tekstil boyacılığında mordan olarak, merserize pamuk elde edilmesinde, kauçuk vulkanizasyonunda, pil
yapımında, mantar öldürmede ve rafinasyonunda kullanılır.
Çinko sülfür (ZnS): Tabiatta sfalerit ve vurtzit hâlinde bulunur. Çinko tuzlarının alkali sülfürlerle
veya hidrojen sülfürlerle (H2S) reaksiyonundan sentetik olarak elde edilir. Mineral asitlerinde çözünür,
fakat asetik asitte çözünmez. Nemli havada sülfat hâline dönüşür. Çinko sülfür beyaz pigment olarak
kullanılır. Bakır gibi yabancı maddelerin eser miktarı ile luminesans olayını meydana getirir. Bundan
dolayı televizyon ekranlarında X ışınları ekranlarında ve karanlıkta gözüksün diye saat ibrelerinin ve
rakamlarının boyanmasında kullanılır. Çinko sülfür, baryum sülfat ile litopon denilen pigmentleri
meydana getirir.
Çinko sülfat (ZnSO4 7H2O): Buna beyaz vitriol veya çinko vitriolü de denir. Metalik çinkonun
seyreltik sülfat asidinde çözünmesiyle elde edilir. Ayrıca teknikte, kavrulmuş çinko filizlerinin sülfat
asidinde çözünmesiyle elde edilir. Çözünmeyen diğer metaller süzülerek ayrılır. Süzüntü olarak geçen
çinko sülfat çözeltisi buharlaştırılır ve kristal (billur) hâlinde elde edilir. Çinko sülfat sun’î elyaf
yapımında, galvanoplastide, zirâatte (bilhassa turunçgillerde) ağaç muhâfazasında ve tekstil sanâyiinde
mordan olarak, kauçukta, boya ve cilâda kullanılır.
Çinko karbonat (Zn CO3): Tabiatta bulunan çinko karbonata kalamin denir. Çinko sülfat
çözeltisinin sodyum karbonat ile muâmelesinden elde edildiği gibi, tâze hazırlanmış çinko hidroksidin,
aşırı karbondioksit ile reaksiyonundan da elde edilir. Bazik çinko karbonat porselen îmâlinde, ısıtılıp
çinko okside döndürüldükten sonra pigment olarak kullanılır.
Alaşımları: Çinko birçok alaşımlarda ikinci dereceden alaşımı meydana getirir. Al-Zn, Cd-Zn, Cu-
Zn alaşımları pirinçler, Fe-Zn galvaniz alaşımlarıdır. Alaşımda, çinkonun esas olduğu alaşımlar döküme
uygundur. Fiyatı ve döküm masrafı azdır. Ayrıca kalıba intibâkı iyi olduğu için sonradan bir mekanik
işleme lüzum olmaz. Erime noktasının düşük olması da döküm için bir avantajdır. Çinkoya alüminyum
ilâvesi kuvvet ve işlenebilme kâbiliyetini arttırır. Az miktarda magnezyum ilâvesi de dökümün sâbit
olmasını sağlar. Ayrıca bakır miktarının değişmesi alaşıma sertlik ve kuvvet kazandırır.
Bu alaşımın A.S.T.M’ye göre yüzdesi şöyledir: Bakır 0.15, alüminyum 3.5-4.3, magnezyum 0.03-
0.8, demir 0.1, kurşun 0.07, kadmiyum 0.005, kalay 0.005, çinko yaklaşık 96’dır. Bir de çamur hâlinde
dökülen alaşımlar vardır ki, bunlar çok kullanılmaktadır. Bunlar % 94.5 çinko, % 5.5 alüminyum ve %
95 çinko, % 4.75 alüminyum, % 0.25 bakır ihtivâ edebilirler. Birincisinde alüminyum miktarının
azalmaması gerekir. Döküme uygun olan, ince levhalar elde edilebilen ve uçak endüstrisinde kullanılan
alaşım da % 3.5-5 alüminyum, % 4 Cu, % 1 mağnezyum, gerisi çinko olandır.
Kullanılışı: Çinko geniş ölçüde demir ve çelik yüzeyini korozyona karşı korumak için kullanılır.
Yüzey kaplama elektroliz yoluyla veya sıvı çinkoyu püskürtmek sûretiyle yapılır. Dünyâ çinko üretiminin
% 42’si yüzey kaplama, % 32’si kalıpçılıkta % 16’sı pirinç alaşımı üretiminde ve % 10’u saf olarak
kullanılmaktadır.
Birçoğu antiseptik, astringent, tahriş edici, kostik veya toksik olan muhtelif çinko tuzları tıpta
kullanılmaktadır. Daha az tahriş edici tuzları kusturucu olarak kullanılmaktadır. Vücuda alınan çinko
tuzları ancak doktor tavsiyesine göre kullanılmalıdır. Ya alkolik veya sulu çözeltilerde hazırlanan çinko
tuzları göz, kulak, yara ve ülser yıkamalarında kullanılır. Bu maksatla hazırlanan çözeltiler %1’e kadar
konsantrasyonlarda olur. Merhem ve pudralar çinko oksit veya çinko stearattan hazırlanır.
Çinko kezâ bâzı terapetik âmillerde veya onların hazırlanmalarında, meselâ diabetikler için insulin
terapisinde kullanılır.
1980-1987 yılları arasında Türkiye’deki çinko cevherlerinin işlenme istatistikleri:
Sene Üretim (Ton)
1980 43.050
1981 55.007
1982 47.528
1983 50.000
1984 90.000
1985 81.000
1986 87.000
1987 115.000
1988 101.575
Dünyâda ise:
1983 6.119 milyon ton
1984 6.410 milyon ton
1985 6.506 milyon ton
1986 7.048 milyon ton
1987 7.183 milyon ton
1988 7.229 milyon ton
1989 7.122.5 milyon ton
ÇİRİŞOTU (Asphodelus Fistulosus)
Alm. Affodill (m), Fr. Asphodele (m), İng. Asphodel. Familyası: Zambakgiller (Liliaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Batı ve Güney Anadolu.
Akdeniz çevresi memleketlerinde yetişen 30-80 cm boyunda, beyaz çiçekli, parmak şeklinde ve
demet hâlinde etli yumruları olan çok senelik otsu bir bitki. Yapraklar tabanda toplanmış, uzun şeritsidir
ve orta damar boyunca oluk şeklinde katlıdır. Çiçek durumu bir bileşik salkımdır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı toprak altındaki yumrularıdır. İnülin yönünden
zengindir. Kökler kurutulup un şekline getirilir, çiriş adı altında özellikle ayakkabı yapımında yapıştırıcı
olarak kullanılır.
ÇİROZ (Scomber Scomber)
Alm. Sehr kleine Makrele. Fr. Mequereau bâtard sale au soleil, İng. Salted and dried mackerel.
Yumurtasını atarak zayıflamış olan uskumru balığına ve bunun yenmek için kurutulmuşuna verilen ad.
Nisandan 13 Hazirana kadar olan dönemde tutulur. Eti kurutularak satılır. Her bin balık için 15 kilo tuz
hesaplanarak 8- 10 saat fıçılarda tuza yatırılır, ardından solungaç ve iç organları temizlenerek atılır.
Kuyruklarından sicimlere dizilip 5-6 saat da deniz suyunda bekletildikten sonra asılarak kurumaya
bırakılır. İyi havalarda 5 günde, anormal durumlarda 15 günde kurur. Erken kuruyanları makbuldur.
Tabak içinde sirke ve zeytinyağı ile ıslatılıp üzerine dereotu doğranarak hazırlanan “çiroz salatası”
sevenler tarafından çok aranır. (Bkz. Uskumru)
ÇİTA (Acinonyx Jubatus)
Alm. Jagdleopard, Fr. Guepard, İng. Cheetah. Familyası: Kedigiller (Felidae). Yaşadığı yerler:
Afrika ve Asya. Özellikleri: Küçük kulaklı, siyah benekli, en hızlı koşabilen etçil bir memeli. Ömrü: 20-
25 yıl. Çeşitleri: Yaban ve evcilleri vardır.
Kedigiller âilesinden, saatte 112 km koşabilen en hızlı kara hayvanı. “Gepard” veya “av leopardı”
da denir. Afrika’nın Cezâyir’inden Asya’nın Hindistan’ına kadar uzanan bölgede rastlanır. Küçük kulaklı,
uzun bacaklı olup, sarımtrak kahverengi postu siyah beneklidir. Bâzan leopar (pars) ile karıştırılır.
Leoparda benekler halkalı, çitada ise doludur. Ayrıca çitanın gözlerinin altından çenelerine doğru birer
siyah çizgi uzanır. 75 santimetrelik kuyruğu ile berâber 210 cm boyunda, 50 kg ağırlıktadır. Yüksek
otlar arasında gizlenerek antilop, ceylan, tavşan gibi memelileri avlar. Avına 112 kilometrelik bir hızla
saldırır. Bu hızı 400-500 metre sonra düşmeye başlar. Bu mesâfe içerisinde yakalanmayan avları
pençesinden kurtulabilirler. Çita, tırmanamaz ve tırnaklarını kediler gibi pençenin içine çekemez.
Ehlileştirilerek, ceylan ve antilop avında başarıyla kullanılır. Hindistan recaları böyle avlara çok
meraklıdır. Avcılar çitayı at sırtında tâkip ederler.
Belirli üreme mevsimleri olmayıp, her yıl 95 günlük gebelik döneminden sonra gözleri kapalı 2-4
yavru doğurur. Bunların gözleri iki hafta sonra açılır, postları koyu beneklidir. Genellikle yalnız avlanan
çitalar, bâzan âile topluluğu hâlinde de avlanırlar. Postu, kürk için beğenildiğinden sayıları hayli
azalmıştır.
ÇİTLEMBİK AĞACI (Celtis Australis)
Alm. Zürgelbaum (m), Fr. Micocoulier (m), İng. Nettle-tree. Familyası: Karaağaçgiller
(Ulmaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Kuzey, Batı ve Güney Anadolu.
Mart-nisan aylarında çiçek açan, 2-25 metre yükseklikte, kışın yapraklarını döken, bir evcikli,
rüzgârlarda tozlaşan bir ağaç. Esmer renkteki gövde, düzgün bir kabuğa mâlik olup, genç dalları ince ve
bükülebilme kâbiliyetinde olduğundan aşağı doğru sarkmaktadır. Gövde üzerinde sarmal durumda
bulunan, oldukça uzun bir sapa sâhiptir. Yaprakların üst yüzüne göre daha açık yeşil olan alt yüzlerinde
tüyler bulunmaktadır. Yeşilimsi sarı renkteki uzun saplı çiçekler ya erdişidir, tek olarak bulunurlar veya
dişi organın gelişmeden kalması sonucu erkek eşeylidir ve yalancı şemsiye tipinde çiçek durumları teşkil
ederler. Çiçekler tomurcuk hâlindeyken kiremit gibi birbirini örten, oval biçiminde dip taraflarında
bitişik, tüylü 5-6 tâne taç yaprağı ile örtülmüştür. Meyveler olgunlaştıkça uzun saplı, nohut
büyüklüğünde az etli, siyahımsı kahverenginde eriksi meyveler meydana getirir.
Kullanıldığı yerler: Parklarda süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir. Esnek ve dayanıklı olan odunu
kıymetlidir. Tatlı olan meyveleri yenildiği gibi, yaprakları hayvanlara yem olarak verilmektedir.
ÇİTSARMAŞIĞI (Convolvulus Sepium)
Alm. Ackerwinde (f), Fr. Liseron (m), İng. Bindweed convolvulus. Familyası: Kahkahaçiçeğigiller
(Convolvulaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Karadeniz bölgesi.
Haziran-eylül aylarında çiçek açan, oldukça uzun toprak altı gövdesine sâhip, süt ihtivâ eden,
tüysüz, 1-5 m yükseklikte sarılan bir bitki. Köşeli ve ince olan sarılıcı gövde üzerinde sarmal durumda
bulunan yaprakları oldukça uzun saplı, kalp biçiminde ve ucu sivridir. Dalların ucunda çiçekler tek tek
bulunurlar. Genellikle beyaz, nâdiren pembemsi renkteki taç yaprakları, tomurcuk hâlinde iken
burulmuştur. Açtığı zaman çiçeğin aşağı yukarı tam olan yaygın kenarı 5 köşe olup, taç yaprakları çan
şeklinde birleşmiştir. Meyveleri 4 tohumlu olup, tohumlar siyahımsı renktedir.
Kullanıldığı yerler: Güzel çiçeklerinden dolayı süs bitkisi olarak yetiştirilir. Kök ve yapraklarının
müsil etkisi vardır.
ÇİVİ YAZISI
Alm. Keilschrift (f), Fr. Ecriture (f), coneforme, İng. Cuneiform script. Çok eski devirlere âit olan
Mezopotamya’daki (Ortadoğudaki) kavimlerin kullandıkları bir çeşit yazı. Yazıların her birisi çiviye
benzediği için bu isim verilmiştir.
Yazı karekterleri yarım üçgen, birbirine karşı zıt yönde çizilmiş çizgiler, dikey çivi, yatay çivi, aşağı
ve yukarı eğik çivi, köşe çengeli, gibi yazılardır. Soldan sağa doğru yazılır.
Çivi yazısını ilk kullananlar Sümerler olmuştur. Mezopotamya’ya gelip yerleşenler de kullanmıştır.
Mezopotamya dışındaki kavimlerin Asurlular, Hititler, İranlılar tarafından da kullanıldığı anlaşılmıştır.
5000 sene önce çivi yazısıyla taşlar üzerine yazılan Hammurabi kânunları günümüze kadar
saklanabilmiştir.
ÇİVİT
Alm. Wasckblau (n), Fr. Bleu (m), a linge, İng. Washing-blue. Çivit otundan veya indigo ağacının
yapraklarından elde edilen mâvi renkli toz bir boyadır. Çamaşırların sarılığını gidermek için, çamaşırları
yıkadıktan sonra son durulama suyuna katılır. Genellikle Çin, Yemen ve Hindistan’da yetişen bir bitkidir.
Sarı, kırmızı, yeşil olanlarından ise boyacılıkta istifâde edilir. Gök mâvi renklisi çamaşırlarda kullanılır.
Bâzı maddeler içine karıştırılarak kumaş boyanır. Hava ile temasta rengini kaybetmez ve suda erimez.
ÇİVİZÂDE HACI MEHMED EFENDİ
Osmanlılar zamanında yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. On sekizinci Osmanlı
Şeyhülislâmıdır. Babası, Kânûnî devri şeyhülislâmlarından Çivizâde Muhyiddîn Mehmed Efendidir.
Dedesi Müderris Çivi İlyas Efendi sebebiyle Çivizâde diye meşhur olmuştur. 1530 (H.937) senesinde
İstanbul’da doğdu. 1587 (H.995) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Aslen Muğla taraflarından olan Çivizâde Mehmed Efendi ilk tahsilini babasından gördü. On üç
yaşındayken babasıyla birlikte hac vazifesini yerine getirdi ve Medîne-i münevvereyi ziyâret etti. Hac
yolculuğu sırasında bâzı fıkhî metinleri ezberledi ve pekçok âlim ile görüşüp ilimlerinden istifâde etti.
Babasının vefâtına kadar onun ilminden istifâde etti. 1547 senesinde babası vefât edince, zamanın ileri
gelen âlimlerinden Pervîz Efendi, Taşköprüzâde ve Karasili Hasan efendilerden ayrıca Anadolu
Kazaskerliğinden emekli Ma’lül Emir Efendiden ilim öğrendi. Rumeli Kazaskeri Abdurrahmân Efendinin
hizmetinde bulundu. Ondan icâzet aldı. Bilâhare onun kızıyla evlendi.
1557 senesinde Kasımpaşa Medresesine, sonra da Süleymâniye Medresesine müderris tâyin
edildi. 1569 senesinden îtibâren, Şam, Kahire, Bursa, Edirne ve İstanbul Kâdılıklarında bulundu.
Anadolu ve Rumeli Kazaskerliği vazifelerinde de bulunduktan sonra 1579 senesinde emekliye ayrıldı. İki
sene sonra Sadr-ı Ulemâ ve 1581 senesinin son aylarında Şeyhülislâm oldu. Beş sene üç ay altı gün
Şeyhülislâmlık makamında bulunduktan sonra 1587 senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan
civarında babasının kabrinin yanına defnedildi.
Çivizâde Hacı Mehmed Efendi ömrünü İslâm dînini öğrenip insanlara öğretmeye vakfetmişti.
Cömertliği, güzel ahlâkı, Selef-i sâlihine bağlılığı, onlar gibi olmaya çalışması ile tanınırdı. İnsanlara
zulüm edenlere hiç müsamaha göstermez, haksızlığa uğrayanların haklarını alıp zulmü ortadan
kaldırırdı. Pâdişâha ve Sadrâzama gerekeni çekinmeden söylerdi. Sadrâzamın Şeyhülislâmın ayağına
gelmesi hâdisesi ilk defa Çivizâde Hacı Mehmed Efendinin şeyhülislâmlığı zamanında vâki oldu.
Sadrâzam Özdemiroğlu Osman Paşanın ilk olarak, Şeyhülislâmı makâmında ziyâret etmesi daha
sonraları âdet hâline getirildi. Çivizâde Hacı Mehmed Efendi, fakir, zengin, pâdişâh, vezir, âmir, memur
bütün insanların sevgisini kazanmıştı. İnsanlara sık sık nasihat eder, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
anlatırdı. Kibir ve gururdan uzak durur, tevâzuyu elden bırakmazdı. Emrinde çalışanlara güzel muâmele
eder, onların sıkıntılarını giderirdi.
Pekçok talebe yetiştirmiş olan Çivizâde Hacı Mehmed Efendi, edîb, şâir ve aynı zamanda hattat
idi. El-Eşbâh ven-Nezâir adlı esere ta’likâtı vardır. Çivizâde Hacı Mehmed Efendi zamanındaki diğer
devlet büyükleri gibi birçok hayır eseri yaptırmıştır. Zeyrek yakınlarında bir câmi ve medrese,
Kürkçübaşı Süleymân Ağa Câmii yanında bir mescit yaptırmıştır.
ÇİVİZÂDE MUHYİDDÎN EFENDİ
Osmanlı şeyhülislâmlarının on birincisi. Kânûnî Sultan Süleymân Han devri şeyhülislâmlarındandır.
İsmi Muhyiddîn Mehmed’dir. Çivizâde adıyla meşhur oldu. 1467 (H.881) târihinde Menteşe’de (Muğla
taraflarında) doğdu. Babası Menteşeli âlim ve hattât Çivi İlyâs Şehid Efendidir. 1547 (H. 954) târihinde
İstanbul’da vefât etti.
Çivizâde Muhyiddîn Efendi, tahsil için İstanbul’a gelip, devrin âlim ve fâdıllarından olan Tâcizâde
Sa’dî Çelebi, Muhyiddîn Fenârî, Mevlânâ Mehmed Paşa ve Karabâli’den okudu. İlimde olgunlaşıp,
yükseldikten sonra sırasıyla Edirne’de Beylerbeyi, Bursa’da Veliyüddîn Efendi oğlu Ahmed Paşa ve
Ferhâdiyye Medreselerinde müderrislik yaptı. Sonra İstanbul Mahmûd Paşa Medresesi ile Edirne’de Üç
Şerefeli Medreselerinde ilme hizmet etti. Çorlu Medresesi tamamlanıp bu medreseye pâdişâh fermânıyla
müderris tâyin oldu. Çorlu Medresesinde müderrisken 1527’de Kâhire (Mısır) kâdılığına tâyin edildi. On
yıl kadar bu vazîfede kaldıktan sonra 1537 târihinde Anadolu kazaskerliğine getirildi. 1538 (H.945)de
Sa’dî Sa’dullah Efendinin vefâtı üzerine şeyhülislâm oldu.
Çivizâde Muhyiddîn Efendi, fetvâ verirken kendini hatâdan korumak için, fetvâ ve kararları gâyet
açık ve vesîkalı yazar ve dört hak mezhebin hükümlerini bildirirdi.
