Büyük Millet Meclisinde sert tartışmalara yol açtı. Muhâlefet kanadı milletvekilleri, Çekiç Güç’ün bulunuş
gâyesini şüphe ile karşılıdılar ve Çekiç Güç’ün Güney Doğu Anadolu’daki anarşi olaylarını devamlı
desteklediği, süper devletlerin menfaati için bulunduğu iddia edilen hususların en önemlilerindendir. Bu
konuşma ve tartışmalardan sonra Çekiç Güç’ün vazife süresi altı ay daha uzatılmıştır.
ÇEKİÇBALIĞI (Sphyrna Zygaena)
Alm. Hammer hai, Fr. Requin marteau, İng. Hammerhead shark. Familyası: Çekiçbalığıgiller
(Sphyrnidae). Yaşadığı yerler: Bütün sıcak ve ılık denizlerde. Bizde Akdenizde vardır. Özellikleri:
Başı çekiç şeklinde saldırgan bir köpekbalığıdır. Çeşitleri: Küçük gözlü, kürek kafalı, Florida çekiçbalığı
meşhûrlarıdır.
Köpekbalıkları (Selachii) takımından başı çekice benzer bir balık. Sıcak ve ılık denizlerde yaşar.
Boyları 3-5 metreye ulaşabilir. 200-300 kg ağırlıkta olanları vardır. Burun delikleri ve gözleri başın iki
tarafında çekiç şeklindeki çıkıntıların ucundadır. Altın sarısı gözlerinde göz kapakları vardır. Diğer
balıklara nazaran daha iyi görürler.
Güçlü yüzücü olup, insana da saldırır. Sürüler hâlinde gezerek omurgasız hayvan ve kendinden
küçük balıkları avlayarak beslenir. Kendi cinsinin küçüklerine de saldırır. Doğurarak ürer. Eşleşme
döneminden 15 ay sonra 30-40 yavru doğurur. Yavrular başlarının çekiçleri geriye doğru katlanmış
olarak doğarlar. Etleri tatsız olup, ekonomik değerleri yoktur. Nâdir olarak deri ve karaciğer yağları için
avlanır. Yurdumuz sularında Akdeniz’de mevcuttur.
ÇEKİMSER OY
Alm. Ungultige Stimme (e), Fr. Vote abstentionniste (m), İng. İnvalid vote. Parlamento, toplantı
ve konferanslarda oylama yapılırken olumlu veya olumsuz yönden değeri olmayan oy, müstenkif oy.
Oylamada kabul veya red için kararsız olduğunu belirtir. Bu oyun, kabul veya red oylarına hiç tesiri
olmaz.
Büyük Millet Meclisinde oylama yapılacağı zaman; red için kırmızı, kabul için beyaz, çekimser için
yeşil oy kullanılır. Milletvekillerine üç rengi belli eden yuvarlak oy pusulaları verilir. Bunlardan vereceği
karâra göre olan rengi seçer ve oy atılacak yere atar. Yeşil oylar, parlamento geleneğine göre
çekimserdir ve karârı etkilemez. Bu konuda meclis iç tüzüğünün 115. maddesinde açık hüküm
mevcuttur.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarında da oylama vardır. Konseyin beş büyük tabiî üyesi
olan devletlerden biri red oyu verince, karar yürürlüğe girmez. Ancak olumsuz vermeyip çekimser
kalırsa, bu veto sayılmaz ve karârı engellemez.
ÇEKİRDEK
Alm. 1-Obstkern, 2- Zellhern, 3- Atomkern (m), Fr. Noyau (m); graine (f); pépin (m). İng. Pip,
stone, nucleus. Atom çekirdeği, meyve çekirdeği, mermi çekirdeği denildiğinde değişik mânâlar
anlaşılır.
Atom çekirdeği, atomun merkezinde bulunan, proton ve nötron adı verilen parçacıklardan
müteşekkil, atom hacmine nisbetle çok küçük bir hacmi olmasına rağmen, atomun hemen hemen bütün
kütlesinin toplandığı pozitif yüklü bir cisimdir. (Bkz. Atom)
Canlı çekirdeği, canlıların yapıtaşı olan hücrenin stoplazması içinde bulunan, çoğunlukla bir adet
ve yuvarlak küre. Çekirdek, hücrenin hayâtî faâliyetlerini ve üremesini düzenleyerek yönetir. Bir zarla
çevrili olup, içindeki sıvıya “nükleoplazma” denir. Kromozomlardan teşekkül eden kromatin ağı bir
yumak gibi içini doldurur. İrsî karakteri nesilden nesile aktaran genler kromozomlarda bulunur. Genler
DNA (Deoksiribo Nükleik Asit) yapısında olup, hayat sırrı DNA moleküllerinde şifrelenmiştir. Çekirdek bir
veya birkaç adet çekirdekçik (nükleolus) ihtivâ eder. Çekirdekçikler RNA (Ribo Nükleik Asit) yapısında
olup, protein sentezinde rol oynar.
Meyve tohumlarına da çekirdek denir.
ÇEKİRGE (Locusta)
Alm. Heuschrecke (f), Fr. Sauterelle (f), İng. Locust. Familyası: Locustidae, Acrididae, vs. gibi
çeşitleri vardır. Yaşadığı yerler: Sıcak bölgelerde . Tarla, çayır ve su kenarlarında rastlanır.
Özellikleri: Arka bacakları uzun ve sıçrayıcı özelliktedir. Ekinler için zararlıdırlar. Göçmen olanları, 5-6
cm veya daha uzunları vardır. Ömrü: Dört ay kadardır. Çeşitleri: Tarla, yeşil, değnek, İtalyan, Mısır,
Afrika göçmen çekirgesi en meşhurlarıdır.
Düzkanatlılar (Orthoptera) takımına bağlı böcekler. Ağız parçaları kesici ve çiğneyici olup,
çoğunlukla nebâtî, bâzan da hayvânî maddelerle beslenirler. Uzun yapılı başlarının yanlarında bir çift iri
petek göz ve alınlarında üç adet basit (osel) göz vardır. Bir çift olan antenleri, bâzılarında kısa,
bâzılarında uzun olup, dokunma ve kokuya duyarlı kıllarla bezenmiştir. Çok uzak mesâfelerden rüzgârın
getirdiği nebâtî besinlerin kokularını alırlar. Üç parçalı göğüs kısımlarının her bölümünden bir çift bacak
çıkar. Kanatlar da göğsün son iki halkasında yer alır. Üç çift bacağın ilk iki çifti yürümede, iri ve daha
güçlü olan son çifti sıçramada kullanılır. Üst ön kanatlar dar, derimsi yapıda olup, geniş ve zar şeklinde
olan alt kanatları örterek korurlar. İstirahat hâlinde, uçmaya yarayan alt kanatlar, yelpâze şeklinde üst
kanatların altında katlanır. Karın kısmının (abdomen) her iki yanında solunum borularının (trakea)
açıldığı nefes delikleri vardır. Karnın her iki yanında zardan meydana gelen bir çift işitme organı vardır.
Dişilerin karın ucunda yumurtlama borusu (ovipozitör) bulunur. Erkeklerde ise, ses çıkarma organı
bulunur. Bâzıları arka bacaklarını ön kanatlara sürterek ses çıkarırlar. Bâzıları da ön kanatları birbirine
sürterek dişilerini çağırırlar.
Tarla çekirgeleri, yeşil çekirgeler, kara çekirgeler yaygındır. Genellikle bitkiden bitkiye sıçrayarak
beslenirler. Fakat yiyecek azalırsa, uzun mesâfelere uçarak göç ederler. Bulut hâlinde 2.000-2.500 km
uzaklara gidebilirler. Gemilerin üstüne yağdıkları görülmüştür. Çekirge salgını zirâatte büyük âfetlere
yol açar. Kondukları alanları birkaç dakika içinde çöle çevirirler. Aradıkları yeşil yiyecekleri
bulamazlarsa, pamuk ve yünlü elbise, korkuluk, hattâ ahşap evlerin çatlak yerlerine saldırır; atın
kuyruk ve yelesini yerler. Afrika’da çıplak çocukları kemiklerine kadar kemirdikleri olmuştur. Saatte 16
km hızla uçarak, bir uçuşta, 12 saat havada kalabilirler. Çekirge âfetleri milletlerarası mesele hâline
gelmiştir. Çekirge bulutları radarla gözlenerek, uçaklarla havadan ilâç püskürtmek sûretiyle
korunulmaya çalışılmaktadır.
Çöl çekirgesi (Schistacerca gregaria) milletlerarası öneme sâhiptir. Bu çekirge, Batı Afrika ve
Hindistan-Pakistan sınırında çoğalarak göç eder. Batı Afrika’dan göç edenler Senegal-Sudan üzerinden
Yemen’e ulaşır. Hindistan-Pakistan sınırında çoğalanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu, İran ve Rusya’ya
yayılır. Bu çekirge memleketimize Sûriye ve Irak sınırından girer. Önceleri 8-15 yıllık aralarla geldikleri
halde, şimdi hemen hemen her yıl gelmektedirler. Türkiye’de Birinci Dünyâ Savaşı sırasında batı
bölgelerini istilâ eden göçmen çekirgelere karşı yapılan mücâdelede, 430 ton çekirge yumurtası ile 1200
ton çekirge toplanarak yok edilmiştir. Bunlara karşı ilâçla mücâdele, uçar hâle gelmeden yapılırsa daha
başarılı olur. Son yıllarda ilâçlara karşı da mukâvemet kazanmışlardır. Eskiden uygulanan engellerle
durdurma metodu hâlen uygulanmaktadır. Çinkodan veya kaygan çitten yapılan engellerin ön kısmı
hendek şeklinde kazılmaktadır. Alçaktan uçan çekirge sürüsü engele çarparak hendeğe düşmekte ve
köylüler tarafından üzeri hemen toprakla kapatılmaktadır. Afrikada bâzı bölge köylüleri, mahsullerini
yiyen bu çekirgeleri kızartarak yemekte veya kurutarak kışa saklamaktadırlar.
Çekirgelere ilkbaharla sonbahar arasında rastlanır. Sonbahar sonunda dişi çekirge vücudunun
arka kısmında uzayabilen yumurtlama borusuyla toprakta delik açar. 70 kadar prinç iriliğinde yumurta
bırakır. 4 aylık ömrünün son haftasında üç defâda 200 kadar yumurta yumurtlar. Bu yumurtalar kışı
toprakta geçirerek ilkbahar ve yazın başlangıcında, 34°C sıcaklıkta 11 gün içinde açılırlar. Yumurtadan
çıkan “nimfa” denen genç çekirgeler toprağı dışarı atarak çıkarlar. 9 mm kadar uzunlukta olup, birkaç
defâ deri değiştirerek büyürler. Nimfalar her ne kadar anne ve babalarına benzerlerse de kanatsızdırlar.
İkinci deri değişiminden sonra kanatlar çıkmaya başlar. Çoğu çekirge beş defâ deri değiştirir.
Yumurtadan çıkan yavru birkaç gün bitkiyle beslendikten sonra, aktifliği azalarak bir dala sımsıkı
tutunur. Dış iskeleti ensesinden çatlayınca genç çekirge yumuşak vücudunu dışarı çıkarır. Gerinerek bir
miktar uzar. Yeni iskeleti meydana gelinceye kadar kendisini bitkiler arasında gizler. Deri değişimleri
dört beş gün aralıklarla olur. Çekirgelerin çoğu bir ay içinde deri değişimini bitirir. Fas çekirgesi 45
günde erginleşir.
Döllenmemiş yumurtalardan (partenogenez) üreyen çekirgeler de vardır. Bu durum daha çok
değnek çekirgelerinde görülür. Böyle yumurtalardan dişi yavrular çıkar. Genç çekirgeler, bâzı sinek ve
arılar, kurbağa, yılan ve birçok kuş için aranan yiyecektir. Kuşların insanlara faydalı oluşunun bir sebebi
de, bu gibi birçok zararlı böcekleri ve çekirgeleri yemesidir.
ÇEKMECE GÖLLERİ
İstanbul’un batısında önce koy hâlinde denize birleşikken, sonradan ayrılan iki büyükçe göl. Küçük
Çekmece İstanbul’dan 15, Büyük Çekmece ise 27 km uzaklıktadır. Bulundukları mevki, şekil ve
derinlikleri bu iki gölün denizden ayrıldıklarını açıkça göstermektedir. Küçük Çekmece Gölünde eski
koy’u denizden ayıran set, koy’un ağzında bulunduğundan bu göl diğerinden daha büyüktür. Büyük
Çekmece’de ise set, koy’un hemen hemen ortasındadır. Küçük Çekmece Gölünün yüzölçümü 16
km2 Büyük Çekmece Gölününki ise, 11 km2dir. Büyük Çekmece Gölünün denizle irtibâtı kesilerek
İstanbul’un su ihtiyâcını karşılamak için kullanılmaya başlandı. Göle bağlanan derelerde su akımı zayıf
olduğundan, suların tuzluluğu kısmen muhâfaza edilmiştir.
Küçük Çekmece Gölü, doğu tarafta Nakkaş Deresi, batı tarafta Ekşinoz Deresi ile bunların
arasındaki Sazlıdere vâdilerinin ağız kısımlarını deniz sularının istilâ etmesiyle teşekkül etmiştir. Gölün
en derin yeri 20 m civârındadır. Koy hâlindeyken, kıyı seddinin teşekkülünde, Lodos rüzgârlarının
sebebiyet verdiği dalgalar kıyıya kum taşıyarak mühim rol oynamıştır.
Büyük Çekmece’yi denizden ayıran set ise, derelerin getirdiği alüvyonların doldurulmasıyla
teşekkül etmiştir. Gölün derinliği azdır. En derin yer, 3.5 m olmasına rağmen, derinlikler çok yerde
yarım metreyi bulmaz. Fakat koy’u geçince derinlik arttığı gibi, ağızda 35 metreyi bulur.
ÇEKMECE NÜKLEER ARAŞTIRMA ve EĞİTİM MERKEZİ (ÇNAEM)
Nükleer alanda araştırma, geliştirme, uygulama ve eğitim çalışmaları yapmak amacıyla çalışan
araştırma merkezi. Türkiye Atom Enerjisi Kurumuna bağlı olan ÇNAEM 1962’de Küçükçekmece Gölünün
kıyısında 3200 dönümlük arâzi üzerinde kurulmuştur.
Günümüzde bilimsel ve teknolojik çalışmalar içerisinde mühim bir yere sâhib bulunan nükleer
bilimler ve nükleer teknoloji, kompleks hızlı gelişme gösteren, pahalı yatırımlar ve en mühimi de çeşitli
bilim dallarında çok sayıda nitelikli eleman gerektiren bir çalışma alanıdır.
Ülkemiz dünyâdaki gelişmelere paralel olarak 1956 yılında Başbakanlık Atom Enerjisi
Komisyonunu kurmuştur. Bu komisyonun ilk faaliyeti, 27 Mayıs 1962’de faaliyete geçen TR-1
reaktörünü ve Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezini kurmak olmuştur. 1982 yılında yeni
bilimsel ve teknolojik ilerlemelere uyum sağlamak gâyesiyle Türkiye Atom Enerjisi Kurumu
kurulmuştur.
ÇNAEM’de nükleer alandaki araştırma, uygulama ve eğitim faaliyetleri 10 ayrı bölümde
yürütülmektedir: Reaktör işletme, radyoizotop üretim, endüstriyel uygulama, sağlık fiziği ve elektronik
bölümleri teknik ve uygulama sâhalarında; fizik, kimyâ, radyobiyoloji, nükleer mühendislik, nükleer
yakıt teknolojisi bölümleri de araştırma sâhalarında faaliyetlerini sürdürmektedir.
ÇNAEM’deki Türkiye’nin ilk araştırma reaktörü olan TR-1 1962’de faaliyete geçmiştir. TR-1
reaktörü 1 megawatt termal güçte, ılık nötronlarla çalışan havuz tipi bir araştırma reaktörüdür.
Reaktörün yakıt elemanları MTRtipinde olup, % 93 zenginleştirilmiş U-235 ihtivâ etmektedir.
Yavaşlatıcısı ve soğutucusu sudur. Yansıtıcı olarak kalbin ön ve arka yüzeylerinde grafit kullanılmıştır.
TR-1’in kalbi, içinde 450 m3 su bulunan iki bölmeli havuzun küçük bölmesinde ve 8.70 m derinliktedir.
Havuz duvarları biyolojik zırhlama sebebiyle 1.75 m kalınlığında baritli betondur.
Tıp, tarım ve endüstri alanlarında kullanılan radyoizotoplara karşı isteğin çok fazla artması ve bu
taleb artışına TR-1 reaktörünün kifâyetsiz kalması sebebiyle 1974 yılında TR-2 adı verilen 5 megawatt
gücünde yeni bir reaktörün, havuzun büyük bölmesinde kurulmasına karar verildi. Bunun netîcesinde
TR-1 reaktörü 19 Eylül 1977’de durdurularak söküldü. TR-1’in yerini alan TR-2’nin yakıt elemanları MTR
tipinde, 23 plakalı ve % 93 zenginlikte U-235 ihtivâ eden UA-1 alaşımıdır. Yavaşlatıcı ve soğutucu yine
sudur. Yansıtıcı olarak kalbin iç yüzeyinde su, arka yüzeyinde berilyum kullanılır.
ÇEKTİRİ
Alm. Galeere, Galeasse, Fr. Galere, İng. Galley. Osmanlı deniz kuvvetlerinde kürekle hareket
eden gemilere umûmî olarak verilen isim. Bu gemiler kürek sayısına göre özel isim alırlardı. Küçükten
başlamak üzere şu isimler verilirdi: Karamürsel, üstüaçık, şayka, kırlangıç, firkate, kalite, pergende,
mavna, kadırga, baştarde ve baştarde-i hümâyûn. Çektiriler ince donanma ve büyük donanma gemileri
olarak iki kısımdı. Birinci çeşit küçük gemilerden müteşekkil iç deniz ve nehirlerde hizmet gören
gemilere İnce Donanma denilirdi. Bunlar savaş teknesi olarak değil, araştırma, taşıma ve haberleşme
işlerinde vazîfe görürlerdi.
İnce donanmanın dışında bulunan büyük boy gemiler de donanma-ı hümâyûnu meydana getirirdi.
Bu çektirilerde, reis, vardiyan, kürekçi, cenkçi, topçu gibi muhârip sınıfın yanında, marangoz, kalafatçı,
demirci, halatçı gibi ustalar vardı. Bunların en küçüğü olan Karamürsellerde 20, en büyüğü olan
baştardelerde 800 savaşçı levend bulunurdu. Çektiriler aşı rengi boya ile, baştardeler ise husûsen yeşile
boyanmaktaydılar. Baştardeler amiral gemisi olarak görev yapar, baştarde-i hümâyûn ise deniz seferine
serdâr tâyin edilenin gemisi olurdu.
On yedinci asırda Osmanlı donanması 40 kadırga, 6 mavna, 20 bey gemisinden müteşekkildi ve
bu gemilerde 10.500 kürekçi, 5300 cenkçi ve 600 yardımcı sınıfdan olmak üzere 16.400 asker vardı.
ÇEKÜL (Şâkül)
Alm. Senkblei (Blei-) Lot (n), Fr. Fil a p’lomb (m), İng. Plumb line. Yerçekimi doğrultusunu
belirtmek için ekseri yapı ustaları tarafından kullanılan, ucuna ağırlık bağlanmış bir ipten meydana
gelen âlet. Duvarcı, uzunca bir ipin ucuna bir kurşun veya demir parçası bağlar. İp ucundan tutulup
aşağı doğru bırakıldığında sallanma bitince ip ile duvarın paralelliği kontrol edilir. Böylece yapılan
duvarın düzgün olup olmadığı anlaşılır.
Bu âlet yerçekimi kânununa göre çalışır. Ağırlığı olan bütün cisimler dünyânın merkezi tarafından
çekilir ve bırakıldığında oraya doğru yönelir. Çekülün doğrultusu yere inen dikey doğrultuyu gösterir.
Çekülün ucu, açık havadaki durgun suyun yüzeyine diktir. Birbirinden uzak olan çeküller hiçbir zaman
birbirine paralel olmaz. Birbirlerinden uzaklaştıkça aralarındaki açılar artar. Yalnız aynı odadaki iki çekül
birbirine paralel kabûl edilir. Güney kutbunda uzatılan bir çekül ile ekvatorda bırakılan çekül arasında
90 derecelik bir açı vardır. Bu çeküllerin uçları dünyâ merkezine doğrudur ve orada kesişirler.
ŞEKİL VAR!
ÇELEBİ
Türklerde muhtelif sanat ve meslek sâhiplerine sembol olmuş bir tâbir. Lehçe-i Osmâniye’de;
okuma bilen, okumuş, nâzik mânâları verilmektedir. Asil, nâzik, soylu, zarîf terbiyeli, koca tâbiri olarak
da kullanılmıştır. Daha önceleri şehzâdelere ünvan olarak verilirdi. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin evlâd
ve ahfâdına da bu ünvân verilmişti.
Osmanlılarda pâdişâhların erkek çocuklarına evvelce “bey”, sonra “çelebi” ünvanı verilmiş, daha
sonra erkek kız ayrılmadan “sultân” tâbiri müştereken kullanılmıştır.
