The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-11-25 09:40:50

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Keywords: Yeni Rehber Ansiklopesidi

vadisiyle yarılmıştır. Kuzeyinde Ilgaz Dağları, güneyinde Köroğlu Dağları yer alır. Devrez Çayı ve
Kızılırmak vâdilerinde küçük ovalar vardır.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri; pirinç, buğday, arpa, patates, elma, armuttur.
Akarsu vâdilerinde sebze ve meyve yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiş olup, en çok koyun, kıl keçisi ve
Ankara keçisi beslenir. İlçe topraklarında kireçteşı, mermer ve traverten yatakları vardır.

İlçe merkezi, Kızılırmak Vâdisinde yer alan ovanın kuzeyinde kurulmuştur. İl merkezine 116 km
uzaklıktadır. Samsun-İstanbul karayolu ilçeden geçer. Belediyesi 1936’da kurulmuştur. Kastamonu’ya
bağlı ilçeyken 1953’te Çorum’a bağlandı.

Laçin: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 12.584 olup, 1570’i ilçe merkezinde, 11.017’si köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 15 köyü vardır. Merkez ilçeye bağlı bir bucakken, 9 Mayıs 1990’da
3644 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları genelde düzdür. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım
ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı ve meyvedir.Hayvancılık ve el sanatları köylerdeki halkın ikinci bir
meslek dalıdır.

Mecitözü: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 32.059 olup, 6287’si ilçe merkezinde, 25.772’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 55 köyü vardır. Yüzölçümü 959 km2 olup, nüfus
yoğunluğu 33’tür. İlçe toprakları orta yükseklikteki düzlüklerden ve dağlardan meydana gelir.
Güneyinde Karadağ yer alır. Dağlardan kaynaklanan suları Çorum Çayı ve Efenik Çayı toplar.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, şekerpancarı, arpa, patates, soğan,
elma ve baklagiller olup, ayrıca az miktarda armut ve üzüm yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiştir. İlçe,
gelişmemiş bir yerleşim merkezi olup, Çorum-Amasya karayolu kuzey kıyısında yer alır. İl merkezine 37
km mesâfededir. Belediyesi 1892’de kurulmuştur.

Oğuzlar: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 11.846 olup, 5867’si ilçe merkezinde 5979’u
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 7 köyü vardır. İskilip ilçesi merkez bucağına bağlı
belediyelik bir köyken 9 Mayıs 1990’da 3644 sayılı kânun ile ilçe oldu. Eski ismi Karaören’dir. İlçe
toprakları genelde dağlıktır. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa,
şekerpancarı, patates, üzüm ve armuttur. Hayvancık gelişmiştir.

Ortaköy: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 13.073 olup, 3353’ü ilçe merkezinde, 9720’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 15 köyü vardır. Yüzölçümü 242 km2 olup, nüfus

yoğunluğu 54’tür. İlçe topraklarının kuzey ve kuzeybatısı dağlık, doğusu ise ovalıktır. Çekerek Çayı ilçe
topraklarını sular.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa ve soğan olup, ayrıca az miktarda
patates, üzüm, pirinç ve armut yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiştir. İlçe merkezinde çeltik fabrikaları
vardır. İlçe merkezi, Çekerek Suyuna dökülen Karahicip Deresi kıyısında kurulmuştur. İl merkezine 53
km mesâfededir. Gelişmemiş ve küçük bir yerleşim merkezidir. Mecitözüne bağlı bucakken, 1959’da ilçe
oldu ve aynı sene belediyesi kurulmuştur.

Osmancık: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 52.490 olup, 21.347’si ilçe merkezinde 31.143’ü
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 24, Kamil bucağına bağlı 12 köyü vardır. İlçe toprakları
genelde dağlıktır. Doğusunda Çal ve Ada dağları, batısında Köroğlu Dağları yer alır. İlçe topraklarını
Kızılırmak sular.

Ekonomisi tarım ve mâdenciliğe dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, şekerpancarı, arpa,
pirinç, patates, soğan ve az miktarda üzüm, elma ve armuttur. Hayvancılık ve arıcılık gelişmiştir. İlçe
topraklarındaki mermer ve linyit yatakları işletilir.

İlçe merkezi, Kızılırmak’ın güney kıyısında yer alır. Tosya-Merzifon karayolu ilçeden geçer. İl
merkezine 61 km uzaklıktadır. Baltacı Mehmed Paşa Osmancık’ta doğmuştur ve burada dört târihî
çeşme yaptırmıştır.

Sungurlu: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 81.665 olup, 30.521’i ilçe merkezinde, 51.144’ü
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 103 köyü vardır. İlçe toprakları orta yükseklikte dalgalı
düzlükler ve tepelik alanlardan meydana gelmiştir. Kızılırmak’ın kollarından Delice Suyu ilçe topraklarını
sular.

Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı, soğan, patates,
üzüm, mercimek, elma ve nohuttur. Sebze ve meyve yetiştiriciliği yaygındır. Hayvancılık gelişmiş olup,
en çok sığır besiciliği yapılır. Un ve tuğla fabrikaları başlıca sanâyi kuruluşlarıdır. Dokumacılık yaygın
yapılan el sanatıdır. İlçede bentonit yatakları vardır.

İlçe merkezi, Samsun-Ankara karayolu üzerinde Budaközü Çayı kenarında kurulmuştur. İl
merkezine 70 km mesâfededir. Eski ismi Budaközü’dür. Merkez ilçeden sonra en hızlı gelişen ve en
büyük ilçedir.

Uğurludağ: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 27.331 olup, 7356’sı ilçe merkezinde, 19.975’i
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 33 köyü vardır. İskilip ilçesine bağlı bir bucakken, 19
Haziran 1987’de 3392 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları genelde dağlıktır. Ekonomisi tarıma
dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, şekerpancarı ve patatestir. Hayvancılık yaygın olarak yapılır.

Târihî Eserler ve Turistik Yerleri
Çorum târihî eserler bakımından gerçek bir hazînedir. Başlıcaları şunlardır:
Çorum Kalesi: Kimin tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi’nde
Dânişmendliler tarafından yapıldığı bildirilmektedir. Kale, şehrin güneyinde az yüksek platform üzerinde
ovaya hâkim bir yerde kurulmuştur. Kare biçiminde olup, her kenarı 80 metredir. Kale içinde ahşap
evler ve minâresi yıkılmış büyük bir mescit vardır.
İskilip Kalesi: Yüz metre yüksekliktedir. Üç tarafı kayalarla çevrilidir. Yalnız kuzeybatı kısmı
girişe elverişlidir. Etrâfı surlarla çevrilidir. Dört yanında burçlar bulunmaktadır. Kalenin güneye bakan
kısmında bir kapısı vardır. Kalede iki gizli yol bulunmaktadır. Birisi büyük Câmi yönünde, birisi de
Tabakhâne Mahallesine çıkmaktadır. Kalenin kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir.
Osmancık Kalesi: Eski Osmancık ilçesinin doğusunda çok dağlık olan Kandiber denilen kalenin
içerisinde kurulmuştur. Surlarının uzunluğu 2500 m, yüksekliği 27.5 metredir. Kalenin ne zaman ve
kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Kale içerisinde kayaları oymak sûretiyle yapılmış bir
hamam harâbesi bulunmaktadır.
Ulu Câmi: Çorum’un en büyük câmisidir. Minberinin kapısı üstünde 706 senesi Safer ayının
onuncu günü (1306 Ağustos) yazısı bulunmaktadır. Sultan Alâeddîn Keykubât’ın kölesi tarafından
yaptırılmıştır. Çeşitli zelzelelerde yıkılıp yeniden yapılmıştır. En son olarak Çabarzâde Süleymân Bey ile
oğlu Abdülfettah Bey zamânında bugünkü şekli inşâ edilmiştir. İnşaat, 1810 senesinde tamamlanmıştır.
Hıdırlık Câmii: Eshâb-ı kirâmdan Süheyb-i Rûmî’ye saygı nişânesi olmak üzere ilk defâ Hıdır oğlu
Hayreddîn Bey tarafından yaptırılmıştır. Beşiktaş Muhâfızı Çorumlu Yedisekiz Hasan Paşanın Süheyb-i
Rûmî’den bahsetmesi üzerine, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın emri üzerine şimdiki câmi ve türbe
yapılmıştır.
Şeyh Muhiddîn Yavsî Câmii: İskilip’te Ebussuud Efendinin babası Şeyh Yavsî tarafından tek
kubbeli olarak yaptırılmış, daha sonra Ebussuud Efendi tarafından ekleme yapılarak câmi
büyütülmüştür. Câminin yanında Şeyh Muhiddîn Yavsî’nin türbesi vardır.

Büyük (Ulu) Câmi: 1839’da Göçükoğlu Hasan Usta tarafından yapılmıştır. İskilip’tedir. Büyük
ahşap kubbesi vardır.

Mihri Hatun Câmii: Dördüncü Murad Han, Kargı’ya bağlı Karakire köyünde hastalanarak vefât
eden hanımı için yaptırmıştır. 1943 zelzelesinden zarar gören yapı, tâmir ettirilmiştir. Sâdece minâresi
ilk yapılış şeklini korumaktadır.

Sinan Paşa Külliyesi: Kargı ilçesindedir. Külliye câmi, sıbyan mektebi, han ve hamamdan
meydana gelmiştir. 1507’de Sinan Paşa tarafından yaptırılmıştır. Câmi avlusunu çevreleyen medrese
zamânımıza ulaşmamıştır. Hamam 1956’da tâmir ettirilmiş olup, günümüzde kullanılmaktadır. Hanın bir
kısmı yıkıktır.

Koca Mehmed Paşa Câmii: Sultan İkinci Murad’ın vezîri Koca Mehmed Paşa tarafından 1430
senesinde Osmancık ilçesinde yaptırılmıştır. Selçuklu mîmârî özelliği hâkimdir. Kapısı cevizden olup,
üzerinde çok zarîf ve sanatkârane bir işçilikle işlenmiş oyma süslemeler vardır. Granit taştan yapılı
mihrabın geometrik süsleri çok güzeldir. Câminin yanında imâret vardır.

Akşemseddîn Câmii: Fâtih Sultan MehmedHanın hocası Akşemseddîn tarafından yaptırılmıştır.
Osmancık ilçesindedir. Günümüze ulaşan dershâne ve iki oda mescid olarak kullanılmaktadır.

Elvan Çelebi Zâviyesi: Mecitözü ilçesi Elvan köyündedir. Zâviye, câmi ve türbeden meydana
gelen yapı, Osmanlı döneminin ilk zâviyelerindendir. 1352’de Âşıkpaşaoğlu Elvân Çelebi yaptırmıştır.
Kündekari tekniğinin çok güzel bir örneği olan türbe kapısı, Çorum İl Müzesindedir.

Koyun Baba Türbesi: Sultan İkinci Bâyezîd döneminde Osmancık ilçesinde yaptırılmıştır. Türbe,
tekke, imâret ve kervansaraydan meydana gelen külliyeden günümüze sâdece türbe kalmıştır. Ağaç
işçiliğinin eşsiz bir örneği olan kapı, Çorum Müzesindedir.

Koyun Baba Köprüsü: Osmancık ilçesinde olup, Osmanlı köprü mîmârîsinin en güzel
örnekleridir. İnşâsına 1486’da başlanmış, 1491’de tamamlanmıştır. Köprü, 250 m uzunlukta, 7.5 m
yüksekliktedir. Dokuz kemerli, on beş gözlüdür.

Çorum Saat Kulesi: 1894 târihinde İkinci Abdülhamîd Hanın Beşiktaş muhâfızı, Yedisekiz Hasan
Paşa tarafından yaptırılmıştır. Saat Kulesi 27.5 m yüksekliğindedir. Tabanı sekiz köşeli olup, 5.3 m
çapındadır. Her köşesi 2.1 metredir. Kulenin gövde çapı 3.9 m olup, 24 köşegenlidir. Kuleye döner
merdivenle çıkılır. 81 basamağı vardır. Saatın rakamları dâiresi çapı 1.5 m olup, yelkovan uzunluğu 85

cm, akrep uzunluğu 70 santimetredir. Geniş ve çok derin bir temel üzerine oturtulduğu söylenmektedir.

68 cm genişliğinde, 1.70 m yüksekliğindeki kapısının üzerinde 60x95 cm ebadındaki kitâbesinde:

Şehinşâh-ı zamân Abdülhamîd Hân-ı keremkârın
Ferikân-ı kirâmından Hasan Pâşâ bî-hemtâ
Bütün evkâtını vakf ile ihyâ-i hayrâta
Muvaffak eylesin hem de aynı âmâline Mevlâ

Bu saat kulesi ezcümle hayrât-ı güzîninden
Yapıldı yümn-i evferle bu şehri eyledi ihyâ
Çıkıp bir vakt-i eşrefde yazıldı bâbına târih
Bu mevkat-ı celili yaptı bak heft heşt Hasan Paşa.
yazıları yer almaktadır.

Sungurlu Saat Kulesi: 1892 yılında Kaymakam Edip Bey tarafından yaptırılmıştır.

Güpür Hamamı: Ulucâmi karşısındadır. 1436’da yapılan hamamda sonradan bir takım

değişiklikler yapılmıştır. Hâlen kullanılmaktadır.

Paşa Hamam: Çöplü semtinde bulunan hamam, Tâceddîn İbrâhim Paşa tarafından 1484’te

yaptırılmıştır. Hâlen kullanılmaktadır.

Ali Paşa Hamamı: Çarşı içinde saat kulesi yanındadır. Çorum’un en büyük hamamıdır. Erzurum

Beylerbeyi olan Ali Paşa tarafından 1573 yılında yapılmıştır. Hâlen kullanılmaktadır.

Boğazköy (Hattuşaş): Anadolu’da yaşayan Hitit Devletinin başkentidir. Çorum’a 82 km,

Sungurlu ilçesine 30 km uzaklıktadır. Boğazköy (Hattuşaş)ün çevresi 6-8 km uzunluğunda büyük bir

sur ile çevrilidir. 7 kapısı vardır. Bu kapıların üçü önemlidir. Kral Kapı, Aslanlı Kapı ve Yer Kapıdır. Yer

Kapıya 70 m uzunluğunda bir yeraltı tünelinden girilmektedir. Bu surlar içerisinde birçok tapınaklar

vardır. En önemlisi Büyük Tapınak etrâfında çeşitli erzak küpleri mevcuttur. Bu tapınak içinde sütunlu

galeriler, râhiplere âit odalar, adak sunma yerleri ve kurban kesme yerleri mevcuttur. Bugün yabancı

istilâlar ve bir takım tahribat sonucu duvarların büyük kısmı yıkılmış, 1.5 m yükseklikte duvarlar

kalmıştır. Hattuşaş şehrinin 5 tapınağının en büyüğü ve en önemlisi Büyük Tapınaktır. Kazılarda

10.000’den fazla yazılı tablet bulunmuştur. Dünyânın en zengin Hitit Müzesi Çorum’dadır.

Alaca Höyük (Arinna): Alaca’ya 22 km, Çorum’a 45 km, Boğazköy’e 37 km uzaklıktadır.

Höyüğün genişliği 277 m, uzunluğu 310 m olup, 20 m yüksekliktedir. Alacahöyük’te ilk kazı yapılmasını

sağlayan Türk bilgini İstanbul Müzeler Müdürü Halil Ethem Bey olmuştur. Kazıya 1906-1907 yıllarında

başlanılmıştır. Altın, gümüş ve tunçtan yapılmış çok sayıda eser bulunmuştur. Büyük kısmı Ankara

Müzesindedir. Geri kalanı Alacahöyük’tedir. Hitit İmparatorluğuna âit on binlerce eserin çıkarıldığı târihî
bir hazînedir.

Yazılı Kaya: Hattuşaş şehrinin 2 km doğusunda yer alır. Bu kaya iki büyük galeriden ibârettir.
Taptıkları şeylerin resimleri ile süslüdür. Büyük galeride insanlar sayısı 69, küçük galeride ise 18’dir. Bir
açık hava tapınağı olarak kurulan muzzam kabartmaların M.Ö. 1300 yıllarında Üçüncü Hattuşil
zamânında yapıldığı anlaşılmaktadır. Yazarlı, Büyük Gülücek, Eski Yapar, Kalın Kaya, Kalehisar ve
Gerdek Kayada eski çağlara âit çeşitli târihî eser ve kalıntılar vardır.

Eski Ekin Mağarası: Yapma mağaradır. Yanından dere geçen bu mağara yığılmış taş
basamaklarından çıkınca yontulmuş bir kapıdan dar bir koridorla geniş bir odaya geçilir. Odanın
içerisinde oturma yerleri ve dışardan ışık alması için bir de penceresi vardır. Gerdek Kaya Mağarası:
Çorum’a 12 km uzaklıkta Elmalı köyüne yakın bir yerdedir. Mağara tek bir odadan ibârettir. Dış
duvarları üzerinde çok enterasan motifler vardır. Büyük Laçin Mağarası: Laçin’e bir km uzaklıktadır.
Bir odadan ibârettir. Mescitli Mağarası: Kaya içine oyulmuştur. Köye iki kilometredir. Kapılı Kaya
Mağarası: Kırkdilim Boğazının bitiminde yüksek odalı bir mağaradır. Geniş bir penceresi vardır. Yeni
Kışla Mağarası: Mağaranın içerisi 8-10 m yüksekliğindedir. Köye bir kilometre uzaklıktadır. Molla
Hasan ve Kadıderesi Mağarası: Yanyana dizilmiş üç dallı bir mağaradır. Köye 1 km uzaklıktadır.
Alköy Mağarası: Cemilbey bucağına bağlı Alköy’ün yakınında yerden 4 m yükseklikte çok düzgün
oyulmuş bir mağaradır. Sazak Mağarası: Saçayak boğazına 500 m uzaklıkta bir kaya üzerindedir.
Mağarada ocak yerleri ve sedirler vardır. Böğdüz Kılıçören Mağarası: İçerisine, çok derin bir koridorla
girilir. Bu mağarada söylentilere göre büyük bir hazînenin Bizanslılar zamânında saklandığı
söylenmektedir. Mağaranın ağzı kapalıdır, az bir yeri açıktır. Kılıçören köyünün güneyindeki dağlardan
birisidir.

Mesire yerleri: Çorum ilindeki mesire yerleri genellikle ormanlık bölgelerde toplanmıştır. Bâzıları
şunlardır:

Belediye Parkı: 40.000 metrekarelik bir sahada ağaçlı, çiçekli bir mesire yeridir. 1884’te
Kaymakam Mahmud Bey yaptırmıştır. Baha Bey Çamlığı: İl merkezine 2 km uzaklıkta Çamlık bir
mesire yeridir. Hacılar Hanı Çamlığı: Çorum-Samsun yolu üzerinde il merkezine 30 km uzaklıkta, çam
ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir dinlenme yeridir. Soğuksu kaynakları çoktur. Çatak: Çorum’a 20 km
uzaklıkta orman içi bir mesire yeridir. Keklik ve üveyik av kuşları çoktur.

