The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-11-25 09:40:50

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Keywords: Yeni Rehber Ansiklopesidi

önce Londra’da, sonra birkaç kere de Hindistan’da basılmış, 1928’de Türkçesi yayınlanmıştır. Kitapta
şöyle demektedir:

Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, Müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebeb
olmuştur.Müslümanlar muharebede kılınca boyun eğen yabancı din adamlarını, dâimâ afla
karşılamışlardır. Juryo diyor ki: “Müslümanların Hıristiyanlığa karşı davranışı, papalığın ve kralların
müminlere uygun gördüğü muâmele ile aslâ kıyas edilemez. Meselâ 1572 yılı Ağustosun 24. günü, yâni
Saint Bartelemi yortu günü, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emriyle Paris civârında 60.000
Protestan öldürüldü. Böylece nice işkencelerle dökülen Hıristiyan kanları, Müslümanların harp
meydanlarında döktükleri Hıristiyan kanlarından kat kat daha fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış
insanı İslâmiyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir
vesîkası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslümanların,
gayr-i müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir çocuğunki kadar yumuşak olmuştur”

John Davenport’un bu kitabı misyonerler tarafından piyasadan toplanıp kaybedilmek istenmiştir.

DÂVUD ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdârdı. Soy
bakımından Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna dayanır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır.
Kudüs’te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefât etti. Kendisine İbrânî dilinde Zebûr kitâbı verildi. Sesi çok
güzel ve tesirliydi. İsmi Kur’ân-ı kerîmde on altı yerde geçmektedir.

Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına birçok peygamberler gönderdi. Bu
peygamberler insanları Tevrât’ın hükümleriyle amel etmeye dâvet ettiler. Fakat zaman geçtikçe
azgınlaşan İsrâiloğulları, Tevrât’ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini dinlemediler, ahlâkları
tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût’u karşılarına belâ gönderdi. Câlût,
İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket
işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût’un üzerine yürüdü. Tâlût’un ordusunda bulunan Dâvûd
aleyhisselâm, Câlût’u öldürdü. Tâlût’un ölümünden sonra, Dâvûd aleyhisselâm İsrâiloğullarının
hükümdârı oldu. Bir müddet sonra Allahü teâlâ kendisine peygamberlik vazîfesi ve Zebûr adlı kitabı
verdi. İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Filistin, Sûriye ve Arap

Yarımadasının birkısmını fethederek memleketi genişletti. Kudüs’ü başkent yaptı. Ayrıca Amman, Haleb,
Nusaybin ve Ermenistan’ı da fethetti.

Mescid-i Aksâ adıyla Kur’ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin
yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyet ederek, yüz yaşında vefât etti. Kabrinin
Kudüs sûru dışında olduğu rivâyet edilir.

Dâvûd aleyhisselâmın çok güzel ve tesirli sesi vardı. Kendisine İbrânî dilinde Zebûr kitabı geldi.
Bu kitap, manzum şeklinde olup, eski manzum kitapların en meşhurudur. Zebûr, meşhur dört ilâhî
kitaptan biri olup, Tevrât’tan sonra gönderilmiştir. Vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât’ı
kuvvetlendirdi. Onu açıklayıp onunla amel etmeye çağırdığından,Tevrât’ın hükümlerini yürürlükten
kaldırmadı. Dâvûd aleyhisselâm, hazret-i Mûsâ’nın getirdiği dîni kuvvetlendirdiğinden resûl olmayıp,
Benî İsrâil’e gönderilen nebîlerden biridir.

Dâvûd aleyhisselâm çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Gündüzü oruçla, geceyi namaz kılarak ibâdetle
geçirirdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyurdu. Bir gün oruç tutar, öbür gün tutmazdı.

Allahü teâlâ mûcize olarak dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr’u
okumaya başlayınca, kuşlar havadan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr’u tekrar ederlerdi.

Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme
mûcizesi vermişti. Demirden zırh yapar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı.
Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd’un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi.

Kur’ân-ı kerîmde Bakara, Nisâ, Mâide, En’âm, İsrâ, Enbiyâ ve Sâd sûrelerinin birçok âyet-i
kerîmelerinde Dâvûd aleyhisselâmdan bahsedilmektedir.

DÂVUD EFENDİ

On beşinci yüzyılda Bursa’da yetişmiş olan evliyâdan. Büyük velî Emîr Sultan hazretlerinin
dördüncü halîfesidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1499 (H. 904) senesinde Bursa’da vefât etti.

Önceleri Bursa’daki Muhammed Han medresesinde ilim tahsiliyle meşgûlken, Emir Sultan
hazretlerinin halîfelerinden Lütfullah Efendinin üstün hâllerini görerek onun hizmetine koştu ve
sohbetlerinde bulundu. Lütfullah Efendinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişerek ilim ve ahlâk yönüyle
olgunlaştı, tasavvuftaki yüksek derecelere kavuştu. Bu durumu gören eski talebeler; “Biz ondan çok
önce hizmet ve sohbete kavuşmuşken, Dâvûd Efendi hepimizi geçti. Bu ne iştir?” dediler. Bu sözü

duyan Lütfullah Efendi; “Rehbere her bakımdan teslim olmayınca, maksada kavuşmak ham hayâldir.”
buyurarak, işin iç yüzünü açıkladı.

Dâvûd Efendi, Lütfullah Efendinin kızıyla evlenip dâmâdı oldu. Lütfullah Efendinin vefâtından sonra
hocasının yerine ilim öğretmeye devâm etti. 1499 senesi Receb ayında vefât etti. Bursa’da Emîr Sultan
Câmii şerîfi civârında defnedildi.

DÂVÛD PAŞA (Koca, Derviş)

Sultan İkinci Bâyezîd devri sadrâzamlarından. Arnavut asıllı devşirme olup, Müslüman olduktan
sonra kâbiliyetli görüldüğünden Enderûn’a alınıp yetiştirildi.

Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Anadolu Beylerbeyliği hizmetinde bulundu. 1472’de Karaman
vâlisi Şehzâde Mustafa ile Akkoyonlu hükümdârı Uzun Hasan’ın yeğeni Yusufça Mirzâ arasında vukû
bulan harpte Şehzâde’nin maiyetinde çarpışmaya katıldı. 1473 yılında meydana gelen Otlukbeli
Muhârebesinde ise öncü kuvvetlerin komutanı olarak hizmet etti. 1476’da Fâtih Sultan Mehmed Hanın
Boğdan ve Macaristan seferlerine Anadolu Beylerbeyi olarak katıldı. 1478’de Süleymân Paşa yerine
Rumeli Beylerbeyi oldu. Bu görevdeyken Arnavutluk’un fethi için fevkalâde hizmet etti. Bu muharebeler
için döktürdüğü çeşitli toplarla askerlikteki üstün kâbiliyetini göstermişti. Leş, Digros ve Gölbaşı denilen
yerleri bu toplarla zaptettikten sonra İşkodra’nın ele geçmesini de kolaylaştırdı.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın vefâtı üzerine tahta geçen Sultân İkinci BâyezîdHan zamanında vezir
oldu. 1483’te İshak Paşanın yerine sadrâzamlığa tâyin edildi. Tam on beş sene bu mühim hizmeti
mahâretle yürüttü. Sadrâzamlığı sırasında iki defâ sefere çıktı. Birçok yerlerin Osmanlı ülkesine
katılmasını sağladı. Hersekzâde Ahmed Paşanın yenilerek esir düşmesi üzerine 1487’de Memlûklüler
üzerine yapılan muhârebenin komutanlığını yürüttü. Adana ve Tarsus’u ellerinden aldı. Memlûklüler ile
harp çıkmasına sebeb olan Karaman Beyi Turgut oğlu Mehmed Beyi tâkib etti ise de yakalayamadı.
Bulgar dağlarında yaşayan ve Karamanlılara bağlı olan Varsak Türkmenlerini Osmanlı Devletine bağladı.
1497’de sadrâzamlıktan alınarak Dimetoka’da oturmaya müsâade edildi.

1499’da burada vefât eden Dâvûd Paşa, İstanbul’a getirilerek kendisinin yaptırdığı câmi-i şerîfin
mihrâbı önündeki özel türbesine defnedildi.

Gâyet dindâr ve dirâyetli bir vezir olan Dâvûd Paşa, âlimleri sever ve hürmet ederdi. Ordu
hizmetlerinde bulunduğu sırada çoğu defâ en ön safta yalın kılıç düşman üzerine yürürdü. Çocukluk

yaşlarından beri hiçbir seferden geri kalmamıştı. Bu seferler esnâsında ele geçen ganîmetleri isrâf
etmediği için zengin olmuştu. Fakirleri gözetip onlara yardım etmeyi pek severdi. Âbid, zâhid ve
mücâhid idi. Yâni çok ibadet eder, dünyaya düşkün olmayıp, Allah’ın dînini yaymak için hiçbirşeyden
çekinmezdi. İstanbul’da büyük bir câmi-i şerîf (Dâvûdpaşa semtinde), bir medrese, imâret, mektep ve
çeşme yaptırmıştır. Ayrıca İstanbul’da şehrin dışında Osmanlı ordularının Rumeli seferlerine çıkmak için
hazırlık ve toplantı yeri olarak yaptırdığı Dâvûdpaşa Kışlası meşhurdur (Bkz. Dâvûdpaşa Kışlası).
Dâvûdpaşa Külliyesindeki kitâbenin metnini Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde Ahmed Şemseddîn Efendi
yazmıştı. Hattı ise Hamdullah Efendiye âittir.

DÂVÛD-İ ANTÂKÎ

On altıncı yüzyılda yetişmiş meşhur tıb âlimi. İsmi, Dâvûd bin Ömer el-Antâkî’dir. Aslen
Antakyalıdır. Doğum târihi belli değildir. 1599 (H. 1008) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Dâvûd-i Antâkî, ilimdeki başarılarını gerçek bir ilim atmosferinde yetişmesine borçludur. Özellikle
babası onun ilim adamı olması için çok gayret sarf etti ve şefkatle üzerinde durdu. Önce Kur’ân-ı kerîmi
ezberledi. Mantık ve matematik ilmini ve Yunancayı öğrendi. İslâm ve fen ilimlerinde de çalışarak,
yetişti. Antakya’dan Kâhire’ye gittiği zaman, birçok ilimde söz sâhibiydi. Burada çalışmalara başlayarak,
tabîb ve eczâcıların üstâdı oldu. Şöhreti dört bir yana yayıldı. On altıncı asırda İslâm âleminde onun
derecesine ulaşan bir tabîb ve eczâcı görülmedi. Kendinden önceki tıb ve eczâcılık alanındaki âlimlerin
çalışmalarına esaslı katkılarda bulundu.

Dâvûd-i Antâkî, tıb ilmindeki başarıları sebebiyle “Hakîm, mâhir, ferîd (biricik âlim)” gibi lakaplarla
anıldı. İlmî çalışmalarında tıbbî konulara daha çok ağırlık verdi ve gerçek bir tıp otoritesi oldu.
İnsanlara, hastalıkların tedâvi usûllerini nezâketle îzâh eder, sıhhati muhâfaza metodlarını öğretir ve
pratik esaslarını telkin ederdi.

El-Antâkî, sâdece tıp ve eczâcılık alanındaki çalışmalarla yetinmeyerek, kimyâ, astronomi, fıkıh ve
diğer ilimlerde de ince bilgilerin sâhibi olmak için çalıştı. O, ilimleri sınıflandırıyor, tasniflerini yapıyor,
konularını ve ana meselelerini belirtiyordu. Ömrünün son zamanlarında gözleri kör oldu.

Tıb ilmi hakkında şöyle demektedir. “Bu ilme son derece kıymet vermek ve saygı duymak, ehline
karşı mütevâzî olmak gerekir. Yayılması için de çalışıp gayret göstermelidir. Fakat dikkat edilecek
mühim bir husus vardır; o da bu ilmi, alçak, ahlâksız, sâdece kendi menfaatini düşünen rezil kimselere

kaptırmamaktır. Gayretsiz, himmet ve idealsiz kimseleri bu ilimden uzak tutmalıdır. Eğer buna dikkat
edilmezse, hem ahlâksızlık ve yolsuzluklara yol açılmış, hem de nice hastaların ölümüne sebeb olunmuş
olur.”

Dâvûd-i Antâkî, Tezkiresi’nde eczâcılık hakkında şöyle demektedir: “Asrımızdan önce yaşamış
olan İslâm âlimleri, eczâcılık ilminde de çok derinleşmişlerdi. İlâç yapılacak çok çeşitli madde tesbit
etmişler, bunların tıbbî faydalarını araştırıp bularak ilâç yapılış usûllerini de belirlemişlerdi. Öyle ki,
onların eserlerinin gâyet muntazam, sistemli olduğunu açıkça görüyoruz. Biz sonra gelenler, işte o irfân
yıldızlarından istifâdeye ve o uçsuz ilim deryâlarından birkaç yudum almaya çalışıyoruz.” Eczâcılık
sâhasında otlardan, hayvanlardan ve kimyevî maddelerin her çeşidinden istifâde ederek, bu alanda
önemli tesbitlerde bulundu.

Dâvûd-i Antâkî birçok eser yazdı. Eserlerinden başlıcaları şunlardır:
1.Tezkiret-ül-Elbâb vel-Câmia lil-Ucûb-il-Uccâb: Dâvûd-i Antâkî, bu eserini bir giriş bölümü
ile dört kısım ve netîce bölümü şeklinde hazırladı. Giriş bölümünde ilimlerin ve mevzûlarının tasnifini
yaptı. Birinci bölümde, tıbbın temel konularını; ikinci bölümde, eczâcılık maddelerinin tesbiti ve îzâhı ile
terkibini; üçüncü bölümde, belli başlı ilâçların hazırlanışını; dördüncü bölümde, hastalıkların tesbit ve
teşhisiyle bunlara tatbik edilecek ilâçları ele aldı. Netîce bölümünde de tıb ilmiyle ilgili bâzı garip
hâdiselerle latîfe ve nükteler üzerinde durdu.
2. Risâle fil-Fasdi vel-Hacâmat: Kan aldırmak ve hacamat yaptırma yoluyla yapılan tedâvi
usûllerine dâir bir eserdir.
3. Nüzhet-ül-Ezhân fî Islâh-il-Ebdân: Bu eser bir giriş bölümü ile yedi kısım ve bir sonuç
bölümünden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, tabiî hâdiseler; ikinci bölümde, insan anatomisi;
üçüncü bölümde, hastalıkların oluş sebepleri; dördüncü bölümde, insanın dış yapısının özellikleri;
beşinci bölümde, sağlık konusunda tavsiyeler; altıncı bölümde, hastalıkların ayrıntıları; yedinci bölümde
ise, bedenî hastalıkları anlatmaktadır.
4. En-Nüzhet-ül Mübehhece fî Teşhîs-il-Ezhân ve Ta’dîl-il-Emzice: Eser, iç ve dış
hastalıkların teşhis ve tedâvi usûlleriyle ilgili olup, ayrıca bütün bedeni ve bünyeyi saran hastalıklar ve
tedâvileri hakkında da bilgi vermektedir.

El-Antâkî, geniş ilmine ve ömrü boyunca yılmadan yaptığı tetkiklere rağmen, Ehl-i sünnet
olmayan hurûfîlik fırkasındandı. Buna sebep, İbn-i Sînâ’nın bozuk fikirlerinin etkisinde kalmasıydı. Ehl-i
sünnet âlimleri, kendisini îtikâd yönüyle red, ilim yönüyle takdir etmişlerdir.

DÂVÛD-İ KAYSERÎ

Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde yetişen âlim ve velîlerden. Asıl adı; Dâvûd bin Mahmud bin
Muhammed, lakabı Şerefüddîn’dir. Dâvûd-i Kayserî diye meşhur olmuştur. Doğum târihi kesin olarak
bilinmemekte ise de, 1258 (H. 656) veya 1261 (H. 659) senelerinde doğduğu tahmin edilmektedir.
Kayseri’de doğmuştur. Karaman’da doğduğunu söyleyenler de vardır. 1350 (H. 751) senesinde İznik’te
vefât etti.

İlk önce Kayseri ve çevresinde ilim tahsil etti. Sirâceddîn Urmevî’den Arapça ile mantık, kelâm,
usûl-i fıkıh ve diğer dînî ilimleri öğrendi. Kayseri’de zamânının usûlüne göre tahsilini tamamladıktan
sonra, ilmini ilerletmek maksâdıyla Mısır’a gitti. Kâhire’de üç-dört sene kalıp hadîs-i şerîf, tefsir ve diğer
aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Zekâsı, çalışkanlığı ve ilimdeki yüksek derecesiyle akranları arasında çok
parladı. İran’ın Sava şehrine giderek, Sadreddîn-i Konevî’nin talebelerinden Kemâlüddîn Kâşânî’nin
talebeleri arasına katılıp, onun sohbetlerinde bulundu. Onun rehberliğinde tasavvuf yolunda ilerleyip,
yüksek derecelere kavuştu. Aynı zamanda zamânının fen ilimlerinde yüksek bir dereceye ulaştı. Onun
ilimdeki üstünlüğü, derecesinin yüksekliği Anadolu’da meşhur oldu. Bu sırada İznik’i fetheden Osmanlı
Sultânı Orhan Gâzi ilk olarak yaptırdığı Orhâniye Medresesine Dâvûd-i Kayserî’yi müderris tâyin etti.
Vefâtına kadar bu medresede ilim öğretip, pekçok âlim yetiştirdi. Böylece ilk Osmanlı medresesinin ilk
müderrisi olan Dâvûd-i Kayserî’nin talebeleri, Osmanlı Devletinin ilk ilmiye heyetini teşkil etmiştir.
Hayâtını ilim öğrenmek ve öğretmekle geçiren Dâvûd-i Kayserî 1350 yılında İznik’te vefât etti. Çandarlı
Halil Paşa Câmiinin karşısında ve bugün Çınardibi denen yerde defnedildi.

Dâvûd-i Kayserî, enerjitizm, yâni tabîatta var olan her şeyin esâsını ve bütün tabîat olaylarını
enerji ve enerji değişimiyle açıklayan bir fizik doktrininin kurucusudur. Enerjitizmin kurucusu olduğu
iddiâ edilen Alman kimyâcısı Wilhem Ostwald’dan yaklaşık altı asır önce yaşayan Dâvûd-i Kayserî âlemi,
görünür ve görünmez, maddî ve rûhî, her türlü varlıkların toplamı olarak târif etmiştir. Âlemdeki bütün
varlıklar, Allahü teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının tecellîsi, akisleridir. Tabiattaki her şey atomlardan ve
moleküllerden meydana gelmiştir. Ona göre, tabiat kendi özünde enerjiden başka bir şey değildir. İlk

enerji olan ve Kur’ân-ı kerîmin Fussilet sûresi 11. âyetinde bildirilen “Duhan” birçok şekiller aldı ve
varlıkların şeklini belirleyen su, hava, ateş ve toprak gibi ilk dört unsura dönmüştür. Varlıkların
atomlardan ve moleküllerden teşekkül ettiğini, onların farklılıklarının atomların sayı ve diziliş
farklarından kaynaklandığını söyleyen Dâvûd-i Kayserî kendinden önceki Yunanlı atomculardan farklı
olarak, ilk defâ atomların enerji yüklü olduğunu söylemektedir.Suyu, beyaz atom ve hayat sırrı olarak
nitelemiş, belki de ondaki statik ve dinamik enerjinin önemini ilk defâ anlatmak istemiştir.