Çelebi, Türkçede kibâr, centilmen mânâsını ifâde ediyordu. Tatarlarda ise kadınlar kocalarının
erkek kardeşlerine, kardeşlerinin erkek çocuklarına hürmet ve tâzim ifâdesi olarak çelebi derlerdi.
Osmanlı yazı lisanında 17. asra kadar, hânedan mensuplarının, yüksek dînî erkânın, meşhûr
müelliflerin lakab ve ünvânı olarak kullanılmıştır. On sekizinci asır başına doğru çelebi kelimesi yerine
efendi tâbiri kullanılmaya başlanmıştır.
ÇELEBİ HALÎFE
Osmanlılar zamanında yetişen evliyâ ve âlimlerden. Halvetiyye yolunun büyüklerindendir. İsmi,
Muhammed bin Mahmud, lakabı Hamîdüddîn, mahlası Cemâl’dir. Çelebi Halîfe diye meşhur olmuştur.
Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin torunlarındandır. Amasya’da doğdu. Doğum tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. 1493 (H.899) senesinde Hicaz’da Mekke-i mükerreme yolunda vefât etti.
Amasya ve Aksaray’da ilim tahsil edip zamanının din ve fen âlimlerinden ders aldı. Sa’düddîn
Teftazânî’nin Muhtasarü’l-Meânî adlı eserini okurken kalbine ilâhî aşk ateşi düştü. Tasavvuf
erbâbından Alâeddîn-i Halvetî ve talebelerinden Şeyh Abdullah’ın sohbetlerine katılıp, feyz ve
bereketlerine kavuştu. Sonra Tokat’a gidip İbn-i Tahir Halvetî’nin hizmetine girdi. Riyâzet çekip nefsini
terbiye etti. Hocasının vefâtı üzerine Erzincan’a giderek Pîr Muhammed Bahâeddîn Erzincânî ile görüşüp,
sohbetlerinde bulundu. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan ve icâzet aldıktan sonra
memleketine döndü.
İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Amasya’da Hak âşıkları yetiştirdi. Fâtih Sultan
Mehmed Hanın oğlu Şehzâde Bâyezîd Amasya vâlisiyken Çelebi Halîfe’ye haber gönderip duâ istedi.
Çelebi Halîfe Şehzâde Bâyezîd’e duâda bulundu. Şehzâde Bâyezîd sultan olunca Çelebi Halîfe’yi
İstanbul’a dâvet etti. İstanbul’a gelen Çelebi Halîfe, yıllarca İslâmiyete hizmette bulunup çok talebe
yetiştirdi. Sultan İkinci Bâyezîd Han onu iki defa ziyâret edip duâsına kavuştu. Sultan İkinci Bâyezîd
Han, Çelebi Halîfe’yi kırk talebesiyle birlikte Medîne-i münevvereye gönderdi. O sıralarda vukû bulan
zelzele ve veba tehlikelerinin kalkması için Resûlullah efendimizin huzurunda duâ etmelerini istedi.
Daha sonra, yapılan duâların kabul olduğu görüldü. 1493 (H.899) senesinde Hicaz’da Mekke-i
mükerreme yolunda vefât etti. Vasiyeti üzerine Tebük Korusu denilen ve hacıların yol güzergâhı olan bir
yere defnedildi.
Çelebi Halîfe’nin yetiştirdiği talebelerinin en gözdesi Sümbül Sinân Efendidir. Sümbül Sinân Efendi,
hocasının vefâtında vasiyeti üzerine yerine geçti ve kızı Safiyye Hâtun ile evlendi. Sümbül Sinân Efendi
de İstanbul’un meşhur evliyâsından Merkez Efendiyi yetiştirdi. Çelebi Halîfe birçok kıymetli eser yazdı.
Eserleri:
1) Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha, 2) Şerhu Erbe’îne Hadîsen Kudsiyyen, 3) Şerhu Erba’în-i
Nevevî, 4) Zübdetü’l-Esrâr, 5) Cevâhirü’l-Kulûb, 6) Risâle-i Etvâr, 7) Risâle-i Sâd Kelime-i
Sıddık-i Ekber, 8) Risâle-i Fakriyye.
ÇELEBİ MEHMED
Osmanlı Devletinin beşinci pâdişâhı. Doğum senesini ekserî târihçiler 1386 olarak
kaydetmektedirler. Babası, Sultan Yıldırım Bâyezîd Han, annesi ise Germiyanoğlu Süleymân Şahın kızı
Devlet Hâtun’dur.
Çelebi Mehmed küçüklüğünden îtibâren devrin en yüksek âlimlerinden ders aldı. Din ve fen
ilimlerini öğrendi. 1393’te devlet idâresinde tecrübe sâhibi olmak üzere Amasya’ya sancakbeyi tâyin
edildi.
Babası ile Timur Han arasında 1403’te yapılan Ankara Muhârebesinde Osmanlı ordusunun ihtiyât
kuvvetleri kumandanlığında bulunan Çelebi Mehmed, muhârebenin kaybedilmesi üzerine Amasya’ya
çekilmek istedi. Ancak Candaroğlu İsfendiyar Beyin yeğeni Yahya Bey karşısına çıktı. Bunu mağlub
eden Çelebi Mehmed, ilerlemesinin tehlikeli olacağını anlayarak Bolu’ya gitti. Daha sonra Amasya’ya
dâvet edilmesi üzerine maiyeti ile harekete geçti ve şehir hâkimi Kara Devlet Şahı yenerek Amasya’ya
girdi. Çelebi Mehmed, aynı yıl civardaki hâkimleri de mağlub edip, Sivas, Tokat ve Amasya mıntıkasına
tamâmen hâkim oldu. Timur Hana esir düşen babasını kurtarmak için bir plân hazırladı ise de muvaffak
olamadı.
Bu sırada Batı Anadolu’da bulunan Timur Han, Çelebi Mehmed’in faaliyetlerini öğrenip, ona
teminât vâdeden mektubu ile yanına dâvet etti. Bu dâvete icâbet edip yola çıkan Çelebi Mehmed,
muhtelif yerlerde türlü bâdirelerle karşılaştığından elçiye durumu anlatıp, olanları Timur Hana arz
etmesini istedi. Kendisi Amasya’ya döndü. Çelebi Mehmed’in bu mâzeretini kabul eden Timur, ona
elindeki yerlerin hükümdârlığını verdi ve al damgalı berât ve hükümdârlık alâmeti olarak taç, kemer ve
hırka gönderdi.
Bu sırada Yıldırım Bâyezîd’in diğer oğullarından Şehzâde Süleymân Çelebi Edirne’de, Îsâ Çelebi
Balıkesir ve Bursa’da, Mûsâ Çelebi ise Kütahya’da sultanlığını îlân etmişti. Eski beylikler yeniden ortaya
çıkarak Anadolu birliği parçalanmıştı. Osmanlı Devletini tekrar bir idâre altında toplamak isteyen Çelebi
Mehmed, kardeşi Îsâ Çelebi’ye karşı Ulubâd mevkiinde giriştiği savaşı kazanarak Bursa’ya girdi ve
hükümârlığını îlân etti (1404). Îsâ Çelebi Yalova yolu üzerinden Bizans İmparatorunun yanına kaçtı.
Emir Süleymân’ın isteği üzerine ise Edirne’ye gönderildi. Emir Süleymân, Îsâ Çelebi’yi mühim bir
kuvvetle Anadolu’ya gönderdi. Bursa’yı almak isteyen Îsâ halkın muhâlefeti ile karşılaştığından şehri
yaktı. Çelebi Mehmed ile yaptığı ikinci muhârebede de mağlub olunca, yanına kaçtığı İsfendiyar Beyle
anlaşarak berâberce Ankara’yı almak üzere harekete geçtiler. Ancak müttefik kuvvetler Çelebi
Mehmed’e mağlub olup, Kastamonu tarafına çekildiler.
Bir müddet sonra Îsâ Çelebi Aydınoğlu Cüneyd Beyin yanına gitti ve onun aracılığıyla Saruhan ve
Menteşe Beyleriyle anlaşarak tâlihini bir kere daha denemek istedi, ancak mağlub oldu ve bu defâ
Karamanoğlu’na iltihâk etti. Netîcede Îsâ Çelebi bir müddet sonra yakalanarak ortadan kaldırıldı.
Îsâ Çelebi’nin öldürülmesinden sonra Çelebi Mehmed Anadolu’da yalnız kaldı. Bundan sonra
kendisinin kuvvetlenmesinden endişe ettiğinden Anadolu’ya gelen Emir Süleymân ile mücâdele etti.
Emir Süleymân, Çelebi Mehmed’in elinden birçok yerleri aldığı gibi Aydınoğlu Cüneyd Bey ile
Menteşeoğlu İlyas Beye hâkimiyetini kabul ettirmişti. Çelebi Mehmed, onu yeniden Rumeli’ye
döndürmek için kardeşi Mûsâ Çelebi’yi Rumeli tarafına geçirtti. Mûsâ Çelebi’nin faaliyetlerini öğrenen
Süleymân Çelebi, Rumeli’ye geçti ve ilk anda Mûsâ’yı mağlub ettiyse de, sonradan onun baskınına
uğrayarak hayâtını kaybetti. Çelebi Mehmed Bursa’yı hâkimiyeti altına alırken, Mûsâ Çelebi de bu sırada
Edirne’de hükümdârlığını îlân etti. Mûsâ Çelebi, Anadolu’da kardeşinin kuvvetli olduğunu bildiği için
orayla alâkadâr olmayıp Bizansla meşgul oldu ve bir kısım yerleri onlardan aldı. Bu arada ileride büyük
bir isyan çıkaracak olan Şeyh Bedreddîn’i kazasker yaptı. Şeyh, bu sûretle nüfûzunu artıracak mevkiye
sâhip oldu. Bir ara İstanbul’u muhâsara eden Mûsâ Çelebi tehlikesine karşı İmparator, Çelebi Mehmed’i
Rumeli’ye dâvet etti.
Çelebi Mehmed Üsküdar’a gelerek İmparatorla görüştü. 1411’de İnceğiz mevkiinde kardeşi ile
yaptığı muhârebeyi kaybettiğinden gemilerle Anadolu tarafına geçerek yaralı bir halde Bursa’ya geldi.
Bir yıl sonra Mûsâ Çelebi’yle yaptığı ikinci muhârebede de muvaffak olamadı.
Mûsâ Çelebi’nin ümerâsına karşı sert davranması, bir müddet sonra onları Çelebi Mehmed’le
anlaşmaya mecbur etti. Yeni plâna göre Çelebi Mehmed üçüncü defâ Rumeli’ye geçti. Kendisine katılan
Sırp despotu ve bâzı ümerâ ile Tuna’ya çekilmekte olan, Mûsâ Çelebi üzerine yürüyen Çelebi Mehmed,
Çamurlu-Derbend mevkiinde meydana gelen muhârebede Mûsâ Çelebi’yi mağlub etti. Mûsâ Çelebi
yaralı olarak kaçarken yakalanıp boğduruldu ve Bursa’ya nakledilip, babasının türbesine defnedildi.
Daha sonra Orhan Çelebi’yi de yakalatan Çelebi Mehmed Edirne’de bütün devletin hükümdarı
olduğunu ilân etti.
Çelebi Mehmed Rumeli’de bulunduğu sırada Karamanoğlu Mehmed Bey, Bursa’yı bir ay kadar
muhâsara etmiş, Mûsâ Çelebi’nin cenâzesinin geldiğini duyunca, şehri ateşe vererek memleketine
dönmüştü. Aydınoğlu Cüneyd Bey de bu sıralarda Ohri’den kaçarak Aydın’a gelmiş ve Ayaslug’u
(Selçuk) muhâsara edip, sancak beyini öldürmüştü. Bu sebeple Çelebi Mehmed Anadolu’ya dönünce
önce Cüneyd Bey üzerine yürüyüp, Çandarlı eliyle Menemen, Kayacık ve Nif kalelerini aldı. Ayrıca İzmir
de fetholundu. Çelebi Mehmed, Cüneyd’in annesinin ricâsı üzerine Cüneyd’i affederek 1414’te Niğbolu
Sancakbeyliğini verdi. İzmir kuşatması esnâsında Menteşe Beyi de Osmanlılara tâbi olduğu gibi, Midilli,
Sakız ve Foça’daki Ceneviz kolonilerinin elçileri gelip, bağlılıklarını arz ettiler. Daha sonra Teke Beyi de
tâbi oldu.
Bu şekilde işlerini yoluna koyan Çelebi Mehmed, aynı yıl Bursa’ya gelerek Germiyan ve
Candar beyliklerinden takviye alıp Karaman Seferine çıktı. Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir kasabalarını
aldı ve Mehmed Beyi mağlub etti. Bundan sonra Konya’yı kuşattı ise de, mevsimin elverişsizliğinden
dolayı Karamanoğluyla sulh akdederek döndü. Ancak Mehmed Bey rahat durmayıp, Beyşehir ve
Seydişehir’e saldırdığından, Çelebi Mehmed ikinci defâ Karamanoğlu üzerine gitti ve Konya ovasında
yapılan muhârebede Mehmed Beyi bir kere daha mağlub etti. Bu sırada pâdişâh rahatsızlandığından
yine sulh akdedildi. Mehmed Bey, gerektiğinde Osmanlı ordusuna yardım göndermeyi de kabul etti.
Mehmed Bey bu vâdini Eflâk Seferinde yerine getirmiştir.
Çelebi Mehmed, Anadolu’da Türk birliğini sağlama çalışmaları sürdürürken, Hıristiyanlarla da dost
geçinme politikası güdüyordu. Osmanlılara tâbi olan Eflâk Prensi Mirça, taht mücâdelelerinden istifâde
ile üç yıldır vergiyi kesmişti. Kendisine voyvodalıkta rakip çıktığından zor durumda idi. Rakibi Dan,
Osmanlılara mürâcaat ederek, yardım istemiş, Mirça Macar Kralı Sigismund’a başvurarak Osmanlıların
kendisine yardım etmesi için aracı olmasını istemiştir. Ancak Çelebi Mehmed Sigismund’un teklifini
reddedip, Candar ve Karaman beyliklerinden yardım alarak Tuna’yı geçip, Romanya topraklarına girdi.
Macar- Eflâk ordusunu mağlub eden Çelebi Mehmed, Mirça’yı yeniden Osmanlılara tâbi kıldı.
Osmanlılar Erdel’e de birkaç defâ akın düzenlediler. Netîcede Macar eyâleti baştanbaşa çiğnendi.
Bu sûretle, Balkanlarda ve Adriyatik’te Osmanlı nüfûzu kuvvetlendirildi.
Bundan sonra Çelebi Mehmed, Anadolu’da kuvvetlenmiş bulunan İsfendiyar Beyle mücâdeleye
başlamış ve Sinop’u muhâsara etmiştir. Çâresiz kalan İsfendiyar Bey, Osmanlı Devletinin yüksek
hâkimiyetini tanımıştır. Ayrıca oğlu Kasım’ın istediği Kastamonu, Tosya, Çankırı ve Kalecik’i pâdişâha
vermiştir. Bunu müteâkib Çelebi Mahmed, daha önce Osmanlılarda bulunan Samsun’un alınmasını
istedi. Müslüman ve kâfir olmak üzere ikiye ayrılmış olan Samsun’un kâfir kısmını Biçeroğlu Hamza Bey
kuşattı. Kale halkı şehri yakarak gemilere binip ayrıldıklarından şehir ele geçirildi. Müslüman Samsun’u
bizzât muhâsara eden Çelebi Mehmed’e karşı koyamıyan İsfendiyaroğlu Hızır Bey, şehri teslim edip
babasının yanına döndü.
Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç hâdisesi, Şehy Mahmud Bedreddîn’in isyânıdır. Şeyh
Bedreddîn, Mûsâ Çelebi zamânında Edirne’de kazaskerliğe tâyin edilmiş ve Çelebi Mehmed’in cülûsunu
müteâkib 1000 akçe aylık ile İznik’te ikâmete mecbur edilmişti. Şeyh Bedreddîn Edirne’de ve sonra
İznik’te eser yazmakla meşgul olup , kendisini ziyârete gelenlere fikirlerini aşılamaya çalışıyordu.
Edirne’ye gelmeden önce Anadolu’da ün kazanmıştı. İznik’te de boş durmayan Şeyh, adamlarından
Börklüce Mustafa’yı Aydın taraflarına gönderip propaganda yaptırıyordu. Ayrıca Torlak Kemâl adındaki
adamı da daha önce Manisa taraflarında faaliyete başlamıştı. Şeyh Bedreddîn, Börklüce Mustafa’nın
hareketinin genişlemesi üzerine hacca gitmek bahânesiyle önce Sinop’a oradan Kefe’ye ve nihâyet daha
önce tanıştığı Eflâk prensinin yanına giderek Şiîlerin bulunduğu Deliorman taraflarına geçti. Şiî olan
Şeyh Bedreddîn, İslâm’a uymayan zararlı fikirler ortaya atıyor, haram olan hususların helâl olduğunu
ileri sürerek isyân hislerini körüklüyordu. Netîcede ilk isyân Karaburun’da başladı ve daha sonra
Manisa’da kendini gösterdi. Az zamanda genişledi. Börklüce Mustafa isyânı Amasya Vâlisi Şehzâde
Murad ile Bâyezîd Paşa tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Börklüce yakalanarak katlolundu. Manisa
tarafındaki Torlak Kemâl de aynı âkıbete uğradı. Şeyh Bedreddîn, Bâyezîd Paşa tarafından yakalanarak
Serez’de bulunan pâdişâh huzûruna getirildi. Şeyhin durumu ulemâ tarafından tedkik olunduktan sonra,
Ehl-i sünnete uymayan îtikâd üzere olmak ve cemiyet nizâmını bozmakla suçlu bulunarak, Sâdeddîn
Taftâzânî’nin talebelerinden Heratlı Molla Haydar’ın fetvâsıyla Serez pazarında asıldı ve malları
vârislerine bırakıldı.
Şeyh Bedreddîn isyânı bu şekilde bastırıldıktan sonra Çelebi Mehmed, yeni bir isyan tehlikesi ile
karşı karşıya kaldı. Bu tehlike Ankara Meydan Muhârebesinde babasıyla birlikte Timur’a esir düşüp
Semerkand’a götürülen, Düzmece Mustafa da denilen kardeşi Mustafa idi. Uzun müddet kendisinden
haber alınamayan Mustafa, bir müddet sonra geri dönüp, Karaman topraklarında kaldıktan sonra
Rumeli’ye geçmişti. Osmanlı tahtına oturmak niyetinde olan Mustafa, Eflâk Voyvodasının ve Niğbolu
Sancakbeyi Aydınoğlu Cüneyd Beyin yardımlarıyla faâliyete geçip, Selânik ve Teselya’da saltanat
iddiâsıyla adam toplamaya başlamıştı. Fesâdın büyümesine mâni olmak için Çelebi Mehmed hemen
harekete geçti ve ağabeyi Mustafa Çelebi’nin kuvvetlerini Selânik civârında mağlub etti. Cüneyd ile
birlikte Mustafa Çelebi Selânik Kalesine sığındı. Çelebi Mehmed ertesi sabah mültecileri istediyse de,
Selânik vâlisi, İmparatorun müsâdesi olmadan teslim edemeyeceğini beyânla özür diledi. Nihâyet
imparator da Çelebi Mehmed hayatta oldukça bunları salıvermeyeceğini yemin ile taahhüd edince
Pâdişâh Selânik muhâsarasını kaldırdı. Pâdişâh anlaşma gereğince, Mustafa Çelebi için her sene
İmparatora önemli miktarda akçe ödeyecekti. Mustafa Çelebi Vak’ası 1420 senesinde vukû bulmuştur.
Bu vak’ayı müteâkib Çelebi Mehmed, İstanbul’u resmen ziyâret ederek İmparator tarafından
karşılanmış ve Üsküdar’da İmparatora vedâ edip, İzmit üzerinden Bursa’ya gelmiş, bir müddet sonra da
Gelibolu yoluyla Edirne’ye dönmüştür.
Pâdişâh Edirne’deyken, çıkmış olduğu avda rahatsızlandı. Nüzûl illetinden kurtulamayacağını
anlayan Çelebi Mehmed, vezirleri Bâyezîd, İbrâhim ve Hacı İvaz Paşaları dâvet ederek, gizlice görüşüp,
büyük oğlu Amasya Vâlisi Murad’ın hemen dâvet edilmesini istedi. Kısa süren hastalıktan sonra Haziran
1421’de vefât etti. Çelebi Mehmed’in vefâtı son derece gizli tutuldu. Cesedi tahnit edilerek sarayda
muhâfaza edildi. Şehzâde Murâd’ın Bursa’ya gelişine kadar 40-42 gün pâdişâhın vefâtı gizlendi. Cesedi
Bursa’ya getirilerek Yeşil Türbeye defnedildi.
