The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-11-25 09:40:50

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Keywords: Yeni Rehber Ansiklopesidi

Türkiye’de diksiyon faaliyetlerine ilk defâ 1936 senesinde başlandı. Daha sonra Tahsin Banguoğlu
tarafından nazarî fanatik ile “ses eğitimi” dersi ilâve edildi.

DİKTAFON

Alm. Diktaphon (n), Diktiermaschine (f), Fr. Dictaphone (m), İng. Dictaphone. Herhangi bir sesi,
konuşmayı kaydederek, istenildiği zaman tekrar eden makina. Diktafonlar esas olarak fonoğrafın
gelişmiş bir şeklidir. Makinaya konuşanın sesi bir mikrofon vâsıtasıyle kaydedici kısma iletir. Bu kısım
elektrik akımı olarak aldığı titreşimleri plak, bant, şerit veya tel gibi bir cisme kaydeder. Kaydedilen
sesin dinlenmesinde ise bu işlemin tersi olur. Kaydedici kısım plak veya bant üzerinden geçince titreşir.
Yine elektrik akımı olarak iletilen titreşim sese çevrilerek aktarılır. Diktafonların önemli bir özelliği de;
bir kere dinlenilen kısmın tekrar dinlenilebilmesi, hızı ve durdurulabilmesinin arzuya bağlı olmasıdır.

Thomas Edison 1877’de ilk insan sesini kaydetmiştir. Alexander Graham Bell, % 50 arı mumu ve
% 50 parafin kullanarak elde ettiği malzemeye kayıt yaparak cihazı geliştirmiştir. l886’da Tainter
Graphophone ses kayıt ve çoğaltma cihazının patentini almıştır. Diktafon olarak îmâl edilen makinalarsa
20. yüzyılın başında yapılmaya başlanmıştır. Bunlar kolla çalıştırılmakta ve şekil olarak dikiş
makinalarına benzemekteydiler. l936’da yapılan ilk elektrikli diktafondan sonra makina büyük
gelişmeler göstermiştir.

İş hayâtının hızlı akışı içerisinde bâzı emirlerin, mesajların dikte ettirilmesi sebebiyle diktafon bu
alanda idârecileri oyalamadığından büyük bir kolaylık getirmiştir. İş sâhibinin veya idârecinin makinaya
okudukları, sekreter tarafından dinlenilerek yazılır. Diktafonlar telefona bağlanarak karşı tarafın
konuşmasını veya konferanslardaki konuşmaları kaydetmek için de kullanılabilirler. Ancak günümüzde
diktafonların yerini teyp cihazları almıştır.

DİL

Alm. Sprache (f), Fr. Langue (f), İng. Language. İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir
vâsıta, kendisine mahsus kânunları olan ve ancak bu kânunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık,
temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli anlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimâî bir
müessese. Dilin târihi ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmla başlar. Hazret-i Âdem’in evlâdı
çeşitli dil ile konuşurdu. Kendisine kitap gelip, fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi.
Süryânî, İbrânî ve Arabî dillerle kerpiç üstünde çok kitap yazıldı.

Dil, tabiî vâsıtadır. Ona hükmedilemez, onun tabiatına uymak mecburiyeti vardır. Dil, canlı bir
varlıktır. Her canlı gibi onun hayâtında da bir takım merhâleler, gelişmeler görülür. Ona müdâhale
yapılamaz, ancak tabiî gelişmesini önleyen bir durum ortaya çıkarsa, kendi şartları içinde müdâhale
yapılabilir.

Dil, gizli anlaşmalar sistemidir. Bu anlaşmalar târihin bilinmeyen zamanlarında aynı kavmin
fertleri arasında yapılmış ve böylece her kavmin ayrı bir dili olmuştur. Türklerin gök, deniz, dağ
dedikleri varlıklara, Araplar, Hintliler başka isimler vererek âdetâ sözleşmişlerdir.

Dil, içtimâî bir müessesedir. Bir cemiyetin, bir kavmin, bir milletin en büyük dayanağı dildir. Millet
kendi diliyle anlaşır, millî birliğini korur, başkalaşmaktan, dağılıp yok olmaktan kurtulur. O halde dil,
millî değerlerimizin bütününü teşkil eden “kültür”ün ilk ve temel unsurudur; bir milletin ses dünyâsıdır;
düşüncesinin aynasıdır; millî hâfızanın, hâtıraların, duygu ve düşüncenin, maddî ve mânevî değerlerin,
buluş ve keşiflerin ortak bir hazînesidir; fertleri birbirine bağlayan, yaklaştıran içtimâî akrabâlık bağıdır.

Dilin Mânâları
Dilin, ilmî mânâlı geniş târifleri yanında ifâde kâbiliyetleri daha sınırlı diğer mânâlarını da şöyle
sıralayabiliriz:
Dilin meram mânâsı: Çeşitli hareketler, renkli bayraklar, şekil verilmiş bâzı cisimler, kokular,
yakaya takılmış çiçekler meram anlatmak için dil karşılığı olarak kullanılabilir.
Dilin ses mânâsı: Dilin, ses olarak muhtelif mânâları vardır. Bir ırkın, cemiyetin anlaşma vâsıtası
(Türk dili); bir akımın, bir devrin kelime hazînesi (Servet-i Fünûn dili, Divan dili); meslek gruplarının
konuşma, anlaşma tarzı (Özel dil: Doktor dili, şoför dili, gemici dili, argo); bir yazarın veya bir yazının
ifâdesi, üslûbu (Yahyâ Kemâl’in dili, sâde dil, süslü dil) gibi. Ayrıca; dili tutuldu, dili kolay anlaşılmaz,
çok acı konuştu, güç bir dil gibi cümle gruplarındaki konuşma kâbiliyetini, konuşmadaki düzgünlük ve
grameri ifâdede kullanılan ses mânâları da vardır.
Dilin yapısı, teşekkülü, târihî gelişimi, coğrafya sahası, kullanış yeri ve çağı, kullanan zümreleri
bakımından mânâları: Alçak dil (aşağı dil), amelî dil, ana dil, benimsenmiş dil, cârî dil, çocuk dili,
anormaller dili, arkaik dil, avam dili, bayağı dil, devlet dili, dış dil, din dili, diplomatik dil, divan dili,
duygu dili, dünyâ dili, edebiyat dili, ergin dili, eski dil, fakir dil, gazete dili, genel dil, gizli dil, halk dili,
havandaki ıslık dili, insan dili, ibâdet dili, iç dil, ihtisas dili, ilim dili, kakafon dil, kardeş dil, karışık dil,
klâsik dil, konferans dili, konuşma dili, mahallî dil, meslek dili, millî dil, modern dil, nazarî dil, ortofon

dil, ölü dil, özel dil, resmî dil, saf dil, sahne dili, şiir dili, tabiî dil, teklifsiz dil, teknik dil, tiyatro dili,
milletlerarası dil, yabancı dil, yapma dil, yaşayan dil, yazı dili, yeni dil, zengin dil.

Dilin dünyâ dilleri mânâsı: Dil ses, hece, kelime ve cümlelerden meydana gelir. Dildeki meram,
kelimeleri meydana getiren unsurla ifâde edilir. Dış yapı, kelimenin işitilen ses unsurudur; iç yapı,
kelimenin anlamıdır. İçle dış birbirini bütünler. Kelimelere verilen ses yakıştırma olup iğretidir. Yâni
sesle, anlam arasındaki ilgi tam değildir. Eğer sesle, anlam arasında tam bir alâka olsaydı, dünyâ dilleri
(lisanları) hep aynı sesle karşılanır ve bugünkü dil çokluğu da olmazdı. Türkçe, İngilizce, Çince gibi.
Ayrıca kelimenin mânâsı da zamanla değişir (yavuz, evlat), kısaltılır (vb., PTT), daraltılır veya
genişletilir (kuşluk, salatalık, dil, yüz gibi).

Dile Tesir Eden Sosyal Değişiklikler
Dile tesir eden içtimâî değişiklikleri de şöyle sıralayabiliriz: İhtilâl, inkılâp, göç, komşuluk, aynı
kültür ve medeniyet dâiresinde bulunma. Sosyal değişme dilde ses ve kelime kaybına sebeb olduğu
gibi, gramer kâidelerinde ve düşünme sisteminde bile tesirli olmaktadır. Hattâ bu sebeplerden yeni dil
unsurları ortaya çıkmaktadır.
Dillerin Sınıflandırılması
Her kavmin dili (lisanı) ayrıdır. Dünyâda 2796 dilin varlığından söz edilir. Dil isimleri kavmin
isimlerinin sonuna -ca -ce, -ça, -çe eklerinin getirilmesiyle yapılır: Türkçe, Almanca, Arapça, Çince gibi.
Dil bilimcileri, yeryüzündeki dillerin yakınlıklarını menşe ve yapı bakımından olmak üzere iki kolda
sınıflandırmışlardır:
1. Menşe Bakımından Yakınlık
Bu diller, bir dil âilesidir, aynı kaynaktan çıkmış, akrabâ dillerdir. Âiledeki dillerin kaynağı, bir ana
dile dayanır. Ancak, bu ana dile âit metinler elde pek bulunmaz, ama akrabâ diller eskiden böyle bir
dilin var olduğunu gösterir. Yeryüzünde başlıca dil âileleri şunlardır:
Hint-Avrupa Dilleri Âilesi
A. Hint kolu: (1) Hint dilleri (Sanskritçe, Hintçe, Avestçe), (2) İran dili (Farsça), (3) Afgan dili
(Afganca).
B. Avrupa kolu: (1) Germen dilleri (Almanca, Felemenkçe, İngilizce, İskandinav dilleri), (2)
Roman dilleri (Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Rumence), (3) Slav dilleri (Rusca, Bulgarca,
Sırpça, Lehçe, Çekçe, Litvanca, Slovakça, Çingenece, Ermenice ve Yunanca).

Hâmi-Sami Dilleri Âilesi
Arapça, Aramca, Akkadca, Habeşçe, İbrânice.
Bantu Dilleri Âilesi
Sudan dilleri, Bantu dilleri, Çat dilleri.
Çin-Tibet Dilleri Âilesi
Çince, Siyamca, Birmanca, Tibetçe.
Ural-Altay Dilleri Grubu (Âilesi)
Ural-Altay dilleri, yukarıda sıraladığımız diğer dil âileleri gibi bir ana âileden geldiği kuvvetli bir
ihtimâlse de, sağlam bir âile meydana getirmezler. Aralarındaki yakınlık aynı kaynaktan gelmekten çok,
bir yapı birliğine dayanır. O halde, bu dilleri bir âileden çok, bir dil grubu saymak daha doğru olur.
A. Ural kolu: (1) Fin-Uğur dilleri (Fin kısmı: Fince, Estçe, Livce, Karelce, Lapça, Votyakça,
Züryence, Çeremisçe, Mordvince (Permce); Uğur kısmı: Ostyakça, Vogulca, Macarca), (2) Semoyed
dilleri (Semoyedce).
B. Altay kolu: (1) Türk dili (Bütün Türk lehçeleri), (2) Moğol dilleri (Buryatça, Oyratça,
Kalmukça, Kalkacca), (3) Mançu dilleri (Mançuca, Lamutça, Tunguzca).
Şu halde Türkçe, Ural-Altay dillerinin Altay koluna bağlı bir dildir. Türkçeye en yakın dil ise
Moğolcadır.
2. Yapı Bakımından Yakınlık
Bu dilde şekil ve mânâ olmak üzere iki kısım bulunur. Bu kısımların birbirleriyle münâsebetleri
bakımından diller üçe ayrılırlar:
1) Tek heceli diller: Bu dillerde her kelime tek hecelidir. Kelimelerin çekimli hâlleri yoktur.
Cümlelerdeki mânâ daha çok kelimelerin sırasından veya vurgularından anlaşılır. Tek heceli
olduklarından birbirlerine çok benzeyen kelimeleri ayırabilmek için zengin bir vurgu sistemi vardır. Ana,
paylamak, at gibi anlamları olan “ma” kelimesinin hangi mânâsının kullanıldığı vurgularla belirtilir. Çin-
Tibet dilleri bu şekildedir.
2) Eklemeli diller: Kelime kökü ile eklerden meydana gelen eklemeli dillerde, her değişik mânâlı
kelimeyi yapmak için köklere ekler eklenir. Bu diller ön ekli veya son ekli olabilir. Bak-ı-ş-tık-ları-n-da
kelimesinde görüldüğü gibi eklemeler sırasında kök değişmez. Türkçe, Macarca, Fince gibi diller
eklemeli dillerden olup, Türkçe son ekli eklemeli bir dildir.

3) Çekimli diller: Bu dillerde de kök ve bâzı ekler vardır. Ancak kökler, yeni bir kelime yaparken
çok defâ değişir. Yâni, bâzan az sayıdaki ekler kullanılırsa da, daha çok, kök içinden kırılarak değişik
şekiller kazanır, hattâ kök tanınmaz hâle gelir, kökten hiç bir iz kalmaz. Fransızcada aller- vais;
İngilizcede to go-went-gone olması gibi; veya Sâmi dillerinden Arapçada olduğu gibi.

Konuşma Dili ve Yazı Dili
Dili, konuşmayla ve yazıyla olmak üzere iki cephesiyle kullanırız. İnsanların karşı karşıya sesli
olarak görüşürken kullandıkları dile konuşma dili; insanların söylemek istediklerini yazıyla anlatırken
kullandıkları dile yazı dili deriz.
Konuşma Dili ve Husûsiyetleri
1) Tabiîdir; 2) Yazı dilinden önce vardır; 3) Yazıda kullanılmaz; 4) Bu bakımdan yapısındaki
değişme ve gelişmeler hemen yazı diline aksetmez; 5) Konuşulduğu gibi yazılmaz; 6) Aynı dil sâhası
içinde kelime, ses ve şekil ayrılıkları gösterir; 7) Bu sebeple aynı dil sâhası içinde ayrı konuşma dilleri
bulunabilir; 8) Aynı dil sâhasındaki ayrı konuşma dilleri muhtelif şîveleri ve ağızları meydana getirir:
Lehçe, bir dilin bilinen târihinden önce karanlık bir devirde kendisinden ayrılmış çok büyük ayrılıklar
gösteren kollardır. Çuvaşça ve Yakutça gibi. Şive, bir dilin bilinen târihî seyri içinde ayrılmış ses ve şekil
ayrılıkları gösteren kolları, bir kavmin ayrı kabîlelerinin farklı konuşmalarıdır. Anadolu, Âzerî, Kazakça,
Kırgızca, Özbekçe gibi. Ağız, bir şîvenin içindeki söyleyiş farkından doğan küçük kollara veya bir
memleketin çeşitli bölge ve şehirlerinde kelimeleri söyleyiş bakımından ayrılan konuşmalara denir.
Karadeniz, Trakya, Konya, İstanbul Türkçeleri gibi. 9) Ancak içlerinden yalnız birisi yazı diline esas
teşkil edebilir; 10) Canlı dildir; 11) Seslidir, can ve söyleniş hâlinde vazîfe görür; 12) Vurgulardan, ses
tonundan istifâde eder; 13) Yüz ve vücut hareketlerinden, el ve baş işâretlerinden faydalanır; 14)
Anlaşılmadığı zaman, tekrarlanabilir, açıklanabilir; 15) İyi, kötü kullanıldığına fazla dikkat edilmez; 16)
Gelişi güzel bir dildir; 17) Evde, sokakta, hergünkü hayatta kullanılan dildir; 18) Nesillere, fertlere
bağlıdır; nesillerle ortadan kalkar.
Yazı Dili ve Husûsiyetleri
1) Eserde, kitaplarda, kısacası yazıda kullanılır; 2) Medeniyet ve kültür dilidir; 3) Edebî dildir; 4)
Aynı dil sâhasında tek yazı dili kullanılır, halbuki aynı sâhada ayrı ayrı konuşma dilleri de vardır; 5)
Bütün bir ülkeyi içine alır; 6) Müşterektir; 7) Konuşulduğu gibi yazılır; yazıldığı gibi konuşulur; 8)
Uydurma bir dil değildir; 9) Yalnız bir konuşma dilinden doğmuştur; 10) Yalnız bir konuşma dilinden

doğmuş olmakla birlikte; yazı dili olarak yurdun diğer konuşma bölgelerine de yerleşir; 11) Bu sebeple,
diğer konuşma dilleri için sun’îdir; 12) Aynı dil sâhasının çeşitli kaynakları ile beslenir; 13) Yabancı
dillerin ortak kültür değerlerini alarak veya kuvvetini hissettiği yabancı bir kültürün tesirinde kalarak
sun’î bir dil hâline gelir; 14) Ve bu hâkim kültürün tabiîleştiği sürece tabiîleşir, hâkim kültürün dejenere
edildiği zaman da tekrar sun’îlik kazanır; 15) Muhâfazakârdır; 16) Tek taraflıdır, yüz-yüzelik yoktur, bir
gıyâbîlik vardır; 17) Husûsî bir dikkat gerektirir; 18) Ses, kelime ve cümle unsurlarının yerli yerine
konulmasını ister; 19) Dilin tam bir ifâde kâbiliyetine sâhip olan cephesidir; 20) Dillerin târihî
gelişmesini, mâzisini tâkib edebilme imkânı verir; 21) Dilin gerçek aynasıdır.

Türk Yazı Dilinin Târihî Gelişmesi
Eski Türkçe: Eski Türkçe devresi, Türk dilinin bilinen ilk devresidir, ana Türkçe devresidir.
Türkçenin bütün yapısı bu devre ile îzâh edilir. Öncesi, Türkçenin karanlık devresi olup, Çuvaşça ve
Yakutça ile, daha ileride Moğolca ile birleşir.
Mîlâdî 8, 12 ve 13. asırlar arasında kullanılmıştır. Türk yazı dilinin ilk yazılı örnekleri olan Orhun
Kitâbeleri her ne kadar 8. asra âit olsa da bu kitâbelerde yazı dilinin çok işlenmiş bir yazı dili olduğunu
görmekteyiz. Bu sebeple Türk yazı dilinin başlangıcını çok daha öncelere, belki de mîlâdî ilk asırlara
götürmek mümkündür.
Eski Türkçe devresi, Türklüğün müşterek bir yazı dili devresidir. Bu müşterek yazı dili devresinde
kullanılan Türkçe, Kaşgâr Türkçesi (Hakaniye Türkçesi) olup, Uygur yazısı ile yazıldığında Uygurca
ismini de almaktadır.
On ikinci ve on üçüncü asırlarda, Türkler büyük kitleler hâlinde kuzeye ve batıya yayılmış; yeni
kültür merkezleri meydana gelmiş; İslâm kültür ve medeniyeti Türkler arasında yeni kavramlarıyla,
yeni bir yazının kabûlüyle yerleşmiştir. Ayrılan Türklük kolları, yeni kültür merkezleri etrâfında kendi
şîvelerine dayanan yeni yazı dillerini kullanır olmuşlardır. Böylece bu asırlarda Kuzey Doğu Türkçesi ve
Batı Türkçesi meydana gelmiştir.
Kuzey Türkçesi, Doğu Türkçesi: On üçüncü ve on dördüncü asırlarda da kullanılan Kuzey Doğu
Türkçesi, 15. asırda Kuzey Türkçesi ve Doğu Türkçesi adıyla iki yazı diline ayrılır. Kuzey Türkçesi,
Kıpçak Türkçesidir. Doğu Türkçesi (Çağatayca) de 15 ve 16. asırlarda en parlak devrini yaşayarak
bugün modern Özbekçe olarak yazı dilini sürdürmektedir.