Eserleri:
İlim ve fazîlette yüksek, güzel ahlâk sâhibi, çok ibâdet eden, dünyâya önem vermeyen ve çok
merhâmetli bir zât olan Dâvûd-i Kayserî, başta tasavvuf olmak üzere kelâm sahasında eserler vermiş
ve felsefeyi tenkid eden eserler yazmıştır. Bu eserlerden bâzıları şunlardır:
1)Matlau Husûs-il-Kelîm fî Maâni Füsûs-il-Hikem: Muhyiddîn ibni Arabî’nin Füsûs-ül-Hikem
adlı tasavvufî eseri üzerine yazdığı şerhtir. Bu eser, ilk defâ Tahran’da, ikinci defâ olarakHindistan’da
basılmıştır. 2)Nihâyet-ül-Beyân fî Dirâyet-iz-Zamân: Bu eserinde felsefecileri bilhassa Aristo ve
Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî’yi tenkid etmiştir. 3)Keşf-ül-Hicâb an Kelâmı Rabb-il-Erbâb: Kelâm ilmine
dâirdir. Mu’tezilenin ve Kerrâmiye fırkasının bozuk inanışlarına cevaplar verilmektedir. 4)Tahkîku Mâ-
il-Hayât ve Keşfu Esrâr-iz-Zulümât, 5) Esâsu’l-Vahdâniyye ve Menbeu Ferdâniyye, 6)Şerh-ul-
Kasîdet-it Tâiyye, 7)Şerh-ul-Kasîdet-il-Mîmiyye.

DÂVÛD-İ TÂÎ

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin talebelerinden ve evliyânın önde gelenlerinden. İsmi,
Dâvûd bin Nâsır-ı Kûfî, künyesi Ebû Süleymân’dır. Aslen Horasanlı olup, Habîb-i Acemî’nin ve İmâm-ı
A’zam’ın talebesidir. Doğum târihi kesin olarak belli olmayıp, 781 (H. 165) senesinde Bağdât’ta vefât
etti.

Gençliğinde normal bir hayat yaşayan Dâvûd-i Tâî, bir şarkıcıdan:
“Hangi güzel yüz ki toprak olmadı
Hangi güzel göz ki yere akmadı.”
Beytini dinleyince yaptıklarına pişman olup, tövbe etti. Derdine çâre bulabilmek için İmâm-ı A’zam
Ebû Hanîfe’nin kapısına gelip hâlini bildirdi. İmâm-ı A’zam ona, dünyâya düşkün olmamasını, dînin
emirlerine tam uyup yasaklarından kaçınmasını tavsiye etti. İmâm-ı A’zam’ın bildirdiklerine uyan
Dâvûd-i Tâî evine çekilip ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Sonra İmâm-ı A’zam’ın talebeleri arasına katılıp,

yirmi sene onun derslerine devâm ederek fen ve din ilimlerinde yükseldi. Bu sırada Habîb-i Acemî
hazretleriyle görüşüp, onun sohbetinde bulundu ve tasavvuf yolunda ilerledi. Zamânının büyüklerinden
Fudayl bin İyâd ve İbrâhim bin Edhem ile görüşüp sohbette bulundu. İnzivâya (yalnızlığa) çekilerek
insanların arasına karışmadan yaşamaya karar verdi. İnsanlardan alâkasını kesti. Dedesinden kalma bir
miktar arâzisini dört yüz dirheme satarak ömrünün sonuna kadar bu parayla yaşadı.

Vefât ettiği gece; “Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştur. Allahü teâlâ ondan
râzı olmuştur!” sesi duyuldu. Vefât haberi, Bağdât’ta çabuk duyuldu. Cenâzesinde bulunmak için
binlerce insan toplandı. Kabrinin başında İbn-i Semmâk hazretleri; “Ey Dâvûd! Kendini kabir zindânına
konmadan önce dünyâda haps ettin. Hesap günün gelmeden önce sen kendini hesâba çektin. Bugün
Allahü teâlânın rahmetine ve Rıdvânına kavuşursun.” dedi. Orada defnedildi.

İlim ve fazîlette yüksek bir zât olan Dâvûd-i Tâî, İslâmiyetin emirlerini yapar, yasaklarından
şiddetle kaçınırdı. Haramlardan kaçındığı gibi, şüphelilerden ve mübahların fazlasından da sakınırdı.
İnsanlardan ayrı yaşar, Allahü teâlâya çok ibâdet ve tâatta bulunurdu. Dünyâdan ve dünyâ ehlinden
çok uzaktı. Bir gün kendisiyle görüşüp, nasîhat almak üzere kapısına gelen Hâlife Hârun Reşîd ile;
“Benim dünyâ ehli ile ne işim vardır?” deyip görüşmek istemedi.

Dâvûd-i Tâî, Abdülmelik bin Ömer, Muhammed bin Abdullah bin Ebî Leylâ gibi âlimlerden hadîs-i
şerîf rivâyet etti. İsmâil bin Ali, Mus’ab bin Mikdad, Ebû Naîm, El-Fadl bin Vekî’ gibi zâtlar da ondan
hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Dâvûd-i Tâî buyurdu ki:
Herkes, dünyâdan susuz olarak gidecektir. Ancak Allahü teâlâyı zikreden kullar bundan
müstesnâdır.
Senin ayıplarını araştıran, kötü insanlarla arkadaş olma.
Hayâtımda, gece ibâdet edenlerden başka hiç kimseye imrenmedim.
Selâmet istersen dünyâya kıymet verme, kerâmet istersen, sonsuz olanı yüce tut.

DÂVÛDPAŞA KIŞLASI

Osmanlı ordusunun Avrupa yakasında ilk konakladığı yerin ismi. Rumeli’ye yapılacak seferlerde
Osmanlı ordusu İstanbul’dan çıktıktan sonra Dâvûdpaşa Kışlasında toplanırdı. Burada uğurlama töreni

yapıldıktan sonra ordu sefere hareket ederdi. Sefer dönüşünde ise Dâvûdpaşa Kışlasında toplanır,
karşılama tören ve şenlikleri yapılırdı.

Sultan İkinci Bâyezîd’in sadrâzamlarından olan Dâvûd Paşa, ilk defâ, Osmanlı ordusunu meydana
getiren birliklere göre burayı tanzim ettirdiği ve pâdişah için özel bir köşk yaptırdığından ismine
“Dâvûdpaşa Kışlası” denilmiştir. Bugünkü durumu Dördüncü Mehmet tarafından yaptırılmıştır.

Kasr-ı Hümâyûn, Mahvel-i Hümâyûn, Âdil Köşkü, Sadâret Köşkü gibi sâbit yapılar yanında, Haseki
Sultan Namazgâhı, Genç Osman Köşkü önemli bölümleridir. Bugün askerî kışla olarak kullanılmaktadır.

DAVUL

Alm. Grosse Trommel, Pauke (f), Fr. Grosse caisse (f), İng. Drum. Türklerin kullandıkları eski bir
çalgı. Bugün kullanılanların çok çeşitleri vardır. Davulda kasnak denen tahta bir çember üzerine
işlenmiş kuzu derisi gerilmiştir. Tahta çember, deri ile alt ve üst tabanlardan gergince sarılarak içeride
hava sıkıştırılmıştır. Sağ eldeki tokmak, sol eldeki ince çubuk değnekle her iki taraftan gergin
derilere vurularak çalınır. Diğer çalgılara tempo tutmakta kullanılır. Ekseriya zurna ile birlikte kullanılır.

Osmanlıların bilhassa harp sahalarında millî sembolü olan mehterde oldukça büyük davul bulunur.
Buna kös adı verilirdi. Belediye ve askerî bandolarında çeşitli büyüklükte davullar kullanılmaktadır.
Bölgenin kültürü, târihi olan folklor ekipleri ekseriya oyunlarını davul zurna eşliğinde oynarlar. Eski
devirlerde ve günümüzde ekseri yerlerde Ramazan gecelerinde sahura kaldırmak için davul
çalınmaktadır. Köy düğünlerinin vazgeçilmez çalgısı olarak davulu her zaman görmek mümkündür.

Diğer milletlerde de askerî müzikte bir çeşit davul kullanılır. Dans ve caz müziği çalan
orkestralarda da davul takımı vardır. Bu takıma trampetler, ziller, vs. girer.

DÇM

(Bkz. Dövize Çevrilebilir Mevduat)

DDT

Alm. DDT (n), Fr. DDT (m), İng. DDT. Kimyevî yapısı “Dikloro Difenil Trikloretan” olan böcek
öldürücü bir zehir. İlk defa 1874’te Othmar Zeidler sentezlemişse de üstün nitelikle bir böcek öldürücü
(insektisit) olduğu 1939’da Paul Müller tarafından belirlenmiştir. DDT’nin birçok izomerleri vardır. Saf
haldeyken beyazımsı, kokusuz kristaller hâlindedir. Teknik DDT beyaz, hoş kokulu bir vasıfta olup, suda
erimez; benzin, alkol, benzol, yağlar, aseton vs. içerisinde erir.

Uzun yıllar tarım-savaşta kullanılan DDT’nin böceklere etkisi değme ve mide yoluyladır. Lipoitlerde
(yağ dokusu) eriyerek sinir sistemini felç eder. Tesiri yavaş yavaş fakat kesindir. Yiyecek maddeleri için
tolerans 7 ppm (milyonda ünite)dir. 75 kg’lık bir insanı 37 gram veya yağda erimiş olarak 15 gram DDT
öldürmeye yeter. DDT, kullandıktan sonra bozulmayıp çevrede, toprakta ve hattâ hayvanların
bünyesinde birikir. Birçok ülkede yapılan araştırmalarda insanların vücut yağında da
(gıdalardan alınan) sanılandan çok fazla DDT kalıntısının bulunduğu görülmüştür. Dünyânın birçok
ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de Zirâî Mücâdele Araştırma Konseyinin 1970 yılında aldığı karara
göre DDT kullanılması yasaklanmıştır.

DDT’ye bağlı had zehirlenme; kazâen veya intihar etmek için ağız yolundan alındığı zaman
görülür. 10-20 gr gibi yüksek miktarda alındığında hemen müdâhalede bulunulmazsa öldürür.
Zehirlenme belirtileri olarak; titreme, korku, kuvvet azlığı, çırpınmalar ortaya çıkar. DDT henüz kana
karışmamışsa mide yıkanmalıdır.

Üretimi veya ambalajlanmasıyla uğraşan fabrika işçileri gibi bu maddenin yüksek miktarlarına
uzun süre maruz kalanlarda müzmin zehirlenmeye bağlı olarak, erkeklerde ikdidarsızlık, karaciğer
bozuklukları ve kansızlık görülebileceği unutulmamalıdır.

DE GAULLE, Charles André

Fransız general ve devlet adamı. Fransa’nın Lille şehrinde 22 Kasım 1890 yılında doğan De Gaulle,
bir felsefe ve edebiyat öğretmeninin oğludur. Çocukluğundan îtibâren okumaya olan merakıyla
tanınmıştır.

De Gaulle 1912’de Saint-Cry askerî okulunu bitirerek subay oldu. Piyâde alayına tâyin edildikten
sonra Birinci Dünyâ Savaşına katıldı. Bu savaşta esir düştü ve ilk eserini esârette kaleme aldı.
Mütârekeden sonra yurduna dönen De Gaulle, Polanya’ya vazifeli olarak gönderildi. Sonra subay olarak
bitirdiği Saint-Cry okulunda askerlik öğretmeni olarak görevlendirildi. 1930’lu yıllarda askerlik ve
savunma alanında birçok kitap ve makaler yazdı. Bunlardan en meşhurları İstikbalin Ordusu ve
Fransa ve Ordusu’dur. Zırhlı birliklerle donatılmış mekanize bir ordunun geleceğin harbi için önemini
müdâfaa ediyordu. Hareketli zırhlı birliklerin ve kuvvetli bir hava filosunun Maginot Hattı gibi sâbit
müdâfaa şeklinden daha faydalı olduğu fikrindeydi.

İkinci Dünya Harbi patladığı zaman, De Gaulle albay rütbesi ile bir tank alayına komuta ediyordu.
1940 yılındaki Alman saldırısı esnâsında generalliğe terfî etti ve dördüncü zırhlı birliklerin komutanı
oldu. Aynı sene harple mesul devlet bakanlığı müşavirliğine getirildi. Teslim olma fikrine karşıydı.
Mareşal Pétean başbakan olunca İngiltere’ye kaçtı. Zira Pétean teslim olma taraftarıydı. Londra’dan
teslim olunmaması, direnişe devam edilmesi ile ilgili radyo konuşmaları yaptı.

Kuzey Afrika, Amerika ve İngiltere tarafından işgal edilince Fransa Millî Kurtuluş Komitesinin
merkezini Cezayir’e nakletti. Buradaki komiteyi Fransa Cumhuriyeti Geçici Hükümeti hâline getirerek
başkanlığa seçildi. 1944 yılı Ağustos ayında Almanlar cephelerde yenilince Paris’e giren ordunun
başında bulunuyordu. Daha sonra siyâsal güçler ile anlaşmazlığa düştüğü için görevinden 1946 yılında
ayrıldı. Bir müddet politikadan uzaklaşan De Gaulle, Fransa’daki bunalımlardan sonra 1958 târihinde
parlamento tarafından hükümetin başına geçmeye çağırıldı. 1959 yılı Ocak ayında halk oylamasıyle
cumhurbaşkanı seçildi. Bu târihten 1969 yılı Nisan ayına kadar cumhurbaşkanlığı yapan de Gaulle,
Cezayir’de yaptırdığı katliamlarla meşhûr oldu. 1962’de başlayan ve altı yıl süren Cezayir bağımsızlık
savaşında 10.000 Fransız ölürken 250.000 Müslüman şehîd edildi. De Gaulle, 1969 yılında düşündüğü
reformları gerçekleştirmek için başvurduğu halk oylamasının neticesi reddolunca istifâ etti. Bundan bir
müddet sonra da 1970 yılında öldü.

DEBBÛSÎ

Mukâyeseli Hukuk ilminin kurucusu ve Hanefî fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Zeyd olup, ismi Ubeydullah
bin Ömer bin Îsâ ed-Debbûsî’dir. Semerkant’ta bir kasaba olan Debbuslu olduğu için Debbûsî diye
meşhur oldu. Buhârâ’nın meşhur yedi kâdısından biridir. 1039 (H. 432) yılında Buhârâ’da vefât etti.

Debbûsî, dört mezhebin fıkhını, Ebû Câfer bin Abdullah’tan tahsil etmiştir. Mâverâünnehr’in en
meşhûr fıkıh âlimlerinden olan Debbûsî, Buhârâ ve Semerkant’ta büyük zâtlarla birçok ilmî
müzâkerelerde bulunmuştur. Hayâtı hakkında fazla bilgi bulunmayan Debbûsî hazretlerinin yazdığı
eserler, İslâm hukukçularına rehber olmuştur.

Eserlerinden bâzıları şunlardır:
1) Kitâb-ül-Esrâr fil-Usûl vel-Fürû’: Fıkıh kitâbıdır. Özellikle İmâm-ı Şâfiî’nin ictihat ve
delillerini de zikreden bu eserin, asıl konusu Hanefî fıkhı olmasına rağmen, mukâyeseli hukûka önem
verilmiştir. 2) Kitâbu Takvîm-il-Edille fî Usûl-il-Fıkh: Fıkıh usûlü ilmine dâirdir. 3) El-Emed-ül-

Aksâ: Tasavvufa dâir bir eserdir. 4) Te’sîs-ün-Nazar: Mukâyeseli hukuk alanında yazılmış ilk eserdir.
Debbûsî bu eserinde bir meseleyi ele alarak, o meseleye dâir birçok fıkıh âliminin ictihatlarını
belirtmiştir. Yetmiş beş kadar, ana kâide açıklanmaktadır. Bu eser basılmıştır.

Ayrıca Hazâne fetvâ kitabı ve İmâm-ı Muhammed’in Câmi-ul-Kebîr’ine şerhi vardır.

DEBRİYAJ

Alm. Kupplung, Schaltung (f), Fr. Debrayage, embrayage (m), İng. Clutch pedal. Makinalarda
motorun tahrik mili ile enerjiyi kullanan elemanın mili arasındaki bağlantıyı sağlayan kavramayı
istenildiği zaman devreye sokup-çıkararak hareket iletimine kumanda eden sistem. Çoğunlukla motorlu
araçlarda kullanılmakla beraber endüstride kullanılan tipleri de vardır. Debriyajlarda genellikle motor
mili ile döndürülen mil arasındaki bağlantı, çözülebilen sürtünmeli kavrama ile gerçekleştirilir. Debriyaj
kavramaya kumanda ederek bu iki mil arasındaki bağlantının motor durdurulmadan kesilmesini sağlar.
Mekanik (yaylı), hidrolik (yağlı), pnömatik (hava basınçlı) ve elektromagnetik esaslı olabilir. Taşıtlarda
motorun krank milini vites kutusuna bağlı şanzuman milinden ayırarak vites değiştirmeye ve bu iki mili
yeniden birleştirmeye yarar. Böylece motor ile tekerleklerin bağlantısını istenildiğinde keserek özellikle
kalkışta önemli olan düzgün hızlanmayı sağlar. Endüstri alanında takım tezgâhlarında motor
durdurulmadan tezgâhın çalışma, durma ve hız değiştirme işlerinde kullanılır.

Teknikte vites kolu ile çalıştırılan araçlarda mekanik (yaylı), pnömatik (havabasınçlı) veya hidrolik
(yağlı) tipleri, otomatik vitesli arabalarda ise kanatlı hidrolik veya santrifüjlü mekanik tipleri kullanılır.
Bilhassa otomatik kumandalı takım tezgâhlarında ise elektromagnetik tip debriyajlardan istifâde edilir.

Balatalı mekanik debriyaj: Daha çok motorlu taşıtlarda kullanılan bu debriyaj kumanda ettiği
sürtünmeli kuru balatalı (lamelli) kavramanın adı ile anılır. Motorun krank milinden çıkış ucuna
bağlanan volan üzerine takılır. Debriyaj balatasının içine baskı diski, lamelli veya sarmal yaylar
vâsıtasıyla dişli kutusu miline bağlı debriyaj balatasına bastırılarak sürtünme yoluyla dönme iletilir.
Vites değiştirilmesi için debriyaj pedalına basıldığında bir mekanizma vâsıtasıyla baskı diski balatadan
ayrılınca kavrama çözülür. Debriyaj pedalı serbest bırakıldığında yaylar yeniden baskı diskini balata
üzerine bastırarak kavramayı sağlarlar. Balata ve baskı diski sayısı birden fazla olabilir.

Hidrolik (Yağlı) debriyaj: Bu tip debriyajlar iki tip olur. Birincisi yukarıda anlatılan tipe benzer,
fakat baskı diskinin ayrılması hidroliktir. İkinci tipte ise hidrolikli güç baskı diskine tesir ederek
kavramayı sağlar.

Havabasınçlı (Pnömatik) debriyaj: Bu tip debriyajın esas olarak üç uygulama tipi vardır.
Birinci tipte kavrama kısmı yukarda anlatılan balatalı tip kavrama olup baskı diski bir pistona bağlıdır.
Pistonun alın yüzeyine tesir eden hava basıncı kavramayı sağlar. İkinci tipte piston yerine içi boş bilezik
şeklinde bir lâstik mevcuttur. Lâstiğin yan yüzeyine baskı diski yerleştirilmiştir. Lâstik içine basınçlı
hava verilip şişirilerek baskı diskini balata üzerine bastırarak kavramayı sağlar. Üçüncü tipte pabuç
şeklinde olan balata doğrudan lâstiğin iç yüzüne tesbit edilmiştir. Lâstik içine hava verilince pabuçlar,
döndürülen mile bağlı olan tanburanın dış kısmına tesir ederek kavramayı sağlamaktadır.

Kanatlı ve santrifüj debriyaj: Bu tip debriyajlar otomatik vites kutularında kullanılırlar. Giriş
milindeki tahrik kanatlarının moturun belirli bir devrinde sistemdeki yağı harekete geçirmesiyle çıkış
milindeki alıcı kanatlar harekete geçer. Motor devri düşünce alıcı kanatlar dönemez ve kavrama açılır.

Santrifüj debriyajlarda tahrik miline bağlı balatalar santrifüj kuvvet tesiri ile açılarak vites kutusu
milindeki tanbura baskı yaparlar. Devir düşünce santrifüj kuvvet balataları bağlayan yay kuvvetini
yenemez ve kavrama açılır.