Osmanlı Devletinin ikinci kurucusu kabul edilen Çelebi Mehmed, ne kardeşi Mûsâ Çelebi gibi sert,
ne de diğer kardeşi Emir Süleymân gibi yumuşak ve kayıtsızdı. Mâkul hareket eden, sabırlı, azim ve
irâde sâhibi, sözüne ve vâdine sâdık, nâzik, vakûr ve ciddî bir hükümdârdı. Yalnız dostuna değil,
düşmanlarına da kendisini sevdirerek îtimât telkin etmiş ve saydırmıştır. Onun hakkında Osmanlı
târihlerinden başka yabancı kaynaklar da iyi şehâdette bulunmaktadırlar. Küçük ve büyük 24
muhârebede bulunarak 40’a yakın yara aldığı rivâyet edilmektedir. Emellerinin en başında babası
zamânındaki yerlerin geri alınması geliyordu ki, bu gâye için çalışmış ve büyük ölçüde muvaffakiyet
elde etmiştir. Zamânının yerli ve yabancı kaynakları onun dirâyetinden, sebâtkârlığından, iyi
ahlâkından ve daha birçok meziyetlerinden bahsetmektedirler.
Çelebi Mehmed, kısa ömrünü savaş alanlarında geçirmiş olmasına rağmen, memleketin îmârına
da önem vermiştir. Bursa’da yaptırdığı câmi, medrese, imâret ve Yeşil Türbesi önemli sanat eserleridir.
Câminin karşısına yüksekçe mevkide kendi türbesini yaptırdı. Türbenin karşısına düşen medresesi
bugün müze hâline getirilmiş olup, Bursa medreseleri arasında Sultâniye adı ile meşhurdu. Bunlardan
başka Edirne’de Emir Süleymân tarafından inşâsına başlanan ve Mûsâ Çelebi tarafından devâm ettirilen
Ulu Câmi (Câmi-i Atik)nin tamamlanması da ona nasîb olmuştur. Çelebi Mehmed, bu eski câmiye vakıf
olmak üzere Edirne’deki bedesteni yaptırmıştır. Ayrıca Amasya’da Şehzâde türbesini yaptırmıştır ki,
oğlu Kâsım burada medfundur. Edirne’deki Eski Sarayın da Çelebi Mehmed tarafından inşâsına
başlandığı rivâyet edilmektedir.
Çelebi Mehmed’in en önemli hizmetlerinden birisi de Mekke ve Medîne halkına her sene Surre
Alayı göndererek mâlî yardımda bulunma âdetini başlatmasıdır.
Sultan Mehmed’in en büyüğü Murad olmak üzere, Mustafa, Kâsım, Ahmed, Yûsuf ve Mahmûd
adında altı oğlu ile yedi kızı vardı. Kendisinden sonra tahta büyük oğlu Şehzâde Murad çıkmıştır.
ÇELEBİZÂDE İSMÂİL ÂSIM EFENDİ
Osmanlı şeyhülislâmı, vak’anüvis, fıkıh âlimi. 1685 senesinde İstanbul’da doğdu. Küçük
Çelebizâde olarak tanınır. Babası İkinci Mustafa Han devri reîsülküttaplarından Mehmed Efendidir.
İsmâil Efendi, İstanbul’daki medreselerde ve şeyhülislâm Ebezâde Abdullah Efendiden aklî ve naklî
ilimleri tahsil edip mülâzım oldu.
1708’de Kenânpaşa Medresesinde müderris (profesör) oldu. 1719’da Arifiye Medresesine tâyin
edildi. 1723’te Reşid Mehmed Efendinin yerine vak’anüvisliğe getirildi. Bu arada derecesi yükseltilerek
Molla Gürânî Medresine müderris oldu. 1729’da müderrislik derecesinin en yükseği olan Süleymâniye
Medresesine tâyin edildi. 1732 senesinde Kudüs pâyesiyle Yenişehir-i Fener kâdılığına tâyin oldu. Bursa
ve Medîne kâdılıklarında bulundu. 1748 (H. 1161)de İstanbul kâdılığına yükseltildi. 1757’de Anadolu
Kazaskerliğine bir müddet sonra da, Rumeli Kazaskerliğine getirildi. 1759 senesinde yetmiş dördüncü
Osmanlı şeyhülislâmı oldu.
Bu yüksek vazîfeyi sekiz ay kadar adâlet ve doğrulukla yürüttü. Bu vazîfedeyken 1760 (H. 1173)
senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Molla Gürânî Mahallesindeki medresenin bahçesindedir.
Çelebizâde İsmâil Âsım Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve güzel ahlâk sâhibi bir kimseydi.
Nazım ve nesirde de yüksek derece sâhibiydi. Arabî, Fârisî ve Türkçe yazdığı birçok kıymetli şiirleri
vardır. Bu şiirlerinde Nâbi ve Nedim tarzını devam ettirmiştir. Daha çok ahlâkî şiirler yazmıştır. Âzerî
Edebiyâtıyla da ilgilenmiş ve birçok Âzerî şâire nazîreler yazmıştır.
Eserleri:
Çelebizâde Âsım Târihi: Râşid Târihi’nin zeyli olup 1722-1733 seneleri arasındaki Osmanlı
târihi ile ilgili olayları anlatır.
Dîvân: Arabî, Fârisî ve Türkçe şiirlerinin toplandığı kitabı. 1851’de İstanbul’da basılmıştır.
Hitay Seyahatnâmesi: Tercümedir.
Münşeât: Yazdığı mektuplarıdır.
Târih-i Nevâdir-i Çin-i Maçin Tercümesi.
ÇELEBİZÂDE SAÎD EFENDİ
(Bkz. Mehmed Saîd Paşa)
ÇELİK
Alm. Stahl (m), Fr. Acier (m), İng. Steel. Bileşiminde % 1,8’den daha az karbon bulunan, demir
karbon alaşımı. Alaşımlı çeliklerde karbon oranı % 2,1’e kadar çıkabilir. Çelik üretimi millî ekonominin
gelişme göstergelerinden biridir. Üretimi basit mâdencilik ve çiftçiliğin tersine teknolojiye ihtiyaç
gösterir. Çelik; demiryollar, motorlu vâsıtalar, uçak ve diğer modern makinalar için esastır.
Üretimi: Yüksek fırından elde edilen ham demir % 2-4,5 karbon ve önemli miktarda fosfor,
kükürt gibi yabancı maddeler ihtivâ eder. Bu maddeler gevrekleştirici etki yapar ve özellikle darbelere
karşı dayanımı çok düşürür. Büyük bir ham demir parça, insan elinden düşüp sert bir zemine çarpsa,
kolaylıkla ikiye ayrılabilir. İlk defâ 1856’da Henry Bessemer, ham demiri ergiterek içinden hava geçirdi
ve bu kırılganlık yapıcı maddeleri yakmayı başardı. Yanan maddelerden hâsıl olan enerji, çeliği sıvı
halde tutmaya yetmektedir. Böylece çelik üretiminde Bessemer usûlü doğdu. Eskiden çelik üretimi çok
zaman alıyordu ve çok pahalıydı. Bu işlemler çok kısaldığından çelik üretimi hem kolaylaştı, hem de
ekonomik duruma geldi.
Bessemer usûlüyle elde edilen çelikte bir miktar fosfor ve kükürt yanmadan kalıyordu. Bunlar da
çeliği gevrekleştiriyordu. Bunun üzerine 1876’da Thomas Gillchrist, Bessemer’in, kullandığı asit astar
yerine bazik dolomit astar kullanarak sıvı çeliği büyük ölçüde yakmayı başardı. Böylece iyi kaliteli çelik
elde edildi. Fakat bu usûlde endüstriyel üretimin % 5’i veya daha fazlası fire olarak atılıyordu. Her yıl
milyonlarca ton makina parçasının hurdaya çıkması hurdaların kullanılmasını mecburi kıldı. 1865’te
geliştirilen Siemens Martin usûlü, saydığımız bu iki mahsuru ortadan kaldırtacak nitelikteydi. Bu usülde
% 100’e kadar istenilen her oranda hurda kullanılabilir. Fırınlar 300-500 ton kapasitededir. Fırın önce
üçte bir kapasite hurda malzeme ile doldurulur, kireçtaşı ilâve edilerek 3 saat üstten ısıtılır. Daha sonra
sıvı ham demir ilâve edilerek fırın kapasitesine çıkılır. İstenilen analize erişildikten sonra fırından alınır.
Bessemer ve Thomas usüllerine göre daha kaliteli çelik üretilebilir. Alaşımlı çelik üretmek de
mümkündür. Fakat alev sıvı metalle temas ettiği için alaşım elemanlarının yanma yoluyla azalması
sözkonusu olur.
Oksijen üfleme usûlünde, Thomas ve Siemens Martin usüllerinin üstünlükleri bir arada
toplanmıştır. Ham demir içindeki istenmeyen elemanları yakarak uzaklaştırmak için teknik saflıkta
oksijen kullanılmaktadır. Bu sebepten reaksiyonlar daha çabuk meydana gelmektedir. Hava içinde % 79
oranında bulunan azot lüzumsuz yere ısıtılmamaktadır. Fakat daha önemlisi azotu düşük çelik
üretilebilmektedir.
Çelik üretiminde, LD, LDAC, Kaldo, Elektro-Çelik gibi birbirinden farklı değişik isimler sayılabilir.
Fakat temelde prensip açıklanan şekildedir, bâzı küçük farklılıklar mevcuttur.
Alaşımsız çelikler genelde ihtivâ ettikleri karbona göre sınıflandırılır. % 0,8 karbon ihtivâ edenlere
ötektoit, daha az oranda karbon ihtivâ edenlere ötektoit-altı, % 0,8’den daha fazla karbon ihtivâ
edenlere ötektoit-üstü çelik denir. Karbon durumuna göre bir başka sınıflama şöyledir: % 0,1-0,2
karbon ihtivâ edenlere yumuşak çelik, % 0,2-0,3 karbon ihtivâ edenlere az karbonlu çelik, % 0,3-0,85
karbon ihtivâ edenlere orta karbonlu çelikler denir.
Eğer sınıflama genel olarak yapılırsa çelikler iki gruba ayrılır: Îmâlat çelikleri, takım çelikleri.
a) Îmâlat çelikleri: % 0,06-0,65 karbon ihtivâ ederler. Kendi aralarında üçe ayrılırlar: 1) Çekme
mukâvemetine göre çelikler; Fe 37-2 şeklinde gösterilir. Fe sembolü çelik olduğunu, 37 sayısı kgf/ mm2
olarak çeliğin minimum çekme mukâvetini gösterir. En sonundaki iki rakamı kalite durumunu ifâde
eder. 2) Kimyâsal analize göre çelikler kendi aralarında sementasyon çelikleri ve ıslah çelikleri olarak
ikiye ayrılırlar. Sementasyon çelikleri % 0,2’den daha az karbon ihtivâ ettiklerinden, ısıl işlemle
sertleştirilemezler. Eğer sementasyonla yüzeyden karbon verilirse ve ısıl işlem uygulanırsa yüzey kısmı
sertleşebilir. İç kısmı sertleşmeden kalır. Islah çelikleri ısıl işlemle çok iyi sertleşir. Fakat bu durumda
çok kırılgan olduklarından süneklik kazandırmak maksadıyla ıslah işlemine tâbi tutulurlar. Islah işlemi
A1 sıcaklığının altında bir sıcaklıkla 1-2 saat tavlanarak yapılır. 3) Özel îmâlat çeliklerinin ise otomat
çelikleri, civata ve somun çelikleri gibi çeşitleri vardır.
b) Takım çelikleri: Endüstride malzemelerin şekillendirilmesinde kullanılan çeliklerdir. Sert,
aşınmaya, darbelere karşı dayanıklı ve oda sıcaklığında, yüksek sıcaklıkta kesici olmaları gerekir.
Alaşımlı ve alaşımsız takım çelikleri olarak iki gruba ayrılırlar. Alaşımlı olanlar kendi aralarında sıcak-iş,
soğuk-iş takım çelikleri ve hız çelikleri olmak üzere üçe ayrılırlar.
Çeliklerde ısıl işlem sonucu sertlik artışını sağlayan elaman karbondur. % 0,2’den daha az karbon
ihtivâ eden çeliklerin sertlikleri ısıl işlemle çok az artış gösterir, bu sebepten sertleşmiyor kabul edilirler.
Piyasada bunlara demir de denir. Arı demirde ısıl işlemle hiçbir sertlik artışı görülmez. Çünkü içinde
karbon yoktur.
Sertleştirme sonucu % 0,2 karbonlu çelikte yaklaşık 28-30 HRC, % 1 karbonluk çelikte 67 HRC
sertlik elde edilebilir. Karbon oranının % 1’in üzerine çıkması sertlikte daha fazla bir artışa sebeb olmaz.
Soğutma ortamı olarak tuzlu su, musluk suyu, yağlar ve hava kullanılabilir. Tuzlu suda soğuma çok
hızlıdır. Soğuma hızı suya göre düşük olmakla birlikte türden türe değişmektedir. Havada soğuma ise
çok çok yavaştır. Ancak sertleşme kâbiliyeti çok iyi olan bâzı yüksek alaşımlar bu yolla
sertleştirilebilirler.
Sertleştirilmiş çelikler bir mıknatısa sürtülürse veya bir magnetik alan etkisinde kalırlarsa,
mıknatıslanırlar. Bir defâ mıknatıslandıktan sonra, uzun süre mıknatıs olarak kullanılabilirler. Bu tür
maksatlar için genellikle sertleştirilmiş % 1 karbonlu çelikler kullanılıyordu. Son zamanlarda bunların
yerini, çeşitli miktarlarda krom, tungsten (volfram) ve kobalt ihtivâ eden alaşımlı çelikler almıştır.
Bugün kobalt çelikleri rakipsizdir ve giderek başka tip mağnetik malzemelerin de yerini almak
yolundadır.
Otomat çelikleri: Kısa ve kırılıcı talaş veren ve işlenmiş yüzeyleri oldukça düzgün olan türlerdir.
Talaşları kolay kırıldığı için otomatik tezgahlarda işlenmesi kolaydır. Kükürt, daha önce belirtildiği üzere
çeliği gevrekleştirici olup, darbelere dayanıksız hâle getirir. Buna rağmen, talaş kırılganlığı yaptığı için
çelik içinde bulunmasına müsâade edilir.
Civata ve somun çelikleri: Çapları 16 milimetreden küçük olan civata ve somunlar, soğuk
şekillendirildikleri için bu işleme uygun malzemeden îmâl edilmelidir. Çapları 16 milimetreden büyük
olanlar talaş kaldırılarak işleneceği için, talaşlı îmâlata uygun malzemeden yapılmalıdır.
Kazan çelikleri, sıcaklığa dayanıklı ve kaynak kâbiliyeti iyi olan çeliklerdir. Yay çelikleri, yüksek
elastiklik veya akma sınırına, fakat aynı zamanda sarılabilecek kadar plastik şekil değiştirme
kâbiliyetine sâhip olmaları istenen çeliklerdir. Silisyum alaşım elemanı olarak katılırsa yaylanma
özelliğini iyileştirir.
Paslanmaz çelikler: Krom veya nikel, çelik yüzeyinde çok ince ve yüzeye yapışan bir oksit filmi
(tabakası) meydana getirirler. Bu tabaka oksitlenmenin içeriye doğru ilerlemesini durdurur. Düşük
kromlu çeliklerde bu tabaka korozyonun içeriye doğru ilerlemesini önleyemez. Krom oranı % 10’un
üzerinde olan çelikler korozyona oldukça dayanıklıdırlar. Paslanmaz çelikler mikro yapılarına göre üç
grubu ayrılırlar.
Martenzitik paslanmaz çelikler: % 11,5-18 Cr ve % 0,1-1 C ihtivâ ederler. Kromdan başka önemli
bir alaşım elemanları yoktur. Krom, çeliğin hem mukâvemetini hem de sertleşebilme kâbiliyetini çok iyi
artıran bir elemandır. Isıl işlemle sertleştirilebilirler. Alaşımsız çeliklerin sertleşebilmesi için çok hızlı
soğutulmaları gerekir. Oysa bu çelikler havada çok yavaş soğusalar bile sertleşirler. Normal olarak
sertleştirme sıcaklıkları 1010 °C dolaylarındadır. Soğutma yağda veya havada yapılabilir.
Menevişlenmesi 590°C üzerinde yapılmalıdır. Aksi halde meneviş kırılganlığı meydana gelir. Sıcaklıkta
şekillendirilebilirler. Korozyona dirençleri ferritik ve ostenitik tiplere göre daha düşüktür. Kâğıt
makinaları ve pompalarda parça ve civata malzemesi olarak kullanılırlar.
Ferritik paslanmaz çelikler: % 14-27 arasında krom ve martenzitik çeliklere göre daha az karbon
ihtivâ ederler. Isıl işlemle sertleştirilmezler, ancak soğuk şekillendirme ile sertlik ve mukâvemetleri orta
derecede artırılabilir. Sıcak ve soğuk şekillendirilebilirler. Çekme mukâvemetleri normal çeliklere göre
% 50 daha fazladır.
Ostenitik paslanmaz çelikler: Hem krom hem de nikel ihtivâ eden alaşımlardır. Krom ve nikelin
toplam oranı en az % 23 olmalıdır. Alaşım elemanı olarak nikelin de katılması paslanmazlık özelliğini
daha da artırmıştır. Bu tiplerde karbon oranının mümkün olduğu kadar az olması istenir. Bugün dünyâ
paslanmaz çelik üretiminin büyük bir kısmını bu tür teşkil etmektedir.
Çeliğe su verilmesi: Belli bir şekil verilen çelik, kızgın haldeyken âniden suya daldırılırsa, kristal
özelliği değişerek sertleşir. Bu işleme çeliğe su verme denir. Kızgın çelik hava akımıyla soğutulursa
daha değişik özellikler kazanır. Târih boyunca demir ve çelik sanatında en üstün millet Türkler
olmuştur. Osmanlı ve daha önceki Türk devletlerinde kullanılan harp malzemelerinin üstünlüğü de bunu
doğrulamaktadır.
Dünyâ çelik üretimi 1986’da 715,8 milyon ton ve 1987 senesinde 735,9 milyon ton 1988’de 779,9
milyon ton, 1989’da 784 milyon ton olarak gerçekleşti. 1989 yılından sonra dünyâ çelik kullanımında %
5’lik bir düşüş görüldü. Bu sebeple çelik üretimi 1992’de 732 milyon ton oldu. Türkiye’de ise çelik
üretimi 1990’da 9.272 milyon ton, 1991’de 9.307 milyon ton, 1992’de ise10.470 milyon ton olarak
gerçekleşmiştir.
ÇEMBER
Alm. Kreis (m.), Fr. Circulaire (f), İng. Circle. Bir düzlem üzerinde alınan, merkez denilen sâbit
bir noktadan aynı uzaklıktaki noktaların meydana getirdiği kapalı eğri. Çemberlerde çevrenin çapa oranı
sabit rasyonel olmayan bir sayı olup ile gösterilir. Çember yarıçapı r olmak üzere çember çevresi 2
r’dir. Çemberin düzlemle sınırladığı yüzey parçasının alanı ise r2dir.
= 3,1415926535899793238...dir. Bu sayıyı Semerkand Rasathânesinin kurulmasında büyük
hizmetleri olan astronomi âlimi Gıyâsüddîn Cemşid 15. asrın başlarında bulmuştu. Cemşid Pi ()
sayısının on üçüncü rakama kadar doğru değerini keşfetmişti. Cemşid Pi sayısını, 3,1415926535898732
olarak belirlemişti. Bu sayı rasyonel olmadığı için yaklaşık 22/7 olarak işlemlerde kullanılabilir.
Düzlemde bir çemberin üzerindeki noktaların koordinatları x2 + y2 = r2 denklemini sağlarlar.
ÇEMBERLİTAŞ
İstanbul’da Divanyolu üzerinde Osmanlı devrinde Tavuk Pazarı denilen meydanda bulunan sütun.
İlk kısmı, Apollon heykeli sütunudur.
İstanbul’un Bizans devrinin en önemli meydanlarından biri Konstantinos (Çemberlitaş Meydanı)
şehrin çeşitli semtlerine giden yolların kavşak noktasıydı. Meydanın etrafında şehrin en önemli çarşıları
bulunuyordu. Bizanslıların resmî törenlerini yaptıkları meydanların başında gelirdi. Şehre gelen
imparatorlar, senatörler tarafından burada karşılanırdı.
Fetihten sonra, meydan ticarî yönden hareketliliğini kaybetti. Ancak Çemberlitaş’ın etrâfında
bulunan salhâneler ile İkinci Meşrutiyete kadar İstanbul’un ekonomik hayâtındaki rolünü devâm ettirdi.
Osmanlılar devrinde, Kumkapı yolu üzerinde, elçilerin misâfir edildikleri “Elçihanı” bulunuyordu.
Osmanlılar zamânında Dikilitaş adını alan bu meydandaki sütunun Roma’dan getirildiği ve
boyunun 176 metre olduğu rivâyet edilir. Dokuz parça kırmızı porfir kitlesinin üst üste konulmasından
meydana gelen sütunun bugünkü yüksekliği 57 metredir. Sütun altıgen mermer kürsü ve porfirden
taban üzerine oturmaktadır. Sütunun tepesinde de bir zamanlar üzerinde bulunan heykeli taşıyan
kırmızı Mısır porfirinden bir taban bulunmaktadır. Sütun, İstanbul’un kuruluşu esnâsında Roma’dan
getirtilmiş ve üzerine Büyük Konstantinos kendi heykelini diktirmiştir. Geçen zaman içinde buradaki
imparator heykelleri de değişmiştir. Birinci Alexsioz Kommenos, sütunun üzerine yaldızlı bir haç ve bir
kitâbe koydurmuştur.