Kaplıcaları: Çorum ilinde şifâlı su kaynakları varsa da az olup, yeteri kadar
faydalanılmamaktadır. Bâzıları şunlardır:

Laçin Hamamı: İl merkezine 40 km uzaklıkta Laçin ilçesi yakınındadır. İçme kürleri idrar
söktürücüdür. Arak Mâdenî Suyu: Çorum-İskilip karayolu üzerinde Karacaören köyü yakınındadır.
Mîde, karaciğer, safra yolları ve metabolizma hastalıklarının tedâvisinde faydalıdır. Figani (Beke)
Hamamı: Çorum-Mecitözü yolu üzerindedir. İdrar söktürücü özelliği vardır.

ÇÖKELTİ

Alm. Präzipitat (n), Niederschlag (m), Fr. Précipitation (f), dépât, précipité (m), İng. Precipitate.
Sıvı ortamda kimyasal bir reaksiyon sonucunda teşekkül eden katı madde. Bir sıvıda (meselâ suda) iyi
çözünmeyen bir bileşiğin iyonları bir araya geldiğinde, bunlar birleşerek bir çökelti meydana getirirler.
Gümüş nitrat ve sodyum klorür suda iyi çözünen bileşiklerdir. Bunların çözeltileri hazırlanıp aynı kaba
boşaltılırsa, bu takdirde suda çözünmeyen gümüş klorür bileşiği oluşur ve katı hâlde çöker:

AgNO3+NaCl  AgCl+NaNO3
Bir maddenin çökeltisinin oluşabilmesi için, çöken maddenin iyon konsantrasyonları çarpımı o
maddenin çözünürlük çarpımından büyük olmalıdır. (Bkz. Çözünürlük)

ÇÖL

Alm. Wüste (f), Fr. Déserf (m), İng. Desert. Bitki örtüsünün hiç bulunmadığı veya çok seyrek
olduğu geniş arâzi. Çöl terimi, daha çok kurak yerler için kullanılan bir terimdir. Çöller, kumlu ve susuz
arâziler hâlindedir. Yeryüzünde, bulunduğu yerlerde geniş alanları kaplamaktadırlar.

Çöller, bulundukları yerlerin özelliklerine göre muhtelif isimler alırlar. Bunlar; kumlu çöller, soğuk
çöller, tuzlu çöller, taşlı ve kayalık çöllerdir.

Çöllerde, devamlı olarak kuraklık ve soğuklar olduğundan, bitki örtüsüne çok az raslanmakta
(kaktüs, bodur ağaçlar, kayalıklar arasında yetişen bitkiler gibi) ve bu sebeple buralarda çok az sayıda
insanlar yaşamaktadır.

Çöl bitkileri, yağmur yağdığı zaman çok hızlı büyür. Hattâ yağmur sularını bünyelerinde depo
ederek, kurak dönemlerde bundan istifâde ederler. Böylece hayâtiyetlerini uzun müddet devâm
ettirebilirler. Bâzı çöl bitkileri de su bulmak için köklerini toprağın derinliklerine salarlar. Yaprakları çok

küçük olup, diken hâlindedir. Suyun depo edildiği gövde kısımları geniş bir yapıya sâhip olduklarından
kuraklığa uymuşlardır.

Çöllerde, daha çok iri gövdeli hayvanlar yaşamaktadır. Bunlar vücutlarında su depo ederek uzun
zaman susuz kalmaya tahammül ederler. Meselâ deve ve devekuşu gibi. Bunun yanında çöllerde küçük
çöl hayvanları da bulunmaktadır. Bunlar geceleri dışarı çıkar, gündüzleri inlerde serin yerlerde
barınırlar. Bunlara misâl olarak sürüngenler (kertenkele gibi), kemirgenler, tilki, muhtelif kuşlar vs.
gösterilebilir.

Yeryüzünde geniş alanlar kaplayan çöller olarak; Arktik ve Antarktika (soğuk çöller), Arabistan,
Orta Asya, Avustralya, Afrika (kurak-kumlu çöller)daki çölleri gösterebiliriz. Dünyânın en kurak çölü bir
Güney Amerika ülkesi olan Şili’deki çöldür. Çöllerde km2ye 0.00078 ilâ 0.3 kişi düşmektedir. Yâni 4 ilâ
128 km2ye bir kişi isâbet etmektedir.

Çöllerde yağış çok azdır. Hattâ bâzı çöllerde 7-8 senede ancak bir defâ yağış olmaktadır. Yıllık
yağış miktarı, çölün durumuna göre 0.5 mm ile 25 mm arasında değişmektedir. Bâzı çöllerde ise yıllık
yağış miktarı 250 milimetreye kadar çıkabilmektedir. Bu tip çöller daha çok bozkır görünümündedir.

Güneş ışınları, hava sıcaklığı ve atmosferdeki nem ile alâkasından dolayı, bir iklim etkisi sayılan
buharlaşma, bütün çöllerde çok önemlidir. Dünyâdaki bütün çöllerde toplam yıllık buharlaşma oranı,
yıllık yağmurdan fazladır. Bu ise, sürekli bir su kaynağı olmadığı müddetçe su kütlelerinin meydana
gelmesine mâni olur.

Çöllerde gece ile gündüz arasında çok fazla sıcaklık farkı bulunmaktadır. Yâni gündüzleri çok sıcak
(40°C ile 50°C)geceleri ise çok soğuk (-20 ilâ -25°C) olmaktadır. Çöller, şiddetli yağışlar ile rüzgârların
aşındırma ve kumulları bir yerden başka bir yere taşımasıyla meydana gelirler. Çöllerde çok seyrek
yağan yağmurlar, sağanak hâlinde yağdıklarından, kumulları düz yerlere taşırlar ve buralarda bulunan
tepeciklerin etrâfına yığarak adatepe diye adlandırılan adacıklar meydana getirirler.

Çöllerde yaşayan insanlar eskiden daha çok göçebe hâlindeydiler. Göçebeler, geçimlerini
hayvancılıkla temin etmekte, vahalar ile otlaklar arasında yüzlerce kilometre yol katederek hayvanlarını
otlatmaktaydılar.

Dünyânın En Büyük Çölleri

Adı Bulunduğu yer Büyüklüğü (km2)
Büyük Sahra Kuzey Afrika 8.600.000

Libya Kuzey Afrika 1.683.000
Simpson Avustralya 1.450.000
Gobi Çin Moğolistan 1.300.000
Kalahari Güney Afrika 518.000
Nibye Sudan 310.000
Karakum Türkmenistan 270.000

ÇÖMLEKÇİLİK

Alm. Töpferkunst (f), Töpfereigewerbe (n), Fr. Poterie, ceramique (f), İng. Pottery,potter’s
occupation. Özlü çamurdan elle veya çömlekçi çarkından geçirilerek çeşitli ölçülerdeki kalıplara
dökülerek biçimlendirilen ve fırında pişirilerek sırlanan veya sırlanmadan yapılan toprak çanak. Çömlek,
testi, vazo, küp yapma sanatı. Beyaz topraktan yapılarak üstü sırlanan çiniler, çömlekçilik sanatına
girmezler. Bunları yapmak sanatına çinicilik denir.

Eski tekniğe göre çömlekçi çamurunun hazırlanışı ve şekil verilmesi, akarsu yataklarından veya kil
toprağının üstündeki özlü çamur süzülerek, içindeki çakıl taş parçaları alındıktan sonra taşla veya tahta
tokmakla dövülerek yapılırdı. Kil toprağına sâdece biraz su katılır, süzülmüş balçıklı toprak kalıplara
dökülerek sıkıştırılır veya ortası oyularak çeşitli biçimlere sokulurdu.

Yeni usûllere göre, kil bol su içinde ıslatılarak sıvılaştırılır, süzülür. Süzülen bu sulu çamur belirli
bir kıvama gelinceye kadar kurutulduktan sonra elle işlenerek biçimlendirilir. Son zamanlarda ise balçık,
kalıplara dökülerek kullanılmaktadır.

Testiler üzerine camsı olmayan sır sürülmezse, içindeki suyu dışına çok ince bir şekilde sızdırır.
Buna testinin terlemesi de denir. Çok hafif sızan bu suyun hissedilmeyecek ölçüde buharlaşmasıyla testi
içindeki su soğur.

Fırınlama: Eski usûllere göre yapılan çömlekler güneşte kurutulurdu. Daha sonra ateşte
pişirilmeye başlandı. On sekizinci yüzyılda çömlekçi fırınları yapılmaya, 19. yüzyılda ise tünel şeklinde
fırınlar kullanılmaya başlandı. Çömlek taşıyan arabalar çömleklerin pişeceği ölçüde fırın içinden geçerek
soğuma yerinde bir müddet bekletilir ve daha sonra işi bitip kavrulmuş olan çömlekler çıkarılır. Yapılan
toprak kapların birisi balçığı sertleştiren, diğeri de sırı sâbitleştiren iki ayrı fırınlamadan geçer. İlk
fırınlamada balçık yavaş yavaş suyunu kaybeder. Çömleğin çatlamaması için ısının fazla olmaması
lâzımdır. Sıcaklık derecesi 600 derecenin üzerine çıkınca çömlek kırmızılaşır ve balçık suyunu tamamiyle

kaybeder. Çömlek fırınlama esnâsında hava alırsa karbonlu maddeler atılır. Şâyet hava almaz ise
çömlek koyulaşır.

Sırlama: Toprak kabın üstüne sürülen sır; kil, kireç, kurşun, çakmaktaşı, boraks ve bâzı
maddelerle karıştırılır. Sır kabı süslemek ve su geçirmemesi için kullanılır. Su ile temâs edince erimez.
Pişmiş bir çömleğin üzerine sulandırılmış olarak sürüldüğü zaman kuruyarak bir tabaka meydana
getirir. Tekrar fırınlanırsa bu maddeler eriyerek, ince cam gibi bir tabaka olur.

Renk: Kilin birleşimi çok çeşitli maddelerden olduğu için fırınlanınca türlü renkler alır. İlk çömlek
süslemeciliği bu usûlden idi. Daha sonra sır kullanılmaya başlandı. Boya, sırın içine karıştırılır veya sırın
üzerine ve altına sıvanmak sûretiyle yapılır.

Süsleme: Eski zamanlarda, süsleme toprak kabın üzerine elle veya kazımak sûretiyle veya
üzerine çeşitli renkte kil sürülmekle yapılmaktaydı.

Daha sonra, çeşitli renkler ve desenler sırın altına veya üzerine sürülerek süslemeler yapılmaya
başlandı.

Çömlekçiliğin târihi: Yapılan kazılardan M.Ö. 5000-4000 yıllarına kadar dayanmakta olduğu
anlaşılmıştır. Her medeniyette çömlekcilik sanatı kendine has husûsiyet ve özellikleriyle kendini belli
etmiştir.

Mısır’da kurulan medeniyetlerde M.Ö. 5000 yıllarında, İran’da ve Filistin’de kurulan
medeniyetlerde M.Ö. 4000 yıllarına kadar çömlekçilik sanatının olduğu bilinmektedir. Anadolu
medeniyetlerinde çömlekçilik tekniği M.Ö. 6000 yılına kadar giderek bir üstünlük göstermektedir.
Mersin, Çatalhöyük ve Kızılkaya gibi merkezlerde koyu renkli cilâlı seramik bulunmuştur. Hacılar’da
krem renginde astarlı ve cilâlı seramik bulunmuştur.

Truva, Yortan, Polatlı, Kusura, Beycesultan ile Güney Anadolu’daki yerleşim merkezlerinde M.Ö.
2900-2600 yıllarına âit, elle yapılmış, koyu renkli desenli bir çömlek cinsine rastlanmıştır. M.Ö. 2600-
2300 devrelerine âit zaman içinde çömlekçi çarkı kullanılmaya başlanmış, kırmızı astarlı ve cilâlı
seramikle kara renkli kablar ve kırmızı üzerine kahve rengi veya ak üzerine kırmızı renkte geometrik
süsleme gösteren boyalı seramikler görülmüştür. M.Ö. 2300-1900 zamanında kullanılmış çömleklerin az
önce izah edilen özelliklerin yanında kırmızı veya kırmızımsı bir astarla kaplandıktan sonra koyu renkte
çizgili desenlerle süslenmiş olduğu, bâzılarında da tek renkli ve cilâlı özelliğinin yanında insan yüz
tasvirlerinin bulunduğu görülmektedir.

M.Ö. 1900-1600 devresi Hititler zamânına rastlamaktadır. Geometrik desenler yanında stilize
edilmiş hayvan figürlerine de rastlanmaktadır.

Orta Asya ve Türklerde çömlekçilik M.Ö. 3000 yıllarına kadar dayanmaktadır. Göktürkler
zamânındaki kaplar umûmiyetle dar ağızlı testilerle geniş ağızlı çömleklerden ibârettir. Karlukların
yayıldığı bölgelerde insan ve hayvan tasvirleriyle Çu Vâdisinde bulunanlarda hayvan figürlerine
rastlanır. Bu çeşit süsleme İslâmiyetin yayılmasıyla yerini stilize edilmiş kuş ve geyik figürlerine
bırakmıştır. Karahanlılarda insan ve hayvan figürleri kaybolmuş, bunun yerine stilize edilmiş bitki
motifleri kullanılmıştır. İslâmiyetin kabûlünden sonra Türkler daha çok çini, porselen ve fayans üzerinde
çalışmış ve bu alanlarda emsâlsiz eserler meydana getirmişlerdir.

Anadolu Selçukluları (M.S. 11-13. yüzyıllar) günlük işlerinde oldukça kaba yapılı ve Bizanslıların
kullandığı kırmızı taban üzerine yeşil, sarı, kahverengi sırlı seramiğe benzer kaplar kullanmışlardır.
Kubâdâbât ve Konya sarayında bu çömlek cinsinden parçalar bulunmuştur. Ankara Etnografya
Müzesinde bulunan ağızlıklı bir testi insan figürleri, çiçek motifleri ve geometrik desenlerle süslenmiştir.

Osmanlı devrinde de su küpleri, kavanozlar, su testileri gibi kaba eşya sırlı ve sırsız pişmiş
topraktan yapılmaya devâm etmiştir. Çanakkale çömleğinin târihi çok eski olup burada yapılan çoğu
yeşil, sarı, koyu kahve rengi, sırlı seramik çok tanınmıştır. Ayrıca Anadolu Hisarında Göksu, Adapazarı,
M.Kemalpaşa, İnegöl, Gönen, Menemen, Kütahya, Eskişehir, Ayaş, Konya, Avanos ve Diyarbakır gibi
yurdumuzun birçok bölgelerinde çömlek yapım yerleri vardır. Günümüzde çömlekçiliğin eski önemi
kalmamıştır. Anadolu’da bâzı yörelerde hâlâ çeşitli tipleri kullanılmaktadır.

ÇÖPLEME (Veratrum Album)

Alm. Weisser Germer (m), Fr. Ellébore (m), İng. Bear’s foot. Familyası: Zambakgiller
(Liliaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Doğu Karadeniz (Zigana Dağları), Akdeniz (Toros Dağları).

Haziran-ağustos ayları arasında beyazımsı-yeşil renkli çiçekler açan, 50-150 cm yüksekliğinde,
toprak altında etli bir rizomu olan, otsu bir bitki. Yüksek yayla ve mer’alarda tesâdüf edilir. Gövdeleri
dik, silindir biçiminde, tüysüz ve içi boştur. Yaprakları sapsız ve koyu yeşil renklidir. Çiçekler kısa saplı
ve sapsız olup, gövdenin ucunda ve üst yaprakların koltuğunda uzunca salkım durumlar teşkil ederler.
Meyveleri siyahımsı-esmer renkli ve uzunsudur. Yassı kanatlı ve parlak esmer renkli tohumlar taşır.

Kullanıldığı yerler: Kullanılan kısımlar kökleridir. Toprakaltı kısmı sonbaharda topraktan çıkarılır,
su ile yıkanarak temizlenir ve gölgede kurutulur. Etli depo kökleri topraktan çıkarıldığı zaman sarımsı-
beyaz renklidir. Kuruma esnâsında karekteristik esmer rengini alır. 3-4 cm çapında ve 8-10 cm
uzunluğundadır. Üstü buruşuk ince köklerle kaplıdır. Tadı acı, tozu şiddetli aksırtıcıdır. Bileşiminde
nişasta, şekerler ve reçineden başka 20 kadar alkaloit çeşidi vardır. Hâricen sinir ağrılarını teskin
etmekte ve bâzı deri hastalıklarında kullanılmaktadır. Dâhilen damla hastalığına ve bâzı kalp
bozukluklarına karşı kullanılmıştır. Son senelerde bilhassa saflaştırılmış alkaloit hulâsası, romatizma ve
tansiyon yüksekliğine karşı kullanılmaktadır.

ÇÖREKOTU (Nigella Sativa)

Alm. Schwarz-küemmel (m), Fr. Nigelle (f), İng. Black cumin. Familyası: Düğünçiçeğigiller.
(Ranunculaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya ve Anadolu.

Haziran-temmuz ayları arasında yeşille karışık açık mâvi renkli çiçekler açan, 20-40 cm boyunda
bir senelik, otsu bir bitki. Yol kenarları ve bilhassa ekin tarlaları içinde bulunur. Gövde dik ve kısa
tüylüdür. Yaprakların alttakileri saplı, üsttekileri sapsızdır. Çiçekler uzun saplı ve tek tektir. Taç
yaprakları iki loplu ve bal özü bezleri taşıyan 8 tâne küçük parça hâlindedir. Meyveleri çok tohumlu
olup, tohumlar siyah renkli ve oval şekillidir. Güney Avrupa, Balkan memleketleri, Kuzey Afrika, Türkiye
ve Hindistan’da yetiştirilmektedir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları tohumlarıdır. Tohumları tamâmen olgunlaştıktan
sonra toplanır ve güneşte kurutulur. Çörekotu tohumlarında uçucu ve sabit yağ, tanen, şekerler,
glikozit bünyeli bir saponin ve alkaloitler bulunmuştur. Tohumları gaz söktürücü, uyarıcı ve idrar
söktürücü olarak kullanılmaktadır. Güzel kokusu sebebiyle müshil ilâçlarının içine ilâve edilen iyi bir
lezzet ve koku değiştiricidir. Çörekotunun Anadolu’da bulunan ve aynı şekilde kullanılan diğer türleri
şunlardır:

Şam çörekotu (Nigella damascena): Yaprakları parçalıdır. Çiçekleri tek ve üst yapraklar
tarafından örtülmüş durumdadır. Parlak mâvi çiçeklidir.

