sıcaklık ve basınç altında çeşitli gazların difüzyon hızları
bunların molekül tartılarının (veya yoğunluklarının) karekökü ile ters orantılıdır.

Gaz difüzyonunun önemli bir uygulaması, izotopların birbirinden ayrılmalarıdır. İzotopların
kimyâsal özellikleri hemen hemen aynıdır. Fakat kütleleri ve tabiatıyla difüzyon hızları farklıdır. Meselâ,
parçalanabilen uranyum, uranyum tuzları karışımından bu metodla ayrılır. Karbon atomlarının çeliğe
difüzyonundan yararlanarak yüzeyi sert yâni aşınmaya mukavim fakat içi yumuşak darbeye dayanıklı
makina parçaları yapılır.

Kimyâsal reaksiyonlarda bilhassa katı hal reaksiyonlarında difüzyon hızının önemi büyüktür.
Bireysel moleküllerin hareketleri demek olan difüzyon olayı ile, yerçekimi sebebiyle meydana gelen
konveksiyon veya kütle taşınımı arasındaki farkı burada belirtmek gerekir.

DİKİLİTAŞ

Alm. Obelisk (m), Fr. Obelisque (m), İng. Erect stone monument; obelisk. Eskiden bir zafer veya
ölmüş birinin hâtırasını yaşatmak için yere dikey olarak dikilen yekpâre taşlar. Bunların üzerlerinde
yazılar ve kabartmalar da bulunur. Târihî ve arkeolojik kıymetler taşırlar. Bugün dünyânın önemli
şehirlerinde pekçok dikilitaş vardır. Bunlar çeşitli devirlerde bâzı sebeplerle dikilmişlerdir. Herbirisi ayrı
ebatta, ayrı şekilde ve ayrı kompozisyondadırlar. Kimisi bütün olarak bir tek şeyi anlatmaya çalışırken,
bâzıları kabartmalar ve duruş şekliyle bir şeyler anlatmaya çalışırlar.

Dikilitaşlar yapıldıkları devir ve yapan veya yaptıran milletlerin kültürleri hakkında bize bilgi
verirler. Günümüze kadar büyük bir kısmı korunarak gelebilmiş olan bu âbidelere günümüzde de önem
verilmiş ve koruma altına alınmışlardır. Bu dikilitaşların üzerlerindeki yazılar ve kabartmalar, taşın
dikiliş sebebi, diktiren kimsenin ismi, taşın dikiliş târihi gibi bilgiler taşırlar. Bâzıları da son derece
sâdedir veya hakkında bilgi edinilebilecek herhangi bir şey taşımazlar. Bunlara da halk tarafından
uydurulmuş isimler ve hikâyeler yakıştırılır.

Dikilitaşlar genellikle iki kısımda incelenir:
A. Târih öncesi devirlerine âit dikilitaşlar: Bu nevi dikilitaşlar da genellikle iki grup altında
incelenir:
1. Menhirler: Bunlar toprağa sağlamca oturtulmuş, yüksekliği 20 metreyi aşabilen kaba saba ve
yontulmamış âbidelerdir. İngiltere’de, Mısır-Karnak’da, Sibirya’da ve dünyânın diğer bâzı yerlerinde de
bu çeşit taşlara rastlanır.
2. Kromlekler: Dâire şeklinde dizilmiş dikilitaş gruplarına denilir. Özellikle İngiltere’de, İskoçya’da,
Norveç ve İsveç ile Baltık Denizi kıyılarında mevcuttur.
B. Târih devirleri dikilitaşları: Bu grupta incelenen dikilitaşlar ikiye ayrılır.
1. Steller: Çoğu zaman dikdörtgen biçiminde rastlanan, bir insanı veya mühim bir târihî hâdiseyi
anmak maksadıyla dikey olarak yerleştirilmiş taşlar olup, üzerlerinde yazılar, kitâbeler, çeşitli bitki ve
hayvan figürleri bulunur. Eski çağlarda yaşayan Mısırlılar, Mezopotamyalılar, Akkadlar, Asurlular,
Kasifler, Hititler, Urartular, Yunanlılar, Etrüksler, Amerika’da Mayalar, Orta Asya’da Hunlar, Göktürkler
tarafından bu tür dikilitaşlar yapılıp dikilmiştir. Orhun âbideleri bunlardan sayılır.
2. Obeliksler: Dört kenarlı olup da ucu yukarı doğru gittikçe incelen bir piramitle sona eren
sütunlara denilir.