Osmanlılar devrinde fazla değişiklik görmeyen bu Dikilitaş’ın sadece tepesindeki haç indirilmiştir.
1672’deki büyük İstanbul yangınında, etraftaki büyük sıcaklığın neticesi, sütunun porfir blokları
çatlamıştır. Sultan İkinci Mustafa devrindeki imâr hareketi esnâsında, dikilitaş sağlamlaştırılmak için,
tabanı üç blok hâlinde duvar içine alınmış ve sütun çemberlerle sağlamlaştırılmıştır. Bu târihten sonra
Dikilitaş “Çemberlitaş” olarak anılmaya başlamıştır.
Cumhuriyetten sonra, Çemberlitaş bâzı binalar yıktırılarak sütun maydana çıkarılmıştır. Buradaki
en son tâmirat 1955-60 seneleri arasında yapılmış, meydan şimdiki şekline getirilmiştir.
ÇEMEN OTU
(Bkz. Buy Otu)
ÇENE
Alm. Kinn (n), Fr. Menton (m), İng. Jaw. Yüzün ön-alt kısmında bulunan; ağzın açılmasını,
kapanmasını, yakalama, ısırma ve çiğnemeyi sağlayan yapı. Çene kemikleri kaslar, sinirler ve arkada
çene ekleminden meydana gelmiştir. Üst çene ve alt çene olmak üzere ikiye ayrılır. Alt çene arkada
“çene eklemi” ile “şakak kemiği”ne bağlanır. Üst çene iki ayrı kemiğin orta hatta birleşmesinden
meydana gelir ki bu kemikler sağ ve sol “maxilla (üst çene)” kemikleridir. Alt çene tek bir kemikten
(mandibula) meydana gelmiştir. Çene kemiklerinde dişlerin oturması için “alveol” denilen boşluklar
bulunur. Maxilla kemiği mandibuladan daha hafiftir.
Çenenin alt kısmı hareketli olup, çiğneme kaslarıyla başın diğer kemiklerine bağlıdır. Çiğneme
kasları, çenenin aşağı-yukarı ve sağa-sola hareketlerini sağlarlar. Bu hareketlerle ısırıp-koparma ve
çiğneme-öğütme işi yapılır. Ayrıca konuşma esnâsında dil ve dişlerin belli konumlar almasına bağlı
olarak çene de hareket ettirilir.
Çene ekleminin çıkması, alt çene kemiğinin şakak kemiğiyle olan bağlantı durumunun
bozulmasıyla olur. Esneme, bağırma, konuşma, ağzı herhangi bir sebeple açma esnâsında çene eklemi
çıkabilir. Çene eklemi çıkıkları kadınlarda erkeklerden daha fazla görülür. Tedâvî için eklemi yavaşca
yerine oturtmalıdır. Çenesinin kırıldığından şüphelenen bir kişide ilk yardım olarak bir bandaj yardımıyla
çeneyi başın tepesi ile bağlayıp sâbitleştirmeli, vakit geçirmeden hekime gitmelidir.
ÇERKES EDHEM
İstiklâl Harbinin ilk yıllarında Kuvâ-ı Seyyâre komutanı. 1886’da Bandırma’nın Emreköyü’nde
doğdu. Dedeleri Kafkasya’dan getirilip Marmara bölgesine yerleştirilen Çerkes ileri gelenlerinden Ali
Beyin beş oğlundan en küçüğü idi.
İyi bir eğitim görmeyen Çerkes Edhem, ağabeyleri (Reşid ve Tevfik) gibi subay olmayı çok
istiyordu. Bu sebeple 19 yaşında subay okuluna girmek için İstanbul’a kaçtı. Bakırköy Süvârî Küçük
Zâbit okuluna kaydedildi. Okulu birincilikle bitirip, başçavuş olarak terhis oldu. Daha sonra astsubaylığa
yükseldi. Süvârî Kıt’ası kumandanı olarak, Bulgar cephesinde (Çatalca’da) savaşa katıldı ve yaralandı.
Birinci Dünyâ Savaşı başlayınca, ağabeyi emekli yüzbaşı Reşid Bey ile Teşkîlât-ı Mahsûsaya alındı. İran
içlerinden geçerek, Afganistan üzerinden Orta Asya’ya ulaşmak için yapılan gerilla seferine katıldı
(1916). Aynı teşkilâtın Irak harekâtında da bulundu. Yaralanarak Bandırma’ya gitti.
İzmir’in Yunanlılarca işgâl edilmesi üzerine, etrâfına topladığı Çerkes gençlerinden bir çete kurdu.
Sâlihli’deki kuşcubaşı Eşref Beyin çiftliğini karargâh yapan Çerkes Edhem, Yunanlılara karşı büyük bir
mücâdeleye girişti. Üstüste kazandığı başarılar şöhretini ve kuvvetlerini arttırdı. Kuvvetleri çevrede en
büyük Kuvây-ı Milliye teşkâlâtı hâline geldi.
Anzavur, Düzce, Bolu ayaklanmalarını bastırdı (1920). Yozgat’ta ayaklanan Çopanoğullarını itâat
altına aldı. Bu isyanları bastırdıktan sonra, Ankara üzerinden Ege’ye dönüşünde büyük bir törenle
karşılandı. Şöhreti iyice artarak millî kurtarıcı gözüyle bakılmaya başlandı. Bu sırada Yunanlılar Balıkesir
ve Bursa’yı işgâl etmişti. Simav cephesine gelen Çerkes Edhem, Demirci’de Yunanlıları püskürttü.
Bu sıralarda TBMM, düzenli ordunun güçlendirilmesi ve Kuvây-ı Millîye birliklerinin düzenli orduya
katılması husûsunda kararlar almıştı. Bunun için de batı cephesine İsmet Beyi (İnönü) komutan tâyin
etti. Ancak İsmet Beyin komutası altına girmek istemeyen Çerkes Edhem, bu kararlara uymayınca iç
çekişme başgösterdi.
İsmet Bey, İzzeddin Çalışlar komutasında bir birliği Çerkes Edhem üzerine gönderdi. Yer yer
çatışmalar oldu.
Bu sırada Yunan kuvvetleri de harekete geçerek Bozüyük ve Bilecek’i işgâlden sonra Eskişehir’e
doğru ilerliyordu. Kütahya ve çevresinde bulunan Çerkez Edhem’in askerleri düzenli ordu birliklerince
dağıtıldı. Bu mağlûbiyet üzerine Yunanlılara sığınma zilletine düşen Çerkes Edhem, İzmir’e gitti. Bir süre
tedâvi gördü. Atina’ya, oradan Almanya’ya, Mısır’a ve nihâyet Ürdün’e ağabeylerinin yanına gitti. 1948
senesinde Ürdün’de öldü.
ÇERKES HASAN
Abdülazîz Hanın tahttan indirilmesinde ve katlinde mühim rol oynayan Hüseyin Avni Paşayı
öldüren subay. 1850 senesinde Silivri’de doğdu. Babası İsmâil Bey, Rus mezâliminden dolayı Kuzey
Kafkasya’dan Anadolu’ya yerleşmiş bir Çerkes Beyi idi.
Çerkes Hasan, 1864’te kardeşi Osman Beyle birlikte Bahriye İdâdîsine girdi. Sonra bu okulun kara
kısmına geçerek teğmen oldu. Subay çıktıktan sonra bir yandan atıcılığı ve biniciliği ile pâdişâhın
takdîrini kazandı. Aynı zamanda ablası Neşerek Kadınefendi, Sultan Azîz’in zevcesi olduğu için kendisi
de pâdişâhın kayınbirâderi oluyordu. Şehzâde Şevket Efendi ile Esmâ Sultânın dayısıdır. Bu yüzden
Sultan Abdüzazîz Hanın büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendinin yâverliğine getirildi.
Bu sırada 30 Mayıs 1876 günü Sultan Abdülazîz birkaç insafsız ve safdil devlet adamının şahsî
çıkarları uğruna ve batılıların da kışkırtmalarıyle tahttan indirildi. Bunların başında “Kinim dînimdir!”
diyecek kadar kindâr olan Hüseyin Avni Paşa geliyordu. Hasan Beyin ablası Neşerek Kadınefendi, Sultan
Abdülazîz Hanın hal’ edildiği gün, Dolmabahçe Sarayından Topkapı Sarayına nakledilmesi esnâsında
mücevher sakladığı şüphesiyle omuzundaki şal, pâdişâhın gözleri önünde çekilip alınarak hakârete
uğramıştı. Kadınefendi, omuzları açık olarak boğazı geçmiş ve hastalanmış, Sultan Azîz’in ölümü
üzerine de şok geçirerek 11 Haziran günü vefât etmiştir.
Hüseyin Avni Paşa, hal’den sonra Çerkes Hasan’ın İstanbul’da Birinci Orduda bulunmasını tehlikeli
görmüştü. Bu sebeple kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle onu merkezi Bağdat’ta olan Altıncı Orduya
tâyin etmişti. Ancak Hasan Bey gelişen olaylar üzerine Bağdat’a gitmeyi reddetti. Bilhassa ablasına
karşı yapılan muâmele kendisini son derece sarsmış olup, Hüseyin Avni Paşaya haddini bildirmeye karar
vermişti. Bağdat’a gitmeyi reddeden Hasan Bey tutuklandı ise de, gideceğine söz verdiği için serbest
bırakıldı. Hasan Bey eniştesi olan Ateş Mehmed Paşanın Cibali’deki evinde halasının yanında
oturuyordu. Bekârdı. Bu konağa gidip baştan aşağı silahlandı.
Abdülazîz Hanı şehid ettiren paşalar, başarılarının zevki içinde Midhat Paşanın Bâyezîd’deki
konağında 15 Haziran gecesi toplanmışlardı. Bu sırada Çerkes Hasan Bey konaktan içeri daldı.
Üniformalı olduğu ve sarayla ilgisi bulunduğu için haber getirdi zannetmişlerdi. Bu sebeple kolayca
konağın üst katına çıktı ve elinde tabancalarından biri olduğu halde kabinenin toplandığı salona daldı:
“Davranmayın!” diye bağıran Hasan Bey aynı zamanda tabancasını ateşleyerek Hüseyin Avni Paşayı
göğüs ve karnından vurdu. Paşalar korku içinde bitişik odaya sığınırlarken diktatör Hüseyin Avni can
havliyle kendini sofaya attı. Lâkin Hasan Bey onun işini bitirmeye azmetmişti. Üzerine yürürken beline
sarılan ve kendisini durdurmaya çalışan Bahriye Nâzırı Kayserili Ahmed Paşanın ellerini ve kulaklarını
doğradı. Aynı zamanda diktatör Avni Paşanın üzerine çökerek kamasını birkaç defâ karnına sapladı.
Avni Paşayı öldürdükten sonra salona dönen Hasan Bey Hariciye Nazırı Raşid Paşayı da öldürdü. Bu
sırada yetişen askerler tarafından yaralı olarak tevkif edildi. Merdivenlerden inerken Bahriye Kolağası
Şükrü Beyin hakâreti üzerine birkaç manga asker arasında çizmesine sakladığı küçük tabancasını
çıkarıp onu da öldürdü. Hâdiseyi işiten İngiliz Büyükelçisi Sir Henri Eliotte; “Midhat Payaya bir şey oldu
mu?” diye sormuştur. Çünkü, Abdülazîz Hanın tahttan indirileceğini bilen dört kişiden biri de bu
büyükelçiydi. Midhat Paşa ve Hüseyin Avni’nin samîmi arkadaşıydı.
Yaralarını tedâvi ettirmeyen Hasan Bey, kısa süren duruşmasından sonra îdâma mahkum oldu ve
ertesi gün Bâyezîd meydanında îdâm edildi. Diktatör Hüseyin Avni Paşanın ölümü halk arasında sevinçle
karşılandı. Çerkes Hasan’a ise o nisbette acı duyuldu ve gönüllerde millî kahraman olarak yerleşti.
Edirnekapı’ya defnedilen Çerkes Hasan Beyin demir parmaklıklı mezârının büyük taşında “Ümerâ
ve guzât-ı çerâkiseden İsmâil Beyin oğlu olup, Harb Okulunu bitirip, kıdemli yüzbaşı rütbesindeyken
genç yaşında velînîmeti uğrunda fedâ-yı cân eden Çerkes Hasan Beyin kabridir” yazılıdır.
ÇERKESLER
Batı Kafkas Sıradağlarının eteklerinde ve Terk ile Kûban nehirleri yataklarına kadar uzanan bayır
ve vâdilerde oturan bir kavim. Çerkeslerin ne zaman Kafkasya’ya gelip yerleştikleri bilinmemektedir.
Avrupa’da yaşamış vahşî kavimlerle alâkaları olmadığı gibi, Asya’dan gelen Moğollarla da bir ilgileri
yoktur. Kafkasya’nın en güzel ve en mükemmel kıyâfetli, soylu bir milletidir. Eski zamanlardan beri
Kafkasya’yı fetheden devletlere tâbi olan Çerkesler büyük devlet kuramamışlardır. Ancak hiçbir milletin
idâresinde kendi dil ve kültürlerini kaybetmemişlerdir.
Târihleri boyunca Yunanlılar, Romalılar, Hun, Avar, Hazar, Kıpçak, Altınordu, Kırım ve Osmanlılar
ile temâsa gelen Çerkeslerin bu temaslarının bir kısmı geçiçi olurken, bir kısmı asırlarca sürmüş ve
derin izler bırakmıştır. Araplar, 8. asrın ortalarında hâkimiyetlerini Kafkasya’ya kadar genişlettikleri
sırada Çerkesler Hazarların nüfuz sâhası altında idiler. O zamâna kadar Bizans’ın hâkimiyeti altında
kalmış olan Güney Çerkesleri Hazarlar döneminde müstakil bir idâre kurmaya muvaffak olmuşlardır. Bu
durum Hazarlar ile Çerkesler arasında sıkı bir dostluğa yol açmıştır. Abbâsilerin çökmesi ve Orta
Asya’dan gelen yeni Türk dalgalarının tazyiki altında Hazar Devletinin ortadan kalkmasından sonra
Çerkes memleketi sâhilleri tamâmen Cenevizlilerin eline geçti. Bu devirde bilhassa esir ticâreti çok
gelişti. Çerkezistan’da kurulan büyük pazarlarda alınan Kıpçak ve Çerkes esirler, Venedik ve Ceneviz
tüccarları tarafından Bizans’a, Mısır’a ve hattâ İspanya’ya kadar götürülüp satılırdı. Nitekim bu esirlerin
14-16. asırlarda Mısır’da vücûda getirdikleri Türk ve Çerkes kölemen âile ve sülâleleri bilinmektedir. On
üçüncü yüzyılın ilk yarısından îtibâren Kafkasya önce Moğolların, sonra da Altınordu hanlarının
hâkimiyeti altına girdi. Altınordu hanlığının parçalanışı sırasında yerine kurulan Kazan, Astırhan, Kırım
hanlıkları Ruslar tarafından istilâya uğrayınca, Çerkeslerle Rusların arası açıldı. Bu durum Çerkeslerin
Osmanlılara yaklaşmasını sağladı.
Bilhassa Rus yayılışının hızını artırdığı Sultan Birinci Abdülhamîd devrinde, Osmanlılar
Çerkezistan’a husûsî olarak ehemmiyet vermişlerdir. Kuban, Taman ve hattâ Dağıstan ile Gürcistan’a
uzayan Çarlık Rusyasına karşı Osmanlı İmparatorluğunun Asya’daki topraklarını muhâfaza etmek üzere,
Çerkezistan’ın bir serhad ülkesi hâline getirilmesi düşünüldü. Bu niyetle Çerkesiztan’a giden Kaptân-ı
Deryâ Gâzi Hasan Paşa ile Canikli Ali Paşa verdikleri raporlarda Çerkeslerin devlete bağlanmalarının
mümkün olduğu takdirde kuzeyden gelecek istilânın önüne geçileceği, bundan başka elden çıkan Kırım
limanları yerine, Çerkezistan sâhillerinin kullanılabileceği ileri sürülüyordu. Bu teklifleri yerinde bulan
Osmanlı Devleti, Çerkeslerden îcâbında 80.000 kişilik bir kuvvet çıkarılabileceğini tahmin ederek,
Çerkezistan’da İslâmiyetin yayılmasıyla bu kıtayı Osmanlı Devletine bağlamayı faydalı gördü. Bu
vazîfeye de muhârebelerde kazandığı tercübeleri, dindârlığı ve iyi ahlâkı ile meşhur Ferah Ali Paşayı
tâyin etti. Ferah Ali Paşa, Çerkesler üzerinde müsâit bir devir icrâ etmiş ve bu ülkede İslâmiyetin
yayılması husûsunda çok büyük bir muvaffakiyet elde etmiştir. Gelencik limanını ve bilhassa, o zaman
bir harâbeden ibâret olan Anapa’yı tesis ederek, Çerkeslerin büyük bir kısmını devlete bağlamıştır.
Bu sırada Ruslar ise Muzdok’tan başlayıp Kuban Irmağının kuzeyinden Karadeniz’e ve Tereke
Irmağının kuzeyinden Hazar Denizine uzanan müstahkem bir hat meydana getirdiler. Buna karşı gelen
Kuzey Kafkas kavimleri, İmâm Mansûr liderliğinde ayaklandılarsa da, bir netîce elde edemediler.
1828-29 Osmanlı-Rus savaşının ardından Anapa’nın Rusların eline geçmesiyle Osmanlıların
Çerkeslere yaptıkları yardım kesildi. Bu durum Çerkeslerin durumunu son derece tehlikeye düşürdü.
Nitekim Ruslar, Çerkesleri teslim olmaya zorlamak için dış dünyâ ile bağlarını ve kabîleler arasındaki
münâsebeti kesmeye yönelik bir plân hazırladılar. Buna karşılık Dağıstan ve Çeçenistan’da öncelikle
Gâzî Muhammed ve ardından İmâm Şâmil’in liderliğinde Ruslara karşı açılan cihâd hareketine Çerkesler
de katıldı. Bilhassa Şeyh Şâmil’in idâresi altında Ruslara karşı uzun yıllar kahramanca savaşan
Çerkesler, sonunda sayıca çok fazla olan Rus askerlerine boyun eğmek zorunda kaldılar. Târih boyunca
kültür ve âdetlerini koruyan Çerkesler, Rus idâresinde fazla kalamayıp, grup grup Osmanlı Devletine
hicret ettiler. Çok az bir kısmı orada kaldı.
Çerkeslerden Abbâsîler, Selçuklular ve sâir İslâm devletleri zamânında yüksek derecelere
yükselenler olduğu gibi, Mısır’da “Çerâkise Devleti” uzun zaman hüküm sürmüştür. Osmanlılar
zamânında Devlet-i Âliyyeye nice hizmetler eden büylük devlet adamları yetişmiştir.
Çerkeslerde halk beş kısma ayrılırdı. Birincisi “peşe” veya “peşi” tâbir ettikleri en büyük beyleridir.
Her biri bulunduğu tarafın beyi idi. İkincisi “vavrak” tâbir ettikleri ekresiyâ peşi beylerinin hizmetinde
bulunanlardır. Bunların da diğer halk üzerinde hüküm ve nüfûzları vardı. Üçüncü sınıf “azadlılar”dan
ibârettir. Bunların kendileri veya dedeleri köle iken âzâd edilmiş, sonra da servet kazanarak vavrak
sınıfına geçmişlerdir. Dördüncü sınıf “çiftçiler” olup, bunlar beylerin arâzisini ekerlerdi. Ancak bunlar
diledikleri zaman çiftliği terk edip, başka bir çiftlikte çalışabilirlerdi. Kendilerine mahsus hayvan sürüleri
de vardı. Beşinci sınıf ise savaşta esir alınarak köle ve câriye yapılanlardır. Bunların erkekleri
kadınlarıyle evlendirilir ve bunların çocukları da köle olarak kullanılırdı.
Her Çerkes beyinin gücü taraftarlarının çokluğuna göreydi. Ruslara karşı bütün beyler birleşerek
100.000 kişilik bir ordu çıkarmışlardı. Beylerin kendi aralarında da ayrılıklar eksik olmazdı. Çerkes
meclislerinde sözü geçenler soylu ve yaşlı olanlardı.
Çerkesler umûmiyetle ince belli, uzun boylu olup, saçları siyah, kestâne, kumral veya sarı
renklidir. Hareketleri levend, yürüyüşleri kahramanvâri olup, cesâretleri meşhûrdur. Nâmus ve
haysiyetlerine çok düşkün olup, iyi huy ve ahlâka sâhiptirler.
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme’sinde Çerkes kabîleleri arasında Şefâke, Kabartay, Abaza, Bozuduk,
Mamşuh, Besni, Katulay, Mamaluk ve Birtkaç adlarını zikretmektedir.