Elektromağnetik debriyajlar: Daha çok otomatik tezgâhlarda kullanılan bu tip debriyaj, pahalı
olmasına karşılık çabuk devreye girip çıktığı için tercih edilir. Kavramayı sağlayan balatalar ya baskı
diskiyle bir elektromıknatıs arasına veya karşılıklı iki elektromıknatıs arasına yerleştirilir.
Elektromıknatıslar balataları bağlayan yay kuvvetini yenerek kavramayı sağlarlar. Elektrik kesilince
yaylar balataları açar.

DEBYE, Petrus J.

Fizikokimyânın yapısı üzerinde önemli katkılarda bulunan kimyâger. 1884’te Hollanda’nın
Maastricht şehrinde doğdu. Elektrik mühendisliği eğitimi gördü. İlk araştırmalarını teorik fizik alanında
yaptı ve doktorasını 1908 yılında Münih Üniversitesinden aldı. Üç yıl sonra, henüz 27 yaşında,
İsviçre’de Albert Einstein’den boşalan kürsünün profesörlüğüne getirildi. En önemli ve temel
araştırmalarından ikisini bu sırada geliştirdi: Bunlardan biri katıların özgül ısıları üzerindeki teorisi,
öbürü ise polar moleküller arasındaki etkilerin incelenmesi olup bugün bile değer taşırlar. Kısa bir süre

sonra Hollanda’ya dönerek Utrecht’te teorik fizik profesörü oldu. Bir yandan bilime katkıları artarken
kendisi de Göttingen (Almanya), Zürich (İsviçre), Leipzig (Almanya) ve Berlin Üniversitelerinde
profesörlük yaptı. Berlin’de Max Planck Enstitüsünün direktörlüğüne getirildi. Bu verimli yıllar süresince
araştırmaları; X ışınları saçılması, atomlararası uzaklıklar, elektrolitler teorisi, magnetik soğuma ve
dipol teorisi konularındaydı. Bu çalışmalar kendisine 1936 yılında Nobel Kimyâ Ödülünü kazandırdı.

İkinci Dünyâ Savaşı ile birlikte, Almanya’dan ayrılarak İtalya yoluyla Birleşik Amerika’ya geçti.
1940 yılında Cornell Üniversitesinde kimyâ profesörü ve kimyâ bölümü başkanı oldu. Altı yıl sonra
Amerikan vatandaşlığına geçti. Harp yıllarında araştırmaları, yüksek polimer maddelerin yapıları ve
partikül büyüklükleri üzerinde toplanmıştı.

Bu yeni bilim alanına kendisine has derin görüşü ile sarılan Debye, makromoleküllerin
incelenmesine temel ve önemli katkılarda bulundu. Danışman ve konferansçı olarak çok aranan bir
bilim adamıydı. En karışık konularda, problemin ana noktalarını aydınlığa çıkarmakta üstün bir
kâbiliyete sâhipti. 1966 yılında New York’ta öldü.

DECCÂL

Kıyâmete yakın bir zamanda ortaya çıkacağı bildirilen azgın ve zâlim bir kimse. Kıyâmetin büyük
alâmetlerindendir. Deccâl kelimesi lügatta “yalancı, hîleci, doğruyu yanlış, yanlışı doğru olarak
gösteren, aldatıcı” demektir.

Deccâl, Âdem aleyhisselâmdan beri benzeri görülmemiş büyük bir musîbet olarak insanlara
musallat olacak herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Bâzı
hârikulâde haller gösterecek, fakat sonunda büsbütün âciz kalacaktır. Çok memleketleri istilâ edip, ilâh
olduğunu söyleyerek insanları aldatacaktır. Dünyâdaki saltanat müddetinin kırk gün veya kırk sene
olduğu rivâyet edilmiştir. Deccâl, Sûriye veya Filistin’de o zamanda gökten inecek olan Îsâ aleyhisselâm
ve berâberindeki hazret-i Mehdî tarafından öldürülecektir.

Hadîs-i şerîflerde Deccâl’in kızılca renkli, kıvırcık saçlı, iri cüsseli, kalın boyunlu ve bir güzü kör
olduğu bildirilmiştir.

Her peygamber Deccâl’in geleceğini ve bunun zararlarını ümmetlerine bildirmişlerdir. Peygamber
efendimiz, Deccâl ile ilgili hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:

Geçmiş peygamberler şaşı, kör, yalancı olan Deccâl’in, büyük fitne ve belâ olduğunu
haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zararlarından korkuttular.

Deccâl’in Mekke ve Medîne hâriç, ayak basmadığı, hiçbir memleket yoktur.
Mekke ve Medîne’nin her yolunda saf olmuş melekler vardır ve bu iki şehri korurlar.

DEDE EFENDİ

Türk mûsikîsinin en meşhur bestekârlarından. 1778’de İstanbul’da doğdu, 1846’da Mekke
yakınlarındaki Mina’da vefât etti. Esas adı İsmâil olup, Hammâmîzâde diye de tanınır. Babası Süleymân
Ağadır. Dede Efendi aynı zamanda şâir, edip ve hattâttır. Şiirlerinde Türkçeden başka Farsça da
kullanmıştır. Tabiatıyla kendi şiirlerini bestesiz bırakmamıştır veya diğer bir deyişle şiirlerini bestelemek
için yazmıştır. 1804 yılında 27 yaşındayken çok saydığı şeyhi Ali Nutkî Dede’yi kaybettiği zaman,
pekçok üzüldü. Aynı yıllarda oğlunu da kaybetti. Bu üzüntülü günlerindeki hislerini hem şiir, hem de
mûsikî ile dile getirdi. Bu üzüntüsünü terennüm eden şiiri:

Bir gonca-femin yâresi vardır ciğerimde
Âteş dökülürse yeridir zîr-i serimde
Her lahza hayâli duruyor dîdelerimde
Takdîre nedir çâre, bu varmış kaderimde
İkinci Mahmûd’a sunduğu 3 bûselik parçasının güftesi de Dede’nindir. Bunlardan bûselik beste
şöyle başlar:

Olduk yine bû şevk ile mesrûr-i meserret
Lebrîz-i sürûr etdi dilî sûr-i meserret

Dede’nin nesri de kuvvetlidir. Yenikapı Mevlevîhânesinin Âyin Mecmuası’nda bestenigâr Âyin’in
kayıtlı bulunduğu sayfada kendi el yazısıyle yazdığı yazıları mevcuttur.

Dede Efendinin hattatlığına gelince; Üçüncü Sultan Selim Han, baş imâmı Derviş Efendinin
Çamlıca’nın Sarıkaya mevkiindeki büyük bağını satın alıp burada annesi Mihrişah Vâlide Sultan için bir
saray yaptırmıştı. Vâlide Sultanın ölümünden sonra pâdişâh bu sarayı, amcasının kızı Esmâ Sultana
verdi. Bu sarayın Esmâ Sultana verilmesi münâsebetiyle Dede Efendi, Sultana bir kaside yazmış, bu
kasideyi el yazısıyla hatta geçirterek tezhip etmiştir. Levhânın altında “Ketebehu el-fakîr derviş İsmâil-
el-Mevlevî Musâhib-i Hazret-i Sultân Mahmûd Han Gâzi imzâsı mevcuttur. Bu parça Hammamî Zâde
İsmâil Dede Efendinin orta çapta iyi bir hattat olduğunu ortaya koymaktadır.

DEDE KORKUD

On iki, on üç, on dördüncü asırlarda Doğu Anadolu’ya gelip yerleşmiş olan Oğuz Türkleri arasında
anlatılan destan yollu halk hikâyelerini Kitâb-ı Dede Korkud alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân adlı
kitabında toplayan kişi.

Dede Korkud’un hayâtı ve fizikî yapısı hakkında halk arasında ve yazılı kaynaklarda pekçok
rivâyetler yer alır. Şimdilik Dede Korkud tarihî bir şahsiyet olmaktan çok, menkıbevî bir Türk atası
olarak bilinmektedir. Hayâtına dâir bilgiler, hakîkî İslâmî unsurlarla İslâmiyet öncesi Türk hayâtından
gelen bâzı husûsların karışmasından ibârettir. Hikâyelerde Dede Korkud, Dedem Korkud, Korkud Sultan
ve kitabın önsözünde Korkud Ata diye anılır. “Dede” ve “Ata” eş anlamlı kelimelerdir.

Sözlü halk geleneğinde Dede Korkud ile alâkalı masallaştırılmış rivâyetler arasında şunlar bulunur:
Kırgızistan’da Sir-Deryâ boyundaki bâzı mezarların ona âit olduğu bildirilir ve ermiş sayılır. Bir
menkıbeye göre de Hızır aleyhisselâma benzetilir ve 40 yıl olan ömrü bâzı faydalı işlerinden dolayı kendi
istemeden sona ermeyecek bir zamana kadar uzatılmıştır. Yalnız kişilere değil bütün nesnelere de isim
koyar. Hikmet sâhibi bir pîrdir. Hikâyelerde de kerâmet sâhibi, hanların akıl danıştığı, hanlara ve halka
öğütler veren, sözleri saygıyla kabul gören bir şahsiyet olarak çizilir. Kabîle teşkilâtını ve töreleri korur.
Aksakallıdır. “Oğuzun tamam bilicisi”dir. Yiğitleri donatır. Çocuklara ve yiğitlere ad koyar.

Dede Korkud’un İslâmiyet öncesi devrede görülen kam, bakşı gibi dînî önderlik vasıfları vardır.
Halk hakîmidir. Kopuz çalan bir Türk ozanıdır. Aydın, ak yüzlü dev karnından dünyâya gelmiş, boyu
altmış arşın imiş.

Dede Korkud’un hayatına dâir yazılı kaynaklara bakacak olursak: En eski kaynak, Reşidüddîn’in
Câmiü’t-Tevârih isimli eseridir. Ayrıca Ebul-Gâzi Bahadır Hanın Şecere-i Terâkime ve Ali Şîr
Nevâî’nin Nesâimü’l-Muhabbe’si Târih-i Dost Sultan, Tevârih-i Cedîde, Mir’at-ı Cinân gibi
eserlerde de Dede Korkud adına rastlanır. Ebül-Gâzi Oğuznâme’sine göre Dede Korkud, 295 yıl
yaşamıştır. Şecere-i Terâkime’de, Kayı boyundan olduğu ve Saltuknâme’ye göre de Osmanlılarla
aynı soydan geldiği yazılır. Evliya Çelebi Osmanlı-Kayıdedelerinden Korkut Hanın, Ahlat’taki mezarını
ziyâret ettiğini söyler. İkinci Bâyezîd’in oğlunun adı da Korkud’dur. Câmiü’t-Tevârih’te Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem ile aynı çağda yaşamış olan Oğuz hükümdârı Kayı İnal Hanın başmüşâviri
Dede Korkud’dur. Bahrü’l Ensâb’da, Kazan Hanın hazret-i Peygambere iki elçi gönderdiği ve
dönüşlerinde Selmân-ı Fârisî ile döndükleri ve Fârisî’nin, Korkud’u Oğuzlara önder yaptığı kaydedilir.

Câmiü’t-Tevârih ile Dede Korkud Kitâbı’nın önsözünde de belirtildiği gibi, Dede Korkud’un
Oğuzların Bayat boyundan olduğu bildirilir.

Dede Korkud’un târihi bir şahsiyet olup olmadığı kat’î belli olmadığı gibi, kahraman olarak önde
gelen bir insan da değildir. Fakat hikâyelerde halkın müşkillerini çözen, düşmanı yenmek için çâreler
bulan, tedbir aldıran, yiğitlik gösteren çocuklara ad koyan Dede Korkud, Oğuz Türklüğü için mânevi bir
destek durumundadır. Cemiyet, en küçük ferdinden beylere kadar ona muhtaçtır. Oğuz boyları ve
beyleri için gelip duâ etmesi; deyiş demesi, destan söyleyip, Oğuznâmeler düzüp koşarak Oğuz
menkıbelerini anlatması; Oğuz boylarına mensup insanlara geçmişten ders almayı öğretmesi ve
hâdiselerdeki mânâ ve hikmetlerin sırrına erme zevkini aşılaması; Dede Korkud’un Oğuz Türklüğünde
terbiyeci bir rol oynadığını ve halkla bütünleştiğini göstermektedir.

Kitâb-ı Dede Korkud’un mukaddimesinde ona ve sözlerine ayrılan sahifeler Oğuz Türklüğü için
Dede Korkud’un ne kadar müessir olduğunu göstermeye kâfidir. Bilici sıfatıyla Dede Korkud’un dînî
tarafının ağır basması ve manevî yönden Türklüğü kucaklaması apayrı bir değer taşımaktadır. Onun
türlü nasîhatlerinin yanında; “Ağız açıp över olsam, Tanrı güzel, Tanrı dostun din ulusu Muhammed
güzel. Muhammed’in sağ yanında namaz kılan Ebûbekir Sıddık güzel. Âhir otuzuncu cüz başıdır Amme
güzel. Hecesince düz okunsa Yâsin güzel. Kılıç çaldı, din açtı erlerin şâhı Ali güzel. Hasan ile Hüseyin iki
kardeş beraber güzel. Yazılıp düzülüp gökten indi, Tanrı ilmi Kur’ân güzel. O Kur’ân’ı yazdı düzdü,
ulemâlar öğreninceye kadar bekledi biçti, âlimler sultânı Osman Affanoğlu güzel. Çukur yerde
yapılmıştır Tanrı evi Mekke güzel. O Mekke’ye sağ varsa, esen gelse îmânı bütün hacı güzel. Hesap
gününde Cumâ güzel. Cumâ günü okuyunca hutbe güzel. Kulak verip dinleyince ümmet güzel.
Minâreden ezân okuyunca müezzin güzel. Dizini bastırıp oturunca helâlı güzel. Şakağından ağarsa baba
güzel. Ak sütünü doya doya emzirse ana güzel. Yanaşıp yola girince kara erkek deve güzel. Sevgili
kardeş güzel. Yan tarafta, ev yanında dikilse gelin odası güzel, uzunca çadır ipi güzel. Oğul güzel. Hiç
birine benzemedi cümle âlemleri yaratan Allah Tanrı güzel.” şeklinde sözlerle gerçek İslâmî akîdeye yer
vermesi ve öğütlemesi bugünün Türk Dünyâsı için bir başka değerdir.

DEDE KORKUD HİKÂYELERİ

Alm. Erzählungen über Dede Korkut (e), Fr. Recits (m) de Dede Korkut , İng. The Stories of
Dede Korkut. Sözlü olarak bütün Türk illerinde varlıkları görülen, Manas ve Oğuz destanları ile ilgisi

bulunan, Türkler arasında İslâmiyet öncesi doğan, İslâmiyetin kabûlü ile İslâmî renge bürünen ve
destan husûsiyeti taşıyan hikâyeler. Hikâyelerin hepsinde Dede Korkud adlı bir Türk ermişinin ortaya
çıkarak deyişler demesi, Oğuznâme düzmesi, destan söyleyip Oğuz halkına nasihatta bulunması;
onların Dede Korkud Hikâyeleri adıyla anılmasına sebep olmuştur. Hikâyelerin tamamının bulunduğu
kitâba da Kitâb-ı Dede Korkud (Dede Korkud Kitâbı) denilmektedir. Hikâyeler Oğuz Türklerine
aittir.Oğuz Türklerinin 24 boya ayrılması sebebiyle, sayılarının Oğuz boyları kadar olması fikri bâzı
Türkologlar tarafından düşünülmüşse de, bugün elimizde sâdece 12 hikâye bulunmaktadır.

Hikâyeler konu bakımından; savaşlara, aşka ve din ile karışık mitolojiye yer verirler. Gerçekten
Dede Korkud Hikâyeleri’nde Oğuzların kendi aralarındaki mücâdeleler 1 ve 12.
hikâyede anlatılmıştır. Bunlardan birisinde Dirse Hanın yiğitleri, kıskançlık yüzünden onu aldatıp oğlu
Boğaç Hanı öldürmesini istiyorlar. Dirse Han oğluna avdayken ok atıyor. Öldü zannediyor. Annesi
Boğaç’ı buluyor. Boğaç iyileşiyor. Kırk nâmerd durumun anlaşılmaması için Dirse Hanı kâfirlere teslim
etmek istiyorlar.Sonra Boğaç bunları kırk yiğidi ile helâk edip babasını kurtarıyor. İkincisinde ise, bir
haysiyet meselesi ortaya çıkıyor. Bu sebeple Dış Oğuzlar İç Oğuza isyân ediyorlar. Aralarında dövüş
başlıyor. Dış Oğuzlar dize gelip af diliyorlar.

Dış savaşı konu edinen hikâyeler ise Dede Korkud Kitâbı’nın 2, 4, 7, 9, 10 ve 11. hikâyeleridir.
Ayrıca 3 ve 6. hikâyeler aşkı konu edinirken, 5 ve 8. hikâyeler dînî karakterde mitolojiktirler. Fakat bu
hikâyeler mitolojik unsurlar taşımakla birlikte, Deli Dumrul’da bir kendine geliş ve nefs muhâsebesi;
Tepegöz’de ise işlenilen bir günâhın doğurduğu neticelerden tedirginlik vardır. Bu tedirginlik şahsa âit
olmayıp bütün cemiyete şâmildir. Bu yönü ile bu iki hikâyede dînî taraf daha da ağır basmaktadır.

Hikâyelerin kaynağının Oğuznâme olduğunu söylemek veyâ tamâmı kaybolan Oğuz Destânı’nın
eksik kısımları olarak değerlendirmek de mümkündür. Devâderî’nin Oğuznâme’nin Farsça ve Arapçaya
yapılmış tercümelerini gördüğünü Dürrerü’t-Ticân’da kaydetmiş olması bu fikri kuvvetlendirmektedir.
Bu noktadan hareket ederek Dede Korkud Kitâbı’nın aslının İslâmiyetten önce kitap hâlinde varlığına
bakılırsa, bu eserin başka bir isimle bulunması bugün bile ihtimâl dâhilindedir.

Hikâyelerde görülen fevkâlade haller, destânî zamandan kalma unsurlardır. Söyleyiş itibâriyle
hikâyelerin nesir ve nazım diline yer vermesi, nesir dilinin, secilerle devâm etmesi eserin aslının nazım
olduğu fikrini de ihsâs ettirmektedir. Zamanla değişmiş ve bozulmuş olan nesir dili, destânî bir kalıntı
şeklinde, ancak 15 ve 16. yüzyılda bu şekilde tutulabilmiştir. Türk dili ise işlenmişliğin doruğuna bu

eserle erişmiş, yine bu eserle Türklük, bugünkü şekli ile bile, atalardan kalan kıymetli bir mirâsın içinde
yer almıştır. Eserin Osmanlı sâhasında yazılarak kaybolup nisyâna karışmaktan, yâni unutulmaktan
kurtarılması; böylece Osmanlı Türklüğünün kültür hâmiliğindeki öncülüğü Türk dünyâsınca minnetle yâd
edilmesi gereken bir husustur.