Dünyânın en meşhûr dikilitaşları şunlardır:
İtalya’da Büyük Sirk (Circus Maximus)teki dikilitaşlar, Vatikan Obeliski, Carcalla Obeliski, Gnomon
Obeliski, Augustus Obeliskleri, Paris’te Luxor Obeliski, Londra Obeliski ve İstanbul Obeliksleri. Pekçok
ünlü Avrupa şehirlerinde de görülen bu dikilitaşlardan yurdumuzda da çok sayıda vardır. Yurdumuzda
bulunanlardan en eski ve en yeni târihlilerini bir arada İstanbul’da görmek mümkündür. Onun için eski
ve yeni târihlilerine örnek verebilmek için İstanbul’daki dikilitaşları ana hatlarıyla gözden geçirmek
lâzımdır.
İstanbul’da Bizans devrinden kalma çok dikilitaş vardır. Bunlar, Bizans İmparatorluğunun başşehri
olduğu için, İstanbul’un bir takım meydanlarına âbide şeklinde dikilmiştir.
Augusten Meydanı: Sultanahmed Câmii ile Ayasofya arasında kalan kısımdı. Burada ortada bir
zafer takı vardı. Bu zafer takının altında da “miliarum” adı verilen ve batıya bağlanan yolların başlangıç
noktasını gösteren, altından yapılmış bir miltaşı bulunmaktaydı.
Çemberlitaş: Bizans zamânında Constantin Formu’nun ortasında yer almaktaydı. İmparator
Constantin Helius tarafından 4. yüzyılın ilk yarısında dikilmiştir. Tepesinde İmparator Constantin
Helios’un yaldızlı tunçtan bir heykeli vardı. Bu âbide porfir taşından bir sütundur. Gördüğü zararlardan
dolayı tehlike arz edince ve sütunda çatlaklar meydana gelince, tunç çemberler ile çevrilip
sağlamlaştırıldı. Bu sebepten dolayı Çemberlitaş diye anılır. Taştan örülmüş kaidesi de Osmanlılar
zamânında yapılmıştır. (Bkz. Çemberlitaş)
Arcadius Sütunu: Bugünkü Cerrahpaşa semtinde bulunur. Bizans devrinde Herolophes
(Kurutepe) olarak da anılan bu semtte İmparator Arcadius kazandığı bir zaferin hâtırasına diktirmiştir.
İmparator Arcadius’un yaptırdığı bu sütundan dolayı Arcadii Formu (Meydanı) diye isimlendirilmiştir.
Arcadius Sütunu meydanın tam ortasında kalmaktaydı. Bugün evlerin arasında bulunmaktadır. Sütunun
içinde tepesine çıkmaya yarayan spiral şekilde bir merdiven vardır.
Gotlar sütunu: Sarayburnu’nda bulunan 4. yüzyılda yapılmış bir âbidedir. Basit bir kâide ve
korint başlığı bulunan bir sütundan ibârettir.
Kıztaşı: İmparator Marcianus tarafından beşinci yüzyılda diktirilmiştir. Fâtih’te ismiyle anılan
semttedir. Kaidesinde Nike (zaferi temsil eden ve ellerinde çelenk bulunan genç kızlar) kabartmaları
vardır. Bu sebepten kıztaşı denilmiştir. Mermerden ve üzerinde kabartmalar bulunan kâidesi üzerinde

duran ve üstünde kompozizit başlığı olan bir sütun hâlindedir. Başlığın üzerinde Tatianus isimli birisinin
imparator adına heykeli dikilmişti.

Atmeydanı: Bugün Sultanahmed Câmii ile İbrâhim Paşa Sarayı arasında kalan kısımdır. Bizans
zamânında burada hipodrom vardı. Hipodromun “spina” adı verilen orta kısmında sanat değeri olan
dikilitaşlar bulunur. Birisi İmparator Theodosius’un Mısır’dan getirip diktirdiği taş olup, Firavun Üçüncü
Tutmosis’in dikili taşıdır. Üzerinde çeşitli şekillerden meydana gelmiş eski Mısır alfabesiyle yazılmış
yazılar bulunur. l8.75 m yüksekliğindeki bu taş, dört cepheli olup, üst kısmı piramit şeklinde biter.
Bizans devrinde yapılmış bir kâide üzerindedir. Yine bu meydanda Firavun’un dikilitaşı ile Constantin
Porphyrogenetos’un yaptırdığı dikilitaşın arasında bulunan mâdenî bir sütun daha vardır. “Burmalı
Sütun” diye bilinir. Delphoi’den getirilip buraya Bizans devrinde dikilmiştir. Birbirine sarılmış üç yılandan
meydana geliyordu. Üst kısmında ise bugün kırılmış olan ve görülmeyen üç tâne yılan başı yer alırdı.