1541 senesinde şeyhülislâmlıktan ayrıldıktan sonra, oğlu ile birlikte hacca gitti. Hac dönüşünde
İstanbul’da Sahn-ı Semân Medreseleri müderrisliğine tâyin edildi. Ebüssü’ûd Efendinin şeyhülislâm
olması ile boşalan Rumeli Kazaskerliğine getirildi. Bu vazîfedeyken 1547 (H.954)de vefât etti. Eyyûb
Sultân civârına defnedildi. Toplam şeyhülislâmlık süresi üç yıl dokuz aydır.
Çivizâde Muhyiddîn Efendi, âlim, fazîletli, kibirden uzak, alçak gönüllü, haramlardan kaçan bir
zâttı. Cömert, yüzü nûrlu, hoş sohbet olup, güzel ahlâkı üzerinde toplamıştı. Çoğu vakitlerini ilim ve
ibâdetle geçirirdi. Açık sözlü ve âdildi. Zamânının bütün ilimlerinde mütehassıstı. Özellikle fıkıh (İslâm
hukûku) ilminde devrinin önde gelen âlimlerindendir.
Eserleri:
1) El-Îsâr fî Hall-il-Muhtâr (Hanefî mezhebi fıkhına dâirdir), 2) Hüsn-ül-Kârî fit-Tecvîd
(Kırâat ve tecvid ilmine dâirdir), 3) Fetâvâ-i Çivizâde, 4) Telvîh adlı meşhûr fıkıh usûlü kitâbının bir
bölümüne olan açıklaması, 5) Mîzân-ül Müddeiyyeyn fî İkâmet-i Beyyineteyn, 6) Risâletün fî
Tahrîr-i Da’vâ el-Mülk.
ÇİY
Alm. Tau, (m), Fr. Rosee (f), İng. Dew. Sabah ve akşam, açık havadaki bâzı bitkilerin ve
cisimlerin üzerinde çok küçük su damlacıkları hâlinde biriken su buharı. Hava kütlesi içinde belli
miktarda nem vardır. Bu nem miktarı sıcaklığa veya basınca bağlı olarak değişiklik gösterir. 10 °C
sıcaklıkta ve normal basınçta 1 m3 hava içindeki su buharı 9,39 gr’dır. Bu miktara havanın doymuş
nem miktarı denir. Nem miktarı sıcaklıkla arttığı için bu sıcaklık düşerse (aynı basınç altında) 1 m3
havada 9,39 gr su buharı bulunamaz. Bir miktar su buharının yoğunlaştığı görülür.
Hava içindeki O2 molekülleri havanın ısı kaybını çok yavaşlatır. Geceleri toprak havaya göre daha
fazla ısı kaybına uğrar. Toprağa değen hava kütlesi yukarılardaki hava kütlesine göre daha düşük
sıcaklıktadır. Bu kütlenin taşıyabileceği nem nisbeti düşer. Taşıyamayıp bıraktıkları nem yoğunlaşarak
küçük su damlacıkları hâlinde toprak yüzeyi üzerinde kalırlar. Toprak yüzeyinde yoğunlaşan bu su
kütleleri çiy’i meydana getirir.
ÇİZGİ
Alm. Strich, Fr. Liqne, İng. Trait. Bir noktanın hareketiyle meydana gelen şekil veya iki yüzeyin
ara kesiti.
Başlıca üç çeşit çizgi vardır:
1. Doğru çizgi: İki noktadan geçen en kısa çizgi.
2. Kırık çizgi: Bir doğrultuda olmamak üzere doğru parçalarının ucuca eklenmesinden elde edilen
çizgi.
3. Eğri çizgi: Doğru ve kırık çizgilere benzemeyen çizgidir.
ÇİZGİ FİLM
Alm. Trickfilm, Fr. Dessin anime (cinema d’animation), İng. Animated cartoon. Elle çizilerek
yapılan resimlerin, canlandırma metodlarıyla hareketlendirilmesi.
Çin’in ve Türklerin eski gölge oyunlarına dayanan çizgi film, 19. yüzyılın başlarında Fransız Emile
Reynaud’un çalışmalarıyla hız kazandı. Emile, “Theatre Optique” adında Paris’te ilk sinema salonunu
açtı. 1830 senelerinde, resimleri hareket ediyormuş gibi gösteren bâzı oyuncaklar yapıldı. Bu
oyuncaklar, 1832’de Joseph Plateau adlı bir Fransız ve “hayat tekerleği” anlamına gelen Zoetrope’un
yapımcısı Pierre Devignes tarafından geliştirildi. 1930 senelerinde ses ve desenin az bir zaman sonra
da rengin bulunmasıyla çizgi film bütün dünyâya yayıldı.
İlk çizgi film denemelerini 1908 senesinde Fransız Emile Cohl yaptı. Beyaz bir kâğıt üzerine siyah
renkle çizdiği çöpten adamlarını filme aldı. Ancak projeksiyonda negatif film kullanarak siyah fon
üstünde hareket eden beyaz figürler elde etti. Bunu, Amerikalı Winson Mclav “Gertie the Trained
Dinasaur” adlı filmi tâkib etti. 1913-17 yılları arasında ise, dünyada yeni sanatçılar ve yeni filmler
ortaya çıktı. Artık seyirci, çizgi filmi bir eğlence çeşidi olarak görüyordu.
Sesli sinemanın ortaya çıkmasıyla, çizgi filmde yeni bir altın dönem başladı. 1923 senesinde
stüdyosunu kuran Walt Disney (1901-1966) “Mickey Mouse-Miki Fare” adlı ilk sesli filmini ve “Donald
Duck= Vakvak Kardeş” dizisini ve nihâyet “Snov White and the Seven Dwarfs= Pamuk Prenses ve Yedi
Cüceler” adlı uzun bir çizgi film yaptı. Disney’in hayvan tiplerine insan karakteri vererek, gerçeğe yakın
bir biçimde filme hareketlilik kazandırması ve çocukları eğlendiren, güldüren, canlı ve müzikli oyunlar
sergilemesi, kısa sürede şöhret bulmasına sebeb oldu. Disney’in bu çalışmalarını, Norman Mc. Laren,
Alex Alexieff ve Claire Parkef gibi kimseler yeni tekniklerle tâkib ettiler.
İçinde bulunduğumuz asırda, film yapımı oldukça pahalı olmasına rağmen, yine de bütün dünya
ülkelerinde gelişmekte ve yayılmaktadır.
Çeşitli gösteriler ve yarışmalar yapılmakta, üniversitelerde ve okullarda film ile ilgili dersler
konmaktadır. Çizgi film, artık eğlendirici olmaktan ziyâde, çeşitli tanıtım vâsıtası ve reklâm görevi
yapmaktadır. Bu konuda dergi ve kitaplar yayınlanmakta, okullarda eğitici filmler, propaganda filmleri
yapılmaktadır.
Türkiye’de sinema sanatının gelişmesiyle birlikte, çizgi filmde de yeni bir gelişme göze çarpıyor.
İstanbul Reklâm Ajansı, değişik bir takım çizgi film hazırlatmak için, bâzı karikatür sanatçılarını
kadrosuna alarak çalışmalarına başladı. Hazırladıkları bâzı çizgi filmler çok basit olmasına rağmen,
büyük ilgi gördü. Bu ajans, yurt dışından bâzı sanatçıların getirdiği yeni teknikleri alarak, çalışmalarına
hız verdi. Bu arada Radar Reklâm bir animasyon bölümü açarken Ali Ulvi de bâzı ressamlarla Kare
Reklâm ismini verdikleri yeni bir stüdyo kurdular. Stüdyo Çizgi, yeni film çalışmalarına başlarken, öte
yandan Ferruh Doğan ve Oğuz Aral gibi isimler, Canlı Karikatür adını verdikleri bir stüdyo kurarak “Koca
Yusuf” ve “Direklerarası” filmlerini çizdi. Bütün bu stüdyolar, reklâm filmlerini hazırlamak maksadıyla
kurulmuştur. Yer yer başarılı olan stüdyolardan, bir kısmı zamanla dağıldı.
Çizgi film, çok sabır ve titizlik gerektiren bir sanattır. Zîrâ birkaç dakikalık bir film gösterisi
yapmak için, binlerce resim çizmek gerekir. Yapımının zorluğuna rağmen herkes tarafından
televizyonda ilgiyle seyredilmektedir. Bu ilgi üzerine TRT, yabancı kaynaklı çizgi filmler getirmeye
başladı. Bu arada kendi sanatçılarımıza yerli çizgi film hazırlatma çalışmaları başlatılmakla beraber
yetersiz kalmaktadır. 1987’den sonra Kültür Bakanlığının kendi kahramanlarımızı çizgi film yaptırma
çalışmaları, devâm etmekte, yeni bir takım stüdyolar açılmaktadır. Türkiye’de ilk defâ büyük bir kuruluş
kendi adına kendi millî konularını işleyecek bir çizgi film atölyesi kurdu. Türkiye Gazetesi Radyo
Televizyonunun bir ünitesi olarak vazîfeye başlayan TGRT Animasyon “Abdullah” isminde 15’lik deneme
filminden sonra “Deli Balta”, “Kemankeş-Dayıbey” çizgi filmini de tamamlayarak bu sâhada bir boşluğu
doldurmaya aday olduğunu isbatladı.
Canlandırma teknikleri: Çizgi film sanatçıları, kendi sanatlarıyla ilgili her şeyi sahalarında
kullanmışlardır. Çok çeşitli teknikler uygulamış ve zamanla bu durum değişik türlerde devam etmiştir.
Kullanılan malzemeye göre, canlandırma örnekleri de değişmiştir. Çizgi film, özel ışıklı animasyon
masalarında tasarlanıp çizilir. Çizimde selüloit yapraklar kullanılır. Selüloitin saydamlığı çizimi
kolaylaştırmaktadır.
Çizgi filmin en bilinen tekniği “Celanimation” tekniğidir. İkinci bir çizgi film tekniği, asetat
kullanmadan doğrudan kâğıtlara çizilip boyayarak hazırlanan “Paper Animation” tekniğidir. Bunlardan
başka; Simplified Cel System, üç boyutlu bir teknik olan Kukla filmler, Clay Animation, Object
Animation= Nesnelerle yapılan animasyon, Kolaj (Collage) ve Kinestasis ile bizdeki Karagöz oyununu
andıran Kesme Animasyon (Cut Dut) ve Silüet Animasyon, Kum Tekniği, Time-Lapse Animation,
Cameraless Animation, Computer Animation, Pixilation, Rotoscoping ve Pın Screen teknikleri
mevcuttur.
Çizgi filmde araç ve gereç olarak; çeşitli kalemler, boyalar, standart delikli kâğıt, pim ve zımba,
asetat, ışıklı masa, kamera ve kadraj (çerçeve) kullanılır.
1970’li yıllardan başlayarak 1980 ve sonrasında bilgisayar ve video âletlerinin gelişmesi, çizgi film
için yeni bir imkân getirmiştir. Bütün dünyâda çizgi film yapımı yeni metodlarla hızla artmaktadır.
Çizgi filmin safhaları:
1. Sinopsis: Senaryonun ana teması doğrultusunda, senarist ve yönetmen tarafından hazırlanır.
2. Story-board (Resimli senaryo): Yönetmenin düşündüğü çizgi film sahneleridir.
3. Timing (Zamanlama): Plânlanan sahnelerin süresinin tesbitidir.
4. Fon müziği: Filmin atmosferine ve ritmine göre besteci tarafından hazırlanır.
5. Lay-out: Yönetmen veya vazifelendireceği bir yardımcı tarafından story- board’a uygun olarak
dekor ve tiplerin son şeklini almasıdır.
6. Animasyon (hareketlendirme): Story board’daki hareketli sahneler animatörler tarafından
gerçekleştirilir.
Bir sâniyelik çizgi film elde edebilmek için 24 kare resim çizmek lâzımdır. Gözümüzün görme
özelliğinden faydalanarak daha az resimle (24 kare yerine 12 kare çekim yapılmaktadır).
7. Dekorlar: Bacg-round Story-board’daki sahnelerin geri plânları, hâdiselerin geçeceği yer ve
mekanlar, Bacg-roundcular tarafından çizilir.
8. Kopya ve renklendirme: Animatörlerce hazırlanan hareketli figürler, çini mürekkeple veya
fotokopi ile asetat’a kopye edilir. Renklendirmeciler tarafından boyanır.
9. Görüntüleme: Çizgi filmi meydana getiren şahıslar ve hâdiseler geçeceği mekanlar, çekim
plânına göre tek kare çekim yapılabilecek bir kamera yardımıyla 8 mm-16 mm-35 mm veya video
olarak görüntülenir.
10. Kurgu: Görüntü, ses, gürültü, müzik, Story-board’a göre yerlerine konur.
11. Eşleme: Değişik seslerin sahnelerdeki dozlarının ayarlanması.
12. Laboratuar: Çekim video dışında film olarak yapılmışsa, negatiflerden pozitif filmler elde etme.
ÇİZGİ ROMAN
Alm. Comics, Fr. Bande dessinee, İng. Comics. Gazete, kitap, mecmûa gibi yayın organları
aracılığıyle bir takım hikâyelerin çizgilerle anlatılması. Kısa açıklamalar, anlatımlar, konuşma ve
düşünme balonları yazı kısmını meydana getirir. İfâdenin ağırlığı çizgilerde toplanmıştır. Kısaca; resimle
yazının biraraya gelmesiyle meydana gelen bir anlatım şeklidir.
Şekil ve resimleri peşpeşe sıralayarak bir hikâyeyi anlatmak çok eskiden beri kullanılan bir
metoddur. Kabartma, mozaik, duvar resimleri, vitray, seramik ve dokuma gibi sahalarda
kullanılagelmiştir.
Geçmişten günümüze, bugünkü şeklini alması kolay olmamıştır. Baskı tekniklerinin gelişmesi çizgi
ile anlatımın da gelişmesinin ve detaylanmasının sebebi olmuştur. Anlatılmak istenen hikâyenin her
safhasını aralıksız, akıcı, anlaşılır bir şekilde zihinde belirginleşmesi duygusu ve isteği, çizgi romanın
doğmasına sebeb olmuştur.
İngiliz oymabaskıcı William Hogarth’ın oyma baskı karikatürleri birbirlerini tâkib eden diziler
hâlinde yapıldığından, bu kimse, çizgi roman târihinin ilk temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır.
Bugünkü mânâda çizgi roman 19. yüzyılda ortaya çıktı. İsviçreli öğretmen Rudolphe Töpffer
(1799-1846), M.Vieux-Bois tiplemesi ile, Alman mizahçı Wilhelm Busch, Max und Moritz ile, Fransız
Georges Kolomb, Famille Fenaull ile ilk çizgi romancı olma ünvanlarını aldılar.
Ancak çizgiyle metni bir uyum içinde birleştiren gerçek çizgi romanlar ABD’de ortaya çıktı. Yayın
organları arasındaki mücâdele sonucu 1896 J.Pulitzer’in çıkardığı New York World Pazar ilâvesinde
Richard Outcault’ın “The Yellow Kid’i ve Rudolph Dirks’in The Katzenjammer Kids” yayınlandı. İlk
konuşma balonları ise “The Katzenjammer Kids’i” de kullanıldığından ilk çağdaş, çizgi roman sayıldı.
The Yellow Kid’de (Sarı Çocuk’ta) sarı çocuğun düşünceleri, yâhut söylemek istedikleri geceliğin
üzerinde beliriyordu. Dirk’s, Rönesans dönemi Alman oyma baskılarında kullanılan unutulmuş balon
metodunu geri getirdiği için, kendi gazetesiyle W. Hearst’ın New York Journal Gazetesi arasında
paylaşılamadı. Dirk’s, gazetesini değiştirdiği zaman açılan dâvâyı kaybetti. Çizgi romanını “The Captain
and the Kids” adıyla devâm ettirdi. Bu dizi Türkiye’de Kaptan Edi ile Büdü adıyla yayınlandı.
1906’da New York Journal’de Winso Mc Cay’ın hazırladığı Ciltle Nemo in Slumberland (Küçük
Nemo Rüyâlar Ülkesinde) çizgi romanı tutuldu. ABD’nin dışında sesini duyuran ise George Mc Mancısun
(1884-1954) Brining Up Father (Güngörmüşler) eseridir.
E.R. Burroughs’un 1912’de yaptığı Tarzan’ı, 1929’da Harold R. Foster (1892-1982) tarafından
çizgi haline getirilince, gerçekçi çizgilerin kullanıldığı ilk çizgi roman oldu.
Avrupa’da ise tam mânâsıyla ilk çizgi roman 1925’de doğdu. Alain Saint Oga’nın Zig ve Puce adlı
tiplemesiydi.
Bunu Pincho’nun Becassine’si (1905) ve Farton’un Pieds Nickeles’i (1908) tâkip etti. Ancak
Avrupa’da Komikler’in erişkinler tarafından da benimsenmesi için yarım yüzyıl gerekmişti. Harold R.
Foster’in Tarzan’ından sonra bu alanda gerçekçi çizgilerin kullanıldığı bir diğer eser Alex Raymond’un
Flash Gordon’u (Baytekin)dur. Chic Young’un Blondie’si (Fatoş) (1930), All Capp’in Lil Abner’i (Hoş
Memo) bu dönemlerde mizah-karikatür çizgisinde devâm eden eserler arasındaydı...
1937’de özellikle Harold Foster’in Prince Valiant’ı (Kahraman Prens), Lee Falk ile Phil Davis’in
birlikte hazırladıkları Sihirbaz Mandrake (1934), W.Ritt ile, C.Gray’ın birlikte hazırladıkları Brick
Bradford (1935) fantastik bir çizgide devâm eden eserler arasında oldular.
Elsie Segar’in Popeye’si (Temel Reis), Walt Disney’in Mickes Mouse (Miki Fare) (1930) ve
Donald Duck’un (Vakvak Kardeş) da bu dönemlerin mizah çizgi romanlarıydı.
1930’lu yıllarda baştan başa çizgi roman yayınlanan aylık dergiler çıkmaya başladı. Küçük boyda
ve düşük mâliyetle satılan bu Comic booklar’da Joe Shuster ile Jerry Siegel’in (1938) ortak ürettikleri
Kahraman Süperman ve Robert Kane’nin Batman’ı kötülüklere karşı olağanüstü güçlerle savaşırken
bu piyasadaki üstün savaş güçlerini de sergilediler.
İkinci Dünyâ Savaşından az önceki yıllarda çizgi roman dergilerinde çeşitlilik ve tiraj artışı
görülmeye başladı. Bunun sonucunda çizgi romanlar hazırlanırken, yeni resim ve sinema tekniklerinden
faydalanılmaya başlandı. Dolayısıyla belirgin bir kalite artışı görüldü. Artık resimli roman kahramanları
klasik görünüşleri dışında, yâni karşıdan ve ayakta duruşlarının yanı sıra hemen hemen her tür
pozisyonlarda çizilmeye başlandı. Olağan dışı renkler, nümûnelerin gerçek olmayan renkleri, olaya
estetik katarken bir yanda da psikolojik durumları ifâde için kullanılmaya başlandı.
Avrupa’daki çizgi roman ABD’nin yanında oldukça zayıf kalırken, farklı gâyeler için kullanıldığı
görüldü. Artık bu tür çizgi romanlar çocuklara yönelik bir ideolojik propaganda aracı olarak
kullanılıyordu. Bu şekilde kullananlar hedeflerinde isâbet kaydedip inanılması zor tirajlara ulaştılar.
Fransa’da 1934 yılında çıkan Journal de Mickey ulaştığı yüksek tirajla (400.000) Avrupa’nın en
sivrilen dergisi oldu... Savaşın başlamasıyla birlikte çizgi romanlar savaşa yönelik propaganda aracı
olma özelliklerini korumaya devâm ettiler.
George Baker’in The Sack’ı (1942), David Brager’in G.I.Joe’si (1942) ve Milton Caniff’in Male
Call’u (1942), Amerikan ordusu ve askerlerinin moralini destekleyecek şekilde hazırlandı... İtalya’da ise
Kurt Caesar’ın Romanoil Legionario ile Fransa’da ise Nazi yanlısı Temeraire (1943-44) adlı dergiler,
gençlere yönelik propagandalarında tesirli oldular.