Müellifin millet, muhtevâsının topyekün Türk Milletinin hayâtı olması kahramanlık menkıbelerine
yer vermesi; yüksek bir coşkunluk ifâdesi taşıması; tabîat unsurlarının hikâyelerde ön sırayı işgâl
etmesi ve aktif bir hayâtın yer alması; bu hayâtın hayvanlarla renklenmesi ve hızlı oluşu; Hunlardan
başlayarak, Göktürk, Oğuz-Yabgu Devleti, Selçuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı olmak üzere bütün Türk
târihini ilgilendirmesi; Orta Asya ve Türkistan coğrafyasının unsurları bulunmak şartıyla Âzerbaycan ve
Doğu Anadolu’yu içine alan bir coğrafyaya sâhip oluşu gibi vasıflarıyle Dede Korkud Kitâbı millî bir
destân hüviyeti taşımaktadır. Fakat hikâyenin tek bir kahraman etrafında dönmemesi ve uzun bir
manzum eser olmaması gibi sebepler eseri destân hudutları dışına çıkarmaktadır. Yalnız Dede Korkud
Hikâyeleri’nin dili Türkçenin en güzel örneğini teşkil etmektedir. Emsâlsiz olan bu dil Türkçenin
şaheseri olup, asırlarca Türk milletinin ağzından süzülmüş, atasözleri ve vecîzelerle süslenmiş bir dildir.
Bu yönü ile bir destân vasfı taşımaktadır. Hâsılı, eser destân ve hikâye olarak karışıklık göstermektedir.
V. M. Jirmunskiy gibi bu sâhada çalışanlar Dede Korkud Kitâbı için, “Türk dilini konuşan halkın biricik
destânî eseri...” demekten kendilerini alamazlar. Zâten yukarda saydığımız şekle âit birkaç nokta hâriç
Dede Korkud Kitâbı milletimizin en büyük kültür varlıklarından biri olarak önde gelen bir destandır.

Dede Korkud Kitâbı, Dede Korkud’u konu edinen bir önsöz ile on iki destan parçasını ihtivâ
etmektedir. Hikâyelerin hiç birisi tam bir destan değildir. Hepsi birlikte bir destân da meydâna
getirmezler. Bu itibârla Dede Korkud Halk hikâyesi olmaya yönelmiş ve o sırada tesbit edilmiştir.
Hülâsa; Dede Korkud Kitâbı, Oğuzlardaki destân geleneğinin bir devâmı olup, Oğuz destânının değişik
bir şeklidir.

Dede Korkud Kitâbı geçmişten bu yana başta Türkiye olmak üzere bugün dağınık ve başka
ülkelerde yaşayan bütün Türklüğü kucaklayan; şeref, nâmus, ahlâk güzelliğini her şeyin üstünde
tutmasıyla Türk seciyesini işleyen, bâzı anlaşmazlıklar bir tarafa, millî tesânüdü önde tutan, ferde ve
insan haklarına değer veren, kısacası Türk milletinin zevkleri, meziyetleri, dünya görüşü, değer
hükümlerini içinde toplayan biricik eserdir.

Bâzı ilim adamlarına göre 15. yüzyıl, kimilerine göre ise, 16. asırda yazıya geçirildiği öne sürülen
Dede Korkud Kitâbı’nın dünyâda bilinen iki nüshası vardır. Yazmalardan biri Almanya’da Dresden’de,
diğeri ise İtalya’da Vatikan Kütüphânesindedir. Dresden nüshasında 12 hikâye bulunur. Ettor Rossi
tarafından Vatikan Kütüphânesinde bulunan nüshada ise 6 hikâye mevcuttur. Vatikan nüshası
harekelidir. Bu nüsha 1952 yılında bir önsözle birlikte Rossi tarafından neşredilmiştir.

Eser üzerinde Avrupa’da, Prof. Barthold’dan başlayarak E. Rossi’ye kadar birçok ilim adamı
çalışmıştır. Memleketimizde ise başta Fuad Köprülü olmak üzere, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan,
Faruk Sümer, Fahreddin Kırzıoğlu, Suad Baydur, Pertev Nâilî Boratav ve Orhan Şâik Gökyay ilmî
araştırmalar yapmışlardır. Fakat asıl Dede Korkud Kitâbını ilmî ve ciddî olarak neşreden İ.Ü. Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyâtı Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Muharrem Ergin’dir. İlmî neşirleri
bir tarafa, Dede Korkud Kitâbı 1000 Temel Eser serîsinin ilk kitâbı olarak günümüz Türkçesi ile aynı
yazar tarafından 1969 yılında neşredilmiştir. Ayrıca, İngilizce, Rusça, İtalyanca, Almanca Sırpçaya da
tercümeleri yapılmıştır.

Dede Korkud Kitâbı’ndaki hikâyelerin konularına göre başlıkları şunlardır.
1. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu,
2. Salur Kazan’ın Evi (nin) Yağmalandığı Boy,
3. Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu,
4. Kazan Bey Oğlu Uruz Beyin Tutsak Olduğu Boy,
5. Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Boyu,
6. Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı Boyu,
7. Kazılık Koca Oğlu Yegenek Boyu,
8. Basat(ın) Tepegöz’ü Öldürdüğü Boy,
9. Begil Oğlu Emre’nin Boyu,
10. Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu,
11. Salur Kazan Tutsak Oğlu Uruz Çıkardığı Boy,
12. İç Oğuza Dış Oğuz Âsi Olup Beyrek Öldüğü Boy.

DEDE ÖMER RÛŞENÎ

Osmanlılar zamânında yetişen evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye tarîkatının, Rûşeniyye kolunun
kurucusudur. Aydın’ın Güzelhisâr köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmiyor. Şiirlerinde Rûşenî mahlasını
kullanırdı. 1487 senesinde Tebrîz’de, Kur’ân-ı kerîm okurken vefât etti.

İlim tahsili için Bursa’ya gelerek Yeşil Câmi imâretine yerleşti. Zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra,
gönlünde tasavvufa girme arsuzu uyandı. Karaman’a gitti. Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin kardeşi Alâüddin Ali
Aydınî’nin derslerine devâm etti. Buradan, Bakü’ye giderek Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin sohbet ve
hizmetine girdi. Kısa zamanda en yüksek talebelerinden oldu. Sıkı riyâzet çekti. Hocasının vefâtından
sonra bir müddet Karabağ’da kaldı. Kerîm Hanın dâveti üzerine Tebriz’e gitti. Tebriz’de kendisi için
yaptırılan zâviyeye yerleşti. Çok talebe yetiştirdi.

Dede Ömer Rûşenî, Peygamber efendimiz ve O’nun yolundaki âlimlerin tam bir âşığı idi.
Peygamber efendimiz için yazdığı nât-ı şerîfi:
Ey risâlet bostânında hırâmân serv-kad
Vay nübüvvet bahçesinde yâsemin-bû-lâle-had

Adı Ahmed bî-adedtir yâ Nebiyyallah velî
Sen bir Ahmed’sin ki, senden görünür nûr-ı ehad

Sad, aynın (gözün); mim, ağzın; dâl, zülfün göreli
Yâ Nebî, gitmez dilimden bir nefes zikr, hamd

Enbiyânın herbirinin var nihâyet ilmine
Hak sana verdi ki, ilim ve hikmette yok had ve hudûd

Rûşenî bîçâre zulmette kalırdı yâ Nebî
Ana “mim” ağzınla, iki “dal”ın olmasa meded

DEDEKTÖR

Alm. Dedektor, Fr. Dédecteur, İng. Dedector. Özellikle radyolarda ses kalitesini düzeltmek için
kullanılan âlet. Değişik türleri vardır.

Kristal dedektör: İlk kristal dedektör, herhangi bir metal sülfür kristaline temas eden metal bir
telden ibâretti. Bu tür temaslardaki bir yönlü iletkenliği 1874’te keşfeden Braun, bu özelliği yine ilk defâ
kendisi 1901’de telsiz alıcısının bir parçasının yapımında kullanmıştır.

1906’da Amerikalı mühendis Henry H.C. Dunwody, kristal dedektörlerde karbon kullanımının
patentini almıştır. Aynı yıl G.W. Pickard kristal dedektörlerde silikon kullanımının patentini almıştır.
Kristal dedektör, ayarlanmada kritik olmasına karşılık hassas ve ucuzdur. Bu sebeple amatör telsizciler

tarafından ve pekçok ilk ticârî telsiz istasyonları tarafından ve 1920’nin başlarında basit alıcılar
tarafından kullanılmıştır.

İkinci Dünyâ Savaşından bu yana geliştirilen ve bugün elektronik mühendisliğinin her sahasındaki
kullanılan yarı iletkenler, bunun doğrudan doğruya bir devâmıdır.

Magnetik dedektör: 1902’de Marconi tarafından bulunan magnetik dedektörde, iki dâimî
mıknatıs, bir bobine âit primer sargının çekirdek alanında hareket eden demir tel demetini magnetize
etmekteydi. Gelen bir sinyal alındığında, sargılardaki magnetik alanı değiştirir. Alanın değişmesi ikinci
sargıda voltaj meydana getirir. Bu dedektör, 1912’ye kadar Marconi telsizlerinin standart techizatıydı.

Elektrolitik dedektör: Elektrik akımını geçiren bir çözeltiye batırılan ince telden ibârettir. 1900-
1913 yılları arasında değişik türden elektrolitik dedektörler kullanılmıştır.

Vakum tüp dedektörler: John A. Fleming 1904’te radyo dalgalarını algılamak için, içinde iki
elektrot bulunan bir tüp (diyot lamba) kullanmıştı. Bir yöndeki iletkenliği diğer yöne göre daha fazla
olan bu tüpler, 1905-1912 arasında Marconi telsizlerinde kullanılmıştır.

DEF

Alm. Tamburin (n), kleine Schelentrommel (f), Fr. Tambourin (m) à cymbales, İng. Tambourine
with cymbals. Yuvarlak dâire biçimindeki tahta kasnağın, bir veya iki yanına deri geçirilerek yapılan ve
parmak hareketiyle çalınan bir müzik âleti. Habeşistan’ın yüksek dağlarında yetişen hoş kokusu olan bir
bitkiye de def ismi verilmektedir.

Yapılan kazılardan anlaşıldığına göre def’in târihi M.Ö. yaşamış Sümer ve Hititlere kadar
ulaşmaktadır. Mezopotamya ve diğer yerlerde yapılan arkeolojik kazılarda, ellerinde def bulunan
figürlere raslanmaktadır. Ayrıca Mısır, Fenike, genellikle Hindistan’da Orta ve Kuzey Asya ileAmerika
kıtasında yaşayan topluluklar da defe önem vermişler ve onu eğlencelerinde kullanmışlardır.
Seyahatları ile meşhur olan Evliya Çelebi eserinde deften bahsetmektedir.

Peygamberimiz her bakımdan karanlıkta olan Mekke halkına İslâmiyeti tebliğ etmeye başladığı
zaman def yaygın halde kullanılıyordu. Allahü teâlâdan vahiyler geldikçe insanların kötü alışkanlıkları
kaldırılıyor, zulmet nûra dönüyordu. İçki, her türlü çalgıların çalınması, dinlenmesi yasağı, kan
dâvâsının kaldırılması, kardeşlik, yardımlaşma, kadınlara iyi muâmele, fâizin haram olması, devlet
adamlarına itaat, daha binlerce insanları huzura saâdete götüren ilâhî emirler, bunlardan bâzılarıydı.

Peygamberimiz, sâdece kadınların düğünlerde def çalarak eğlenmelerine müsâade ettiler;
“Düğününüzü def çalanlarla birlikte kutlayınız.” diye buyurdular.

Defler genelde yuvarlak olurlar. Dar köşeli olanları da mevcuttur. Bunlar kullanıldığı bölgelere
göre isim almaktadır. Anadolu’nun bâzı yerlerinde def “dâire”, Trakyada “dâre” adı ile de bilinmektedir.
Düğünlerde kullanılan defler de bunlardır.

Deflerin; Acem defi, zilli def, hânende defi, çingene defi vs. gibi çeşitleri vardır.

DEFİBRİLASYON

Alm. Defibrilation, Fr. Defibrillation, İng. Defibrillation. Özel bir elektrik cihazı ile kalbe doğru
akım vererek kalp kasındaki düzensiz titreşimleri giderip kalbin normal bir şekilde çalışmasını
sağlamaya yönelik bir işlem. Bu işte kullanılan cihâza “defibrilatör” denir.

Defibrilasyon prensibi, kalbe uyarılma durumu ne olursa olsun, kalp kası liflerinin tamâmını birden
etkileyen bir uyarı göndermektir. Böylece bütün kalp kası liflerinin elektriksel faaliyetleri sıfıra düşürülür
ve tam bu anda kalbin normal uyarıcı noktası kumandayı yeniden ele alır. Kalp kasının bütün lifleri bu
kumandaya uyarak normal ve uyumlu bir faaliyet göstermeye başlarlar.

Defibrilasyon, kulakçık veya karıncık kaslarının fibrilasyonunda (düzensiz titreşimler) göstermesi,
bâzı ritm bozukluklarında ve kalbin durduğu hâllerde uygulanmaktadır.

Defibrilasyon, göğüs kafesi üzerinden uygulanabildiği gibi, açık kalp ameliyatlarında direkt olarak
kalp üzerine, ayrıca yemek borusu veya damar içinden uygulanan özel elektrotlarla da
yapılabilmektedir.

Dışardan defibrilasyon uygulanacağında hastaya uygun bir biçimde oksijen verilmelidir. Kalbi
durmamış vak’alarda hasta narkozla uyutulmalıdır. Cihazın elektrotları geniş olmalıdır. Ara maddesi
olarak çok iyi geçirgen seçilmelidir. Elektrotların biri göğüs kafesinin ön yüzüne, öteki de ya sol arkaya
veya yan bölgeye konmalıdır.

Defibrilasyonun netîcesi, hastanın kalp kasının kalitesine bağlıdır. Bilinmesi gerekli husus, alınan
sonucun hemen ve yalnız o an için elde edilen bir sonuç olduğu ve tekrarların önlenmesinin ancak
bundan sonra uygulanacak başka tedâvilerle mümkün olabileceğidir.

DEFÎNE

Alm. Schatz, Fr. Tresor İng. Treasure. Toprak altına saklanmış mâdeni para, külçe altın, gümüş
ve kıymetli eşyâlar.

Çeşitli hukuklar, târihi seyr (gelişim) içinde yeraltı mâdenleri ve defîne hakkında hükümler
koymuştur. Feodal dönemlerde Avrupa ülkelerinde, memleketin tek sâhibi krallardı. Dolayısıyla
defîneler de onların olurdu. Bugün de çeşitli Avrupa ülkelerinde defîne bulan, yetkili mercie haber
vermek zorundadır. El koyma maksadı olmadığı müddetçe saklanması ağır bir suç sayılmaz. Fakat
tatbikat da defîneyi bulanın bunu yanında bırakmasına umûmiyetle izin verilir.

4 Ekim 1926 târihinde kabûl edilen ve hâlen yürürlükde olan 743 nolu Türk Medenî Kânunu’nun
696. maddesi ise, defîne hakkında aşağıdaki hükmü getirmektedir. “Keşiflerinden (bulunmalarından)
çok zaman evvel gömülmüş veya saklanmış olduğu ve artık mâliki (sâhibi) bulunmadığı muhakkak
görülen kıymetli şeyler defîne addolunur. Defîne, içine gömüldüğü veya saklandığı gayr-i menkul veya
menkulun sâhibinin mülkü olur. İlmî bir kıymeti hâiz eşyâya müteallik (âit) hükümler mahfuzdur.

Defîneyi keşfeden kıymetinin yarısını, tecâvüz etmemek üzere hakkâniyete muvâfık bir ikrâmiye
taleb edebilir.”

İslâm hukûkunda defîneler üç kısımdır:
1. İslâmî bir işâret taşıyan defîneler. Bunlar lukata, yâni bulunan ve sâhibi belli olmayan mal
hükmündedir. Sâhibi çıkmayacağı anlaşılırsa beytülmâle (devlet hazînesine); beytülmâl yoksa zengin
ise fakir olan annesine, babasına veribilir. Fakir ise kendi kullanabilir.
2. Câhiliye devrine, yâni İslâmiyetten önceki devre âit bir işâret taşıyan defîneler. Ganîmet gibi
beşte biri beytülmâle, kalanı arâzi sâhibine; arâzi sâhipli değilse, bulana âit olur. İmâm-ı Ebû Yusûf’a
göre ise kalanı bulanın olur.
3. Herhangi bir işâret taşımayan defîneler. Bâzı âlimler, bunun birinci kısmın hükmüne, bâzıları
ise, ikinci kısmın hükmüne girdiğini bildirmiştir.

DEFLÂSYON

Alm. Deflation (f), Fr. Deflation (f), İng. Deflation. Genellikle tedavülde (dolanımda)bulunan para
miktarının azaltılması sonucu toplam talepte ve fiatlar genel düzeyinde meydana gelen düşüş.

Fiatlardaki bu düşüşün gerçekleşebilmesi için paranın tedavül hızında bir değişme olmaması
gerekir. Gelişmiş ülkelerde deflâsyon çoğunlukla konjonktürel bir hareket olarak ortaya çıkar. Devletin

îrâdî olarak deflâsyonist bir politika tâkibine pek rastlanmaz. Deflâsyon dönemlerinde fiyatlardaki
düşüşün yanısıra işsizlik nisbetinde de bir yükselme gözlenir. Birçok iktisatçılar, gelişmiş ülkelerin
yapısal özelliklerinin, sürekli bir deflâsyonist eğilime yol açacağını, bir başka ifadeyle bu ülkenin talep
düşüşü netîcesi dâimî bir işsizlik ve atıl kapasite ile karşı karşıya olduklarını belirtmektedir. Öte yandan
deflâsyonun bir önceki dönemde meydana gelen enflâsyonun bir sonucu olduğu da iddiâ edilmektedir.

Devlet, para ve mâliye politikası araçları ile deflâsyonla mücâdele edebilir. Halkın satın alma gücü
bütçe açıkları ve para arzı artışı ile çoğaltılarak talebin mevcut millî hâsılanın satılmasına imkân
verecek şekilde yükseltilmesine çalışılır.

DEFNE (Laurus Nobilis)

Alm. Lorbeer (m), Fr. Laurier (m), İng. Sweet bay, laurel. Familyası: Defnegiller (Lauraceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Bütün Akdeniz çevresi, özellikle nemli boğazlar. Vatanı Anadolu’dur.

6-18 m yüksekliğinde, yuvarlak tepeli ve sık dallı bir ağaç veya ağaççık. Almaşık sapın iki yanında
karşılıklı değil de aralıklı olarak bir sağda, bir solda bitmiş yapraklar şeklinde dizilmiş, 7.5-10 cm
uzunluğundaki yapraklar oval biçimli, donuk renkli derimsi ve sert kenarları da genellikle dalgalıdır.
Bitkinin sarımsı veya yeşilimsi beyaz renkte küçük çiçekleri, olgunlaştığında rengi koyu mora dönen tek
tohumlu, etli meyveleri vardır.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı yaprak ve meyveleridir. Yaprakları uçucu yağ
yönünden zengindir. Baharat olarak kullanılır. Defne meyvelerinde de uçucu yağ ve diğer yağlar, acı
maddeler bulunur. Meyveleri midevî ve sinir ağrılarına karşı kullanılır. Meyve yapraklarından elde edilen
yağ cildi tahriş edici merhemlerin içine konur. Aynı maksat için veteriner hekimlikte de, bundan başka
sabun ve şampuanlara koku vermek için de kullanılır.

DEFNEGİLLER (Lauraceae)

Alm. Laurazeen, Lorbeergewächse (pl.), Fr. Daphneacees, Lauracees (pl.), İng. Lauraceae. İki
çenekliler sınıfının Ranales takımından, kışın yapraklarını dökmeyen cins ve çeşidi bol bir familya.
Çoğunlukla ağaç veya ağaççıklar olup, yaprakları derimsidir. Tropik bölgelerin sınır bölgelerinde
yaklaşık olarak 40 cins ve 2500 kadar türü bulunan zengin bir familyadır. Ülkemizde tek türü vardır.
Çoğunlukla serin ve rutubetli yerlerde yetişirler ve buralarda ormanlar meydana getirirler.

DEFTER-İ KEBİR

Alm. Hauptbuch (n), Fr. Grand livre (m), İng. Ledger. Muhasebede büyük defter. Çift yönlü
(muzaaf) muhasebe sisteminde yevmiye defterine kaydedilen işlemlerin konularına (kasa, mal, alacak,
gider, sermâye gelirlerine) göre sınıflandırılmasını sağlayan bir defterdir.