Kır çörek otu (Nigella arvensis): 10-30 cm yüksekliğinde mâvi çiçeklidir. Yaprakları sivri
parçalıdır. Tohumları kurt düşürücü olarak da kullanılır.

Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde “Habbetüssevdâ, yâni şûniz (çörekotu) dertlere
devâdır.” buyurdu.

ÇÖVEN (ÇÖĞEN) OTU (Gypsophila Arrostii)

Alm. Gipskraut (n), Fr. Gypsophile. İng. Gypsophila. Familyası: Karanfilgiller (Caryophyllaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Orta ve Doğu Anadolu

Haziran-temmuz aylarında beyaz çiçekler açan, 50-60 cm yüksekliğinde çok dallı, çok senelik,
kazık köklü, otsu bir bitki. Yaprakları sapsız, soluk yeşil renklidir. Çiçekler küçük beyaz renklidir.
Tohumlar küçük, hemen hemen böbrek şeklinde esmer renkli ve üzeri pürtüklüdür. Memleketimizde 27
kadar türü bulunur.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları kökleridir. Konya ve Beyşehir havâlisinde bu
bitkiye dişi çöven ismi verilmektedir. Erkek çöven ismiyle tanınan çövenin kökleri ticârette makbul
değildir. Çöven köklerinde saponin, reçine ve şeker vardır. Eskiden beri temizleyici olarak, lekeleri
çıkarmak için kullanılır. Memleketimizde ve Yakın Doğu’da “tahin helvası” yapımında da kullanıldığı için
buna, helvacı çöveni ismi de verilmektedir. Bâzı yörelerimizde ve Kıbrıs’ta, pişirilerek salamura edilen
hellim tipi peynirin bozulmaması için suyuna çöven kökü bırakılır. Trakya bölgesinde çöven otundan
“köpük helvası” ismiyle beyaz, köpüksü helva yapılır. İhraç maddelerimizden birisidir.

ÇÖZELTİ

Alm. Lösung (f), Fr. Solution (f), İng. Solution. Bir maddenin diğer bir madde içerisinde
moleküler seviyede homojen olarak dağılmasıyla meydana gelen karışım.

Çözeltilerin çözücü ve çözünen olmak üzere iki bileşeni vardır. Genellikle bu iki bileşenden
miktarca fazla olanına çözücü, diğerine ise çözünen denmektedir. Bileşenlerin miktarlarının birbirine
yakın olduğu durumlarda çözücü-çözünen ayrımı keyfîdir. Bu durumda bileşenden söz etmek daha
yerinde olur. Çözeltileri, bileşiklerden ayıran en önemli özellik çözeltinin, homojenliği kaybolmaksızın,
bileşiminin belli sınırlar içinde değiştirilebilmesidir.

Çözeltiler çözücünün sıvı ve katı durumda bulunuşuna göre sınıflandırılırlar önemli çözelti tipleri
şunlardır:

1.Sıvı-Sıvı Çözeltiler (su-alkol)
2.Sıvı-Katı Çözeltiler (su-tuz)

3.Sıvı-Gaz Çözeltileri (su-karbondioksit)
4.Katı-Sıvı (çinko-civa)
5.Katı-Gaz (palladyum-hidrojen)
6.Katı-Katı (bakır-çinko)
Çözeltilerin konsantrasyonları (derişimleri): Çözeltide çözünmüş bulunan maddenin miktarını
belirtmek için yerine göre muhtelif konsantrasyon (derişim) terimleri kullanılır. Meselâ çözeltinin 100
gramında bulunan çözünmüş madde miktarı bilinmek isteniyorsa başka, 100 mililitresinde bulunan
çözünmüş madde soruluyorsa başka terim kullanılır. Değişik maksatlarla çok kullanılan muhtelif
konsantrasyon terimleri şunlardır:
Çözeltilerin yüzde bileşimi: Bir çözeltinin 100 gramında çözünmüş olan maddenin gram
miktarına çözeltinin yüzde bileşimi veya kısaca çözeltinin yüzdesi denir. Meselâ % 10’luk tuz çözeltisi
denince 100 gramında, 10 gram tuz ve 90 gram su bulunan çözelti akla gelir.
Âdi konsantrasyon: Bir çözeltinin birim hacminde çözünmüş bulunan maddenin gram miktarına
o çözeltinin “konsantrasyonu” adı verilir. Genellikle 100 mililitresinde çözünmüş bulunan maddenin
gram cinsinden kütlesi alınır ve buna “yüzde konsantrasyon” adı verilir.
Molarite (Molar konsantrasyon): Bir çözeltinin litresinde çözünmüş olarak bulunan çözünmüş
madde mol sayısına o çözeltinin molaritesi veya molar konsantrasyonu adı verilir. Meselâ 1 molar
sülfürik asit çözeltisi denildiği zaman çözeltinin bir litresinde 1 mol (yâni 98 gram)sülfürik asit (H2SO4)
bulunan çözelti anlaşılır.
Normalite: Bir çözeltinin litresinde çözünmüş olarak bulunan çözünmüş madde ekivalent
(eşdeğer) gram sayısına o çözeltinin normalitesi denir. Bu târifi anlamak için “ekivalent gram sayısı”nı
bilmek lâzımdır. (Bkz. Eşdeğer Ağırlık)
Molalite: Bir çözeltinin bir kg çözücüsü başına çözünmüş madde mol sayıdır. Bu konsantrasyon
terimi ebülyoskopi ve kriyoskopide kullanılır.
ŞEKİL VAR!!

ÇÖZÜNÜRLÜK

Alm. Löslichkeit (f), Fr. Solubilite (f), İng. Solubility. Doymuş bir çözeltide belirli bir çözelti veya
çözücü miktarında çözünmüş madde miktarı. Başka bir ifâdeyle 100 gr çözücüyü belirli sıcaklık ve
basınçta doymuş hâle getiren maddenin gram cinsinden miktarına o maddenin çözünürlüğü adı verilir.

Katı ve sıvıların çözünürlüğü genellikle sıcaklıkla artar. Gazların çözünürlüğü ise sıcaklıkla azalır,
basınçla artar.

Bâzı tuzlar suda çözünmez. Hiç çözünmez sandığımız bu tuzların aslında belli bir çözünürlüğü
vardır ve bunlar çok az çözündüklerinden, bunların çözünürlüğünü ifâde etmek için çözünürlük çarpımı
terimi kullanılır. Çözünürlük çarpımı: Bir bileşiğin sudaki doymuş çözeltisinin serbest hâlde bulunan
iyonlarının molar konsantrasyonları çarpımına denir. Meselâ gümüş klorürün çözünürlük çarpımı 10-
10 mol2/l2dir ve şöyle gösterilir:

Kç(AgCl) = [Ag+]. [Cl-]= 1.10-10 mol2/l2
Bu eşitlikte Ag+ veya Cl- iyonlarının 1.10-5 mol/l konsantrasyonunda olduğu anlaşılır. Yâni 1 litre
suda ancak 10-5 mol (10-5x143,5=0.001435 gr) AgCl çözünür. Fazlası çözünmez.

ÇUBUK BEY

Selçuklu beylerinden. On birinci yüz yılda, Selçuklu sultânı Melikşah’ın Anadoludaki fetih
seferlerine katıldı. Emrindeki Türk boyları ile Murat Suyu vâdisinde konaklayan Çubuk Bey, 1083
senesinde Şerefüddevle Müslim’e karşı Harran’ı müdâfaa etmek için harekete geçti, fakat Cüllab Suyu
sâhilinde yenildi. Aynı sene Mervanîlerden Mensur’a karşı yapılan harekâtta Artuk Beyin yanında,
Sa’düddevle Gevherâyin kuvvetlerine katıldı. 1084 senesinde Diyarbakır üzerine yapılan seferde Çubuk
Bey başarı gösterdi. 1085’te Diyarbakır ele geçirilince, Emir Yakut’un idâresindeki Harput, Çubuk Beye
verildi. Burada bir Çubuk Beyliği kuruldu ve bir müddet hüküm sürdü. Daha sonra Melikşah’ın Mısır’ı
fethetmek, Fâtımî-Şiî hâkimiyetini ortadan kaldırmak için yaptığı harekâta katıldı.

1091 senesinde Sultan Melikşah’ın Bağdat’ta yaptığı toplantıya katılan beyler ve emirler arasında
Çubuk Bey de bulunuyordu. Nitekim Melikşâh’ın emri üzerine 1092’de Sa’düddevle Gevherâyin ile
beraber Hicaz’ın kontrolü ve Yemen ile Aden’in devlete katılması için Arabistan’a gitti. Çubuk Bey
Yemen’e giderken, Beyliği oğlu Mehmed Beye bıraktı. Çubuk Beyin bundan sonraki faaliyetleri hakkında
bilgi yoktur. Mehmed Beyin vefâtından sonra, beylik Emir Belek’e geçti. Çubuk Beye bağlı boylar

bundan sonra batıya doğru göç ettiler. Doğuda Germiyan ilinde uzun süre ikâmet ettikleri için
Germiyanlı adını aldılar ve bu beyliğin içerisinde hizmetlere katıldılar.

ÇUHAÇİÇEĞİ (Primula Officinalis)

Alm. Primel (f), Fr. Primevére (f), İng. Pirimese, primula. Familyası: Çuhacıçiçeğigiller
(Primulaceae), Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara ve Doğu Karadeniz bölgesi.

Mart-mayıs ayları arasında, sarı-sarımsı turuncu mor renkli ve kokulu çiçekler açan, 10-30 cm
yüksekliğinde, çok senelik otsu bir bitki. Orman altlarında ve sulak çayırlarda bulunur. Yapraklar
tabanda rozet şeklinde oval veya uzunca oval şekilli, kenarları dalgalı ve tabana doğru sap şeklinde
daralmıştır. Alt yüzü grimsi-beyaz renklidir. Çiçekler rozet yaprakların ortasından yükselen gövdenin
ucunda şemsiye gibi, bir arada toplanmışlardır. Çanak ve taç yaprakları tüp şeklinde olup, uçta 5
parçalıdır. Meyve tepesinden deliklerle açılarak tohumlarını etrafa saçar. Tohumları koyu esmer
renklidir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısımları kökleri ve çiçekleridir. Kökleri ilk ve sonbaharda
topraktan çıkartılır, temizlenir ve güneşte kurutulur. Çuhaçiçeği köklerinde uçucu yağ, saponinler,
glikozitler ve enzimler vardır. Bitki yumuşatıcı, hafif idrar söktürücüdür. Köklerde bu hassalar daha
fazladır. Bronşit, göğüs hastalıkları ve migrende kullanılır.

Memleketimizde 10 kadar çuhaçiçeği türü vardır. Bunlar bilhassa Doğu Karadeniz ve Doğu
Anadolu bölgesinde yaygındırlar. Marmara bölgesinde bol olarak bulunan mâvi-sarı çiçekli Primula
vulgaris türü bahçelerde ve çiçekçilerde süs bitkisi olarak yetiştirilmekte ve satılmaktadır.

ÇUHADAR

Osmanlı Devletinde sarayın büyük memurlarından ve pâdişahların hizmetlerinde bulunanlardan
birine verilen ad. Çuhadan yapılmış bir elbise giydikleri için bu adla anılmışlardır. Bulundukları
mevkilere göre yetkileri değişmekteydi. Sultan Çelebi Mehmed zamânında kurulan çuhadarlık,
saraydaki mühim memuriyetlerdendi.

Çuhadar ağa ünvânına sâhib olan kimse, pâdişâhın hizmetinde bulunup, ona en yakın dört ağadan
biri olurdu. Hasodabaşı ve silâhdar ağadan sonra üçüncü derecede önem taşırdı. Çuhadar ağa olan, ata
binerek hünkârın gerisinde gider ve pâdişâhın yağmurluğunu taşırdı. Hükümdârın kaftan ve kürklerine
bakmak da bunun vazîfesiydi.

Ayrıca pâdişâhın bayramda câmiye gidişlerinde ve merâsimlerde halka para saçardı. Çuhadar
ağanın maiyetinde hizmetlisi olarak iki lalası, aşağı koğuşlardan birer kullukçu ve birer zülüflü
baltacılarıyla ikişer sofalı, birer heybeci ve ikişer yedekçileri bulunurdu. Çuhadar terfî ederse, silâhdar
olurdu. Şâyet saraydan dışarı hükûmet hizmetlerinden birine çıkarılacak olursa, kendisine beylerbeylik
veya vezirlik verilirdi.

ÇUKUR AYNA

(Bkz. Ayna)

ÇUKUROVA

Akdeniz bölgesinin doğusunda, İskenderun Körfezi ile Mersin Körfezi arasında verimli bir ova.
Doğuda Misis Dağına, batıda Erdemli’ye, kuzeyde Toros Dağları ile Aladağların eteklerine kadar uzanır.
Yüzölçümü 3150 km2 kadardır.

Çukurova’nın doğusunda Ceyhan, batısında Seyhan nehirleri ve Tarsus Çayı bulunmaktadır. Ova,
bu ırmaklarla beslenmektedir.

Denize yakın yerlerinde irili ufaklı kıyı gölleri vardır. Bunlar, batıdan doğuya doğru Tarsus’un
güneyinde Aynaz bataklık gölü, Seyhan Nehri ağzının doğu tarafında Tuzla Gölü, Karataş Burnunun batı
tarafında Akyatan Gölü, Karataş’ın doğusunda Akyayan Gölüdür.

Çukurova’nın tarıma elverişli durumda olan geniş ovaları sulamak için Seyhan Nehri üzerinde,
Adana’nın kuzey Seyhan Barajı, Tarsus Çayının kollarından olan Kadıncık Deresi üzerindeki Kadıncık I
ve II barajları kurulmuştur. Böylece sulama kanallarıyla tarım alanlarının sulanmasına başlanmış, birim
alandan alınan ürün 2-3 misline çıkmıştır. Böylece Çukurova, Türkiye’nin önemli bir tarım bölgesi
durumuna getirilmiştir.Yetiştirilen en önemli ürünler:Pamuk, turunçgiller (portakal, mandalina, limon,
greyfurt vb), çeşitli sebzeler (turfanda sebze). Kıraç yerlerde ise tahıllar (arpa, buğday ve yulaf),
sulamaya uygun yerlerde de pirinç yetiştirilmektedir. Bunların dışında baklagiller, susam ve keten
tohumunun da tarımı yapılmaktadır.

Çukurova’nın aynı zamanda ticâret ve endüstri merkezi olan üç önemli ve büyük şehirleri Adana,
Mersin ve Tarsus’tur.

ÇULHAKUŞU

(Bkz. Baştankara)

ÇULLUK (Scolopax Rusticola)

Alm. Waldschnepfe, Fr. Bécasse commune, İng. Woodcock. Familyası: Çullukgiller
(Scolopacidae). Yaşadığı yerler: Avrupa, Asya ve K.Afrika’da. Özellikleri: 32 cm boyunda,
kahverengi tüylü, göçmen bir av kuşu. Çeşitleri: Orman, bataklık, kervan çulluğu vs.

Yağmurkuşları takımından, ince uzun gagalı, gri kahverengi tüylü, tombul bir kıyı kuşu. Eti gâyet
lezzetli, makbul bir av kuşudur. İnce uzun gagaları sinirce zengin yumuşak bir deriyle kaplı olup,
yaprak, ot ve yumuşak topraklardan solucan, böcek ve salyangozları rahatça bularak çıkarır.
Çoğunlukla gündüz gizlenerek akşamları faaliyet gösterir. Tüylerinin rengiyle rahatça çevreye uyum
sağlar. İri siyah gözleri başının tepesine yakın olup, görüş alanı 360°dir. Yem ararken arka tarafını
rahatça gözleyebilir. Yâni çulluk, arka tarafını da görebilmektedir.

Avrupa ve Asya’nın ılık bölgelerinde nemli orman ve su kenarlarında yaşar. Kışın Hindistan ve
Afrika’ya sürüler hâlinde göç eder. Göç döneminde geceleri, özellikle ay ışığında yol alırken avcılar
tarafından avlanır. Zikzaklı manevralar yaparak uçtuğundan avlanması hayli zordur. Ülkemizde
sonbaharda uğrayarak kışlarlar.

Yuvasını toprak üzerine kuru yapraklarla döşer. Dört adet kahverengi yumurta yumurtlar. 17-18
günlük kuluçka döneminden sonra doğan yavrular hemen annelerini tâkib ederler. Uçarken yavrularını
ayakları ile göğüs arasında veya sırtında taşır. Yenidünyâ çulluklarından “yeşil çulluk” yuvasını ağaçlar
üstünde yapar. Çok eski yıllarda Kuzey Kanada’da yuva yapan “eskimo kervan çulluğu” her yıl sürüler
hâlinde G.Amerika kıyılarına göç eder; ilkbaharda Mississippi Vâdisinden tekrar kuzeye dönerdi. Göç
mevsimlerinde çok avlanarak ürkütüldüklerinden bu bölgeleri terk ettiler.

Çullukların birçok türü vardır. Orman, bataklık, büyük kervan, ince gagalı kervan çulluğu en çok
bilinenleridir.

ÇUVAL

Alm. Sack (m), Fr. Sac (m), İng. Sack. Giyim eşyâsı buğday, un ve benzeri maddelerin nakli ve
muhâfazası için kullanılan yün ve kıldan yapılmış eşyâ. Günümüzde naylon ve başka maddelerden
yapılanlara da bu ad verilmektedir.

Çok eski zamanlardan beri çuvallar çeşitli şekillerde yapılmış ve kullanılmıştır. Bilhassa Anadolu’da
yörükler arasında kullanılan, bulundukları yörenin özelliğini gösteren “ala çuval” denen nakışlı tipleri çok

güzeldir. Gün geçtikçe azalan ve kısa zamanda ortadan kalkacak olan göçerlikle berâber bunlar da
kaybolup gitmektedir.

Çuvallar gerek malzeme, gerekse kullanıldıkları yerlere göre iki grupta toplanırlar. Ala çuval: Ala,
genel anlamda renkli mânâsında kullanılır. Yünden dokunmuş olup, renk ve nakış bakımından çok
zengindirler. Giyecek ve bu tür eşyâlar için yapılırlar. Kıl çuval: Kıldan dokuma, hububat koymak için
kullanılan çuvallardır. Çeşitli yörelerde yünden yapılan ve değişik isimlerle anılan çuvallar da vardır.

Ala çuvallar yörüklerin seyyar çulha dedikleri çadır tezgahlarında dokunur. Kıl çuvallar aynı
tezgahlarda veya daha basit tezgahlarda dokunur. Tezgahlara; mutat, ip ağacı, ipacı gibi isimler
verilmektedir.

Çuvallardaki nakışlar, ya yüzünde veya hem yüzünde hem de arkasında toplanmıştır. Yüzde
olanlarda, nakışlar yatık geniş yollar içine sıralanmıştır. Bu çeşit çuvallar çoğunluktadır. Bunların arkası
nakışsızdır. Bâzılarında boncuk ve püskül dizileri de görülür. İkinci gruptakiler de çuvalın önü ve arkası
dikine bir su hâlinde nakışlıdır. Nakışlar yünden yapılan çuvallarda görülür.