Barış zamânı 1947’de Milton Caniff’in Steve Canyon’u piyasaya çıktı. Resimli romana olan ilgi ise
geçici bir süre azalmıştı. Bunun üzerine, yapımcılar, korku dizilerine el attılar. Yaşayan ölüler, hortlaklar
ve vampirlerle dolu bir dehşet dünyâsı okurların ilgisini çekebilmişti. Amerikan Senatosu ve
muhâfazakar halkın tepkisi sonucunda şiddet ve dehşet konularında belirli sınırlamalara gidildi ve bir
dizi sınırlamalar kânunlaştırılırıp, yürürlüğe konuldu...
Bunun sonucunda mizah-karikatür ağırlıklı kahramanların tutulması sağlandı. Walt Kelly’nin
Pogo’su Charles M.Cshulz’un Peanuts’ı (Yer Fıstıkları) ve Mort Walker’in Beetle Bailey’i (Hasbi
Tembeler) gibi.
ABD’nin pazarı durumunda olan Avrupa ülkelerinde İkinci Dünyâ Savaşından sonra kaliteli ürünler
ortaya çıkmaya başladı. Herge takma adını kullanan Georges Remi’nin Tin Tin’i (Ten Ten) ABD çizgi
romanlarının kalitesine eşdeğer çizgi romanlardan sayılır. Bunu Fransız Morris’in (Maurice de Bauere)
Lucky Luke’usu (Red Kit) (1946) tâkib etti. Albert Uderzo, Goscinny’nin yazdığı Asterix’i (Asteriks)
yeni çıkan Pilote dergisine (1959) çizmeye başladı. Bu mizah ağırlıklı yayınları Peter O’Donnell ile Jim
Holdaway’ın dedektiflik ve câsusluk ağırlıklı Modesty Blaise’i izledi.
1952’de kurulan Mad dergisi bu alana ayrı bir renk getirdi. Bu dergi çizgi romanı kullanarak çizgi
romanı alaya almasıyla farklılık kazandı. 1970’lerde ABD’de farklı bir akım meydana geldi. Yer altı çizgi
romanları (Underground comix) çoğu üniversite kuşaklı genç yazar ve çizer grubu, siyâsî ve sosyal bir
eleştiriye yönelik yayınlar üretmeye başladılar. Ancak gördüğü ilgi sınırlı olmuştu. Aynı dönemlerde Jack
Kirby ve Joe Orlando gibi çizerler Fanastic Four (Fantastik Dörtlü) ve Spider Man (Örümcek Adam)
Thor, The Hulk (Yeşil Dev Adam) gibi tiplemeleri lanse ettiler. Iron Man (Demir Adam) ve Conan
The Barbarian (Conan)’ın Avrupa’daki pazar alanları gibi geniş bir pazar alanı buldular.
Artık çizgi roman sanatı, kabuğunu yırtmış yalnız anavatanında alâka gören bir sanat dalı
olmaktan çıkmış şimdi hemen hemen dünyânın her ülkesinde belirli soluklarla devâm ettirilmektedir.
Bu alandaki çalışmaları ve genç çizerleri, yeni nesilleri teşvik amacıyla 1961’de Paris’te kurulan
Çizgi Roman Sevenler Derneği 1964’te Çizgi Romanı Araştırma ve İnceleme Derneğine (Socerlıd)
dönüşerek bu çabalara önderlik etmiştir. 1965’te Milletlerarası Çizgi Roman Kongresi ilk olarak
İtalya’nın Bordighera şehrinde toplanmıştır. Bu arada bâzı ülkeler de kendi çizgi roman okullarını kurdu.
Güney Amerika’da Alberto Braccia, Munoz, Sam Payo, Quino İtalya’da Hugo Prat (Corta
Maltesen’in çizeri), Guido Buzelli, Dino Bataglia, Sergio Topi, -Guido Crepax İspanya’da Victor de la
Fuente, Enric Sio, Julio Ribera ve Palacaios bu işe öncülük edip kendi tarzlarını kabul ettirmişlerdir.
Yeni gelişmekte olan pekçok ülkede başta Çin, Küba ve Cezayir, çizgi romanı eğitim gâyesi ile
kullanmaktadırlar. Doğu bloku ülkelerinin çoğu bu dala sırt çevirmiş, bu gruptaki ülkelerden Yugoslavya
ise tam aksine bu işe önderlik etmiştir.
Türkiye’de bu işin ilkleri karikatürüze Amca Bey tiplemesi ile Cemal Nâdir ve Gerçekçi çizgi olarak
Barbaros Hayrettin ve Koca Yusuf ile Ratip Tahir Burak’tır. Cemal Nadir’i Tombul Teyze ve Sıska Dayı
tiplemesi ile Ramiz Gökçe, Karakedi Çetesi ile Selma Emiroğlu tâkib etti.
Türkiye’de ilk müstakil çizgi roman dergisi 1950’lerde yayına başlayan Pecos Bill’dir. Bunları
bugün bile okur bulabilen; Tommiks, Teksas ve Teks’ler dönemi tâkib etmiştir.
1950’li yıllarda karikatürcülerin çoğu bu alana yöneldi. Utanmaz Adam’la Oğuz Aral öne geçti.
1960’lı yıllarda Hüdâverdi ile Sezgin Burak, gerçek hikâyelerden alınan konularla Faruk Genç adını
duyurmaya başladı. Turhan Selçuk da bu sahanın adamıdır.
En önemli patlamayı ise karikatürcü Suat Yalaz yapmıştı. Bu zamanla Sezgin Burak’ın Tarkan’ı,
Ayhan Başoğlu’nun Malkoçoğlu’su, Abdullah Turhan’ın Tolga’sı izledi. Bu tarzın diğer bir örneği de
Rahmi Murat’ın yazdığı Abdullah Turhan’ın resimlediği Kara Murat’tır. Şahap Ayhan da farklı
tiplemelerle bu konuda çalışan ressamlarımızdan biridir. Bu sahada Deli Balta’sıyla Gürbüz Azak,
Topuz’la Vehip Sinan, Kurdoğlu ile Cem Ertürk, Hızır Bey’le Talat Güreli zikre değer isimlerdir.
Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ı Fransa’da ve pekçok Kuzey Afrika ülkesinde Fransızca yayınlanarak bu
dalda Avrupa’daki tek temsilcimiz olup milletlerarası niteliğine bürünen ilk milli çizgi romanımızdır.
Günümüz Türkiye’sinde pek çok genç çizer bu işe kollarını sıvamış ancak uygun zemini
bulamadıkları için çoğu bu işe henüz başlayamadan başka alanlara kaymışlardır. Türkiye’de genç çizer
neslinin yetişmesine müsâit ortam bulunmamakla berâber şu anda Türkiye Çocuk Dergisi genç
çizerlere imkânlar sağlayan tek yayın organı durumundadır.
CNAEM
(Bkz. Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi)
ÇOBANALDATAN (Caprumulgus Europeus)
Alm. Gemeine Nachtschwalbe, Fr. Engoulevent d’Europe, İng. Night Jar. Familyası:
Çobanaldatangiller (Caprimulgidae). Yaşadığı yerler: Asya, Avrupa ve Afrika ormanlarında.
Özellikleri: Gece uçarken böcek avlar. Çeşitleri: 70 kadar türü bilinmektedir.
Gök-kuzgunumsular takımından, kısa-geniş gagalı, çok açılan ağızlı, gece böcek avlayan bir kuş.
26 cm boyunda, sivri kanatlı ve uzun kuyruklu olup, baykuş gibi yumuşak tüylüdür. Uçarken kanat sesi
duyulmaz. Gündüz dinlenip, geceleri avlanır. “Keçisağan” veya “Gece Kırlangıcı” da denir. Uçarken iyice
açılan gagaları ile böcekleri, yapışkan ağızlarında biriktirerek avlanır. Ormanlık bölgelerde yaşar. Gece
kelebeğine düşkündür. Ağız çevresinde beslenmeye yardımcı, sıralar hâlinde dikleşebilen duyarlı kıllar
vardır. Bu kıllar yaz geceleri, dolaşan böcekleri yutmakta yardımcı olurlar. Çok fazla böcek avladığından
faydalı bir kuştur. Ağaç kabuğu rengindeki beyaz lekeli tüyleriyle çevreye çok rahat uyduğundan, dal
veya toprak üstünde dinlenirken fark edilmez. Ayakları küçük ve zayıf olup, yürümede zorluk çeker.
Toprak üstündeki yuvasını kuru yapraklarla döşer. Genellikle iki adet benekli yumurta yumurtlar.
Erkek ve dişi berâber kuluçkaya yatarlar. Kışın Güney Afrika’ya göç eder. Ayrı bir alt âileden olan Kuzey
Amerika Çobanaldatanı da kışın Güney Amerika’ya göç eder. Çobanaldatanlar geceleri usanmadan öten
kuşlardır. İnsanı yanına yaklaştırdığı halde ele düşmediği için buna “çobanaldatan” denmiştir.
Karacaoğlan bunu bir şiirinde şöyle ifâde etmektedir:
“Dünyâ bir çobanaldatan, çok uğraştım tutamadım”.
ÇOBANÇANTASI (Capsella Bursa Postoris)
Alm. Hirtentäschel Taschelkräut (n), Fr. Boursea-pasteur, bourse-de-berger, İng. Shepherd’s
purse. Familyası: Turpgiller (Cruciferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Çok yayılmış olup hemen
hemen her yerde.
Mart-ekim ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, 10-50 cm boyunda, bir senelik otsu
bir bitki. Yol kenarlarında, kırlar ve ekilmemiş tarlalarda bulunur. Gövdeleri dik, silindirik, evvelâ basit,
fakat çiçek açma zamânında dallıdır. Dibinde rozet şeklinde yaprakları bulunur. Gövde yaprakları ise
gayri muntazam parçalı, sapsız ve gövdeyi 2 kulakçıkla sarmış durumdadır. Çiçekleri gövdenin ucunda,
salkım şeklinde 4 parçalı beyaz taç yapraklarından meydana gelmiştir. Meyveleri ters kalp veya 3 köşeli
çanta şeklindedir. Tohumları küçük, oval şekilli ve esmer renklidir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı çiçekliyken toplanıp, gölgede kurutulmuş olan toprak
üstü kısımlarıdır. Bileşiminde uçucu yağ, tanen, organik asitler ve saponin vardır. Kanamalarda kan
dindirici olarak kullanılır. İdrar yolları hastalıklarına (taşlara) karşı da tavsiye edilmiştir.
ÇOBANOĞULLARI
On üçüncü asırda Kastamonu ve çevresinde faaliyet gösteren Türkmen beyliği. Beyliğin kurucusu
Hüsâmeddîn Çoban Bey, Kayı boyuna mensub olup, Anadolu Selçuklu Devletinin ileri gelen devlet
adamlarından biriydi. Bunun isminden dolayı, kurduğu beyliğe, Çobanoğulları beyliği denildi.
Hüsâmeddîn Çoban, Birinci İzzeddîn Keykâvus’un sultanlığı sırasında Bizans’a karşı düzenlenen
seferlere katıldı. Birinci Alâeddîn Keykûbâd tahta çıkınca, bağlılığını arz etti.
Moğollar 1223 (H.620) Kıpçak ilini işgâl edince, bunu fırsat bilen Rumlar, Kırım sâhilindeki Suğdak
şehrini kontrolleri altına aldılar. Sultan Alâeddîn Keykûbât, Hüsâmeddîn Çoban’ı Suğdak’ı zaptetmek için
vazîfelendirdi. Hüsâmeddîn Çoban da sefere çıkarak Suğdak’ı zaptetti. Kıpçak hanının ve Rus
hükümdârının Sultan Alâeddîn’e itâatini sağladı. 1227 senesinde Kastamonu’ya döndü. Ölümünden
sonra yerine oğlu Alp Yürek geçti. Alp Yürek hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.
Alp Yürek’ten sonra yerine oğlu Muzafferüddîn Yavlak Arslan geçti. Yavlak Arslan zamânında
Anadolu’da birçok karışıklıklar oldu. Yavlak Arslan, İlhanlılara muhâlefete başladı. Bunun üzerine İlhanlı
hükümdârı Geyhatu, bir Selçuklu-Moğol ordusunu Kastamonu’ya gönderdi. Yapılan muhârebede Yavlak
Arslan öldü. Selçuklu Sultânı İkinci Mes’ûd, bu muhârebede kendisine büyük yardımı dokunan
Şemseddîn Yaman Candar’a Kastamonu ve havâlisinde Eflânî’nin idâresini verdi.
Yavlak Arslan’dan sonra yerine oğlu Mahmud Bey geçti. Mahmud Bey zamânında Bizans
topraklarına akınlar düzenlendi. Sakarya Nehrinin civârına kadar olan yerler fethedildi. Ancak 1309
senesinde Candaroğlu Süleymân Paşa bir baskın ile Kastamonu’yu fethederek Çobanoğulları Beyliği’ne
son verdi.
Çobanoğulları devrinde Kastamonu ve çevresinde îmâr ve kültür faâliyetleri gelişti.
Memleketlerine gelen âlimlere büyük önem verdiler. Meşhûr âlim Kutbûddîn Şîrâzî, İhtiyârât el-
Muzafferî isimli astronomi kitabını Yavlak Arslan için yazdı. Nüzhet-ül-Küttâp, Kavâ’id-ür-Resâ’ıl
adlı eserler bu devirde yazıldı. Bu devirdeki en muhteşem yapı ise; Taşköprü’deki Muzafferüddîn Yavlak
Arslan Medresesi külliyesidir.
ÇOBANOĞULLARI Tahta
Çıkışı
Hüsâmeddîn Çoban (Yaklaşık) 1227
Hüsâmeddîn Alb Yürük ?
Muzafferüddîn Yavlak Arslan ?
Nasireddîn Mahmud Bey 1297
Candaroğulları Hâkimiyeti 1309
ÇOBANPÜSKÜLÜ (İlex Aquifolium)
Alm. Stechpalme (f), Fr. Houx (m), İng. Holly. Familyası: Çobanpüskülügiller (Aquifoliaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya ve Kuzey Anadolu.
Çoğunlukla çalı, bâzan da, 10-15 metreye kadar boyu uzayabilen bir ağaç. Yapraklar kalıcı,
derimsi, oval, kenarları geniş dişli ve dişlerin tepesi dikenlidir. Çiçekler iki evcikli olup, kurullar hâlinde
bulunur. Meyvesi yuvarlak ve parlak kırmızıdır. Kuzey Afrika, Batı ve Güney Avrupa ve Batı Asya’dan
Çin’e kadar olan bölgelerde yetişir.
Kullanıldığı yerler: Meyvenin iç kabuğu ökse yapımında kullanılır. Odunu çok sert, ağır ve koyu
renktedir. Çok iyi cilâ tutar. Tornacılıkta, kaplamacılıkta, çark dişi yapımında kullanılır. Körpe dalları
kamçı sapı yapmaya yarar. Süs bitkisi olarak da yetiştirilir.
ÇOBANÜZÜMÜ (Vaccinium Arctostophylos)
Alm. Trapezunt-, Brussa-Tee (m), Fr. The (m) de Trebizonde, İng. Tea of Trebizond, Familyası:
Fundagiller (Ericaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Karadeniz bölgesi.
1-2 metre yüksekliğinde, çok senelik, kışın yapraklarını döken, mayıs-haziran ayları arasında,
kırmızımsı-beyaz renkli ve benekli çiçekler açan bir bitki. Sapançayı, Trabzonçayı gibi isimlerle de
bilinmektedir. Rutûbetli ormanları sever. Gövdelerinin alt tarafı odunluk, üst tarafı yeşil ve silindir
biçimindedir. Yapraklar hemen hemen sapsızdır. Yeşil renkli olan yaprakları, sonbaharda kızılımsı renk
alır. Meyveleri küreye yakın şekilli, 8-10 mm çapında, siyahımsı renkli, ekşimsi tatlı lezzettedir. Çok
miktarda küçük tohumlar ihtivâ eder.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı yapraklarıdır. Yapraklarında tanen ve az miktarda
arbutin glikoziti vardır. Yaprakları tedâvi sahasından ziyâde çay yerine kullanılmakta ve hakîkî çaya da
katılabilmektedir. Tıbbî olarak idrar yolları hastalıklarına karşı kullanılır.
ÇOCUK
Alm. Kind (n), Fr. Enfant (m), İng. Child. İnsan yavrusu. Her âilenin gönülden istediği, evin
neşesi olan çocuk; gelecek günlerin kurucusu, teminâtı, cemiyetin de temelidir. Çocuğun beden ve ruh
sağlığı için gösterilen gayret, fedakârlık ve bu uğurda yapılan çalışmalarla cemiyet sağlam temellere
oturabilir. Her şeyimiz, yarının büyükleri için olmalıdır.
Çocuk denilen varlık iyi tanınmalı, onun özelliklerine uygun tedbirler zamânında alınmalıdır.
Böylece çocuk tehlikeli dönemlerini kolayca geçebilir ve kendisini koruyabilecek çağa sağlam erişebilir.
Çocuk Bakımı
Çocuk bakımını doğumdan önce ve doğumdan sonra olarak ikiye ayırmak mümkündür. Doğum
öncesi bakımda esas olan, doğuma hazırlanan anne olacaktır. Annenin hâmilelikte geçirdiği salgın
hastalıklar, rûhî sarsıntılar, beslenme bozuklukları anneyle berâber çocuğu da etkiler. Bu sebeple
hâmilelerin belli aralıklarla bir kadın doğum hekiminin kontrölü altında takib edilmesi gerekir. Ülkemizde
köylerde gezici ebeler, ana-çocuk sağlığı teşkilâtı, kasabaların sağlık merkezleri, doğum evi ve
hastâneleri bu hizmet için kurulmuştur.
Her anne babanın en büyük arzusu ve mutluluğu, sıhhatli bir yavruyu bağrına basmak, onu en iyi
şekilde büyütüp yetiştirebilmektir. Canlılar içinde en zor büyüyen ve en fazla bakım isteyeni insan
yavrusudur. Bu bakımdan çocuk sâhibi olmayı istemek demek, her türlü sorumluluk ve fedâkârlığa
hazır olmak demekdir. Bu ise ancak kadınların bedenî ve rûhî bakımdan analığa hazır olmaları ile
mümkündür.
İlk çocuğunu dünyâya getirecek annenin yaşı hem kendisi hem de doğacak çocuğun sağlığı
açısından önemlidir. En uygun doğum yapma yaşı 18-26 yaşlar arasıdır. Yaşı 16’dan küçük veya 40’dan
büyük olan kadınların çocuk doğurması mahzurludur.
Çocuk, anne rahmine düştüğü andan büluğ çağının sonuna kadar sürekli büyüyen ve gelişen bir
varlıktır. Büyüme, vücut ölçülerinin gözle fark edilir şekilde artması; gelişme ise biyolojik fonksiyonların
gelişimi ve olgunlaşmasını ifâde eden bir deyimdir.
Büyüme ve gelişme çeşitli çağlarda hızlanma ve yavaşlama göstermesine mukâbil, sürekli bir
olaydır ve belirli bir sıra tâkib eder. İlk yaşta baş, daha sonra âzâlar (kol ve bacaklar) ve büluğda da
gövde büyümesi ön plândadır. Gelişme de gene belli bir sırada olur, meselâ bebek önce başını tutar,
daha sonra oturur, belli bir zaman sonra da yürür.
Yeni Doğan Bebek
Çocuğun hayâtındaki ilk ağlama doğar doğmaz olur. Normal, sağlıklı bir bebek, doğumdan hemen
sonra nefes alır ve ağlar. Bu, onun canlı olarak dünyâya geldiğini gösteren ilk işârettir. Doğumu tâkib
eden ilk dört haftalık döneme, yeni doğan dönemi denir. Bu sürede çocuk, dış dünyâya uyum
sağlayabilmek gâyesiyle büyük bir çaba gösterir. Yeni doğanın derisi gül pembesi renkte ve incedir,
kolayca tahriş olabilir. Yeni doğan bebeklerde genellikle doğumdan sonraki ikinci veya üçüncü günlerde
sarılık görülebilir. Buna fizyolojik sarılık ismi verilir. Bu normal olup telaşlanmamalıdır. Bu sarılık 8- 10.
günlerde kendiliğinden kaybolur. Sarılık, doğar doğmaz veya ilk 24 saat içinde ortaya çıkarsa hemen
doktora başvurmalıdır. 10 günden fazla devâm eden sarılıklarda da doktora gitmelidir.