Defter-i kebirde açılmış bulunan hesaplara, yevmiye defterindeki kayıtlar sırasıyla
geçirilir. Dönem sonunda, bu defterdeki hesapların ayrı ayrı toplamları alınır. Hesap bakiyeleri,
işletmenin varlık, borç, sermâye ve kâr durumunu verir.

Defter-i kebir, Türk Ticâret Kânunu hükümlerine göre tutulması mecbûrî defterlerdendir. Bu defter
de kullanılacağı dönemden önce noterlikçe tasdik edilir. Defter-i kebirde, örnekte de görüleceği gibi her
hesap, defterin iki taraflı bir sayfasına açılır.

ŞEKİL VAR!!
Her sayfada dört sütun bulunur. Sütun başlıklarında yer alan hususlar yevmiye defterindeki
maddenin özeti mâhiyetindedir. Defter-i kebirin her sayfasına hesap açılacağı için, bu hesapların yerinin
bulunabilmesi için bir fihrist kullanılır. Gerektiğinde, muamele hacmi icab ettiriyorsa, bâzı hesapların
ayrıntıları için genel büyük defterin yanı sıra tâli büyük defterler de kullanılabilir.

DEFTERDÂR

Alm. 1. Regionalle Schatzführer, Fr. Trésorier-payeur général, İng. District treasurer. “Defter
Tutan” mânâsında Osmanlılarda devletin bütün mâlî işlerine nezâret eden ve günümüzde Mâliye
Bakanına karşılık olan memur.

İslâm devletlerinde defterdârlık, ilk defâ halîfe hazret-i Ömer devrinde ihdas olunmuştur. Hazret-i
Ömer devletin gelirinin artmasıyla gelir ve giderin bir deftere kaydedilmesini istemiş, böylelikle
defterdârlık müessesesi doğmuştur. Defterdârlığın ihdâsı bir rivâyete göre 641 (H. 20)de diğer rivâyete
göre 636 (H. 15)da olmuştur.

Daha sonraki İslâm devletlerinde de müessese devâm etti.
Selçukîlerde bu memura “Müstevfi” ve mâlî işlerin görüldüğü yere de “Dîvân-ı Müstevfi” denilirdi.
İlhanlı Devletinde de mâlî işleri idâre eden memura “Müstevfi-i Memâlik” ismi verilirdi.
Osmanlılarda mâlî teşkîlat ilk defâ Sultan Birinci Murad zamânında kurulmuş ve zaman içinde
tekâmül etmiştir. Fâtih Kânunnâmesi, Abdurrahmân Paşa ve Eyyûbî Efendi Kânunnâmelerinde

defterdâr, devlet hazînesini pâdişâha vekâleten idâre eden memur olarak görülmektedir. Bu
kânunnâmelere göre dış hazîne ve mâliye kayıtlarının açılıp kapanması defterdârın eliyle yapılırdı.

Defterdârın şahsî gelir kaynakları şöyleydi: Dirlik olarak has verilirse bu 600.000 akçelik timar
olur veya hazîneden maaş alacaksa 150.000 ilâ 200.000 akçe arasında ödeme yapılırdı. Ayrıca iltizam
ve emânet usûluyle idâre ettiği haslardan imzâ hakkı ismiyle 100.000 akçede 1000 akçe alırdı. Bundan
başka hazîneye giren paradan binde yirmi ve pâdişâha gelen hediye ve haraç ile ağnam vergisinden de
hisse alırdı.

Başdefterdârın derecesi 15. asırda beylerbeyi ile aynı idi ve vezirlerden bir rütbe aşağı idi. Bu
dönemde dört vezir olduğu bilindiğine göre defterdârın teşkilât içindeki önemi daha iyi anlaşılmaktadır.
Sultan İkinci Bâyezîd’e kadar bir baş defterdâr ve maiyetinde hazîne ve mal defterdârı vardı. Fakat
Osmanlı ülkesinin genişlemesi ile bu memuriyet Anadolu ve Rumeli Defterdârlığı olmak üzere ikiye
ayrıldı.

Yavuz Sultan Selim’in, devleti doğuya ve güneye genişletmesi, buradaki mâlî işleri idâre edecek
ve merkezi Halep’te olan “Arap-Acem Defterdârlığının tesisini zarûrî kıldı. Böylelikle defterdâr sayısı üçe
çıktı. Bunlar rütbelerine göre, senede hazîneden Rumeli Defterdârı (Şıkk-ı Evvel Defterdârı) 160.000
akçe, Anadolu Defterdârı (Şıkk-ı Sâni Defterdârı) 140.000 akçe, Arap-Acem Defterdârı ise
130.000 akçe maaş alırlardı. Eyâletlerde yarı müstakil kenar defterdârlarından gelen ve sorulan
meseleler başdefterdâr vâsıtasıyla pâdişâha arz edilirdi.

Sultan Üçüncü Mehmed zamânında Tuna havzası haslarına bakmak üzere Şıkk-ı Sâlis Defterdârlığı
kurulmuş fakat kısa süre sonra lâğvedilmiştir. On altıncı asrın ikinci yarısında da Arap-Acem
Defterdârlığı kaldırılmış ve bunun yerine geçmek üzere Diyarbakır, Şam, Erzurum, Trablus ve Halep
eyâletleri için birer defterdârlık ihdâs edilmiştir. 1584’te ise Anadolu Defterdârlığı; Anadolu, Karaman ve
Sivas kenar defterdârlığı olarak üç kaleme ayrıldı.

Nizâm-ı Cedîd’in kurulmasıyla Sultan Üçüncü Selim devrinde Şıkk-ı Sâni Defterdârı, yeni kurulun
Nizâm-ı Cedîd Hazînesine memur olmuş ve idâre ettiği İrâd-ı Cedîd Hazînesinden dolayı İrâd-ı Cedîd
Defterdârı ismi verilmiştir.

Mâlî muâmeleler ve şikâyetler, “Defterdâr Kapısı” denilen Defterdâr Dîvânında halledilirdi. Bütün
mâlî hükümler burada yazılır ve her defterdâr kendi dâiresinden çıkan hükmün arkasına imzâsını atardı.
Fakat 17. asrın ortasında mâliyeden çıkan bütün hükümlere yalnız Başdefterdârın kuyruklu imzâsının

konulması ve Defterdâr Kapısında sâdece onun mukâtaa tevcih etmesi kânun oldu. Mâliye kalemlerine
memur alınması Şıkk-ı Evvel Defterdârının pâdişaha arzı ile yapılırdı. On yedinci asırdan îtibâren diğer
iki defterdâr sâdece şekilde kalmıştır.

Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, Başdefterdârlığa sâdece mal veya hazine defterdârı, şehremini ve
300 akçe yevmiyeli kâdılardan tâyin yapılırken, sonraki devirlerde ikinci defterdâr, başmuhasip kalemi
reisi, hattâ mâliye ile ilgisi olmayan devlet adamlarından tâyinler yapıldığı görülmüştür.

Her üç defterdâr da Dîvân-ı Hümâyûn âzâsıydı ve bütün toplantılara katılırlardı. Dîvânhâne’de
kazaskerlerin altında ve sadrâzamın solunda otururlardı. Arz günlerinde vezirlerle berâber, tek olarak
pâdişahın yanına girer ve mâlî konularla ilgili mâruzâtta bulunurdu. Mâlî konularda Başdefterdâr
pâdişahla görüşmeden önce sadrâzamın görüşünü almak zorundaydı. Başdefterdâr her akşam aldığı
hazîne muâmelelerine dâir icmallere dayanarak, haftada 2-3 gün sadrâzama mâlumat verirdi.

Pâdişah veya sadrâzam sefere gittiğinde mâliye ve hazîne defterdârı ile birlikte Başdefterdâr da
gider, yerine merkezdeki işleri yürütmek üzere ikinci defterdâr veya münâsip bir başkası vekil olarak
kalır ve bu vekile Rikâb-ı Hümâyun Defterdârı adı verilirdi.

Defterdârlık 1838’de kaldırılmış ve bu memûriyetin vazîfesini görmek üzere Mâliye Nezâreti tesis
edilmiş ilk Mâliye Nâzırı olarak da Nâfiz Paşa tâyin edilmiştir. Defterdârlıklar, günümüzde Mâliye ve
Gümrük Bakanlığının illerdeki temsilciliği olarak görev yapmaktadırlar (1993).

DEĞERLİK

Alm. Wertigkeit, Fr. Valence, İng. Valency. Herhangi bir elementin atomlarından birinin bağ
yapabildiği veya bileşikte yerini alabildiği hidrojen atomu sayısı. Bu târif 19. yüzyılda yapılmış olmakla
birlikte konunun kavranmasında faydalanılabilen bir târiftir.

Periyodik sistemin teferruatlı elektron modellerinin geliştirilmesinden sonra değerlik kavramı,
elektronik dizilişlere ve atomlar arası kuvvetlere bağlı olarak yeniden geliştirildi. Böylece iyon değerliği,
kovelent bağı değerliği ve yükseltgenme sayısı gibi yeni kavramlar gelişti.

Değerlik elektronları: Atomun en dış kabuğunda yer alan ve diğer atomlarla kimyâsal bağ
yapan elektronlardır. Atomların bağ yapması ve atomun yapısında meydana gelen değişiklikler sâdece
dış yörüngede bulunan değerlik elektronları ile sınırlıdır. Değerlik elektronları, pozitif yüklü çekirdeğe,
içteki elektronlara göre daha zayıf çekim kuvveti ile bağlıdır.

Periyodik tabloda A grubu elementlerinin grup numarası değerlik elektronu sayısını gösterir.
Meselâ 3A grubunda bulunan bor elementinin değerlik elektronları sayısı 3, 5A grubunda bulunan azot
elementininki ise 5’tir. B grubu elementleri için benzer bir kural yoktur.

Değerlik elektronları ayrıca metallerde ve yarı iletkenlerde elektrik akımında rol oynarlar.

DEĞİRMEN

Alm. Mühle (f), Fr. Moulin (m), İng. Mill. Tahılları öğütüp un hâline getiren makina ve faaliyette
bulunduğu yer. Taş ocakları, mâden ocakları, mâdeni eşya îmâlâthânelerinde kullanılan çeşitleri vardır.
Kahve çekmek için dükkânlarda bulunan büyük ve evlerde kullanılan küçük el değirmenleri de eskiden
beri bilinir. Değirmenin çok eski bir mâzisi vardır. Günümüzden yıllarca (4-5 bin yıl) önce rüzgâr
vâsıtasıyla işleyen yel değirmenleri olduğunu çeşitli kaynaklar bildirmektedir.

Târihi bilgilere göre, ilk insanlar tâneli cisimleri (buğday, arpa vs.), bilhassa ekmek yapımında
kullanılan buğdayı, içi oyulmuş taş havanlarda döğerek öğütürlerdi. Daha sonra sert taşları yontarak
değirmen taşları yapıldı ve buğday, iki silindir biçimi olan kaya arasında öğütülmeye başladı. Bunda
taşlardan birisi yerinde sâbit olup, diğeri onun üzerinde su kuvveti ile dönerek öğütme işini
yapmaktadır. Öğütülen buğdaylar un hâline gelmekte ve sonra taşın yüzündeki yivlerin etkisiyle dışarı
atılmaktadır. Dışarı atılan un, çuvallara doldurulmaktadır. Taşların döndürülmesi yoluyla sağlanan
öğütme gücü, değirmenlerin bu metotla gelişmesinin tekâmülünü hazırladı. Taşların dönmesini
sağlamak bakımından da sırasıyla önce insan, sonra hayvan, daha sonra da rüzgâr ve su güçlerinden
istifâde edildi.

Bu sistem değirmenlerde, buğday tânelerinin ezilerek un hâline gelmesi yeterince sağlanmakla
berâber, buğday tânesini meydana getiren kabuklu kısımla (kepek), yeni ürün meydana getirecek
oğulcuk ve esas besin gücünü veren (besidokusu) kısımları birbirinden ayrılmadan un meydâna
geliyordu. Bu undan yapılan ekmeği insanlar ikinci kalite oluyor diye beğenmiyorlardı. İnsanların
gâyesi, buğday tanesinin % 2,5’ini meydana getiren oğulcukla, % 12,5’ini teşkil eden kepeği bütünün
% 85’i olan besleyici besidokusundan tam olarak ayırabilmekti. Netice olarak, günümüzün teknolojisi ile
bu işlem gerçekleştirilmiş, şimdi birinci sınıf ekmek yapılmakta ve insanlar bu ekmeği yemektedirler.
Fakat bunun da mahzurlarını yeni ilmî gelişmeler ortaya çıkarmaktadır. Bugün kanserli hastalara

bilhassa kepekli ekmek yedirilmesini kanser mütehassısları önemle belirtmekle, ileride insanların tekrar
faydalarından dolayı kepekli ekmek yemeye başlayacaklarını söylemektedirler.

Bugünkü teknoloji, değirmenlerin işleyişini önce su buharı makinalarına, sonra elektrik motorlu
değirmen makinalarına tekâmül ettirerek modern hâle getirdi. Bu yeni makinalar aylarca kesintisiz
çalışabilecek kapasitede otomatik çalışan ve verimi çok olan makinalardır. Bunlarla seri çalışmalar
yapılmakta, bugün un değirmenlerinde buğday önce yıkanıp kurutulmakta, sonra kırılıp ayrılmakta
(kefeği, oğulcuğu, besleyici kısmın ayrılması), öğütülerek un hâline getirilip el değmeden paketlenip
satışı yapılmakta ve yurdumuzda başka ülkelere de un ihrâc edilmektedir.

DEĞİŞEN YILDIZLAR

Alm. Veränderliche Sterne, Fr. Etioiles variable, İng. Veriable stars. Çeşitli sebeplerle parlaklığı
zaman zaman azalıp artan yıldızların ortak adı. Eskiden “Kevâkib-i mütehavvil” adıyla bilinirdi.
Parlaklığının yanında radyal hız ve spektrel tip gibi fiziksel özelliklerinde de değişiklikler olur. Tespit
edilmesi en kolay olan değişim, ışık şiddetindeki değişimdir. Değişimler düzensiz olabildiği gibi,
periyodik veya yarı düzenli de olabilir. Değişim peryodu, dakika mertebesinden yıl mertebesine kadar
farklılıklar gösterebilir. 30.000 kadar değişen yıldız tespit edilmiştir.

İlk değişen yıldız, “R” harfiyle gösterilmiş ve bağlı olduğu takımyıldızının bilimsel adı iyelik eki
olarak eklenmiştir. Bulunan ilk değişen yıldız, Monoceros takımyıldızında olup “R.Monocerotis” olarak
adlandırılmıştır. Bu kural, sonradan bulunan diğer değişen yıldızlara da uygulanmıştır. Aynı
takımyıldızında tespit edilen öteki yıldızlar, “S”den “Z”ye kadar olan harflerle adlandırıldı. Daha sonra
bulunanlar ise RR’den RZ’ye, SS’den SZ’ye ve TT’den TZ’ye kadar çift harflerle adlandırılmıştır. ZZ’den
sonra çift harfle adlandırma sistemi, AA, AB,AC... AZ; BB, BC,... BZ şeklinde devam ederek QZ’ye kadar
uzanır. Mira Ceti, Delta Cephei gibi bazı değişen yıldızların adları ise öz halleriyle korunmuştur.

DEHRÎLER

Alm. Atheistisch, Fr. Les Athees, İng. Atheists. Ateistler, dinsizler, maddeciler, materyalistler.
Allahü teâlânın varlığını inkâr edip; “Her şey tabîat kânunlarıyla var oluyor. Bir yaratıcı yoktur. Dehr,
yâni zaman ilerledikçe her şey değişmektedir. Âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir.
Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir!”diyen, maddeci, materyalist felsefî
ekole verilen ad. Bu şekilde inananlara “dehrî” denir.

Dehriyye ile materyalizm (maddecilik) aynıdır. Dehriyyenin temeli çok eski çağlara kadar
uzanmaktadır. Tesbit edilebildiği kadarıyla Yunan felsefecilerinden asırlarca önce var olan Dehriyye,
bütün varlık alanlarını, madde kânunlarıyla açıklamakta, kısaca maddeyi ilk hakîkat olarak kabûl
etmektedirler.

Bu mânâda ilk materyalist (dehrî) filozoflar olarak; Leukkipos Demokritus, Thales, Ananximendros
ve Anaximenes, ilkel diyalektik materyalizmin kurucusu Herakleitos, antik çağ materyalistlerinden
Epiküros, Lakretius sayılabilir. Ortaçağ filozoflarından Petrus Gassendi; mekanist materyalistlerden
Bacon, Hobbs; spontane, Thomas, Hukley, vitalist materyalizmin temsilcisi Vogt, David Hume, Kant,
Aguste Comte; 19. yüzyılın ilk yarısındaki materyalist düşünce temsilcilerinden Feuerbach, Herzen,
Bielinski, Çernişevski; diyâlektik ve târihi materyalizmin temsilcileri olarak da Marx ve Engels
zikredilebilir.

İslâm dünyâsında ise; Hint felsefesiyle, Sokrat öncesi Yunan felsefecilerinin sapık görüşlerini
birleştirerek ilk ileri süren, bir Yahûdî dönmesinin oğlu olan İbn-i Râvendî’dir. Toharistanlı Beşşar, Sâlih
bin Abdilkuddûs gibileri de Dehriyye fikrinin savunucularındandı.

Târihin her devrinde taraftar bulan materyalist düşünce, yâni Dehriyye, uçsuz bucaksız varlıklar
âleminin mâhiyetini ve ona hâkim olan kudreti inkâr edip, basît bir madde olarak îzâh etmeye kalkıştığı
için, her devirde çok şiddetli tepki ve reaksiyonlarla karşılaşmıştır. Bütün peygamberler, hem dehrîleri,
hem de putlara ve ilâh dedikleri diğer şeylere tapanları Allahü teâlâya inanmaya ve yalnız O’na ibâdet
etmeye çağırmışlardı. Eski Yunan filozoflarından Sokrat, Eflâtun ve Aristo bile; “Âlem kendiliğinden
böyle gelmiş, böyle gidecektir. Bunun yaratanı (hâşâ) yoktur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip,
sonsuz olarak sürecektir.” diyen dehrîlerin düşüncelerinin yanlış olduğunu ve muhakkak bir yaratanın
bulunduğunu kitaplarında yazmışlardır.

İmâm-ı Gazâlî, El-Münkızü min-ed-Dalâl kitâbında kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz
sanan dinsizleri üçe ayırmıştır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddeciler olup, bunlar, Yunan filozoflarından
asırlarca evvel vardı. İkinci kısmı, Tabîiyyeciler olup, canlı ve cansızlardaki, akıllara hayret veren
intizâm ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeye mecbur kalmışlarsa da, tekrar
dirilmeyi, âhıreti, Cennet’i ve Cehennem’i inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısım, sonra gelen Yunan filozofları
ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristo’nun felsefeleridir. Bunlara İlâhiyyûn
denilmiştir. Bunlar Dehrîleri ve Tabîiyyecileri reddederek, aldandıklarını bildirmek için, başkalarının

sözlerine hâcet kalmayacak kadar şeyler söyledi. Fakat bunlar da peygamberlere inanmadıkları için
küfürden kurtulamadılar. Bu üç kısım ve bunların yolunda gidenler de, hep îmânsızdır.

Dehriyyenin ilk savunucularından olan Demokritos; “Âlem yoktu. Kendi kendine var oldu.” dedi.
Tabîiyyecilerin çoğu da böyle dedi. Aristo’ya göre âlem heyûlâdan (maddeden) yapılmıştır. Şekil almış
heyûlâya, sûret, cisim dedi. Cisim de üç fizîkî hâlinde (gaz, sıvı, katı) görünür. Âlem, böyle gelmiş,
böyle gider dedi. Dört unsur (ateş, hava, su, toprak) ezelîdir, hep var idiler. Cisimler, birbirlerinden
hâsıl oluyor ise de, asılları olan bu dört madde kadîmdir, dedi. Eflâtun; âlem önce yoktu, sonradan var
oldu, diyerek eski peygamberlerin kitaplarından işittiğini söyledi. Pisagor ve talebesi Sokrat da, Aristo
gibi söylediler. Calinos (Galen) ise, âlemin kadîm veyâ hâdis olduğunu anlayamadığını söyledi. Onlara
göre, ezelî bir yaratıcının yarattıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmaya başladı demek, kudretinin
önceden noksan olduğunu gösterir.