Batı Türkçesi: On üçüncü asırda teşekkül etmeye başlamıştır. Selçuklulardan îtibâren metinlerini
bugüne kadar tâkib edebildiğimiz bir yazı dili. Hazar Denizinden Balkanlara kadar uzanan sâhada yer
alır. Esâsını Oğuz şîvesi teşkil ettiği için Oğuz Türkçesi (Oğuzca) de denir.

Oğuzca, 17. asırda doğu ve batı Oğuzca dâirelerine ayrılır. Doğu Oğuzcası Azerî ve Doğu Anadolu
sahasında, Batı Oğuzcası Osmanlı sahasında yer alır; ancak aralarında iki yazı dili olacak kadar bir fark
mevcut değildir. Her ikisi de aynı şîveyi (konuşmayı) kullanır, bir yazı dilinin kardeş iki dâiresidir. Ayrılık
sebeplerini, Doğu Oğuzcasına bilhassa Kıpçak unsurlarının tesirinde ve bâzı Moğol izlerinde aramalıdır.
Kelime başında b- m, k-h, t-d, ilk hecede e-i değişmeleri, bâzı fiil çekimleri gibi.

Batı Türkçesinin gelişmesi: Batı Türkçesi, altı-yedi asırlık uzun hayâtı içinde safhalar geçirir. İç
yapısında kök ve eklerde bâzı ses ve şekil değişmelerine uğrar. Bu, tabiî değişmesi ile ilgilidir.

Gelişme 13. asırdan günümüze kadar gelen zaman boyunca, şu üç devreye ayrılabilir:
1. Eski Anadolu Türkçesi,
2. Osmanlı Türkçesi,
3. Türkiye Türkçesi.
Eski Anadolu Türkçesi: Eski Anadolu Türkçesi, 13 ve 15. asırlar arasında kullanılan Türkçedir.
Bu devre, sonraki iki devreden oldukça farklıdır. “Orta Asya kültür ve medeniyeti” tesirindeki “Eski
Türkçe” ile, “ortak İslâm kültür ve medeniyeti”nin tesirindeki “Batı Türkçesi” arasında yer alan ortak
bağların hissedildiği bir devredir. Yâni, Batı Türkçesini, Eski Anadolu Türkçesi ve Osmanlıca-Türkiye
Türkçesi diye ikiye ayırmak da mümkündür. Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi arasında bâriz bir ayrılık
yoktur.
Bu devrede Batı Türkçesine geçen Arapça ve Farsça kelime ve terkipler fazla değildir, ancak
devrenin sonlarında yavaş yavaş artmıştır. Böylece 15. asrın sonlarında Osmanlı Türkçesinin doğuşu
hazırlanmış olur. Bu devrin Türkçesi daha açık ve anlaşılır olarak karşımıza çıkar. Mevlid, Yûnus
Dîvânı bunun en güzel örnekleridir.
Eski Anadolu Türkçesinde cümle yapısı, Türkçenin başlangıcından günümüze kadar hiç
değişmeyen normal cümle yapısını muhâfaza eder. Cümle unsurları yerli yerindedir. Ancak Farsçanın
tesiri de nesirde “ki” li cümleler oldukça fazla görülür. Ayrıca bu devir Türkçesi, Eski Türkiye Türkçesi
diye de adlandırılır. Daha çok bu isim Türklüğün Rumeli’ye geçişinden sonraki devre için kullanılmıştır.

Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca): Osmanlıca, Batı Türkçesinin ikinci devresidir. 16-20. asırlar
arasında kullanılmış bir yazı dilidir. Dil bilgisi (gramer) bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçesi
arasında belirli ayrılıklar vardır. Aslında Türkçede, Osmanlıcanın da içinde yer aldığı 16. asırdan
günümüze kadar, belirli bir gelişme görülmez.

Osmanlıcayı Türkiye Türkçesinden ayıran tek şey, onun dış yapısındaki gelişmelerdir. Osmanlıca
dış yapısı ile hem Eski Anadolu Türkçesinden, hem Türkiye Türkçesinden ayrılır.

Aydın kesim sanatkârları, hem yeni kültürü kendi kavramlarıyla tanıtmak, hem de sanat yapmak
maksadıyla bu devir Türkçesi yabancı unsurlara bir hayli açılmıştır.

Osmanlıcada nazım dili nesir diline göre daha sâdedir. Nazım dili ile nesir dili arasında görülen
fark, cümle yapısı bakımındandır. Klâsik Türk şiirinde (Divan şiirinde) mânâ bir beyitte biter. Beytin
dışına, diğer beyte taşılmadığından, divan nazmındaki cümle en çok bir beyit uzunluğundadır. Bu
sebeple Osmanlıca şiirde cümleler dâimâ kısa, unsurları yerli yerinde ve sâde Türk cümlesi (özne-
tümleç-yüklem sıralanışında) olarak yapısını muhâfaza etmiştir. Nesirde ise belirli bir ölçüye sığmak
mecbûriyeti olmadığı için Osmanlıca nesir unsurları, istenildiği kadar geniş, uzun tutulabilmiştir. Ayrıca
Arapça ve Farsçadan alınan pekçok kelime metinleri anlaşılamaz hâle getirmiştir. Bu durum daha ziyâde
Arapça ve Farsçanın yabancı dil sayılmamasından kaynaklanmıştır. Hattâ her üç dilin unsurları birbirine
karışarak, hiç birinde görülmeyen mümtezic (uyuşan, kaynaşmış) kelimeler ortaya çıktığı gibi, bir hayli
galat (yanlış) kelimeler de türemiştir.

Osmanlıcanın son devresinde uzun, bozuk Türkçe nesir yapısı tekrar sâde ve kısa cümleli biçimini
kazanmıştır. Nazımda ise yeni edebiyâtla birlikte mânânın bir beyitte tamamlanması mecbûriyeti
ortadan kalkınca, uzun cümleler ortaya çıkmıştır. Bu hâl bilhassa Servet-i Fünûn edebiyâtında
görülmüştür. Osmanlıca, nesir ve nazım cümleleri bakımından Türk cümlesini sağlam bir yapı ile
Türkiye Türkçesine devretmiştir.

Türkiye Türkçesi: Türkiye Türkçesi, Batı Türkçesinin son ve bugün de devâm eden devresidir.
1908 Meşrûtiyetinden sonra başlar. Cumhûriyete kadar süren ilk devrede Osmanlıca henüz sahneden
çekilmemiştir. Osmanlıca ile yeni dilin cümleleri berâber kullanılır. Daha Tanzimatla girmeye başlayan
Batılı kültür unsurları, Osmanlıcaya hâkim olan İslâmî kültür unsurlarıyla yer değiştirme mücâdelesine
başlamıştır.

Bir dil, bir başka dile sâdece dil husûsiyetleriyle doğrudan tesir etmez. Yeni kültür, dili kendi
kelimeleriyle, kavramlarıyla canlı tutmaya çalışır; dilin cümle yapısına hemen karışmaz, belki hiç
karışmaz. Bâzan, Osmanlıcada olduğu gibi kültür, dilin cümle yapısına da tesir eder.

İşte Türkiye Türkçesi de, İslâmî kültür unsurlarının Türkçe üzerinde hâkimiyetinin zayıfladığı
devrede, Batılı kültür unsurlarının girmesiyle ortaya çıkmıştır.Türkçe artık Batı dillerinden girecek olan
kelimelere, yeni kavramlara kapısını açmış olur.

Bu devrede Türk cümlesi kısalmış, cümle unsurları yerli yerine oturmuştur. Osmanlıcadan Türkiye
Türkçesine geçiş, yazı dilinin konuşma diline yaklaştırılmasıyla başlamıştır. Türkiye Türkçesinde bugün
kullandığımız Türk yazı dili temel olarak İstanbul ağzına dayanmaktadır.

Osmanlıcanın son devresinde Arapça ve Farsçadan giren unsurlarla meydana gelen uzun ve ağdalı
cümleler nasıl bir ifratsa, Türkiye Türkçesinin son devresinde uydurma kelimelerle varılan dildeki aşırılık
da bir tefrittir.

DİL_

Alm. Zunge (f), Fr. Langue (f), İng. Tongue. Ağız boşluğunda yer alan, tatmayı, yutkunmayı
sağlayan ve seslerin oluşumuna katkıda bulunan, etli, uzun, hareketli bir organ. Dil yassı ve oval biçimli
olup, çizgili kaslardan yapılı ve serbest yüzeyleri mukoza ile örtülüdür. Kasların çokluğu,yapışma
yerlerinin ve kas lifleri yönlerinin çok çeşitli olması, liflerin kasılma ve esnemesini kolaylaştıran yağ
dokusunun bolluğu, dilin çok çeşitli hareketler yapabilmesini sağlamaktadır. Dil aynı zamanda vücutta
en çok şeklini değiştirebilen organdır. Dili örten mukoza sinir bakımından çok zengindir.

Sayılan bu özellikleri, dile çok çeşitli görevler yapabilme imkânı vermiştir. Çiğneme, yutma,
emme, konuşma ve tatma işlerinde çok önemli roller oynar. Çiğneme esnâsında dil, yemek parçalarını
diş kavisleri arasına sokar. Dilin üst yüzeyinde bulunan “papilla filiformes” denilen kabartılar, dişler
tarafından parçalanmış, tükrükle ıslatılmış yemek parçalarını kolay yutulabilecek lokmalar hâline getirir.
Yutma sırasında sert damağa dayanarak lokmalar üzerine önden arkaya basınç yapmak sûretiyle
lokmaların arkaya ve aşağıya, yemek borusuna doğru kaymasını sağlar. Konuşma sırasında çeşitli
hareketleri ve şekil değiştirmesi sâyesinde ağız boşluğunda çeşitli büyüklük ve şekilde boşluklar ve
aralıklar meydana getirerek gırtlaktan çıkan sesin değiştirilmesi ve çeşitli harflerin telaffuzunda önemli
rol oynar. Dil mukozasında çok sayıda sensitif sinirlerin bulunması sebebiyle, dil çok duyguludur. Ağız

boşluğuna giren yabancı cismi derhal fark eder. Dilin ucu, ağız boşluğundaki köşelere ve küçük
çukurlara sokularak, yemek kırıntılarını ve yabancı cisimleri uzaklaştırır ve bu şekilde ağzı temizler.
Dilin üzerinde bulunan tad organları, besinlerin lezzetinin alınmasını ve zararlı besinlerden sakınılmasını
sağlar.

Dil, arkadan kaslar ve bağlarla dil kemiğine ve alt çene kemiğine bağlıdır. Dil kemiği (os hyoideus)
alt çene ile âdem elması denen nefes borusuna âit kısmın arasında yer alır. Dilde sekizi çift olmak üzere
on yedi kas vardır.

Dil mukozası üzerinde çeşitli şekilde küçük kabartılar görülür. Bu kabartılara dil papillaları (papilla
linguales) denir. Bu papillalar şekil bakımından beş gruba ayrılır. Papilla filiformes (iğsi çıkıntılar)ler, dil
üzerinde bulunan papillaların en çok görülenidir. Sert epitel tabakası ile örtülü olup yemek parçaları
üzerinde mekanik etki yaparlar. Papilla funqiformes (mantarsı çıkıntılar) ler dilin ön kısmında
bulunurlar; tad duygusu ile ilgilidirler. Papilla circumvallatae’ların sayısı 7-12 arasında olup, dilin arka
üst yüzeyinde V şeklinde çukur bir çizginin önünde bulunurlar. Tad duyusu ile ilgilidirler. Papilla
foliatae’ler, dil köküne yakın kısımda bulunurlar. Yaprak şeklinde olup tad duyusunu alan tad
tomurcuklarını bulundururlar.

Ağır enfeksiyon hastalıklarında, özellikle tifoda dilde koyu kahverengi bir mukoza tabakası oluşur
ki, bu tabloya paslı dil denir.

Dil iltihâbına glossitis denir. Fazla sigara içmek, çok sıcak veya yakıcı yiyecek ve içecekler, veya
ihmal edilmiş çürük diş ve mikroplu diş etlerinden olur. Düzensiz çıkmış veya kırılmış dişlerden ileri
gelen dil iltihapları bulunduğu gibi, frengiden, vitaminsizlikten ileri gelen dil iltihapları da vardır. Dilde
görülen ülserler sathî yaralar, herpes enfeksiyonundan dolayı oluşabildiği gibi, dil kanserinin
belirtilerinden biri de olabilir. Dil yüzeyinin kronik tahrişi sonucu, lökoplaki denen beyaz renkte bir
kalınlaşma görülür. Kansere yol açabilir. Dil kanserlerine oldukça sık rastlanır ve genellikle bakımsız
dişlerle ilgilidir.

Dilin aşırı derecede gelişmesine makroglossi, aşırı derecede küçük olmasına ise mikroglossi denir.
Bu anormallikler doğuştan veya sonradan olabilir.

DİLBALIĞI (Solea Vulgaris)

Alm. Seezunge, Fr. Sole franche, İng. Common sole. Familyası: Yan yüzergiller
(Pleuronectidae). Yaşadığı yerler: Kuzey denizlerinde ve Türkiye sularının kumluk sâhil bölgelerinde.
Özellikleri: Üstü küçük pullarla örtülüdür. Tatlı sularda da yaşar. Çeşitleri: Sarı, alaca, benekli dil
balığı gibi türleri vardır.

Kemikli balıklar (Teteostei) takımından, dibi kumlu sığ denizlerde, sol yanına yatık olarak yaşayan
bir balık. Küçük veya orta boylu, ince pulludur. 60 cm boyunda 4 kg ağırlıkta olanları vardır. Gözleri sağ
taraftadır. Sol tarafta göz yoktur. Bu sebeple etrâfını görebilmesi için sol yanına yatık olarak yüzer. Üst
gözü sırt yüzgecinin altında öne doğrudur. Sırt yüzgeci bütün sırt boyunca uzanır. Dilbalığı yaşadığı
yerin rengini alır. Kurt yiyerek beslenir. Bâzan tatlı sulara da geçer. Atlas Okyanusu, Manş ve
Akdeniz’de yaygındır. Türkiye’nin bütün sularında bulunur. Avlanması zordur. Mayıs-haziran aylarında
yumurtlar. Yumurtaları diğer yassı balıklarda olduğu gibi suda serbest olarak yüzerler. Beyaz eti gâyet
makbuldür. Yassı balıkların en lezzetlisidir. 100 gramında 94 kalori vardır. En lezzetli zamânı kasım-
mart ayları arasıdır. Derisi yüzüldükten sonra tavası çok güzel olur.

DİLBİLGİSİ

Alm. Grammatik (f), Fr. Grammaire (m), İng. Grammar. Dilleri bütün cepheleriyle konu edinip
inceleyen ilmin adı. Arapçada sarf ve nahv ilmi, batı dillerinde ise gramer olarak adlandırılır. Bir dili
seslerden cümlelere kadar, ihtivâ ettiği bütün dil birliklerini, geniş bir şekilde mânâ ve vazîfe olarak
inceleyen ilme dilbilgisi denir.

Dilbilgisi incelediği dil unsurlarına göre kendi içinde bölümlere ayrılır. Dilin seslerini inceleyen
kısmına ses bilgisi (fonetik), yapı yönünden kelime ve şekilleri konu edinen kısmına şekil bilgisi
(morfoloji veya sarf), kelime ve şekillerin çıkış yerlerini, yâni menşelerini araştıran kısmına menşe
veya türeme bilgisi (etimoloji), kelime ve şekillerin aralarındaki münâsebetler ile cümleleri inceleyen
dalına ise cümle bilgisi (sentaks veya nahv) denmektedir. Dil ancak bu saydığımız unsurlarla
tamamlandığı gibi, dilbilgisi de bu unsurlardan teşekkül etmektedir. Bu bölümlerin hemen hepsi
dilbilgisi içinde ayrı ayrı incelenmelerine rağmen, birbirlerinden kat’î çizgilerle ayrılmazlar ve dâimâ
birbirlerine karışırlar. Bu îtibârla dilbilgisi “bir dili bütün cepheleriyle bir bütün olarak ele alıp inceleyen
ilmin adıdır.”

İnsanoğlu târihî akış içinde, zamanla biriken bilgiler sâyesinde hemen her şeyi inceleme ve
araştırma mevzuu yapmış, dillerin sırrını çözmeye çalışmış ve böylece yeni bir ilim dalı ortaya
çıkarmıştır. Dillerin incelenmesi, Eski Yunan ve Hintlilerden başlayarak dillerin bağlı olduğu kâideler
tesbit edilmeye çalışılmış ve bu kâidelerin ortaya çıkardığı bilgiye de “gramer bilgisi” denmiştir. Buna
paralel olarak her dilin kelime hazînesi toplanmış netîcede sözlükler ortaya çıkmıştır. Gramer sâyesinde
dillerin doğru okunup yazılması gerçekleşmiş, düşünce ve duygular bu şekilde zapt u rapt altına
alınmıştır.

Dilbilgisi çok eski ilimlerdendir. Grekçeden, Lâtinceye, oradan diğer dillere yayılmıştır. En eski
gramercilerin Hintliler olduğu bilinir. M.Ö. 1. asırda batıda dilbilgisinin kurucusu Aristotales kabûl edilir.
Aristo, grameri, mantığın aynası hâline getirmiştir. Dionysois M.Ö. 1. asırda Dilbilgisi Sanatı adıyla ilk
dilbilgisi kitabını yazmıştır. M.S. 4. asırda Romalı Donatus’un yazdığı dilbilgisi kitabı, batıda yıllarca
okutulmuştur. Bunların dışında İskenderiye dil mektebinin gramer ve lugat konularında mühim yer
tuttuğu görülür. İslâmî devirde görülen dilbilgisi çalışmaları daha çok bu mektebi taklit etmiştir.
Emevîler devrinden îtibâren İslâm âleminde pekçok gramer ve lugat yazılmıştır (Bkz. İslâmî Edebiyat).
Türkiye’de 1858 yılında rüşdiyelerin açılması ile okutulmaya başlanır. On sekizinci asra kadar filozofların
elinde kalan dil, onlar tarafından şekilci mantığın sözdeki şekli olarak mütâlaa edildiği gibi, düşüncenin
de değişmez kânunlarına bağlılığı şeklinde değerlendirilmiştir. Böylece dil bilgisi yalnız gramerin değil,
aklın da temsilcisi olmuştur. Fakat 19. yüzyıldan sonra dilin apayrı bir müessese olduğu, kendi
kânunlarına bağlı, canlılığa sâhip bulunduğu fikri ortaya çıkmıştır. Yine bu asırda diller arasındaki
akrabâlıklar tesbit edilirken, dillerin ayrı âileler meydana getirdiği keşfedilmiştir. Böylece dilleri
inceleyen, karşılaştırmalı gramer ortaya çıkmıştır. Ayrıca gramerin; bir dilin târihini ve zaman içindeki
değişme ve gelişmesini inceleyen târihî gramerin yanında, bir dilin veya lehçenin belirli bir zamandaki
durumunu konu edinen “tasvîrî gramer” gibi çeşitleri vardır. Bunun yanında bütün dilleri karşılaştırarak,
sınıflara ayıran, onların iç ve dış kânunlarını araştıran bilgi koluna da “umûmî lenguistik” denmektedir.
Ayrıca dillerle uğraşan ve bir dil üzerinde araştırmalar yapan dil bilginine de “lengüist” adı
verilmektedir.