Bu meydanda üçüncü olarak Bizans İmparatoru Constantin Porphyrogenetos’un 10. yüzyılda
diktirdiği bir dikilitaş daha vardır. Biçim olarak Firavun’un dikilitaşına benzer ama bu, taşlardan örülerek
yapılmıştır. Bu da bir kâide üzerinde bulunmaktadır.

İstanbul’un fethinden sonra Osmanlıların son yüzyılına kadar sütun veya heykel şeklinde dikilitaş
dikilmemiştir.

DİKİŞ MAKİNASI

Alm. Nahmaschine (f), Fr. Machine (f) a coudre, İng. Sewing machine. Kumaş, deri, kâğıt gibi
birbirine tutturulması istenen şeylerin dikilmesinde kullanılan el, ayak ve elektrikle çalışan makina. İlk
makina, ağaçtan olup, deri dikmek için yapılmıştır. Bu makinayı 1790’da îmâl eden Thomas Saint
patentini almıştı. Aradan yarım asıra yakın bir zaman geçtikten sonra, 1830’da Fransız terzi Barthelmy
Thimmonier mekanik olarak çalışan makinanın berâtını aldı. Bu makinanın iğnesi bir ileri bir geri
giderek çalışıyordu. Tatbikatta pratik ve kullanışlı olması el emeği vererek bu işle uğraşanları memnun
etmemişti. Bu bakımdan boş kalacak olan yüzlerce işçi makinayı parçalamışlardı.

1846’da Amerikalı Elias Howe, dikiş makinasında mekik kullanılmasını geliştirerek bugünkü
modern dikiş makinalarının benzerini yapmıştı. Ancak Howe’un makinasına Amerika’da ilgi
duyulmamıştı. Howe, İngiltere’ye geçerek buradaki patent haklarını William Thomas’a satmıştır. Bu
şahıs daha sonra bu işten çok zengin olmuştur.

Daha sonra dikiş makinasına ilgi duyan Amerikalı Isaac M. Singer, kalp şeklinde bir parça ilâve
ederek, Howe’un eğri iğnesi yerine düz iğne kullanmıştır. Amerikalı Allen B.Wilson da yaptığı ilâvelerle
sürekli dönme hareketini sağlamış ve dikiş hızını arttırmıştır. Dört hareketli beslemeyle dişli alt plak
kumaşı ilerletmekte ve süreklilik sağlamaktadır. Howe, Amerika’ya geldiğinde Singer şirketini ve
diğerlerini patent haklarından dâvâ etmiştir. 1870’te o zamanda alınan patentlerin zamânı dolmuştur.

İlk elektrikli dikiş makinası 1889’da Singer Şirketi tarafından piyasaya sürülmüştür. Ancak, ev
makinaları 1920’lerde yaygınlık kazanmıştır. Zikzag makinalar ise, İkinci Dünyâ Harbinden sonra
Amerika’da ortaya çıkmıştır. Zikzag makinalarla ev dikişi yeni bir canlılık kazanmıştır. Bu makinalarla
değişik süslü dikişler yapmak, ilik açmak ve düğme dikmek gibi işler de yapılabilmektedir.

Ev dikiş makinaları dakikada 1500’e kadar dikiş yapabilir. Sanâyide olanlar ise dakikada 5000’e
kadar ulaşabilir. Tek iğne yanında çok iğneli olan makinalar da mevcuttur.

Dikiş makinaları zincir dikişli ve kapalı dikişli diye ikiye ayrılabilir. Zincir dikişte iğne deliğinden ve
kumaştan geçen tek bir iplik mevcuttur. İplik çekilerek zincir yapılarak dikiş sürdürülür. Bu tür makina
daha çok çuval, çantadaki dikişlerde kullanılır.

Kapalı dikiş yapan makinalarda ise, dikiş iğnesi kendisinden geçen bir iplik ve masuradan gelen
iplikle dikişi yapar. Bu tip makinalar kumaş, deri, ayakkabı dikiminde kullanılır.