Normal yeni doğan bir bebeğin omuzlarında, sırtında, alın ve yanaklarında kısa tüyler bulunur ve
birkaç gün içinde dökülür. Ayrıca ileride esmer tenli olacak bebeklerin bel bölgesinde, kaba etlerinde
çürüğü andıran morumtrak lekeler görülebilir. Bunlar, normal çocuklarda bulunur ve bir yaşına doğru
kaybolur.
Yeni doğan bebeğin başı vücuduna göre biraz büyükçedir. Baş kemikleri doğumda henüz tam
birleşmemiştir. Tam tepede ve alnın üstünde olmak üzere iki tâne bıngıldak bulunur. Bâzı çocuklarda
doğumda saçlar çok, bâzılarında ise azdır. Bu saçlar ilerideki saçları hakkında bilgi vermez. Çünkü
bunlar ilk 3 ay içinde dökülür ve yerine yenileri çıkar. Saçlar 9. aydan îtibâren çoğalır. Yeni doğan
çocuğun gözleri ilk günlerde kapalı ve şiştir. Gözlerin bu dönemdeki rengi sonradan değişir ve kalıcı
rengi 9-10. aylarda ortaya çıkar. Kız ve erkek çocuklarında anne hormonlarının etkisi altında memedeki
süt bezlerinin şişmesine sık rastlanır. Böyle şişmeler için hemen telâşlanmamalı, memeler katiyen
oğuşturulmamalı, sıkılmamalı ve temiz tutularak mikroplardan korunmalıdır. Bir yaşına geldiği halde
hâlâ yumurtalıkları (hayaları) yerine inmeyen erkek çocukları mutlaka doktora götürülmelidir. Aksi
takdirde ileride kısırlığa yol açabilir.
1. Bebeğin özellikleri ve ihtiyaçları: Yeni doğan bir bebek zamanının büyük bir bölümünü
uykuda geçirir. İlk günlerde yaklaşık 20 saat uyur. Uyanır uyanmaz ilk yaptığı şey ağlamaktır. Uykusu
ve uyanıklığı karnının aç olup olmaması ile yakından ilgilidir. Bu sebeple gece ve gündüzü ayırmadan 24
saatte 6-8 kere uyanır. Her uyandığında da beslenmek isteğiyle ağlar. Uyanma araları bâzı çocuklarda
çok düzenli olup, bunlar üç saatte bir uyanırlar. Bâzıları ise beslenmek için güçlükle uyandırılabilirler.
Zamanla bebek düzenini bulur, uyanık kaldığı süre uzar, beslendikten sonra hemen uyumayıp kendisini
besleyene ve etrafına bakınmaya başlar. Böylece dış dünyâyı tanımaya çalışır.
İlk dışkısını doğumdan sonraki ilk 12 saat içinde yapar. 48 saat içinde hiç dışkı yapmaması bir
hastalık işâretidir. Bebeğin doğumu tâkib eden ilk 4-5 günde yaptığı koyu renk ve yapışkan dışkıya
“mekonyum” denir. Daha sonraki günlerde dışkı normal rengini bulur. Anne sütüyle beslenenlerde dışkı,
yumurta sarısı; inek sütüyle beslenenlerde daha açık sarı ranktedir. Yeni doğan bebek doğumdan
sonraki ilk 3-5 günde ağırlığının 200-300 gr kadarını kaybeder. Bu günlerde bebeğin ateşi yükselebilir.
Buna susuzluk ateşi denir ve bir hastalık belirtisi değildir. Normal yeni doğan, dâimâ doğar doğmaz ilk
idrarını yapar. İdrar yapma 24-48 saatten fazla gecikirse veya idrar yaparken ağladığı fark edilirse
mutlaka bir hekime başvurmalıdır. Bebeğin ağlaması, ihtiyaçlarını çevresine bildirmek için kullandığı bir
haberleşme yoludur. Tabiî ihtiyaçlarının karşılanması dışında ağlama ve bağırma; bir sıkıntı, bir hastalık
belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Sıkı kundakta sarılı olması, burnunun tıkalı olması, gazının
çıkarılmaması, birer ağlama sebebidir. Evde rahatlatmak için alınan tedbirlere rağmen çocuğun
ağlamaya devâm etmesi hâlinde bir hekime başvurulmalıdır.
Çocuğun ağlamasından sıkılmamalıdır. Çünkü çocuğun bu ağlaması; zikir, tehlil ve Allahü teâlâ
için hamddır. Anası ve babası için ise, duâ ve istiğfârdır. Nitekim; “Müminin çocuğu, dört ay “Lâ ilâhe
illallah”; dört ay “Muhammedün Resûlullah” ve dört ay “Allahümmağfir lî ve livâlideyye”=Yâ Rabbî, beni
ve anamı-babamı mağfiret eyle, der.” buyurulmuştur.
Çocuğun ağlamasının başka sebepleri de olabilir. Meselâ çocuk sık nazara uğrar. Peygamber
efendimiz bir gün evine gelince ağlayan bir çocuk sesi işitti. Hemen; “Bu çocuğunuzda ne var da
ağlıyor, göz değmesine karşı bir şey yaptırmadınız mı?” buyurdu.
2. Bebekte duyuların gelişmesi:
a) Görme: Yeni doğmuş bir bebeğin henüz görme kâbiliyeti yoktur. Bu, kör olduğu mânâsına
gelmez. Görmek için gerekli bütün esas unsurlar olduğu halde, gözün en mühim tabakası olan retina
tabakasının tam teşekkül etmeyişindendir. Göz rengi hemen bütün çocuklarda mâvimsi olup, esas
rengini daha sonra alır. Görme kâbiliyeti 1,5-2 aylıktan sonra ortaya çıkar.
b) İşitme: Çocuk ana rahmindeyken bile bu duyu mevcuttur. Sese karşılık olarak başın
çevrilmesi ilk haftadan sonra olur.
c) Tad alma: Çabuk gelişir, birkaç günlük bebek bile acıyla tatlıyı ve tuzluyu ayırd edebilir.
d) Koku alma: Bu duyu da iyi gelişmiştir. Fenâ birşey koklatılırsa çocuk başını çevirir.
e)Dokunma duyusu: Ana rahmindeyken bile vardır. Doğumdan sonra giderek artar. Dokunma
hissi derinin muhtelif yerlerinde başka başkadır. Hassâsiyet el içi ve ayak altında en fazladır. Bebekte
en hassas yerlerden biri de yüz derisidir. Dudaklarına, yanağına dokunan bir şeyi arar, emmek ister,
soğuk ve sıcağı çok iyi hisseder.
Yeni Doğan Bebeğin Bakımı
İlk yapılacak iş ağız ve burun temizliğidir. Bebek baş aşağı tutulur. Temiz bir gaz bezi ile ağız
içindeki rahim sıvısı temizlenir. Her iki göze, içinde % 1 gümüş nitrat bulunan göz damlası damlatılır.
Kesilmiş göbeği üzerine mersol sürülüp temiz bir gazlı bezle kapatılır. Odanın ısısı 22-24 derece
olmalıdır. Annesine verilmesi doğumdan sonraki ilk 1-2 saat içinde olmalıdır.
Bebeğin, en fazla sevgiye ihtiyâcı vardır. Hayâtın ilk günlerinde bir bebek için en önemli şey
acıkmak ve beslenmektir. Birkaç hafta içinde kendisine yaklaşan bir kimsenin sesini işitir işitmez
huzursuzluğu geçer ve ağlamasını keser. Çocuklar doğumdan kısa bir zaman sonra beslenme ve diğer
ihtiyaçlarının giderilmesinin yanısıra ilgi de beklerler. Çocuğu okşama, kucakta sallama, kendisine
seslenme gibi sevgi ve şefkat gösterilerine “analık etme” denir. Normal bir bebek, doğumdan hemen
sonra bu analık sevgisini bekler. Çocuktaki ana sevgisi ihtiyâcı, beslenme gibi temel ve doğuştan olan
bir ihtiyaçtır. Bu, çevresine güvenini sağlar.
Beslenme
Canlı yaratıklar içinde beslenmesi, bakım ve yetiştirilmesi için özel îtinâ ve bilgi isteyen varlık,
insan yavrusudur. Çocuk sağlığının tam mânâsı ile korunması için beslenme esaslarının çok iyi bilinmesi
gereklidir. Çocuk bakımında beslenme başta gelir. Alınan besinler; büyüme, günlük hareket, yıpranan
hücreleri tâmir ve vücut ısısının te’mininde kullanılır.
a) Anne sütüyle beslenme: Çocuğun yeterli beslenmesi için tek tabiî gıdâ vardır; bu da “anne
sütü”dür. Anne sütü kendi yavrusu için en ideal süttür. Hiç bir süt anne sütünden daha iyi olamaz. Anne
sütü alan çocukta hastalıklar daha az görülür. Temizdir, mikropsuzdur, ısınmıştır, kullanılmaya dâimâ
hazırdır. Hazmedilmesi kolaydır, antikorlar (mikrop öldürücü maddeler) ihtivâ eder. Emzirme sırasında
bebek-anne yakınlığı ve bağlılığı yıllarca, hattâ ömür boyu sürecek sevgi bağını geliştirir. Emzirmenin,
annenin vücut güzelliğini bozacağı görüşü yanlıştır. Ayrıca çocuklarını emziren annelerde, kadınlarda en
sık rastlanan meme kanseri daha az görülmektedir.
Genel olarak annenin alışkın olduğu yemeklerden hepsini yemesinde çocuk için bir mahzur yoktur.
Ancak anne her zaman kendisine rahatsızlık verdiğini bildiği yiyecekleri yememelidir. Annenin
emzirirken aldığı ilâçlara da dikkat etmesi gerekmektedir.
Emziren annenin yiyeceklerinde her zamanki yemeklerine ilâve olarak günde 1 kg yoğurt veya süt
bulunmalı, mümkün olduğu kadar bol sebze, salata, meyve yemeli, portakal veya başka meyve
sularından 1-2 bardak içmelidir. Annenin sütü bolsa her emzirmede değiştirerek yalnız bir meme
verilmemeli, sütün az olduğu hallerde her iki meme sırası değiştirilerek verilmelidir. Memeyi tamâmen
boşaltmak için 15-20 dakika emzirmek yeterlidir.
İlk 24 saat içinde, her 2-4 saatte bir 5 dakika emzirilmesi kâfi gelebilir. Bundan sonraki 24 saat
içinde ise her 3-4 saatte bir 5 dakika ve daha sonraki günlerde her 3-4 saatte bir 15-20 dakika
emzirmeye gayret edilir.
Anne sütüyle beslenme bâzı hallerde arzu edilmez. Bunlar; annenin bulaşıcı hastalığı olması, ikinci
bebeğe hâmilelik, sara nöbetleri geçiriyor olması, uyuşturucu veya sütle bebeğe geçen ilâçları alıyor
olmasıdır.
b) Karışık beslenme: Emdiği anne sütü ile tam doymayan bebeklerin gıdâ ihtiyaçları hayvan
(inek) sütü ile tamamlanacaktır. İlk 8 haftada süt ve su yarıyarıya, 8. haftadan 3. ayın sonuna kadar 2
süt 1 su hesâbıyla sulandırma yapılır.
c) Su ve diğer besinler: Daha ilk günlerden çocuğa süt saatleri arasında ara sıra su vermelidir.
Suyu 2 dakika kaynattıktan ve oda ısısına gelinceye kadar soğuttuktan sonra içirmelidir. Meyve
sularından en uygun olanlar elma, portakal, şeftâli sularıdır. Meyve sularını tâze olarak hazırlamalıdır.
Pirinç ununda barsağı zedeleyebilecek selülozlar bulunmadığı için ilk aylarda ve özellikle ishale isdidatlı
çocuklarda tercih edilir. Muhallebi, çocuğun yaşına göre sulandırılmış süte veya saf süte un ve şeker
ilâvesiyle hazırlanır. Meselâ 20 gr süte iki çay kaşığı pirinç unu ve iki çay kaşığı şeker ilâve edildikten
sonra yarım saat kadar kaynatılır. Unlu mamalar her ne çeşitte verilirse verilsin, vücudun mineral
eksikliğini ve protein ihtiyâcını yalnız başına karşılayamaz. Onun için sebze ve meyvelere de hemen
başlanması gerekir. Meyvelerden en iyisi muz ve haşlanmış elma püresidir. Muz ezilerek ve sütle
karıştırılarak daha yumuşak bir kıvama getirilir. Çocuk 4 aylık olunca sebzelere başlama zamânı
gelmiştir. Havuç, kabak, ıspanak, yeşil fasulye, pancar, domates, patates, soğan, karnıbahar ve kereviz
en faydalı sebzelerdir. Başlangıçta sebzeyi almakta zorluk çıkaran çocuklara sebzenin suyu verilerek
(kaynatıldıktan sonra) hiç olmazsa bir kısım faydalı maddenin vücuduna gitmesi sağlanabilir. 4. ayın ilk
yarısında yumurta sarısını çocuğa vermeye başlamak faydalı olur. Yumurta sarısı katı olarak
verilmelidir. Kıymetli bir gıdâ olan yumurta aynı zamanda vitaminler ve demir bakımından da zengindir.
Yumurtanın tâze olmasına âzamî dikkat gösterilmelidir. Et, genel olarak altıncı ayda eklenir ve ilk
verilen etler tavuk ve kuzu ciğeri, beyin ezmesi olmalıdır. Usûlüne göre hazırlanır ve yedirilir.
OKUL ÖNCESİ TÜRK ÇOCUKLARININ GELİŞİM ÖLÇÜMLERİ
Kız Çocuklar
Ağırlık (Kg) Boy (Cm) Baş Çev. (Cm)
Yaş Orta S.S. Orta S.S. Orta S.S.
1 ay 3.6 0.7 54.7 1.8 36.0 1.0
3 ay 39.7 1.1
6 ay 6.0 0.8 59.8 2.8 42.0 1.2
9 ay 43.4 1.2
12 ay 7.5 1.0 65.7 3.1 44.4 1.2
18 ay 45.7 1.3
2 yıl 8.4 1.1 70.1 2.8 46.7 1.3
2.5 yıl 47.5 1.4
3 yıl 9.0 1.0 73.6 2.9 48.1 1.4
3.5 yıl 48.6 1.4
4 yıl 10.6 1.3 79.5 4.4 49.0 1.5
4.5 yıl 49.4 1.5
5 yıl 11.7 1.4 84.4 5.0 49.8 1.5
6 yıl 50.4 1.5
12.6 1.7 88.9 5.6
3-4 hafta
13.6 1.8 93.1 6.0 2 ay
2 ay
14.6 2.0 96.9 6.4 3 ay
3-4 ay
15.6 2.2 100.4 6.7 6 ay
4 ay
16.5 2.4 103.6 7.0 4-6 ay
6-9 ay
17.5 2.5 106.4 7.2 7-8 ay
9-12 ay
19.5 2.9 110.8 7.6 11-13 ay
12-14 ay
Yüzükoyun yatarken başını yerden kaldırma 13-16 ay
Eşyâyı gözüyle tâkib etme ve bakıcısına gülümseme 16-24 ay
Elleri ağzına götürme ve eşyâlara uzanma 18 ay
Kendi elleriyle oynaması 18-24 ay
Gözlerini sesin geldiği tarafa çevirme ve annesini tanıması 15-24 ay
Başını rahat dik tutması, eline verileni ağzına götürmesi 18-26 ay
Yabancıları tanımaya ve ayırt etmeye başlaması 20-30 ay
Sırt üstünden yüzükoyun pozisyona geçmesi
Sesleri taklid etmesi (baba, mama gibi)
Desteksiz oturma, eşyayı bir elinden ötekine geçirmesi
Emeklemesi, ayağa kalkması
Desteksiz ayakta durması
Desteksiz yürümesi
Mânâlı kelime söyleme
Kaşıkla kendi kendine yeme
Bıngıldağın kapanması
Oyuncağını açma
Büyük abdest ve idrar kontrolü
Üç kelime ile cümle
Merdiven çıkma
(S.S.: Sıtandart Sapma)
Erkek Çocuklar
Ağırlık (Kg) Boy (Cm) Baş Çev. (Cm)
Yaş Orta S.S. Orta S.S. Orta S.S.
1 ay 4.3 0.5 55.6 2.9 36.7 1.0
3 ay 6.1 0.8 60.9 3.2 40.6 1.1
6 ay 7.9 1.0 67.5 3.4 43.1 1.2
9 ay 9.0 1.1 72.3 3.5 44.6 1.4
12 ay 9.9 1.1 75.6 3.6 45.7 1.4
18 ay 11.1 1.3 80.7 3.9 47.0 1.3
2 yıl 12.1 1.5 85.3 4.0 47.8 1.3
2.5 yıl 13.1 1.6 89.5 4.2 48.4 1.3
3 yıl 14.1 1.7 3.3 4.3 48.9 1.3
3.5 yıl 15.1 1.9 96.9 4.5 49.3 1.3
4 yıl 16.1 2.1 100.2 4.9 49.7 1.3
4.5 yıl 17.1 2.2 103.5 5.5 50.0 1.3
5 yıl 18.1 2.4 106.7 6.3 50.3 1.3
6 yıl 20.2 2.7 113.5 8.9 50.8 1.4
Normal bir çocukta önemli gelişme noktalarının zamanları:
Yeni Doğan Bebekte Hastalıklar
a) Hastalık işâretleri: Bebek ne kadar küçükse hastalığa yakalanması da o kadar kolaydır.
Anne-babanın buradaki görevi çocuğundaki hastalığı başında fark edebilmektir. Ayrıca belirtilerin
hangisinin önemli, hangisinin önemsiz olduğunu da, anne-baba ayırabilmelidir. Yeni doğanda rastlanan
hastalık belirtileri özet olarak şunlardır: Sık nefes alma, solunum güçlüğü, nefes tutma, morarma,
ağızdan köpük gelmesi, karında aşırı gerginlik, doğumdan sonraki ilk 48 saatte dışkı yapmaması, aşırı
kusma, havâle geçirmesi, vücut harâretinin çok yüksek veya düşük olması, bir bacağın ötekinden daha
kısa görünmesi.
b) Bebeğin rahatsızlıkları: İlk ortaya çıkacak olaylar doğumdaki zorlanmaya ve mâruz kalınan
güce karşı meydana gelmiş olan durumlardır. Bunların en önemlileri kemiklerdeki kırıklar, boyunda
duruş bozukluğu, sinir felçleri ve kafa içi kanamaları olarak söylenebilir.
Doğuştan iskelet sistemi hastalıkları da bebeklerde üzerine eğilinmesi gereken
rahatsızlıklardır.Çünkü erken dönemde tedâvi edilmemesi hâlinde bâriz sakatlıklar meydana getiren
durumlardır. Bunlardan en önemlisi ve en sık rastlanılanı doğumdan olan kalça çıkığıdır. Doğumdan
kalça çıkığı yeni doğan dönemindeyken mutlaka teşhis konulması gereken hastalıklardandır. 1000
bebekten birinde bu rahatsızlık görülür. Hastalık kalça eklemindeki oyuğa bacak kemiği başının tam
girmemesi sonucu meydana gelir. Doğuştan kalça çıkığı tam veya kısmî olup hastalığın sebebi kesin
olarak bilinmez. Kalça çıkığı olan bir çocuğun çıkık taraftaki bacağı kısadır. Ayak dışa dönüktür. İki
taraftaki bacak deri kıvrımlarının hizâsı farklıdır. Çocuk yürüyorsa, topallama vardır. Kalça çıkığı teşhisi
konulan yeni doğan bebeklere atel uygulanır ve bacaklar 90 derecelik pozisyonda tesbit edilir.