Türkçe ilk dilbilgisi kitabı, bugün elde bulunmayan Kaşgarlı Mahmud’un 11. asırda yazdığı
Cevâhirü’n-Nahv adlı eseridir. Ebû Hayyân’ın Arap diliyle, Arapça dil bilgisi metoduna göre
düzenlenmiş eseri Kitâbu’l-İdrâk li Lisâni’l Etrâk (yazılışı 1312 baskı 1931) ilk Türk dilbilgisidir.

Osmanlı Türkçesinde yazılmış ilk dil bilgisi kitabı ise; Bergamalı Kadri’nin Müyessiret-ül-Ulûm (1530)
adlı eseridir.

On dokuzuncu asra kadar bütün dilbilgisi kitaplarında Arap dilbilgisi metodu izlenmiştir. Türk
dilinin yapısı, kâideleri bu usûle göre tesbit edilmiştir. Kimisinde Arap, kimisinde Fransız dilbilgisi
metoduna uyularak yazılan, Osmanlıcanın yapısını anlatan eserler şunlardır: Ahmed Cevdet ve Fuâd
paşaların Medhal-i Kavâid (1851), Kavâid-i Osmâniye (1865), Kavâid-i Türkiye (1875), Abdullah
Râmiz Paşanın Lisân-ı Osmânî’nin Kavâidini Hâvî Emsile-i Türkî (1866), Ali Nazmi’nin Lisân-ı
Osmânî (1880), Selim Sâbit’in Nahv-ı Osmânî (1881), Abdurrahmân Fevzi’nin Mikyâsül-Lisan
Kırtâsü’l-Beyân (1881), Manastırlı Rıfat’ın Külliyât-ı Kavâid-i Osmâniye (1885), Şemseddîn
Sâmi’nin Nev-Usûl Sarf-ı Türkî (1892), Necib Âsım’ın Osmanlı Sarfı (1894).

Fransız lisânının metodunu uygulayan yazarlar ve eserleri: Şeyh Vasfi, Mufassal Yeni Sarf-ı
Osmânî (1901), Mufassal Nahv-ı Osmânî (1901); Hüseyin Câhid Türkçe Sarf u Nahv (1908);
Ahmed Cevad, Lisân-ı Osmânî (1912); Anton Tıngır; Türk Dilinin Sarf-ı Tahlisi.

Meşrûtiyet döneminde Tedkikât-ı Lisâniye Encümeni tarafından Maârif Nezâretince Sarf ve Nahv-
ı Türkî (1930) yayınlanmıştır.

Cumhûriyet döneminde kurulan Dil Encümeni (1928) alfabe ve dilbilgisi hakkında da iki rapor
hazırlamış; 1928’de Lâtin harfleri TBMM’de kabul edilmiş, bir süre sonra da 1932’de Türk Dili Tedkik
Cemiyeti kurulmuştur. Daha sonra ortaöğretimde kullanılacak dilbilgisi kitabını Tahsin Banguoğlu
hazırlamıştır (1940). Bu târihten sonra dilbilgisi çalışmaları iki kolda gelişir. İlk ve ortaöğretimde
kullanılmak üzere yazılan dilbilgisi kitapları ile Türkçenin ana grameri vasfında ilim dilbilgileri ve
monogrofiler (T.N. Gencan, K. Demiray, A.C. Emre ve Prof. Dr. M. Ergin gibi...) Ayrıca Prof. Dr. Fâruk
K. Timurtaş, târihî Türkiye Türkçesi ile ilgili olarak Eski Türkiye Türkçesi ile Osmanlı Türkçesi
Grameri III, adlı eserlerini bu devirde vermiştir.

Avrupa’da Türk dili ve grameri üzerindeki çalışmaların târihi çok eskidir. Alman H.Megiser’in
(1612) eseri, yazarı bilinmeyen İbrâhim Müteferrika baskısı eser (1732) gibi Birinci Dünyâ Savaşından
sonra Türklere karşı duyulan ilgiyle Avrupa üniversitelerinde doğu dilleri ve Türk dili bölümleri açıldı ve
pekçok Türkçe dilbilgisi kitapları yazıldı. J.W. Redhouse (1884), J. Deny (1912), J.Nemeth (1916),
Ettore Rossi (1939), S.Topalina (1940), A.N.Koronov (1941), A.Tietze, S.G.Lisse (1943), Harbert

Jansky (1943), Robert Godel (1945), N. Nitek (1945), Normon A. Mcquown (1946), Heinz Appenzeller
(1948), P.H.Rühl (1949), L.Rosony (1960), G.L.Lewis (1967).

Türk dillerinin mukâyeseli grameri yazılmamış olmakla berâber bu sâhada yerli ve yabancı birçok
ilim adamı çalışmıştır. W.Radloff (1882-1883), A.Cevad Emre (Türk Lehçeleri Mukayeseli Grameri
1949), N.K. Dimitriev (1956-1959, 1961, 1962) gibi.

DİLEKÇE

Alm. Antrag (m), Gesuch (n), Fr. Petition (f), İng. Petition. Bir dileği, isteği veya şikâyeti
bildirmek üzere resmî dâirelere sunulan imzâlı yazı. Arzuhâl ve istidâ kelimeleri de aynı mânâda
kullanılır.

Dilekçenin yazılması, şekli ve muhtevâsı önemli bir yer tutar. Geçmiş asırdaki devletlerde, şikâyet
veya istek sâhibi kişilerin tek tek veya topluca, yazılı olarak dilekçe sundukları bilinmektedir. İslâm
halîfeleri ve hükümdârları, halkın sözlü ve yazılı dilekçelerle yaptıkları mürâcaatları bizzat kendileri veya
kurdukları dîvânlarda değerlendirmişlerdir. Bu dîvânlara Mezâlim veya Adâlet Dîvânı denilirdi.
Osmanlılar zamânında da, ilk önceleri bizzat pâdişâhın iştirak ettiği dîvânlar teşkil edildi. Sonraları
sadrâzam veya sadâret kaymakamının başkanlığında Çarşamba Dîvânı adıyla her hafta toplanan
dîvânlarda, halkın istek ve şikâyetleri dinlenir, dilekçeleri değerlendirilir, hazır bulunan heyet tarafından
dâvâlar ânında çözüme kavuşturulurdu. Osmanlı arşivleri dilekçe örnekleriyle doludur. Bunlar genellikle
haksızlıktan şikâyet, ücretin veya görevin taleb edilmesi veyahut bir yanlışlığın düzeltilmesi için verilirdi.
Dilekçeler, şehirlerden köylere kadar idâreci her makâma verilebilirdi. Dilekçe yazmasını bilmeyenler
arzuhâlcilere yazdırırlardı.

Günümüzde vatandaşlar 1982 Anayasası’na göre, kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve
şikâyetlerini yetkili makâmlara ve TBMM’ne yazı ile bildirme hakkına sâhiptirler. Türkiye’de dilekçe
hakkının kullanılması 1 Kasım 1984 târih ve 3071 sayılı kânunun 4. maddesine göre TBMM ve idârî
makamlara verilen dilekçelerde; başvuru sâhibinin adı ve soyadı ile, iş ve ikâmetgâh adresinin ve
imzâsının bulunması mecbûrîdir. Dâvâ açmak için mahkemelere verilen dâvâ dilekçelerinde Hukuk
Usûlü Muhâkemeleri Kânunu’nun 179. maddesine göre bâzı kayıtların bulunması lâzımdır. Medenî
Yargılama Hukûkunda dâvâ dilekçesinin başında dilekçenin verildiği mahkemenin adı, dâvâcının ve
dâvâlının ad ve soyadları ile adresleri yazılır. Daha sonra, dâvânın konusu, dâvâ sebebi ve hukûkî

sebepler gelir. Son olarak da, netîce-i taleb, yâni dâvâcının karar verilmesini istediği şey açık bir
biçimde yazılır. Dilekçenin altında, dâvâcının veya vekilinin imzâsı yer alır. Bu arada dâvâlının dâvâcıya
cevap vermesi için gerekli süre tanınır. İdârî Yargılama Usûlünde ise, idârî dâvâlar; Danıştay, İdâre
Mahkemesi ve Vergi Mahkemesi Başkanlıklarına hitâben yazılmış dilekçelerle açılır.

DİLMAÇOĞULLARI

Doğu Anadolu’da Erzen ve Bitlis’te 1085-1192 yılları arasında hüküm sürmüş olan bir Türk beyliği.
Kurucusu olan Dilmaçoğlu Mehmed Bey, Malazgird Muhârebesinden sonra, diğer Türk beyleri gibi
Anadolu’ya akınlarda bulundu. 1085 senesinde Diyarbakır alındıktan sonra Bitlis ve Ahlat da Selçuklu
kuvvetleri tarafından fethedilmişti. Bitlis ve havâlisi Dilmaçoğlu Mehmed Beyin idâresine bırakıldı ve
kendisine timar olarak verildi. Bir süre sonra bu bölgede beyliğini kuran Mehmed Beyin ölüm târihi
bilinmemektedir.
Mehmed Beyin yerine Toğan Arslan geçti. Toğan Arslan önce, Türkiye Selçuklu Sultânı Birinci Kılıç
Arslan’a, onun ölümünden sonra da Sökmenlilere bağlandı. Toğan Arslan, Meyyâfârıkîn (Silvan)e bağlı
yirmi beş köyü ele geçirince, İbrâhim Sökmen’in idâresinin zayıflığından faydalanarak bağımsızlığını îlân
etti. Fakat bu hâl uzun sürmedi. Daha sonra Artuklulara bağlanan Toğan Arslan, İlgâzî ile birlikte,
Haçlılara ve Gürcülere karşı savaştı.
Toğan’ın Artuklulara bağlanması, Sökmenli Beyi İbrâhim’i kızdırdı. Netîcede Dilmaçoğulları üzerine
1124 yılında sefere çıkarak Bitlis’i muhâsara altına aldı. Fakat başarı elde edemedi.
Musul Atabegi İmâdeddîn Zengî’nin ordusuna 10.000 dînâr haraç ödeyerek ülkesini tahrib
olmaktan kurtaran ve 1134 veya 1137 senesinde öldüğü rivâyet edilen Toğan Arslan’ın yerine oğlu
Hüsâmüddevle Kurtî geçti. O da babası gibi Artuklular ile birlikte Gürcülere karşı yapılan seferlere
katıldı. 1130 senesinde Dovin’i zaptetti. Bir sene sonra Gürcü Kralı İvane, Anadolu’ya saldırdı ise de,
Hüsâmüddevle tarafından hezîmete uğratıldı. Hısn-ı Keyfâ Artukluları Beyi Rükneddîn Dâvûd’un saldırısı
üzerine, Kurtî, Mardin’e giderek yine Artuklulardan Timurtaş’ın himâyesine girdi. 1143 senesinde ölünce
yerine kardeşi Yâkut Arslan geçti. Ancak Yâkut Arslan da kısa bir süre sonra öldü ve yerine kardeşi
Fahreddîn Devletşah idâreyi eline aldı.
1161 senesinde Gürcistan üzerine yapılan seferlere katıldı. Bu seferden sonra Artuklularla
Dânişmendliler arasında çıkan savaşta, Devletşah, Artukluların yanında yer aldı. Bir süre sonra

Devletşah ile Mardin Artuklu Beyi Necmeddîn Alp arasında anlaşmazlık çıktı. Devletşah, Artuklu
hükümdârına karşı koyamayacağını anlayınca, 1168 yılında Meyyâfârıkîn’e kadar giderek, itâatini
bildirdi ve çıkması muhtemel bir savaşın önüne geçti. Devletşah, 1192 senesinde öldü. Aynı sene
içinde, Ahlat Emîri Begtimur, Dilmaçoğullarının merkezi Bitlis’i ele geçirdi.

Bundan sonra Dilmaçoğulları Beyliği siyâsî ve askerî bir varlık gösterememesine rağmen Erzen ve
havâlisinde 1394’e kadar varlığını korudu. Bu târihte Akkoyunlular tarafından tamâmen ortadan
kaldırıldı.

Bey Oluş
Dilmaçoğulları Beyleri

Târihi

Muhammed Bey 1085

Toğan Arslan (takriben) 1104

Hüsâmüddevle Kurtî 1137

Şemseddîn Yâkut Arslan 1143

Fahreddîn Devletşah 1145

DİN

Alm. Religion, Fr. Religion, İng. Religion. İnsanları dünyâda rahat ve huzûra, âhirette ebedî
saâdete götürmek için Allahü teâlâ tarafından peygamberleri vâsıtasıyla gösterilen yol. Dînin sâhibi ve
ortaya koyan Allahü teâlâdır. Bunun için din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez,
dinsizlik denir.

Din insanlara çok lüzumlu bir nizam olup, dinsizlik ise düşünülebilecek en fenâ bir davranıştır. Din
insanlara tıpkı yiyecek, içecek gibi lâzımdır. Çünkü, nasıl yiyecek ve içecek vücut için lâzımsa, rûhun
gıdâsı olan din de rûha lâzımdır. Din ortadan kalkarsa, insanlar hissiz, idrâksiz ve düşüncesiz bir
makina, bir otomat hâline gelirler. Din insanlara iyi ahlâk, sevişmek, kudret, cesâret, dayanma gücü,
sabır, rahat ve huzur getirir. İnsanları ortak îmân, amel, anlayış ve fazîletlere erdirerek bölücülüğe,
yıkıcılığa mâni olur. Hakîkî bir din, insanı Yaratanı ile muhâtap kılan ve O’na kavuşturandır.

Allahü teâlâ, ilk yaratılan insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede
bir peygamber vâsıtasıyla insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere “resûl” denir. Her asırda,
en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu
peygamberlere “nebî” denir (Bkz. Peygamber). Buna göre bâzı târih kitaplarında iddiâ edildiği gibi

insanlığın başlangıcı bir ilkellik vahşet değil bir medeniyettir. ilk defâ Allahü teâlânın bildirdiği din ile
doğru yolu bulan insanlar sonradan hırs ve bilgisizliğin tesiriyle bu yoldan ayrılarak vahşileşmişler,
medeniyetten uzaklaşmışlardır.

Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere inanmalarını
istemişlerdir. Fakat kalple, bedenle yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan,
İslâmlıkları, Müslümanlıkları ayrıdır. Din, Allahü teâlâyı tanıtan yol olduğuna göre, dünyâda tek bir din
olması gerekir. Hâlbuki dünyâ üzerinde birbirinden farklı dinler ve inanışlar vardır.

Bugün yeryüzündeki dinler ilâhî dinler ve bâtıl dinler olmak üzere ikiye ayrılır. Bâtıl dinler
Zerdüştlük, Taoizm, Konfiçyüstlik, Monohoizm, Totemcilik gibi insanlar tarafından uydurulan ilkel kabîle
dinleridir. Semâvî din de denilen ilâhî dinler, muharref yâni tahrif edilmiş, bozulmuş dinler ve hak din
olmak üzere ikiye ayrılır. Muharref dinlerin asıllarını Allahü teâlâ peygamberleri vâsıtasıyla göndermiş,
sonraları insanlar tarafından tahrif edilmiş, bozulmuştur. Hıristiyanlık ve Yahûdîlik böyledir. Hak din ise,
Allahü teâlânın gönderdiği şekilde bozulmadan kalan dindir. Bugün yeryüzünde hak din olarak sâdece
İslâm dîni vardır. Zîrâ, diğer semâvî dinlerin insanlar tarafından bozularak maksatlarından
uzaklaştırıldığı, hattâ tam tersine insanı yaratanından ayırıp peygamberlerden kopararak, uydurma
zümre ve müesseselere (Hıristiyanlığın kilise teşkilâtı ve ruhban sınıfı gibi) mânâsız bir esârete
götürdüğü hatırlanırsa, İslâmiyetin insanla Allahü teâlâ arasında saf, olgun ve hakîkî bir bağ kuran
yegâne “hak din” olduğu açıkca görülür. Bu bakımdan İslâmiyet Müslüman olanın dünyâ işlerini tanzim
eder. Aynı zamanda güzel ahlâkı tamamlayan, insanı maddî ve mânevî huzûra, sonsuz saâdete erişmesi
için sağlam temeller üzerine kurulmuş esasları getiren büyük bir ahlâk okuludur. İnsanları iyiliğe,
dürüstlüğe, hoşgörü sâhibi olmaya, büyüklere saygı ve küçüklere karşı şefkat göstermeye, Cenâb-ı
Hakk’ın emirlerine uymaya ve ona teslim olmaya teşvik eder. Kısacası insana faydalı, onu doğru yola
koymaya yarıyan en büyük âmildir (sebeptir).

İslâmiyet geldikten sonra, önceki dinlerin hükümleri yürürlükten kalkmıştır. Buna göre Yahûdîler
ve Hıristiyanlar da dâhil bütün insanların İslâmiyeti din olarak seçmeleri gerekmektedir. Nitekim Allahü
teâlâ İslâmiyetten başkasını din olarak kabul etmeyeceğini bildirmekte, Kur’ân-ı kerîmde meâlen;
“Muhammed’in (aleyhisselâm) getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü
teâlâ sevmez, kabul etmez. İslâm dînine arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehennem’e
gidecektir.” buyrulmaktadır. (Âl-i İmrân sûresi: 85)

Din hiçbir zaman kötü niyetler, özel çıkarlar, siyâsî entrikalar, gizli işler, mânâsız olaylar için
kullanılamaz. Bu husus dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli olan İslâmiyetin yüce kitabı Kur’ân-ı
kerîmde açıkça anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmin Hadîd sûresi 9,10. âyetlerinde meâlen;
“Gizli toplantılarda günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve peygambere karşı gelmeyi
fısıldaşmayın! Allah’a karşı gelmekten sakınmayı konuşun! Gizli toplantılar insanları üzmek
(ve kirletmek) için şeytanın istediği (ve yaptırdığı) şeydir.” buyurmaktadır.

Hâdiselere ve etrâfa ibretle bakan bir insan dîne hemen inanır. Dünyâdaki nizâmın, âhengin
inceliklerini, varlığın sırrını bilen bir insan bütün kalbiyle Allah’a inanır. Bir yaprağın faaliyetlerini bilen
bir insan hayrete düşer. Meselâ bir yaprak, bir insan gibi nefes alır. Gündüzleri oksijen, geceleri
karbondioksit verir. Su buharı çıkarır. Su buharı ile karbonik asidi, güneş ışığındaki enerji yardımıyle
birleştirerek ondan un, nişasta, yağ, şeker yapar. Âdetâ bir fabrikadır. Bunları anlayabilen bir insan
bütün bunları hayranlıkla görür ve bu hârikayı yaratan büyük kudrete, bir olan Allah’a ve O’nun
gönderdiği dîne candan inanır.

Din bizi, zararlı ve fenâ iş yapmaktan koruyan, ihtiraslarımızı frenleyen, rûhumuzu besleyen ve
temizleyen iyi huyları meydana çıkararak insanları hayırlı, yardımcı, büyüklerini dinler bir hâle getiren
ilâhî bir yoldur. Din, işlerde başarı için ümid ve cesâret veren, başarısızlıklarda tesellî eden, ızdırapları
unutturan, insanlara yaşama gücü veren, onu yetiştiren ve olgunlaştıran, Allah yolunu açan ve
toplumları dünyâda huzûra, âhirette ise ebedî saâdete kavuşturan bir kudret hazînesidir.