Genel olarak bütün çuvallarda kolonlar vardır. Bunlar çuvalın deve havutuna veya merkebin
semerine bağlanması içindir. Uçları püsküllü, kıldan ekseriya siyah beyaz renkli dokunarak yapılır.
Seyrek de olsa başka renklerden de yapılanları vardır. Kolonlar dokuma veya üzerindeki nakışa göre
ayrıca isim alırlar.

Çuvalların büyüklükleri yörelere göre değişmekte ise de genellikle standart olarak yapılmakta idi.
Böylece içine konan hububatın bir ölçeği olmaktadır. Ekseri büyüklükleri bir deve yükü olarak
hesaplanırdı. Yapılan tetkiklerde büyüklerin 5-6 kile (on teneke) hububat alacak şekilde yapıldıkları
görülmüştür. Bunların en küçükleri 69x94 cm, en büyüğü ise 80x144 santimetredir.

Çuvallar gerek dokunuşları, gerek nakışları, gerekse kolonları ile Anadolu’nun göçebe hayâtını
anlatan en güzel örnekleridir. Üzerlerindeki motifler, nakışlar, asırlar öncesi hayâtın, geleneğin
örnekleridir. Özellik gösteren, sanat değeri olan ve her bakımdan görülüp incelenmeye değer sanat
eserleridir.

Çuvallardan boy ve en bakımından büyük olan ve sâdece kıldan yapılan hararlar da vardır.
Hararlar daha ziyâde gübre ve saman taşımakta kullanılır. Kolonları yoktur. (Bkz. Harar)

ÇUVAŞİSTAN

Rusya Federasyonunun Avrupa bölümünün orta kesiminde kalan özerk bir Türk cumhûriyeti.
Volga Irmağının sağ yakasında yer alır. Türkçenin bir lehçesini konuşan Çuvaşların toprakları 16. asırda
Rusların eline geçti. Bölge Rus İhtilâlinden sonra Çuvaş Muhtar bölgesini meydana getirdi. Nisan
1925’te yapılan bir düzenlemeyle Özerk Cumhûriyet oldu. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra
Rusya Federasyonuna bağlı kaldı ve Çuvaş Muhtar Cumhûriyeti olarak yeniden örgütlendi.

Çuvaş Cumhûriyetinin yüzölçümü 18.300 km2dir. Topraklarının büyük bölümünü hafif engebeli
Çuvaş Platosu meydana getirir. Ülke topraklarını Volga’nın kolları olan Sura, Bolşoy, Tsivil, Mali Tsivil,
Kubnia çayları sular. Sura boyunca alüvyonlu kumluklar bulunur. Bu kumluklarda sık çam ormanları
vardır. Ülkenin kuzeyinde yaprakdöken ve karışık ağaçların meydana getirdiği ormanlar yer alır.
Ormanlık alanların büyük bölümü kesim sebebiyle tükenmiştir. Bölgede ılıman kara iklimi hüküm sürer.
Yazları ılık, kışları ise uzun ve soğuktur. Yıllık ortalama yağış miktarı 400-500 mm’dir.

Çuvaş Cumhûriyetinin nüfûsu 1.400.000 civârındadır. Cumhûriyetin 9 şehri vardır. Başşehri
Çeboksar’dır. Önemli şehirleri Kanaş, Alatır, Şumerlya ve Novoçeboksarsk’tır.

Ülkenin ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri; tahıl, kenevir, keten, patates,
şekerpancarı, sebze ve tütündür. Volga Nehri boyunca meyve bahçeleri vardır. Bölgede ayrıca küçük ve
büyük baş hayvan yetiştiriciliği yapılır. Hayvancılık giderek gelişmektedir. Rus İhtilâlinden önce sınırlı
olan sanâyisi, İkinci Dünyâ Harbinden sonra önemli gelişmeler göstermiştir. Bir nehir limanı olan
Çeboksar’da elektrikli araç makina parçaları, dökme demir, çeşitli dokuma, alkol ve deri eşyâ fabrikaları
vardır. Ülke genelinde kereste, kimyevî madde, elektromekanik fabrikaları, lokomotif ve otomobil
atölyeleri yer alır.

Ulaşımı sağlayan demir yolu ve karayolları gelişmiştir.Moskova’dan gelen Trans-Sibirya demiryolu
ülke topraklarından geçer. Bütün şehirler arasında düzgün bir karayolu vardır. Volga Irmağında nehir
taşımacılığı yapılır.

Ülkede hâlen 3 üniversite, 702 ortaokul, 24 teknik lise bulunmaktadır. Eğitim Çuvaş-Rus dilerinde
yapılır. Öğrencilerin % 68’i Çuvaş’tır.

D

Türk alfabesinin beşinci harfi. Sessizlerin dördüncü harfidir. Harf ses bilimi bakımından diş
sessizlerinin süreksiz ve yumuşağıdır. Osmanlı alfabesinin onuncu (dal), Arap alfabesinin sekizinci (dal)

ve on beşinci (dat) harfidir. Türkçe kelimelerin sonlarında bulunmaz. Ayrıca, “D” Romen rakamlarında
500 sayısını gösterir. D, açı birimi olarak, dik açının sembolüdür. Kimyâda D, deuteryum’un
sembolüdür.

DÂBBETÜLERD

Kıyâmetin kopmasına yakın, çıkacak olan büyük bir hayvan. Kıyâmetin büyük alâmetlerindendir.
Kıyâmet gününe inanmak, İslâm dîninde îmânın altı esâsına dâhildir. Bir Müslüman kıyâmet
gününün varlığına kalbiyle inanır. O gün elbette gelecektir. Zîrâ Kur’ân-ı kerîm bunu haber vermektedir.
Kıyâmet kopmadan önce bâzı alâmetler ortaya çıkacaktır. Pekçok olan bu alâmetlerden biri de,
“Dâbbetülerd” denilen bir hayvandır. Bu hayvanda, her hayvanın rengi ve benzerliği bulunur. Onu
öldürmek isteyen muvaffak olamaz. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Neml sûresi 82. âyetinde meâlen;
“İnsanlara vâdolunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara
yerden dâbbeyi (hayvanı) çıkarırız.” buyurmaktadır.
İslâm âlimleri, kıymetli tefsir kitaplarında ve bunların şerhlerinde âyet-i kerîmede bahsi geçen
“dâbbe”yi açıklarken, bunun “Dâbbetülerd” olduğunu uzun bildirmektedir. Dâbbetülerd hakkında ayrıca
birçok hadîs-i şerîf de vardır. Bir hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem;
“Dâbbetülerd’ın yanında Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ve Süleymân aleyhisselâmın yüzüğü
bulunur. Müminin (İslâmiyete inanan kimsenin) yüzüne asâ ile dokunur. Kâfirin (inanmıyanın)
yüzüne yüzüğün mührünü vurur. Cehennemliktir, diye yazılır. Yüzü tamâmen siyâh olur.”
buyurdu. (Bkz. Kıyâmet)
Dâbbetülerd hakkında bilgilerin tamâmı dînî kaynaklıdır. Daha geniş bilgi için; Hayât-ül
Hayavân, Tezkîre-i Kurtûbî ve İhlâs Holding A.Ş. yayınlarından olan Tam İlmihâl Seâdet-i
Ebediyye adlı eserlere bakılmalıdır.

DADALOĞLU

On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Karacaoğlan ve Köroğlu’nun havasını yaşatan, bir Türkmen
saz şâiri. Toroslar’ın Erzin, Payas, Adana ve Kozan çevrelerinde konup göçen aşîretlerden Avşar (Afşar)
boyuna mensuptur. Avşarlar ise Kozanoğullarına bağlıydı.

Asıl adı Veli’dir. Tahmînen 1785’te doğdu. Babası Âşık Mûsâ adında bir saz şâiridir. Güney ve Orta
Anadolu’yu dolaşmıştır. Açık Türkçeyle millî vezin ve şekillerle şiir söylemiştir.

İngilizler tarafından kışkırtılarak Osmanlı Devletine isyân ettirilen, göçebe Türkmenlerindendir. On
dokuzuncu asır ortalarında yabancı devletler, bilhassa İngiliz câsusları göçebe Türkmen aşîretlerinin
arasına girerek onları devlete karşı kışkırtıyorlardı. Osmanlı Devleti ise buna mânî olmak için göçebe
aşîretleri belirli bölgelere yerleştirmek üzere idârî bir teşebbüste bulundu. Fakat bu dağlı aşîretlerle
uğraşmak kolay olmuyordu. Ancak 1865 yılında Derviş Paşa kumandasında Fırka-i İslâhiyye adında bir
ordu kurdu. Târihçi Ahmed Cevdet Paşa da bu orduya, inceleyici ve danışman olarak katıldı. Bütün
direnmelere rağmen bu orduyla Kozanoğulları fesadına son verildi. Aşîretler, Anadolu içlerinde belirli
yerlere yerleştirildi. Avşar aşîretinin Sivas civârında olduğu sanılmaktadır. Dadaloğlu bu iç hâdiseler
esnâsında Osmanlıya sert bir şekilde karşı çıkmış ve diğer şiirlerinin yanısıra bu daldaki şiirleriyle de
şöhret bulmuştur.

Tahmînen 1868’de ölmüştür. Şiirleri 1923’ten sonra Anadolu’da yayımlanmaya başlamıştır. Ancak
bu şiirlerin sayısı azdır. Bâzılarının ona âit olma ihtimâli zayıftır. Şiirleri derlemeye dayandığı için, çok az
şiiri dışında büyük ölçüde değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmiştir. Şiirleri Cingözoğlu Osman,
Karacaoğlan, Âşık Sâzi, Deli Aziz ve Hurûfî şâir Âşık Veli’nin şiirleri ile karıştırılmaktadır. Şiirlerinde sâde
ve sanat endişesinden uzak bir dil kullanmıştır. Ancak üç beş şiirle şöhrete ulaşmıştır.

DAĞ

Alm. Berg (m), Fr. Montagne (Mont) (m), İng. Mountain (Mount). Çevresine göre çok yüksek
olan yeryüzü şekli. Her yüksek yeryüzü şekli dağ değildir. “Tepe” ismi verilen yeryüzü şekliyle dağ
arasındaki fark, kapladığı sahanın büyüklüğü ile yüksekliğidir. Dağlar tepelere göre daha geniş saha
kaplar ve yükseklikleri tepelerden çok fazladır. Tabanının genişliği ve yüksekliğinin çok fazla olmasına
rağmen tepesi düz olan yerler dağ niteliği taşımaz. Böyle yüksekliklere “yayla” adı verilir. Bir yükseltinin
(engebenin) dağ olabilmesi için, tabanının geniş ve yüksekliğinin fazla olmasının yanında tabanı üzerine
oturtulmuş bir koni şeklinde tepesinin çok dar bir yüzeye sâhip olması gerekir.

Dağlar tek tek engebeler hâlinde olabildikleri gibi yanyana sıralanmış şekilde de bulunurlar.
Birbirinin devamı şeklinde uzanan dağlara “sıradağlar” denir. Dağların çok olduğu, sarp ve dik
yamaçların sık sık rastlandığı, aralarında yüksek yaylaların bulunduğu geniş bölgelere “dağlık bölge”
ismi verilir. Dağların deniz seviyesinden olan yüksekliklerine “dağın mutlak (salt) yüksekliği”,
eteklerinden îtibâren doruğa kadar olan yüksekliklerine ise “dağın nisbî (bağıl) yüksekliği” denir.

Dağlar hakkında araştırma yapan bilim dalına “oroğrafya” adı verilir. On dokuzuncu asır
ortalarında gelişmeye başlayan oroğrafya, dağları dış görünüşleri bakımından inceler. İç bünyelerini
inceleyen bilim dalı ise “jeoloji”dir. Dağların dış görünüşleri îtibâriyle incelenmesi iki yönde olur: a)
Biçimleri (görünüşleri) bakımından, b) Meydana geliş şekilleri bakımından.

Görünüş bakımından, alçak, orta yükseklikte, yüksek, tek dağlar, sıra dağlar, geçitli, geçitsiz
dağlar, dilinmiş, yıldız şeklinde uzanışlı (bir noktadan her yöne doğru dağ kollarının açılarak uzanışı),
kuş tüyü uzanışlı (kuş tüyü veya yaprak damarları gibi uzanan) ve ızgara uzanışlı dağlar şeklinde
isimler alırlar.

Meydana geliş şekilleri bakımından dağlar incelenirken de genel olarak ikiye ayrılır:1) Meydana
geliş zamanlarına göre, 2) Meydana geliş hâdiselerine göre.

Meydana geliş zamanlarına göre dağlar genç ve eski dağlar olarak ayrılır. Sarp, keskin çizgiler
taşıyan dağlar, uzun zaman dış tesirlere mâruz kalmadığı için yakın bir geçmişe sâhiptir. Yumuşak
çizgiler taşıyan bir dağın erozyona uğradığı, yâni çok eski zamanlarda meydana geldiği anlaşılır. Bu
târifler genel olup, bâzı özel durumlarda bunların tersi olduğu da görülür.

Dağlar genellikle kırılmalar, kıvrılmalar veya yanardağ püskürmelerinden meydana gelmiştir. Bu
sebepten kırık dağlar, kıvrım dağlar ve yanardağ isimleri de verilir. Yerkabuğunun iyice sertleşip,
kırılgan bir özellik almış bulunan bölümlerinin çeşitli yer hareketleri sonucu kırılarak (fay kaymaları bu
şekildeki bir harekettir) meydana gelen dağlara “kırık dağlar” denir. Yurdumuzda Batı Anadolu’daki bâzı
dağlar ve Orta Avrupa ile Orta Asya’nın bâzı dağları kırık dağlardır. Yerleşmiş eski yığınlar kuşağının
aralardaki oynak ve kıvrılabilen bölümlerinin yan taraflarda meydana gelen sıkıştırma gibi hareketler
netîcesinde sıkışma ve kıvrılmalarından meydana gelen dağlar, “kıvrım dağları” ismini alır. Yeryüzünde
genellikle birbirine paralel olan sıradağlar kıvrım dağlardır. Türkiye’de kuzey ve güneydeki sıradağlar,
Avrupa’da Pirenelerden Asya’da Himalaya Dağlarına kadar olan dağ silsilesi ve Amerika kıtasının batısını
bir uçtan diğer uca kateden sıradağlar kıvrım dağlarıdır. Yer kabuğunun zayıf, dayanıksız yerlerinin yer
merkezindeki lavların püskürmesi neticesinde meydana gelen, yapısı, yüksekliği ve biçimi püskürme
olaylarına bağlı olan dağlar “volkan dağları” veya “yanardağ” ismiyle anılırlar. Yurdumuzdaki Ağrı,
Süphan, Erciyes, Nemrut, Karadağ, Karacadağ birer yanardağdır.

Dünyâdaki Yüksek Dağlar

Adı Yüksekliği Dağ Sırası

Everest 8848 m Himalaya
Godwim Austen 8611 m Karakurum
Kantsindzunga 8585 m Himalaya
Daulagiri 8168 m Himalaya
Nanga Parbat 8126 m Himalaya
Ullug Mustay 7723 m Kuenkum
Kungur Tag 7719 m Pamir
Tiris Mir 7699 m Hindikuş
Minya Konka 7590 m Szetşuan
Mustag Ata 7555 m Pamir
Türkiye’deki Yüksek Dağlar

Dağın Adı Yüksekliği Bölgesi
Büyük Ağrı Dağı 5137 m D.Anadolu
Süphan 4058 m D.Anadolu
Cilo Dağı 4116 m D.Anadolu
Demirkaşık Dağı 3756 m Akdeniz
Lorut Dağı 3558 m Akdeniz
Kaçkar Dağı 3932 m Karadeniz
Üç Doruk Tepe 3709 m Karadeniz
Uludağ 2543 m Marmara
Akdağ 2446 m Ege
Bozdağ 2414 m Ege
Erciyes Dağı 3917 m İç Anadolu
Karacadağ 1938 m G. Doğu Anadolu

DAĞ ELMASI (Salvia Triloba)

Alm. Holzapfel (m), Fr. Pomme (f) sauvage, İng. Crab apple. Familyası: Ballıbabagiller
(Labiatae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Ege bölgesi.

Morumsu çiçekli, 0.5-1.5 m boyunda çok senelik otsu bir bitki. Elma otu olarak da tanınır. Bitkinin
yaprakları uzunca ve mızraksı olup, 2-5 cm uzunluğunda ve tüylüdür. Yaprağın tabanında genellikle iki
küçük kulakçık bulunur. Çiçek durumu 15 cm kadar uzunlukta ve yapışkandır. Çanak yaprakları yeşil,
iki dudaklı ve dişlidir. Taç yaprakları morumsu renkli olup, çanak yapraklarından daha büyüktür.

Kullanıldığı yerler: Ege bölgesinde “elma yağı” veya “dağ elması yağı” ismi verilen bir uçucu yağ
çıkartılmaktadır. Bu uçucu yağ % 3 civârında olup, sarımsı veya renksizdir. Aynı zamanda güzel kokulu

ve yakıcı taddadır. % 60 kadar sineol taşır. Gaz söktürücü, ter kesici ve idrar arttırıcı etkileri vardır.
Yüksek miktarlarda kullanılması zararlıdır. Günde 3-5 damla bir fincan suya damlatılarak içilebilir.

DAĞ KEÇİSİ (Rupicapra Ricapra)

Alm. Gemse, Fr. Chamois, İng. Chamois. Familyası: Boynuzlugiller (Bovidae). Yaşadığı
yerler:Avrupa ve Kafkasya’nın yüksek dağları. Özellikleri: Çift parmaklı, geviş getiren, çevik bir
hayvan. Ömrü: 22 yıl. Çeşitleri: Beyaz dağ keçisi ayrı bir tür olup, Kuzey Amerika’da yaşar.

Çift parmaklılar takımından, tıknaz gövdeli, boynu ve bacakları uzun, çevik bir hayvan. Bir
sıçrayışta 7 m öteye atlayabilir. Tırnaklarının oturduğu kısım esnektir. Boyu 120 cm, yüksekliği 75
santimetredir. Boynuzları parlak, uzun ve geriye doğru çengel uçlu olup, göz çukurlarının üzerindedir.
Kuyruğu kısadır. Genellikle deve tüyü renginde olup, yılda bir kere yavrular. Her defasında (nisan ve
mayısta)genellikle oğlak denen iki yavru verirler.