Genellikle 6 aydan uzun sürede iyileşme sağlanır.
c) Kan uyuşmazlığına bağlı sarılıklar: İki tip olan kan uyuşmazlıklarından bebek için esas
tehlikeli olan “Rh uyuşmazlığı”dır. Anne-baba arasında Rh uyuşmazlığı olması durumunda ilk doğan
çocuk normal olabilir. Sonrakiler ise anne karnında ölebilir; doğduktan sonra ilerleyici sarılık ve
kansızlık ortaya çıkabilir. Sarılığın sebebi çocuğun parçalanan alyuvarlarından ortaya çıkan ve beyni için
çok zararlı olabilen “bilirübin” maddesidir. Aralarında Rh uyuşmazlığı varsa, yâni annenin kan grubu
Rh(-), babanınki Rh(+) ise gebelik müddetince doktor tarafından annenin sık sık kontrolü yapılmalı ve
doğum mutlakâ bir hastânede olmalıdır. Anne Rh(-) ve doğan bebek de Rh(+) ise ilk 72 saat içinde
anneye “Rhogam” adıyla bilinen ilâç yapılmalıdır. Böylece ikinci çocuktaki sarılık tehlikesi ortadan
kalkacaktır. Yeni doğan sarılıkların tehlikesi kanda yükselen bilirübinin beyinde belli odaklarda
toplanmasıdır. “Kernikterus” denilen bu durum çocukta çeşitli bozukluklara sebeb olur ve tedâvisi
olmayan (geriye dönemeyen) bir haldir. Bu durum başlıca zekâ geriliği, oturamama, yürüyememe,
konuşma ve duyu kusurları ile kendini gösterir.
Kan uyuşmazlığına bağlı sarılığın tedâvisi: Doğumdan sonraki ilk 24-36 saat içinde sararmaya
başlayan her çocuk hemen hekime gösterilmelidir. Kandaki bilirübin seviyesi belli bir yüksekliğe varırsa
âcilen çocuğun kanı değiştirilir. Kanda bilirübin seviyesi fazla yüksek değilse “fototerapi” denilen ışıkla
tedâvi metodu uygulanır.
d) Kusma: Bütün çocukluk yaşlarında sık görülen bir belirti olup, yeni doğan döneminde de
değişik sebeplere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Basit kusmalar; su ve kilo kaybına yol açmayan az
miktarda gıdâ artığının dışarı çıkarılmasıdır. Bu durum pek önemli değildir. Beslenme hatalarına bağlı
kusmalar; sütün fazla verilmesi, biberon emzik deliğinin fazla geniş olması, emerken hava yutması, çok
sık beslenen çocukta kusmaya sebeb olabilir. Bu besleme hatâlarının düzeltilmesiyle kusma durur.
Hazım kanalına âit doğuştan hatâlara (bozukluklara) bağlı kusmalar; yemek borusunun doğuştan dar
olması, yemek borusunun kısa olması, yemek borusu ile nefes borusu arasında doğuştan irtibatlı kanal
olması, barsaklara âit darlıklar, tıkanmalar, barsak boğulmaları, mîdenin on iki parmak barsağına
açıldığı kısımda darlık. Bunların tamâmı kusma sebebi olup, bebek için çok tehlikelidir. Hemen âcil
teşhis ve tedâvi gerektiren bu durumlar tedâvi edilmezlerse hayatla bağdaşmazlar. Mîdenin on iki
parmak barsağına açılan kısmındaki darlık (pilor darlığı) hâlindeki kusmalar bebek üç haftalık olunca
başlar. Kusmalar fışkırma tarzındadır ve bebek kilo alamaz olur. Tedâvisi ameliyattır. Ayrıca kusmukta
safra varsa barsakta bir darlık vardır.
Mikrobik hastalıklarda da kusmalar ortaya çıkar. Nezleden orta kulak iltihâbına ve menenjite
kadar bulaşıcı hastalıklarda kusma ortaya çıkabilir. Kusma her zaman tehlikeyi haber veren bir belirti
olarak ele alınmalıdır. Kusmuğun çocuğun ciğerlerine kaçmasını önlemek de çok mühimdir. Çünkü bu
olay başlı başına bir zâtürre sebebidir.
e) İshal: Yeni doğan ve süt çocukluğu dönemlerinde sık rastlanan bir hastalıktır. Ciddiye alınmaz
ve zamânında tedâvi edilmezse çocuğun su kaybına ve ölümüne yol açabilir. Yeni doğan çocuklarda;
beslenme hatâları, dengesiz ve fazla beslenme, sindirim sistemine giren mikroplar, çocukta doğuştan
sindirim kusurları ve enzim eksiklikleri ishale sebeb olabilir. Gaita çok sulu ve sıktır. Rengi sarı veya
yeşil olabilir. Berâberinde mama almama, kusma, karında gerginlik gibi belirtiler de bulunur. Burada
vücuttan su ve tuz kaybedilmesi en önemli olaydır. İshal olan çocuğa sulu yiyecek-içecekler bol
verilmeli ve böylece su kaybından zarar görmesi önlenmelidir.
f) Kabızlık: Yeni doğan bir bebekte doğumdan sonraki ilk 36 saat içinde “mekonyum” adını
verdiğimiz ilk dışkı çıkmaz ise; barsakta darlık, tıkanma, pankreasın doğum ile ilgili bozukluğu gibi
durumlar düşünülmeli, hemen bir hekime başvurulmalıdır.
g) Çocukta havâle: Sinir sisteminin hastalığı veya fonksiyon bozukluğu sonucu iskelet
adalelerinin kasılması ve titremesiyle kendini gösteren tabloya “havâle” adı verilir. Çocuk hastalıkları
arasında en âcil ve en korkutucu olanıdır. Yüzde, el ve ayaklarda irâde dışı titreme ve hareketlerde
havâle geçirenlerde görülür.
Yeni doğan bebekte en sık havâle yapan sebepler şunlardır: Doğumda bebeğin mâruz kaldığı yük
(travma), kan şekeri, kalsiyum ve magnezyum seviyelerinin normalden sapmış olması, ateş yüksekliği,
sinir sistemi hastalıkları. Bu sebeplerden dolayı ortaya çıkmış bir havâlede sebebe dönük tedâvi
yapılmalıdır. Ateştense, ateşi fazla yükseltmemeye çalışmalıdır. Kandaki çeşitli maddelerin seviyeleri
kontrol edilerek anormal olanlar varsa, sebeplerine yönelik tedâviye gidilmelidir.
h) Bulaşıcı çocuk hastalıkları ve korunma çâreleri: Gözle görülmeyen canlı yapıların
(mikroorganizmaların) yaptığı ve çeşitli yollarla çocuklara bulaşabilen hastalıklar, çocuk hastalıkları
içinde sayı ve önemce büyük yer tutar.
Nezle, grip, bronşit, zâtürre, anjin, kızamık, kabakulak, boğmaca ve benzeri bir kısım hastalıklar
sağlam çocuklara, hastalıklı çocukların ağızlarından öksürük, aksırık, konuşma esnâsında çıkan tükrük
damlacıkları ile geçer. Çiçek, suçiçeği, bulaşıcı deri hastalıkları temas ile çok kolay yayılırlar. Bunlar
hastaların kullandığı havlu, çamaşır, bardak gibi eşyâlarla da bulaşabilirler. Çocukları bâzı
hastalıklardan korumak için, belirli zamanlarda aşı yaptırmalıdır. (Bkz. Aşı)
Barsakların mikrobik hastalıkları ve bir kısım besin zehirlenmeleri idrar ve dışkılar vâsıtasıyla
yayılır. Bunlar kirli elle yapılan, hazırlanan yemeklerle sağlam şahıslara geçebilir. Sinekler de, üzeri açık
yiyeceklere konarak mikrop bulaştırabilirler.
ÇOCUK EDEBİYÂTI
Alm. Kinderliteratur (f), Fr. Littérature (f) infantile, İng. Children literature. Çocukların
okumaları, öğrenmeleri ve eğlenmeleri için edebî türlerin hemen hepsinde yazılmış eserler. Bunlar
arasında çocuk şiirleri, hikâyeleri, masalları, romanları, tiyatroları sayılabilir.
Çocukların bilgi seviyeleri, psikolojik özellikleri, yetişkinlerden ayrı kitaplar okumalarını gerektirir.
Bu kitaplar, dil, üslup, konu, fikir ve tez bakımından çocuğun okuma, anlama, kavrama, zevk alma
derecesine uygun olmalıdır. Daha çok basit bir konu, açık ve anlaşılır bir dil, akıcı bir üslup ve çocuğun
yaşına uygun bir fikir örgüsü, bu eserlerin belli başlı özelliklerindendir. Her yaşta olağanüstü konular,
anlatımda hareket çocuklar tarafından sevilir. Manzûmelerin verimli ve kâfiyeli olması onlar için çok
mühimdir. Bilhassa küçük yaşlarda mânâyı hiç düşünmeden tamâmen uydurma, anlamsız kelimelerden
meydana gelen, fakat kâfiye ve ses benzeşmeleri yönüyle tekerlemeleri zevkle dinleyip söylerler.
Meselâ; çocuklar 10 yaşlarına kadar masal dinlemek ve okumaktan çok hoşlanırlar. Çünkü
eşyâları canlandırmaya ve olmayacak işlere meraklıdırlar. Bu yaştan îtibâren mâcerâlı, esrârengiz ve
sürükleyici hikâyeler, romanlar, bilgi verecek kitaplar, teknik eserler dikkatlerini çekmeye başlar. Kız
çocukları ev, çocuk bakımı, mutfak, örgü gibi yayınlara da ilgi göstermeye başlarlar.
Eskiden yalnız çocuklar için bir edebiyât yapılması düşünülmezdi. Büyükler için yazılan kitapları
çocuklar da okurdu. Hattâ dünyâda çocuk edebiyâtının malı olan; Robinson Cruose, Gulliver’in
Gezileri, Alis Hârikalar Diyârında gibi eserler bile aslında çocuklar için yazılmış değildi. Halk arasında
anlatılan masallar da yalnız çocuklar düşünülerek ortaya konmamıştır.
Dünyâ edebiyâtında çocuklar için yazılmış eserlerde eskiden yalnız öğretici ve yetiştirici olması
düşünülürdü. Bunların yanısıra eğlendiricilik18. yüzyıldan sonra dikkate alınmaya başlandı ve bu husûsa
çocuk eserlerinde yer verildi.Tertiplenişi, resimleri ve eğlendiriciliği çocuklara göre olan ilk kitap John
Newbery (1713-1767) tarafından yayınlandı.
Dünyâ edebiyâtında çocuklar için yazılmış meşhur kitaplar arasında Charles Perrault’un Geçmiş
Günlerin Masalları, La Fontaine’nin Fablleri, Fénelon’un Telemak’ı, Grimm Kardeşlerin Çocuk ve
Âile Masalları, Andersen’in Çocuklara Masallar’ı, Collodi’nin Pinokyo’su, Arapların Binbir Gece
Masalları hatırlanabilir. Bunlara yukarıda sayılan ve çocuklar tarafından olağanüstü bir ilgi gösterilen
Robinson Cruose, Gulliver’in Gezileri, Alis Hârikalar Diyârında eserlerini de ilâve etmek gerekir.
Dünyâ çocuk edebiyâtı yazarları arasında da yukarıdaki isimlerden başka; Charles Dickens,
Charles Camb, Christoph Sehmid, Jules Verne, D. Defoe, J.Swift, L.Carroll, Rudvard Kipling, Comtesse
de Ségur Mark Twain, Louisa May Alcott, Marcel Aymé’yi hatırlamak yerinde olur.
Türk çocuk edebiyâtı:Bizde çocuk edebiyâtının sınırları içine giren gerek halk, gerekse dîvân
edebiyâtında eserler ve sayısız halk masalları vardır. Bunlar, Türk cemiyetinin çeşitli konulardaki
anlayışlarını, değer hükümlerini ifâde eden eserlerdir. Meselâ, Karacaoğlan’ın “Dinle sana bir nasîhat
edeyim” mısraı ile başlayan koşması, Nâbî’ Efendinin Hayriyye-i Nâbî’si, Vehbi’nin Lütfiye’si
bunlardandır. Ayrıca Arapça ve Farsçadan çevrilmiş içlerinde bâzı didaktik (öğretici) hikâyeler ve fıkralar
yer alan kitaplar (Tûtînâme, Kâbusnâme, Gülistân ve Bostan)uzun zaman okunmuştur.
Tanzimâttan sonraki yıllarda batı dünyâsından çocuk edebiyâtı eserleri tercüme edilmeye
başlanmıştır. İlk defâ La Fontaine’den, Jules Verne’den kitaplar, Gulliver’in Gezileri gibi kitaplar çocuk
edebiyâtımıza girmiştir. Daha sonraları telif çocuk eserleri de verilmeye başlanmıştır. Tevfik Fikret
Şermin, İbrâhim Alâeddîn Gövse Çocuk Şiirleri, Fâruk Nâfız Çamlıbel Numaralar, Bir Demette Beş
Çiçek, Yusuf Ziyâ Ortaç Kuş Cıvıltıları adlı şiir ve tiyatro kitapları yazmışlardır. Masal dalında ise
Eflâtun Cem Güney Dertli Kaval, En Güzel Türk Masalları, Bir Varmış Bir Yokmuş, Evvel Zaman
İçinde, Gökten Üç Elma Düştü gibi eserleriyle büyük bir başarı sağlamıştır. Ziyâ Gökalp, Ahmed
Cevad Emre, Ömer Seyfeddin, Aka Gündüz, M. Fuad Köprülü gibi şâir ve yazarların yanısıra Orhan Seyfi
Orhun, Enis Behiç Koryürek, Nihal Atsız, Enver Nâci Gökşen, Ceyhun Âtıf Kansu gibi edebiyâtçı ve
yazarlar da çocuk edebiyâtı sâhasında çeşitli türlerde çalışmalar yaptılar ve eserler verdiler. Bu arada
Kemâleddin Tuğcu, Abdullah Ziyâ Kozanoğlu, Yavuz Bahadıroğlu gibi yazarlar da çocuk romanları
sâhasında son yıllarda başarılı oldular.
Çocuklar için ilk devamlı yayın İngiltere’de (1788) çıkarılmış, bunu Fransa ve diğer ülkelerdeki
örnekleri tâkib etmiştir. Türkiye’de ilk çocuk yayını olarak Mümeyyiz Gazetesi’nin aynı adla
yayınladığı haftalık nüshası gösterilir (1870). 1875’te Sadâkat Gazetesi, 1878-1922 arası Tercümân-
ı Ahvâl Gazetesi çocuklar için haftalık ekler çıkardılar. 1880’de çocuklar için Bahçe Gazetesi çıkarıldı.
Aynı yıllarda on beş günlük; Çocuklara Kırâat, Vâsıta-i Terakkî, Çocuklara Arkadaş dergileri
yayınlandı.
İkinci Meşrûtiyete kadar İstanbul’da Çocuklara Tâlim, Çocuklara Mahsus Gazete, Çocuklara
Rehber gibi gazeteler ve daha sonra da Tedrisât-ı İbtidâiye Mecmûası, Çocuk Bahçesi, Çocuk
Duygusu, Çocuk Yurdu, Çocuk Dünyâsı, Çocuk Dostu gibi haftalık, on beş günlük, aylık dergiler
çıkarıldı. 1923-43 arası yirmi yıl boyunca Türkiye’de çıkıp kapanmış olan çocuk-öğrenci-gençlik dergi ve
gazetelerinin sayısı 90’a yakındır. Doğan Kardeş dergisi 1945 yılından îtibâren yayınlanmaya
başlanmış, önce aylıkken 15 günlük ve sonra haftalık olmuş, günümüzde aylık olarak çıkmaktadır.
Çocuk yayınları, çocukların beden, zihin ve ruh sağlıkları bakımından çok çok önemlidir. Bu
yayınların denetlenmesi gâyesiyle 1927 yılında “Küçükleri Muzır Neşriyâttan Koruma Kânunu”
adıyla 1117 sayılı kânun çıkarılmıştır.
15 Kasım 1981 târihinde yayına başlayan Türkiye Gazetesi Çocuk Dergisi millî düşünce, ahlâk,
örf ve âdetlere değer veren, taklitten, yapmacılıktan uzak, çağın yeniliklerine ve gelişmelere açık yayın
politikası ile sâhasında büyük başarı sağlamıştır. Ülkemizin en çok satılan çocuk dergisi olan Türkiye
Gazetesi Çocuk Dergisi de dâhil olmak üzere İstanbul’da bugün 30’dan fazla çocuk dergisi
yayınlanmaktadır. Çeşitli gazeteler, bankalar, yayınevleri, kişiler ve kuruluşlar bu sâhada neşriyât
yapmaktadırlar.
ÇOCUK ESİRGEME KURUMU
Hayır kurumlarından. 1921 senesinde Himâye-i Etfâl Cemiyeti olarak kuruldu. Sonra Çocuk
Esirgeme Kurumu olarak ismi değiştirildi.
Millî Mücâdele sırasında, harbe katılanların çocuklarına bakmak için kuruldu. Babaları savaşta ölen
çocukların eğitim ve bakımlarını yürütüyordu. TBMM tarafından da desteklenerek, çeşitli gelir kaynakları
sağlandı. Bunlar, bağışlar, devlet yardımı, üye âidatları, pul satışları, zarf dağıtarak toplanan paralar,
kurumun taşınmaz mallarından alınan kirâlar, Bartın içme suyu, Kavacık içme suyu gelirleri, piyango ve
benzerleridir.
Yaptığı işler; çocuk sağlığı ile ilgili yayın yapmak, doğumevleri kurmak, fakir, hasta ve kimsesiz
çocuklara bakmak, yardım etmek. Fakir çocuklara, okul için araç-gereç sağlamak. Çocuk yuvaları
kurmak.
İl ve ilçelerde birer şûbesi olup, bu şûbeler kanalıyla yardım ve hizmet vermektedir.
24 Mayıs 1983’te Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağlanarak, Sosyal Hizmetler ve Çocuk
Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü adı altında yeniden teşkilâtlanmıştır. 18 Mart 1989’da Başbakanlık
tarafından yapılan bir düzenlemeyle Çocuk Esirgeme Kurumu, Devlet Bakanlığı bünyesinde faaliyet
göstermeye başladı (Aralık 1992).
ÇOCUK FELCİ
Alm. Spinale Kinderlähmung. Fr. Poliomyélite. İng. Poliomyelitis. Ateş yükselmesi, merkezî sinir
sistemi, yukarı solunum yolu veya hazım sistemi bozukluğu belirtileri ile başlayan bir virüs hastalığı.
Virüsün sebeb olduğu en önemli bozukluk, omurilikte yaptığı doku harabiyetidir. Bunlara bağlı olarak
felçlerin ortaya çıkması, hastalığın korkutucu olan sonucudur.
Hastalık ilk defâ 1840 yılında Heine adlı araştırıcı tarafından târif edilmiştir. 1877’de Stockholm’de
çıkan ufak bir salgında Medin adlı araştırıcı hastalığı incelemiştir. Hastalık bu sebepten dolayı “Heine-
Medin hastalığı” olarak tıp literatürüne geçmiştir. Yirminci yüzyıl başlarında Avrupa ve Amerika’da 50-
100 kişilik küçük salgınlara rastlanırken, 1913’ten sonra binlerce kişiyi etkileyen büyük salgınlar
görülmüştür. Çocuk felci yeni bir hastalık olarak kabul edilmektedir.
Hastalık âmili olan virüsün insan vücuduna girişi hazım sistemi yoluyladır. Virüsü, hasta, öksürük
ve tükürükle etrâfa saçar. Lağım suları, hastaların dışkılarına bulaşmış sular ve lağımların aktığı deniz
suları aylarca virüs taşıyıcı özelliğini korur. Mikrop, yenilen çiğ besinlerle ve içilen sularla da bulaşabilir.
Kuluçka devresi 3-10 gündür.
Genellikle ateş, başağrısı, kusma, neşesizlik, halsizlik, boyunda acıma ile başlar. Sonraki iki-üç
gün normale dönen durum yeniden ateş yükselmesi ve başağrısı ile geri döner. Ertesi gün boyunda ve
bel kemiğinde sertlik, adalelerde sancı başlar. Hasta dalgın yatar, kollarında ve bacaklarında ağrı vardır.
Felç 2-4. günler arasında görülür. Derecesi ise 2. günde tam olarak anlaşılır. Çocuk küçükse ve
yürüyemiyorsa felcin farkına varmak güç olur. Dikkatle tetkik etmek gerekir. Felçli çocuk oturamaz,
boyun kaslarında felç varsa başını tutamaz. Ekseriya tek taraflıdır ve bacakları tutması çok sıktır.