DİNAMİK

Alm. Dynamik (f), Fr. Dynamique (n), İng. Dynamics. Hareketi ve hareket kânunlarını kuvvetle
ilgi kurarak inceleyen mekaniğin bir dalı. Kinematik de mekaniğin bir dalıdır, fakat sâdece hareketi
inceler, kuvvetle münâsebet kurmaz.

Kuvvetleri; cisimlere tatbik edildiğinde şeklini ve boyutunu veya hareket hâlini değiştiren
kuvvetler, sürtünme kuvvetleri, ağırlığı meydana getiren yerçekimi kuvveti, mağnetik kuvvet, elektrikî
kuvvet diye sınıflara ayırmak mümkündür. Bir cismin dinamik incelenmesi o cismi meydana getiren
noktaların incelenmesi ile mümkündür. Maddesel nokta bütün kütlesi ağırlık merkezinde toplanmış
yoğun kütle demektir. Rijit cisimler bu kabul esas alınarak incelenirler. Güneşin etrâfında elipsoit bir
yörüngede dönen dünyâ, dünyânın etrâfında dönen ay ve sun’î uydu, birer maddesel noktadır.

Dinamiğin prensipleri:
1. Eylemsizlik prensibi: Bir cismin üzerine hiçbir kuvvet etki etmiyorsa (veya etki eden
kuvvetlerin bileşkesi sıfırsa) bu cisim hâlini muhâfaza eder. Yâni cisim duruyorsa, durmaya devâm eder.
Şâyet hareket hâlindeyse hızının doğrultusu, yönü ve değeri hiç değişmez. Bir başka ifâdeyle, bir
kuvvet etkisi altında olmayan bir cismin ivmesi sıfırdır.
2. Dinamiğin temel prensibi ve kütlenin târifi: Bir cisme sâbit bir kuvvet etki ettirilecek
olursa, bu cisim sâbit bir ivme kazanır. Kuvvet ivme arasındaki sâbit orana, hareket eden cismin kütlesi
denir. Kuvvet (F), kütle (m) ve ivme (a) ile gösterilirse, m=F/a olur. Bu bağıntı F=m.a veya a=F/m
şeklinde de yazılabilir. F=m.a bağıntısı kuvvet birimlerinden Newton (Nt) ve Dyn (Din)i târif etmeye de
yarar.
1 Newton; 1 kilogramlık bir kütleye 1m/sn2lik ivme verebilen kuvvettir (Nt = kg.m/sn2).
1 Dyn; 1 gramlık bir kütleye 1 cm/sn2lik ivme verebilen kuvvettir (Dyn = gr.cm/sn2).
1 Nt = 105Dyn’dir.
3. Etkinin tepkiye eşitliği prensibi: Her etkiye karşı dâimâ eşit ve zıt yönde bir tepki vardır.
Yâni iki cisimden biri diğerine bir etki yapıyorsa, ikinci cisim de birinciye, aynı büyüklükte ve zıt yönde
bir tepki yapar.
Burada mühim bir husûsu belirtmek îcâb etmektedir. Zaman, mekân ve hareket gibi konular,
İslâm âlimleri tarafından asırlar önce tedkik edilmiş ve onların eserleri vâsıtasıyle batı bilim dünyâsına
geçmiştir. Batıda bu eserlerin ışığında yetişen fen adamları, İslâm âlimlerinin kitaplarından öğrendikleri
pekçok ilmî keşifleri, sanki kendi buluşlarıymış gibi göstermişler ve bu keşiflerin gerçek sâhiplerini
gizlemişlerdir. Batının bu tutumu, İslâm düşmanlığından kaynaklanan koyu bir Haçlı taassubunun
netîcesidir.
Böylece, İslâmiyetin ilme verdiği önemi çok iyi bildikleri için, geceli gündüzlü çalışıp ömürlerini
fedâ ederek pekçok keşifler yapmış olan İslâm âlimlerinin ismi unutulurken, en küçük bir buluş yapan
Hıristiyanlar “büyük kâşif”, “ilmin öncüsü” olarak meşhur edilmişlerdir.
Bugün, İngiliz fizikçisi Newton’a (1642-1727) mâl edilen “Dinamiğin Prensipleri”, Newton’dan
asırlar önce İslâm âlimleri tarafından incelenmiştir. Meselâ meşhur tefsir ve fen âlimi Fahrüddîn-i Râzî
(1149-1209) fizik ve tabiat ilimleri sahasında asrının bir tânesiydi. Fiziğin temel konularından olan
hareket, hız, zaman, mekân ve enerji konularını derinlemesine inceledi. Dinamiğin birinci ve üçüncü

prensiplerini gâyet açık ve esaslı bir şekilde ortaya koydu. Yine İslâm âlimlerinden İbn-i Mülka (1087-
1165) Kitâb-ül Mu’teber isimli eserinde dinamiğin üçüncü prensibini gâyet açık bir şekilde îzâh
etmiştir. Dinamiğin birinci prensibi İbn-i Sînâ tarafından da keşfedilmiştir.

İslâm âlimlerinin asırlar önce yazdığı eserler incelendikçe, onların akıllara hayranlık veren
çalışmaları ortaya çıkmakta ve İslâmiyetin ilme verdiği değer daha iyi anlaşılmaktadır.

DİNAMİT

Alm. Dynamit (n), Fr. Dynamite (m), İng. Dynamite. Nitrogliserinden yapılan patlayıcı madde.
İlk defâ 1866 yılında İsveçli bilgin Alfred Nobel tarafından bulunmuştur. A.Nobel, yağımsı ve kolay
patlayan trinitrogliserin maddesini kizelgura emdirerek elde ettiği maddeye dinamit ismini verdi.
Böylece darbeyle patlamayan ve emniyetle taşınabilen bir patlayıcı keşfetmiş oldu. Keşfettiği bu yeni
patlayıcının kendi topraklarında ve kendi vatandaşlarına karşı kullanıldığını gördü. “Nobel Barış Ödülü”
vakfını kurmada bunun etkisi büyük oldu.

Dinamitin çıkış maddeleri yağların sabunlaşması esnâsında elde edilen gliserindir. Gliserinin
sülfürik asit katalizörlüğünde nitrik asitle verdiği reaksiyon sonucu trinitrogliserin bileşiği meydana
gelir:

(H2SO4)
C3H5(OH)3 + HNO2  C3H5(O-NO2)3

Gliserin Nitrik Asit Trinitrogliserin+H2O
Trinitrogliserin, sarı, yağ kıvamında çok kolay patlayan 45°C’de korunması güç bir maddedir.

Bunun, kizelgur adı verilen silisyumdioksit kimyasal formülüne sâhip, sünger görünümlü bir maddeye
emdirilmesi sonucu, şiddetli patlayıcı, ancak patlayabilmesi için belli bir ısı isteyen bir patlayıcı
(dinamit) elde edilir. Dinamit yapılan yerde basınç düzenlenir ve çalışanlara özel giysiler giydirilir.
Kizelgur dinamiti artık nâdiren kullanılır ve sâdece târihî bir önemi vardır.

Günümüzde dinamit nitrogliserinden yapılmaktadır. Nitrogliserin gliserin trinitrat ve kendi gibi
patlayıcı bir bileşik olan etilen glikol dinitrat karışımından hazırlanır. Etilen glikol dinitrat donmayı
önlemek için katılır. Dinamitin katı kısmı, kâğıt hamuru veya diğer karbonlu yanıcı maddelerden ve
patlamada yanma oksijenini sağlayacak sodyum nitrat veya amonyum nitrattan meydana gelmektedir.
Dinamit içindeki nitrogliserin muhtevâsı istenen patlama gücüne veya hızına göre % 5’ten % 90’a kadar
değişir.

Bâzan nitrogliserini emdirmek için nitro-selüloz kullanılır. Bu durumda ürün jele benzer ve bu
patlayıcılar jelâtin dinamitleri ismini alır. Su altında bile kullanılabilirler. Dinamit hâlâ değerini muhâfaza
etmektedir. İnsanlığın felâketi için kullanılmış olmakla berâber günümüzde teknolojik önem
taşımaktadır. Mâden ve kömür işletmelerinde, yol ve su kanallarının inşaatlarında, tünellerin
kazılmasında, limanların genişletilmesinde, büyük kayaların parçalanmasında kullanılır.

DİNAMO

Alm. Dynamo, Fr. Dynamo, İng. Dynamo. Mekanik enerjiyi elektrik enerjisine çevirerek elektrik
akımı üreten âlet. Jeneratör de denir. Kullanılacak elektrik akımını temin edecek şekilde çeşitli
büyüklükte dinamolar vardır. Alternatif akım üreten dinamolar ve doğru akım dinamoları diye iki grupta
toplanırlar.

Bir dinamoda biri hareketli diğeri sâbit iki ana parça bulunur. Birisi mağnetik alan meydana
getirir. Diğeri bu alan içindeki bir bobindir. Hareketli parçaya “rotor”, sâbit parçaya “stator” denir. Bir
dinamonun belli başlı parçaları şunlardır:

1. Endüvi: Genellikle dönen kısımdır ve üzerinde gerilim endüklenir. İsmi de gerilim endüklenen
yer olduğu için endüvidir. Bir endüvi şu kısımlardan meydana gelir:

a) Göbek: Silisli dinamo saclarından yapılır. Bu saclar 0,35-0,5 mm kalınlığındadır. Bu sacların
üzerinde oyuklar bulunur sargılar bu oyuklara yerleştirilir.

b) Mil: Saclar bu mile sıkıca geçirilmiştir, iki başından yataklara oturtulur.
c) Kolektör: Endüvi ile birlikte olmasına rağmen ayrıca incelenir.
2. Endüktör: Duran kısımdır. Gerilim endükleten kısımdır. Bu da ince silisli saclardan yapılmıştır.
Bu sacların çevresine makinanın cinsine göre (seri- paralel) sargılar sarılır.
3. Gövde: Endüktörün yerleştirildiği kısımdır. Demir dökümden yapılır.
4- Kolektör ve fırçalar: Kolektör bakır dilimlerinin yan yana gelmesiyle hazırlanır. İki dilim arası
yalıtılmıştır, mile sıkıca geçirilir. Fırçalar ise kömür ve benzeri maddelerden yapılır ve bunlar yaylar
aracılığı ile kolektörün üzerine bastıracak şekilde yerleştirilirler, bunlar endüklenen gerilimi dışarı
almaya yararlar.

Dinamonun çalışma prensibi: Kapalı bir iletken tel, bir mağnetik alan içinde döndürülürse, telin
sınırladığı yüzey içinden geçen mağnetik akı değişir. Kapalı iletkende, bu değişikliği dengeleyecek
şekilde mağnetik alan meydana getirecek olan bir elektron hareketi başlar. Buna “indüklenme” denir.

Böylece elektrik akımı meydana gelir. Bu akıma “indüksiyon akımı” denir. İletkenlerin mağnetik
alandaki bu özellikleri dinamoların çalışma prensibini meydana getirir.

Mağnetik alan içindeki kapalı çerçeve, dönme hareketi esnâsında yönü periyodik olarak değişen
bir elektrik akımı verir. Bu akım çerçeve ucundan, değme bilezikleri ile alınır. Akım yön değiştirdiği için
“alternatif akım” denir. Bu tip dinamolara “alternatör” adı verilir.

Tel çerçevenin uçları değme bilezikleri yerine iki kolektör lameline bağlanırsa, akımın sıfır olduğu
yerde lameller karşı taraftaki fırçalara değer.

Böylece çerçeveden çekilen indüksiyon akımının şiddeti sıfırla maksimum bir değer arasında
değişmekle berâber yönü aynıdır. Çerçeve sayısı arttığında akımlar birbirine eklendiğinden dalgalanma
azalarak aynı yönde dalgalanmayan bir akım elde edilir.

Dinamolarda tek bir çerçeve kullanılmayıp bir çekirdek etrâfına sarılmış bobinler bulunur.
Mağnetik alanı meydana getiren mıknatıs veya elektromıknatıs stator olarak kullanılır. Sargı bobini
rotordur. Kullanılacak elektrik akımı rotordan kolektör ve fırçalarla çekilir.

Mağnetik alan olarak elektromıknatıslardan faydalanılır. Elektromıknatısları besleyen akım
dinamonun ürettiği kendi akımıdır. Mağnetik alan ve üretilen akım birbirini besleyerek doyuma ulaşırlar.

Alternatif akım dinamolarında akım alınan bobinler (armatürler) ekseriya stator olarak kullanılır.
Rotor, stator içinde dönen bir mıknatıs tekerleğidir. Bu mıknatıs tekerliği doğru akım veren bir yardımcı
dinamo ile mıknatıslıdır. Bu durumda alternatörün ürettiği akım statorun sâbit uçlarından alınır.

Statordaki ayrı sargı sistemleri sayısı, ayrı ayrı iki, üç gibi çoğaltılırsa bu durumda elde edilen
akımlara iki fazlı, üç fazlı alternatif akım denir. Şehirde kullanılan tek fazlı alternatif akım üç fazlı
alternatif akımın bir fazıdır.

DİNAMOMETRE

Alm. Dynamometer (n), Kraftmesser (m), Fr. Dynamometre (m), İng. Dynamometer. Kuvvet
ölçen âlet. Cisimlere bir kuvvet tatbik edilince esnekliklerine bağlı olarak şekil değişikliği gösterirler. Bu

şekil değişikliği, tatbik edilen kuvvetle doğru orantılıdır. Bundan faydalanılarak esnekliği fazla olan
cisimler, kuvvet ölçücü olarak kullanılırlar.

Yaygın kullanılan dinamometreler, helozonik çelik yaylardan yapılırlar. Yayın uzama veya
kısalması kuvvete karşılık gelecek şekilde taksimâta ayrılmıştır. Tatbik edilen kuvvete bağlı olarak
dinamometre ibresi taksimât üzerinde bir sayıyı gösterir.

Dinamometrelerin üzerinde ölçebileceği maksimum (azamî) kuvvet yazılıdır. Şâyet bu maksimum
kuvvetten daha büyük bir kuvvet uygulanırsa dinamometre kırılır, en azından esnekliği bozulur.

DİNAR

Alm. Dinar (r), Fr. Dinar (m). Unite monetaire Yougoslave. İng. Arabic gold coin. Çeşitli
ülkelerde kullanılan para birimi. Irak, Kuveyt, Yugoslavya dinarı gibi.

Dinar, ilk defâ M.Ö. 269 yılında Roma İmparatorluğunda “denarius” adıyla kullanılmıştır. Bu para
birimi daha sonra Bizanslılara onlardan da Araplara geçerek dinar adını almıştır.

Emevî halîfeleri ve Abbâsîlerin ilk zamanlarında İslâm memleketlerinde basılan altın paraya da
“dinar” denilmiştir. Fıkıh kitaplarında dinar denilince altın para anlaşılmaktadır.

Bugün Suriye, Irak, Kuveyt ve Yugoslavya’daki para biriminin adıdır.

DÎNEVERÎ

Dokuzuncu yüzyılda yetişmiş meşhur botanik ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ahmed bin
Dâvûd ed-Dîneverî olup, künyesi Ebû Hanîfe ve Ebû Mûsâ’dır. En-Nahvî, El-Lugavî nisbeleri de
verilmiştir. Dokuzuncu asrın başlarında Irak’ın Dînever kasabasında doğdu. Bu yüzden Dîneverî
lakabıyla şöhret buldu. 895 (H.282) senesinde, doğduğu yerde vefât etti.

Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan ve Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin talebelerinden olan
Dîneverî, din ve fen ilimlerinde en iyi şekilde yetişti. Nahiv, lugat, matematik, astronomi, kozmografya,
botanik, biyoloji, târih ve hadis ilimlerinde zamânın bir tânesiydi. Kûfe ve Basra âlimlerinden ilim tahsil
etti. Lisan ilmini, Kûfeli nahiv âlimi İbn-i Sikkît ve babasından öğrendi. Diğer ilimlerde de birçok âlimden
ders aldı. Arapların dil, örf ve âdetlerini ve düşünce yapısını çok iyi bildiğinden, Arap âdâbını, tefekkürle
birleştirdi. Belâgatta yüksek bir dereceye sâhipti. Önceleri astronomi ile uğraştı ve rasatlar yapmak için
İsfehan’a gitti. Yaptığı rasatları, Kitâb-ür-Rasad isimli eserinde topladı. Sonraları doğduğu yer olan
Dînever’e döndü ve ilmî çalışmalarına devâm etti.

Dîneverî, otlar üzerinde de derin tetkikler yaptı. Otların kök salıp filizlenmesini, büyüyüp
gelişmesini derinlemesine inceledi. Ayrıca, hayvanlar üzerinde araştırmalarda bulundu ve zooloji
sahasında da söz sâhibi oldu. Bilhassa, bal arısı ve nebâta zararlı küçük haşerât üzerinde araştırmalar
yaparak, botanik ilmi yanında, bugün entomoloji olarak bilinen zoolojinin böcekler bölümüyle ilgili
sahada, sonra gelen ilim adamlarına öncülük yaptı.

Zühd ve takvâda üstün, hadis ilminde sika (güvenilir) olduğu bildirilen Dîneverî, insanlığa faydalı
olmak için dînimizin âlet ilimlerinde eserler verirken, Müslümanlara rahatlık sağlayan fen bilgileriyle ilgili
çalışmalar da yapmış ve eserler vermiştir.

Dîneverî’nin yazdığı ve batı dünyâsında kendisini tanıtan en meşhur eseri, Kitâb-ün-Nebât’tır.
Altı ciltten meydana gelen eser, sahasında yazılanların en tanınmışlarındandır. Eserde, bütün otların
Arapça isimleri verilmekte ve özellikleri bildirilerek, tasnifleri yapılmaktadır. Her maddeyi ele alırken,
kendinden önce gelen âlimlerin ortaya koyduğu tedkikleri zikretti. Bunlara, kendi araştırmalarını ilâve
etti. Bu eser, kendinden sonra gelen âlimler için temel mürâcaat kaynağı oldu. Dîneverî, eserinin
üçüncü ve beşinci ciltlerinde, zooloji ile de ilgili önemli bilgiler verdi. Özellikle çekirge ve türlerini tasnif
ederek, entomoloji sâhasındaki ilmini ortaya koydu.

Eserde; Arap kabîlelerinin hangi bitkiye ne ismi verdikleri ve târifleri, onların lisanından alınarak
kaydedilmiştir. Daha çok eski şâirlerin şiirlerinde geçen bitkilerin ve Arabistan nebâtlarının târif ve
tanımını yapan filolojik bir eser vasfını hâizdir. Bunun yanında, Arabistan’ın hangi ikliminde, hangi
şartlarda, hangi bitkilerin nasıl yetiştirileceğine dâir bilgi veren bir zirâat kitabı husûsiyetini
taşımaktadır.

Kitâbın asıl bölümlerini bitkiler meydana getirmekte ve üç kısımda incelenmektedir. Birinci
bölümde ekilen gıdâ, ikinci bölümde yabânî, üçüncü bölümde meyveleri yenen bitkiler anlatılmıştır.
Yabânî bitkilerin yetiştiği bölgeler, genel yapıları ve sanâyide kullanım alanları hakkında bilgi
verilmektedir.