ÇERNENKO, Konstantin
Sovyetler Birliği Komünist Partisi genel sekreteri. 24 Eylül 1911’de bir Rus köylüsünün oğlu olarak
merkezî Sibirya’da doğdu. 1985’te Moskova’da öldü.
Gençliğinde komünist gençlik derneklerinin üyesi oldu. Bu, ileride Komünist Partisine üye olmak
için ilk adımını teşkil etmekteydi. 1931’de partiye katıldı ve yerel teşkilâtta sekreterlik görevini aldı.
İkinci Dünyâ Harbine katılmayan pek az idâreciden biridir. Savaş yıllarında Moskova’daki Parti Yüksek
Okulunda öğrenim gördü ve 1953’te öğretmen okulundan mezun oldu. Meslekî hayâtının en önemli
devresi, 1948’de Romanya’da Sovyet modeli komünizmi kurma kampanyasında bulunması ve
kampanyada kışkırtma ve propaganda şefi görevini yürütmesidir. Daha sonra bu kampanyanın başına
tâyin edilen Leonid Brejnev’le ilk tanışmaları buradan gelmektedir. 1964’te Nikita Kuruşçev’in görevden
alınmasıyla başa geçen Brejnev, Çernenko’yu Parti Merkez Komitesine üye yaptı. 1971’de buraya tam
üye olduğu gibi daha üst teşkilât olan Politbüro’ya da üye seçildi.
Partinin ideolojik meselelerinde söz sâhibi olmak için gayret sarf eden Çernenko, 1982’den sonra
Komünist dergilerde Sovyetlerin genel siyâseti üzerine yazılar yazdı. Konuşma kâbiliyeti olmamasına
rağmen, Brejnev’e sadâkati, görevlerini devâm ettirmesine sebeb oldu. Çeşitli vesîlelerle batıya
seyâhatler yaptı. Brejnev’in kendisine “Benim not defterim!” diye hitap ettiği meşhurdur. Brejnev’in
yerine Yuri Andropov’un seçilmesinden sonra kendisinin görevden alınacağı ve Sovyet usûlü kayıplara
karışacağı beklenirken, Andropov’un güvenini kazandı. Andropov’un 1984’te ölümü üzerine Komünist
Partisi genel sekreterliğine getirildi.
Bürokrasiyi azaltmaya çalışan Andropov’un aksine eski kuşak devlet görevlilerinin bir temsilcisidir.
ABD-Sovyetler Birliği ilişkilerinde çok katı bir tutum tâkib etti. Hastalığı esnâsında, bu göreve bir geçiş
dönemi için getirildiği dedikoduları yayıldı. Devlet idâresinde ayrıntılara vâkıf değildi. Bu zaafı sebebiyle
Politbüro’da çok etkili olamadı. Dış işleri eski bakanı Gromiko’nun gölgesinde kaldı. Şimdiye kadar
seçilen en yaşlı Sovyet idrârecisidir. 1985’te öldü. Yerine M. Gorbaçov seçildi.
ÇERNOBİL KAZÂSI
Yirminci yüzyılın ilk büyük nükleer kazâsı. 1979’da Harrisburg (ABD) yakınında meydana gelen
“Three Mile Island” kazâsı, Dünyâda Çernobil (Chernobly) kazâsına kadar meydana gelmiş en mühim
kazâdır. Bu kazâda çevreye mühim bir bulaşma olmamış, ancak reaktör süresiz kapatılmıştır.
Kiev şehrinin 130 km kuzeyinde Pripyat Nehri kıyısında, 25.000 nüfuslu Çernobil kasabası ile
10.000 nüfuslu Pripyat kasabası arasındaki nükleer santral sâhasında ikisi inşâ hâlinde bulunan 4x1000
megawatt (MW) gücünde, 4 adet RBMK tipi nükleer reaktör vardı. Bu reaktörler, % 1 ilâ % 2 zengin
UO2 yakıtlı, grafit moderatörlü olup, reaktörün basınç tüpleri, içinde buharlaşan suyla soğutulmaktadır.
Basınç tüpleri içindeki basınç 65 kg/cm2, sıcaklık 280°C’dir. Yakıt çubuğu çapı 3,5 mm, zirkonyum
alaşımı yakıt zarfı kalınlığı 0,9 mm olup, 18 çubuk bir yakıt elemanı grubunu teşkil etmektedir. Reaktör
kalbinde 1700 kadar basınç tüpü bulunurdu. Reaktör kalbinin çapı, 11,8 m, yüksekliği ise 0,7 metredir.
Reaktör kalbinde 200 ton uranyum ve 1700 ton grafit mevcuttu. Grafit blok, basınca dayanıklı olmayan,
aralığı inert bir gazla dolu, paslanmaz çelik bir kap içindeydi.
Çernobil Atom Santralindeki kazâdan sonra ilk günlerde hiçbir bilgi alınamadığı için, konu,
doğruları ve yanlışlarıyla yoğun bir bulut tabakasını andırıyordu. Ancak, dünyâ çapındaki kaynaklara
göre kazânın oluş şekli şöyle îzâh edilmektedir:
25 Nisan 1986 günü bakım için durdurulacak olan 4 nolu reaktör ile bir deney yapılması da
plânlanmıştı. Bu deneyde, türbin durdurulduğu zaman rotorun âleti yardımıyla, kısa bir süre sirkülasyon
pompalarının çalışıp çalışamayacağı araştırılacaktı. Bu deney sırasında reaktör gücünün 700-1000 MW
olması gerekiyordu. 25 Nisan günü saat 01.00’da deneye başlandı ancak, reaktör kalbinde ksenon
birikmiş ve reaktivitenin düşük olması sebebiyle güç 30 MW değerine kadar düşmüştü. Bu sebeple
reaktör parametrelerinde düzensizlik gözlendi. Operatörlerin bunları düzeltmek için yaptıkları
müdâhaleler durumu biraz daha karıştırdı ve bâzı hatâlı işlemlerin yapılmasına sebeb oldu.
26 Nisan günü saat 01.00’da bütün gayretlere rağmen güç 200 MW’in üstüne çıkarılamadı ve
hatâlı bir karar alınarak bu güçte deneyin yapılmasına karar verildi. 26 Nisan günü saat 01.23’te türbin
giriş valfleri kapatılarak deneye başlandı, su seviyesini sâbit tutmak için buhar domuna su basılması
buhar kalitesinin düşmesine ve kontrol çubuklarının yukarı çekilmesine sebeb oldu. Bu esnâda
reaktörde âniden buharlaşma olması ve boşluk reaktivite katsayısının pozitif olması reaktivitenin daha
da artmasına yol açtı. Saat 23.40’ta “Scram” yapılmasına rağmen bir “reaktivite kazâsı” başladı. Aynı
anda atalet ile çalışmakta olan sirkülasyon pompalarının bastığı su ânidan azalınca yakıt çubuklarının
bir kısmında ergime meydana geldi. Buharın ve suyun kızgın metalle yaptığı reaksiyonlar sebebiyle saat
01.24’te birbirini tâkib eden patlamalar meydana geldi.
Bu ilk patlamalar esnâsında grafiti muhâfaza eden paslanmaz çelik kap tahrib oldu ve ergimiş
metalin teması ile grafit yangını başladı. Bu yangını söndürmek için basılan su 1400°C’daki grafit ile
temâsa gelince yanıcı gazlar çıkmaya başladı. Reaktör çalışma platformu altında toplanan hidrojen ve
yanıcı gazların patlaması sonunda 27 Nisan Pazar günü reaktör binâsı tamâmen tahrib oldu. Patlamalar
esnâsında bir kişinin hemen, bir kişinin de hastâneye nakledilirken öldüğü ve 5 kişinin de çok şiddetli
radyasyona mâruz kaldığı bilinmektedir.
27 Nisan günü kazâ çevresindeki radyasyon şiddetinin birkaç yüz mili rem mertebesine çıktığı
zannedilmektedir. 28 Nisan günü reaktörün 30 km çevresinde bulunan 84.000 kişi başka yerlere
nakledilmiş ve 299 kişi de tedâvî edilmek üzere hastânelere sevk edilmiştir.
29 Nisan günü helikopterlerle, açıkta duran ve yanmaya devâm eden reaktör kalbi üzerine 5000
ton kum, kurşun, dolomit, barit gibi koruyucu malzeme dökülmüş ve bu sûretle tahliye edilen mıntıkada
radyasyon şiddeti 10- 15 m R/saat (mili rem) mertebesine indirilmiştir. Saçılan radyoaktivitenin daha
ziyâde kısa yarı ömürlü izotoplardan meydana gelmesi (% 50 nisbetinde I- 131) sebebiyle, radyasyon
şiddeti 8 Mayıs günü 0,15 m R/saat mertebesine indirildi.
Radyoaktif serpintinin çevre üzerindeki etkileri: 26 Nisan günü Kiev üzerinde sâkin bir hava vardı.
Radyoaktif gazlar ısınarak yükselmek sûretiyle 1500 m yükseklikte kümülüs radyoaktif serpinti
bulutlarının oluşmasına sebeb oldu.
26-30 Nisan târihleri arasında rüzgârlar Kiev’den kuzeybatı istikâmetinde esmek sûretiyle 29
Nisana kadar, Polonya’nın kuzey kısımlarıyle İskandinav ülkelerini etkisi altına almıştır. 30 Nisandan
îtibâren rüzgârlar güneybatıya ve sonra da batıya yönelmiş ve Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya,
Macaristan, Çekoslovakya, Avusturya, İsviçre, Almanya, İtalya’nın kuzeybatı kısımları ve Fransa’nın
batısı radyoaktif serpintilerden etkilenmiştir.
Rusya dışında, radyoaktif serpintilerden en çok etkilenen ülke Polonya olmuştur. Radyoaktif
yağışla birlikte çevre radyasyonu 5 m R/saat değerine yükselmiş, yâni normal çevre radyasyonunun
(0,02 m R/saat) 250 katına çıkmıştır. Halk topluluğu için müsâade edilebilen yıllık doz 500 m olduğuna
göre Polonya’da halkın bir kısmı 4 ilâ 5 günde bu dozu almışlardır. Zaman içinde bu durumun bâzı
olumsuz etkileri olması muhtemeldir. Sütlerde yapılan ölçmelerde bâzı yerlerde 2000 Bq/lt (Becquerel)
değeri ölçülmüş olup, bu bir sınır değer olduğu için tâze süt kullanılması bir süre yasaklanmış ve 6
Mayıs târihinden îtibâren de radyasyon etkisi çok hafiflediği için alınan tedbirler kaldırılmıştır.
Avrupa ülkeleri içinde, radyoaktif serpintinin ulaştığı yerlerde en az etkilenen ülke olan Fransa’ya
radyoaktif bulutlar 1 Mayıs günü ulaşmış ve ülkenin batısını etki altına almıştır. Çevre radyasyonu 4
Mayıs günü 0,06 mR/saat maksimum değerine ulaşmıştır. Bu, normal çevre radyasyonunun 3 katıdır.
Serpintinin etkisi 24 saate göre, alınan toplam doz 1,5 mR kadar olmuştur. Fransa’da normal olarak
alınan ortalama yıllık doz 150 mR’dir. Fransa’da sütlerde de en fazla 200 Bq/lt değeri ölçülmüş ve
önemli tedbirler alınması gerekmemiştir.
İki hafta süreyle kuzeye esen rüzgâr yüzünden, Türkiye bu kazâdan ucuz kurtulmuştur. Aksi hâlde
Türkiye’nin de Polonya kadar etkilenmesi gerekirdi. 30 Mayıstan îtibâren havanın güney-batıya
yönelmesi sonucu Trakya kısmen etkilenmiş ve yaklaşık olarak Fransa’da tesbit edilenin 2 katı kadar bir
etkilenme gözlenmiştir.
Çernobil reaktör kazâsının önemli ekonomik etkileri olmuştur. 10 Mayıs günü Avrupa Ekonomik
Topluluğu, doğu bloku ülkelerinden tâze meyve, sebze ve et ithâlâtını durdurmuştur. Bütün doğu bloku
ülkeleri özellikle Macaristan bu karardan ekonomik yaralar almışlardır. Doğu bloku ülkelerinin toplam
zararı 975 milyon dolar olarak tahmin edilmiştir. Türkiye’nin Arap ülkelerine yapmakta olduğu yiyecek
maddesi ihrâcâtı da bu olaydan bir süre olumsuz etkilenmiştir.
ÇEŞM-İ BÜLBÜL
Eskiden İstanbul, Paşabahçe’de yapılan, üzeri helezonî çizgili ve nakışlı cam eşyâya verilen isim.
Çeşm-i bülbül, bülbül gözü mânâsına gelmektedir. Bülbül gözündeki renk ve çizgilerden ilhâm alınarak
yapılan böyle çizgili ve nakışlı cam eşyâya da “çeşm-i bülbül” denmektedir.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında Çubuklu civârındaki bir atölyede kaliteli ve lüks cam ve billur
eşyâ yapılmış, pâdişâh tarafından takdir görmüştü. Sonra bu atölye devlet tarafından satın alınmış ve
1846’da genişletilerek cam eşyânın en kalitelileri îmâl edilmişti. 1848’de Mehmed Dede adlı bir mevlevî
Beykoz’da bir atölye açmış ve burada “Beykoz işi” denilen yaldızlı billur kâse, bardak, şişe, sürâhî,
yemişlik, vazo testi ve çeşm-i bülbüller yapmıştı.
Sultan Abdülmecîd Hanın emriyle, 1899’da Paşabahçe’de bir cam işleri fabrikası kurulmuş ve çok
daha zarîf eserler yapılmıştı. Süt renginde kırılmaz adı verilen tabaklar, beyaz ve menevişli, göze çok
hoş gelen desenlerle işli renkli boncuk tesbihler, aynı zamada gâyet ince bir camdan, birbirine
fevkâlade uyumlu renkler ve parlak çizgilerle yapılan çeşm-i bülbüller ve yaldızlı fincanlar burada
yapılmıştı. Bunların içinde açık mâvi olanları daha kıymetliydi.
1902’de beş yüz kişinin çalıştığı bu fabrika daha sonra Avrupa’dan büyük ölçüde gümrüksüz gelen
cam eşyâ ile rekâbet edemedi. 1935’te Paşabahçe’de kurulan cam ve şişe fabrikası ile bu sâhada bir
ilerleme görülmüştür. Son yılarda, artık müze ve antika dükkanlarını süsleyen çeşm-i bülbüllere
benzeyen çeşitli cam eşyâlar yapılmaktadır.
Çeşm-i bülbül ayrıca bir kumaş cinsidir.
ÇEŞME
Alm. Quelle, Brunnen, Fr. Fontaine, İng. Fountain. Kaynaktan çıkan suyun bir depoda toplanarak
veya kaynaktan borularla getirilerek akıtılan suyun toplandığı lüleli veya musluklu bir hazne şeklinde
taştan, mermerden veya herhangi bir malzemeden yapılmış umûmî su alma yeri. Farsça bir kelime olup
“çeşm” sözünden gelmektedir. Bu söz Türkçede “göz”e karşılık olup, “su kaynağı” mânâsındadır.
Türkçede suyun kaynağına “göze” veya “göz” dendiği gibi Farsçada da çeşme denmektedir. Arapçada
da durum aynı olup, pınara “ayn” denmektedir. Ayn “göz” mânâsındadır.
Çeşmeler ya bağımsız olarak ortada veya herhangi bir mîmârî esere bitişik olarak yapılırlar.
Bunlarda bir su deposu bulunur ve bu deponun duvarına lüle veya burma musluk konularak su alınır.
Çeşmeler lüleli veya açık kalabilen musluklu ise suları devamlı akar. Açılıp kapanabilen burmalı
musluklu ise istenildiği zaman açmakla su akar. Çeşmelerin musluklarından akan suların döküleceği
yerde mermerden, çiniden veya diğer malzemelerden yapılan çukur kısma tekne veya oluk denir.
Her milletin kendi kültürüne uygun olarak çeşmeleri görülür. Ama özellikle Türk mîmârisinde
çeşmeler önemli bir yer tutar. İslâmiyetin temizliğe önem vermesi ve yine su hayrının sevâbının çok
olduğunun dînî kaynaklarda yer alması sebebiyle Türklerin günümüze kadar gelen eserleri arasında
çeşmelerin çokluğu dikkat çekicidir. İbâdet için insanların dâimâ abdest almak ihtiyacını hissetmeleri
suya ve çeşmelere çok ehemmiyet verilmesine sebeb olmuştur. İslâmiyette bedenin ve üzerindeki
elbisenin temiz olması lüzûmu saraylarda, konaklarda ve hattâ evlerde odaların içine kadar çeşmeler
yapılmasına sebeb olmuştur. Hayır sâhipleri âdetâ birbirleriyle yarış edercesine meskûn yerlerde, yol
boylarında, ıssız dağbaşlarında çeşme yaptırmaya ve su getirtmeye girişmiştir.
Türk İslâm sanatında günümüze kadar gelebilmiş olarak çeşit çeşit çeşmeler görülür. Bunları
yaptıranların maddî imkânlarına göre küçüklü büyüklü olmakla berâber, diğer mîmârî eserler gibi devrin
üslûbuna uygun olarak yapılmışlardır. Yapıldıkları devrin üslûb özelliklerine göre çeşmeler çok farklıdır.
Selçuklu devrinin en güzel çeşmesi Sivas Gök Medresedeki çeşmedir (1271). İki sıra bordürün
çevrelediği duvar üzerine mermerden yapılmış niş içine alınmıştır. Niş kemeri iki renkli taştan,
köşelerde geçme motifleri ve iki satır Selçuklu nesihi ile kitâbesi vardır. Yine Selçuklulardan kalma
Sâhibata Câmii ve Afyon Çay Medresesindekiler devrin en önemli çeşmelerindendir. İstanbul’da
Silivrikapı’da Davutpaşa çeşmesi klâsik devir mîmârisinin önemli eserlerindendir. Şu anda İstanbul’u
süsleyen çeşmeler Lâle devrinden kalma olduğu için bu devrin mâmârî özelliklerini taşırlar ve Mîmâr
Sinân’ın su yollarının getirdiği sularla beslenirler. Bu çeşmeler âbidevî ölçülerde olup her çeşmenin
ortasında küçük bir musluğu ve çeşme nişi bulunurdu. Cephe kabartma çiçek ve yazı motifleriyle süslü
olurdu.
Saray ve konaklarda, odalarda abdest almak için yaptırılan çeşmeler son derece süslüydü. Buna
en meşhûr örnek; Topkapı Sarayında Sultan Üçüncü Murad odasındaki ile Sultan Birinci Abdülhamîd’in
yatak odasındaki çeşmelerdir. Anadolu’da aynı tarzda oda içlerine yapılan çeşmeler, daha çok barok
tarzında olup, mahallî üslûbla inşâ edilirdi. Osmanlı mîmârisinde klasik devir üslûbuna göre yapılmış
çeşmeler ile Lâle devri ve Barok devir üslûbunda yapılmış çeşmeler arasında büyük farklar görülür.
Osmanlı sanatında inşâ edilmiş çeşmeler arasında en güzel, en ihtişâmlı olanları pâdişâhların
yaptırdığı çeşmelerdir. Bugün caddelerde, sokak aralarında kalmış, suyu kesilmiş çeşmelere rastlamak
mümkündür. Bu garip durumlarıyla dahi târihten birer hâtıra olarak âbidevî bir hâl almışlardır.
Çeşmelere su sağlayabilmek için su terâzileri geliştirilmiş, bentler, su yolları ve sarnıçlar
yapılmıştır. Bu sâyede kilometrelerce ötedeki su kaynağından su getirilip çeşmelerden akıtılmıştır.
Mîmârî açıdan çeşmeler birkaç sınıfa ayrılır ki, ana hatlarıyla şu şekilde sıralanabilir:
Mahalle çeşmeleri: Bulunduğu mahallenin sakinlerinin veya o mahelleden gelip geçenlerin su
ihtiyâcını karşılaması için mahallenin belirli yerlerine yapılan çeşmelerdir.
Bu çeşmeler, umûmiyetle bir kurna ve bir zonk veya ayna taşından ve arkasında bir su
haznesinden ibâret basit çeşmelerdir. Galata’daki Bereketzâde çeşmesi gibi. Mîmârî âbide sayılacak
kadar süslü ve güzel olan çeşmeler de vardır. Çeşmeden su alanları güneşten ve yağmurdan muhâfaza
için ekseriyetle her çeşmenin üzerine, tavanları oyma ve nakışlarla süslü, ahşap saçak yapılmıştır.
Kurnanın iki tarafında su kaplarını koymak veya kaplar doluncaya kadar oturup beklemek için seki
şeklinde, yüksekçe düzlükler oturtulmuştur. Bâzı çeşmelerde, gelip geçenlerin su içmesi için musluk
taşına gömülü bir halkaya, zincirle asılı bakırdan bir tas veya maşrapa konmuştur.
Bunların bâzılarına günümüzde, köylerde hâlen rastlanmaktadır.
Ev çeşmeleri: Eskiden evlerde su tesisâtı olmadığından sakalar mahalle çeşmelerinden evlere su
taşırlardı. Her evin cephesinde saka deliği denen taştan küçük bir teknecik vardı. Su buradan bir boru
ile avludaki küplere dolar ve lâzım oldukça bu küplerden alınarak kullanılırdı.