Çocuk felci 5 hatta 3 yaşından küçük çocuklarda rastlanan bir hastalıktır. Yaş ilerledikçe hastalığa
yakalanma ihtimali azalır. Bu hastalığın ilâçla tedâvisi yoktur. Masaj ve fizik tedâvi, hastalığı sınırlı bir
bölgede bırakmada ve sakatlığın yaygın olmasını önlemede faydalı olabilir.
Korunmanın en iyi yolu aşıdır. Ağız yoluyla verilen “Sabin” aşısı 2 aylıktan itibaren DBT karma
aşısı ile berâber uygulanır. Küçük bebeklere şekerli su ile verilebilir. Çocuk ateşli veya ishal ise, veya
son 4 hafta içerisinde kızamık veya çiçek aşısı olduysa aşıyı tehir etmek iyi olur.
ÇOCUK TERBİYESİ
Alm. Kındererziehung (f), Fr. Education (f) de l’enfant, İng. Bringing up children. Çocuğun iyi
yetenek (kâbiliyet, istidad) ve eğilimlerini geliştirme ve kötülerini silme işi. Terbiye, sistemli olarak
çocuğu etkileme ve iyi alışkanlıklar vermekle mümkündür. Etkileme ve iyi alışkanlıkların verilmesine ne
kadar erken başlanırsa sonuç o kadar mükemmel olur.
Ferdin fıtratında, doğuştan getirdiklerine tabiat, sonradan kazandıklarına kültür diyecek olursak
terbiyeyi daha vecîz bir ifâdeyle; “Terakkî eden, ilerleyen insanlık kültürünü yeni nesillere aktarma ve
doğuştan getirdiği kapasitelerini geliştirme, inkişâf ettirme faaliyetidir.” diyebiliriz.
Terbiye, konuşmakla değil icrâatla, yâni fiiliyâtla olmalıdır. Diğer taraftan yetenek ve eğilimleri
geliştirirken, yâni çocuğa şahıs terbiyesi verilirken, aynı zamanda çocuğun sosyal eğilimlerini de
geliştirmek gerekir ki terbiye sosyal bir yönde kazanılmış olsun. Böylece çocuk bencil olmaktan
kurtulur. Kazandığı niteliklerle cemiyete faydalı bir fert olur. Sosyal olarak yetiştirilmeyen çocukların
nitelikleri ne olursa olsun, kendilerini cemiyete ve cemiyet kurallarına uyduramazlar. Her zaman her
yerde şahsî çıkarlarına bakarlar. Hattâ bâzan o kadar ileri giderler ki, menfaatleri için her şeyi
yapabilirler. Topluma karşı gelirler. Örf, âdet, kânun tanımazlar.
Demek ki, terbiyenin gâyesi, iyi bir insan yetiştirmek ve bu insanı cemiyete faydalı hâle
getirmektir.
Bilindiği gibi insanı insan yapan dört özellik vardır:
1-Zekâ ve fikir,
2-Ruh,
3-İrâde,
4-Konuşma.
Bu özelliklerin de sosyal yönde ayrıca geliştirilmesi ve terbiyesi gerekir. Çocuk terbiyesinin
esâsını, insandaki bu dört unsurun terbiyesi teşkil eder.
1. Zekâ ve fikir terbiyesi: Çocuğun müşâhede kâbiliyetinin geliştirilmesi, zekâ ve fikir
terbiyesinin esâsını teşkil eder. Meselâ çocuklar umûmiyetle ilk gördükleri eşyâyı tedkik etme, yoklama,
kurcalama veya dâimâ sorular sorarak öğrenme heveslisidirler. Onun için çocuklara hep iyi ve güzel
şeyler gösterilmeli ve soruları doğru cevaplandırılmalıdır. Böyle çocuğun düşünme ve karar verme
kâbiliyeti gelişmiş olur ve yeni yeni bilgi ve görgü sâhibi olmaya başlar.
2. Rûh terbiyesi: Bâzı çocuklar rûhen çok hassastırlar. Her şeyden alınıp kırılırlar. Hayâta çabuk
küserler. Böyle çocuklara çok dikkatli bir şekilde (acı da olsa) gerçekleri görmesini ve tahammül
edebilmesini, fedâkârlığı, merhâmetli, şefkatli olmayı öğretmek lâzımdır.
Rûhen hassas olmayan, katı rûhlu çocuklar ise daha fazla alâka, sevgi, şefkat göstererek,
duygulanacak, ibret dersi alınacak hâdiseler anlatarak, örnekler vererek, rûhen hassaslaştırılmalı,
olgunlaştırılmalıdır.
3. İrâde terbiyesi: İrâde terbiyesinden gâye, irâdesi güçlü şahsiyet yetiştirmektir. Kendi kendine
(nefsine) mücâhede, yâni şahsî arzu ve ihtiyâçlara gem vurabilmesini veya yok edebilmesini öğretmek,
nefsine hâkim bir şahsiyet yetiştirmek, irâde terbiyesinin esâsını teşkil eder. Tabiî olarak çocukların bir
kısmında irâde zayıf, bir kısmında kuvvetli olur. Zayıf irâdeli çocukları lüzûmundan fazla itaate zorlamak
doğru değildir. Böyle çocukları biraz serbest bırakmalı ve kendine olan güvenini arttırmaya çalışmalıdır.
İrâdesi kuvvetli çocuklarda ise terbiye biraz sert olmalıdır. Fakat sert bir terbiye ile berâber sevgi,
şefkat ve anlayış gösterilmesi de şarttır.
İrâde, terbiye edilirken çocuğun inat dönemlerinden istifâde edilmelidir. Çocuklar 3-4 yaş arası ve
büluğ çağında inatçı olurlar. Bu dönemler irâde terbiyesi için müsâit zamanlardır.
4. Konuşma terbiyesi: Normal olarak çocuklar 1.5 yaşından sonra az çok konuşmaya başlarlar.
İki yaşını bitirdiği halde konuşmayan çocuklarda zekâca bir gerilik düşünülürse de, tek başına
konuşamama zekâ geriliğinin kat’î delîli sayılamaz. Konuşma öğrenimine yardım edilen çocuk, daha
çabuk konuştuğu gibi, yardım edilmeyen çocuktan daha fazla kelime bilir.
Çocuklar konuşmaya başladıkları andan îtibâren öğretilen her kelime doğru olmalı ve çocuk
tarafından doğru telaffuz edilmeli, normal dille söylenmeli, ayrıca kelimeleri yerinde ve zamânında
kullanması da öğretilmelidir
Büyüklerine karşı saygıyı, hitâb etmesini ve edebini gözetmesini belletmelidir.
Çocuk terbiyesinde, en başta anne ve baba olmak üzere, bütün âile efrâdının, mürebbiyenin,
öğretmeninin rolü inkâr edilemez. Ancak annenin yerini hiçbir kimse tutamaz. Fakat anne sevgi ve
şefkati dolayısıyle, çocuğun yalnız iyi taraflarını değil, noksan ve kötü taraflarını da görmesini bilmelidir.
Öyle yetiştirmeli ki kendine olan güven duygusunun tek başına hareket etme ve karar verme
yeteneğinin gelişmesine yardımı olsun.
Anne ve baba, çocuk için tam bir örnek olmalıdır. Çocuğun yanında büyükler çok titiz davranmalı,
konuşma ve hareketlerine son derece dikkat etmelidir. Hele konuşmaları ile hareketleri aslâ
çelişmemelidir. Çocuk büyüdükçe evdeki büyüklerin birbirlerine saygı ve sevgi ile davrandıklarını
görerek kendisi de aynı şeyi yapacak, söylemesi istenen nezâket sözlerini ise, ancak âilesinden duya
duya öğrenecektir.
Diğer taraftan anne baba tam bir fikir ve görüş birliğinde olmalıdır. Yâni anne ve babadan biri sert
davrandığı zaman diğeri şefkat göstermemeli, biri tarafından verilen cezâ, diğeri tarafından
affolunmamalıdır. Bilinmelidir ki, yerinde ve haklı olarak verilen cezâ, çocuğun sevgisini hiçbir zaman
azaltmaz. Bilakis ciddî ve yerinde cezâ veren anne baba, körü körüne sevgi gösteren, her şeye göz
yuman anne ve babadan daha çok sevilir, sayılır. Demek ki çocuk terbiyesinde sevgi, şefkat ve bağlılık
mühim olmakla berâber, ciddiyet ve geçici sertlik de çok önemli birer faktördür.
Çocuğa iyi bir terbiye verebilmek için, anne baba ve diğer âile fertlerinin bütün terbiye
prensiplerini tam uygulamasıyla berâber, âile hayâtının düzenli olmasının yanında anne babanın da iyi
geçimli olması şarttır. Anne baba geçimsizliği, hele ayrılığı kadar çocuk rûhunda fırtınalar koparan bir
hâdise yok gibidir.
Unutulmamalıdır ki, çocuklar anne babayı ideâl birer insan olarak görürler. Onlar gibi olmak ve
onlar gibi hareket etmek isterler. Huy ve alışkanlıklarını çabuk kaparlar. Onun için çocuk dünyâya
geldikten sonra, anne ve baba bütün yönleriyle, olduklarından daha iyi olmak mecbûriyetindedirler.
Kardeşi olmayan çocukların terbiyesi daha zor ve hattâ bir problem olabilir. Halbuki birkaç
çocuğun terbiyesi daha kolaydır.Her çocuk kendiliğinden itaat etmesini ve uysallığı öğrenir.
Kardeşlerinin de istekleri olabileceğini ve onların da anne baba sevgisine en az kendisi kadar ihtiyâcı
olduğunu anlar. Daha doğrusu her şeyini kardeşleriyle paylaşmasını bilir. Böylece karşılıklı sevgi ve
hürmeti erkenden öğrenen çocuklar, cemiyete kendini hazırlayarak yetişir. Ancak anne ve babanın her
çocuğa aynı sevgi ve bağlılığı göstermesi şarttır.
İyi bir terbiye verebilmek ve cemiyete faydalı bir fert yetiştirmek için para ve servete ihtiyaç
yoktur. Hattâ zenginlik ve lüks hayat, ekseriyâ çocuğun fenâ yetişmesine sebeb olabilir. Çünkü acı da
olsa, varlık içindeki bâzı anne babaların kendi zevk ve eğlencesini düşünerek, çocuklarını ihmâl ettikleri
bir gerçektir. Hâlbuki anne babanın bu ihmalleri çocuk rûhunda fırtınalar koparabilir ve bu fırtınaların,
çocuğu nereye sürükleyeceği belli olmaz. Diğer taraftan, zenginlik ve hudutsuz imkânlar, çocuğu kötü
yollara saptırabilir.
Müşâhede ve tecrübelere göre, yokluk içerisinde büyümesine rağmen iyi terbiye alan çocuk, daha
fazla insan sevgisiyle yetişmekte ve cemiyete daha faydalı olmaktadır. Fakat bu, “Âilelerin çocuklarının
daha iyi yetişmesi için fakirlik şarttır.” mânâsına alınmamalıdır; ama âile varlıklı olsa bile, bu varlık
çocukta şuurlaştırılmamalı ve çocuk âile servetine güvenmeden yetiştirilmelidir.
Garb müellifleri çocuk terbiyesinde din, cezâ ve mükâfât, oyun ve oyuncaklar, okul gibi faktörlerin
önemli olduğunu bildirirler.
Çocuk terbiyesi eğitimciler kadar dinlerin de belli başlı mevzularındandır. Hayâtı, dünyâ ve âhiret
olmak üzere iki büyük safhada, ikincisini birincisinin devâmı olarak takdim eden İslâm dîni; insan
ömrünü de doğum öncesinden başlayarak çocukluk, erginlik, yetişkinlik, olgunluk ve yaşlılık olarak
safha safha, fakat bir zincirin halkaları şeklinde bütün olarak ele alır. Bu arada çocuk terbiyesinin
esaslarını, modern pedagogların uzun araştırmalar sonucu elde ettikleri umdeleri de içine almış bir
halde, mükemmel bir sistem şeklinde tesbit etmiştir. Çocuk terbiyesiyle ilgili hükümler incelendiğinde,
garp müelliflerinin saydığı faktörlerin asırlardır İslâm dîninde var olduğu görülür.
İslâm dîninde çocuk terbiyesinin esasları şunlardır:
1. Din: Pedagoji, yâni çocuk terbiyesi İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. İslâm dîninde çocuk
terbiyesinden maksat, çocuğun Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği, devletine, vatanına,
milletine, âilesine, cemiyete ve insanlığa faydalı bir insan olarak yetişmesidir. Bunların tahakkuku için
çocuk, çeşitli güzel vasıflarla donatılmalıdır. İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Gazâlî
hazretleri çocuk terbiyesi hakkında eserlerinde şunları yazmaktadır:
“Evlâd, ana, baba elinde bir emânettir. Büyük bir nîmettir. Nîmetin kıymeti bilinmezse elden
gider. Çocukların temiz kalpleri, kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi her şekli alabilir. Küçükken hiçbir
şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl
olur.”
Çocuklara îmân, Kur’ân-ı kerîm ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve
dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdete anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez
ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın günâhı baba ve hocalarına da verilir. Allahü
teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten
koruyunuz.” buyuruyor. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden
korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da îmânı, farzları ve haramları
öğretmekle ve ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün
densizliklerin ve fenâlıkların başı, fenâ arkadaştır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Bütün
çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları
Hıristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar.” buyurmuşlardır. Ana baba, evvelâ evlâdının hakîkî istikbâlini,
sonsuz saâdete kavuşmasını düşünmelidir. Dînin esaslarını ona öğretmelidir. Bunu öğrenip yaptığı
zaman, dünyâ saâdeti kendiliğinden gelecektir. Zîrâ dînimiz insanlara dünyâ ve âhirette rahat ve mesut
olmanın yollarını göstermektedir.
İslâm dîninin ahlâkî esasları, insânî ve sosyal yönleri, çocuk terbiyesi için bulunmaz bir hazîne
niteliğindedir. Ancak dînî telkinler, şuurlu, bilgili, müşfik ve mâhir, ehliyetli ve yetkili kimseler
tarafından yapıldığında çok iyi netîceler alınmaktadır.
Çocukta kökleşmesi ve kafasına iyice yerleştirilmesi gereken ilk ve temel şey; her şeyin üstünde,
her şeye muktedir, bütün iyilik ve güzelliklerle berâber her şeyin yaratıcısı bir Allah’a ibâdet etmeyi,
hürmet etmeyi, sevmeyi en büyük vazîfe bilmektir. Ayrıca Allahü teâlânın ancak iyi, çalışkan ve dürüst
kullarını sevdiğini, onun için karşılık beklemeden dâimâ iyilik yapması, yarattığı her şeyi, özellikle
insanları sevmesi, usanmadan çalışması telkin edilmelidir. Eğer çocuk bu inançlara sâhib olursa, dürüst,
vicdanlı, iyi ahlâklı, cemiyete yararlı bir kimse olmanın yolunu tutmuş demektir.
2. Cezâ ve mükâfât: Çocuk terbiyesinde cezâ ve mükâfât önemli bir faktör sayılırsa da, iyi ve
ideâl anne baba için başvurulması gereken bir terbiye vâsıtası olmaması îcâb eder. Çünkü çocuk anne
babayı örnek tutarak büyüdüğünden, onları taklid etmekle zâten terbiyeli büyüyor demektir. Bu usûl
daha ziyâde kötü yetişen ve problemleri olan çocuklarda uygulanır. Mamafih, küçük süt çocuklarında
arzu edilen veya edilmeyen bir hareketinden sonra derhal yapılırsa faydalıdır. Çünkü çocuk cezâ ve
mükâfâtın ne demek olduğunu öğrenir. İyi alışkanlıkları mükâfâtla kökleştirilir. Kötü alışkanlıkları cezâ
ile giderilebilir.
Bugünkü pedagojik esaslara göre dayak bir terbiye sayılmamaktadır. Oyun ve okul çağlarındaki
çocuklara, yerinde ve zamânında aşırı olmamak şartıyla, tatbik edilirse tesirli bir cezâ ve terbiye
vâsıtasıdır.
Küçük süt çocuklarında cezâ, anne babanın sert mimikleri ve onunla ilgilenmemesidir. Yâni süt
çocuklarına daha ağır cezâ verilmemeli, bilhassa dayak atılmamalıdır.
Büyük çocuklara cezâ, yaşına uygun olmalı ve çok dikkatle tatbik edilmelidir. Cezâ kalp kırıcı
olmamalı, kimsenin önünde yapılmamalı, cezâdan sonra ilgilenmemeli, bilhassa sevilip öpülmemeli,
araya şefâatçı girmemeli, sözde kalmamalı, yâni derhal uygulanmalıdır.
Anlatıldığına göre Sultan İkinci Murad’ın oğlu Fâtih Sultan Mehmed Han şehzâdeliğinde Manisa’da
vâliydi. Babası bu şehzâdenin yetişmesi için birçok âlim gönderdi. Fakat şehzâde Mehmed yaratılış îcâbı
zekî ve celâlli olduğundan, dersten kaçınır ve hiçbir muallim onu zabtedemezdi. Doğru dürüst
eğitilemiyordu. Hattâ Kur’ân-ı kerîmi bile hatmetmemişti. Sultan İkinci Murad heybetli ve hiddetli bir
muallim olan Molla Gürânî’yi bu vazîfeye tâyin etti ve emrini dinlemediğinde dövmesi için de bir sopa
verdi. Hocaya; oğlu emrini dinlemediği zaman hem kendisini hem de şehzâdeyi sopa ile korkutmasını
ve kovalamasını, hattâ dövmesini emretti. Molla Gürânî bir gün şehzâdeye bağırınca o da hocayı
babasına şikâyet etti. Babası “Olamaz öyle şey!” diye hocaya geldi. Ancak, Molla Güranî Şehzâde’den
önce babasına çıkıştı. Sonunda Sultan Murâd; “Oğlum görüyorsun ya, senin yüzünden ben de
azarlandım. Okumaktan başka çare yok!” dedi. Şehzâde bu hâl karşısında okumaktan başka yol
bulamadı. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve nice ilimler öğrendi.
Mükâfât da bir terbiye vâsıtası olabilir. Fakat daha çok dikkat isteyen bir husustur. Her şeyden
önce çocuk iyice bilmeli ve inanmalıdır ki dürüst, mert, çalışkan, fedâkâr ve nâmuslu olmak, daha
doğrusu iyi ahlâklı olmak, üstünlük değil, insanların en tabiî hâlidir. Ayrıca yine bilmelidir ki, çalışmak,
sorumlu olduğu bir işi yapmak, sınıf geçmek de, en tabiî bir vazifedir.
Mükâfât ancak üstün bir başarıdan sonra verilmelidir. Yoksa her iyi, güzel hareketten,basit
başarılardan sonra mükâfâta alışmış ve karşılık bekleyen çocukta sorumluluk hissi belirmez veya
gelişmez, ayrıca menfâatçı kimse olur.
3. Oyun ve oyuncaklar: Çocuğun dikkatini ruh ve zekâ gelişmesini, çevreyle ilgisini arttırması
bakımından faydalıdır. Oyuncaklar çocuğun çağına ve cinsiyetine göre değişir. Küçük süt çocukları
parlak ve ses çıkaran oyuncaklardan hoşlanır. Oyuncağın tehlikesiz olması şarttır.
Meraklarından dolayı çocuklar oyuncakların nasıl çalıştığını anlamak, içini görmek isterler.
Çocuğun bu tutumu, rûh gelişimini arttırması bakımındann iyidir. Mâni olunmamalı ve oyuncağını
bozdu, kırdı diye cezâlandırılmamalıdır. Fakat sık sık oyuncağını bozan ve kıran çocuğa hemen yenisi
alınmamalı ve oyuncağın kıymeti öğretilmelidir.
Oyunlar, çocuğun yalnız adale ve iskelet gelişmesini değil, ruh gelişimini de sağlar. Çevikliği, âni
karar vermeyi öğrettiği gibi, irâdeyi kuvvetlendirir. Oyun kuralları ve incelikleri, zekâyı arttırır.
Yüzme, atıcılık vs. çocuklar için mükemmel bir spor ve oyundur. Öğrenilmesi küçük yaşta daha
kolaydır.