Târih-ül-Ahbâr-it-Tivâl (Ebû Hanîfe Târihi) adlı eseri kitapları arasında tam olarak zamânımıza
kadar ulaşanıdır. Bu eserinde, dünyâ târihini umûmî olarak ele alıp, Asr-ı saâdet ve halîfeler devri
hâdiseleri hakkında geniş bilgiler vermekte, hâdiseleri kendi devrine kadar getirmektedir. Eser, 1888 ve
1912 yıllarında basılmıştır.

Kitâb-ül-Fesâha, Kitâb-ül-Envâ, Kitâbu İslâh-il-Mantık, Kitâb-ül-Küsûf, Kitâb-ül-Vesâyâ,
Kitâbü Lahn-il-Amme, Cevâhir-ül-İlm, Kitâb fil-Cebr vel-Mukâbele diğer eserlerinden bâzılarıdır.

DİNOZORLAR (Sinosauria)

Alm. Dinosaurier (m.pl.), Fr. Dinosaures (m.pl.), İng. Dinosaurs. Çoğunlukla İkinci jeolojik
zamanda (Mezozoik dönem) havada, suda ve karada yaşamış ve soyu tükenmiş sürüngenlerin bir
takımına verilen ad. Dinosaurus, yâni dinozor “Korkunç kertenkele” demektir. Et yiyeni, ot yiyeni,
cücesi, devi, hantalı, atiği vardı. Paleontologların dinozor fosilleri üzerinde yaptıkları zaman
incelemeleri, bunların I. jeolojik zamanın Permiyen devrinde, yâni bundan 270 ilâ 225 milyon yıl kadar
önceki bir zaman diliminde, dünyâ sahnesine çıkmış olabileceklerini ortaya çıkarmıştır. Bunlar arasında
30 m uzunluk ve 80 ton ağırlığa ulaşanları mevcuttu. Uçan bâzı türlerinde kanat uçları arası 16 metreyi
buluyordu. Serçe kadar olanları da vardı. Dinozorların muazzam cüsselerine rağmen, ayaklarının diğer
sürüngenlerde olduğu gibi vücutlarının yanında değil de gövdelerinin altında oluşu hareket
kabiliyetlerini kolaylaştırmıştır. Tyrannasaurus Rex (korkunç kertenkelelerin kralı) adındaki çeşidinin,
saatte 70 km’lik bir hızla koşabildiği, Robert Bakker tarafından ispat edilmiştir. 250 milyon yıl kadar
önce yaşadıkları sanılan dinozorlar, 65-70 milyon yıl önce, II. jeolojik zamanın son devri olan Kretase
(veya tebeşir) devrinde birdenbire tükendiler.

Dinozorlar, yıllardır soğukkanlı, aşırı büyümüş kertenkeleler olarak tanınmıştır. Son yıllarda
yapılan incelemeler, davranışları hakkında kıymetli bilgiler ortaya çıkarmıştır. Bu bilgiler, 1978 yılında
jeolog Jack Horner ile Bob Makela’nın ABD’de Montana’da 80 milyon yıl kadar önce fosilleşmiş 15
dinozor yavrusunu barındıran taşlaşmış bir yuvayı keşfetmesiyle elde edildi. Bu keşiften sonra iki jeolog
her yıl bu bölgede kazılarına devam ederek, çeşitli devrelerinde iken fosilleşmiş birçok dinozor fosili
ihtivâ eden on kadar yuva ve yüz kadar da dinozor yumurtası buldular. Yuvalarda farklı büyüklükte
yavruların varlığı, dinozorların yumurtadan çıkan yavrularını belli bir gelişme devresine kadar besleyip
koruduklarını ve yüksek bir analık şefkatine sâhib olduklarını ortaya koydu. Jeolog Horner, dinozorların
soğukkanlı hayvanlar olmalarının da desteklediği hızlı bir bazal metabolizmaya sâhib olduklarını ve bu
sebepten hızlı bir büyüme sergiledikleri iddia edilmektedir.

Birçok araştırmalar ise, dinozorların gerçekte sıcakkanlı, yüksek vücut metabolizmaları olan
hayvanlar oldukları eğilimine ağırlık kazandırmıştır. Bu yeni teoriye göre dinozorların tıpkı memeli
hayvanlar gibi karmaşık fizyolojileri ile yeryüzünün değişik çevrelerinde yaşadıkları ileri sürülmektedir.

Dinozorlar arasındaki teorilerin birbirinden farklı olmasında bu yaratıkların fizyoloji ve hayat
tarzlarını incelemek için elde bulunan tek imkânın müzelerdeki dinozor kalıntılarından ibâret olmasının
büyük payı vardı. Kalıntılara dayanarak ilmî sonuçlar bulmak imkânı yok gibidir. O yüzden dinozorlar
hakkındaki bilgiler bir spekülasyondan ileri gidemiyordu. Günümüzde ise yapılan çalışmalar sonucunda
dinozorlar hakkındaki bilgilerimiz artmış bulunmaktadır. Yavrularına karşı olan şefkatleri, sosyal
alışkanlıkları, avlanma stratejileri, zekâ seviyeleri, beslenme rejimleri gibi çeşitli konularda net bilgiler
elde edilmiş bulunmaktadır.

Dinozorların nesli niçin tükendi? Bu konuda çeşitli hipotezler ileri sürüldü: İklimin soğuması, besin
kaynaklarının değişmesi, oksijen azlığı, kozmik ışınların artması, memeli hayvanların saldırısı vs.
Bugüne kadar bu hipotezlerin hiç biri herkesçe kabul edilmedi.

California Üniversitesi Jeoloji Profesörü Walter Alvarez’e göre, 65 milyon yıl önce dünyâya birkaç
yıldız çarptı. Meydana gelen toz bulutları güneşi sakladı. Dünyâda yaşanan uzun meteor kışının
soğuğuna dayanamayan çeşitli canlılarla berâber dinozorlar da kayboldu. Alverez, teorisini yıldızlarda
bulunan iridyum madeninin dinozor kalıntılarında bol miktarda görülmesine dayandırmıştı.

Sovyet jeologu Vasili Yeliseyev ise, dinozorların raşitizm denen kemik yumuşaması hastalığından
öldüklerini ileri sürmektedir. Dinozorlar yeryüzünde 180 milyon yıl kadar yaşadılar. Bu süre içinde
dünyâ iklimi çok değişti ve ilkel Gondvana kıtası parçalanarak bugünkü kıtalar meydana geldi.
Dinozorlar bu büyük değişmelere rağmen kendilerini yeni ortamlara uydurdu ve çoğalmaya devâm etti.
Kretase devri sonlarına doğru (bundan 65 milyon yıl kadar önce) dinozorlar birden bire tükendi.

Vasili Yeliseyev, Kongo Halk Cumhûriyetinin balta girmemiş ormanlarında incelemeler yaparken
orman hayvanlarının savan hayvanlarından çok daha küçük olduğunu fark etti; gri gazel, tavşan
büyüklüğündedir. Büyük kirpilerin ılık kuşaklarda yaşayanları çok iri olduğu hâlde orman kirpileri küçük
bir aslan yavrusu kadardır. Orman zürafası (okapi) 1.5-2 m, savan zürafası ise 6 m yüksekliktedir.
Cengel (balta girmemiş orman) su aygırları 1.5, savan su aygırları ise 4 m uzunluktadır. Fil avcıları,
cengel fillerinin dişlerinin savan fillerine göre daha küçük ve kalitesiz olduğunu söylemektedir. Kongo
köylerinde erişkin keçiler oğlak kadardır.

Bütün bunların sebebi ne? Cengellerde yağmur suyu CO2 ve organik asitlerle yüklü olduğundan
çok aşındırıcıdır, kayaları şiddetle aşındırır ve toprağın derinliklerine sızar, bu sırada topraktaki Na, K ve
Ca gibi eriyen elemanları yıkayıp götürür. İskeletin gelişmesi içinse, kalsiyum tuzları gereklidir. Nemli
ormanlarda yaşayan hayvanların küçük oluşu bununla ilgilidir. Buna karşı savanlara çok daha az
yağmur düşer. Bu yağmur derinlere sızamadan buharlaşır, böylece savanlarda kalsiyum tuzları toprakta
kalır; savan bitki ve hayvanları bu kalsiyumu kullandıklarından büyük olur.

Peki bunların dinozorlarla ilgisi nedir? Kretase sonlarına doğru geniş kurak alanları su bastı.
Dünyânın iklimi sıcak ve nemli bir hâl aldı, öyle ki kuzey kutbunda palmiyeler büyüdü. Denizlerin çok
yayılması sonucu nemlilik çok arttı ve dinmeyen yağmurlar başladı. Bu büyük yağmurlar topraktaki Ca
tuzlarını yıkayıp denizlere ve göllere götürdüler. Toprak kalsiyumca fakirleşince dinozorların kemikleri
yumuşadı ve tonlarca ağırlığın altında eğrildi. Bu dev hayvanlar bundan öldü. Kazılarda eğrilmiş dinozor
kemiklerine çok rastlanmaktadır. Dinozor yumurtalarının kabuklarının inceldiği ve kusurlu olduğu da
anlaşılmıştır. Raşitizm önce ot yiyici dinozorları çökertti, bunlar et yiyici dinozorların kurbanı oldular. Et
yiyici dinozorlar ot yiyici dinozorlar ölünce öldü, çünkü yiyecek bir şey kalmamıştı. Kalsiyumsuz kalmak
kedi kadar küçük dinozorları etkilemedi, kaplumbağa ve kertenkeleler de kalsiyum eksikliğinden
etkilenmedi. Küçük dinozorlarla memeliler arasında bir ölüm- kalım savaşı başladı ve memeliler bütün
cüce dinozorları yiyip bitirdiler.

Dinozorlarla ilgili bir diğer esrar da bâzı yerlerde üstüste yığılmış dinozor iskelet ve kemiklerine
rastlanmasıdır. Âdetâ dinozorlar ölmek için belli bir noktaya toplanmışlardır. Böyle bir “dinozor
mezarlığı” Büyük Sahra’da Agades civârında bulunmuştur. Bugün bunun açıklaması şöyle
yapılmaktadır: Dinozorlar çok ağır oldukları için karada kolay yürüyemiyorlardı, ömürlerinin büyük bir
kısmını herhalde suda geçirdiler. Ot yiyen dinozorların dişleri çok zayıf bulunmuştur ve bunların yalnız
yumuşak su bitkileri yiyebildikleri düşünülmektedir. Büyük ihtimâlle dinozorlar sularda, özellikle
ırmaklarda öldü; akıntıyla sürüklenen cesetler deniz ve göllerde birikti. Sâkin denizlerin dibinde kalan
ve üstleri hızla örtülen iskeletler bütün halde bugüne kadar kaldı. Buna karşı dalgalı bir kıyıya erişen
iskeletler parçalandı, kemikler aşındı ve birbirine karıştı. Kretase sonlarında denizler karaları istilâ
etmeseydi bugün belki dinozorlar görülebilecekti. Milyonlarca yıldır devâm eden dünyâ ve onun
üzerinde zamanla değişen hâdiseler insanlar için büyük bir ibrettir. Bir yaratıcının bulunduğuna işârettir.

DİNYEPER (Dnieper)

Rusya Federasyonu ile Ukrayna topraklarının bir kısmını sulayan bir nehir. Volga ve Tuna’dan
sonra Avrupa’nın üçüncü uzun nehridir. 2200 km uzunluğundaki bu nehir, Valdai Dağları yaylasının
güneyinden doğar, Smolensk’e ulaşır, Beyaz Rusya’ya girer, bu cumhûriyetin doğu kısmından geçerek
Ukrayna’ya ulaşır. Soldan Desna Irmağı ile birleşen nehir, Kiev’e geçer. Daha sonra Dinyeper Yaylasını
bir eğri çizerek dolaşır ve kıyı dilinin kısmen kapattığı bir haliç meydana getirerek Odessa’nın
doğusundan Karadeniz’e dökülür. Dinyeper, Volhıya kütlesinin sert kayalıklarda meydana gelmiş bir
bölgeyi aşar. Nehrin rejimi Doğu Avrupa akarsularının rejimindendir. Kışın don sebebiyle suları azalır,
ilkbaharda büyük bir artış gösterir. Yazın ise yoğun buharlaşma sebebiyle suları azalır. Önemli bir
hidroelektrik kaynağıdır. En önemli kolları Brezine (585 km), Pripyat (Pripet 790 km), Tetenev (365
km), Ingulets (550 km), Desna (1180 km), Psel (800 km)dir.

DİNYESTER (Dniester)

Kuzey Avrupa’da Karpatlardan doğan 1411 km uzunluğunda bir nehir. Polonya ve Volhov
yaylalarından çıkarak Besarabya Ovasına girer. Irmak geniş bir limanla Karadeniz’e dökülür.
Dinyester’in rejimi kıta rejimidir. Başlıca özelliği ilkbaharda sularının yükselmesidir. Uzun bir kolu
yoktur.

DİOGENES (Romanos-IV)

1068-1071 târihleri arasındaki Bizans imparatoru. Kostantinous Diogenes’in oğludur. Doğum târihi
kesin bilinmemektedir. Kapadokyalı soylu bir âileye mensuptu. İmparator Onuncu Kostantinous’un
1067’de ölümüyle dul kalan İmparatoriçe Eudokia ile evlenerek, 1 Ocak 1068’de Bizans tahtına çıktı.

İmparator olur olmaz, Franklardan, Uzlardan ve Makedonyalılardan topladığı orduyla Selçuklulara
karşı seferlere başladı. Kayseri, Sivas, Divriği, Toroslar ve Haleb yoluyla güneye indi. Menbic’i aldıktan
sonra, İstanbul’a döndü. 1070’te Kayseri, Palu ve Sivas bölgelerinde harekâtta bulundu. Ancak, bütün
bunlara rağmen, Selçuklu Türklerinin Anadolu içlerine girmelerini önleyemedi. Bunun üzerine Türk
akınlarını kesin olarak kırmak gâyesiyle yeniden harekete geçti. Muhtelif ırklardan meydâna gelen
kalabalık bir ordunun başında Türkleri Anadolu’dan sürmek ve arkasından İran’a yürüyerek Sultan
Alparslan’ın merkezini zaptetmek için 13 Mart 1071’de yola çıktı. Ancak 26 Ağustos’ta târihin en büyük
meydan muhârebelerinden biri olan Malazgirt Savaşını kaybetti. Bütün hazîneleri ile birlikte Sultan
Alparslan’a esir düştü (Bkz. Malazgirt Meydan Muhârebesi). Kendisine bir hafta kadar güzel bir îtina ve

âlicenaplık gösteren Sultan Alparslan, Diogenes ile bir ittifak yaparak ülkesine dönmesine müsâade etti.
Yapılan antlaşmaya göre İmparator, bir buçuk milyon altın fidye ödeyecek, her sene 360 bin altın vergi
verecek, imparatorluk ülkesinde bütün Müslüman esirleri serbest bırakacak, lüzûmu hâlinde Sultan
Alparslan’a asker gönderecekti.

Sultan Alparslan’ın verdiği birliğin muhâfazasında yola çıkan İmparator Diogenes, bu
muvaffakiyetsizliğinden dolayı azledilmiş ve Mihâil tahta çıkmıştı. Sivas ve Adana’da yeni imparatorla iki
defâ muhârebeye tutuşan Diogenes, ikisinde de mağlup oldu. İkincisinde yakalanarak gözleri oyuldu ve
çok geçmeden Kınalıada’da kapatıldığı manastırda öldü.

DİPLOMASİ

Alm. Diplomatie, Fr. Diplomatie, İng. Diplomacy. Devletler hukûkuna göre milletlerarası ilişkilerin
düzenlenmesi ve milletlerarası münâsebetleri yürütme ve yönetme sanatı. Birinci niteliği müzâkeredir.
Diplomasi bütün dünyâda, devletler umûmî hukûku kurallarına göre yürütülür. Amacı, devletler
arasındaki anlaşmazlıkları zora başvurmadan barışçı yollardan çözmektir. Bu iş için devletler, başka
ülkelerde elçi, orta elçi ve maslahatgüzerler bulundurur. Bu memurlar, iki ülke arasındaki resmî ilişkileri
temsilci sıfatıyla düzenler, tâkib eder ve yürütürler. Günümüzde diplomasi sâdece siyâsî nitelikli
olmayıp, ekonomik, teknik, kültürel ve askerî yönleri de içine almaktadır.

Ancak, 1918 yılından bu yana devletler arasında yerleşen bir teâmüle göre, devletlerarası yüksek
düzeyli diplomatik meseleler, konunun önemine göre, dışişleri bakanları, hükümet başkanları, hattâ
devlet başkanları seviyesindeki şahsî ikili temaslarla yürütülmesi alışılagelmiştir. Bunun yanında
devletlerarası alt düzeydeki meselelerle ekonomik çerçeveli kararlar, elçi veya konsolos memurları
aracılığıyla yürütülürdü. Diplomatik görüşmeler, hangi seviyede yapılırsa yapılsın, genellikle ikili veya
çok taraflı antlaşmalar yapılmasıyle netîcelenirdi.

Sürat asrında bulunmamız sebebiyle (telekominikasyon ve uçak) diplomasi de bu sür’atten payına
düşeni almış bulunmaktadır. Artık eskisi gibi, tâlimât almış bir şahıs ve ekibin insiyatif ve kâbiliyetinden
çıkan ikili diplomasi yerine milletlerarası forum diplomasisi ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu husus
diplomasiye yardımlaşmayı da ekleyerek, NATO, Birleşmiş Milletler, İslâm Ülkeleri gibi kuruluşların
teşkilini sağladı ve diplomatik alanda devletler birliğini teessüs ettirdi.

Eski çağlarda bugünkü modern anlamda diplomasi yoktu. Devletlerarasında belirli konuların
görüşülmesi için kabul edilen elçiler gönderilirdi. Bu elçiler, gönderildikleri ülkede devamlı diplomatik
görev yapmazlar, işleri bitince tekrar ülkelerine dönerlerdi. Hattâ ortaçağın başlarında devlet başkanları
birbirleriyle diplomatik meseleleri görüşmede, ya karşı karşıya gelerek bizzat veya mektuplaşarak
yaparlardı. Sâdece yedi ve sekizinci yüzyıllarda, papalığın Bizans sarayında elçi bulundurduğunu siyâsî
târihler yazmaktadır. Papalığın bu elçisi de uzmanlaşmış diplomatik personel değildi. Ancak, sonradan
çıkan yüzyıl savaşları, diplomatik personelin uzmanlaşmasını bir nevi mecbûriyet hâline getirdi. On dört
ve on beşinci yüzyıllarda devletlerarası antlaşmaların ortaya çıkardığı derin boyutlu, çetin meseleler, o
zamânın devlet başkanlarının zarûrî olarak teknisyenlere ve hukukçulara danışmak zorunda bıraktı.
Bundan sonra da diplomasi, dünyâda bir meslek hâline geldi. Devletlerarası elçilikleri her devlet, başka
ülkelerde kurmaya başladı.

Avrupa’da diplomatik elçilerin önemini ilk düşünen ülke, Venedik Cumhûriyeti olmuştur. Bu ülke,
komşu ülkelere gönderdiği devamlı elçilerden çok fayda görmüştür. Venediklilerin bu başarısı,
Cenevizlilerle Fransızların dikkatini çekince, onlar da başka ülkelere devamlı elçiler göndermeğe
başladılar.