Yüce dînimizi, asırlardır bozulmadan ve değiştirmeden bize ulaştıran İslâm âlimleri yazdıkları
ciltler dolusu kitâplarında, kâinâtın bir yaratıcısı olduğunu, aklî ve naklî delîllerle isbât etmişlerdir. İslâm
âlimlerinin bildirdiklerine göre; âlem, bütün parçaları ile birlikte hâdistir, yâni sonradan yaratılmıştır.
Yerler, gökler, her şey yoktu. Ezelî olan şey değişmez. Maddenin (elementlerin) fizik ve kimyâ özellikleri
hep değişmektedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de değişmezlerdi.
Önceden değişmek yoktu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez. Çünkü, değişmek için bir
kuvvetin tesir etmesi lâzımdır. Değişmek, sonradan başlayınca, kuvvetin de sonradan var olduğu ezelî
olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla maddenin ezelî ve ebedî olduğunu söylemek akla ve ilme uygun değildir.
Bu ise tabiat kuvvetlerinin hâdis oldukları, sonradan yaratıldıklarını, ezelî olmadıklarını ortaya
koymaktadır.

Fen ve tabiat âlimleri de, birçok bitki ve hayvan nesillerinin tükenip yok olduklarını, birçok
türlerin ise, sonradan meydana geldiklerini bildirmişlerdir. Canlı, cansız her şeyin bir ömrü vardır. Her
şeyin ömrü, yâni varlıkta kalma zamânı başkadır. Ömrü sâniyeyle ölçülen varlıklar olduğu gibi asırlarca
yaşayanlar da vardır. En uzun ömürlü varlıklar, element denilen basit cisimlerdir. Bunların ömürlerinin
çok uzun olması Tabîiyyecileri şaşırtmış; “Cisimler yok olur, madde değişir. Fakat, madde yok olmaz.”
diyenler olmuştur. Hâlbuki, maddenin, cisimlerin değişmelerinin sonsuz olarak, böyle gelip, böyle
gideceğini söylemek, ezelî ve ebedî olan varlığa inandığını söylemektir. Allahü teâlânın varlığının, ezelî
ve ebedî, yâni önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz olduğunu, maddecilerin ve tabiatçıların da inkâr

edemeyeceklerini göstermektedir. Bunlar canlı cansız, her şeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydana
geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söylüyorlar. Hâlbuki, elementler de atomlardan
meydana gelmiştir. Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları da yoktan var etti. Elementler sonsuz
öncelerde var olup, her şey bunların çeşitli birleşmelerinden, sonsuz öncelerde meydana gelseydi,
bunları birleştirmek için, sonsuz öncelerde, muazzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım
olurdu. Çünkü, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması lâzım olan o kudret,
işte Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da elementler de, sonsuz öncelerde yoktu. Sonsuz öncelerde,
yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslümanlar, Allah’ın her şeyi yoktan meydana getirdiğine inanıyor. Onların
söylediğine göre, her şeyin önceden var olması için o şeyi meydana getiren şeyin önceden var olması,
bunun da var olması için, bunu meydana getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce demek, ucu,
başlangıcı yok demektir. Başlangıçtaki bir şey olmazsa, ondan meydana gelecek şeyler de olamaz. Yâni,
gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiç birinin var olmaması lâzım olur. O hâlde her şeyin, önceden yokken
sonradan var edilmiş, yaratılmış olan tek bir şeyden üremekte oldukları anlaşılmaktadır. Maddecilerin,
“sonsuz öncelerde var olmak” sözlerinin, maddeler, cisimler için mümkün olmadığı anlaşıldı ise de, bu
sözleri, maddeleri yaratan, fakat madde olmayan, bir yaratıcı için mümkün, hattâ lâzımdır. Böyle
söylemek yukarıda bildirilen çelişkiye sebeb olmamaktadır.

Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin, tabiatçıların, komünistlerin
dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zaman varlıkta durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cisimler
gibi değildir. Bu sonsuz varlık, madde olmayan, hiçbir şeye benzemeyen, her şeyi bilen, gören, her
şeye gücü yeten Müslümanların inandıkları bir Allah’tır. Her şeyi O yaratmıştır ve yaratmaktadır. Tabiat
dediğimiz bu maddeler, cisimler, canlılar ve çeşitli enerjiler, onların zannettikleri gibi, yaratıcı değildir.
Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış, birbirlerine tesir etmek kuvvetini, kendilerine vermiş, yenilerini
yaratmasına eskilerini sebepler, vesîleler yapmıştır. Allahü teâlânın, sebeplere, sebeplerin tesir
etmelerine ihtiyâcı yoktur. Hiçbir sebep olmadan da yaratabilir. Fakat, sebepleri, vâsıtaları araya
koyarak yaratmaktadır. Sebepler ile yaratmasında hikmetler, kullarına faydalar vardır. Bu faydalardan
biri, insanoğlu, bu sebeplere verilmiş olan tesirleri özellikle görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip,
maddî ve mânevî sebepleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin,
cisimlerin ortaya çıkmasına sebeb olur. Çeşitli sanâyi tesisleri, fabrikalar yapılır. Bir yandan da, kalp
kötü ahlâktan temizlenerek, insan melek gibi olur. Allah’ın velî kullarından olur. Mârifetullaha kavuşur.

İnsan, istediği şeyin sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeplere yapışmak, peygamberlerin
aleyhimüsselâm âdetidir. İnsan zekâsı insan güçü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmaktadır.
Tabiatçıların, komünistlerin, sebepleri yaratıcı zannetmeleri, çocuğun, babası çukulata getirince;
“Çukulatayı babam yarattı!” demesine benzemektedir. Çünkü o, çukulatayı babasının verdiğini
görmekte, başka birşey bilmemektedir.

Bütün dinler bir yaratanın bulunduğunu bildirmekte ve bugünkü modern fen bilgileri, semâdaki ve
yeryüzündeki düzen ve intizâmı inceleyip akıllara durgunluk veren ihtişâm ve mükemmelliği, deneyler,
rakamlar ve formüllerle tesbit ettikçe, Dehrîliğin (materyalizmin) ne kadar asılsız bir zan olduğu herkes
tarafından daha iyi anlaşılmaktadır. Modern çağın ilim adamları ve mütefekkirleri, bu anlayışlarının
netîcesi olarak, bu kâinâtın bir yaratıcısının bulunduğunu kabul etmekte ve dinlere yönelmekte,
pekçoğu İslâmiyeti seçerek İslâm dîninin haber verdiği Allahü teâlâya, O’nun peygamberlerine ve son
Peygamber Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmektedirler.

Bütün bunlar, Dehrîlerin (maddecillerin) iddiâ ettiğinin aksine, kâinâtın bir yaratıcısının olduğunu
ve buna inanmanın lüzûmunu göstermekte, Dehrîlerin, ilmin, tecrübenin ve hakîkatın karşısında
olduklarını ifâde etmektedir.

Avrupa’nın ileri gelen astronomi bilgini Kopernik, Fraynburg şehrinde papazdı. İngiltere’nin büyük
fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papazdı. Meşhûr Fransız fizikçisi Pascal, papaz olup, fizik ve
geometri kânunları keşfederken, din kitapları yazmıştı. Fransa’nın en büyük başvekili olup, memleketine
Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhur Rişliyö, papaz olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibiydi.
Meşhûr Alman doktor ve şâiri Schiler (Şiller) de, papazdı. Bugün, bütün dünyâca büyük filozof tanınan
Fransız fikir adamı Bergson, kitaplarında, maddecilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfaa etmiştir.

Amerika’nın büyük filozofu William James, Pragmatisme mezhebini kurmuş, kitaplarında îmânlı
olmayı övmüştür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroplar ve aşılar üzerinde buluşları olan Fransız doktoru
Pasteur, cenâzesinin dîni merâsimle kaldırılmasını vasiyet etmişti. Nihâyet, İkinci Cihân Harbinde
dünyâyı idâre eden, Amerika Cumhurbaşkanı F. D. Ruzvelt ile İngiliz başvekili Çörçil, dindâr idi.
Bunların yanında daha nice fen ve siyâset adamları, hep, yaradana, kıyâmete, meleklere inanan
kimselerdi. İnanmayanların, bütün bunlardan daha akıllı olduğunu kim iddiâ edebilir?

Günümüzde ise Avrupalı bilim ve fen adamlarından İslâmiyeti seçerek Müslüman olanları
görülmektedir. Ömrü boyunca komünizme hizmet eden Roger Garaudy yetmiş yaşına geldiğinde

gerçeği anlayıp, Müslüman olmakla şereflendi. İslâmiyetin, çağları arkasında sürükleyen yüce bir din
olduğunu bütün dünyâya haykırdı.

DEKATLON

(Bkz. Atletizm)

DEKLİNASYON (Meyil)

Alm. Deklination, Fr. Declination, İng. Declination. Astronomide bir yıldızın gök ekvatorundan
kuzey veya güneye doğru uzaklığı. Bu uzaklık, yıldızdan geçen saat dâiresi üzerinde ekvatorda sıfır
derece olmak üzere kuzeyde +90° güneyde ise -90° kadar açı cinsinden ölçülür. Bir yıldızın gök
ekvatorundan itibaren deklinasyonu ile yeryüzündeki rasat istasyonunun bulunduğu yer ekvatorundan
îtibâren enlemi arasında bir benzerlik vardır.

Arz küresinin manyetik alanıyla ilgili olarak deklinasyon, manyetik kuzey ile gerçek veya coğrafik
kuzey arasındaki veya manyetik meridyenle coğrafik meridyen arasındaki açıya denir. Bu açı bir yerde
birkaç asırlık periotlarla değişir; artar, azalır, yön değiştirir. Bunun ana sebebi magnetik kutupların yer
değiştirmesidir. Ayrıca magnetik fırtınalar da bu açıda birkaç derecelik kısa sürede dalgalanmalara
sebeb olabilir.

DEKOR

Alm. Dekoration, Ausstattung (f), Bühnenbild (n), Fr. Decor (m), İng. Decor. Bir sinema
çekiminde veya tiyatro gösterisinde sahnenin seyircilerin göreceği tarzda olmasını sağlayan sanat ve
teknik bütünlük.

Tiyatro: Sahne dekorculuğu tiyatro ile gelişmiştir. Eski Yunan ve Roma tiyatrolarında sahne ilk
kurulduğu şekilde kalır, değişmezdi. Sahne dekoru üç şekilde düzenlenirdi. Tragedyalarda (Trajedi:
Acıklı konu) sütunlara; taşlamalarda, ağaç, dağ ve evlere; komedilerde, balkonlu evlere yer veren
dekorlar kullanılırdı.

Günümüzdeki dekor anlayışı, gelişen tekniğin her türlü imkânlarından faydalanarak, bilhassa
sahnelerin ışıklandırılması cihetine gidilerek önemli yenilik kazanmıştır. Romantik sahnelerden ziyâde
gerçekçi dekor anlayışı uygulanmaya başlanmıştır. Eseri sahneye koyanla, dekoru yapanın işbirliği, bu
yeni uygulamayı kolaylaştırmıştır. Stanislawski, Reinhardt, Appia, Craig, Copeau, Pitoeff, Tairov,
Piscator, bu işbirliğini sağlayanların en belirgin örnekleridir. Bundan başka, Stanislawski ile Reinhardt

döner sahne kullanarak, görülmemiş sahne hîlelerine başvurmuşlar ve seyircileri etkileyici başarılar elde
etmişlerdir. Ayrıca Piscator, sahnelemede sinemadan faydalanmış, bu alanda ilgi çekici yeniliklere
gidilmiştir.

Sinema: Sinemada dekor, kameramanın sahneleri alış şekline göre değişir. Burada seyirci,
sahneyi dıştan seyretmeyip, yapılan işin kapsamına göre sahnenin içine girerek, konunun bir parçası
hâline gelir. İnsan unsuru yanında, sinemada eşya da önemli bir dekor unsuru olabilir. Yerinde ve
zamanında belli bir çerçeve içinde sahnelenen eşya, bir tiyatro oyuncusunun yüzü kadar anlamlı olabilir.
Yönetmenin, hazırlanan filmin sahne düzeninde, dekoruna verdiği olağanüstü önemin sebebi de bir
bakıma budur. Bir filmin dekoru ya özel olarak film stüdyolarında hazırlanır veya tabiat
manzaralarından çekilir. Tabiî dekorla (tabiat) yapma dekorun aynı filmde ve bir arada bulunması
imkânsız denecek ölçüde zordur. En azından çok güçtür. Fakat Sinemaskop, Todd A.O. Sinerama gibi
yeni alış sistemlerinin geliştirdiği ve getirdiği yenilikler günümüzde sinema dekorculuğunu yeni teknik
ve estetik sorularla başbaşa bırakmıştır. Şimdi sinema yapımcıları bu zorluklar içinde daha ilerilere
doğru gitmektedirler.

DEKORASYON

Alm. Dekoration, innenausstattung, Fr. Decoration, İng. Decoration. Mîmârlıkta yapıların içinde
veya dışında uygulanan süsleme işi. Odaların, salonların câmi ve sarayların zevkli bir biçimde
süslenmesi de dekorasyon konusunun sınırları içine girer.

Dekorasyon, iç süsleme ve dış süsleme adı altında iki kısma ayrılır. Bunlardan dış süsleme daha
çok mîmârlıkla ilgilidir.

İç dekorasyon: İnsanların azamî derecede rahat ve huzur içinde yaşayabilmeleri gâyesiyle iç
mekanların çeşitli unsurlarının uygun bir şekilde bir araya getirilmesi anlamındadır. İç dekorasyon
deyimi 20. asrın başlarında ortaya çıkmasına rağmen, insanoğlu Âdem aleyhisselâmdan beri bu
unsurlar arasında uygunluk kurmak ihtiyacını her zaman duymuştu. Elimizde ilk insanların yaşadıkları,
ibâdet ettikleri birimleri nasıl döşedikleri (dekore ettikleri) hakkında bilgi yoktur. Fakat bugün elde
bulunan yazı ve resimler sâyesinde Mısır, Roma ve İslâmiyetin gelişinden sonra ortaya çıkıp muhteşem
medeniyetler kuran irili ufaklı yüzlerce İslâm devletinde evlerin ve diğer sosyal yapıların nasıl dekore
edildiği bilinmektedir.

Eski Mısır ve Romalılar duvar ve tavanlarına yaptıkları resimler yanında birkaç metal koltuk, masa
vb. eşyâ ile süsledikleri yerlerde yaşıyorlardı. Zamanla el sanatlarının gelişmesiyle özellikle ortaçağ
Avrupalısı karmaşık, karanlık ve insanı sıkıntıya sokacak dereceye varan süslemelerle dekore ettiği
mekanlarda yaşadılar. Müslüman milletler ise, İslamiyetin insana verdiği iç huzur ve mânevî hazza
uygun olarak, evlerinin yanında yüzyıllar boyunca binlercesini yapıp, insanların hizmetine sundukları
câmi, han, hamam, kervansaray, dârüşşifâ, medrese vb. binâlarda göz kamaştırıcı, fakat o derecede de
sâde iç mekanlar vücûda getirdiler. Bunlardan özellikle İslâm devletinin büyümesinden sonra Mısır’dan
geçen Müslümanlarca İspanya’da kurulan Endülüs Emevî devletinin kurduğu medeniyet, Avrupa’da
rönesansı doğurdu. Daha sonra teknolojinin gelişmesinin akabinde yeni makinalarda seri olarak eşyâlar
yapıldıkça, günümüzde modern mânâda dekorasyon ortaya çıktı.

İç mîmârî aydınlatma, duvarların ve döşeme eşyâsının süslü görünüşü, belirli bir tesir yapmak
maksadıyla yapılmıştır. İç döşeme eşyalarının en önemlileri tunçtan yapılmış açılır kapanır iskemle ve
masalardı. Şömineler, tahtadan yapılmış birtakım eşyâlar, tavan ve duvardaki renkli süslemeler,
kabartmalar, pencere çerçeveleri ve üzerinde asılı bulunan perdeler iç dekorun tamamlayıcılarıydı. İç
süslemede Avrupa’da kullanılan şekil; dik, sivri, katı görünümündeki biçimlerden meydana gelirdi.
Türklerde iç dekorasyon ise, kaba, keskin hatlardan uzak, zarif, yormayan, zevk ve inceliği ifâde edecek
şekilde olurdu. Dış süsleme ise mimârı sanat özelliğini taşırdı. (Bkz. Mîmârî)

DEKSTRAN

Alm. Dextrose, Fr. Dextrose, İng. Dextr, Dextrose. Bâzı bakteriler tarafından mâmul şekerden
üretilen, yumuşak, yapışkan, yüksek molekül sayılı polisakkaritler. Şeker fabrikalarında dekstranın boru
ve makinalarda toplanması, şeker endüstrisinde büyük bir derttir. Dekstran, kan plazması naklinde
kullanılma alanı bulmuş olup, endüstride de bu maksatla üretilmektedir.

DEKSTRİNLER

Alm. Dextrin (n), Fr. Dextrine (f), İng. Dextrin, Nişastanın eksik hidrolizi veya kuru nişastanın
ısıtılması ile elde edilen daha küçük moleküllü sınıfı. Saf dekstrinler beyaz, amorf (şekilsiz), tatsız
ve kokusuz maddelerdir. Alkolde çözünmezler, suda kolay çözünürler. Derişik çözeltileri şurup
kıvamında yapışkan bir maddedir.

Nişasta sıcaklık (160-200°C) veya asitlerin etkisi ile hidrolizlenerek parçalanır ve bu
parçalanmada glikoza kadar gitmeden daha kısa moleküllü ürün olan dekstrin meydana gelir.
Dekstleşmenin ilk basamağında nişasta küçük parçalara bölünür ve bu parçalar sonradan dallanmış
yapıda yeniden bileşik meydana getirirler. Bu şekilde nişastanın lineer (çizgisel) molekül karakteri
bozulur, çözünürlüğü yüksek, dayanıklı bir ürün meydana gelir.

Nişastanın hidroliz sonucu meydana gelen parçalanma ürünleri iyot reaksiyonuna ve buna paralel
olarak molekülün küçüklük derecesine göre şöyle ayrılmaktadır: İyotla henüz mavi renk veren ürüne
“amilodekstrin” denir. Daha fazla hidrolizlenmesiyle “eritrodekstrin” elde edilir ki bu iyotla kırmızıya
boyanır. Daha ileri gitmiş bir hidroliz ile “akrodekstrin” denilen madde elde edilir. Bu madde artık iyotla
renk vermez, indirgen özelliği fazladır. Akrodekstrinin indirgen özelliği son hidroliz ürünü olan maltoz ve
glikozunkinden düşüktür.

Dekstrinin belirli bir yapısı yoktur. Genellikle başlıca akrodekstrin olmak üzere eritodekstrin, glikoz
ve maltoz karışımıdır. İyotla kırmızı renk verir. Dekstrin elde etmek için genellikle ilk madde olarak
patates kullanılır.

Ekmeğin kabuğunun tatlılığı bu maddeden ileri gelir. Dekstrin çözeltileri yapışkan olduğundan
çoğunlukla tutkal olarak kullanılır. Pulların arkasındaki yapıştırıcı, dekstrinden yapılmıştır. Kâğıt ve
tekstil endüstrisinde ve pirinç gibi besin maddelerini parlatmada kullanılır. Dekstrinler maya ile
mayalanmazlar. Günlük hayatta dekstrin pekçok işlerde kullanılır.

Tekstil ürünlerinin sâbit renkteki baskılarının yapılmasında, kibrit, donanma fişeklerinin
yapımında, bâzı patlayıcıların ve yapıştırıcı îmâlinde kullanılır.