Ev dikiş makinalarının çoğu, düz dikiş veya zikzag dikiş makinalarıdır. Düz dikişte iğne aşağı
yukarı doğru hareket ederken, düz dikiş yapar. Zikzagda ise iğne aşağı yukarı yanında, yana da hareket
eder. Bu sûretle eğrisel dikişler veya şekilli dikişler ortaya çıkar.

Basit ve modern dikiş makinalarının uç kısmında bulunan iğneleri düşey ve ucu deliklidir. Üstte
bulunan makaranın ipliği bu delikten geçer. İğnenin altında gizli olarak bulunan mekikteki ipliğin ucu ile
iğneden geçen ipliğin ucu dikilecek kumaş üzerinde birleştirilir. Makinanın kolu el, ayak veya elektrikle
çevrilince, iğne alçalır ve kumaşı deler. Böylece kumaşın alt yanında bir ilmek bırakır ve hafifçe yukarı
yükselir. Bu sırada mekik ilerliyerek içindeki ipliğin ucunu ilmekten geçirir. Yukarı doğru kalkan iğne
kendi ipliğini çeker, ilmik gerilir ve mekiğin bıraktığı ipi sıkıştırır. Dikiş boyunca bu hareket saniyede 50-
100 arasında olacak şekilde büyük bir hızla devâm eder.

Eski tip dikiş makinalarında mekik yatay olarak gedip gelecek şekilde yapılmıştı. Modern
makinalarda mekik yuvarlak, tam ve yarım devirlidir. Memleketimize ilk gelen makinaların ekserisi el ile

çalışan tiptendi. Sonraları ayaklı olanları kullanılmaya başlandı. Günümüzde modern elektrikli makinalar
daha çok kullanılmaktadır.

Eskiden makinalar düz dikiş ve kenar bastırmak için kullanılırdı. Bugün ise değişik işlerde değişik
maksatlar için kullanılmaktadır. Kumaş ve deri konfeksiyon sanâyinde, ayakkabı sanâyinde, ev
dikişlerinde çeşitli tipleri kullanılmaktadır. Memleketimizde değişik isimlerde çeşitli dikiş makinaları îmâl
edilmektedir.

DİKSİYON

Alm. Diktion, Fr. Diction, İng. Diction. Konuşmada, kelimenin seçilmesi, imlâsına ve veznine göre
söylenmesi ve ifâdenin râhatlıkla anlatılması. Fesâhat, belâgat, telaffuz ve nâtıka kelimelerinin ifâde
ettiği mânâların toplamı.

Tiyatro, piyes gibi sahne oyunlarında, radyoda, televizyonda hitâbette, şiir okumada, sözle ilgili
sanatlarda diksiyonun önemi büyüktür. Mânâ ve ses bakımından cümleye uygun düşen kelimeyi
seçmek, seçilen kelimeyi, ses tonunu vererek doğru bir şekilde söylemek, fikri, az kelime ile öz olarak
ifâde edebilmek sanatıdır. Bu işin başarılı olabilmesi için; yaratılıştan gelen bir kâbiliyetin bulunması,
konuşma organlarının sağlam ve işlek olması lâzımdır. Konuşulan her sözün, söylenilen nutkun, okunan
şiirin tesirli olabilmesi için, sesin tonu, âhenginin, jest ve mimiklerinin birbirine uygunluğu gerekir.
Bunlar da konuya, dile, davranışa, kelime hazînesine bağlıdır. Diksiyon, yukardaki şartlar bulunmakla
berâber uzun süre çalışma ister.

Diksiyonun bölümleri:
Ses eğitimi: Ses, solunum, vurgu, durak, ses tonu.
Kelime eğitimi: Kelimelerin seçimi, kelimenin söylenişi. Vurguya dikkat edip kelimeleri birbirine
ulama veya durakları ayarlama.
Söz akımı: Sözlerdeki canlılık, noktalamalara dikkat etmek.
Anlatım: Anlatımda tabiîlik, üslûp, açıklık, ses kuvveti, tasavvur, incelik, hareket, taklit.
Jest ve mimik: Jest ve mimikleri ayarlamaktır.
Diksiyonun metodları:
1. Dinleyeni inandırmak ve hayecanlandırmak.
2. Dinleyenin hoşuna gitmek, bıktırmamak, sıkmamak, usandırmamak, açık ve gerçek konuşmak.


Click to View FlipBook Version