1970’li yıllarda bir yandan 35 ülkeli Avrupa Güvenlik Konferansı toplanırken, öte yandan 36 ülkeli
İslâm Zirve Konferansının toplandığı müşâhede edildi. 1974 senesinde ise dünyâ, târihin en büyük
konferanslarından birine sahne oldu: Karakas’ta 5000 delegenin katıldığı Birleşmiş Milletler Üçüncü
deniz Hukuku Konferansı.

Bundan da anlaşılıyor ki, diplomatik ilişkiler diplomatlar arasında değil, devlet adamları ve
teknisyenler arasında da yaygınlaşmış oldu.

Türklerde diplomasi: Eski Türk yazıtları ve Çin belgeleri, Türkler ile Çinliler arasında diplomatik
ilişkilerin olduğunu gösterir. Ayrıca 567 yılında Batı Göktürk Devletinin Bizans’a elçi ve heyet
gönderdiği, buna karşılık 568 yılında Bizans’ın da Türklere elçi gönderdiğini târihler yazmaktadır. Batılı
ülkeler, ortaçağdan îtibâren Osmanlı Devletine elçi göndermeye başlamışlardır. Türkiye’de sürekli
oturma izni ilk defâ 1454 yılında Venedik elçisine verilmiştir. Daha sonra 1500 yıllarında, Avusturya,
Fransa ve İngiltere’nin Osmanlı Devletinde dâimî diplomatik elçilikleri kurulmuştur. 1774 yılında yapılan
Kaynarca Antlaşmasıyle Rusya, Osmanlı diplomasisinde boy göstermeye başlamıştır.

Osmanlı Devleti, başka ülkelerin askerî durumuna ve sosyal güçlerine göre, diplomatik ilişkilerini
kurardı. Karşı devlete, gücü ve askerî niteliğine göre, ehemmiyet verirdi. Bugün de devletler arasında
hemen hemen aynı durum görülmektedir.

On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Osmanlı diplomasisi bâzan Fransa’nın, bâzan da
İngiltere’nin etkisi altında kaldı.

Birinci Dünyâ Harbinden önce dünyânın en güçlü devleti, Devlet-i Âliyye, yâni Osmanlı Devletiydi.
Onun pâdişâhını ziyârete gelen Alman İmparatoru İkinci Wilhelm, “Siyâseti (diplomasiyi) Sultan İkinci
Abdülhamîd Handan öğrendim.” demekten kendini alamamıştır.

Bâzı kereler de bu devletlerin yerine şartlara göre Rusya son zamanlarında Japonya ve ABD
bizimle diplomatik ilişki kurmuşlardır.

Cumhûriyet Türkiyesi’nin diplomasisi ise, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ana prensibi üzerine
kurulmuştur. Batı yanlısı veya batı ağırlıklı bir politika izlemektedir.

Diplomasinin bir de temsil niteliği vardır. Diplomatlar vâzîfeli bulundukları devlette kendi
devletlerini temsil ederler. Yabancı ülkedeki bir sefir (büyükelçi) protokol yönünden görev yaptığı
ülkenin devlet başkanı nezdinde, kendi devlet başkanının şahsî temsilcisi durumundadır.

Diplomaside protokol, diplomatik lisan ve diplomatik yazışma bir usûl, üslûp ve meslek olarak
temâyüz etmiştir.

Eskiden büyük bir gizlilik içinde yürütülen diplomasi, günümüz insanının her türlü siyâsî olay
hakkında aydınlanma isteği ve ihtiyâcı karşısında alenîleşmiş bulunmakta; birçok anlaşma veya
anlaşma metinleri derhâl kamuoyuna açıklanmaktadır. Ülkelerin dış politikaları ile dünyâ olayları
parlamentolarda halka açık şekilde tartışılmaktadır.

Diplomaside her konu açık seçik beyân edilir, tartışılır denemez. Her ülkenin güvenliğini
ilgilendiren hususlar, bir sürü teknik noktalar fevkalâde gizlilik istediğinden, diplomaside bu tür
haberleşme şifreli mesajlarla olmaktadır. Bu husus diplomasinin vazgeçilmez gereğidir.

DİPOL MOMENT

Kimyâda, elektrikçe kutuplu olan moleküllerin kutupları arasındaki elektrik yükünü ifâde etmede
kullanılan bir terim.

Tam kovalent ve tam elektrovalent bileşikler arasında bir takım ara bağ tipleri vardır. Meselâ HCl
molekülünde, klor atomu, ortak elektron çiftini hidrojen atomuna nazaran daha kuvvetli çeker ve
böylece ortak elektron çifti klora daha yakın olur. Molekül, elektrik alanının içine konulacak olursa klor
yönü (+) levhaya, hidrojen yönü de (-) levhaya doğru yönelir. İşte böyle moleküllere polar moleküller,
aralarındaki bağa da polar bağ adı verilir. Polar moleküllere “dipol” denir. Elektrik yükü (q) ile yüklerin
ağırlık merkezleri arasındaki uzaklığın (r) çarpımı “dipol moment”ini verir. Birimi, elekrostatik yük birimi
x santimetre yâni debyedir.

Eğer üç atomlu bir molekülün (sözgelişi CO2) iki bağı (CO bağları) antiparalel iseler, bu taktirde
iki dipol birbirini nötralize eder ve molekül nonpolar (polar değil) olur. O zaman molekülün atomları bir
doğru üzerinde dizilir. Halbuki su (H2O) molekülünde bağlar kıvrıktır:

O
/\
(H  H)

ve molekül polardır. Daha fazla sayıdaki atomlu moleküller de polar veya nonpolar olmalarına
göre muhtelif geometrik dizilişler ortaya çıkar.Meselâ dört atomlu BCl3 nonpolar olup atomlar bir
düzlem üzerindedir. Halbuki NH3 polar olduğundan geometrik şekil piramidaldir.

Muhtelif Sıvıların 20°C’deki Dipol Momentleri
Sıvı-Dipol Moment-10-18 e.s.u.
Nitrobenzen-4,20
Nitrometan-3,40
Metil nitril-3,20
Hidrojen siyanür-2,90
Benzaldehit-2,70
Aseton-2,70
Asetaldehit-2,50
Glikol-2,20
Su-1,85
Fenol-1,70
İzopropil alkol-1,70
n-Butil alkol-1,70

Kükürtdioksid-1,60
Etil alkol-1,60
Klorbenzen-1,60
Anilin-1,50
Amonyak-1,50
1,3-Diklorbenzen-1,50
Etilamin-1,30
Etil eter-1,20
Kloroform-1,10
Hidrojen klorür-1,00
Hidrojen sülfür-1,00
Tiyofen-0,60
O-ksilen-0,52
m.ksilen-0,46
Toluen-0,4-0,5
Benzen-0,06
p.ksilen-0,06

DİRENÇ

Alm. Widerstand (m), Fr. Resistance (f), İng. Resistance. Kelime olarak, “bir kuvvetin etkisine
karşı gösterilen zorluk.” Fizikte bu terim bu anlamına uygun olarak birçok yerde kullanılır.

Mekanik direnç, hareket üretmek isteyen kuvvetlere karşı bir malzeme parçasının gösterdiği
güçlüktür. Bu direnç sürtünme ve eylemsizlik gibi sebeplerden doğar. Birimi mekanik “ohm”dur.

Akustikte akustik dirençten, Akışkanlar mekaniğinde de akışkan direncinden söz edilir.
Direnç denince çoğu kere elektrikî (elektriksel) direnç akla gelir. Bir elektrik devresine bir gerilim
uygulandığında, uygulanan gerilimin devreden akıttığı akım pekçok hâllerde bu gerilimle orantılıdır. Bu
orantı bağıntısına “Ohm Kânunu” adı verilir. Gerilimin akıma oranına direnç, akımın gerilime oranına,
yâni direncin tersine iletkenlik denir. Bir iletkenin iki ucu arasındaki potansiyel farkı (gerilim) V,
iletkenden geçen akım I ise, iletkenin direnci:

V
R  olur.

I
V (volt), I (Amper) olarak alınırsa R’nin birimi “ohm” olur. İletkenlik birimi ise siemens’tir. 106.3
cm uzunluğunda, 1 mm2 kesitinde, 0 °C’deki civanın direnci 1 ohm’dur denir.
Bir telin direnci telin kesitine, boyuna ve telin yapıldığı maddeye bağlıdır. Tel kesiti büyüdükçe
direnç azalır. Onun için büyük akımların geçeceği teller kalındır. Bâzı cisimlerin direnci o kadar büyüktür
ki, bu cisimler akım geçirmez. Böyle cisimlere “yalıtkan” denir.
Bir telin direnci, tel uzadıkça (dirençlerin seri bağlanması ile) ve sıcaklıkla artar. Direnci
hesaplamak için birim uzunluk ve birim kesitteki iletkenin direncini bilmek gerekir. Buna “öz direnç”
denir. š(ro) harfi ile gösterilir. Buna göre uzunluğu l, kesiti S ve direnci š olan bir iletkenin direnci R ise:

FORMÜL VAR!
DİKKAT! YUKARIDAKİ ....... OLAN YERLERE VE FORMÜLE (RO) ve (EL) HARFLERİ PİKAJ
EDİLECEK.!

(l) m (S) mm2 olarak alınırsa, (R) ohm cinsinden bulunur.
Genellikle öz direncin birimi ohm-mm2/m olarak kullanılır.
Bir bobinin endüktansından dolayı alternatif akıma karşı gösterdiği zorluğa endüktif direnç denir.
Bunun değeri frekansa ve endüktansın değerine ve sâbit bir sayıya bağlıdır.
Endüktif direnç= XL = 2  .f.L
f  Frekans birimi hertz.
L  Endüktans birimi henry.
2 = 6,28’e eşit bir sayı.
Bir kondansatörün alternatif akıma karşı gösterdiği zorluğa da “kapasitif direnç “ veya “kapasitif
reaktans” denir. Bu da frekansa ve kapasiteye bağlıdır.

I
Kapasitif direnç = Xc = 

2f.C
f  Frekans (Hz)
c  Kapasite (Farad)

formüllerden de anlaşıldığı gibi endüktif direnç frekansla doğru orantılıdır, kapasitif direnç ise
frekansla ters orantılıdır. Bu özelliklerinden dolayı bu iki direnç filitre devrelerinde istenilen frekansı
süzmek için çok kullanılır.

Bütün metaller ve kömür iyi iletken, akım geçiren sıvılar orta seviyede iletkendir. Akım
geçirmeyen maddelere yalıtkan denir. Lâstik, kauçuk, ipek, pamuk, kâğıt, çam, porselen, mermer,
mika, yağ, bakalitler, mukavvalar, fiber yalıtkandır. Germanyum, silisyum gibi yarı iletkenler denilen
maddeler sıcaklıkla dirençlerinin azalması sebebiyle diyotlarda, transistörlerde, fotosellerde, elektronik
entegre devrelerinde kullanılır.

Metallerin direnci ısı ile artar. Kömür ve sıvıların direnci ise azalır. -273°C sıcaklığa yaklaşınca çok
az direnç gösterirler. Bu hâle “süper kondaktivite” aşırı iletkenlik ismi verilir. -273°C sıcaklığı 0°K
denilen moleküler hareketlerin durduğu sıcaklıktır.

Bizmutun direnci mağnetik alanda, Selenyumun direnci ise aydınlanma ile değişir.

DİRHEM

Alm. Dirhem, Fr. Drachme, İng. Dirham. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü ve para birimi.
Farsça diremden gelmektedir. Önceleri üç çeşit dirhem kullanılıyordu. Bunlara onluk, altılık, beşlik
dirhemler denilirdi. Hazret-i Ömer bu üç dirhemi birleştirerek ortalama bir dirhem yaptı ve buna yedilik
dirhem denildi. Önceleri hurma çekirdeği şeklinde olan dirhemlerin bilinen yuvarlak şekliyle ilk baskısını
yapan hazret-i Ömer’dir.

Gerek hurma çekirdeği şeklinde olanları ve gerek yuvarlak (müdevver) olanları nakışsızdı. Daha
sonra “Abdullah ibni Zübeyr” zamânında bir tarafına “Minallah” (Allah tarafından), diğer tarafına
“Bilbereke” (Bereketle) yazıları nakşedildi. Haccac bu nakışları “İhlâs sûresi” veya “Bismihi” (Allahü
teâlânın adıyla) şeklinde değiştirmiştir.

Osmanlıların ilk zamanlarında gümüş meskûkat (basılmış sikkeler) için bu tabir kullanılmış, daha
sonra terk edilmiştir. Kullanılan dirhem-i şerî üç gram ve 365 miligramdır (3.365 gr). Bir de eskiden
kullanılan dirhem-i örfî vardır ki bu tam üç gramdır. Zekât hesaplanırken kullanılan dirhem-i şerî (3.365
gr) olanıdır.

DİSSAKKARİT

(Bkz. Karbonhidrat)

DİSİPLİN

Alm. Disziplin, Zucht (f), Fr. Discipline (f), İng. Discipline. Kânunlara ve kurallara uyma, görevini
aldığı ve yaptığı işi nizam intizam içinde istenildiği gibi yapma.

Disiplin Lâtince; öğretmek, terbiye etmek demek olan “discipulus” kelimesinden gelmiştir.
Önceleri öğretim ve eğitim mânâsındayken sonradan ilk defâ Büyük Frederik tarafından cezâ anlamında
kullanılmıştır. Osmanlılar zamânında ise “zaptu rapt” deyimi (askeri zapt etmek, vazifeye bağlamak ve
fertler arasında mânevî bağ sağlamak) bugünkü disiplin mânâsındadır. Dilimizde cezâî müeyyide olarak
değil, ilk önceleri kullanılan mânâ esas alınarak kullanılmaktadır. Eğitimde, yapılan işte, askerlikte
başarının esâsı disiplinli olmaya bağlıdır. Disiplin deyince akla önce ordu gelir. Disiplin ordunun rûhudur.
Orduda disiplin şahsî bir mesele olmayıp, silahlı kuvvetleri ayakta tutan müşterek bir inanış rûhudur.
Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kânun ve Yönetmenliği’ne göre disiplin: “Kânunlara, nizâmlara ve
emirlere mutlak bir itâat ve astının ve üstünün hukûkuna riâyet” demektir.

Askerî anlamda disiplin, kendisine hâkimiyet, intizam ve itâat meydana getiren bir çeşit eğitimdir.
Disiplinde esas olan bir hedef vardır. Burada esas, tek ferdin veya toplu olarak askerin tavır, hareket ve
düşünüş tarzının tâyin edilmesidir. Bu sebepten “Disiplinli bir bölük disiplinsiz alaydan daha iyidir!”
denmiştir. Disiplinin gâyesi en çetin hallerde bile şuurlu olarak kayıtsız, şartsız itâat etmeyi, vazîfenin
tam zamânında kesin yapılmasının sağlanmasıdır. Hiçbir meslekte istenildiği zaman hayâtın fedâ
edilmesi durumu yoktur. Askerlikte ise yerinde ve zamânında bir komutan verdiği bir emirle hayâtın
fedâ edilmesini istiyebilmektedir. Bu ise, yapılan hizmetin kutsallığına inanan, rûhun derinliklerinde
vatan sevgisi ile disiplini kucaklaştırabilenlerin yapabileceği bir iştir.

DİSK

(Bkz. Sendika)

DİSK ATMA

(Bkz. Atletizm)

DİSNEY, Walt

Amerikalı sinema, televizyon ve çizgi film yapımcısı; yönetmen. Asıl adı Walter Elias Disney’dir.
Walt Disney diye meşhur olmuştur. Babası gezici marangozluk, çiftçilik ve inşaat müteahhitliği yapmış

olan Elias Disney, annesi ise öğretmen Flora Call’dır. 5 Aralık 1901’de ABD’nin Chicago(Şikago)
şehrinde doğdu.

ABD’nin Missouri eyâletindeki Marceline yakınlarında bir çiftlikte bulunduğu sırada okula başladı.
Disney’in, çizgi çizmeye, mum boya ve suluboya resme olan hevesi ve kâbiliyeti kısa sürede ortaya
çıktı. Daha sonra Kansas şehrine giderek karikatür dersleri aldı ve Kansas Sanat Enstitüsü ile Tasarım
Okulunda derslere girdi. Ailesi Chicago’ya dönünce Disney, Mc. Kinley High School’da derslere devam
etti. Buradayken fotoğraf çekip, çizim ve karikatür çizme alıştırmalarında bulundu. Bu sırada Birinci
Dünyâ Savaşı çıktı. Savaşa katılarak Amerikan Kızılhaç Teşkilâtında vazife aldı, Almanya ve Fransa’ya
gitti. 1919’da Kansas’a döndü. Çeşitli stüdyolarda teknik ressam olarak çalıştı. Bu stüdyolardan birinde
tanıştığı genç sanatçı Iwerks’le birlikte bir stüdyo kurdu. Elden düşme bir kamera bularak canlandırma
tekniğiyle yöredeki sinemalarda gösterilen ve günümüzün televizyon reklam filimlerine benzeyen kısa
reklam filmleri yaptı. Kısa mâceralardan meydana gelen bir dizi çizgi film gerçekleştirdi. Alice Çizgi
Film Diyârında (Alice in Cartooland), Talihli Tavşan Oswald (Oswald the Rabbit) adlı çizgi filmleri
piyasaya sattı. İnsan biçimli hayvanları konu edinen kısa filmleriyle kısa zamanda meşhur oldu.

Disney’in bu kahramanları sinema seyircisi tarafından kısa sürede benimsendi. 1927 senesinde
sinemada sesli filmlere geçilmesinden sonra, sesli Miki Fare (Mickey Mouse) filmini yaptı. Filmin büyük
ilgi görmesi üzerine, Vakvak Amca, Pluto ve Gufi gibi hayvan tipleri de çizildi. 1928’de yaptığı
İstimbot Willie (Steamboat Willie) filmi büyük yankı uyandırdı. Yaptığı Köpek Pluto, Üç Küçük
Domuz, Kötü Kurt gibi filmlerde bütün dünyâ Disney’i tanıdı. Çizgi ve seslendirme hususunda
yenilikler geliştirdi. Genç bir kadro kurarak başına Iwerks’ü getirdi. Çiçekler ve Ağaçlar (Flowers and
Trees) adlı ilk renkli filmini 1932 senesinde yaptı. Zaman zaman Çekirge ile Karıncalar, Kaplumbağa
ile Tavşan gibi filmlerde diğer hayvan kahramanları da kullandı. Bir taraftan kısa filmler yaparken
diğer taraftan uzun metrajlı çeşitli eğlence filmleri çekmeye başladı. Pamuk Prenses, Pinokyo,
Uçabilen Bir Filin Masalı, Uçan Fil Dumbo uzun metrajlı çocuk klasikleridir.

1940’ta şirketini California’nın Durbank şehrindeki yeni bir stüdyoya taşıdı. İkinci Dünyâ Savaşı
sırasında ordu ve federal hükûmet için birçok iş yaptı. Bu arada canlandırma tekniğiyle gerçek
görüntüleri birleştirme tekniğini geliştirdi. Bu karma tekniklerle Gönülsüz Ejder (The Reluctant
Dragon), Selam Dostlar (Saludos Amigos), Renkli Besteler (Make Mine Music) ve Güneyin Şarkısı
(Song of the South) filmlerini ortaya koydu. Stüdyoları büyük bir işletme hâline gelmiş olan Disney

değişik türde ve çok sayıda eğlence filmi yaptı. Fok Adası(Seal İsland), Kunduz Vadisi (Beaver
Valley) ve Yaşayan Çöl (The Living Desert) filmleri bunlardandır.