Câmi çeşmeleri: Câmilerde cemâatin abdest alması için yapılmış çeşmelerdir. Câmi binâsına
bitişik olarak sıralanırlar.
Şadırvan çeşmeleri: Câmilerin iç avlularında, ortada yer alır. Ortası hazneli, etrâfında musluklar
sıralanmış çeşmeler vardır. Bunlar da cemâatin abdest alması içindir.
Oda çeşmeleri: Eski saraylarda, konaklarda, büyük evlerde odalar içine yapılan çeşmelerdir.
Bunlar, el ve yüz yıkamak ve abdest almak için yapılmışlardır. Topkapı Sarayında, Üçüncü Murad Han
odasındaki çeşme bunlardandır.
Musluklar: Evlerin içinde, mutfak, banyo, tuvalet gibi yerlerde bulunan çeşmelerdir. Mîmârî bir
önemi yoktur. Bunlara çeşme yerine musluk demek daha uygun olmaktadır.
Anıt (âbidevî) çeşmeler: Hem halka su vermek, hem de şehrin süslemesine katkıda bulunmak
için şehrin meydanlarına, önemli yerlerine yapılmış çeşmelerdir. Bunlar başlı başına birer mîmârî
eserdir. İstanbul’da Sultan Ahmed, Tophâne çeşmeleri gibi.
Sebiller: Kalabalık yerlerde halkın ücretsiz su içmesi için yapılan binâlara “sebil” denir. Sebillerin
çeşmelerden farklı tarafı suyun doğrudan çeşmeden değil de sebilci tarafından doldurulmuş bakır
taslardan su içilmesidir. Sebillerin içinde mermer bir su hazinesi vardır. Su bu hazneye ya künkler
vâsıtasıyla veya sakalar tarafından taşınır.
Selsebiller: Bunlar su içmeye veya su almaya mahsûs olmayıp, akan suyun çıkardığı sesten zevk
almak için yapılmışlardır. Selsebiller üst üste yapılmış küçük yalakçıklardan ibâret olup, su en üstteki
yalakçığa, oradan bir alttaki yalakçığa akarak sonunda bir havuzda toplanır.
Havuzlar ve fıskiyeler: Havuzların ortasına mermerden yapılan fıskiyelerin içinde taş
oymacılığının şâheseri sayılabilecek kadar güzel olanları vardır. Bunlardan biri Topkapı Sarayında
Bağdat Köşkünün tarasası üzerindeki havuzun ortasında bulunun fıskiyedir.
Günümüzde her eve su tesisatı bağlanması sonucu meydan çeşmelerine gereken önem
verilmediğinden kullanılabilir olanların sayısı yok denecek kadar azalmıştır. Ancak dînimizin suya verdiği
önemi bilen ve susamış bir kimsenin “su gibi mübârek ol” duâsına kavuşmak isteyen Türkiye Gazetesi
başlattığı bir faaliyetle İstanbul, İzmir ve Anadolu’nun pekçok şehirlerinde altmışa yakın çeşmeyi
hizmete açtı. Yapılan çeşmeler son devir Osmanlı mîmârî üslûbunda inşâ edildiği için, şehrin meydan
veya parklarında bir güzellik âbidesi olarak da dikkati çekmektedir.
İstanbul’daki Meşhur Çeşmeler
Çeşme İsmi Bulunduğu İnşâ
Semt Tarihi
Sultan Üçüncü Ahmed Topkapı Sarayı 1728
1730
Nevşehirli İbrâhim Paşa Fâtih 1732
1729
Bereketzâde Galata 1732
1735
Sultan Üçüncü Ahmed Üsküdar 1746
1757
Tophâne Tophâne 1762
1765
Azapkapı Galata 1777
1780
İshakağa Beykoz 1782
1788
Yusuf Efendi Fâtih 1793
1801
Râgıp Paşa Lâleli 1806
1814
Silahtar Yusuf Paşa Kâğıthane 1821
1845
Sultan Birinci Abdülhamîd Eminönü 1852
1877
Şevkini Halusta Gedikpaşa 1892
Hekimoğlu Ali Paşa Davutpaşa
Nakşîkadın Sultan Ahmed
Ebû Bekir Ağa Fâtih
Mihrimâh Sultan Eyüp
Hatîce Sultan Mısır Çarşısı
Nakşidil Sultan Fâtih
Sultan İkinci Mahmûd K.Mustafa Paşa
Ahmed Ağa Yusuf Paşa
Kethüdâ Halîfe Efendi Aksaray
Sultan İkinci Abdülhamîd Sirkeci
Sultan İkinci Abdülhamîd Tophane
ÇEŞME VAK'ASI
Alm. Vorfall von Dschaschma, Fr. Fait de Tchaichemait, İng. İncident of chasma. 6 Temmuz
1770’te Çeşme limanında Osmanlı donanmasıyla Rus donanması arasında yapılan deniz muhârebesi.
1768’de Başlayan Osmanlı-Rus Savaşında Rusların Baltık donanması İngiltere’ye uğrayıp, İngiliz
Amirali Elfinstan ile bir miktar kuvvet alarak Akdeniz’e gelmiş ve Ege Denizinde harekâta girişmişti.
Kapdân-ı deryâ Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması, Çeşme’den Çanakkale’ye
dönmek için Koyun Adaları civârından geçerken kalyonlardan birinin direği kırıldı. Bunun üzerine bütün
donanma bu direğin tâmiri için Toprak Adası önünde durdu (4 Temmuz 1770). Ertesi gün sabahın erken
saatlerinde 18 parçadan meydana gelen Rus Donanması Koyun Adaları önünde görüldü. Otuz parçadan
ibâret Osmanlı Donanması Çeşme’nin kuzeyindeki Kayalık Burun ile Toprak Adası civârında
demirlemişti. Üç fırka Osmanlı Donanmasının sağ kanadına hücûm etti. Amiral Spiridov ve Orlov’un
bindikleri kalyon ile Cezâyirli Hasan Beyin kalyonu arasında şiddetli bir çarpışma oldu. Ağır yara alan
Rus gemisi, kendini idâre edemeyerek Osmanlı kalyonunun üzerine düştü. İki taraf askerleri arasında
şiddetli bir vuruşma başladı. Ruslar, Osmanlı gemisini ateşe verdiler. Fakat kendi gemileri de ateş
almıştı. Biraz sonra iki gemi birbirinden ayrılmış Rus kalyonu havaya uçmuş ve Türk gemisi de alevler
içinde Osmanlı gemilerine doğru, gitmeye başlamıştı. Bunun üzerine Osmanlı donanması Çeşme limanı
yönüne çekildiği gibi, Elfinstan’ın gemileri de açılmaya mecbur kaldı. Cafer Bey filosunun Çeşme
limanına girdiğini gören bütün Osmanlı gemileri onu tâkib ederek, limana girip birbirlerine yakın demir
attılar. Hüsâmeddîn Paşa bâzı tedbirlerle emniyet altına aldığı donanmaya, düşmanın artık taarruz
edemeyeceğini zannediyordu. Cezâyirli Hasan Bey donanmanın tehlikede olduğunu Kapdân-ı deryâya
söylemiş, fakat onu iknâ edememiştir.
Öte yandan Rus donanması komutanı Orlov, İngilizlerin derhal Osmanlı donanmasına hücum
edilmesi teklifini kabul etti. 6 Temmuz 1770 gecesi Rus donanması Çeşme limanı gönüne gelerek,
Osmanlı gemilerini topa tuttular, İngiliz subaylarından Greig’in hazırladığı ateş gemileri limana girdi.
Greig filosundan atılan bir humbaradan Osmanlı gemileri tutuştu. Bu sûretle başlayan yangın gemilerin
birbirinin üstüne düşmesinden dolayı, süratle ilerlediğinden, birkaç saat içinde hemen bütün donanma
mahv oldu. 7 Temmuz sabahı ateşten kurtulan bir kalyon ile birkaç küçük gemi, limandan çıkarken,
Rusların eline geçti. Kaptân-ı Deryâ Hüsâmeddîn Paşa, gemisiyle Sakız Adasına sığındı. Çok geçmeden
de görevinden azledildi. Cezâyirli Hasan Paşa gemisinin havaya uçmasına rağmen kurtulmayı başardı.
Çeşme Savaşının ardından Limni Adasını kuşatan Orlov, Cezâyirli Hasan Paşaya yenilerek çekilmek
zorunda kaldı.
ÇEŞTİYYE
Hindistan’da yetişmiş evliyânın büyüklerinden Muînüddîn-i Çeştî’nin insanları rûhen
olgunlaştırmakta tâkib ettiği yol.
Çeştiyye yolunun büyüğü Muînüddîn-i Çeştî’nin asıl ismi, Hasan bin Gıyâsüddîn’dir. Muînüddîn
lakabıyla tanındı. Seyyid olup, neseb-i şerîfleri hazret-i Ali’ye ulaşır. Peygamber efendimizin
soyundandır. Evliyânın büyüklerinden Hace Osmân-ı Hârûnî’nin terbiyesinde yetişti. Hindistan evliyâsı
arasında Çeştiyye tarîkatinin büyüğü sayılır. Zîrâ onun gayreti ile Hindistan’da İslâmiyet yayılmıştır.
Muînüddîn-i Çeştî, Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâreti sırasında Peygamber
efendimizi baş gözüyle gördü ve aldığı bir emirle Hindistan’a gitti. Ecmir bölgesi ile Hind diyârını irşâd
ederek, Cûkî denilen Hind kâfirlerini bozguna uğrattı. Hind diyârı, onun sebebiyle İslâmiyetle şereflendi.
Sultânlar talebesi oldular. Kabr-i şerîfi Ecmir’de olup, feyz kaynağıdır. (Bkz. Muînüddîn Çeştî).
Hâce Kutbüddîn Bahtiyâr, Hâce Fahrüddîn, Şeyh, Hamîdüddîn Nâgûrî, Şeyh Vecîhüddîn gibi
talebelerinden bâzıları vefâtından sonra Çeştiyye yolunun usûl ve âdâbını sonra gelenlere ulaştırdılar.
Muînüddîn-i Çeştî rahmetullahi aleyh, yolunun esâsı olarak buyurdu ki: “Sâdık talebe, bağlı
bulunduğu hocasının, rehberinin söylediği sözleri ve nasîhat ve tavsiyelerini can kulağı ile dinler, onun
sözünden dışarı çıkmaz. Riyâzet ve mücâhede yapar (Nefsin istemediği şeyleri yapar, nefsin istediği
şeyleri yapmaz, nefsine uymaz). Büyük âlimlerin yoluna uyup, çalışır ve gayret gösterir. Bizim
yolumuzun büyükleri on dört şeyi usûl edinmişler ve yapmışlardır. Maksâda kavuşmakta bunu zarûrî
görmüşler ve bunları yapanlar maksâda kavuşmuşlardır. Bu on dört makam şunlardır: 1) Tövbe, 2)
İbâdet, 3) Zâhitlik, yâni dünyâya ve dünyâlığa düşkün olmamak, 4) Rızâ, kadere rızâ göstermek, 5)
Kanâatkârlık, 6) Nefisle mücâdele ve onun isteklerine uymamak, 7) Sıddîklik, 8) Tefekkür, 9) İrşâd, 10)
Sâlihler makâmı, 11) Muhlisler makâmı, 12) Ârifler makâmı, 13) Şükredender makâmı, 14) Makâm-ı
muhibbân (Muhabbet sâhiblerinin makâmı).
ÇEVGÂN
Eski bir Türk oyunu. Mîlâttan önceki Orta Asya Türklerinde, İranlılarda, Araplarda Yunanlılarda,
Bizanslılarda ve Uzak Doğu’da değişik türleri görülür. Türkler tarafından Hindistan’a götürüldü. İngilizler
bu oyunu, Hindistan’da görerek öğrendiler ve golf adını verdiler.
Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde bildirdiğine göre, Osmanlı Türklerinde de oynanırdı.
Osmanlılar, Çevgân oyununu oynamak için bir meydanın iki tarafına kale yerine mermerden iki sütun
dikerlerdi. At üstündeki oyuncular iki gruba ayrılır her grup kendi sütunu arkasında yer alırdı. Meydanın
ortasına, ağaçtan, adam başı büyüklüğünde bir top konurdu. Oyun esnâsında Mehterhâne takımı
davullarıyla çalmaya başlar. Bunun arkasından her taraftan birer atlı çıkıp topu, çevgân adını verdikleri
ucu eğri sopalarla sürükleyerek kendi kalesine doğru götürmeye çalışır, bu sırada diğer süvâriler de
ikişer ikişer karşılıklı olarak kendi arkadaşlarının yardımına koşarlar ve topu kendi taraflarına çevirmeye
çalışırlardı. Hangi taraf topu kendi kalesine daha çok atarsa o taraf kazanırdı. Terbiye edilmiş atlarla
oynanan oyun, oldukça tehlikeli olup, topun at veya süvâriye çarpması, kolol ve ayakların kırılmasına
sebeb olurdu. Ancak beden hareketleri yönüyle savaş kabiliyetini arttırması bakımından oynanır, sürek
avları gibi bir nevi savaş hazırlığı sayılırdı.
Mehterhâne takımlarında kullanılan çatal başlıklı ve etrafı zincir ve çıngıraklarla donatılmış saplı
âletlere de çevgân adı verilirdi. Ordu yürüyüş hâlindeyken mehterin en önünde taşınır, sapı yere
vurularak çalınır, yürüyüşün temposu buna göre ayarlanırdı.
ÇEVRE KİRLENMESİ
Alm. Umweltverschmutzung (f), Fr. Pollution environmentale (f), İng. Environmental pollution.
Canlı ve cansız varlıklar üzerinde zararlı tesirler bırakacak şekilde çevre şartlarında (fizikî, kimyevî ve
biyolojik) meydana gelen değişikliklerin genel adı.
Çevre kirlenmesi, unsurlarının bir kısmı açısından dünyâ kurulduğundan bu tarafa mevcuttur.
Ancak tabiatın yaratılışındaki var olan denge sebebiyle çevre kendi kendisini temizlemektedir. Fakat son
asırda tabiî dengeyi kirlenme oranı bakımından menfi yönde bozan ve tabiî temizleme araçlarının
kapasitesini aşan veya yok eden yoğun gelişmeler netîcesinde, çevre kirlenmesi problemi olanca
ağırlığıyla dünyâ çapında kendini hissettirmektedir.
Çevre, canlının içinde bulunduğu, tesir ettiği ve müteessir olduğu bir vasat olup, biyolojik ve
fizikokimyâsal durumu ile canlıda müsbet veya menfî değişikliklere sebep olur. Canlıların yaşayabilmesi
için, genetik (irsî) yapı ve bundan mütevellid kâbiliyetleri ile çevre şartlarının uygun bir düzen içerisinde
bulunması gerekmektedir. Her canlı için belli çevre şartları söz konusudur. En uygun (optimum) yaşama
şartlarının dışına doğru çıkıldıkça, yâni sınırlara (ekstrem şartlar) yaklaştıkça canlıda bir takım fizyolojik
değişmeler beklenebilir. Bu sınırlar dışına çıkılırsa canlı artık yaşayamaz.
Belli bir besin ortamı içerisinde yaşayan mikroorganizmalar, bu ortamı fizyolojik faâliyetleri
sırasında çıkardıkları artık maddelerle kirletince, çevrenin kimyâsal terkibinin değişerek yeni çevre
şartları hâsıl olur. Netîcede bu ortam onlar için zararlı ve yaşanılamayacak bir hal alır. Dünyamız sınırlı
bir ortam olmasına rağmen, canlıların hayâtî faaliyetleri îcâbı meydana gelen zararlı maddeleri çok
karışık analiz yâhut sentez hâdiseleriyle tekrar eski hallerine çevirecek bir güce hassas bir dengeye
sâhiptir. Bu aslına dönüş süresi zararlı maddelerin terkibine göre değişir. Zararlı maddelerin aynı hal
üzere kalması uzun sürerse, zararı da o nisbette te’sirli olur. İnsanoğlu hayâtî faaliyetleri îcâbı
çevresinin kimyâsal terkibinde değişikliklere ve uzun süre bozulmadan kalabilen zehirli maddelerin
birikmesine sebeb olmuştur.
Çevreyi kirletici elemanlar: Yanma ürünleri; insan dışkısı; teneffüs edilmiş hava; tozlar,
patojen (hastalık yapan) mikroplar; buharlar; gazlar; endüstriyel solventler (çözücüler), ekstrem (aşırı
yüksek veya düşük) sıcaklıklar; zirâî gübreler, infrared (kızıl altı, ötesi), ultraviolet (mor ötesi) ve hattâ
görünen ışık; iyonlaşan radyasyonlar; radyoizotoplar; gürültü; aşırı yüksek frekanslı ses ve bâzı
mikrodalgalı elektromanyetik radyasyonlar sayılabilir.
Böyle biyolojik, kimyevî veya fizikî maddelerin sâdece mevcûd olmaları, mutlaka kirletici
olmalarını îcâb ettirmez. Kirlenmeyi tam târif etmek için bunların zaman, mekân miktarı
(konsantrasyon ve şiddet) ve zararlı tesir bakımından değerlendirilmeleri lâzımdır. Kirleticiler sağlığa
zarara, sıkıntı doğurmaya, ekonomik veya estetik zarara, kısa veya uzun bir zaman zarfında veya sonra
sebeb olabilirler. Kapalı yerlerde mevcûdiyetine müsâde edilen kirletici konsantrasyonu, umûmiyetle
insan sıhhati düşünülerek tesbit edilir.
Bir organizma veya ekolojik cemiyetin etrafındaki karmaşık fizikî, kimyevî ve biyolojik faktörler,
çevre içinde yer almaktadırlar. Bu faktörler, birçok canlı türlerinin biri veya birçoğuna tek taraflı veya
karşılıklı olarak tesir ederek, onların teşekkül, gelişme ve yaşamasında rol oynar. Bir çevre elemanı, bir
canlı türü için kirleticiyken, aynı eleman diğer bir tür için arzu edilen bir besleyici durumunda olabilir.
Bu yüzden kirlenme ve bulaşmanın târifi ekseriya zor olur. İnsan veya herhangi bir diğer organizmanın
yaşaması sonucu atılan ve teşekkül eden, ortaya çıkan metabolik ifrâzât, diğer organizmalarca ekolojiyi
dengelemek üzere kullanılmadıkça, çevre kirlenmesine yol açar. Ayrıca, enerjiyi ve maddeyi
kullanılabilir ürünlere dönüştürmede (tahvil etmede) insan ekseriyâ verimsiz, israfçı ve düşüncesiz
davranmaktadır. Böylece sanâyi kaynaklı kirleticilerin çevreye yayılmasına sebeb olmaktadır. Bundan
dolayı çevre kirlenmesinin günümüzdeki problemleri, insan nüfûsunun hızla çoğalması ve genişleyen
teknolojiden kaynaklanmaktadır.
Su ve kıyı kirlenmesi: Suların kullanılış maksadının elverişsiz hâle gelmesine su kirlenmesi
denir. Bu durumdaki sular içmek için kullanılmaz. Kullanma ve sulama sularında da başka mahzurlar
ortaya çıkar. Irmak, göl ve denizlerde ise balıklar ölür, diğer canlılar tür ve sayı olarak azalır. Hava da
kirlenmeye başlar. Turistik, dinlenme, yüzme ve seyirlik değeri kaybolur. İçindeki malzemeyi çürütücü
olur. Ulaşım imkânlarını azaltır. Yüzeylerinde köpük teşekkül eder. Tatlı suların renk, koku ve tatları
değişir. Su yosunları önce çoğalır. Sonra ölerek, kirlenmeyi arttırır.
Meskenlerden dışarıya atılan sıvı artıklar, endüstri tesislerinden çıkan sıvı (sıcak su,zehirli su, asitli
su, bazik su, yıkama suyu, deterjanlar, organik artıklar) ve katı artıklar (çöp, moloz gibi), derelerden ve
yamaçlardan gelen erozyon malzemeleri, mâdenî artıklar (eski eşyâ, âlet makina vs.) ve zirâat
alanlarından gelen gübre ve ilaç artıkları vs. gibi hususlar, kirlenmenin başlıca sebepleridir.
Japonya’da civalı artıkların denize akması ve buradan yakalanan balıkların yenilmesi netîcesinde
pekçok insan ölmüştür. Sağ kalanlarda felç, sağırlık, körlük, ağrılar ve delilik meydana gelmiş, gebe
kadınlar anormal çocuklar doğurmuştur. Dünyânın birçok ülkesinde çinko fabrikası artıklarıyle sulanan
çeltikleri yiyen kimselerde kalsiyum noksanlığından meydana gelen kemik erimesi hastalığı meydana
gelmiş ve gelmektedir.
Bugün Avrupa’da ve Amerika’da pekçok nehir âdetâ zehir akıtmakta, içme suyu kanallarına
sızarak onları da zehirlemektedir.
1990 sonlarında Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında ateşe verilen petrol kuyularından Ortadoğu ve
Asya kıtasının önemli bir bölümünde çevreyi deniz, hava ve toprak olmak üzere üç cepheden kirletti ve
kirletmeye devâm ediyor. Uzmanlara göre denize pompalanan 11 milyon varil petrol, denizin içindeki
canlılar bakımından dünyânın en zengin bölgesi olan Basra Körfezini ölü deniz hâline getirdi.