Anadolu’da dağlık yerlerde yaygın olan, eti ve derisi için avlanan dağ keçisi, Balkanlar, Alpler,
Pireneler ve Kafkasya’da da yaşar. Soğuk bölgeye uygun olarak kulak ve burnunun içi kıllıdır. Dağ
keçileri ürkek birer hayvan olup, yalçın kayalık yerlerde, genellikle yaşlı bir tekenin önderliğinde küçük
sürüler hâlinde dolaşırlar. Yüksek dağların sarp ve tehlikeli yamaçlarında rahatça gezer. Yazın buzlu
tepelere çıkar. Avlanması gâyet zor ve tehlikelidir.

DAĞ TUTULMASI

Alm. Bergkrankheit (f), Fr. Mal (m) desmontagnes, İng. Mountain sickness. 2000 metreden daha
yükseklere çıkan şahıslarda ortaya çıkan bir takım rahatsızlıklar. Yükseklere çıkıldıkça hava basıncı
düşer ve buna bağlı olarak oksijen miktarı azalır. Adapte olabilecekleri zamandan daha kısa sürede
yüksek rakımlara çıkan kişilerde oksijen azlığının rahatsızlıkları ve belirtileri görülür. Bebekler, çocuklar
ve âdet öncesi safhada kadınlar dağ tutmasına daha hassastırlar. Üç bin metrede yaşayan kişiler düşük
rakımlarda kısa bir süre kalıp tekrar geriye döndüklerinde (tezat görülse de) bu hastalığa büyük
hassasiyet gösterirler.

Dağ tutması belirtileri 2000 metreden îtibâren başlayabilir. 3000 metreden îtibâren bârizleşir.
Belirtiler oksijen azlığına bağlı olarak meydana gelir. Baş ağrısı, baş dönmesi, bayılma eğilimi, görme ve
işitme bozuklukları, nefes darlığı, aşırı takatsizlik, bulantı, kusma, iştahsızlık, uyku bozuklukları,
nabızda süratlenme başlıca belirtileridir. 5000 metrenin üzerinde deride nokta büyüklüğünde kanamalar

ve gözde retina tabakasında kanamalar husûle gelebilir. Herhangi bir tedbir alınmadan altı bin metre
yüksekliğe çıkıldığında “kollaps” denilen çevresel damar iflâsı meydana gelir. Yükselme kanın terkibinde
önemli değişiklikler yapar, akciğerler ve kalbin yükünü arttırır.

Basıncı düzenlenmemiş uçak veya balonla çok âni yükselmeler tipik yüksek rakım hastalığına
sebeb olur. Günümüzün modern havacılığında uçak içinde basınç ve oksijen yoğunluğunun değişmezliği
sağlandığından, bu türlü rahatsızlıklar hemen hemen hiç görülmemektedir. Tedbir alınmadan üç bin
metre üzerine âni çıkışlarda 24-48 saat içerisinde akciğerde ödem (doku aralığında su toplanması)
gelişir. Nefes darlığı, beyaz, pembe veya bâzan kanlı balgamla birlikte öksürük, yüksek olmayan ateş,
çarpıntı, yukarda zikredilen belirtilere ilâveten görülür. Morarma ve nefes darlığı şiddetli olabilir. Beyin
ödemi nâdir olmakla birlikte tehlikelidir. Şiddetli baş ağrısı, dengesiz yürüme, gayri irâdî kaba el
hareketleri, çift görme, işitme ve görme halüsinasyonları sıktır. Şiddetli vakalarda koma ve ölüme kadar
gidebilir.

Dağcılıkta, korunmada en iyi yol, 2500 metrenin üzerindeyken, günde 250-330 metreden fazla
yükselmemek, 4000 metrenin üzerinde bâzı günler dinlenmektir. Çıkış çok yavaşsa, belirtilerin ortaya
çıkması hafif olur. Aşırı yüksekliklerde her insanda dağ hastalığı belirtileri görülür. Hastalığın şiddetinde
yüksekliğin yanısıra yorgunluk da önemli rol oynar. Yorulmaya yol açan durumlardan ve aşırı
çalışmalardan kaçınılmalıdır. Normalden fazla su içmek koruyucudur. Ayrıca çeşitli koruyucu ilâçlar
tavsiye edilmektedir.

Tedâvi: Su kaybı ve nefes darlığı şiddetli olmadıkça dağ hastalığı iki üç günde düzelir. Bu
vakalarda vücudun eksilen sıvısını serum vererek yerine koymak, aktiviteyi azaltmak ve hastayı düşük
rakımlara indirmek tedâvide yeterlidir.

Bir de müzmin dağ hastalığı (monge)vardır. Yüksek rakımda uzun süre kalmakla olur. Kırmızı kan
hücrelerinin fazla yapılması, nefes darlığı ve kalp yetmezliği ile karakterizedir. Deniz seviyesine inmekle
süratle düzelir.

DAĞCILIK

Alm. Bergsteigen (n), Bergsport, Alpinismus (m), Fr. Alpinism (m), İng. Mountaineering,
Alpinism. İnsanoğlunun erişilmesi zor olan zirvelere çıkma arzusundan doğan bir çeşit spor. Bu arzu
insanı en zor şartlarda bile yılmadan başarıya ulaştırmaya zorlar. İşte dağcılık, insanların gücünü isbât

etme duygusunun bir ifâdesidir. Bu sebepledir ki, gerek deney ve gerekse araçların yardımıyla
günümüzde başlı başına bir spor olmuştur. Ağır bir spor olduğu için hem güç hem de rûhî yönden
sağlam kişiler tarafından yapılabilir. Soğukkanlılık ve âni karar verme, son noktaya varıncaya kadar
tehlikeleri göze alabilmek esastır.

Sağlam kişilerin yapabileceği bir spor olduğundan, bu spora başlayacak olanların tam teşekküllü
sağlık kurullarından rapor almaları lâzımdır; yoksa 2000-4000 m mesâfelerden sonra “dağ hastalığı”
(dağ tutması)na yakalanmaları muhtemeldir. Bu rahatsızlık kandaki oksijen basıncının azalması sonucu
ortaya çıkar. Orta kulakta ve barsakta bulunan havanın genişlemesi sonucu, kulak ağrıları, solunum
sıklıkları ortaya çıkar. Bu durumlar ortaya çıkınca tırmanmaktan vazgeçmelidir.

Dağcılık malzemeleri: Rüzgâr geçirmeyen elbise, yün iç çamaşır, özel ayakkabı, kalın çorap,
başlık, kar gözlüğü, buz baltası, üzengi, delikli çivi, tırmanma ipi, pusula, izci çakısı, piton, buz tırnağı,
çekiz, halka, uyku tulumu, burgu, takoz, barometre ve çok yükseklere çıkıldığında oksijen tüpü.

Dağcılık terimleri:
1. Birbirine halatlarla bağlanmış gruba “kâfile”;
2.Yamaç üstündeki düzlüklerde ağaç veya taştan yapılmış evlere “dağ evi”;
3. Fırtınalı havalarda geçici olarak barınmaya mahsus küçük dağcı kulübelerine “kulübe sığınak”;
4.Tırmanılması güç yerlerde herhangi bir ihtimale karşı sökülmeden bırakılan halata “sâbit halat”;
5.Keçi ve katırların ilerlemesine elverişli taşlık yola “keçi yolu”;
6. Deniz seviyesinden olan yüksekliği ölçmeye yarayan âlete “antimetre”;
7. Dağcıların tırmanışta karşılaşabilecekleri tabiî engellere “buz, buzullar bölgesi, kar, çığ,
kasırga”;
8. Buzulların vâdiye yürümesine “kayma”;
9. Dağcıların aşacakları engellere “çok sarp ve dik eğilimli kaygan yerler”;
10.Hatâsız tırmanışlara “kolay ve serbest tırmanış”;
11. Dağcılık sporunda geri plânda dağcı işçileri, tecrübeli önderlerine “kılavuz, taşıyıcı, eğitmen ve
sığınak bekçisi”;
12.Kayalık ve dik yamaçlara “duvar kayalar”;
13.Kaya duvarının yatay kısmına “teras”;
14. Birbirine çok yakın iki kaya duvarı arası boşluğa “düz kayalar koridorları”;

15. Düşey bir kaya ile dışarıya doğru dik açı yapan çıkıntı duvara “dam”;
16.İki sarp yüzeyin birleştiği yatay tepe çizgisine “mahya”;
17. Bir çatlak üzerinde buzul köprüsüne “kaya gagaları, buzul çatlakları köprüsü”;
18.İki kılçık çizgisi arasındaki oyuk bölgeye “eyer”;
19. Bir kaya duvar üzerindeki büyük kayalık çıkıntıya “mahmuz”;
20. Bir yanı kapalı küçük vâdiye “körboğaz”;
21. Buzul kütlesinin bloklar olarak parçalandığı bölgeye “buzul boğaz”denir.
Tırmanma tekniği: Yokuşta yürürken yorulmamak için (S) çizerek çıkmalıdır. Çok dik yerlerden
inerken ağırlıklarını topuklarına vermelidir. Çok yorulmamaya ve terlememeye dikkat etmelidir. Az su
içmelidir. Dik kayalara tırmanırken ayaklarla iyi basmalı ve sağlam tutunmalıdır. Gücünü ve irâdesini
zamânında ve yerinde kullanmalıdır. Çıkışlarda az mola vermeli yuvarlanacak kaya ve çığ tehlikesini
dâimâ göz önünde bulundurmalıdır.
Dağa tırmanmada güçlük dereceleri:
1. Derece güçlük: Ellerden faydalanmaksızın tırmanılan hafif eğimli sırtlar.
2. Derece güçlük: Ellerden arasıra faydalanmayı gerektiren hafif eğimli sırtlar.
3. Derece güçlük: Tırmanılması güç yerler, dik yamaçlar.
4. Derece güçlük: Halat kullanmayı ve iyi bir dağcılık tekniğini gerektiren, tırmanılması çok güç
dik, fakat ellerle tutmaya elverişli yamaçlar.
5. Derece güçlük:Tutulması çok güç, halatsız tırmanılması imkânsız dik engelli yamaçlar.
6. Derece güçlük: Dik olduğu gibi yüzeyleri kaygan kayalık. Buraya tırmanmak için halat ve
çivilerden başka üzengi kullanmak gerekir.
Türkiye’de dağcılık sporu: Memleketimizde spor olarak dağcılık çalışmaları 1920’lerde
başladı.Türkiye’de ilk dağa tırmanış Hamilton ismindeki bir İngiliz’in Erciyes Dağına yaptığı tırmanıştır.
Birinci Dünyâ Savaşından sonra, dağcılık daha çok askerî bir hareket olarak kendini gösterdi. 1924’te
Albay Cemil Cahit Bey, subay ve erlerden meydana gelen bir grupla Erciyes’in doruğuna çıktı. 1926’da
“Dağcılık Tâlimgâhı” adı alltında ilk dağcılık okulu kuruldu.
Dağcılık sporundaki önemli gelişmeler 1930’lu yıllarda kendini gösterdi. İlk dağcılık kulübü o
dönemin İstanbul Vâlisi Muhittin Üstündağ tarafından “Türk Yürüyücülük, Dağcılık ve Kış Sporları
Kulübü” adıyla kuruldu (1933). Aynı senelerde Bursa’da Bursa Dağcılık ve Kış Sporları Kulübü kuruldu.

Bu gelişmelerden sonra dağcılık sporu târihinde ilk federasyon, 1938 yılında “Dağcılık ve Kış Sporları
Federasyonu” olarak kuruldu. 1939’da aynı federasyon “Türkiye Dağcılık ve Kayak Federasyonu” şeklini
aldı.

Başkanlığına Latif Osman Çıkıgil ve ekibi getirildi. 1966 yılında ise yalnız dağcılıkla ilgili “Türkiye
Dağcılık Federasyonu” kuruldu. Başkanlığına yine Latif Osman Çıkıgil getirildi. Bu çalışmalardan sonra
dağcılık sporuna ilgi arttı. 1969’da ilk defâ Avusturya ve Alman dağcıları ile Türk dağcıları Cilo ve Ağrı
dağlarına tırmandılar. Bundan bir yıl sonra Türk dağcıları da İtalya, Almanya ve Avusturya’da o ülkenin
dağcılarıyla tırmanmaya başladılar (1970). 1977 yılında Dünyâ Dağcılar Birliği (UIAA)ne üye olundu. Bu
târihlerden sonra üniversiteler de dağcılık sporuyla alâkalanmaya başladılar. Türkiye’de hemen her
mevsim tırmanmaya elverişli dağlar bulunmaktadır. Umûmiyetle bu spor ülkemizde üniversite gençleri
tarafından yapılmaktadır. Yurdumuzda yeni yeni tanınan bu spor gün geçtikçe gelişmektedir.

Yurdumuzda Dağcılık Sporuna
Elverişli Dağlar
Karadeniz bölgesi:
Kaçkar Dağı -3932 m
Verçinin Tepe -3709 m
Hunut Dağı -3580 m
Varoş Dağı -3458 m
Akdeniz bölgesi:
Demirkazık Tepe -3756 m
Torasan Dağı -3374 m
İç Anadolu bölgesi:
Erciyes Dağı -3917 m
Küçük Erciyes -3703 m
Büyük Hasan Dağı -3268 m
Doğu Anadolu bölgesi:
Cilo Dağı -4146 m
Büyük Ağrı -5137 m
Mercan Dağı -3449 m

Küçük Ağrı -3896 m
Süphan Dağı -4058 m
Marmara bölgesi:
Uludağ -2545 m
Rekortmen dağcılık: 1786 Fransız Paccord ve Boluent 4810 m yüksekliğindeki Cervin Tepesine,
1897 İngiliz Chympe 4478 m yüksekliğindeki Cervino Tepesine, 1897 İçviçreli Zurbriggen ve İngiliz Fit
Zigereld Tonganı’daki 6010 m yüksekliğindeki Klinanjora Tepesine, 1899’da İngiliz H.J. Mackinder
Arjantin’deki 7040 m yüksekliğindeki Acancagya Dağına, 1950’de Fransız Mavire Herzo ve Luisla
Chenal, Nepal’daki 8091 m yüksekliğindeki Anna Puma Dağına, 1953’te Yeni Zellendalı E.Hillary ve
Nepali N.Tensing Nepal’daki 8882 m yüksekliğindeki Everest Dağına tırmanmışlardır. Bayan dağcılar
olarak 1950 yılında Claude Kogan 8135 m yüksekliğindeki Chonyu Dağının 7550 metresine ulaşmıştır.
Yine Tibetli iki bayan doğuda 7595 m yüksekliğindeki Kongur Tiube Dağına tırmanmayı başarmışlardır.

DAĞISTAN ÖZERK CUMHÛRİYETİ

Rusya Federasyonu’na bağlı, Kafkas Sıradağlarının kuzey kanadı ve Hazar batı kıyısında yer alan
muhtar bir Türk Cumhûriyeti. Coğrafî mevki bakımından 45°33’ ve 45°35’ doğu boylam dâiresi ile
41°15’ ve 45°8’ kuzey enlem dâirelerinde yer alır. Kuzey kesiminde Kalmuk ülkesi, doğusunda Hazar
Denizi, güneyinde Âzerbaycan, güneybatısında Gürcistan, batısında ve kuzeybatısında Çeçenistan ve
Kuzey Kafkasya ülkeleri ile çevrilidir.

Târihî geçmişi bakımından Dağıstan M.Ö. 1200 senelerine kadar uzanmakta ve ülkede çeşitli antik
kültür izlerine rastlanmaktadır. Bu ülke birçok göç dalgalarının mecrası olmuştur. Özellikle 8. asırdan
sonra İskit göçebelerinin bu bölgeyi etkiledikleri bilinmektedir. İslâm fetihleri, Emevîler devrinde
özellikle ülkenin Derbent bölgesine kadar ulaşmış, 1455’te Timuroğulları tarafından aynı bölge
fethedilmiştir. Bundan sonra Osmanlıların eline geçen ülkede İslâmiyet hızla benimsenerek yayılmıştır.

Osmanlılar, Ruslar ve İranlılar arasında asırlarca anlaşmazlık konusu olan Dağıstan, İran’da
Afşarlılar Hanedanın kurucusu Nâdir Şahın öldürülmesinden sonra 1747’de Rusların eline geçti. Buna
rağmen yerli emirlerin Ruslara karşı direnmesi 1818’e kadar sürdü. Bu yılda, Şemhal’den başka
Dağıstan’ın bütün yerli emirleri Rusya’ya karşı direndiler. 1819’da Yermolof’un komutasındaki Rus
ordusu ayaklanmayı bastırdı. Masum ve Üsmi emirliklerini ortadan kaldırdı. 1830’larda Müslümanların

ileri gelenleri, Ruslara karşı cihâd îlân ettiler. Gâzi Molla ve Hamza Beyin ölümüyle bu savaşın önderliği
Şeyh Şâmil’e geçti. Dağıstan halkı uzun yıllar devâm eden bu savaşlar esnâsında başlarında Şeyh Şâmil
olduğu halde kendilerinden çok üstün Rus ordularına karşı kahramanlık destanları yazdılar.Kuvvetini
îmânından alan bu olağanüstü karşı koyma, Çarlık Rusya’sı ordularını perişan etti. Nihayet 1859’da
Şeyh Şâmil’in esir düşmesiyle Dağıstan Rusların eline geçti. Rusya 1917 ihtilâline kadar bu bölgeyi
elinde tuttu. Bu târihte bağımsız bir cumhûriyet hâline gelmek isteyen Dağıstan, 1920’ye kadar iç savaş
yüzünden çok zarar gördü. Nihâyet 1920’nin sonbaharında komünist rejim hâkim oldu. Aynı yıl Kasım
ayında SSCB’nin üyesi hâline geldi.

1989’da Rusya’da başlayan Glasnost ve prestroika politikası ile Dağıstan’da millî ve mânevî
değerlere dönüş başladı ise de bağımsızlığını îlân edemedi. Rusya Federasyonu’na bağlı özerk
cumhûriyet olarak kaldı.

Dağıstan, beş coğrafî bölgeye ayrılır: Birinci bölgede Kafkas Dağları yer alır. İkinci bölgede ise 20-
40 km genişliğinde bir kemer meydana getiren yükseklikleri 600-900 metreyi aşan tepeler vardır.
Burada yağış oldukça fazladır. Bölge sık ormanlarla kaplıdır. Üçüncü bölge dağlarla ve Hazar Denizi
kıyıları arasında uzanan 3-32 km genişliğinde bir kıyı düzlüğüdür ve genellikle kum ve deniz tortularıyla
örtülüdür. Burada petrol ve tabiî gaz yatakları vardır. Dördüncü bölge, Terek Irmağı ile deltasının
aşağısında alçak ve bataklık kısımdır. Toprak tuzlu ve çoraktır. Beşinci bölge Nogoy bozkırlarıdır. Kuzey-
güney doğrultusunda uzanan alçak tepeler ve fazla derin olmayan çukurlardan meydana gelir.