Ayrıca Külkedisi (Sinderella), Alice Hârikalar Diyârında (Alice in Wonderland), Peter Pan gibi
uzun metrajlı canlandırma filmleri yanında bâzı oyunculu filmler de yaptı.

Televizyonun bir eğlence vâsıtası olarak taşıdığı önemi kavrayan Disney doğrudan televizyon için
filmler hazırladı. Zorro ve Davy Crockett dizileri çocuklar arasında büyük ilgi gördü. Walt Disney’in
Hârika Dünyâsı adlı televizyon dizisi ilgiyle tâkib edildi.

Walt Disney’in Los Angeles yakınlarında kurduğu büyük bir eğlence parkı olan Disneyland kısa
sürede dünyânın dört köşesinden gelen turistlerin uğrak yeri oldu. Florida’da ikinci bir eğlence parkının
yapımına başlayan Walt Disney 15 Aralık 1966’da Los Angeles’te öldü. Yapımı süren bu park 1971’de
açıldı.

Çizgi filmciliğin ve canlandırma tekniğinin babası sayılan Walt Disney, bir sanatkârdan ziyâde
tüccar olma özelliğini korudu. Para kazanabilmek için her türlü yola başvurdu. Filmlerinin çoğunda
şiddet, vahşet ve sadizm unsurlarına yer verdiği için eğitimciler ve sosyal bilimciler tarafından tenkid
edildi. Para kazanmak için eğlencenin her türlüsünü teşvik eden Walt Disney’in kurduğu Disneyland
birçokları tarafından eğlence süpermarketi olarak vasıflandırılmıştır.

DİSPANSER

Alm. (kostenlose) Poliklinik, Sanitatsstation (f), Fr. Dispensaire (m), İng. Dispensary, welfare
centre. Ayakta tedâvisi yapılabilecek durumdaki hastaların, ufak çapta tedâvi edilerek, karşılığında
ücret talep edilmeyen veya az ücret alınan bakım evi. Hastaneden başlıca farkı, dispanserlerde yatak
bulunmaması hastaların yatmadan teşhis ve tedâvi edilmeleridir. Gerekirse kan, idrar tahlili, aşı yapılır,
röntgen filmi çekilir.

İlk dispanserler Avrupa’da çeşitli yardım kuruluşlarınca açılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda bu
merkezlerin sayısı artmış, imkânları gelişmiştir.

Dispanser kelimesi ilk zamanlar ilâçların ve tedâvi esaslarının bulunduğu yer için kullanıldı.
Zamanla tıp dilinde, ayakta tedâvi edilebilecek hastaların teşhis ve tedâvileri için kullanılan yer anlamını
aldı.

Bâzı dispanserler bir poliklinik gibi her çeşit hastalığın muâyenesi yapılan, çeşitli mütehassısların
çalıştığı bir genel hizmet merkezi durumundadır. Meselâ bir sosyal sigortalar kurumu dispanserlerinde
bütün tıp dallarında mütehassıslar görev almışlardır.

Bâzıları ise bir tek hastalığı tedâvi maksadı güden belirli bir dalda sağlık hizmetinin görüldüğü yer
durumundadır. Bunların başında verem savaş dispanserleri, zührevî hastalıklar dispanserleri gelir.

Memleketimizde devlet eliyle açılan dispanserlerin çoğu tek ihtisas sahası olan dispanserlerdir.
Verem dispanserleri, verem hastalığının yayılmasını engellemiş ve halkın korunmasını sağlamıştır.
Devlete âit dispanserlerin yanında, kamu kuruluşlarına âit dispanserler ve çeşitli yardım kuluşlarına âit
özel dispanserler de kurulmuştur.

Dispanserler ilk defâ başvuran hastanın teşhis ve tedâvisiyle uğraşmakla kalmaz, hastaları tıbbî
kontrol altında tutmak, düzenli kayıt sistemiyle hastalığın gelişmesini tâkip etmek ve tedâviyi buna göre
tesbit etmek sûretiyle geniş ve uzun süreli bir sağlık hizmeti sunar.

DİSPERSİYON (Saçılma)

Alm. Dispersion, Fr. Dispersion (f), İng. Dispersion. Bir ışığın, dalga boyları farklı bileşenlerinin
spektrumlarına ayrılması. Meselâ, bir beyaz ışık cam prizmaya gönderilirse; kırmızı, turuncu, sarı, yeşil,
mâvi lâcivert ve mor renklere ayrılmış olarak genişliyen bir koni şeklinde prizmadan dışarı çıkar. Çünkü
beyaz ışık, dalga boyları farklı olan renklerin bileşiminden ibârettir.

Saydam bir ortamda ışığın dispersiyonu, belirli bir maddede ışığın hızının, dalga boyuna bağlı
olarak değişmesinden meydana gelir. Işık, kırılma kâidesine bağlı olarak, kırılma indisi büyük ortamda
daha çok kırılmaya uğrar. Bir ortamın kırılma indisi ise, boşluktaki ışık hızının, bu ortamdaki ışık hızına
oranına eşittir. Pekçok ortamda, dalga boyu küçüldükçe kırılma indisi büyür. Buna uygun olarak, mor
ışığın kırılma indisi, kırmızı ışığın kırılma indisinden daha büyüktür. Bunun netîcesi olarak beyaz ışığın
spektrumunda bir uçta bulunan mor ışık, diğer uçta bulunan kırmızı ışığa göre daha çok kırılır. Bu,
“Normal Dispersiyon” olarak isimlendirilir.

Bâzı maddelerde kırılma indisi dalga boyu ile azalır. Bu, “Anormal Dispersiyon” olarak
isimlendirilir. Böyle maddelerden yapılan bir prizma, renklerin tersine dönmüş bir spektrumunu verir.

DİSTRİBÜTÖR

Alm. Werteiler, Fr. Distributeur, İng. Distributor. Kelime olarak mânâsı “dağıtıcı” demektir. İçten
yanmalı motorlarda, indüksiyon bobini ile elde edilen yüksek gerilimli elektrik akımını bujilere dağıtan
elemana distribütör denir. Yâni motorlarda ateşleme tertibatının bir parçasıdır. Motor silindirlerindeki
supapların açılıp kapanmasıyla âhenkli olarak elektrik akımının geçmesini sağlar. Ateşlemenin düzenli
bir şekilde devâm edebilmesi için, distribütör, bir dişli tertibatla motorun kam mili tarafından idâre
edilir.

DİŞ

Alm. Zahn (f), Fr. Dent (f), İng. Tooth. Sindirim sisteminin başlangıcı olan ağızda, iki kavis
hâlinde bulunan, besinlerin koparılması, parçalanması ve öğütülmesi işini yapan sert yapılar. Dişler, bu
fonksiyonlarının yanında, estetik, konuşma, kendini destekleyen organların korunması ve çene
gelişiminde de aktif rol oynar.

Dişler kendilerini taşıyan canlının bünyesine en münâsip bir şekilde yaratılmışlardır. Geviş getiren
hayvanların, yırtıcı hayvanların, balıkların, sürüngenlerin dişleri birbirlerinden çok farklıdır. Burada insan
dişleri hakkında etraflı bilgi verilmeye çalışılacaktır.

İnsan dişleri, anne karnındaki hayâtın altıncı haftasında “Dental Lamina” denen bir plakçık
üzerinde tomurcuklanmalar şeklinde gelişmesine başlar. Bu dönemde annenin beslenmesi ile yavrunun
dişlerinin sıhhati yakından alâkalıdır. Dişler, anne karnında çeşitli devrelerden geçip şekillenir.
Doğumdan sonra yavrunun ağzında ilk çıkan dişler alt orta kesici dişlerdir. Bunlar ağızda altı aylıktan
îtibâren görülebilirler. 2,5 yaşında bir çocuğun ağzında 20 süt dişi bulunur. Daha sonra süt dişleri
sürekli aşınarak, çürüyerek ve kökleri eriyerek 11-13 yaşına kadar kaybedilirler. 6 yaşından îtibâren
yerlerini dâimî dişlere bırakırlar. Erişkin bir insanda 32 adet dâimî diş bulunur.

Dişlerin Çıkma Zamanları
Süt dişlerinin sürme zamanları
Alt orta kesici-6-8 ay
Üst orta kesici-8-9 ay
Alt yan kesici-9-10 ay
Üst yan kesici-10-11 ay
Alt ve üst I. süt azısı-12-15 ay

Alt ve üst köpek dişi-15-20 ay
Alt ve üst II. süt azısı-20-24 ay
Dâimî dişlerin sürme zamanları:
I. büyük azı-6 yaş
Alt-üst orta kesici-7 yaş
Alt-üst yan kesici-8 yaş
I. küçük azılar-9 yaş
Alt-üst köpek dişi-10 yaş
II. küçük azılar-11 yaş
II. büyük azılar-12 yaş
III. büyük azılar-16-20 yaş
Eksik beslenme, vitamin noksanlığı, çocuklukta geçirilen şiddetli ateşli hastalıklar, raşitizm ve bâzı
hormonal hastalıklar dişlerin zamânında sürmesini geciktirebilir. Eğer zamânı geldiği hâlde dişler
ağızdaki yerlerini almamışlarsa diş hekimine mürâcaat edilmelidir.
Dış görünüş îtibârıyle, ağız bozukluğunda diş etinden dışarda kalan kısmına “kion”, çene içinde
gömülü olan kısmına “kök”, ve kionla kökün birleştiği yere de dişin “kole”si (boynu) denir.
Dişin tabakaları dıştan içe doğru incelendiğinde:
1. Mine,
2. Sement,
3. Dentin,
4. Pulpa olmak üzere dört kısmı vardır.
Mine: Dişin taç kısmını dışarıdan saran parlak saydam kısma “mine” denir. Çiğneme yüzeyinde
2,5 milimetreye yaklaşan mine, boyna doğru gittikçe incelir. Köke doğru gittikçe mine yerini semente
bırakır. Minenin % 96’sı inorganik maddedir. Minedeki başlıca inorganik maddeler, kalsiyum, fosfor,
magnezyum, karbondioksit, sodyum, potasyum, klor, flor, kükürt, silisyum ve çinkodur. Mine,
trikalsiyum fosfat yapısındaki hidroksi kapatit kristallerinden meydana gelmiştir. Bu kristaller çok
düzgün bir altıgen yapısındadır. Bir azı dişinde yaklaşık 12 milyon kristal mevcuttur. Mine vücudun en
sert dokusudur. Mineralleri sertlik îtibârıyle talktan elmasa kadar 10 dereceye ayırmışlardır. Minenin
sertlik derecesi 7 civârındadır.

Dentin: Fiziksel sertliği ve biyolojik özelliği bakımından gözeneksiz- sıkı bir kemiğe benzer. % 28
organik madde ihtivâ eder. Dentin kanallarında “odontoblast” denilen hücrelerin uzantıları bulunur.
Canlı bir doku olup, kendi kendini tâmir etme özelliği vardır. İlerleyen bir çürüğe karşı (tâmir dentini)
îmâl eder.

Sement: Kökü saran ve dişin alveol (diş çukuru) kemiğine bağlanmasını sağlayan kısımdır.
Sement ile alveol kemiği arasında elastikî özellikte “sharpey lifleri” mevcuttur. Bunlar, diş, kuvvetli
basınçlara mâruz kalınca kemikteki boşluğu içinde yaylanabilir, lifler burada amortisör vazîfesi görür.
Böylelikle diş 70 kilogramlık bir basıncı rahatlıkla karşılar.

Pulpa: Kan damarları ve sinirlerin bulunduğu dişin canlı kısmıdır. Pulpa, dentin maddesini îmâl
eder. Dişin beslenmesini sağlar. Ağrı duyurucu sinirler ile dişin sıhhati hakkında haber verip, aynı
zamanda tâmir dentini îmâl eder.

Dişler gördükleri vazîfe ve biçimlerine göre:
1. Kesici dişler,
2. Köpek dişleri,
3. Küçük azılar,
4. Büyük azılar olmak üzere birbirinden ayırd edilir.
Kesici dişler: Kürek yâhut keski biçimindedirler. Tek köklüdürler. Gıdâları koparıp kesmeye
yararlar. Alt ve üst çenede dörderden 8 tânedir.
Kanin dişleri (Köpek dişi-göz dişi): Ağzımızdaki en uzun diştir. Üst köpek dişlerinin kökleri göz
boşluğuna kadar uzanır. Kesici kenar sivri bir uçla son bulur. Ağzımızda alt ve üst çenede ikişerden 4
tânedirler. Görevi besinlerin parçalanmasıdır.
Küçük azılar: Kesicilerle azılar arasındadır. Çiğneme işini görür. Alt ve üst çenede dörderden 8
tânedir.
Büyük azılar: Gıdâları öğütebilmek için çiğneyici yüzeyleri geniş ve çok pürtüklüdür. Alt ve üst
çenede altışardan 12 adettirler.
Diş Hastalıkları
Dişin çürümesi: Dişlerin çürümesinde etkili pekçok sebep sayılabilir. Başlıcaları; beslenme,
irsiyet, yaş, cins, hâmilelik, hormonal bozukluklar, bâzı meslekler ve bakterilerdir. En mühim sebebi de
kötü ağız bakımıdır. Dişlerin sıhhatini anne karnından îtibâren ele almalıdır. Hâmile annelerin

kalsiyumdan, flordan, A, D ve C vitaminlerinden zengin beslenmeleri çocuğun dişlerinin direncini
arttırır. Yine bu dönemde annenin noksan beslenmesi, antibiyotik kullanması, ateşli hastalık geçirmesi,
röntgen ışınlarına mâruz kalması çocuğun dişlerine daha doğmadan birçok zarar verir.

Günümüz insanı çok miktarda sun’î şekerli gıdâlar almaktadır. Özellikle yapışkan şekerli maddeler,
dişler arasında kalarak bozunurlar. Çocukların dişleri çürümesin diye şekerden tamâmen menetmemeli,
lâkin dişlerini temizlemesini öğretmelidir. Diş araları bakteri gelişimi için son derece müsâit, kuytu,
harâreti uygun köşelerdir. Buralarda bir de gıdâ artıkları bırakılırsa bakteriler süratle çoğalıp gıdâları
parçalarlar. Bozunan gıdâlar asitli bileşikler hâlinde minenin derinliklerine sızarlar. Minenin kalsiyumunu
kaybetmesine sebeb olarak mineyi harâb ederler. Yine günümüz insanı tarafından külliyetli miktarda
kullanılan uyuşturucular, alkollü içki ve aşırı içilen sigara da diş sağlığını tehdid etmektedir.

Diş çürüklerinin sıklığı ve fazlalığı dünyânın çeşitli bölgelerinde ayrı grafikler çizer. Özellikle pirinç
ile beslenen Çinlilerde çürük oranı en üst seviyededir. Büyük oranda av hayvanları ile beslenen ve
karbonhidratlı gıdâları alamayan Eskimolar’da çürük oranı bir hayli azdır. Güneşin çok az alındığı Kuzey
Avrupa ülkelerinde raşitizm vakaları dişleri etkilerken, Afrikalı zencilerde sağlam diş oranı bir hayli
fazladır. Yurdumuzda da diş sağlığı maalesef arzu edilenin çok altında olup, ilkokul çağındaki çocukların
% 90’ı ağzında çürük diş bulundurmaktadır.

Hâmilelikte diş etlerinde iltihap ve şişme durumları meydana gelir. Anne adayı şiddetli kanama
sebebiyle dişlerini fırçalayamaz. Devamlı kusması ağız asiditesini arttırır. Bu dönemde ağız bakımı daha
fazla hassasiyet ister.

İlerleyen yaşın, her organ gibi, dişleri de yıprattığı bilinen bir hakîkattir. Yaşlılarda çürükten ziyâde
diş eti çekilmesi ve kemiğin erimesi ile desteğini kaybeden ve sallanan dişler problem olurlar.

Bâzı meslekler de dişler üzerine ters tesirlidir. Civa ve civalı bileşiklerle, kurşun, arsenik gibi
kimyâsal maddelerle uğraşanlar, fırıncılar, çivileri dişleri ile tutan marangoz ve ayakkabıcılar, X
ışınlarına devamlı mâruz kalan röntgenciler ve radarcılar, nefesli çalgıları dişlerine dayayarak çalmak
zorunda olan müzisyenlerde diş rahatsızlıklarına sık rastlanır.

İrsiyet, özellikle dişlerin şekilleri üzerinde etkilidir. Anne veya babadan birinden dar çene şekli,
diğerinden geniş ve iri dişler alan çocuğun dişleri alveol kavisine sığmaz, dil veya dudak tarafına
devrilir, çarpık olur. Çeneler arasındaki uyumsuzlukta da büyük oranda irsiyetin önemi vardır.

Şüphesiz ki dişlerde en büyük tahribatı bakteriler yapar. Dişler arasında ve çürük oyuklarında
yerleşen başlıca mikroplar, streptokoklar, leptobasiller, aktinomikozlar veya mantarlardır. Bunlar gıdâ
artıklarını hızla fermente ederler ve asitli bileşikler hâline getirirler. Dişin yapısını bozarlar. Diş eti
cebinden hareketle diş çevresinde rahatsızlıklara sebeb olurlar. Dişin hayâtiyetine son vermekle de
kalmaz, kök ucuna doğru ilerleyerek alveol kemiği içerisinde iltihaba sebebiyet verirler.

Aslında iltihaplı bir diş sâdece ağız için bir tehlike değil, bütün vücuda mikrop yayan bir odaktır.
Sinsi bir düşman gibi vücudun zayıf bir ânını bekler. Vücud direncini kırar. Bulunduğu bölgede şişlik,
kulaklarda, şakaklarda şiddetli ağrılar yapar. Gözleri ve yüz sinüslerini de iltihaplandırabilir. Dişlerde
çok yerleşen streptokoklar kalp kapakçıklarını iltihaplandırarak buralarda haraplanmalara sebeb olur.
Ağız kokuları, boğaz ağrıları, hattâ bâzı asabî bozuklukların temelinde diş problemi olabilir.

Diş Bakımı
Dişlerimizi günde üç kez mekanik olarak temizlemeliyiz. Boy boy reklamları yapılan diş
mâcunlarından bembeyaz pırıl pırıl dişler beklemek hayalcilik olur. Aslında diş mâcunlarının diş sıhhati
üzerinde fazla bir tesiri olmadığı gibi sıhhatli diş, mutlaka süt beyazı olacak diye de bir kâide yoktur.
Dişe rengini veren minenin altındaki dentin tabakasıdır. Bunun yaradılıştaki rengi neyse daha sonra da
odur.
Diş fırçalarını seçerken orta sertlikte, kuytu köşelere girebilen ve özellikle plastikten mâmul
olanlar tercih edilmelidir. Kıl fırçalar domuz veya at kıllarının aklaştırılmasıyla îmâl edilirler. Kıllar büyük
oranda suyu emerler. Her kılın içinde mevcut olan kanalcık ise bakterilerin yerleşmesi için çok müsâittir.
Ayrıca kıl fırçaların düzensiz olan uçları diş etini tahriş edicidir. Bir fırça bir kişi tarafından kullanılmalı ve
3-4 ayda bir değiştirilmelidir. Mâcun kullanılması arzu ediliyorsa mercimek büyüklüğünde bir mâcun
parçası yeterlidir. Fırçalarken diş etlerine de masaj yapılmalıdır. Önceleri diş etleri kanar, ancak düzenli
fırçalama ile diş etleri pekişir. Fırçalama etten dişe doğru yapılmalıdır. Sıhhatli bir diş eti gülpembesi
rengindedir. Ağzında diş taşı olanlar gecikmeden bir hekime müracâat etmelidir. Florun suda yetersiz
miktarda bulunduğu bölgelerde flor tabletleri almak da yararlıdır.
Ağız ve diş sağlığında misvak kullanmanın büyük yeri vardır. Gerek hoş kokusu, gerekse kullanma
ve taşıma kolaylığı misvağın câzibesini arttırır. Düzenli olarak misvak kullananlarda çürüklerin durduğu,
diş etlerinin pekiştiği, ağız kokusunun kalmadığı görülür. Misvak, Arabistan’da yetişen Erak (Salvadore

Persica) adlı bir ağacın dallarından yapılır. Diş ipi de fırçanın ulaşamadığı dişler arası bölgelerde
kullanılabilir.