Söndürülmesi en az on yıl sürecek olan Petrol kuyularından çıkan yarım milyon ton petrol duman olarak
atmosfere karışıyor ve bu duman komşu ülkelere yayılıp asit yağmuruna dönüşerek tarımda verimliliği
azaltıyor. Bu duman içinde bulunan on bin tondan fazla is, kükürt, çeşitli zehirli gazlar, karbondioksit ve
büyük miktarda kanser yapıcı hidrokarbonlar çevreye yayılıyor. Yine 80 kuyudan fışkıran binlerce ton
ham petrol Kuveyt çöllerinde kirli bir nehir gibi akıyor.
Son yıllarda artan nüfus baskısı, gelişen turizm, plânsız yerleşim ve endüstrinin meydana getirdiği
kirlilik, yanlış arâzi plânlaması, kıyıları da belirli bir düzeyde etkileyen asrın meseleleri olmuştur. Burada
cehâletin de payını unutmamalıdır.
Türkiye’de plânsız ve düzensiz bir kıyı kullanımının ortaya çıkardığı bir panorama vardır.
Bakıldığında göze çirkin görünen bir yapılaşma, kaybolan tabiî güzellik yerine, renksiz beton yığınları
veya şekilsiz binâlar ve kulübeler görülmektedir. Tabii bunlarla berâber gelen yoğun kullanma sonucu
kanalizasyon, çöpler ve tahrip edilen kıyı bitki örtüsü de bu zincirin halkalarını teşkil etmektedir.
Diğer taraftan endüstrinin kıyı ekolojisinde yaptığı değişiklik, kirlenmeden doğan tahrîbat, kıyıda
yaşayan canlıların sonu olmaktadır.
İzmit, İzmir Körfezleri, Haliç, kirlenmiş bir Marmara Denizi ve her geçen yıl tabiî olarak kendini
temizleyebileceği miktârın üstünde kirletilmekte olan diğer kıyılarımız da suda çözülmüş oksijenin
azaldığı ve koli basillerinin yaşadığı değişik bir ortam teşekkül ettirmektedir. Bilhassa Haliç (Bkz. Haliç)
ve İzmit Körfezi, ülkemiz deniz kıyılarında su ve kıyı kirlenmesinin çok yüksek seviyelere ulaştığı iki
yerdir.
Hava kirlenmesi: Bu kirlenme yakıt kullanılmasından, artan sanâyileşmeden ve şehirlerde aşırı
derecede nüfus şişmesinden kaynaklanır. Kirletici maddeler gaz, sıvı damlacıkları (zerrecikler) veya
bunların karışımı şeklinde olur. Bu maddeler; ya doğrudan bir kaynaktan çıkıp yayılır veya atmosferde
yayılan maddelerin kendi aralarında veya atmosferik bileşenlerle ve fotokimyâsal bir faaliyet mevcud
olup olmaması şartı altında reaksiyona girerek ortaya çıkar. Esas kirleticiler; 100 mikrondan daha
büyük çaptaki kaba tânecikler, kükürt bileşikleri, organik bileşikler, azot bileşikleri, oksijen bileşikleri,
halojen bileşikleri ve radyoaktif bileşiklerdir.
İnce aerosiller içinde karbon zerreleri, metalik tozlar, silikatlar, florürler, reçineler, katranlar
(kurumlar), çiçek tozları, mantarlar, katıoksitler, nitratlar, sülfatlar, klorürler, aromatik bileşikler vs.
ihtivâ eder. Bunlar zerrecikler olarak ışığı dağıtırlar. Böylece katalizörümsü rol aynayarak absorbe
edilmiş kirleticiler arasında en çok ince bir şekilde bölünmüş durumlarından faydalanarak reaksiyonların
meydana gelmesini sağlarlar. Yine bunlar elektrostatik yük taşıyıcıları olarak diğer zerrelerin ve gazların
kondansasyonuna ve bir araya gelmelerine sebeb olurlar. Yine bunların bâzıları kimyâsal türden
olmaları sebebiyle bitkilere ve hayvanlara çok toksik (zehirli) ve korroziv (aşındırıcı) bir etki yaparlar.
Radyoaktif oldukları ölçüde normal radyasyon dozajını arttırır. Kanser veya mutasyon (hücrelerdeki
değişme) doğuran faktörler olurlar.Sırf bir toz olarak elbiseleri, binâları ve bedeni kirletirler. 100
mikrondan daha büyük çaplı taneciklerde, benzer problemler ortaya koymakla berâber kendileri yer
çekim kuvveti tesiriyle havada kolay ayrıldıklarından dolayı bu problemler daha az olarak meydana
gelir. Bunların boyutlarının büyük olması insan ve hayvan akciğerlerine önemli miktarlarda girmelerini
önler.Mamafih bunların kirletici tesiri daha belirgindir. Çünkü çıktıkları kaynağın etrâfında hemen
yığılırlar. Kükürt bileşiklerinden olan kükürt oksitler ile hidrojen sülfürün tahriş edici özellikleri vardır.
Atmosfere verilen organik bileşikler içinde hidro karbonlar ve bunların yanma ürünleri ile halojenli
türevleri bulunur. Bunlar buhar hâlinde oldukları gibi bâzan damlacık veya zerreler şeklinde de yayılır.
Bu hidro karbonların, bilhassa olinükleer aromatik türleri memeli deney hayvanlarında kansere yol
açtığı görülmüştür. Atmosfere yayılan azot bileşikleri, daha çok azot oksitler ve amonyak şeklindedir.
Azot oksidler yüksek dereceli yanmalarda ve diğer sınâî işlemlerde ortaya çıkar. Azot oksitlerin düşük
konsantrasyonlarda bile tahriş edici özelliği yanında hava kirleticisi olarak esas ehemmiyet arz ettiği
durum, bunların atmosferdeki fotokimyâsal reaksiyona katılmasıdır.
Endüstriyel kirleticiler: Fabrika ve binâ bacalarından, araba egzozlarından çıkan gazlar, insan,
hayvan ve bitkilere zararlı olmaktadır. Bilhassa sanâyileşmiş ülkeleri ilgilendiren bu hal, atmosferik
hareketler sebebiyle geri kalmış ülkeleri de alâkadar eder.
Her insan günde 14.000 lt hava kullanmaktadır. O hâlde insanın hava ile alacağı çok düşük
nisbette zehirler, kısa zamanda öldürücü doza yaklaşabilir. Zehirlerin vücutta birikme süreleriyle alınan
ve atılan zehirlerin farkı insanlar için mühimdir. Eğer zehirin vücuttan atılışı yavaşsa ve vücutta
birikmesi görülüyorsa zehirlenme kısa zamanda kedini gösterir.
Havaya karışan bu maddeler kesif yâhut şeffaf bir sis bulutu hâlinde şehirlerin üzerini kapatır. Isı
tersliği denilen hâdiselerin vukûunda tesirleri çok daha fazla olur. Genellikle toprağa yakın hava daha
sıcaktır. Dolayısıyla zehirli gazların büyük bir kısmı bu sıcak hava kitlesiyle berâber taşınır. Isı tersliği
(inversyon) hâlinde, yâni yere yakın havanın soğuk, onun üstündeki hava tabakasının sıcak olması
sebebiyle kirli hava şehrin üzerini kapatır.
1948’de ABD’de Donora şehri vâdisinde çinko, demir ve öteki fabrikalardan çıkan ısı tersliği
sebebiyle sıkışmış ve nüfûsun % 43’ü olan 5910 kişinin hastalanmasına sebeb olmuş, netîcede solunum
ve kalp hastalıklarından 20 kişi ölmüştür. 1952 yılında Londra’da da böyle öldürücü bir olay meydana
gelmiştir. Dört gün devâm eden zehirli sisler şehirde görüşü sıfıra indirmiş ve dördüncü günün sonunda
doktor ve hemşirelerden başka sokakta kimse kalmamış, zâtürre, bronşit ve kalp hastalıkları
başgöstermiştir. Netîcede 4000 kişi ölmüştür. Bu târihte Londra sisi, normale nazaran 10 misli kükürt
dioksit ve 20 misli toz ihtivâ ediyordu.
Otomobil egzozlarından çıkan zehirli sisler güneşi kapatır. Her bin otomobil günde 3000 kg
karbondioksit, 200-400 kg hidrokarbon buharı, 50-150 kg azot oksitleri neşreder. Bu gazların
laboratuvar hayvanlarında kanser yaptığı görülmüştür.
Havayı kirleten bu gazlar ayrı ayrı incelenirse, sebeb oldukları ârızalar şöyle sıralanabilir:
Kükürt dioksit (SO2): Bu gazın sebeb olduğu kirliliğin anlaşılması 19. yüzyılda başlar. Bugün
için daha fazla önemi hâizdir. Kömür, mineral yağlar % 0,5-2,5, bâzan % 5’e kadar kükürt
dioksit ihtivâ ederler. Demir endüstrisi, petrol ve yağ rafinerilerinin bulunduğu yerlerde bu gaz geniş
sâhaları kaplar. Havadaki su ile birleşince, sülfirik asid teşekkül eder. Bu asit ciğerlerin, mâdenlerin,
mermerlerin tahrib olmasına sebeb olur. Atina ve Roma’daki târihî yapıların bunun için geçen asra
nazaran daha fazla karardığı ve yıprandığı anlaşılmıştır.
İnsanlarda bâzı hastalıklara sebeb olur. Petrol rafinerilerinden çıkan SO2 Yokkaichi astımı denilen
müzmin bronşite sebeb olmaktadır. Bâzı bitkiler 10 milyonda 2 kısım SO2’ye 6 saat mâruz kalınca zarar
görürler. Yonca, arpa, yulaf, turp, marul ve çam ağaçları en hassas bitkiler arasındadır. Simptomları
karekteristik olup, damarlar yeşil olduğu hâlde damar aralarında nekrotik sararmalar görülür.
Bununla berâber SO2’nin karaleke hastalığının salgın yapısını önlediği müşâhede edilmiştir. İkinci
Dünyâ Harbi sırasında Amsterdam’da bütün fabrikalar durdurulmuştu.
Hidrojen florür (HF): Tipik bir sanâyi gazı olan HF, çelik, alüminyum, süperfosfat fabrikalardan
çıkar. SO2 ile berâber bulunursa, daha tehlikeli olur. Hele en hassas bitki Glayöl olup, konsantrasyon
olarak milyarlarda bir kısım mikdârdan bile zarar görür. Diğer hassas bitkiler lâle, frezya, bâzı çam
türleri, asma, şeftali ve kayısıdır. Yapraklarda SO2’den farklı simptomlar gösterir. Daha ziyade yaprak
kenarında sararmalar görülür. Soğanlı bitkilerin soğan verimini azaltır. Son zamanlarda HF’ün bitki
dokusunda absorbe edildiği, flor bileşiklerine çevrildiği, bâzı enzim sistemlerini bloke ettiği, sitrik asit
çemberini etkilediği ve böylece metabolizma faâliyetlerini bozduğu anlaşılmıştır.
İsviçre’de ilgi çekici bir durum görülmüştür.Normal NPK (azot, fosfor ve potasyum) karışımına bir
miktar bor ilâve edilerek gübreleme yapıldığında, bağlar HF’den fazla zarar görmüşlerdir. Bâzı çam
türlerinin de çok uzak mesâfelerden zarar gördüğü tesbit edilmiştir. Avrupa ve ABD’de yapılan
denemeler HF’ün böcek hastalıkları üzerinde müsbet etkileri görüldüğü hâlde, atmosferde, HF bulunan
bölgelerde kolonilerin azaldığı görülmüştür.
Yine HF ile bulaşık bölgelerde çamlarda gal yapan galafildi’nin zararı artmış ve ağaç başına
ortalama 500-2000 gal tesbit edilmiştir.
Karbon monoksit (CO): Petrolün yanmasıyla açığa çıkar. Egzozlardan bol miktarda CO
neşrolunur. Şiddetli bir solunum zehiridir. Teneffüs edilirse insanları öldürür. Kanda % 5
karboxyhemoglobin teşekkül ettiği zaman simptomları hissedilir.
Hidrokarbon buharları: Petrol ürünü olup, araba egzozlarından çıkar. En önemlileri etilen ve
peroxyacidnitrat (kıcasa PAN)’dır. Etilen direkt olarak bitki hayâtına zarar verir. Çok düşük
konsantrasyonla normal büyüme hormonu olarak rol oynar. Fazla miktarda ise tomurcuklanmayı önler
ve yaprakları döker. PAN fotokimyâsal oksidant bir madde olup, insanlara etkisi başlangıçta fark
edilmez. Bir saat sonra güneş ışığında fotokimyâsal reaksiyonu ile tanınır. Göz ve mukozalara tesir
eder. Bitkilerde oldukça karakteristik simptomları müşâhade edilmiştir. Bâzı çayır bitkilerinde yaprağı
dipte, ortada ve içte olmak üzere enlemesine bölen nekrotik lekeler hâsıl eder.
PAN’ın hücre duvarı formasyonunda önemli bir enzim olan enolaz’ı inaktive ettiği bilinmektedir.
Bâzı bitkilerin yaprak altı yüzünde gümüşümsü tahribât yapar.
Azot oksitleri: Arabalardan, doymamış hidrokarbon kullanan fabrikalardan, kaçak olarak gaz
olarak meydana gelir. Fotokimyâsal bir oksidanttır. Pan’ın terkibine girer. Trafiğin yoğun olduğu
yerlerde daha fazladır. Yüksek dozda SO2 simptomlarına benzer simptomlar gösterir. Yapılan
denemeler de milyarda 250 kısım NO2 ile fümiğe edilen (tütsülenen) domateslerin erken kartlaştığı ve
mahsülün % 22 nisbetinde düştüğü görülmüştür.
Ozon (O3): Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak arabalardan meydana gelir. Oksidant bir
maddedir. Tütün, ozona çok hassastır. Reaksiyonu palizat hücrelerinde ve yaprağın üst yüzündedir.
Bitki hastalıkları ve zararları üzerine ilgi çekici rolü görülmüştür. Bâzı bitki hastalıklarının gelişmesine
engel olur. Bâzı hâllerde virüs ile hastalandırılmış bitkiler ozona karşı daha az hassâsiyet göstermiştir.
Tütün mozayik virüsü ile enfekte edilmiş tütünlerde temiz havadakilere nazaran ozon tütsülenmesine
tâbi tutulanlar % 21 nisbetinde daha fazla hastalanmışlardır. Böylece ozonun virüs aktivitesini arttırdığı
görülmüştür. Ozon bâzı hastalık ve haşerelere değişik cevaplar vermiştir.
Çeşitli arazlarını kısaca anlatmaya çalıştığımız sanâyi kirleticiler sanâyi inkişâflarına paralel olarak
gittikçe insan sağlığını tehdit etmektedir.
Ülkemizde hava kirliliğinin en tipik örneği Ankara’da görülmüş, ancak son yıllarda kaliteli yakıt ve
“doğal gaz” kullanılmasıyla şehir kirliliği nisbeten azaltılmıştır. Nefes almada güçlük çekilen Ankara’nın
kirli havası her geçen yıl daha da tehlikeli boyutlara ulaşmaktaydı. Bu durum, 1930’lardan îtibâren
devâm edegelmiştir. Ankara sanâyi şehri olmadığından havanın kirlenmesinin sebebi bacalardan çıkan
duman parçacıkları toz ile motorlu taşıtların egzoz gazlarıdır. Bu kirliliklerin şehir atmosferine
dağılmasında şehrin kurulduğu bölgenin coğrafik, topoğrafik ve meteorolojik özelliklerinin ve şehrin
plan ve inşaat özelliklerinin de payı büyüktür. Dünyânın en kirli şehirleri arasında yer alan Ankara’nın
havasında 11 Ocak 1982 günü, kükürt dioksit ortalaması 752,4 mikrogram/m3e, duman ortalaması ise
186 mikrogram/m3e ulaşmıştı. 5 Ocak 1981 günü Ankara havasındaki kükürt dioksit derişimi 1060,9
mikrogram/m3, 18 Ocak 1980 günü ise 1334,5 mikrogram/m3 olmuştur.
Ayrıca Bursa, Adana, Konya, İzmir gibi sanâyinin geliştiği illerimizde de hava kirliliği artmaktadır.
Toprak kirlenmesi: Toprak insanların en önemli tabiî kaynaklarından biridir. Zamânımızda
çevrenin kirlenme sebebiyle toprak da tehlikeye mâruz kalmakta ve zararlı hâle getirilmektedir.
Toprağın bu kirlenmesi tarımda koruma için kullanılan ilâçlardan, gübrelerden, sanâyi artıklarından,
radyoaktif izotoplardan ve beton, asfalt, kalay, demir, kurşun, alüminyum, polietilen gibi kirleticilerden,
petrol ve diğer katı ve sıvı artıklarından ileri gelmektedir.
Zirâî mücâdele ilâçları tatbik edildikten sonra uzun süre bozulmadan kalabilmektedir. Yapılan
araştırmalara göre bu süre 3 ay ile 5 yıl arasına değişmektedir. Tatbik sahasından rüzgâr erozyonu
sebebiyle bitki parçacıkları, tohum sporları ve tozlarla, toprak ve bitki buharları ile, sulardan dalga
serpintileri ile bulutlara taşınan pestisitler her tarafa yayılmakta, rüzgâr, sis, yağmur ve karla tekrar
toprak veya sulara karışmaktadır. Farklı kaynaklara göre pestisitlerin % 10 ilâ % 70’inin tatbik sahası
dışına taşmadığı bildirilmektedir.
Radyoaktif kirleticiler: Enerji üreten atom reaktörlerinden çıkan artık, kazâ sonucu veya izotop
artıkları ile radyoaktif maddelerin kendilerinden doğan bir kirliliktir. Radyum, uranyum gibi bâzı
elementlerin fizik ve fizyolojik etkiye sâhib ışınlar neşretmelerine radyoaktivite denir. Radyoaktif
maddelerin atom çekirdeklerini parçalaması sonucu o madde yok olur ve korkunç bir enerji hâsıl olur.
Bundan istifâde ile atom bombası yapılmıştır. Atom bombası patlatıldığında kısa sürede çok yüksek ısı,
ışın ve sadme etkileri meydâna gelir. Bu sebeple atom bombası patlatılan yerdeki katı cisimler de gaz
haline geçer ve havaya karışan bu maddeler patlayıcı maddenin yanısıra radyoaktif maddenin artıklarını
taşır. Meydana gelen radyoaktif bulutlar birkaç yüz kilometreye kadar yayılarak yere düşer.
Radyoaktif maddeler neşrettikleri şualarla (bilhassa gamma ışınları) canlı hücre, dolayısıyle
dokulara etki ederek bir takım arazların ortaya çıkmasına sebep olurlar. Akyuvarlar tahrib olmakta,
alyuvarlar üreyememekte, dokular tahrib olarak kanser meydana gelmektedir. Radyoaktif tesire mâruz
kalmış ana ve babaların çocuklarında çeşitli anormallikler ortaya çıkar. Hâlen Japonya’da atom
bombasının etkilerinin silinememiş olması ve zararlarının irsiyete intikal etmesi, bu tesirin
korkunçluğunu ortaya koyar.
Biyolojik kirleticiler:
Mikroorganizmalar (mikroplar, bakteriler), insan, hayvan ve bitkilerden hastalık yapan canlıların
(patojen) bir kısmı, devamlı olarak çevrede müsâit şartlar bulursa faaliyetini arttırır. Bu şartlar ortadan
kalkarsa faaliyeti yavaşlar veya durur. Kendisi için müsâit ortama bulaşırsa salgınlar meydâna gelir.
Salgın esnâsında, çevre artık o tesirle kirlenmiştir. Mikropların azalması, yâni hayâtını devâm
ettiremeyecek seviyeye düşmesi veya koruyucu tedbirlerin alınmasıyla veya bâzı şartlarda bağışıklığın
hâsıl olmasıyla salgınlar da ortadan kalkar. Netîcede fazla çoğalan hastalık mikrobu azalır ve tekrar
denge sağlanmış olur.
Avrupa’da 1840 yılında patateslerde görülen mantar hastalığı sebebiyle birçok kimse Amerika’ya
göç etmek zorunda kalmıştır. 1850’de Fransa’ya giren ve bağlarda korkunç zararlar yapan Filoksera
uzun seneler her yıl ortalama bir milyon Frank zarara sebeb olmuştur. 1843’de Kırım’da başlayan veba
salgını Avrupa’ya sıçramış ve 8 yıl devam ederek 25 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Hastalığın
çıktığı yerde mümkün olan koruyucu tedbirlere ve karantina uygulamasına geçilse bile bâzı şartlarda
insanoğlu âciz kalmaktadır. Nitekim bâzı mantar sporları atmosfer hareketleriyle 12.000 kilometreye
kadar yayılabilmektedir.