İklimi sıcak ve kurudur. Alçak bölgelerde ortalama sıcaklık ocak ayında -3,6°C, temmuz ayında
23°C civârındadır. Dağlık bölgelerde bitki örtüsü vâdi ve kanyonlarda yaprak döken ormanlardan,
yüksek tepelerde çam ve huş ağacı ormanlarından daha yüksek kesimler ise Alp Çayırlarından meydana
gelir. Kuma Irmağının güneyinde kalan kısım çalılarla kaplı yarı çöl bir yapıya sâhiptir.

Yüzölçümü 50.300 km2 olup, nüfûsu 1.823.000’dir. Dağıstan’da çoğunluğu Türk olmak üzere 80
kadar etnik grup vardır. Dağıstan’ın aşılması güç bir ülke olması, burasını kendi topluluklarından ayrılan
aşîretlerin sığındığı insanların bir birinden uzak ve ayrı kabîleler hâlinde yaşadığı bir bölge hâline
getirmiştir. Dünyânın hiçbir yerinde bu kadar etnik grup bir arada görülmemiştir. Nüfûsun % 30’u şehir
ve kasabalarda yaşar. Başkenti Mahaçkale olup, diğer önemli şehirleri Derbent, Kızılyar, ve
Buynaksk’tır.

Dağıstan’da birçok dil konuşulur. Bunların başında Avar, Andı, Lezgi dil grupları gelir. Ülkede
yalnız bir köy halkının konuştuğu ve 200-300 âileden başka kimsenin anlamadığı diller de vardır. Hâkim
dil Âzerî Türkçesidir.Resmî dil Rusçadır. Türkler aralarında ortak dil olarak Kalmuk Türkçesini kullanırlar.

Edebiyat, Dağıstan dillerinde yazılı olmaktan çok, dilden dile gelmiştir. Folklor çok zengindir.Halk
türküleri üçlük ve destan gibi kısımlara ayrılır. Daha çok dînî konuları manzum olarak işler. Ayrıca halk
masalları, atasözü, bilmece gibi neviler, bizimkileri andıran yazılı edebiyat, özellikle Avarlar ve Laklarda
görülür. Bunlarda edebiyat 17. asırdan îtibâren başlamıştır.

Yeraltı mâdenleri bakımından çok zengin olan Dağıstan’da, kömür ve demir mâdenleri
işletilmektedir.Kıyı bölgesinde doğal gaz ve petrol çıkarılmaktadır. Hızlı akan ırmaklar üzerinde
hidroelektrik santralleri kurulmuştur. Şişe cam yapımı önemli bir sanâyi koludur.Halk geçimini tarımdan
ve hayvancılıktan sağlar. Topraklarının ancak % 15’i tarıma elverişlidir. Tepe yamaçlarında seki
biçiminde tarlalar açılmıştır. Halk çoğunlukla kışın Nogay bozkırı otlaklarında, yazın ise yüksek dağ
otlaklarında oturur ve çok sayıda koyun beslenir. Tahıllardan en çok mısır ve buğday ekilir.Kıyı
bölgesinde balıkçılık gelişmiştir. Ayrıca kiraz, kayısı, elma, armut, ayva ve kavun dâhil olmak üzere her
çeşit sebze ve meyve yetişmektedir.

Mâden, deri, ağaç işleri, yün dokumacılığı ihraç yapılabilecek ölçüde gelişmiştir. Bakır, çelik ve
gümüş işlemeciliği, ağaç ve deri nakışçılığı ve kiremitçilik meşhurdur.

Dağıstan’da ulaşım gelişmiştir. Demiryolu ile Moskova, Bakü, Astragan ve Gudermes’e bağlanır.
Başlıca liman şehri, HazarDenizi kıyısında olan başşehir Mahaç kale’dir. Bütün şehirleri düzgün karayolu
ile birbirine bağlıdır.

DAHHÂK BİN KAYS

(Bkz. Ahnef bin Kays)

DAHOMEY CUMHÛRİYETİ

(Bkz. Benin)

DAHVE VAKTİ (Dahve-i Kübrâ)

Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı. Yaklaşık öğleden bir saat evvelki vakit. Şer’î gündüz
müddetinin, yâni imsâktan (oruca başlama vaktinden) güneş batana kadar olan sürenin ortası.

Ezânî imsak vaktinin yarısı, bu vakti gösterir. Meselâ, ezânî imsak 8.10 ise, ezânî dahve-i kübrâ
4.05’tir. Bu vakit vasatî gurup vaktine eklenirse, dahve-i kübrânın vasatî zamâna göre vakti bulunmuş
olur. Kısaca formül olarak:

Vasatî dahve-i kübrâ vakti=İmsak vakti+(Gurup-İmsak/2)dir.
Hanefî mezhebinde Ramazan orucu, nâfile oruç ve belli olan adak orucuna niyet etmek, bir gün
evvel güneşin batmasından başlayarak ertesi gün dahve vaktine kadardır. Geceden oruca niyet
etmemiş ve sahura da kalkmamış olan bir kimse, gündüz dahve vaktine kadar niyet edebilir. Dahve
vakti, Ramazan orucuna niyetin son vaktidir.

DÂİRE

Alm. Kreis (m), Fr. Cercle (m), İng. Circle. Çemberin sınırladığı alan parçası. Düzlem içinde bir
noktaya eşit uzaklıktaki noktaların geometrik yerine çember, verilen noktaya merkez, sâbit uzunluğa
yarıçap, çember üzerinde A ve B gibi iki nokta arasındaki çember parçasına yay, A ve B’den geçen
doğruya kesen, A ve B noktaları arasındaki AB doğru parçasına kiriş, merkezden geçen kirişe çap, bir
kirişin dâirede ayırdığı parçaların her birine dâire parçası, iki yarıçap arasında kalan kısma dâire
kesmesi denilir.

Dâirenin özellikleri: 1)Yarıçapları eşit iki dâire eşittir. 2) Bir dâirede eşit yayların kirişleri ve eşit
kirişlerin yayları birbirine eşittir. 3) Bir dâirede, merkezden eşit uzaklıktaki kirişler eşittir. 4) Bir dâirede
kirişe dik olan çap, kirişi iki eşit parçaya böler. Bir doğru ile çemberin bir ortak noktası varsa, bu
noktaya değme noktası, doğruya da teğet adı verilir. 5) Bir çemberin bir noktadaki teğeti bu noktayı
merkeze birleştiren doğruya diktir. Bir dâirede BC yayını merkezden gören açıya merkez açı, çevreden
gören açıya çevre açı, bir T noktasındaki teğet ile TD kirişi arasında kalan açıya teğet kiriş açısı denir.
6) Aynı yayı gören teğet kiriş açısı merkez açının yarısına eşittir.

Merkez açı aynı yayı gören çevre açının iki katıdır. Kartezyen koordinat sisteminde bir dâire
denklemi (x-a)2+(y-b)2 = r2dir. (a,b) noktası dâire merkezinin koordinatlarıdır. Merkezi başlangıçta,
yâni a=b=o olan dâirenin denklemi x2+y2 = r2dir.

Dâire bir yüzey parçası olduğundan alanı ve bu alanı çevreleyen çevre uzunluğu sözkonusudur.
Çevre=2r’dir. Alan=r2dir.

 sayısı hakkında bilgi için (Bkz. Pi Sayısı).

DAKKA

Bangladeş’in başşehri. Banliyölerle birlikte nüfûsu 4 milyon civârındadır. Yaklaşık bin yıl öncesine
kadar dayanan târihi; İslâm öncesi, İslâmî, İngiliz, Pakistan ve bugünkü Bangladeş Devleti dönemleri
olmak üzere beş devreye ayrılır. Şehrin gelişmesi, Bâbürlü Devletinin Bengal eyâletinin merkezi
olduktan sonra başladı. Bu devirde Fransız ve Flemenkli tüccarların uğrak yeri olan bir deniz ticâreti
merkezi oldu.

Müslümânların zamanında ticâret, bilim ve kültür merkezi olma özellikleri en yüksek seviyeye
ulaştı. Müslüman yöneticiler İslâm dünyasının başka bölgelerinde yaygın olan kemer, kubbe ve
minârelerle karakter kazanmış mîmârî tarzını burada da uyguladılar. Bugün Dakka’da ayakta kalabilmiş
câmi, türbe, minâre ve kervansaray gibi mîmârî yapılar muhteşem İslâm sanatına şâhitlik eder. Başta
Beytü’l-Mükerrem, Lâlbağ ve Sât Kümbet câmileri olmak üzere Dakka’da 700’ü aşkın câmi vardır.

İngiliz yönetiminin başlamasıyla Müslümanların hâkimiyeti geriledi. Halk sistematik bir baskıya
mâruz kaldı ve 1757’den îtibâren yarım yüzyıla yakın bir süre içinde Müslümanlar toplumdaki
ağırlıklarını kaybettiler. 1836’da resmî dil olarak Farsçanın yerini İngilizcenin alması, durumlarını daha
da zayıflattı.

Dakka 1947’de Doğu Bengal eyâletinin, 1956’da da Doğu Pakistan’ın merkezi oldu. 1971’de
bağımsızlık savaşı sırasında büyük hasar gördü, savaştan sonra yeni Bengladeş devletinin başşehri ilân
edildi.

Dakka günümüzde Bengladeş’in en büyük sanâyi merkezidir. Camdânî, nakış işleri, ipek ve
mücevher buranın özelliğini ifâde eden mâmullerdir. Başlıca sanâyi ürünleri pamuk, pirinç ve tüketim
mallarıdır.

Dakka Üniversitesi ve buna bağlı olan yüksekokullar ile mühendislik ve teknoloji üniversitesi,
başlıca yükseköğretim kuruluşlarıdır.

DAKTİLO

Alm. Schreibmaschine (e), Fr. Machine (f) a écrire, dactylographe (m), İng. Typewriter . Bir
klavye aracılığıyla harekete getirilen harfleri mürekkepli bir sistem yardımıyla kâğıda basarak yazı
yazan makina.

İlk yapılışı 1829’da Teroitli William Austin Burt tarafından gerçekleştirildi. Tipograf adı verilen bu
makina elden daha yavaş yazıyordu. Bundan sonraki denemeler pek başarılı olamadı. Aradan 40 yıl
geçtikten sonra Sholes 1868’de ilk pratik daktiloyu yaptı. Remington’un 1878’de yaptığı daktilo ise bir
dikiş makinasının üzerine yerleştirilmişti. Şaryo dikiş makinasının pedalına benzeyen bir pedalla
döndürülüyordu. Makina ise silik ve büyük harf yazabiliyordu. Bu mahsurlarının yanında büyük ve
pahalı olması piyasaya sürülmesine engel oldu. Remington, Royal Smith gibi Amerikan firmaları yanında
İtalyan Underwood-Olivetti, Alman Olympia, Adler ve Triumph ve İsveç Facit firmaları da daktiloların
yapımında görülen çeşitli kusurları yavaş yavaş düzelterek bugün kullanılan daktiloya benzeyen
makinalar yaptılar.

Sholes’in yaptığı makinayı inceleyen Thomas Edison, elektrikle çalışabileceğini söyleyerek
üzerinde çalışmaya başladı. Edison, çubuğun elektromıknatısla hareket ettiği elektrikli daktilo makinası
yaparak 1872’de patentini aldı.

Çeşitli deneme ve üzerinde yapılan çalışmalardan sonra 1930 yılında seri halde elektrikli
makinaların satışına başlandı. Piyasada tutunması, seri iş yapması bunun üzerinde firmaların
çalışmasını sağladı. Her geçen gün daha mükemmelleri çıkarak günümüze kadar gelindi.

Mekanik daktilo: Elektriksiz olup, mekanik olarak çalışırlar. Parmakla kuvvetle tuşa vurulunca,
kaldıraç tertibatıyla tuşun bağlı olduğu harf kalkar ve şeride vurur. Şerit de sarılı olan kâğıt üzerinde o
harfin izini bırakır. Harfler vuruldukça şaryo otomatik olarak ilerler. Yazının düzgün çıkması şeride,
vuruşun kuvvetine, tuşlara iyi basılıp basılmamasına bağlıdır.

Elektrikli daktilo: İşleme prensibi mekanik ile aynıdır. Tuşa asıldığında harfin şeride, dolayısıyla
kâğıda vurma işlemi elektrikî olarak gerçekleştirilir. Ancak IBM 1961’de Selectric ismini verdiği modelle
harflerin çubukları yerine, harflerin bulunduğu yazı topunu getirdi. Seçilen harfe göre bu yazı topu
dönebilerek, kağıt tarafına ilgili harfi getirebilmektedir. Yazı topunun değiştirilmesiyle değişik türde
harfleri kullanmak mümkündür. Elektrikli daktiloların (yazıcıların); kaset şeritli ve silicili, çubuklu
elektrikli daktilo, küreli elektrikli daktilo, papatya tipi elektrikli daktilo... gibi çeşitleri de vardır.

DALAK

Alm. Milz (f), Honigwabe (f), Fr. Rate (f), İng. Spleen. Diyaframın altında, karın boşluğunda,
yaklaşık bir yumruk büyüklüğünde yumuşak bir organ. Dalak, dolaşım sistemine bağlı bir çıkmaz

sokağa benzetilebilir. Kan, dalak içerisindeki geniş kanallar ve damarlar sisteminde yol alırken, dalak
hücreleri ile muhatap olur. Dalak, kan fizyolojisi ile yakından alâkalıdır. Dalağın vücut savunmasında
aldığı rol büyüktür.

Dalağın bilinen fonksiyonları:
Kırmızı kan hücreleri yapımı: Anne karnındaki ceninde (embriyonda) alyuvarların yapıldığı yer
dalaktır. Normalde doğumdan sonra kemik iliği bu görevi dalaktan devralır. Kemik iliğinin çalışmadığı
veya başka dokularla (kanser dokusu) istilâ edildiği durumlarda dalakta yeniden alyuvar yapım görevi
başlayabilir.
Kan temizleyicisi olarak dalak: Vücudun savunma sisteminin işine paralel olarak dalak da
vücudun mikroplara karşı koymasında rol aynayan hücreler yapar. Ayrıca mikroorganizmalara karşı
koyacak özel maddelerin, yâni antikorların yapımında da dalağın vazifeleri vardır.
Akyuvar yapımı: Dalak, akyuvarların bir çeşidi olan lenfositleri yapar.
Kırmızı hücrelerin yıkımı: Yaşlanan alyuvarlar ve şekilleri normalin dışında olanlar, büyük dalak
hücreleri tarafından alınır ve parçalanır.
Kan deposu olarak dalak: Kediler, köpekler ve diğer memelilerde dalak, kırmızı kan hücrelerini
depolar. Büyük enerji gerektiren durumlarda, büyük kanamalarda dalak kasılarak dolaşım sistemine bol
miktarda kan verilir. İnsanlarda da dalağın bu görevi yaptığı yıllarca söylenmiş olmasına rağmen bugün
bunun gerçek olmadığı bilinmektedir.
Hastalıklarda dalak: Büyük bir dalak bir çok hastalığın seyrinde görülür.Kan hastalıkları, doğum
metabolizma hastalıkları, sıtma gibi bâzı infeksiyon hastalıkları ve daha birçok hastalık dalağı büyütür.
Sıtmada dalak büyüklüğü o derece karakteristiktir ki, bir bölgede sıtma yaygınlığını ölçmede dalak
büyüklüğü ölçü olarak kullanılabilir.
Dalak çıkarılırsa kişi ölmemektedir, yâni dalaksızlık hayatla bağdaşan bir durumdur. Kan
hücrelerinin aşırı derecede azaldığı durumlarda, büyüyen dalağın hastayı çok rahatsız ettiği bâzı
hastalıklarda dalak çıkarılarak hastanın rahatlaması sağlanabilir.

DALAKOTU (Teucrium Chamaedrys)

Alm. Gemeiner Gamander (m), Fr. Germandrée (f), İng. Germander. Familyası: Ballıbabagiller
(Labiatae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Karadeniz, Orta Anadolu ve Akdeniz bölgesi.

Haziran-eylül ayları arasında pembe veya beyazımsı renkli çiçekler açan, 10-30 cm boyunda, çok
senelik, otsu bir bitki. Kısamahmuz, yer meşesi ve yer palamudu gibi adlarla da tanınır. Orman altları
ile kurak çayırlarda rastlanır. Gövdeleri yatık, gövdeden çıkan dallar ise dik, alt kısımları yuvarlak üst
kısımları ise dört köşeli ve tüylüdür. Çiçekler yaprakların tabanında gruplar teşkil ederler. Pembemsi
renkteki çiçekler tüp şeklindedir.

Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı, toprak üstü kısımları, yâni çiçekli bitkidir. Çiçek
açma mevsiminde çiçekli dallar toplanır, demet yapılıp havadar bir yerde kurutulur. İştah açıcı, uyarıcı,
yaraları iyi edici ve ateş düşürücü olarak kullanılır. Bitki uçucu yağ, acı maddeler, tanen, glikozit ve
saponinler taşır.

Dalakotunun tüylü olanı ”Teucrium polium” mayasıl otu olarak tanınmaktadır. Bitki, üzerini
tamâmen kaplamış olan tüylerden dolayı beyaz-gri renktedir. Yaprakların kenarları bilhassa uca doğru
dişli ve içe doğru kıvrıktır. Çiçekleri beyaz renkli olup oval durumlarda toplanmıştır. Anadolu’da çoğu
yerde yaygındır. Aynı dalak otu gibi kullanılmaktadır.

DALAMAN ÇAYI

Küçük fakat suyu bol Akdeniz havzası akarsularından. Gülhisar’ın güneyinde Yeşilgül Dağının
kuzey yamaçlarından çıkar. Acıpayam yakınlarına kadar kuzey yönünde akar. Bu sırada suyu bol
değildir. Eşler dağından gelen küçük çaylarla birleşerek suyu bollaşır. Acıpayam Ovasında büyük bir
dirsek yaparak güneybatıya doğru akmaya başlar. Acıpayam ovasından sonra dar ve derin vâdilerin
içinden akar. Arâzi çok ârızalı olduğundan pekçok çağlayan meydana getirir. Bölge çok yağmur
aldığından çayın akışı hızlı ve suyu boldur. Dalaman Ovasına girdiği zaman akışı yavaşlar. Bu sebepten
Dalaman’la deniz arasında ulaşım bakımından faydalanılır. Kıyıda getirdiği alüvyonlardan meydana
gelen ova çok verimlidir. Burada her çeşit tarım yapılır. Çayın uzunluğu 229 kilometredir.