Diş Hekimliği
Diş hekimliğinin târihi, insanların diş ağrısı çekmeleri kadar eskidir. Binlerce yıl evvelki diş
tabâbeti hakkında elimizde fazla bir belge yoktur. Eski Mısırlılardan kalma proteze benzer parçalar
bulunmuştur. Çinliler akupunktur ile diş ağrısına müdâhale etmişler, Güney Amerika’da Perulular koka
yaprakları ile dişi uyuşturma cihetine gitmişlerdir.
İslâmiyetin cihanı aydınlatmasıyle emredilen temizlikten dişler de ziyâdesiyle nasîbini almıştır.
Peygamber efedimiz Sahâbe-i kirâma misvakı öğretmişler ve ümmetine kullanmayı emretmişlerdir.
Peygamberimiz buyuruyorlar ki: “Misvak kullanılarak kılınan namaz, misvaksız namazdan
yetmiş kat üstündür.”
Bugün hâlâ diş hekimliğinde kullanılan sâkinleştirici, ağrı kesici ve antiseptik özelliği olan Eugenol
(karanfil rûhu) yüzyıllardır İslâm dünyâsında kullanılır. Târihî kaynaklar Türk hekimlerinin kendilerine
has usûllerle ağrısız ve çabuk diş çektiklerini bildirmektedir.
Diş hekimliğinin kat ettiği büyük mesâfe asrımız içerisinde olmuştur. Anastezik maddelerin keşfi,
röntgen ışınlarının tabâbette kullanılması, antibiotiklerin, ağrı kesicilerin ve çeşitli mukâvim estetik
dolgu maddelerinin îmâli pek eski değildir.
Günümüzde diş hekiminden korkmak için bir sebep kalmamıştır, denilebilir. Dakikada 300.000
devir yapabilen, bir yandan hava, bir yandan su vererek ısınmayı önleyen elmas frezli aşındırıcılar
çürükleri birkaç dakikada temizlemekte, dişlerin görünmeyen köşeleri röntgen filmleri ile apaçık tesbit
edilmektedir. Diş çekimleri ağrısız yapılmakta, eksik dişlerin yerine sağlam, estetik ve temiz protezler
yapılabilmektedir.
Diş hekimliği kendi içinde Cerrahî, Ortodonti (çene-yüz ortopedisi), Periondontoloji (dişi taşıyan
dokular ve hastalıkları), Oral Diagnoz (ağız içi teşhisler), Pediodonti (çocuk dişleri), Endodonti (kanal
tedâvileri), Konservatif tedâvi ve protez gibi dallarda ihtisaslaşmışlardır. Modern cihazlarla diş hekimliği
ürkütücü değil, sevimli bir hâle gelmiştir. Diş hekiminden değil dişleri ihmâl etmekten korkmalıdır.

DİŞ KİRASI

Eskiden Ramazanlarda iftâra gidilen yerlerde misâfirlere verilen hediye (para) için kullanılan tâbir.
İkinci Meşrûtiyetin îlânına kadar Ramazan ayında devletin vezir ve yüksek memurlarının konaklarında
her akşam iftâr yapılması âdet hâline gelmişti. Bu dâvetlerde yemek ve ikramda bulunmakla berâber,
fakirlere diş kirası namıyla para da verilirdi. Âmirlerin verdiği dâvetlere maiyetinin gelmesi îcâb ederdi.

Yemek yemeyi sevenler ve fakirler için bu yerler tam dâvet sofrası olurdu. Ev sâhibini tanısınlar
veya tanımasınlar konağın kapısını çalınca içeri buyur edilirlerdi. Zamanla konaklar ve dâvetsiz
ziyâfetler tamâmen ortadan kalktı.

Halk arasında bebeğin ilk dişini görenin çocuğa aldığı hediyeye de diş kirası denilmektedir. Bâzı
yerlerde çocuğun dişi çıkınca, bulgur kaynatılır, içine çeşitli renklerde şekerler konarak dâvet edilen
misâfirlere diğer çerezlerle birlikte ikrâm edilir. Bâzı yerlerde gölle adı altında; bulgur yanında mısır ve
nohud da kaynatıldığı, ayrıca ceviz konarak yendiği ve komşulara dağıtıldığı da vâkidir. Dâvete
gelenlerin bilhassa çocuğun dişini ilk görenin getirdiği hediye de dişin kirası kabul edilir.

DİŞBUDAK (Fraxinus)

Alm. Esche (f), Fr. Frene (m), İng. Ash, ash- tree. Familyası: Zeytingiller (Oleaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Karadeniz, Marmara ve Akdeniz bölgesinde yer yer.

İki çenekliler sınıfının, zeytingiller familyasından pekçok türü bulunan, ekseri Kuzey Yarım Kürenin
ılıman bölgelerinde yetişen bir ağaç cinsi. Kışın yaprağını döken ağaçlardandır. Ülkemizde dört türü
bulunur. Çiçekli ve çiçeksiz denilen çeşidi vardır.

Çiçeksiz dişbudak ağacı: (Praxinus excelsior): Nisan-mayıs aylarında çiçek durumları meydana
getiren 20-30 cm yüksekliğinde, kıymetli bir orman ağacı. Hafif ve rutubetli toprakları sever. Kökleri
derine iner. Gövde dik, karşılıklı dallı, üzerinde esmer lekeler bulunan gri renkli kabukludur. Yapraklar
sivri uçlu ve kenarları muntazam dişlidir. Çiçekler bileşik salkım durumlarında olup, yapraklardan önce
açar. Bitkiye çiçeksiz denmesinin sebebi çiçek örtüsünün bulunmamasındandır. Meyveleri kanatlı
fındıksıdır. Tohum esmer renkli ve uzunca şekillidir.

İzmit, Çankırı, Kastamonu, Samsun, Maraş, Amasya, Toroslar (Mersin) havâlisinde bulunur.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı; yaprakları, kabuk ve tohumlarıdır. Yapraklar
haziran-temmuz ayları arasında toplanır. Gölgede kurutulur. Yapraklarında reçineli maddeler, tanen,
uçucu yağ ve glikozitler vardır. Yaprakları idrar söktürücü, müshil ve süt ifrazını arttırıcı olarak

kullanılır. Romatizma ve nikris tedâvisinde de faydalıdır. Kabukları ateş düşürücü ve kabız edicidir.
Tohumları idrar söktürücüdür.

Çiçekli dişbudak ağacı (Fraxinus ornus): Mayıs-haziran ayları arasında beyaz renkli çiçekler
açan 5-10 m yüksekliğinde bir ağaç. Gövde dik, silindir biçiminde, gri renkli, gençken düz, sonra
kabarcıklı kabuklu, yapraklar uzun saplıdır. Çiçekler evvelâ dik duran, fakat sonra sarkan durumlar
teşkil ederler. Meyveleri küt uçlu, esmer renkli, yassı şekilli ve kanatlı fındıksıdır.

Trakya, İstanbul, Bursa, İzmir, Manisa Dağı, Toroslar, Osmaniye, Maraş civârında tek başına veya
küçük topluluklar hâlindedir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin gövdesinden elde edilen usare kullanılır. Bu usare temmuz-
ağustosta ağacın gövdesine yapılan yarıklardan elde edilir. Bu usârede mannitol, şekerler ve reçine
bulunur. Hafif müshil etkilidir. Bilhassa çocuklara su veya süt içinde eritilerek verilir.

Dişbudak ağacı şah ve filizden büyüyebilir. Azamî 300 sene yaşar. Kerestesi açık renkli ve
parlaktır. Mobilya îmâlinde kullanılır.

DİŞLİ ÇARKLAR

Alm. Zahn-, Kettenrader, Ritzel (n.pl.), Fr. Roues dentées, İng. Gears, cogwheels. Hareketli
veya gücü dönen bir milden diğerine iletmekte kullanılan eleman. Dişlerin profilleri dönmeleri esnâsında
birbirlerine çarpmadan, takılıp sıkışmadan ve birbirlerinin üzerinde kaymadan iç içe girip birbirlerini
döndürerek hareketi iletebilecek şekildedir. Matematikçilerin 19. asır boyunca süren uzun çalışmaları
sonucu bu problemin çözümü diş profillerinde episikloit ve dâire açınımı profillerinin kullanılmasıyla
çözüldü. Bugün diş profilleri evolvent şeklindedir. Evolvent, bir dâire üzerinde yuvarlanan bir doğrunun
üzerindeki noktaların geometrik yeri şeklinde tanımlanabilir.

Dönme hareketi iletilen iki mil arasında dakikadaki devir sayılarının oranı, hareketi ileten dişli
çiftinin çapları veya diş sayıları ile ters orantılıdır.

Dişli çarkların en çok tanınanı otomobillerin vites kutusunda olanıdır. Hızlı dönen otomobil
motorunun gücü bu kutuya iletilir. Vites kutusunda bu devir düşürülerek, otomobilin ana miline verilir.
Dişli kutusunda son bir düşürme yapılarak, hareket arka tekerlek millerine iletilir.

Dişlilerin başlıca büyüklükleri: Bir dişli çarkta dişlinin üstünden geçen çemberin çapına diş
üstü çapı, çarkın dişlerinin dibinden geçen çemberin çapına diş dibi çapı denir. Bu iki çap farklı diş

yüksekliğini tanımlar. Diş yüksekliği, birlikte çalışan dişlilerin birbirine geçtiği çalışma baş boşluğu kadar
daha az derindedir.

Birbirine giren iki dişlinin arasında kalan boşluğa yan boşluk adı verilir. Bu boşlukların olması dişli
çiftinin çalışması bakımından gereklidir. Boşluğun az olması dişlilerin ısınmasına, fazla olması da dişlinin
sesli çalışmasına ve çabuk yıpranmasına sebeb olur. Bunun için dişlilerin diş kalınlıkları ve eksenler
arası mesâfeleri dişlilerin tasarımı sırasında hassas olarak hesâb edilir.

Dişli çarklar millerin birbirine göre konumlarına ve dişli şekillerine göre değişik sınıflara ayrılırlar.
Başlıca dişli çark ve çeşitleri şunlardır:

Dişliler: Birbirine paralel millerlerde hareket iletilmesinde kullanılırlar. En yaygın olan bu türde
dişler düz şekillidir.

Helisel dişli çarklar: Bu dişlilerde, dişler dişli çark silindirine helisel olarak sarılmışlardır. Yâni
dişler, diş eksenine paralel değil bir açı yapacak şekildedirler. Bu tür dişli çiftlerinde dişler birbirleriyle
temâsa geçerken bir önceki dişler hâlâ temas hâlindedirler. Birbirleriyle temas hâlindeki diş sayıları
fazla olduğundan, düz dişlilere göre daha yumuşak ve sessiz çalışıp daha büyük güçleri iletebilirler.
Vites kutularında ve büyük güç ileten dişli mekanizmalarında yaygın olarak kullanılırlar. Çalışma
esnâsında dişlerin eğik olmasından dolayı eksenel yönde de bir kuvvet meydana getirdiklerinden bu
kuvveti taşıyabilecek şekilde yataklanmalıdırlar. Bu etkilerini dengelemek için çift yönlü helis şeklinde
açılmış ok veya çavuş dişli denilen dişliler veya iki helisel dişli çifti berâber kullanılır.

Kremayer: Burada dişlerden biri silindirik diğeri ise düz kremayer şeklindedir. Dönme hareketini
doğrusal hareket veya doğrusal hareketi dönme hareketine çevirmek için kullanılır. Dişleri düz veya
helisel olabilir.

Konik dişliler: Konik dişlilerin biçimi kesik koniye benzer. Eksenleri belli bir açıyla kesişen dişler
arasında güç aktarımında kullanılırlar. Miller aynı düzlemde ve eksenleri kesişecek konumdadır.
Eksenlerin birbirine dik olduğu tip en çok kullanılır. Düz, helisel veya eğrisel olabilir. Diş profilleri
evolvent değil okloit denilen özel bir eğri şeklindedir. Hipoit dişli denilen eksenleri birbirini kesmeyen,
aynı düzlemde bulunan miller arasında güç ileten tipleri de vardır.

Sonsuz vida: Bu tür dişlilerde eksenler ayrı düzlemlerde birbirlerine dik konumdadır. Küçük çark
sonsuz vida ismini alır. Vidaya benzer şekildedir. Üzerine dolanan bir veya birkaç helisel diş bulunabilir.
Mekanizma sonsuz vidadan tahrik edilir. Tahrik büyük dişli çarktan yapılmaz. Yâni hareket nakli tersinir

değildir. Sonsuz vidanın çark üzerine sarıldığı gibi globoid mekanizma olmak üzere iki türü vardır. Bu
mekanizmalarda dişler arasındaki aşırı sürtünme dolayısıyla verim düşüktür. Fakat çok büyük çevrim
oranları (1/30- 1/200) sağlanabildiğinden büyük oranda hız düşürülmesi gereken yerlerde kullanılır.

Planet mekanizmaları: Düz olan dişli çarklardan meydana gelir. Büyük bir güneş dişli
çevresinde ve aynı zamanda daha büyük bir iç dişlinin dış güneş içinde dönen küçük birkaç planet
dişliden meydana gelen bir sistemdir. Bir planet mekanizmasında dış güneş, planetler veya iç güneşin
sâbit tutulması ve giriş çıkışın diğerlerinden sağlanmasıyla çeşitli tahvil oranları elde edilebilir. Otomatik
transmisyonda ve başka yerlerde kullanılır.

Îmâlât: Yaygın olarak kulanılan büyük güçler taşımayan ve devir sayıları düşük dişliler dökme
demir, bronz ve alüminyum alaşımlarından yapılır. Plastik (naylon, teflon) sinterlenmiş malzemelerde
son zamanlarda yaygın şekilde kullanılmaktadır. Özel mukâvemet isteyen yüksek devir sayılı büyük güç
ileten makinalarda yüksek mukâvemetli (krom-nikelli) çeliklerden faydalanılır. Dişli çarklar daha büyük
yük taşıma kâbiliyetine sâhib olabilmeleri için ısıl işleme tâbi tutularak sertleştirilirler. Dişli çarklarının
yüzey sertleştirilmesinde kullanılan usûller; semantasyon, endüksiyon, alev ve nitrürleme ile
sertleştirmedir.

Düşük güç ve hızla iletebilen dişli çarklar döküm veya dövme ile îmâl edilebilirler. Küçük dişliler
beyaz alaşımdan veya plastikten pres döküm olarak yapılırlar. Yüksek mukâvemet ve hassâsiyet
istenen hâllerde dişliler talaş kaldırma yöntemlerine göre form freze ve yuvarlanma yöntemine göre
açılabilirler. Form freze ve yönteminde kesici takımın profili, işlenecek çarkın diş profilinin aynısıdır.
Dişler taksimat tahribâtı ile donatılmış herhangi bir üniversal freze tezgahında kesilebilir. Bu yöntemde
her seferinde diş genişliği boyunca diş aralığında bir kere talaş kaldırıldıktan sonra diş taksimatı kadar
döndürülerek öteki diş aralığında talaş kaldırılır. Dişler teker teker açıldığından hem yavaş hem de
yuvarlanma yöntemi kadar hassas değildir. Yuvarlanma yönteminde dişli açılacak taslak kesici takım
berâberce hareket ederler. Kremayer, planya azdırma ve radyal planya olmak üzere üç diş açma
yöntemi vardır. Dişler çok hassas ve çabuk açılabilirler.

Dişli çarklar îmâlatındaki talaş kaldırma izlerinin temizlenmesi için taşlanırlar. Hassas bir dişli
dâimâ taşlanmalıdır. Eğer dişli çark çelikten yapılmış ve su verilmişse taşlama kaçınılmaz bir işlemdir.

DİŞOTU (Ammi Visnagae)

Alm. Zahnstocher Ammei, Fr. Herbe auxcure-dents, İng. Tooth-pick. Familyası: Maydonozgiller
(Umbelliferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya, Batı Anadolu, Akdeniz, Güney Doğu Anadolu
bölgeleri.

30-80 cm boyunda, bir senelik otsu ve özel kokulu bir bitki. “Kılır, hıltan” adlarıyla da bilinir.
Yaprakları parçalı, parçalar iplik şeklindedir. Çiçekler temmuz-eylül ayları arasında görülür. Çiçek
durumu 3-8 cm uzunlukta, çok kollu, bileşik şemsiye şeklindedir. Meyveler olgunlaşmaya başlayınca
çiçek durumunun kolları birbiri üzerine kapanır, çiçek tablası şişer. Çiçekler beyaz, meyve açık veya
koyu gri renklidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı kurutulmuş olan olgun meyveleridir. Dişotu
meyvelerinde sâbit yağ, uçucu yağ, khellin ve visnagin vardır. Khellin, dişotu bitkisinin kök, gövde,
yaprak ve bilhassa meyvelerinde bulunmaktadır.

Anadolu’da yetişmekte olan bitkilerden elde edilen meyveler, en iyi kalite kabul edilir. Mısır
menşeli meyveler ile aynı miktarda khellin taşımaktadır. Dişotu meyveleri çok eskiden beri doğu
ülkelerinde gaz ve idrar söktürücü olarak kullanılmaktadır. Bronşlar, idrar yolları, safra yolları ve
kronerler üzerine antispazmotik tesiri görülmektedir.

Dişotu bitkisinin kurutulmuş gövde ve dalları, Güneydoğu Anadolu’da toprak damların altına
konulmakta ve bitkinin özel kokusunun bit, pire ve tahta kuruları gibi haşarâtın evlerde yaşamasına
mâni olduğu söylenmektedir. Yer solucanları üzerinde yapılan denemelerde, dişotu meyvelerinden
hazırlanan ekstrelerde yer solucanlarının öldüğü tesbit edilmiştir. Ayrıca çiçek durumu sapları halk
arasında kürdan olarak da kullanılmaktadır.

DÎVÂN

İslâm devletlerinde idârî, mâlî, askerî meselelerin ve her türlü dâvâların görüşülüp gerekli
hükümlerin verildiği toplantı ve toplanılan yer. Kelimenin târih içinde ortaya çıkışı, hazret-i Ömer
zamânına kadar uzanır. Hazret-i Ömer zamânında Medîne’de hükûmet dâiresi teşkil edilerek, maaş ve
vazîfe defterleri tutulmuştur. İsimlerin yazıldığı deftere toplanmış olmasından dolayı dîvân adı
verilmiştir.

Emevî Devletinde belli başlı dört dîvân vardı. İdârî işler bu dîvânlar vâsıtasıyla yürütülürdü.
Bunlar:


Click to View FlipBook Version