Dolayısıyle salgınlara karşı dikkatli ve devamlı tedbirlerin alınması lâzımdır. Aksi halde korkunç
netîcelerle karşılaşmak mümkündür. Son yıllarda çevre kirlenmesi mevzûunda yapılan neşriyatlarla
kamuoyu (efkâr-ı umûmiye) aydınlatılmıştır. Bilim adamları dünyânın aya giden bir uzay gemisinden
alınmış resimlerine işâret ederek, bütün insanların arz küresi (yerküresi) adındaki uzay gemisine binmiş
astronotlar olduğunu hatırlatmıştır. Bu gemiye eskiden beri oldukça çok iyi dengelenmiş bir hayâtî
destek sistemi ihsân edilmiştir. Bu sistem öyle büyüktür ki, milyonlarca insanın ihtiyâcını
karşılamaktadır. Bu dengenin ne kadar süreceği ve ne derecede insana faydalı olacağı, muazzam
teknolojik, politik ve dînî çok yönlü meseleler arz eden bir sorudur. Sanâyileşme, insan kültürlerinin
bütün üyeleri için yeterli bir hayat seviyesi geliştirmek bakımından lâzım olmasına rağmen, madde ve
enerjiyi verimli bir tarzda kullanmak ve bu hedefe artık madde hâsıl etmeden varmak, gittikçe artan
güçlüklerdendir. Artık madde üretilmesi de kirlenmenin kaynağını teşkil eder.
Kültürel gelişme ve sanâyileşme, insanlar ile yâni nüfusla doğru orantılıdır. İnsan nüfusundaki
artma doğuştan ziyâde ölüm hızındaki değişimle ilgilidir.
Çevre kirlenmesi ile mücâdele: 1947’de Los Angales’te endüstriyel kirleticilere karşı sert
tedbirler alındı. Evlerde dahi çöp yakılması yasaklandı. Çünkü hergün 500 ton kirletici çıkmaktaydı. Bu
tedbirlere rağmen sâdece sis beyazlaşmış, fakat zehirlerde pek az bir eksilme olmuştur. O günden beri
sanâyi bölgelerinde uygulanan bâzı tedbirler kesin netîce vermemiştir. Bu gün dahî endüstriyel
kirleticiler üzerinde yapılan çalışmalar kesin netîce vermekten uzaktır. Meselâ ABD’de 1961’den îtibâren
araba egzozlarından çıkan gazı tekrar yakmak üzere uyguladıkları sistemlerde bile kesin netîceye
ulaşamadıkları görülmektedir. Fakat topyekün ve milletlerarası kânunlarla zararı asgarî seviyede
tutmak mümkündür.
1763 yılında ilk defâ bir zirâî ilaç, tütün tozundan elde edilen bir eriyik, yaprak bitlerine karşı
kullanılmıştır. Bu târihten îtibâren zehirsiz bitkisel zirâî mücâdele ilâçları kullanılırken, 1865’te ilk
sentetik ilâç olarak Paris yeşili (bakır aset arsenit) piyasaya çıkmıştır. 1932 yılından îtibâren de ilk
sentetik organik insektisitler uygulama sahasına girdi. Böylece zirâî ilâçlar sanâyii, görülmemiş bir
ilerleme kaydetti.
Birinci Dünyâ Savaşından sonra kuvvet şuruplarına konan radyumun yorgunluğu ve artridi
bertaraf ettiği reklâm edilmişti. Radyum ayrıca ışıklı boya îmâlinde de kullanılmıştı. Bu boyayı saat
kadranına süren işçilerden bir kısmı radyum zehirlenmesinden öldü. Geriye kalan 40 kişi kemik
kanserine yakalandı ve 30 yıl içinde öldüler. Radyum’u keşfeden Madam Curie de aynı maddenin
radyoaktif etkisi sebebiyle öldü. Bugün radyoaktivitenin zararları kesinlikle bilinmesine rağmen, atom
bombası denemeleri aralıksız devâm etmektedir. Hemen hemen dünyânın bütün devletleri bu silahı elde
etme çabasındadır. Radyoaktif maddelerin yayılmasını önlemek için ABD ve Rusya arasında yapılan
görüşmeler olumlu sonuçlar vermiş ise de bu anlaşmaya imzâ koyan Fransa ve Komünist Çin yâhut bu
silâha sâhip diğer ülkelerin atom bombası patlatmaması gereklidir. Ve bugün insanoğlu atom enerjisini
kendini tahrib etmek için değil, kendine hizmet ettirmek için kullanmak zorundadır.
Bundan bir asır önce sarı humma salgınında hastaya kusturucular, müshiller verilmekte,
hastanın kanı alınmaktaydı. Bugünkü bilgiler altında bu tedâvi değil cinâyet olur. İnsanoğlu her ne
kadar bugünkü seviyeye ulaşmış ise de yine sebebi bilinmeyen sayısız hastalıklar vardır. O halde çevre,
bilinmeyen sayısız düşmanlarla doludur. Bâzı devletlerin elinde bulunan biyolojik silahlar tehlikeyi daha
da artırmaktadır. Ne var ki, aynı silâhın bir müddet sonra kendilerine de çevrileceğinden korkan bu
silâha sâhip devletler, kullanmaktan çekinmektedirler.
Bugün eradikasyon tarama ve yok etme (mücâdele) çalışmalarının, koruyucu tedâvinin başarıları
her ne kadar büyük ise de, devamlı ve dikkatli çalışma ve araştırmalar gerekmektedir. Bugün
Türkiye’de etraftaki temiz suları kirletmemesi için pis suları toplayan ve uzaklaştıran kanalizasyonun
bile bir mesele teşkil etmesi düşündürücüdür. Mühim olan kanalizasyonda toplanan pis suların nereye
ve nasıl verileceğidir ve bunlar çevre kirlenmesinin en büyük meselesidir.
İnsanların yaptığı düşük seviyeli radyasyon, röntgen ışınlarından, radyoaktif malzemelerden ve
televizyonun da içinde yer aldığı elektrik âletlerden çevreye yayılır. 1960’da nükleer denemelerin
atmosferde, uzayda ve su altında yapılması milletlerarası bir anlaşmayla yasaklanmıştır. Yüksek
dereceli sıvı nükleer artıklar, katı hâle getirilmekte ve böylece hacimleri 1/10’a indirilerek denizaltında
muhâfaza içinde biriktirilmektedir.
Görülüyor ki, çevre kirlenmesinin önüne tamâmen geçmek mümkün değildir. Fakat mevcût
imkânlarla hassâsiyetle ele alınırsa zararları ehemmiyetsiz seviyelere indirilebilir. Nitekim yapılan
çalışmalardan kesin olmamakla berâber tatmin edici sonuçlar almak mümkün olmaktadır. Nitekim son
zamanlarda genetik usullerle petrol artıklarını yiyen bakteri ırklarının üretilebilmesi ve eritilebilmesi
sevindiricidir. Ancak milletlerarası tedbirlerin istisnâsız uygulanması şarttır. Meselâ egzoz gazlarını
yakan sistemi olan bir araba, egzoz gazlarını doğrudan doğruya dışarıya veren aynı arabadan daha
pahalı ve masraflı olmaktadır. Baca gazlarını ve kanalizasyona verilen maddeleri tasfiye edecek
(arıtacak) ve temizleyecek bir fabrikanın masrafı bu işleri yapmayan diğer bir fabrikadan daha
yüksektir. Daha az ilâç kullanan yahut ilaçsız mücadele yapan bir memleketin zirâi ürünleri rekâbetten
mahrûmdur. Atom bombasına sâhib olmıyan ülkeler kendilerini emniyette hissedemezler. Salgınlara
karşı uygulanacak koruyucu tedbirler fazla masrafı gerektirir. Bütün bu mahzurların bertaraf edilmesi
milletlerin samîmî işbirliği ile gerçekleşir. Ne yazık ki, bunu ümid etmek mümkün değildir. Doktorun
vereceği antibiyotiklerin yan tesirleri var diye doktora gitmemek mi lâzım? Tarlasında hastalık ve
haşere olan çevre kirlenecek, kuşlar ölecek diye ilâç kullanmıyacak mı? Parası olan fazla kâr getiren
sanâyi kuruluşlarına sanâyinin havayı kirlettiği gerekçesiyle yatırım yapmasın mı? Yoksa imkânı olanlar
araba almasınlar mı? Artık insanoğlu geriye dönmeyi, antibiyotiksiz, pestidsiz, sanâyisiz ve otomobilsiz
bir hayâtı istemiyor. Fakat teknik adına insanlığı tahrîb eden çevre kirlenmesine de tahammül
edemiyor.
Bu birbirinin zıddı iki şeyi insanlığın refah ve saâdeti istikâmetinde birleştirmek lâzımdır. Müsbet
ilimlerdeki ilerlemelere hızla devâm edilmesi ve şimdiye kadar çevre kirlenmesi bakımından ortaya
çıkan mahzurların iyi niyetle bertaraf edilmesiyle bu gâyeye ulaşmak mümkündür. Bunun için evvelâ
medeniyetin ne olduğunu iyice kavramak lâzımdır. İnsanlığa saâdet yolunu gösteren atalarımız,
medeniyeti, “tâmir-i bilâd, terfih-i ibâd” olarak, yâni ülkeleri mâmur kılmak ve îmâr etmek, medeniyet
imkânları ile techiz etmek (donatmak), inanları ruh, düşünce ve beden bakımından rahat yaşatmak
olarak târif etmiş ve bunu gâye edinerek dünyâda huzur ve sükûnu tesis etmiş, mâmur ve müreffeh
şehirlerle dolu büyük devletler ve medeniyetler kurmuşlardır. Medeniyet böyle anlaşılmadıkça
milletlerarası samîmî işbirliğini ümid etmek hayâldan öteye geçmez.
Bir zamanlar şehirlere akın eden insanoğlu, bugün şehirlerden kaçıp, mümkün olan her fırsatta
şehirlerin boğucu havasından kurtulup köylere, sâkin yerlere gitmek istemektedir. Bunun sebebi
şehirlerin maddî yönden olduğu kadar mânevî yönden kirlendiğini göstermektedir. Bugün insanların his
organları pis şeyleri idrâk etmekte; gözleri iğrenç manzaraları seyretmekte, kulakları kötü sözleri
işitmekte, burunları fenâ kokuları duymakta, dilleri zehir tatmakta ve zehir söylemektedir. Bu sebeple
beyinler kirlenmekte ve kalpler kararmaktadır.
Çevre kirliliği ile mücâdelenin iki ana noktası mevcuttur. Bunlar; bozulmamışı bozulmaktan
koruma (dış etkileri ortadan kaldırma) ve bozulmuşu düzeltmedir. Bunun için kirleticiler daha
kaynaklarında iken yayılmadan tamâmen veya kısmen tutulur. Meselâ; hava kirlenmesinde gaz çıkış
yerlerine, çeşitli filtreler takılır. Kanalizasyon suları arıtma tesislerinde çökeltme, havalandırma, süzme,
nötrleştirme, dezenfeksiyon gibi işlemlerden sonra tabiata terkedilir. Denizlerde kıyılarda, nehir
deltalarında çeşitli tedbirler alınır. Gemilerin artıklarını rastgele boşaltmalarına, sâhil şeridine
kanalizasyon ve çöp birikintilerinin verilmesine ve nehirlerin erozyon toprağı ile yatağını doldurmalarına
mâni olunur.
Umûmiyetle gürültü “istenmeyen bir ses” olarak târif edilir. Halbuki günümüzde gürültüyü “insan
sağlığına zararlı bir ses” diye târif etmek daha doğrudur. Çok fazla gürültü, işitme duyusunun
kaybolmasından yüksek tansiyona kadar çeşitli şekillerde insan sağlığına zarar verebiliyor ama, gürültü
ile geçen kamyonların sesini, dışarda top oynayan çocukların sesini, elektronik beton delicinin kulak
tırmalayıcı gürültüsünü, sonuna kadar açılan teybin ve radyonun bağırtılarını duymamazlıktan gelmek
mümkün değildir.
O hâlde görültüyle birlikte yaşamaya alışıp sağlığa en az zarar verecek şekilde indirecek tedbirleri
almalıdır. Hiç beklenilmeyen çok yüksek bir ses duyulduğu zaman kan damarlarında hormonlar dolaşır,
kalp daha hızlı çarpar, eller buz gibi olur, ağız kurur, mîde yerinden oynamış gibi olur. Bu şiddetli
tepkinin sonucu, sinir sistemi, kalp ve diğer organlarda belli bir gerginlik ortaya çıkar. Bu gerginliğin
devamlı ve sık görülmesinin sonuçları, gürültülü fabrikalarda çalışan işçilerde işitme duyusunun
kaybolması, kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, ülser gibi çeşitli mîde hastalıkları, sinir hastalıkları gibi
sağlık meseleleri, sessiz yerlerde çalışan işçilere nisbetle daha çok görülür.
Gürültüyü önlemek için turbo jet tipi uçak motorları turbo fan şekline dönüştürülüp, fanların da
gürültüsü azaltılmaya çalışılmaktadır. Aletler ve makinalar gürültüsüz tipe dönüştürülmekte veya
gürültüyü yutacak malzeme kullanılarak âlet ve binâlar izole edilmektedir. Otoyollarda gürültüyü tutucu
duvarlar inşâ edilmektedir. Kulaklarda köpüklü plastik veya balmumu katılmış pamuk tıkaçlar
kullanılmaktadır.
ÇEYİZ
Alm. Brautausstatung, Aussteuer, Mitgift (f), Fr. 1 Trousseau (m), 2 Dot (f), İng. Trousseau.
Kızlara, ana-babanın küçüklüğünden îtibâren biriktirip hazırladıkları eşyâ, cihâz. Târihte çeyiz,
cemiyetlerin sosyal ve ekonomik durumlarına, örf ve âdetlerine göre çeşitli şekiller almıştır. Hânedânlar
arasında, devleti idâre edenlerin karşılıklı kız alıp vermelerinde gelinin çeyiz olarak bir bölgeyi alıp
getirmesi âdet hâline gelmiştir. Normal olan evlenmelerde çeyiz; kumaş, elbise, ev eşyâsı, tek veya
sürü hâlinde hayvan, bağ bahçe de olabilirdi. Anadolu ve Trakya’da günümüzde hâlâ çeyiz verme âdeti
yaşamaktadır.
“Kız beşikte, çeyiz sandıkta” sözü meşhurdur. Âileler kız çocukları için küçük yaştan îtibâren birer
ikişer buldukları her şeyi sandıklarda saklarlar. Düğün zamânı geldiğinde arzu edilen eşyânın hemen
hemen hepsi birikmiş olur. Sandıklarda saklanan çeyizlerin ekserisi göz nûru, el emeği, ince sanat
zevkinin birleştiği el işleridir. İğne oyaları, danteller, kanaviçe işlemeler, yatak takımları, yemek
takımları, sapır sapır dökülen yazma oyaları, bindallılar ve daha nice eşyâlar sandıklardaki çeyizlerin
bâzılarıdır. Günümüzde çeyiz, evin temel ihtiyâçlarını karşılamaya yönelik bir durum hâline gelmiştir.
Kız tarafından çeyiz olarak mutfak eşyâsı, yatak odası takımı, çamaşır makinası vs. beklenmekte; oğlan
tarafıysa, yemek ve salon takımları, buzdolabı, fırın gibi ihtiyaçları karşılamaktadır. Memleketimizde
çeyiz hazırlama bölgelere göre değişmektedir. Genellikle hazırlanan çeyizler, çevre tarafından kızın “yüz
akı” olarak değerlendirilir. Çeyiz eşyâsının çokluğu ve değerli oluşu, gelin olan kıza ve âilesine saygınlık
kazandırır.
Bâzı yörelerde düğünlerde gelinlerin çeyizleri serilip misâfirlere gösterilir. Eski evlerde divan
üzerinde rengârenk, biçim biçim, büyük bir mahâretle dizilen çeyizler bakmaya gelenlerin takdirli
bakışları arasında sergilenirdi. Kızlar çok emek verdikleri çeyizlerin modellerinin başkasında olmasını
istemediklerinden model vermeyi hiç sevmezler. Bu bakımdan sergilenen çeyizlerin modelleri meraklılar
tarafından kaşla göz arasında hemen alınıverirdi.
Dâmâd evine çeyizler büyük bir merâsimle götürülürdü. Buna “çeyiz alayı” denilirdi. Evlenenlerin
durumlarına göre çeyiz alayı ayrı bir şekil alırdı. Bohçalar, sandıklar ve denklerle taşınan çeyizler, kız
evinden çıkmadan önce, kızın ve dâmâdın babaları, köy muhtarı ve ileri gelenlerin huzûrunda çeyiz
değerlerini belirtir bir liste hazırlanır, kız ve oğlan tarafları bu listeyi imzâlar, muhtar mühürlerdi. “Çeyiz
yazma” adı verilen bu âdet, boşanma durumunda kadının haklarını korumaya yöneliktir. Bundan sonra
çeyizlerin küçükleri sıra sıra dizilen çocuklara verilir, arkadan gelen arabaya taşınamayacaklar
doldurulurdu. En önde dâmâda âit eşyâların bulunduğu ipek bohça taşınırdı. Çalınan davulun eşliğinde
birbirini tâkib eden çeyizler, ağır ağır dâmâdın evine yönelir. Görenler “Mâşâallah” diyerek genç evlilere
hayır duâ ederlerdi.
Saraylarda, konaklarda, yapılan düğün ve çeyiz göndermenin ise başka merâsim ve şekilleri vardı.
Çeyiz alayı müddetince mehterhâne çalardı. Dâmât çeyizi getirenlere çeşitli hediyeler dağıtırdı. Devlet
Hâtun, Yıldırım Bâyezîd’e gelin giderken Germiyanoğullarının topraklarını Osmanlılara çeyiz olarak
vermesi ise târihte ayrı bir yer tutar.
ÇIBAN
Deride, değişik büyüklükte olabilen cerâhatli (iltihâbî) kabartılara genel anlamda verilen isim.
Sağlıklı bir insanın normal derisi, değişik birçok bakteriye karşı tabiî olarak bağışıktır. Birçok bakteri,
derinin üst tabakasının altına inemediği gibi kıl kökünün de üst kısmından derine inemez. Burada
çoğalır. Derinin direnci kırıldığı zaman veya darbeler sonucunda bu bakteriler iltihap yaparlar. Çıbanın
birçok çeşitleri vardır.
Kan çıbanı: Kıldibinin ve çevresinin derin iltihâbıdır. Tıp dilinde ismi “fronkül”dür. Ter bezlerinin
iltihaplanması da söz konusu olabilir. Stafilokok ismi verilen mikroorganizmalar, bu çıbanların meydana
gelmesinde ilk sırayı alırlar. Bu çıbanlar en çok giyim eşyâlarının deriye sıkı temas ettiği bölgelerde
(bilek, koltuk altı, ense, kaba etler, sırt) ortaya çıkarlar. Sağlam deride bir kaşıntı ile başlar. Sonra
kaşıntı ağrıya dönüşür ve biraz da genişler. Bir müddet sonra kıl çevresi kızarır, şişer, sertleşir ve
dokunulduğunda sıcak hissedilir. Kıl ağzında da cerâhat görülür. Zamanla kırmızılık şişkinlik ve ağrı
artar. Bâzan hastanın ateşi yükselir ve çevredeki lenf bezleri şişer. Birkaç gün sonra çıban kısmı akar.
Böylece bir boşluk meydana gelir. Daha sonra, teşekkül eden boşluk doldurulur ve çıban iz bırakarak
iyileşir. Bâzı hastalarda çıbanlardan biri iyileşirken bir başkası çıkarak bütün vücûda yayılır ki, buna
“fronküloz” ismi verilir.
Ense, tırnak kenarları ve dış kulak yolundaki çıbanlar çok ağrı yaparlar. Dudak ve burun
çevresindeki çıbanlar da tehlike arz ederler. Çünkü, buradaki kan ve lenf damarlarının kafa içi ile
irtibatları olduğundan, damar tıkanıklığı ve menenjit yapma tehlikeleri her zaman vardır. Böyle hastaları
ehemmiyetle ele almak ve mutlak istirahate sevketmek; her türlü yüz hareketlerini yasaklayıp, en etkili
tedâviye derhal başlamak gereklidir. Çıbana yol açan mikropların kana karışmasıyla, vücûdun diğer
yerlerinde apseler, böbrek iltihâbı, kemik iltihâbı ve kalbin iç yüzü örtüsünün iltihâbı (endokardit)
görülebilir. Yeni başlayan ve olgunlaşmamış sert çıbanları sıkmak çok hatâlıdır. Bu durumda çıbandaki
mikroplar civardaki kılcal damarlara girerek kan dolaşımıyla vücuda yayılırlar. Kan sistemi içindeki bu
mikroplar yukarıdaki sonuçlara yol açar. Olgunlaşmamış çıbanlar sıcak suya batırılmış temiz bezle
pansuman yapılır. Bu işleme rağmen, dağılma değil de iltihap toplanması oluyorsa çıbanın üzerine siyah
merhem (Pomad ichtyole) konur ve sıcak ütüyle ütülenmiş bezle kapatılır. Eğer kendi kendine açılıp
akarsa yarayı açmaya gerek yoktur. Açılmış yara binde birlik rivanol çözeltisiyle veya oksijenli suyla
iyice pansuman yapılır ve yine kara merhem konur. Ağrıyı kesmek için ağrı kesici haplar alınabilir.