DALAY LAMA

Budizmin bir kolu olan “Makayana”nın rûhânî liderine verilen ünvan. Budizmin Makayana kolu
Tibet, Moğolistan, Batı Çin’in bir bölümü, Bhutan ve Sıkkım çevrelerinde yaygındır. Tibetlilerin inancına
göre, Dalay Lama Mahayana Tanrısının dünyâ üzerindeki görünüşüdür. Tanrının rûhu Dalay Lamada
yaşamaktadır. Dalay Lama ölünce, içindeki kutsal (ilâhî) ruh, en az 49 günlük geçen bir zamandan
sonra yeniden bir çocuğun vücûduna girer. İlk Dalay Lama, 1474’te ortaya çıkmıştır. Budist inanışına

göre zamanımıza (1993) kadar Makayana Tanrısının rûhu 14 Dalay Lamanın vücûdunda yaşamıştır.
Tibet’in son Dalay Laması Tenzin Gyatsodur.

Tenzin Gyatso, 6 Haziran 1935’te Tibet’in kuzeydoğusundaki Kokonor bölgesinde doğdu. Köylü bir
âilenin çocuğudur. Beş yaşında Budacıların en yüksek kişilerince on dördüncü Dalay Lama seçilerek
Tibet’in başşehri Lhasa’ya götürüldü. Bin odalı Potala Sarayında taç giydirildi.

1950 senesinde Çin birlikleri Tibet’i işgâl etti. 1959’da Tibetliler ayaklanınca, Çin birlikleri binlerce
Tibetliyi öldürdü. Dalay Lama 100.000 kişi ile Hindistan’a kaçtı. Kırk yıl, Himalayalardaki Dharmsala
şehrinde sürgün hükûmetine başkanlık etti. 1987’de Albert Schweitzer Hayırseverlik Ödülü aldı. Budizmi
anlatan kitaplar yazdı.

Dalay Lama, kırk yıl ülkesindeki Çin işgâline pasif direniş yürüttü. Bu çalışmalarından dolayı 1989
Nobel Barış Ödülü verildi.

DALGA

Alm. Welle, Fr. Onde, flot, vague, İng. Wave, undulation. Deniz veya göl gibi geniş sularda çeşitli
sebeplerle yükselip alçalan su yığını. Meydana geliş sebepleri, büyümeleri, tehlikeleri, taşıdıkları
enerjileri insanları düşündürmüş ve üzerinde çalışmalara sevk etmiştir.

İkinci Dünyâ Harbi sırasında hırçın dalgaların arasında, karaya çıkarmaların ihtiyaç duyulması,
dalgaların nasıl meydana geldiği, kıyıya nasıl vâsıl oldukları, orada nasıl sona erdikleri, üzerinde
çalışmaların artmasına sebeb oldu. Bilginlerin yaptığı araştırmalarda bu soruların cevapları bulundu.
Dalga, bir su akıntısı değildir. Yâni dalga ilerlerken onunla birlikte akan, ilerleyen bir su kütlesi yoktur.
Dalga, su üzerinde meydana getirilen bir şekil değişikliğinin (çukur veya tepelerin) bir noktadan diğer
bir noktaya iletilmesidir. Gerilmiş bir yayın bir ucunda meydana getirilen titreşimin hızla diğer uca
doğru iletilmesi gibidir. Bütün titreşimler bir enerji taşır. Denizlerdeki dalgalarda bir enerji titreşimi olup
iletkeni ise sudur, yâni okyanuslar, denizlerdir. Bu enerjiyi meydana getiren dinamo ise rüzgârdır.
Dalgalar küçük tepecikler meydana getirmeye başlayınca rüzgâr yanlarına çarparak onları gittikçe daha
yükseklere ve daha derinlere doğru iter. Böylece dalgaların enerjisi zamanla artar. Genellikle fırtınalı bir
havada deniz dalgaları 15-16 metreye yükselir. Bu yüksekliğin üstündeki dalgalar kendi ağırlıklarını
taşıyamadıklarından yâhut da rüzgârın şiddetinin etkisi altında parçalanırlar.

Dalgaların taşıdığı enerji tahminlerin çok üstündedir. Büyük fırtınaların neticesinde okyanuslarda
meydana gelen dalgaların koca transatlantiklerde meydana getirdikleri tahribat bunların tipik
örnekleridir. Bâzan âniden çıkan bu yüksek dalgalar öyle müthiş bir kuvvetle çarparlar ki,
transatlantiğin 8 cm kalınlığındaki çelik bodoslama levhalarını yassılaştırırlar. Kaptan köşkünde büyük
delikler açabilirler ve geminin içindeki çelikten kamera duvarlarını parçalayabilirler. Bu hususlar
dalgalara tutulan büyük transatlantiklerde tesbit edilmiştir.

Şimdiye kadar vesikalara dayanarak usûlüne uygun hesaplanan en büyük dalga 1933 yılında
Amerika Bahriyesinin Büyük Okyanusta karşılaşmış oldukları dalgalardır. Gemi subaylarının
trigonometrik hesaplarına göre dalga 27-30 metreden başlamış, 32-35 metrelik dalgalar devâm etmiş
ve tepesiyle dibi arası 38 m olan bir dalga ölçülebilmiştir.

Kıyıdaki dalgalar, çarpıp kırıldıklarından, açık denizlerdeki kadar yüksek değildirler.Kış aylarında
üç metreye kadar çıktıkları tesbit edilmiştir. Yalnız bâzı Büyük Okyanus kıyılarında 12-14 metre
yüksekliğinde dalgalara rastlamak da mümkündür. Dalgaların ne kadar uzaklara gidebildikleri ise
günümüzde modern kayıt cihazları ile tesbit edilmektedir. Büyük Okyanustaki dalga kayıt cihazları,
Kaliforniya kıyılarına çarpan dalgaların en çok birkaç gün önce Avustralya’dan esen kuvvetli rüzgârın
denize sürdüğü enerjinin etkisiyle meydana geldiğini tesbit etmektedir. Bir dalganın saatte mil
cinsinden hızı şöyle hesaplanır:

Arka arkaya gelen iki dalga tepesi arasındaki zaman sâniye olarak ölçülür. Bu sayı 3.5 ile çarpılır.
Meselâ iki dalga arasında 5 saniyelik bir zaman varsa bu durumda 3.5 x 5 = 17.5 millik bir hız bulunur.

Dalgaların taşıdıkları muazzam enerjiyi ise şu rakamlar açıkca ifâde etmektedir. Yalnız 1-2 m
yüksekliğindeki bir dalganın iki kilometre uzunluğundaki bir kıyıya çarptığında bir iki saniye içinde
bıraktığı enerji 3500 beygirgücündeki bir motordan aynı sürede alınabilecek enerji kadardır. Limanlara
konulmuş olan dinamometreler, ekseriya dalgaların önlerine çıkan engellere bir metrekareye 60 tonluk
bir basınç ile çarptığını göstermiştir. İskoçya’da dalgalar, bir dalgakırandan 2600 tonluk yekpare bir
beton bloğunu koparıp götürmüştür.

DALGA HAREKETİ

Alm. Wellenbewegung (f), Fr. Mouvement (m) ondulatoire, İng. Wave Movement. Titreşimlerin
dalga şeklinde yayılması. Bir ortamın bir noktasında bir kuvvetin tesiriyle âni ve geçici bir değişiklik

meydana gelirse, bu değişiklik ortamın esnekliği nisbetinde diğer noktalara yayılır. Diğer noktalar da, ilk
noktaya yakınlık sırası ile sanki aynı kuvvet tesir etmişçesine ilk nokta gibi değişikliğe uğrarlar (hareket
ederler). İlk nokta eski durumuna döndüğü hâlde, değişiklik noktadan noktaya sirâyet ederek yol alır,
yayılır. Değişikliğin, yâni aynı tesirin bu nakline nabt (puls) denir. Eğer ilk noktadaki değişiklik kesilmez
birbiri arkasından tekrar tekrar devâm ederse, pulsların arkası kesilmez, devamlı olur. Bu durumda ilk
nokta titreşim hareketi yaptığından bu titreşim ortam boyunca bütün noktalarda görülür. Titreşimlerin
bu şekilde yayılması dalga hareketi meydana getirir.

Dalganın yayıldığı ilk noktaya dalga kaynağı denir. Titreşen noktaların titreşim doğrultusu
dalganın yayılma doğrultusuna dik ise böyle dalgalar, enine dalgalar; paralel ise, boyuna dalgalardır.

Dalga kaynağının titreşimi zamâna göre düzgün değişen devirli bir hareket ise meydana gelen
dalgalar devirli (periyodik) dalgalardır.

Dalganın yayıldığı ortamdaki bir noktanın hareketinin zamanla değişiminin grafiği çizilecek olursa,
elde edilen eğri dalga eğrisidir.

Dalga karakterleri: Yayılma hızı, dalganın ortamda bir saniyede aldığı yoldur.
Ortamın bir noktasının, hareketi bir kere tekrarlaması için geçen zamâna “periyot”, sâniyedeki
tekrar sayısına ise “frekans” denir. Periyot (T), frekans (f) ile gösterilirse:
f= 1/T veya T=1/f veya f.T=1 yazılabilir. Periyodun birimi sâniye (sn) ise, frekansın birimi sn-1dir.
Dalga boyu: Bir periyotluk zamanda dalganın yayıldığı mesâfedir. Yâni bir periyot süresince,
dalga tepesinin yayılma yönünde aldığı yoldur. Bu yol iki dalga tepesi arasındaki mesâfeye eşittir. Dalga
boyu () ve dalgaların yayılma hızı (v) ile gösterilirse:
 = v.T veya  = v/f bağıntıları yazılabilir.
Bir noktanın denge durumundan azamî ayrılma miktarına dalga genliği denir.
Dalgalar enerji taşır, dalga hareketi enerji naklinin bir şeklidir.
Dalgalar yansıma, kırılma, kırınım ve üst üste binme özelliklerini gösterir.
Üst üste binmede dalgaların birbirine tesiri, dalgaların durumuna göre şiddet arttırma, azaltma
veya yok etme şeklinde olabilir.
Bir hacim içine hapsedilen, yansıyan dalgası kendi üzerine düşen dalgaların hareketinde, ortam
içinde bâzı noktalarda hiçbir hareket görülmez. Bu noktalar sıfır genlikli noktaların üst üste binmesiyle

meydana gelen düğüm noktalarıdır. Fakat bu hacimde dalga hareketi bir uçtan bir uca devâm eder.
Böyle dalgalara duran dalgalar denir.

Dalganın meydana geldiği ve yayıldığı ortam madde ise, böyle dalgalara mekanik dalgalar denir.
Elektromağnetik dalgalar boşlukta da yayılabilir. Işık, radyo dalgaları, infrared, ultraviyole şualar,
röntgen şuaları (X ışınları) ve gamma şuaları elektro mağnetik şualardır.
Kuantum fiziğinde dalga karakterlerini maddenin kütlesine bağlayan bir ifâde bulunmuştur. Bu
formüle göre madde, duran dalgalar gibi düşünülebilir. Madde belli bir hacme hapsedilmiş dalgadan
ibârettir.

DALGIÇ

Alm. (Perufsmässiger)Taucher (m), Fr. 1.Plongour (m), 2. Scaphandrier, İng. Diver. Husûsî
olarak hazırlanmış olan solunum sistemi kullanılarak, çeşitli maksatlarla ve araştırma yapmak gâyesiyle
denizlerin derinliklerine dalan kişi.

Dalgıç suya dalarken kumaştan yapılmış su geçirmeyen tulumu ve mâdenî başlığı giyer. Başlığın
arka kısmına yerleştirilmiş esnek boru gemi veya kayıkta bulunan pompaya bağlı olup, dalgıcın devamlı
temiz hava almasını sağlar. Bâzan içlerine hava doldurulan ve dalgıcın sırtına bağlanan tüpler de
kullanılır.

Maske: Dalgıcın su altında etrâfını rahatça görmesini sağlar. En kullanışlı olanı alın ve üst dudağı
içine alan, ağzı serbest bırakan ve basınç ayarlamak için burun yeri bulunanıdır. Sonorkel: Ağza alınan
kısa lastik hortumdur. 35-40 cm boyundadır. Paletler: Dalgıcın süratli ve rahat hareket etmesini
sağlar. Bu sâyede ellerini serbest bırakıp dilediği yönde hareket edebilir. Balıkadam elbiseleri:
Vücudun ısı kaybını önlediği gibi âni ısı değişmeleri neticesinde ortaya çıkabilecek tehlikeleri önler.
Tüpler: Normal havayı su altında depo etmeye yarar ve hacimleri 3 ile 16 litre arasında değişmektedir.
En az 300 atmosfere dayanıklıdırlar. Rezerve:Su altında hava bittiği takdirde veya bitmek üzereyken
hayat kurtarıcı küçük bir hava deposudur. Rezerveye bağlı mandal çubuk aşağıya çekilerek çalıştırılır.
Rezerveyi açmadan önce nefesi dışarı verip ağzı kapatmalıdır. Çünkü mandal açıldığında tazyikli hava
ciğerleri zedeleyebilir. Sıfır zaman göstergesi (Dekompresyonmetre): Dalgıcın vurgun yemesini
önleyen bir âlettir. Suyun basıncıyla çalışır. Dalış bittikten sonra çıkışta su altındaki bekleme
kademelerini gösterir. Kola veya kemere takılabilir. Basınç saati (Manometre): Tüp içindeki hava

miktarını atmosfer olarak gösteren bir âlettir. Derinlik göstergesi: Su altında derinlikleri metre olarak
gösterir, kola takılır. Dalgıç saati: Bu saatler özel olarak yapılmış olup, su geçirmezler. Dalgıcın su
altındaki kalış zamânını ve çıkışta bekleme kademelerindeki bekleyiş sürelerini tâyin eder. Su altı
pusulası: Deniz dibinde istikâmet tâyini için kullanılır. Can yeleği: Tehlike ânında kullanılır.
Karbondioksit gazıyla doldurulmuş küçük tüplerle şişirilmiştir.Tüp üzerindeki mandal açıldığı zaman can
yeleği şişer ve tehlikede olan kişi rahatça su üstüne çıkar. Su altı lambaları: Karanlıkta veya mağara
gibi ışıksız yerlerin aydınlatılmasında fayda sağlar. Ağırlık kemerleri ve kurşunlar: Su altına rahat
inebilmek için ve istenilen derinlikte rahatlıkla gezebilmek için takılır. Dikkat edilecek önemli nokta,
tehlike ânında, bir anda çıkarılabilir nitelikte olmalıdır. Su altı bıçakları: Su altında emniyet
bakımından önemlidir. Şamandralar: Dalış yapılan yerin belirtilmesi açısından önem taşır. Bir ucunda
kurşun, diğer ucunda ise plâstikten yapılmış yarım dâire şeklinde yuvarlak bir kutudur.

Dalgıç, merdivenden veya doğrudan doğruya suya dalar. Su dibine iniş çok hızlı olup,yüzeye çıkış
ise oldukça yavaş olur. Dalgıcın suya dalıp, her bir metre inişinde basıncın 0,1 kg/cm2 artmasıyla
kandaki azot miktarı da fazlalaşır. On beş metre kadar olan derinlikten dalgıcın oldukça yavaş çıkması
lâzımdır. Çünkü gaz kabarcıklarından dolayı atardamarlarda tıkanma olup, dalgıcın hayâtı tehlikeye
girer. Daha derinlerden çıkarken, belirli seviyelerde daha fazla bekleyerek çıkılır. Genellikle 60 m
civârında olan derinlikler dalgıcı pek rahatsız etmez. Dalma işinde rahatsız olan dalgıçlar basınç
odasında bakıma alınarak tedâvisi yapılır.

Denizin derinliklerinden yüze çıkarken dalgıçlarda, basıncın âniden düşmesine bağlı olarak
“vurgun, vurgun yeme” tâbir edilen bir hastalık ortaya çıkabilir. Buna dekompresyon veya caisson
hastalığı da denir. (Bkz. Vurgun)

100 ile 250 m arasındaki derinliklere dalmak için, dalgıcı kontrol altına alan mâdenî bir elbise
giydirilir. Bu tür elbiselerin içinde dalgıcın rahat çalışması için normalin üstünde, basınç bulundurulur.
Daha derinlerde hava dışardan hortumlarla verildiği gibi, sırt tüpünden de faydalanılır. Solunum için ise,
kirli havayı temizleyen maske kullanılır ve bu sûretle su altında uzun müddet kalınmış ve çalışma
imkânı sağlanmış olur. Ayrıca deniz dibi çalışmalarında dalma çanı denilen pencereli kuleler de
kullanılır. Bu âletin mâdenden yapılmış, kutu biçiminde odalı olanları da vardır. Bu âlet çelik halatlarla
suya batırılır ve istenilen derinliğe indirilince içine girilerek çalışma yapılır. Deniz altı temel atmalarda,
batan gemileri kurtarmada bu âletlerden faydalanılır.

Dalgıçlar su altındaki bitki ve hayvanları incelemek, batık olan bir şeyi bulmak, deniz dibindeki
eski eserleri tetkik etmek, bulup çıkarmak, batan gemi ve vâsıtaları çıkarmak gibi işleri yapmak için
dalarlar.

DALICILIK

(Bkz. Su Sporları)

DALKILIÇ

Osmanlı Devletinde muhâsara edilen kaleye girmek veya düşman ordusu içine dalmak için fedâî
yazılan asker. Bunlara “serdengeçti” de denirdi. Bunlar toplu hâlde düşman ordusunun sağ, sol veya
arkasından hücûm ederlerdi. Ölümü hiç düşünmeyen bu yiğitlerin hücumları pek dehşetli olur ve
ekseriyâ daldıkları ordunun moralini bozar içlerine korku salarlardı. Napolyon birkaç yüz dalkılıç
meydana çıktığında bunların önünde durmanın güç, mağlub olmamanın ise imkânsız olduğunu beyân
eder.

Kuşatması uzayan kalelere serdengeçtiler gece merdiven kurarak yalın kılıç içeri girerler. Bütün
kale efrâdına karşı gözlerini kırpmadan kılıç sallarlardı. Bunlar için şehâdet âdetâ mukadderdi. Az da
olsa sağ kalanlar olurdu. Bunlar gerek kumandanları, gerekse arkadaşları tarafından çok iltifât
görürlerdi. Din ve devlet için başlarını vermekten çekinmeyen bu yiğitlerin sağ kalanlarına mükâfâtlar
verilir, “serdengeçti ağası” tâbiriyle hürmet gösterilirdi.

Yeniçerilerin bozulmasıyla serdengeçtiler de eski ehemmiyetini kaybettiler, ocak kaldırılınca,
“dalkılıç” “serdengeçti” de kendiliğinden kalkmış oldu.

Özlüyorum Malazgird, Niğbolu ve Kosova’yı
Şimşek nallı rüzgâr atlar üstünde,
Dalkılıçlar biçerken ovayı ...
Yaşasaydım aaah öyle bir günde!