4. Okul: Çocuk, ancak altı yaşını tam olarak bitirdikten sonra okula gitmelidir. Daha önce
göndermek iyi netîce vermemektedir. Okulda öğretmenin otoritesi, topluluğa alışma, müşterek öğrenim
ve oyunlar, çocuk terbiyesinde mühim birer faktördür. Ancak, okul ile âile, daha doğrusu öğretmenle
anne baba hem fikir olmalı, birbirleri aleyhinde hiçbir şey söylenmemelidir. Hele okulda verilen bir
cezâdan dolayı okul ve öğretmen aleyhine atıp tutmamalı, bilakis çocuğun bunu gelip anlatması hoş
karşılanmamalıdır. Okula yeni başlayan çocuklarda birçok problemler olabilir. Bu problemlerin çözümü
için, okul ve âilenin birlikte çalışması lâzımdır. Birçok âilelerde görüldüğü gibi, çocuk okula başlamasıyla
âdetâ rahatladıkları, sorumluluklarının çoğunun okula ve öğretmene yükleyerek ferahlık duydukları,
öğretim ve terbiye vazîfelerinin de sona erdiğini zannetmek hatâlı ve çocuğun geleceği için kötü bir
tutum olur.
Altı yaşını dolduran çocuk, harfleri, rakamları, kelimeleri anlayabilecek, okula gidebilecek bir
durumdadır. Ayrıca o güne kadar bilmediği çalışma ve sorumluluk duygusu, başarıya ulaşma ve
yarışma çabası da belirmiştir. Cemiyet geleneklerine ve kânunlara uymasını bilir veya uymak için gayret
sarf eder. Kiminin yetiştiği çevre îcâbı görgü ve terbiyesi az, kiminin zekâsı türlü sebeplerle gelişmemiş,
kimisi bütün gün anne babadan uzak kalabilecek serbestliğe ulaşmamış olabilir. Böyle çocuklar, okul
düzenine ve ortamına uyamazlar, uysalar bile öğrenimde başarısızlığa uğrarlar.
Çocuğun okul düzenine uyamayışının muhakkak bir sebebi vardır. Bu sebepler fizyolojik,
sosyolojik veya psikolojiktir. Yâni çocuk okuldan önce veya okul sıralarında geçirdiği hastalık ve
sakatlıklar, rûhî rahatsızlıklar, sosyal çatışmalar yüzünden bu duruma gelmiştir. Okula karşı gösterilen
tepkinin ve başarısızlığın sebebi ne olursa olsun, çocuk bütün şahsiyeti ile bunun tesiri altında kalır.
Görülüyor ki, okula ve öğretmene çok sorumluluklar düşmektedir. Çünkü öğretmenlik, yalnız
okuyup yazmayı öğretmek, bilgi vermek değildir. Öğretmenin her çocukla ayrı ayrı uğraşması, gelişme
mekanizmalarını incelemesi, yetiştiği çevreyi, evdeki hayâtını, sıkıntılarını, korku ve endişelerini bilmesi,
hâşin ve dengesiz çocuklara özel ilgi göstermesi gerekir. Fakat bütün bu sorumlulukları öğretmene
yüklemek insafsızlıktır. Bu problem âile-öğretmen işbirliği ile berâber çözülmelidir.
ÇOKBACAKLILAR (Myriapoda)
Alm. Tausendfüsser, Fr. Myriapodes, İng. Centipedes and millipedes. Eklembacaklıların zengin
bir sınıfı. 2700’den fazla türü vardır.
Vücutları baş ve çok sayıda halkalı bir gövdeden meydana gelir. Başlarında bir çift anten, iki-üç
çift ısırıcı-çiğneyici ağız parçası, petek veya basit gözler bulunur. Bâzı türlerde göz yoktur. Yaşayışlarına
uygun olarak antenlerindeki koku alma tüyleri çok hassastır. Vücutları silindirik veya basıktır.
Halkalardan birer çift veya ikişer çift bacak çıkar. Ayakların uçlarında pençeye benzer birer tırnak
bulunur.
Karada, nemli yerlerde yaşayan gececi hayvanlardır. Taşlar, çürüyen yapraklar, kütükler altında,
lavabo kenarlarında ve bodrumlarda bol rastlanırlar. Püskül veya boru şeklinde trake sistemiyle
solunum yaparlar. Çiyan ve kırkayaklar, bu sınıfın tipik eklembacaklılarıdır.
Nebâtî ve hayvânî besinlerle beslenirler. Gündüzleri nemli yerlerde barınır, gece faaliyet
gösterirler. Zehirli olanları, boyları 1-2 milimetreden 26.5 santimetreye kadar değişen tipleri vardır.
Kırkayaklar çürümüş yapraklar gibi nebâtî besinlerle beslenir. Bâzan genç bitki köklerini de
yediklerinden bahçeler için bir âfet olurlar. Bütün çıyanlar etçildir. Gövdelerinin ilk halkasındaki bacaklar
bir çift zehir çengeli şeklindedir. Böcek, solucan, sümüklü böcek, hattâ kertenkele ve fâreleri çengelleri
ile ısırarak, zehirlerini enjekte ederek, avlarını felce uğratıp yerler.
“Bermuda çıyanı” 15 santimetreden küçük olup, ısırdığı insanı, birkaç gün ateşler içinde yatağa
düşürür. Boyu 26.5 santimetreye varan Güney Amerika ve Hindistan’daki “dev çıyan” insanı öldürebilir.
Çokbacaklılar yumurta ile ürerler. Dişi yumurtalarını topraktaki oyuklara bırakır. Yumurtaları
koruyan ve yavrulara bir süre bakan türler vardır. Yumurtadan çıkan yavrular erginlere benzerse de,
bâzılarının vücut halka sayısı azdır. Deri değiştirme devrelerinde halkaların sayısı artarak büyürler.
Kırkayaklarda halkalardan ikişer çift, çıyanlarda birer çift bacak çıkar. Bacakların sayısı türlere göre
değişir. Kırkayakların çoğunda 115 çift bacak bulunur. Çıyanlarda 15 çiftten 173 çifte kadar değişir.
Çokbacaklılar her zaman tek sayıda bacak çiftine sahiptirler. Vücut renkleri bulundukları ortama uygun
olarak, siyah, kahverengi, sarı vs. olur. Tropik bölgelere gidildikçe boyları ve zehirlerinin tesirleri artar.
ÇOKGEN
Alm. Vieleck, Polygon (n), Fr. Polygone (m), İng. Polygon. Herhangi üçü bir doğru üzerinde
olmayan üç veya daha çok noktayı ikişer ikişer birleştiren doğru parçalarının birleşimi olan düzlemsel
şekil.
Çokgenin doğru parçalarına “kenar”, kenarlar tarafından meydana getirilen açılara “çokgenin
açıları”, bu açıların köşelerine “çokgenin köşeleri” adı verilir. Komşu olmayan iki köşeyi birleştiren doğru
parçasına da “köşegen” denir. Çokgenler kenarlarının sayısına göre isim alırlar. Üç kenarlı ise “üçgen”,
dört kenarlı ise “dörtgen”, beş kenarlı ise “beşgen” gibi. Çokgenler “konveks” ve “konkav” olarak da
sınıflandırılır. Eğer bir çokgende bütün köşegenler çokgenin içerisinde ise, böyle çokgenlere konveks,
köşegenlerden biri dışında ise konkav denir. Bir konveks çokgenin bütün kenarları ve açıları eşitse böyle
çokgenlere “düzgün çokgen” adı verilir. Bu çeşit çokgenlerin köşeleri bir çember üzerindedir. Bir
çokgenin alanı, içerisi üçgenlere ayrılarak bu üçgenlerin alanlarının toplanması sûretiyle hesaplanır.
Bir çokgenin kenar sayısı n ise, iç açılarının toplamı (n-2).180° formülü ile bulunur. Meselâ
üçgenin iç açılarının toplamı; n=3 olduğuna göre, (3-2).180°=180°’dir.
ÇORBACI
Kapıkulu ocaklarına eleman yetiştiren 31 bölüklü acemi ocağı ile Osmanlı ordusunun piyâde
(yaya) askerini teşkil eden bölük zâbitlerinin ünvânı. Cemâat denilen yeniçeri ortası çorbacılarına
“yayabaşı” veya “serpiyâdegân” denildiği gibi, bölük denilen ağa bölükleri çorbacılarına “bölükbaşı” ismi
de verilirdi. Çorbacılar bâzan “subaşı” ünvânını da alırlardı. Çorbacıların kıdemlisine yeniçeri ortalarında
“yayabaşı”, bölüklerde de “başbölükbaşı” denilirdi. Çorbacılar kırmızı çuhadan kollu cübbe, ince gömlek,
kırmızı şalvar, ayaklarına sarı mest pabuç ve başlarına börk giyerlerdi.
Yaya bölük komutanı olmalarına rağmen atları vardı. Çorbacılar bölüklerin bütün işlerinden
sorumlu olduğu gibi, büyük suçlar hâriç, maiyetindekilere cezâ verebilirdi.
Yeniçerilerin İkinci Mahmud zamânında kaldırılmasından sonra, “çorbacı” yerine “ortaağası” tâbiri
kullanılmıştır.
ÇORLULU ALİ PAŞA
Osmanlı sadrâzamlarından. 1669 senesinde Çorlu’da doğdu. Çorlulu bir çiftçi veya berberin
oğluydu. Kapıcıbaşılardan Türkmen Kara Bayram Ağa çok zekî olduğunu anlayıp, evlâtlık aldı.
Enderûn’da yetişti. İkinci Mustafa Han zamânında silâhdar oldu (1700). Silâhdarlığında, bütün saray
memuriyetlerinin rütbe ve derecelerini tâyin eden yeni bir nizamnâme vücûda getirdi. Nizamnâmesinde,
kendi makâmını da Enderûn-ı Hümâyûnun en büyük zâbitliği derecesine çıkardı. Sarayda pâdişâhla
sadrâzam arasındaki haberleşmeyi Dârüssaâde ağaları yerine getirirken, bu hizmeti de silâhdar ağanın
yapmasını karâra bağladı.
1703’te silâhdarlıktan alınıp, kubbe vezirliği ile saraydan uzaklaştırıldı. Önce sadâret
kaymakamlığına, Sultan Üçüncü Ahmed’in tahta çıkmasından sonra da Halep vâliliğine tâyin edildi. Aynı
sene dördüncü kubbe vezirliğine tâyin olunan Ali Paşa, 1704’te Trablusşam vâliliğine getirildi. İki ay
sonra tekrar kubbe vezirliğine getirildi. 1705’te Baltacı Mehmed Paşanın sadâretten azli üzerine
sadrâzam oldu.
Poltava Muhârebesinde Ruslara yenilen Demirbaş Şarl’ı desteklemesi ve Osmanlı Devletini harbe
sürüklemesi üzerine, sadrâzamlıktan azlolundu ve Midilli’ye sürgüne gönderildi (1710). 1711’de burada
îdâm edildi.
Ali Paşa, servetini hayırlı eserlere harcamış olup, câmi, çeşme, dârülhadîs, kütüphâne, tekke,
imâret, hamam, şadırvan yaptırmıştır. İstanbul Çemberlitaş’taki medresesi çarşı olarak
kullanılmaktadır.
ÇORUH - KELKİT DAĞLARI
Karadeniz bölgesinin doğusunda, kıyıya paralel uzanan iki dağ sırasından iç kısımda kalanlara
verilen isim. Çoruh-Kelkit Vâdisi bu sıradağları, Kuzey Anadolu dağlarından ayırır. Kuzeydoğuda
Yalınçam Dağından başlayan Çoruh-Kelkit Dağları, Mescit Dağında 3239 m yüksekliğe ulaşır. Batıda Kop
Dağı (2918 m) ile sona erer.
Çoruh-Kelkit Dağlarında bitki örtüsü kıyı dağlarına göre azdır. Orman alanları 1500-2000
metreden sonra başlar. Yükseklerde köknar ve kayın, alçak kesimlerde meşe ve ardıç, güney kesimde
ise, sarıçam vardır. Sırtlarının üzerinde bulunan yüksek düzlükler, Çoruh-Kelkit Dağlarını, kıyı
dağlarından ayıran diğer bir özelliktir. Bunun en belirgin örneği Bayburt-Aşkale karayolunun geçtiği Kop
Geçidinin çevresindeki yüksek düzlüklerdir.
Çoruh-Kelkit Dağlarındaki yerleşim bölgelerinde hayvancılık gelişmiştir.
ÇORUH NEHRİ
Karadeniz bölgesinin en doğusunda yer alan nehir. Karadeniz bölgesinin doğusundadır. Uzunluğu
466 kilometredir. Bunun 442 kilometresi Türkiye sınırları içinde, 24 kilometresi Sovyetler Birliği sınırları
içerisindedir. Mescit Dağlarının batı yamaçlarından çıkar. Çoruh Dağlarının vâdilerinden geçerek batıya
doğru devâm eder. Bayburt yakınlarında kuzeye doğru yönelir. Rize Dağlarının güney vâdilerine
ulaştıktan sonra batı yönünden gelen Pulur Suyu ile birleşerek doğuya doğru yön değiştirir. İspir’den
Yusufeli’nin güney yakınından geçtikten sonra sağ taraftan Oltu Çayını, Artvin’e varmadan Şavşat
Suyunu alarak 90°’lik bir açı ile kuzeye yönelir. Borçka’da kuzeydoğuya yönelerek Muratlı’yı geçtikten
sonra Sovyetler Birliği sınırları içerisine girer ve Batum’un güneyinden Karadeniz’e dökülür.
Çoruh Nehrinin geçtiği yatak oldukça dar olup derindir. Yamaçlar ve vâdiler, gittikçe dikleşir ve
nehir yatağı dar bir durum alır. Bu sebeple, Çoruh Nehrinin akıntısı çok hızlıdır. Çoruh Nehri umûmiyetle
ilkbahar aylarında kabarır ve yaz aylarında alçalır.
ÇORUM
Karadeniz bölgesinin Orta Karadeniz bölümü ile Anadolu’yu bağlayan geçit bölgede kurulmuş bir
ilimiz. Güneybatıda Kırıkkale, kuzeyde Sinop, Kastamonu ve Samsun, güneyde Yozgat, doğuda
Amasya, batıda Çankırı ile çevrilmiştir. 39°51’ ve 41°20’ kuzey enlemleri, 34°04’ ve 35°28’ doğu
boylamları arasında yer alır. Orta Anadolu platosunun kuzey kısmındadır. Denizden yüksekliği 770
metredir. Trafik kod numarası 19’dur.
İsminin Menşei
Sultan Alparslan’ın 1071 Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu kapıları Türklere açılmış, buraları
Türklere yurt olmuştu. Bu akınlar sırasında Bizanslıların Nikonya (Yonkoniye) dedikleri bu yerleşim
alanında, Oğuzların, Alayuntlu obasına bağlı Çorumlu oymağı da yerleşerek, geleneklerine uygun
olarak kendi oymaklarının adı olan Çorumlu adını vermişlerdir. Bu kelime daha sonraları Çorum hâline
dönmüştür. Bir başka rivâyete göre de Nikonya’da yaşayan Bizanslılar buralara hâkim olan
Danişmentlilere önce bağlılık gösterip, sonra kötü niyetlerinin anlaşılmasıyla Bizanslılara Cürümlü
denilmiş. Bu kelime daha sonra Çorum hâline dönmüştür. Yine Selçuklu Sultanı Kılıçarslan, havasının iyi
olması dolayısıyla hasta oğlu Yâkûb’u ve diğer hastalıklı ve çelimsizleri buralara göndermiş ve bunlar
sağlıklarına kavuşmuşlardır. Bundan dolayı şehre Çorum adı verilmiştir. Bunlardan başka Çevrim, Cevr-i
Rum kelimelerinden geldiği de söylenmektedir.
Târihi
Boğazkale kazılarında elde edilen eserler ve çevredeki mağaralar Çorum ve çevresinin çok eski bir
yerleşim alanı olduğunu göstermektedir. Binlerce yıllık medeniyet üstüste gelmiş bir târih şehridir.
Boğazkale ve çevresinde yapılan kazılarda M.Ö. 4000-5000 yıllarına âit olduğu tesbit edilen
kalıntılar bulunmuştur. M.Ö. 1700 yıllarında kurulan Hitit Devleti ve bundan sonra kurulan devletler
pekçok târih mîrâsı bırakmışlardır. Başkenti Hattuşaş olan ilk Hitit Devleti, M.Ö. 1200 yıllarına kadar
hüküm sürmüş, sonra Frigler Devleti kurulmuştur. Güneye çekilen Hititler, bir müddet daha yaşamış ve
târih sahnesinden silinmiştir. Hititlerden daha ileri olduğu tesbit edilen Frigler de M.Ö. 676 târihine
kadar Çorum’a birçok târih mîrâsı bırakmışlardır. Kafkaslardan Anadolu’ya gelen Kimmerler, her yeri
yakıp yıkarak Frigler devrine son vermiş ve bölgeyi yağmaladıktan sonra çekip gitmişler, daha sonra
Çorum ve çevresine Asurlular hâkim olmuştur. Bu sırada doğuda büyüyen Medler M.Ö. 612 yılında
Asurluları yenerek buraları ele geçirmişlerdir. M.Ö. 585 yıllarında parçalanan Medlerin yerine Persler
hâkimiyet sürmüştür. M.Ö. 332’de Makedonya imparatoru İskender, Anadolu’yu almış, İskender’in
ölümünden sonra M.Ö. 276 yıllarında Galatlar Çorum’a hâkim olmuştur. Pontus Rum tehdidi altında
kalan Galatlar, Roma İmparatorluğu’na bağlanmış, böylece Bizanslılar hâkimiyet sürmeye başlamıştır.
Bu târihten sonra 1071 yılına kadar Çorum, Bizanslıların prensliği olarak uzun yıllar kalmış, bu arada
İslâm orduları zaman zaman buralara seferler düzenlemiştir. Emevîler zamânında İstanbul’u kuşatan
İslâm ordusu, geri dönerken Eshâb-ı kirâmdan Kereb-i Gâzi, Süheyb-i Rûmî ve Ubeyd-i Gâzi’nin Çorum
civârında şehîd oldukları ve mübârek kabirlerinin Hıdırlık mevkiinde olduğu rivâyet edilir.
Büyük Türk sultânı Alparslan’ın 1071’de Malazgirt Muhârebesiyle Anadolu kapıları Türklere açılmış,
Bizans hâkimiyeti son bulmuştur. Dânişmend Ahmed Gâzi, Amasya’yı aldıktan sonra, o zamanki adıyla
Nikonya olan Çorum’u almak üzere amcasının oğlu Çavlı Beyi gönderdi. Yapılan çetin muhârebeden
sonra 1075’te Çorum fethedildi. Alayuntlu boyundan Çorumlu oymağının başı İlyas Bey, buraya vâli
tâyin edildi. Daha sonraları Anadolu Selçukluları, bu bölgede Dânişmendlileri yenerek hâkimiyet
kurdular. 1243 yılında Baycu Noyan komutasındaki Moğol saldırısına uğrayan Selçuklular, Çorum ve
çevresinden çekilmiş, böylece Çorum bir süre başsız kalmış, ferdî mücâdeleler olmuştur. 1308’de
kurulan İlhanlılar bölgeye hâkim oldular. Daha sonra da Eratna Beyliğinde kalan Çorum, 1398’de
Yıldırım Bâyezîd Han zamânında Osmanlı topraklarına katılmış, bundan sonra bir daha Osmanlılardan
çıkmamıştır. Selçuklular ve Osmanlılar tarafından birçok eserlerle îmâr edilen Çorum’da sık sık meydana
gelen zelzelelerden dolayı pekçok eser tahrib olmuştur.
Osmanlı devrinde Çorum, Sivas-Rum beylerbeyliğine bağlı 8 sancaktan biriydi. Tanzimâttan sonra
Ankara eyâletinin 5 sancağından biri oldu. Cumhûriyet devrinde ise il hâline getirildi.
Fizikî Yapı
Çorum’un % 39’u dağ, %48’i plato, % 2’si yayla ve % 11’i ovadır.