DELHİ

Hindistan’ın federal başşehri olan Yeni Delhi’yi de içine alan şehir. Hindistan’ın ortakuzey
kesiminde yer alır ve bölgenin ulaşım ağının odak noktasını meydana getirir. Târih boyunca çeşitli
imparatorluk ve krallıklara başşehir olan Eski Delhi, günümüzde bölgenin ekonomi ve yerleşme
merkezidir. Hemen güneyindeki Yeni Delhi ise idârî hizmetlerin toplandığı bir şehir durumundadır.
Nüfusu 5 milyona yakındır. Yeni Delhi’ninki ise 300.000 civârındadır.

Delhi birlik toprağı, Ganj kolu Yamuna Irmağının batı yakası boyunca uzanır. Batısında Aravalli
Sıradağlarının kuzey uzantısını teşkil eden Delhi Sırtı yer alır. Delhi şehri Himalaya Dağlarının 160 km
güneyine düşer. İklimin belirgin özelliği aşırı kuraklık ve çok sıcak yazlardır.

Eski Delhi’de binalar ve sokaklar iç içedir. Yeni Delhi ise İngiliz sömürgesiyken inşâ edildiğinden,
üst rütbeli subayların rahat edeceği tarzda planlı, yeşil alanlı ve sükûnetin hâkim olduğu bir mîmâriyle
kurulmuştur.

Delhi’nin çarpıcı mîmârî eserleri Hindistan târihinin bütün dönemlerini yansıtır. Erken Peştu
üslûbunun örneği olan Kutb Minâre ve Kuvvetü’l-İslâm Câmiinde Hint üslûbu ve yapı malzemeleri İslâm
motifleri ve yapı şartlarına uyarlanmıştır. Tuğlukâbâd ile Seyyid ve Ludî hükümdârlarının türbelerinde
görülen Geç Peştu üslûbu, zarif kubbe, mermer, çini ve süslemelerle ayırt edilir. Geç Babürlü
mîmârisini; Kırmızı Kale (Lal Kila) ve Mescid-i Cumânın belirgin özellikleri süslü dış yüzeyler, üst üste
binmiş kubbeler ve yüksek minâreler aksettirir. 25 m yüksekliğindeki kırmızı kumtaşı surlarla çevrili
Kırmızı Kalenin dibinde bir dizi saray, bahçe, kışla ve binâ yer alır. İngiliz döneminden kalma Kendriya
Saçivalaya, Parlamento Binâsı ve Başkanlık Sarayı İngiliz mîmârisi ile geleneksel Hint kalıplarının
özelliklerini birleştirir.

Delhi halkının yarısı göçle gelip yerleşenlerden meydana gelmiştir. Hindular nüfusun dörtte üçünü
teşkil eder. Geriye kalan nüfûsun çoğu Müslümandır. Hıristiyan ve Budacı topluluk az bir nüfûsu teşkil
eder. Delhi, büyük bir ticâret, turizm ve kültür merkezidir. Tekstil, besin ve kimyâsal madde sanâyii gibi
modern sanâyiler yanında Eski Delhi’nin el sanatlarından olan fildişi işleme, mücevhercilik ve kazancılık
gibi etkinlikler de sürdürülmektedir.

Târihin eski devirlerinden beri değişik yönetimlerce idâre edilen Delhi, 1193’te Türk Sultanı Gurlu
Muizzeddin Muhammed tarafından ele geçirildi. Delhi 1206’dan 1526’ya kadar Müslüman Delhi
sultanlarına başşehir oldu. Bu dönemlerden kalma eserler Delhi’nin medeniyetinin temelini oluşturur.
1526’da Hint-Türk İmparatorluğunun hâkimiyetine girdi. 1540’ta Afganlı Şir Şahın eline geçen şehri,
Hümâyun, 1555’te Şir Şahın haleflerinden geri aldı. Hint-Türk İmparatorları bir süre Agra yakınında
saltanat sürdüler. Daha sonra Şah Cihân’ın inşâ ettiği bu şehre sarayını taşıması üzerine, 1648’de Delhi,
imparatorluğun başşehri oldu ve Şah Cihân adını aldı (Şahcihanâbâd). 1739’da İranlı Nâdir Şah ve
1761’de Afganlı Ahmed Şah tarafından yağmalanan şehir, 1803’te İngilizlerin eline geçti. Sipahiler’in
1857’deki ayaklanması sırasında 11 Mayıstan 20 Ekime kadar onların işgalinde kaldı. İngilizler Yeni

Delhi’yi inşâ edince, Şahcihanâbâd, Eski Delhi adını aldı. Delhi 1911’de Hindistan İmparatorluğunun son
başşehri, 1947’de de Hindistan’ın başşehri oldu.

DELHİ TÜRK SULTANLIĞI; Hindistan’daki Müslüman Gurlu Devletinin komutanlarından Kutbeddîn
Aybeg tarafından Delhi’de kurulan Türk devleti. Bu devlete; Mu’izzîler, Halacîler, Tuğluklar ve Seyyîdler
olmak üzere dört Türk sülâlesi birbiri arkasından hâkim oldular.

İslâmiyet, Aşağı İndüs vâdisine ilk olarak Emevîler devrinde girmişti. SonralarıHindistan içlerine
Müslüman askerî kuvvetlerini ilk getiren Gazneli hükümdârlarıydı. Gazneliler, Pencab bölgesini ele
geçirerek, burayı Hindistan’daki dâimî merkezleri yaptılar. İktidârlarının sonuna doğru ise Lahor merkez
olmuştu. Gaznelilerin yerini alan Gurlular için Pencab, Hindistan’ın fethi için önemli bir merkezdi. Gurlu
Hânedânından 1173 senesinden sonra Gazne’de hükümdâr olan Şehâbüddîn (Mu’izzüddîn) Muhammed,
Ganj Ovasında hâkimiyetini genişletti. Muînüddîn Çeştî hazretlerinden aldığı işâretle, Ecmir’i fethetti.
Emrindeki Türk asıllı kumandanlarından Kutbeddîn Aybeg’i bütün Hindistan’ın fethiyle vazifelendirdi.
Hindistan’da İslâmiyetin yayılmasında önemli rol oynayan Muizzüddîn, 1206 senesinde ölünce, Lahor’a
giden Kutbeddîn Aybeg, sultanlık teklifini kabul etti. Kuzey Hindistan’a hâkim olup, Delhi Türk
Devletinin temelini attı. Ölen Muizzüddîn Muhammed’in kardeşi ve Batı Gurluların Sultânı Gıyâseddîn
Mahmud bu durumu kabul edip Kutbeddîn’e, Melik ünvânını verdi. Bu sırada Sultân Muizzüddîn’in
komutanlarından Tâceddîn Yıldız, Gazne’de hüküm sürmekteydi. Aybeg, onu yenerek Gazne’ye girdiyse
de, kırk gün kalabildi. Daha sonra Tâceddîn Yıldız’ın baskısı üzerine Hindistan’a çekildi. Orada
İslâmiyetin yayılması için çalıştı. Fethettiği yerleri câmi ve medreselerle süsleyip, mümtaz ilim
sâhipleriyle şenlendirdi. âlimlere, fakir ve muhtaçlara maaşlar bağlattı. Sulh ve sükûnu sağlayıp,
memleketinde her türlü zulme mâni oldu. Hak ve adâleti hâkim kıldı.

Kutbeddîn Aybeg, 1210 senesinde vefât edince, yerine dâmâdı Şemseddîn İltutmuş geçti.
İltutmuş öncelikle diğer bölgelerde bağımsızlıklarını ilân eden komutanları da hâkimiyeti altına aldı ve
Hindistan’da Türk İslâm hâkimiyetini yeniden kurarak, sağlamlaştırdı.

Daha sonra başarılı seferler düzenleyerek, hâkimiyet bölgesini genişletti. Vindhya Dağlarının
kuzeyinde kalan bütün Hindistan’ı ele geçirdi. Abbâsî Halîfesi Muntasır-billah tarafından tanınan
Hindistan’ın ilk Müslüman Türk sultânı oldu. Nâsır ve Emîr-ül-Mü’minîn lakabını aldı. Bir ara İsmâilîler,
onu öldürmeyi ve devleti ele geçirmeyi plânladılarsa da, muvaffak olamadılar. Delhi sultanlarının en

büyüklerinden olan İltutmuş, büyük İslâm âlimi Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî’nin talebelerindendi.
İslâmiyetin Hindistan’da yayılması için çok gayret gösterdi. Ülkede birlik ve düzeni sağladı.

1236 senesinde Karakarlara karşı çıktığı seferde hastalanan İltutmuş, Mayıs ayında vefât etti.
Ölümünden sonra kızı Râziye Begüm Sultan başa geçtiyse de ileri gelen devlet adamlarının muhâlefeti
üzerine tahtı terk etmek zorunda kaldı. İç karışıklıklar devleti yıkılmanın eşiğine getirdi. Nitekim
Moğollar; Sind, Mültan ve Batı Pencap’a girdiler. 1241 senesinde Lahor’u yağmaladılar. Kırklar diye
bilinen komutanlar arasında kıskançlık yüzünden parçalanmalar baş gösterdi. Guwalyar ve Rantambor
bölgeleri devletin elinden çıktı. Do’ab’daki Hindli yol kesiciler yüzünden, Bengal ile haberleşme
tamâmen kesildi.

Bu sırada İltutmuş’un memlûk (köle)lerinden biri olan ve soyca Kıpçak Türklerine dayanan
Balaban, devlet içinde büyük bir nüfûz kazanmıştı. Balaban, sür’atle harekete geçerek, muhtelif
bölgelerde isyânları bastırdı. Hind kabîlelerini, racaları ve bâzı emîrleri cezâlandırdı. 1247 senesinde
Kâlinca ile Kemâ arasındaki bölgeyi ele geçirdi. 1255 senesinde Kutluğ Hanın isyânını bastırdı. 1257
senesinde tekrar Hindistan’a giren Moğollara karşı büyük bir ordu hazırladı. Moğolların geri çekilmelerini
fırsat bilerek birlikleri ile orduya katılmayan bâzı vâli ve beylerin üzerine yürüdü. Bunları sindirdi ve bir
çoğunu affetti. Sultan Nâsıreddîn Mahmud Şahın 1266 yılında ölümü üzerine, iktidârın gerçek hâkimi
olan Balaban, Gıyâseddîn lakabıyla tahta çıktı.

Tahta çıkar çıkmaz, merkez ordusunu yeniden düzenledi. Âsâyişi bozan Hindûları ve Delhi
civârındaki haydutları şiddetle cezâlandırdı. Balaban, idâresi altında büyük bir ordu bulunmasına
rağmen, sultanlığın kaybettiği toprakları geri almak için fazla bir gayret göstermedi. Tek düşüncesi,
hudutları tehdid eden Moğollara karşı hazırlıklı olmaktı. Bu gâyeyle Sind ve Batı Pencab’ın idârî
durumunu yeniden düzenledi. Bölgeye önce Şir Hanı, ölümünden sonra oğlu Muhammed Hanı vâli tâyin
etti. Diğer oğlu Mahmud Buğra Han ise, bir orduyla kuzeyde bulunuyordu. 1279 senesinde Moğollar,
Pencab’a saldırdılar. Delhi Sultanlığı topraklarında epeyce ilerleyerek Sütlüce Irmağını aştılar, fakat
bozguna uğratıldılar.

Moğol saldırısını fırsat bilen Bengal Vâlisi Tuğrul Han ayaklanarak bağımsızlığını îlân etti. Balaban,
Moğolları yendikten sonra, kuzeyde bulunan oğlu Buğra Hanın ordusunu da yanına alarak Bengal
üzerine yürüdü. Tuğrul Han hazinesini ve fillerini alarak Orissa ormanlarına sığındı ise de ele geçirilerek
öldürüldü. Bengal vâliliğine oğlu Mahmud Buğra Hanı tâyin etti. Balaban’ın 1287 yılında vefâtından

sonra başa geçen Muizzüddîn Keykubâd’ın başarısız idâresi, yerine geçen oğlu Keyûmers’in de küçük
yaşta olması üzerine Halaçların Reisi Fîrûz Şâh, rakiplerini yenerek, Celâleddîn lakabı ile Delhi
Sultanlığının başına geçti. Celâleddîn Fîrûz Şahın 1290 senesinde Delhi Sultanlığı tahtına geçmesinden
sonra, idâre Halacîler sülâlesine geçti.

Delhi Sultanlığına hâkim olan Halaç âilesi, eski bir Türk kabîlesi olan ve kesin olarak tesbit
edilemeyen bir târihte Türkistan’dan göç edip, doğu Afganistan ile Hindistan’ın kuzey hudutlarına
yerleşen Halaç Türklerine mensupturlar.

Fîrûz Şahın tahta çıktıktan sonra Hintli Prenslere karşı seferleri müsbet netîceler vermedi. Onun
asıl isteği Moğollardan uzak kalmaktı. 1291-92 senesinde Moğol ordusunun büyük bir istîlâ teşebbüsü
başarıyla önlendi ve Moğolların çoğu esir edildi. Bu esirlerin büyük bir kısmı Müslüman olarak Delhi Türk
Sultanlığının hizmetine girdiler. Aynı sene içinde Mandor ve Ucceyn’e seferler düzenlendi. Bu arada Karâ
vâlisi ve dâmâdı Alâeddîn Muhammed, hükümdârdan izin almadan Devagir üzerine sefere çıktı. 1294
senesinde sekiz bin kişilik bir süvârî birliğiyle yola çıkan Alâeddîn, Vindhyalar Dağlarını geçerek zor
şartlar altında iki ay süren bir yolculuktan sonra, Devagir’e vardı ve şehri kısa sürede ele geçirdi.
Alâeddîn, aldığı büyük ganimetlerle ülkesine döndü. Fîrûz Şâh bu gâlibiyete çok sevindi. Yeğenini tebrik
ve teftiş için Karâ’ya gitti. 1296 yılında çıktığı bu yolculuğu esnâsında vefât etti. Yerine
AlâeddînMuhammed Halacî geçti.

Alâeddîn Muhammed, uzun seneler Moğol saldırılarına karşı koymakla uğraştı. 1299 senesinde
Kutluğ Hoca’nın kumandasında 200.000 kişilik bir Moğol ordusu Delhi önlerine kadar geldi. Alâeddîn,
Moğollara karşı ordusunun az olmasına rağmen kahramanca savaştı ve Moğolları bozguna uğrattı. İç
işlerini düzelten Alâeddîn Muhammed, 1302 senesinde fetihler yapmak için sefere çıktı. Racistan’da
ünlü Çitor Kalesini kuşatarak aldı. Fakat ordu bu seferden yorgun ve çok kayıp vermiş olarak döndü.
Ayrıca Telingan Devleti üzerine gönderdiği ordu da başarı elde edemeden ve yorgun döndü.

1305 senesinde Amroha ve 1306 yılında Ravi yakınlarında, Moğollar bozguna uğratıldı. Bu
mücâdeleler sırasında Dipâlpur eyâleti hudutları Melik Gâzi Tuğluk’un idâresine verildi. Melik Gâzinin
her sene düzenlediği seferlerden dolayı da Moğol tehlikesi kalktı.

Kuzey Hindistan’ın hemen hemen tamâmına hâkim olan Alâeddîn, 1308 senesinde Melik Kâfur’u
güney seferine gönderdi. Melik Kâfur, önce Varangel’i 1310 senesinde de Madura ve Duâramudra’yı ele
geçirdi. Böylece sultanlığın güney sınırları deniz sâhiline kadar dayandı.

Sultan Alâeddîn, hiç tahsil görmediği hâlde, şahsî kâbiliyet ve tecrübeleri ile devlet topraklarını
genişletti. Birçok idârî yenilik yaptı. Müslümanların refah ve huzûr içinde yaşamalarını sağlamaya çalıştı.
Sultan Alâeddîn 1316 senesinde ölünce, Melik Kâfur, Velîahd Hızır Hanın yerine henüz 5-6 yaşındaki
Şihâbüddîn Ömer’i tahta çıkardı. Buna karşı çıkan Alâeddîn’in üçüncü oğlu Mübârek Han, Melik Kâfur’u
öldürttü. 1316 senesi Nisan ayında kardeşini de hapse attırarak Kutbeddîn lakabı ile tahta çıktı.
Mübârek Han, babasının bâzı kânunlarını yürürlükten kaldırdı. Gucerât ve 1318 senesinde Devagir’deki
isyânları bastırdı. Ancak bir Hindû dönmesi ve kölesi olan Hüsrev Han tarafından 1320 senesi Nisan
ayında öldürüldü. Hüsrev Han tahta geçti.

Hüsrev Han, tahta geçtiği zaman Pencap’ta hudut bölgeleri kumandanı olan Gâzi Melik Tuğluk
isyân etti. Oğlu Fahreddîn Cavna’nın da teşvikiyle Delhi üzerine yürüdü. Delhi önlerinde yapılan savaşı
Gâzi Melik Tuğluk kazandı. Hüsrev Han yakalanarak îdâm edildi. Gâzi Melik de 1320 senesi Eylül ayının
altısında Delhi Sultanlığı tahtına çıktı. Bu târihten îtibâren Delhi Sultanlığında Tuğluklar devri başladı.

Babası Türk, annesi Hindli olan Gâzi Gıyâseddîn Melik Tuğluk tahta geçtikten bir hafta gibi kısa bir
zaman zarfında sükûneti sağladı. Tuğluk-âbâd adı ile yeni bir şehir kurdu ve burasını hükûmet merkezi
yaptı. Dekken’deki Varangel Racası isyân edince, Uluğ Hân ünvânı alan oğlu Cavna Hanı o bölgeye
gönderdi. Bu sefer, başarısızlıkla netîcelendi. 1323 senesinde tekrar Dekken üzerine gönderildi. O da
Bidâr’ı fethettikten sonra Varangel’e doğru ilerleyerek burayı da ele geçirdi. Bu târihten îtibâren
Varangel, Sultanpür olarak adlandırıldı. Cavna Han, bölgede son olarak Telingâna’yı fethetti. Burası ilk
defâ doğrudan doğruya Müslümanların idâresine girdi.

1325’te Tuğluk Hanın ölümü üzerine oğlu Cavna Han, Muhammed Şah lakabı ile tahta geçti.
Muhammed bin Tuğluk, bâzı idârî ve askerî tedbirler aldı. Güneydeki fetihler sebebiyle, bölgede yeni bir
saltanat merkezi yapılmasına ihtiyâç duyarak, 1327 senesinde Devagir’i yeniden inşâ ettirdi.
Devletâbâd adını verdiği bu şehri hükûmet merkezi yaptı. Hükûmet memurları, âlimler ve halktan
pekçok kişi buraya yerleşti. Muhammed Han, gönüllü göçün az olması yüzünden halkı Devletâbâd’a göç
etmeye zorladı. Bu duruma kızan halk, arâzilerini terk ederek hırsızlığa başladı. Sultânın, bunlar
üzerinde bir birlik göndermesi, arâzide zirâat yapılmasını zorlaştırdı ve Delhi’de kıtlık baş gösterdi.

Muhammed Han devri bundan sonra dâimî olarak isyânlarla geçti. 1335 senesinde Ma’ber Vâlisi
Seyyid Celâleddîn Madura, bağımsızlığını îlân etti. Sultan bu vâlinin üzerine yürüdü ise de bir netîce
elde edemedi. Böylece Ma’ber, Delhi Sultanlığının idâresinden çıktı.

Bengal Vâlisi Behram Han, 1338 senesinde ölümünden sonra sultanlığa bağlı Doğu Bengal eyâleti
istiklâlini îlân etti. Aradan bir sene geçmeden Ali Şah Kar adında bir kumandan isyân etti, fakat isyân
ânında bastırıldı. Arkasından Avadh Vâlisi Ayn-el-Mülk ayaklandı. Sultan bütün güçlüklere rağmen bu
isyânı da bastırdı. Ayn-el-Mülk yakalanarak hapsedildi ise de bir süre sonra af edilerek tekrar Avadh
vâliliğine getirildi.