Dağları: Çorum’un yarısına yakın kısmı dağlarla kaplıdır. Canik, Ilgaz, Küre dağ silsilelerinin
uzantıları veya başlangıç noktalarını sınırları içerisine alır. Bu dağ silsileleri Çorum’da yüksek olmayan,
orta yükseklikte kalker bir yapı gösterir. Sivri ve sarp tepelere pek rastlanmaz. En yüksek
tepeler:Erenler Tepesi (2907 m), Türbetepe (1981 m), Dursun Tepe (1948 m)dir. Dağları genellikle
çıplaktır. Orman örtüsü çok azdır. Başlıca dağları; Eşerli Dağ (Kaldırım Tepe 1776 m), Alagöz Dağı
(1650 m), Kartal Dağları (1700 m), Teke Dağı (1700 m), Kavak Dağı (1600 m)ve Sakarözü (1675
m)dür. Bu dağlar arasında Kırkdilim Boğazı vardır.
Ovaları:Çorum’un %11’i ovalarla kaplıdır. Esasında birer yayla olan bu ovaların yükseklikleri 450-
500 m arasında değişir. Bâzıları ise 1000 metreye kadar yükselir.
Çorum Ovası: Denizden 800 m yükseklikte, 375 km2lik bir alanı kaplar. Alüvyonlu topraklarla
kaplı bir ovadır. Bozboğa Ovası: Merkez ilçe sınırları içinde kalan ova denizden 820 m yüksekliktedir.
Alüvyonlu topraklarla kaplıdır. Hüseyin Ova: Alaca ilçesini ve çevresini içine alan ova, 264 km2dir.
Denizden yüksekliği 725-875 metredir. Dedesli Ovası: Kızılırmak’ın her iki yakasında İskilip ilçe
sınırlarında 250 km2lik bir alanı kaplar. Alüvyonlu topraklarla kaplı verimli bir ovadır. Seydim Ovası,
Taybı Ovası, Mecitözü Ovası, Osmancık Ovası, Düvenci Ovası, Hamamözü Ovası, Kuyumcu Ovası,
Sungurlu Ovası, Delice Ovası, başlıca ovalarıdır.
Akarsuları: İlin en önemli akarsuları Kızılırmak ve bu ırmağa dökülen Delice Irmağı. Yeşilırmağa
dökülen Çekerek ırmağı, Budaközü, Ovacık Suyu, Devrez Çayı, Çat Suyu, Mecitözü Çayıdır.
Göller: Çorum’da önemli göl yoktur. Eymir, Kırgöz ve Uyuz gölleri çok küçük olup yazın suları hiç
yok gibidir. Osmancık ve Kargı’da yüksek dağlar üzerinde tektonik özellikte bulunan birkaç ufak göl
varsa da önemli değildirler. İl sınırları içerisinde Çorum Barajı hâricinde baraj da yoktur. Ancak
inşâatına devâm edilen Alaca Barajı ve Kızılırmak üzerine plânlanan Obruk Barajı projesi devâm
etmektedir. DSİ tarafından yaptırılan sulama gâyeli Ahmedoğlan, Evciyeni, Kışla, Seydim I, Seydim II,
Alacahöyük, Geven, Bozdoğan, Çopraşık, Örükkaya, Çatak, Soğucak, İbrâhimköy, 100. Yıl Göleti, Aksu,
Geykoca, İnegâzilli göletleridir. Bunlar 11.594 dekar alanı sulamaktadır.
İklim ve Bitki Örtüsü
Çorum, Karadeniz ikliminden İç Anadolu iklimine geçiş yeri üzerinde yer alır. Genel olarak yazları
sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlıdır. İlkbaharı kısa, sonbaharı uzun geçen Çorum ilinde en sıcak
ayları temmuz-ağustos, en soğuk ayları ocak-şubattır. Kuzeyden güneye doğru gidildikçe iklim sertleşir.
En fazla yağış mayıs ayında düşer. Yıllık ortalama nisbî nem oranı % 65’tir. Kar yağışları, genellikle
kasım-nisan ayları arasında olur. Genellikle kara iklimi hüküm sürer. Sıcaklık +39,4 ile -25,6°C
arasında seyreder. 30 senelik yağış ortalaması 395 milimetredir.
Tabiî bitki örtüsü açısından çok fakirdir. İç Anadolu ikliminin hüküm sürdüğü Çorum ilinde, iklime
paralel olarak step bitki topluluklarına rastlanır. Yüzyıllardır kesilmesi sebebiyle çok küçük bir alan
ormanlarla kaplıdır. Boş bulunan orman alanlarında hızlı bir şekilde ağaçlandırma çalışmaları
sürdürülmektedir. Çorum ilinin % 9’u ormanlıktır. Tarım yapılmayan arâzi % 2 olmasına rağmen,
yazları sıcak ve kurak geçmesi sebebiyle yeşillik bilhassa yaz ve sonbaharda görülmez.
Ekonomi
Ekonomi tarım ve hayvancılığa dayanır. Faal nüfûsun % 85’i tarım sektöründe çalışır. Son 10 sene
içinde sanâyi sektöründe gelişme eskiye nazaran hızlanmıştır.
Tarım: Orta Anadolu ile Karadeniz geçit bölgesinde yer alan ilde umûmiyetle kışları soğuk ve
yazları sıcak ve kurak step ikliminin hâkim olması, bu iklim karakterine uygun olarak hubûbat zirâatı ön
plânda gelir. Ekiliş alanları îtibâriyle buğday ve arpa önemli bir üretim potansiyeline sâhiptir.
Kızılırmak’ın suladığı alanda pirinç tarımı yapılır. Bunlardan başka patates, mısır, fasulye, çavdar,
kendir, yem bitkileri ve diğer sebzeler de ekilmektedir. Tarım âlet ve makinaları bakımından ihtiyâca
cevap verecek şekilde olan Çorum’da modern tarıma geçiş hızla devâm etmektedir.
Nohut, mercimek, şekerpancarı, ayçiçeği, soğan, keten ve kenevir bol yetiştirilir. Meyve olarak
kavun, karpuz, ceviz, armut, ayva, kayısı, kiraz, erik ve elma yetişir. Ahmet Bey, Çatalkara ve Tokat,
Narince sofralık üzümleri meşhurdur.
Hayvancılık: Çorum’un ekonomik yapısında, hayvancılık önemli bir yer işgâl eder. Tarımla
uğraşan her âilede hayvancılık da yapılır. Bunun hâricinde toplu işletmeler kurulmakta, özellikle
tavukçuluk her geçen gün ilerlemektedir. 10.000 tavuk kapasiteli 5 işletme, 15.000 tavuk kapasiteli 2
işletme, 20.000 tavuk kapasiteli 2 işletme, 50.000 tavuk kapasiteli bir işletme açılmıştır. Koyun, kıl
keçisi, tiftik keçisi, manda ve sığır beslenir. Çorum ilinde arıcılık günden güne gelişme göstermektedir.
Çorum için hayvancılığın tarımdan ileri olduğu il olarak bahsedilir.
Ormancılık: Orman sahası 360.000 hektara yakındır. Ayrıca 15.000 hektar fidanlık vardır.
Çorum’un 147 köyü orman içinde ve 180 köyü orman kenarındadır. Bu köylerin nüfûsu 200.000’e
yakındır. Her yıl yaklaşık 70.000 m3 sanâyi odunu ve 130.000 ster yakacak odun istihsal edilir.
Asırlar önce Çorum orman bakımından çok zengindi. Ormanların tahribi ile ormanlar sâdece dağlar
üzerinde kalmıştır.
Mâdenler: Yeraltı kaynakları çok zengin olan Çorum’da mâden işletmesi büyük sermâyeyi
gerektirdiği için, özel teşebbüsce işletilen mâden çeşitleri çok azdır. Çorum ilinde mâden deyince akla
kömür gelir. Osmancık, İskilip, Bayat hattı zengin linyit yatakları ile kaplıdır. Bu hat üzerinde Türkiye
Kömür İşletmelerince işletilen Alpagut Dodurga linyitleri Çorum ve çevresinin kömür ihtiyâcını
karşılamaktadır. Altı bin dekar işletme alanına sâhip Alpagut Dodurga Linyitleri İşletmesi 1964 yılında
üretime geçmiştir. Henüz işletilmeyen MTA tarafından tesbit edilen mâdenler şunlardır:300.000 ton tuz
rezervi, 200 ton pirit rezervi, 200 ton bakır rezervi ve daha başka mâdenler mevcuttur.
Sanâyi: Sanâyileşme açısından geri kalmış illerimizdendir. Îmâlât sanâyiinin il ekonomisindeki
payı çok önemli değildir. 19 adet un fabrikası vardır. 1960 yılından sonra toprak sanâyii hayli
gelişmiştir. Çorum’da 46 adet tuğla ve kiremit fabrikası mevcuttur. İldeki ilk devlet yatırımı 1957’de
üretime geçen ve bugün 1200 ton kapasiteli olan çimento fabrikasıdır.
Çorum ilinde küçüklü büyüklü yaklaşık 102 adet fabrika mevcuttur. Bunların 100 tânesi özel
sektöre, 2 tânesi kamu sektörüne âittir. Çorum ilinde alışılmış sanâyi kolları dışında deterjan, emâye,
kâğıt, ağaç parke, fermuar, makarna, bulgur ve tereyağı fabrikası mevcuttur. El sanatlarından bakırcılık
yaygındır.
Ulaşım: Çorum ili Ankara-Samsun karayolu üzerinde olması sebebiyle karayolu ulaşımı
gelişmiştir. Demir ve deniz yolu yoktur.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nüfus: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 609.863 olup, 253.804’ü şehirlerde, 356.059’u
köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü 12.820 km2 ve nüfus yoğunluğu 49’dur.
Örf ve âdetler: Çorum ilinin yakın bir zamâna kadar bölge olarak sönük bir yerde olması,
cemiyet hayâtında örf ve âdetlerde eskiye bağlılığın devâm etmesine sebeb olmuştur. Yeni yeni
değişmeye başlamış bâzı yerleşim alanları ise hâlen atalarından kalan gelenek ve göreneklere bağlılığı
sürdürmektedirler. Çorum’da geleneksel Anadolu yaşayışı hâkim olup, erkek, âilenin mutlak reisi ve
hâkimidir. Bugün Çorum’un birçok köylerinde eski âdetler devâm etmektedir. Evlerde tezgâhlarda
dokunan pamuklu bezler iç çamaşırı olarak kullanılmakta, yün ve tiftikten kumaşlar dokunmaktadır.
Köylerin dışında örf ve âdetler yok denecek kadar azalmıştır.Kına türküleri ve halayları meşhurdur. Köy
düğünlerinde davul zurna çalınır.
Halk oyunları: İğdeli gelin, Dillala, Çekirge, Bediriş oyunları meşhurdur.
Mahallî yemekleri: Has baklava, oğmaç, pezi gömbe, kızartma katmer, mayalı, cızlak, mantı,
tutmaç aşı, çatal aşı, lüle baklava, karaçuval helvası, hasıda, hedik, cilbir, borhana, keşkek, mücver,
sasak beyni, İskilip dolması (torba pilav). İskilip turşusu çok meşhurdur. Turşu birçok illere tenekeler
içerisinde sevk edilir. Leblebisi meşhurdur. Çorum denilince akla leblebi gelir.
Çorum’da sporun oldukça eski ve parlak bir geçmişi vardır. Özellikle karakucak güreşi Çorum
yaylalarında belki de yüzyıllara dayanan bir geçmişe sâhiptir.
Millî Sporcular
Güreş: Âdil Candemir (Londra Olimpiyat Şampiyonu), Tevfik Kış (Dünyâ ve Olimpiyat
Şampiyonu), Mahmut Atalay (Dünyâ ve Olimpiyat Şampiyonu), Hamit Kaplan (Dünyâ ve Olimpiyat
Şampiyonu), Dursun Alıcı (Balkan ikincisi), İzzet Büyük (Dünyâ dördüncüsü), Kâzım Yıldırım, Hayri
Polat, Şevket Ilgaç, İsmâil Çevik (Balkan üçüncüsü), Hüseyin Teke, Mehmet Uysal, Kemal Saydam,
Muhammed Bodur.
Halter: Hasan Has (Millî, Türkiye rekortmeni, Balkan ikincisi).
Atletizm: Rıza Kepçeli, 1950 yılında Atatürk Kır Koşusu Ortaokullar Türkiye Şampiyonu. Kamber
Duran, 1971-1972 yıllarında İlkokullar Uzun ve Yüksek Atlama Türkiye birincisi ve rekortmeni.
Çorum’da Anadolu örneğine uygun olarak güreş, cirit, at yarışları, avcılık ve sinsin adı verilen
çoğunlukla davul ve zurna çalınarak oynanan, halkın iştirakiyle gerçekleştirilen sporlar yapılagelmiştir.
Eğitim: Okur-yazar nisbeti % 71’dir. Erkeklerde bu oran % 80, kadınlarda % 62’dir. İl dâhilinde
11 anaokulu, 964 ilkokul, 51 ortaokul, 11 lise, 17 meslekî ve teknik okul vardır.Yüksek okul olarak 19
Mayıs Üniversitesi’ne bağlı 1 adet Meslek Yüksek Okulu ve ayrıca 200 kişilik bir yetiştirme yurdu
mevcuttur.
Yetişen meşhurlar:
Akşemseddîn; asıl adı Mehmed Şemseddîn olup, Şamlıdır. 1390 yılında doğmuştur. Osmanlı
İmparatorluğunun büyük bir din âlimi, aynı zamanda doktordur (Bkz. Akşemseddîn). Koca Mehmed
Paşa; Sultan İkinci Murad Han zamânında 10 yıla yakın vezîriâzamlık yapmıştır. Osmancıklıdır. Doğum
yılı kesin olarak bilinmemektedir. 1439 yılında ölmüştür.
Şeyh Muhyiddîn-i Yavsî, İskilip’te doğdu. İskilip, Amasya ve İstanbul’da tahsilini yaparak o zaman
Amasya vâliliği yapan Şehzâde İkinci Bâyezîd’e hoca oldu. Babası Mustafa İmâdî ölünce, Zeynîye
Tekkesi şeyhi oldu.
Ebussuud Efendi, Şeyh Muhyiddîn-i Yavsî’nin oğludur. Doğruluk ve iyi ahlâk sembolüdür. Bu
sebepten doğruluk ve güzel ahlâkta temâyüz eden birine; “Sen Ebussuud Efendinin torunu musun?”
denir. İskilipli olan bu büyük âlim, uzun yıllar Kânûnî’ye şeyhülislâmlık yapmıştır.
Elvan Çelebi, Baltacı Mehmed Paşa, Yedisekiz Hasan Paşa, Çorum’un yetiştirdiği diğer
büyüklerdendir.
İlçeleri
Çorum’un biri merkez olmak üzere 14 ilçesi vardır.
Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 186.377 olup, 116.810’u ilçe merkezinde, 69.567’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 136, Cemil bucağına bağlı 22 ve Seydim bucağına bağlı
34 köyü vardır. İlçe toprakları Çorum, Bozboğa, Ovasaray ve Seydim ovaları ile batı ve kuzeydoğuda
yer alan Canik Dağlarından meydana gelmiştir. Ovalarını Çorum Suyu ve Kızılırmak sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, baklagiller, şekerpancarı ve
meyvedir. Hayvancılık gelişmiştir. Köylerde el sanatları halkın ikinci bir meşgûliyet dalıdır. Çimento
fabrikası, tuğla ve kiremit fabrikaları, gıdâ fabrikaları, yem fabrikası başlıca sanâyi kuruluşlarıdır.
İlçe merkezi, Çorum Suyunun doğusunda, Çorum Ovasının kenarında, ortalama yüksekliği 800 m
olan bir alanda kurulmuştur. Ankara-Merzifon karayolu ilçe merkezinden geçer.
Alaca: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 54.814 olup, 20.646’sı ilçe merkezinde, 34.168’i
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 99 köyü vardır. Yüzölçümü 1371 km2 olup, nüfus
yoğunluğu 40’tır. İlçe toprakları Bozok platosunda yer alır. Hüseyin Ova ilçenin tek düzlüğü olup,
alüvyonlu topraklardan meydana gelmiştir. İlçe topraklarını Alaçay sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarıdır. Sebzecilik ve
meyvecilik gelişmiştir. Üzüm, dut, kiraz, kayısı, erik, kavun, karpuz ve ceviz yetiştirilen başlıca
meyvelerdir.
İlçe merkezi, Hüseyin Ovada Alaçay kıyısında kurulmuştur. Çorum-Yozgat karayolu ilçeden geçer.
İl merkezine 49 km mesâfededir. İlin tahıl ambarı olması yüzünden, ilçe, tahıl ürünlerinin alım-satım
merkezi durumundadır. Hitit yerleşim merkezlerinden olan Alacahöyük kalıntıları, ilçe merkezine 15 km
mesâfede Haramözü köyündedir. İlçe belediyesi 1920’de kurulmuştur. Eski adı Hüseyinabad’dır.
Bayat: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 35.010 olup, 8090’ı ilçe merkezinde, 26.920’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 35 köyü vardır. Yüzölçümü 784 km2 olup, nüfus
yoğunluğu 45’tir. İlçe toprakları genelde dağlıktır. Kuzeyi ve orta bölümünü Köroğlu Dağlarının
uzantıları engebelendirir. Dağların yüksek kesimlerinde yaylalar vardır. Kızılırmak ve kolları ilçe
topraklarını sular. Akarsu vâdilerinde küçük ovalar yer alır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday ve pirinçtir. Hayvancılık ekonomik
açıdan ikinci derecede gelir kaynağıdır. Yaylacılık usûlü ile en çok küçükbaş hayvan beslenir.
Hayvancılığa bağlı olarak yapağı ve tiftik işlenmesi gelişmiştir.
İlçe merkezi Bayat Suyu kenarında, tepelik bir alanda yer alır. İl merkezine 79 km mesâfededir.
İskilip-Ankara karayoluna 13 kilometrelik bir yolla bağlıdır. İskilip’e bağlı bucakken, 1958’de ilçe oldu ve
aynı sene belediyesi kuruldu.
Boğazkale: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 10.425 olup, 2501’i ilçe merkezinde, 7924’ü
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 15 köyü vardır. Sungurlu ilçesine bağlı bucak merkeziyken
19 Haziran 1987’de 3392 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları dalgalı düzlükler ve tepelik alanlardan
meydana gelmiştir. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı,
soğan, patates, üzüm ve mercimektir.Hayvancılık gelişmiştir.
Dodurga: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 13.550 olup, 3974’ü ilçe merkezinde, 9576’sı
köylerde yaşamaktadır. Osmancık ilçesine bağlı belediyelik köyken 9 Mayıs 1990’da 3644 sayılı kânunla
ilçe oldu. İlçe toprakları genelde dağlıktır. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday,
şekerpancarı, arpa, pirinçtir.Hayvancılık ve arıcılık gelişmiştir.
İskilip: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 51.877 olup, 19.624’ü ilçe merkezinde, 32.253’ü
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 59 köyü vardır. İlçe toprakları genelde dağlıktır. En yüksek
noktası Kös Dağıdır (2065 m). Kızılırmak ve kolları ilçe topraklarını sular. Güney ve güneydoğusunda
Kızılırmak’ın taşıdığı alüvyonlu topraklardan meydana gelen küçük ovalar vardır. Dağların yüksek
kesimlerinde yaylalar, alçak kesimlerinde ise çam ormanları yer alır.
Ekonomisi tarım ve küçük sanâyie dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı,
elma, üzüm, patates ve armut olup, ayrıca az miktarda pirinç yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiş olup, en
çok koyun, Ankara keçisi ve sığır yetiştirilir. Küçük el san’atları, dericilik ve kunduracılık yaygındır.
İlçe merkezi, yüksek dağlık bir kesimde İskilip suyu vâdisinde yer alır. İl merkezine 55 km
mesâfededir. İlçe belediyesi 1872’de kurulmuştur. Çorum’un en eski ilçesidir.
Kargı: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 26.762 olup, 5858’i ilçe merkezinde, 20.904’ü köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 49, Hacıhamza bucağına bağlı 9 köyü vardır. Yüzölçümü 1301
km2 olup, nüfus yoğunluğu 21’dir. İlçe toprakları genelde dağlıktır. Dağlar Kızılırmak ve Devrez çayı