1343 senesinde Pencap eyâletindeki Sunâm, Samânâ, Kaythal ve Guhrâm’da isyânlar çıktı. Ancak
bu isyânlar şiddetli bir şekilde bastırıldı. Muhammed Tuğluk yine bir isyânı bastırmak üzere Sind
Seferine çıktığı zaman Tahattha yakınlarında hastalanarak 1351 senesi Martında öldü. Muhammed
Tuğluk’un ölümü sırasında Hindistan’da, üçü ayaklanmalardan ortaya çıkma beş tâne bağımsız
Müslüman Türk devleti vardı.

Başsız ve güçsüz durumda kalan ordunun ileri gelen kumandanları ve devlet adamlarının
ısrâriyle, ölen sultânın yeğeni Fîrûz Şah, sultanlığı istememesine rağmen, tahta çıkarıldı.

Fîrûz Şah, tahta geçtikten sonra devleti kuvvetlendirmek için seferlere çıktı. Bengal bölgesinin
hâkimi İlyas 1345 senesinde Batı Bengal’de bağımsızlığını îlân etmiş, 1352 senesinde ise Doğu Bengal’i
ele geçirmişti. Fîrûz Şah, önce İlyas’ın üzerine yürüdü ve onu İkdala Kalesine çekilmeye mecbur bıraktı.
Fîrûz Şah bu seferden sonra Orissa üzerine yürüyerek burayı ele geçirdi. Orissa Racası barış yapmak
istedi. Senelik yirmi fil vergi vermek üzere barış yapıldı.

Fîrûz Şah, 1367 senesinde doksan bin süvârî, 480 fil ve çok sayıda piyâdeden meydana gelen
ordusu ile Thattha üzerine sefer düzenledi. Çok büyük sıkıntıların, çekildiği bu sefer sonunda, Sind
Camlarının hükümdârı Câm Mâli’nin senede 400.000 Hind parası vermesi şartıyla anlaştılar.

Fîrûz Şah, 1388 senesi Eylül ayında seksen üç yaşındayken öldü. Her işinde âlimlere danışan Fîrûz
Şah, ülke topraklarını genişletmek için büyük seferlere çıkmaktan ziyâde iç işleri ile uğraşmayı tercih
etti. İşlerinde en büyük desteği hocası Celâleddîn Hindî’den (rahmetullahi aleyh) görmekteydi. Vergileri
koyup kaldırmakta dînin hükümlerine çok dikkat ederdi. Dîne uymayan her türlü vergiyi kaldırdı. Devlet
geliri azalacağı yerde daha da arttı. Devlet idâresinde yaptığı düzenlemeler, mâlî ve iktisâdi alanlarda
büyük bir gelişmeye sebeb oldu. Müslüman ve gayri müslim bütün halkın refah ve saâdetine hizmet
etti.

Fîrûz Şahdan sonra şehzâdeler arasındaki mücâdeleler, onun yaptığı bütün iyi işlerin tahrib
olmasına ve sultanlığın kötü duruma düşmesine sebeb oldu. Bu mücâdelelerden sonra torunu

Gıyâseddîn Tuğluk tahta geçti. Bu târihten Timur Hanın 1398 senesindeki Hindistan Seferine kadar taht,
altı defa el değiştirdi. Timur Han, 1398 senesi Eylül ayında İndus Nehrini geçerek Hindistan’a girdi.
Delhi Sultanı Mahmud Şah elindeki yetersiz kuvvetlerle karşı koymaya çalıştı ise de Delhi önündeki
muhârebede yenildi. Delhi Timur Hanın eline geçti. Timur Han, 1399 senesinde Türkistan’a geri
dönünce, Mahmud Şah yeniden hükümdâr ünvânını aldı. Fakat önce Mallû, sonra da Devlet Han Ludi’nin
elinde bir kukla hükümdâr olarak kaldı. Mahmud Şahın 1413 senesinde ölmesiyle Tuğluk Hânedânı
sonra erdi.

1414 yılında Delhi’yi ele geçiren Mültan Vâlisi Hızır Han, ölünceye kadar bölgeyi Timur ve Şahrûh
adına idâre etti. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu Mübârek, bağımsızlığını îlân etti. Böylece Delhi
Sultanlığının idâresi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin neslinden olduklarını iddiâ etmeleri
yüzünden “Seyyidler” adını alan Hızır Han nesline geçti.

Mübârek Şahın saltanatı, ayaklanmalarla geçti. Mübârek Şah, 1434 senesinde nüfûzunu kırmak
istediği vezîri Server-ül-Mülk tarafından öldürüldü. Yerine kardeşinin oğlu Muhammed, ondan sonra da
1444’te onun oğlu Âlem Şah çıktı. Hepsinin saltanatı, kargaşalık, ayaklanma, iç ve dış harblerle geçti.
Bu yüzden devlet gittikçe zayıfladı. Son yıllarda devlet işleri Pencab’ın büyük bir kısmına hâkim olan
Behlül Han Ludî adında bir Afgan beyinin eline geçti. 1451 seneside Behlül’ün baskısına dayanamayan
Âlem Şah, tahtı ona bırakarak Badaun’da yerleşti. Böylece Delhi Türk Sultanlığı sona erdi ve
hükümdârlık Afgan asıllı Lûdîlerin eline geçti. (Bkz. Lûdîler)

Delhi Türk Sultanlığının idârî teşkilâtı genelde Türk İslâm devletlerinin teşkilâtına dayanmaktaydı.
Saray teşkilâtının başında Vekil-i Dâr bulunurdu. Ondan sonra idâresinde hâciplerin görev yaptığı Emir
Hâcib veya Bâr Bey denilen saray görevlisi gelirdi.

İdârî işlere vezir bakmaktaydı. Dînî işler ise, Sadr-üs-Sudûr denilen görevlinin idâresindeydi. Bu
zât aynı zamanda sultanlık baş kâdısı Kâdı-i Memâlik görevini de yapardı.

Delhi Türk Sultanlığı, süvârî kuvvetlerinin büyük rol oynadığı düzenli bir orduya sâhipti. Askerler
önce, iktâlardan faydalanırlardı. Daha sonra maaş almaya başladılar. Orduda fillerin önemli bir yeri
vardı. Fillerin üzerinde okçular bulunurdu. Ayrıca bunlardan düşman saflarını yarmak ve mâneviyatlarını
bozmak için faydalanılırdı. Ordunun piyâde sınıfının çoğunu Hindûlar meydana getirirdi. Hassa askerleri
dışında, piyâdeler geçici olarak orduya alınırdı.

Birçok âlim, şâir, yazar ve sanatkârı himâyelerine alan Delhi Sultanları, kültür ve sanatın
gelişmesine büyük hizmet ettiler. Balaban devri, ilim ve sanat bakımından önemlidir. Onun devrinde
Ferîdeddîn Mes’ûd, Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ, Bedreddîn Ganevî gibi İslâm âlimleri,
Hamîdeddîn, Bedreddîn Dımeşkî, Hüsâmeddîn gibi tıb âlimleri yetişti. Büyük âlim Emir Hüsrev Dehlevî,
Delhi Sultanlarından himâye gördü. Hüsrev Dehlevî, Hindistan’da şiirlerini Farsça yazan şâirlerin en
büyüğüdür. Şâirliği yanı sıra, târihî eserler de yazmıştır. Delhi sarayında yaşayan şâirlerden birisi de
Hüsrev Dehlevî’nin yakın arkadaşı Necmeddîn Hasan Sencerî idi. Bu iki zâtın yakın dostu târihçi
Ziyâeddîn Bernî 1357 senesine kadar Delhi Sultanlığının târihini anlatan Târih-i Fîrûz Şâh adlı eserin
yazarıdır. Nizâmüddîn Evliyâ, Ferîdüddîn Genc-i Şeker ve Şeyh Nûreddîn, Celâleddîn Hindî gibi büyük
tasavvuf âlimleri Delhi Türk Sultanlığı zamânında yaşamış, Hindistan’ın meşhur ve büyük velîleridir.

Delhi Sultanları, geniş îmâr faaliyetlerinde bulundular. Günümüze kadar ulaşan birçok eserler
yaptılar. Ayrıca yeni şehirler inşâ ettiler. Yaptıkları eserlerin büyük kısmı Delhi’dedir. Kutbeddîn
Aybeg’in yaptırmaya başladığı 79 metre yüksekliğindeki Kutb Minâr ismi ile meşhur minâre daha sonra
bitirilmiştir. Aybeg, ayrıca Cayna mâbetleri enkazını kullanarak Kıdvet-il-İslâm adlı câmiyi inşâ ettirdi.

Halacî Hânedânlığı zamânında Hindistan’daki Müslüman mîmârisi, Selçuk mîmârisi teknik ve
üslûbunun etkisinde gelişti. Alâeddîn Halacî zamânında Kıdvet-il-İslâm Câmiinin yanında yapılan
medrese bunlardan biridir.

Tuğluklarda Fîrûz Şah, birçok îmâr faaliyetlerinde bulundu. Ayrıca eski eserlerin tâmir ve ihyâsına
büyük önem verdi. Hisar ve Cavnpûr gibi birçok meşhur şehir kurdu ve tâmir ettirdi. Ayrıca
Firûzâbâd adıyla Delhi yakınlarında yeni bir başkent inşâ ettirdi. Buranın güneyinde Havz-ı Hassı
denilen büyük havuzun kenârında bir medrese yaptırdı. Bunlardan başka; 50 sulama bendi, 40 câmi, 30
medrese, 20 hânkâh, 100 kervansaray ve han, 5 dârüşşifâ, 100 türbe ve mezar, 10 hamam, 150
sulama işlerinde de kullanılabilecek kuyu ve su biriktirmeye mahsus havuz, 100 köprü yaptırmıştır.

DELHİ SULTANLARI
Mu’izziler

Kudbeddîn Aybeg 1206
Aram Şah 1210
Şemseddîn İltutmuş 1211
Rükneddîn Fîrûz Şah 1236

Celâleddîn Râziye Begüm 1236
Mu’izzüddîn Behram Şah 1240
Alâeddîn Mes’ud Şah 1242
Nâsıreddîn Mahmud Şah 1246
Gıyaseddîn Balaban 1266
Mu’izzüddîn Keykubâd 1287
Şemseddîn Kayûmers 1290
Halacîler
1290
Celâleddîn Fîrûz Şah 1296
1296
Rükneddîn İbrâhim Şah 1316
1316
Alâeddîn Muhammed Şah 1320

Şihâbeddîn Ömer Şah 1320
1325
Kutbeddîn Mübârek Şah 1351
1351
Nâsıreddîn Hüsrev Şah 1388
Tuğluklar 1389
1390
Gıyâseddîn Tuğluk Şah 1393
1393
Gıyâseddîn Muhammed Şah

Mahmûd Şah

Fîrûz Şah

İkinci Gıyâseddîn Tuğluk Şah

Ebû Bekr Şah

Nâsıreddîn Muhammed Şah

Alâüddîn İskender Şah

Nâsıreddîn Mahmud Şah (I. Saltanatı)

Nusret Şah 1395

Nâsıreddîn Mahmud Şah (2. saltanatı) 1399
Seyyidler

Hızır Han 1414
Mu’izzüddîn Mübârek Şah 1421
Muhammed Şah 1435
Alâeddîn Âlem Şah 1446

DELİRİUM TREMENS

Kronik alkoliklerde fazla alkol alınması veya birdenbire kesilmesi yâhut da bâzı uyarıcı sebeplerin
(travmalar, zehirlenmeler, ağır infeksiyonlar gibi) katılmasıyla beliren akut organik beyin sendromu.
Hastalık ilk olarak Thomas Suton tarafından 1813 yılında târif edilmiştir. Genellikle 30 yaşının üstünde
görülür.

Belirtileri:Baş ağrısı, ateş, terleme, iştahsızlık, bulantı, kusma, ishal, çarpıntı, göğüs sıkışması,
sıkıntı, ağrılar, titreme, denge bozukluğu, konuşma güçlüğü uykusuzluk, korkular, panik, kızgınlık,
saldırganlık, sara nöbetleri, bilinç bulanıklığı, hayâl görmeler, ses duymalar olabilir. Bâzan yılanlar,
fâreler, bir takım acâyip hayvanları görür, korku ve dehşet içindedir. Bâzan da insanları küçülmüş
olarak yürürken, şarkı söylerken, fıkra anlatırken görür. Odadaki eşyâları korkunç hayvanlar olarak
görebilir. Uzun süren uykudan sonra hasta kendine gelebilir veya kalp yetmezliği, şok, kazâlar,
iltihaplanmalar sonucu ölüm olabilir.

Tedâvi: Âcilen hastâneye yatırılır. Özel odalarda, bol su, vitamin, sâkinleştirici tedâvisi uygulanır.
Bol protein ve karbonhidratlı bir rejim verilir. Psikoterapiden istifâde edilir.

DELTA

Akarsuların denize vardığı yerde, iki veya daha fazla sayıda kollara ayrılarak meydana gelen üç
köşeli odacıklara verilen isim.

Akarsular genellikle deniz seviyesinden daha yüksek olan yerlerden çıkar, toprağın meyline göre
yataklarından denizlere doğru akarlar. Bu süratli akışları esnâsında kum, kil, gibi bâzı maddeleri de
berâberinde sürükleyip götürürler. Deniz yüzeyine seviyeleri eşit olan ovalara gelince, akış hızları
azalmaya başlar. Denize ulaştıkları yerde akışları oldukça yavaşlar. Bu yavaş akma esnâsında

berâberinde getirdikleri maddeler de çökerek yığınlar meydana gelir. Büyüyen bu yığınlar akarsuları
çeşitli kollara ayırırlar ve bu topraklar tarım için çok verimlidir. Bâzan çok büyük sel baskınları bu
toprakları denize sürükleyip atabilir.

Çok eski zamanlarda deniz kıyısında kurulan bâzı şehirler ovaların denize doğru akması ve
devamlı ağız kısımlarını doldurması netîcesinde kıyıdan iç kısımlarda kalmıştır. Ege bölgesindeki Efes
şehri Küçük Menderes kıyısındayken şimdi kıyıdan iç kısımdadır. Deltalar yalnız sâkin sularda gelişir. Bu
yüzden büyük deltalar oldukça kapalı büyük dalgaları olmayan denizlerde görülür.

Deltalar çok eski zamanlardan beri insanoğlunun hayâtında önemli bir yer tutar. Deltaların hayvan
ve bitki yetiştirilmesi için son derece elverişli olması insanları buralara göçe teşvik etmiştir. Tarımın
gelişmesi ile Nil, Fırat ve Dicle deltaları büyük medeniyet merkezleri hâline gelmiştir.

DEMİR

Alm. Eisen, Fr. Fer, İng. Iron. Dünyâda oksijen, silisyum ve alüminyumdan sonra en bol bulunan
element. Fe sembolü ile gösterilir. Ağır metallerin en önemlisidir. Yer kabuğunda % 4,2 nisbetinde
bulunur.

Târihi: Demir, uygarlığın vazgeçilmez bir unsuru olarak arkeolojik kronolojide bir çağa isim
vermiştir. Avrupalı târihçiler taş devrinden sonra gelen çağa demir devri demişlerdir. Onlara göre;
demir devri dünyânın farklı bölgelerinde farklı zamanlarda başlamıştır. Demir, mîlâttan 1200 yıl önce
Yakındoğu’da Türkler tarafından bilinmekteydi. Hattâ Türk milletinin demir dağı eriterek yeni yurtlara
göçtüğü efsânesi de söylenmektedir.

Demir devri, Avrupa içlerinde mîlâttan 900 yıl önce, İngiltere’de 600 yıl önce, Japonya’da ise 200
yıl önce başlamıştır. Bâzı Avustralya ve Yeni Gine kabîleleri İkinci Dünyâ Harbinden sonra taş devrinden
demir devrine geçmişlerdir.

Osmanlıların harp sanâyii, başka milletlere göre demircilik alanında üstün bir seviyeye ulaşmış
bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğunda demir mâdenleri bulundukları yerlerde ahâlî tarafından
işlenirdi. Ordu ve donanma toplarının yuvarlakları (karagülle) mâden nâzırı denetiminde yerinde
yapılırdı ve gereken yerlere gönderilirdi.

Özellikleri: Periyodik sistemin VIII B grubunda bulunur. Atom numarası 26, atom ağırlığı 55,85,
özgül ağırlığı 7,86 g/cm3tür. Erime sıcaklığı 1535°C, kaynama sıcaklığı ise 2740 (3000) °C’dir. Brinel

sertliği 6,7’dir. Dört tâne kararlı izotopu vardır. Bunlar 54, 56, 57 ve 58 kütle numaralıdır. Elektron
düzeni (Ar) 3d6 4s2, bileşiklerindeki değerliği 2+, 3+ ve az olarak da 4+’dır.

Saf demir, gümüş parlaklığında, gri renkte, dövülebilen, işlenebilen, kolayca tel ve levha hâline
getirilebilen orta sertlikte (kobalt ile nikel arasında) bir metaldir. Çekme direnci 20-25 kg/ mm2, uzama
kâbiliyeti % 40-50’dir. Isı ve elektrik akımını iyi iletirse de bakıra göre düşüktür. Nemli havalarda kolay
paslanır. Üç tâne allotropik kristal şekli gösterir. Kristal yapısı içmerkezli kübik olan delta demir, (ferrit
), yaklaşık 1400°C’nin üzerinde kararlıdır ve bu sıcaklığın altında gamma demire (ostenit) dönüşür.
Gamma demir, yüzmerkezli kübik yapıdadır ve paramagnetikdir. Demir karbürle (Fe3C°, sementit)
kolayca katı çözeltiler meydana getirebilme özelliği çelik yapımında önemlidir. 910°C’de, içmerkezli
kübik yapıdaki alfa demire (ferrit) geçiş başlar. 768°C’de ise alfa demir, kristal yapısı sâbit kalmak
üzere, elektron yapısındaki bir değişimle ferromagnetik özellik kazanır. Yumuşak, sünek ve gri-beyaz
renkte bir metal olan alfa demirin çekme direnci yüksektir.

ŞEKİL VAR!
Demirin allotropik özellikleri alaşımların meydana gelmesinde ve sıcak şekillendirmede çeliklerin
ısıl işlemlere elverişlilik özelliklerinde önemli rol oynarlar. Demirin en belirli fiziksel özelliği, bir manyetik
alan veya elektrik akımı tesiriyle manyetik olabilmesidir ki, bu özellik kobalt ve nikel gibi diğer
metallere nazaran çok üstündür. Karbon, kobalt ve nikel gibi elementlerin mevcûdiyeti, demirin
manyetik olabilme gücünü arttırır.
Demir yüzeyinde, oksitlenmeyle, alüminyumda olduğu gibi koruyucu tabaka teşekkülü söz konusu
olmadığından, korrozyona karşı dayanıksızdır. Korrozyondan korumak için, yüzeyleri geçirgen olmayan
bir boya ile veya nikel, krom gibi elementlerle kaplama yapılır.
Bulunuşu: Metalik halde tabiatta pek az rastlanır. Daha çok oksijenli ve kükürtlü bileşikleri
hâlinde bulunur. Demir ihtivâ eden minerallerin sayısı yüzlere vardığı gibi birçok topraklar da az veya
çok demir ihtivâ ederler. Demir ihtiva eden mineraller; oksitler, karbonatlar, silikatlar ve sülfürler
hâlinde bulunur. Bunların başlıcaları şunlardır:
Manyetit (Fe3O4): Magnetik özelliği vardır. Siyah ve koyu esmer renktedir.
Hematit (Fe2O3): Kırmızı renkli olduğu için kırmızı demir taşı da denir. Hematit filizlerinin fosforu
ve kükürdü az olduğundan demir elde edilmesinde en çok tercih edilen filizlerden biridir.


Click to View FlipBook Version