DALMAÇYA

Alm. Dalmatien (pl), Fr. Dalmatie (f), İng. Dalmatia. Hırvatistan’da Adriya Denizi boyunca
uzanan dar bir kara parçası. İstria Yarımadasından başlayıp kuzeyde Cattaro Körfezine ulaşır. Kıyı
boyunca yer alan irili ufaklı adaları da içine alır. Ülke topraklarının çoğu bir platodan meydana
gelmektedir. Platonun üstünde Dinarik Alpleri Sıradağları bulunmaktadır.

Dalmaçya toprakları 1918 yılına kadar Avusturya idâresinde bulunuyordu ve yüzölçümü 12.830
km2 idi. Yaklaşık 650.000 nüfûsu vardı. Yugoslavya idâresine geçtikten sonra Split ve Dubrovnik adı
altında ikiye bölünerek güney ucunda yer alan Kotar’dan ayrılmıştır.

Dalmaçya toprakları jeolojik yapısı bakımından tebeşir ve eosen kalkerleri ihtivâ eder. Son derece
verimli kırmızı toprakları, hava aşındırmaları sonucu meydana gelmiştir. Zramanja, Krka ve Cetini gibi
ırmaklar ülke topraklarını sulamaktadır. Karstik bölgede irili ufaklı pekçok göl yer almaktadır. Ülkenin
kıyı kesimlerinde iklim Akdeniz iklimi özelliğini taşır. Riviera ve Yunanistan kıyılarına nisbetle kışları
daha ılık, yazları ise daha serindir. Ülkenin iç kısımlarında sert kara iklimi hüküm sürer. Güney
bölgesinde yer alan adaları, önde gelen turistik yerlerdir. Bellibaşlı büyük şehirleri olan Split,
Dubrovnik, Siberik, Zatar, ülkenin Adriya Denizi kıyılarında yer alırlar ve daha çok deniz yolu ile
birbirlerine bağlıdırlar. Ülke ahâlisinin çoğunu Sırplar ve Hırvatlar teşkil etmektedir. İtalyan-Venedik
kültürü tesiri altındadırlar. Ülke halkı Hıristiyan olup, Katolik mezhebindedirler. Güney kesimlerinde
Ortodokslar da bulunmaktadır. Halk genellikle millî kıyâfetleriyle dolaşır. 1898 yılına kadar ülkede
Dalmatça konuşuluyordu. Günümüzde ise Sırpça ve Hırvatça konuşulmaktadır. Dalmaçya’da tarla
zirâati, hayvancılık ve balıkçılık gelişmiş bir vaziyettedir. Başlıca gelirleri ton balıkçılığı ve sünger
avcılığıdır. Ayrıca denizcilik, gemicilik, ev sanâyi ve yağcılık da oldukça gelişmiştir. Limanları ve adaları
işlek olup, askerî savunma bakımından ehemmiyet arz ederler.

Dalmaçya ülkesi, eski çağlarda İllirya’nın bir parçasını teşkil ediyordu. Romalılarla yapılan birçok
harplerden sonra, M.Ö. 33 yıllarında Augusta tarafından İllirium bölgesine, Büyük Theodosius
zamânında Batı Roma’ya, 489’da Doğu Gotları ülkesine, 526’da da Bizans İmparatorluğuna katılmıştır.
Mîlâdî 7. asırda Hırvatların ve Sırpların eline geçen bu ülke sonradan Macarların istilâsına uğrayarak
elden çıktı. Macarların elindeyken ayrıca Venediklilerin de istilâsına uğrayan, 16. asırda Osmanlı
mücâhitlerinin akınları sonucu iç bölgelerine varıncaya kadar fethedilmiş ise de, 1699’da yapılan
Karlofça Antlaşması ve 1718’de yapılan Pasarofça Sözleşmesi sonucu Venediklilerin eline geçmiştir.
Daha sonraki devirlerde Avusturya, Fransa ve yine Avusturya’nın eline geçen bu ülke, Birinci Cihan
Harbi sonucu yıkılan Avusturya-Macaristan Devleti elinden çıkarak Yugoslavya ile birleştirildi. 1915
yılında İtalyanlar ülkenin bütün kuzey yarısına sâhip çıkmak istemişlerse de, ABD’nin müdâhalesi ve
yapılan Rapollo Antlaşması ile ancakZara üzerindeki toprakları ve stratejik önemi olan birkaç adayı
alabilmiştir. 1990 senesinden sonra doğu blokunda görülen liberalleşme, Yugoslavya’ya da sıçradı.

Yugoslavya’yı meydana getiren cumhûriyetler bağımsızlıklarını îlân ettiler. Dalmaçya, Hırvatistan
Cumhûriyeti topraklarında kaldı.

DALTON HASTALIĞI (Daltonizm)

(Bkz. Renk Körlüğü)

DALTON, John

İngiliz fizik ve kimyâ bilgini. 1766 senesinde Cumberland’da doğup, 1844’te Manchester’de öldü.
Bir dokumacının oğlu olan Dalton, evvelâ öğretmenlik yapmış, daha sonraları da matematik ve fizikle
uğraşmıştır. New College’e 1793’te profesör olduktan sonra yaptığı bir çok meteorolojik araştırmalarla
kendini tanıtmıştır. Batıda atom teorisinin gerçek kurucusu kabul edilmektedir. Eskilerden aldığı
maddenin bölünmezliği hipotezine ilmî bir temel ve şekil vermiştir. Gaz karışımlarının sıkıştırılma
yollarını araştırmış ve 1801’de bununla ilgili bir kânun açığa çıkarmıştır. Su buharının çeşitli sıcaklıktaki
basınçlarını ortaya koymak yoluyla gazların özgül ölçülerini belirtmeyi de o bulmuştur. Daltonizm isimli
hastalığı kendi üzerinde incelemiştir.

Başlıca eserleri:1793’te yazdığı Meteoroloji Gözlemleri ve Denemeleri ile 1808’de yazdığı
Yeni Kimya Felsefesi Sistemi’dir.

DALTON PLÂNI

Alm. Plan Van Dalton, (r), Fr. Plan de Dalton (m), İng. The plan of Dalton. ABD’de 20. asır
başlarında bâzı ortaokullarda tatbikâtına başlanıp, başka ülkelerde de kabul edilen bir öğrenim sistemi.
Bu sistem “Dalton Laboratuvarı Plânı” diye de tanınır. İlk olarak Dalton ortaokulunda denendiği için bu
isim verilmiştir.

Helen Parkhurst 1913 senesinde eskiden beri kullanılan ortaokul plânlarını değiştirmeyi ve
dershânelerin herbiri için özel havası olan laboratuvarlar kurmayı düşünmüştür. Bu plâna göre atölye
tarzında olan bu laboratuvarlar bir öğretmenin mesuliyeti altında bulunacak ve bu öğretmenler bir
araştırma ve tetkik havası meydana getirerek talebelere akıl vermek ve yol göstermek gâyesini
güdeceklerdi. Böylelikle dershâne öğrencinin derslerini öğretmenine anlatacağı bir yer olmaktan ziyâde,
öğrenciyle öğretmen arasında karşılıklı bir danışma, tartışma ve fikir alış verişi mekânı meydana
getiriyordu. Bu sistemde öğrenciler eskiden olduğu gibi ev ödevi yapmayıp, müddeti bir ay ile bir hafta
arasında değişen çalışma anlaşması imzâlar, bu anlaşmayla teşebbüs ettiği işi, tatminkâr şekilde

bitirmeden de yeni bir anlaşma imzâlayamazdı. Bâzı Dalton okullarında umûmiyetle öğleden sonraları
edebî toplantılar, münâzaralar gibi cemiyet çalışmaları da yapılır.

Bu plân İngiltere, Japonya ve Çin’de benimsenmiş olup değişik şekillerde de Almanya, İsviçre ve
Hollanda’da tatbik edilmiştir. İngiltere’de bu plânla öğretim yapan 2000’den fazla okul vardır. Avrupa
ülkeleri ile Batı devletlerinin bir çoğunda uygulanan bu plândan daha sonraları vazgeçildi. Modern
eğitim plânları uygulanmaya başlandı.

DALYAN

Alm. Staatnetz (n), Fr. Bordique bourdique (f), İng. Weir for fishing. Balıkçılıkta mühim yeri olan
bir çeşit avlanma sistemi. Dalyan, göl ve ırmak ağızlarında, denizin kıyıya birkaç yüz metre yakınlarında
kurulur. Birçok ağ, direk, halat gibi elemanlardan meydana gelir. Denizde dikdörtgen şekli verilecek
biçimde kazıklar çakılır. Kazıklar arasına kurşun uçlu ağlar sarkıtılır. Dar kenardan bırakılan bir giriş
kapağından balıkların ağa girmesi sağlanır. Bu kapak bir makara ile toplanıp açılır. Balıklar içeri girince
makara bırakılarak çıkışa mâni olunur. Dalyanın giriş kısmında vigla denilen direkler üzerinde bekleme
yeri bulunur. Burada dâimâ bir kişi bekler. Balıklar girince kapak indirilip içeri giren balıklar dipte
bulunan bir ağın yukarı çekilmesiyle toplanıp teknelere çekilir. Dalyanlar umûmiyetle üç kısımda
toplanır:

1. Karadeniz Boğazı ile Marmara’nın kıyı sularında kurulan “asıl dalyanlar.” Bunların alt kısımları
tamâmıyla kapalıdır. Bu dalyanların “şire dalyanı”, “büyük şire dalyanı”, “yarım şire dalyanı”, “çekme
dalyanı” olarak isimlendirilen değişik tipleri de vardır. Asıl dalyanların, yaz ve kış mevsiminde kurulmak
üzere iki çeşidi mevcuttur.

2. Çoğu zaman ırmak ve göllerin ağızlarına kurulan “çubuklu dalyanı” ismiyle anılan dalyanlar.
Bunların diğer bir adı da “kotra”dır. Bunlarda ayrıca ağ kullanılmaz.

3. Akdeniz’de kullanılan orkinos ve torik balıklarını avlamak için kurulan “direksiz dalyanlar.”
Yurdumuzda en verimli dalyanlar;Köyceğiz (Muğla), Güllük (Muğla), Büyük Çekmece (İstanbul) ve
Karataş (Adana) dalyanlarıdır. Dalyanlarda en çok kefal, levrek, çipura avlanır.
Bugün dalyanların kurulu olduğu kıyılardaki yerleşim bozukluğu, deniz kirliliği, bol ışık ve
gürültünün olması, balık sürülerinin yer değiştirmesinde büyük rol oynar. Bâzı plânsız avlanmalar, göç
eden balıkların kıyılara sokulmadan geçip gitmelerine yol açmaktadır. Bu kötü şartlar sebebiyle, çok

büyük emek ve harcamalar yaparak kurulan dalyanlar verimsizleşmekte ve önemini kaybetmektedir.
Ayrıca gırgır, trol ve elektronik araçlarla yapılan balık avcılığı da dalyan avcılığına darbe vurmuş, balık
avlama yatakları bu vesîlelerle yok denecek kadar azalmıştır.

DÂMAD FERİD PAŞA

Osmanlı sadrâzamlarından. Şûrâ-yı Devlet üyelerinden Seyyid İzzet Efendinin oğlu olup,
İstanbul’da 1853 yılında doğdu. Tahsilini tamamladıktan sonra Hâricî Teşkilâtta görev aldı. Paris, Berlin,
Petersburg ve Londra elçilikleri kâtipliklerinde bulundu. Daha sonra Sultan Abdülmecîd’in kızlarından
Mediha Sultanla evlendi. 1884 yılında Şûrâ-yı Devlet üyeliğine tâyin edildi. İki sene sonra da vezir
rütbesi verilen Dâmâd Ferid Paşa, Londra Büyük Elçiliğine tâyinini istediyse de, Sultan İkinci
Abdülhamîd Han tarafından bu isteği reddedildi. Bunun üzerine memuriyetten ayrılıp, Meşrûtiyetin
îlânından sonra Âyân Meclisi üyesi oldu. Devamlı yükselmek arzusunda olduğundan İttihat ve Terakki
Cemiyeti ileri gelenlerine yaklaştı. Ancak anlaşamamaları sonucu onların aleyhinde çalışmaya başladı.

İmparatorluğun son zamanlarında beş defâ sadârete getirilmiştir. Sadâreti zamânında yaptığı
tutarsız icrâatı sebebiyle memleketin içte ve dışta zor durumlara düşmesinde büyük tesiri olduğu
belirtilmektedir. Ayrıca, Osmanlıların son sultânı, Sultan Altıncı Mehmed (Vahîdeddîn Han) dekendisini
sevmeyip daha şehzâdeliği zamânında Ferid Paşaya karşı sâhib olduğu düşüncelerini açıklamıştı. Zekî,
vatanını seven ve son derece nâmuslu olan Sultan Vahîdeddîn’in Ferid Paşayı defâlarca sadârete
getirmesini târihçiler, zamanın kritik oluşundan ve mecburiyetten ileri geldiğini söylerler.

Nitekim İşgâl altındaki bir memlekette baskıların çok olması, Tevfik, Ali Rızâ, Sâlih Paşa
kabînelerinin kısa zamanda görevden ayrılmaları, işgâl idâresinin devamlı tazyiki, onu 13 ay müddet
içinde beş defâ sadrâzamlığa getiren önemli sebeplerdir. Ferid Paşa, Tevfik Paşanın kurduğu üçüncü
kabînenin 3 Mart 1919’da düşmesi üzerine, 4 Mart 1919’da ilk defâ sadârete getirildi.

15 Mayıs 1919 Yunanlıların İzmir’i işgâline kadar 2.5 ay ilk sadareti sürdü. Ferit Paşanın 19
Mayıs’ta kurduğu hükûmet, 20 Temmuz 1919’a kadar devâm edebildi. Ancak bir gün sonra tekrar
kabîneyi kurmakla görevlendirildi. Bu üçüncü sadâreti ise 30 Eylül 1919’da sona erdi.

Ali Rızâ Paşa kabînesinin 3 Mart 1920’de düşmesi, arkasından kurulan Sâlih Paşa hükûmetinin 25
günlük iktidârdan sonra çekilmesi, Tevfik Paşanın tekrar hükûmet kurmayı kabul etmemesi, Ferid
Paşanın 5 Nisan 1920’de tekrar sadrâzamlığa gelmesine sebeb oldu. 30 Temmuz 1920’de kabînesini

yenilemek için istifâ etti. Bir gün sonra da son kabînesini kurdu. Bu beşinci ve son kabînesi, 17 Ekim
1920’ye kadar devâm etti.

Ferid Paşanın 13 aylık iktidârı sırasında önemli olaylar; Meclis-i Meb’ûsan’ın kapatılması, Sevr
Barış Antlaşmasını imzâlaması ve Kuvâ-yı Milliyeye karşı davranışlarıdır. Anadolu’da hiç sevilmeyen
Ferid Paşa, Millî Mücâdelenin zafere ulaşması üzerine, Avrupa’ya kaçtı. 6 Ekim 1923’te Fransa’nın Nice
şehrinde öldü.

DÂMÂD İBRÂHİM PAŞA

Sultan Üçüncü Mehmed Han zamânında üç defâ sadârete gelmiş Osmanlı sadrâzamı. Sultan
Üçüncü Murad’ın kerîmesi Ayşe Sultanla evlendiği için Dâmâd olarak anılan İbrâhim Paşa, Kanije
Kalesini fethetmesi sebebiyle de Kanije Fâtihi ünvânı ile meşhurdur.

Aslen Bosnalı olan İbrâhim Paşanın doğum târihi bilinmemektedir. 1531’de Enderûn-ı Hümâyûna
alınarak yetiştirildi.Sarayda çeşitli görevler yaptıktan sonra Üçüncü Murad’ın cülûsu esnâsında
Rikabdarlığa, cülûsundan sonra 1574’te Silâhdarlığa ve 1580’de Yeniçeri Ağalığına getirildi. 1581’de
Rumeli Beylerbeyliğine tâyin olunan İbrâhim Paşa, bir müddet sonra Kubbe vezirleri arasına girdi. Mısır
Vâlisi Mürteşî Hasan Paşanın Mısır’da meydana getirdiği karışıklıkları gidermek ve Mısır vâridâtını
yeniden tanzim etmek üzere 1583’te Mısır vâliliğine tâyin olundu. Bir buçuk yıl sonra da Lübnan’da
Dürzî İsyânını bastırdı. Bu hizmetlerine karşılık ikinci vezirliğe getirildi.

1586 yılında Sultan Üçüncü Murad’ın kızı Ayşe Sultanla evlendi. 1595’te Sadrâzam Ferhad Paşa
Eflâk Seferine çıkınca, sadâret kaymakamı oldu. Nihâyet Sinân Paşanın vefâtı ile 5 Nisan 1596’da
kendisine vezîriâzamlık verildi. Sultan Üçüncü Mehmed Hanın da iştirak ettiği Eğri’nin fethi ve Haçova
Meydan Savaşlarında büyük yararlıklar gösterdi. Ancak Avusturya Seferine Kırım kuvvetlerinin
gelmemesi ve Kırım Hanı Gâzi Giray’ın İbrâhim Paşanın tesiriyle Fetih Giray’ı öldürtmesi yeniden azline
sebeb oldu.

İbrâhim Paşa, 1599’da Cerrâh Mehmed Paşanın yerine üçüncü defâ vezîriâzam ve Avusturya
seferine serdâr-ı ekrem tâyin edildi.

Sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra 1599’da İstanbul’dan Belgrad’a doğru harekete geçti.
Edirne’ye geldiğinde Avusturya seraskeri olan Satırcı Mehmed Paşayı başarısızlığı sebebiyle katlettirdi.
Daha sonra Belgrad’a, oradan Macaristan’a giren İbrâhim Paşa, Estergon üzerine yürüdü. Ancak bu

hareketi, muhârebe yapmak veya kale fethetmekten ziyâde uzun süren muhârebeler netîcesinde
dağılan veya Osmanlılar aleyhine cephe alan yerli halkın yeniden kazanılması, serhad kalelerinin tâmiri
gâyesine yönelikti. Kışı Belgrad’da geçiren Vezîriâzam İbrâhim Paşa, 1600 senesi baharında Estergon
üzerine yürüyüşe geçti. Tiryaki Hasan Paşanın da bulunduğu toplantıda, her zaman için tehlike teşkil
eden Kanije’nin fethi kararlaştırıldı. Kırk günden fazla muhâsara edilen kale, bir taraftan gelecek
yardımdan ümit kesilmesi, diğer taraftan kalenin barut mahzenine ateş düşmesi üzerine İbrâhim
Paşaya teslim edildi. Burası beylerbeyilikle Tiryâkî Hasan Paşaya verildi. Avusturyalıların mühim hudud
kalelerinden olan Kanije’nin düşmesi, düşmana büyük bir darbe idi. Bu muvaffakiyetinden çok memnun
olan Pâdişah, vezîriâzam İbrâhim Paşaya gönderdiği hatt-ı hümâyûnda onu tebrik etti ve hayatta
olduğu müddetçe makâmında kalacağını vâdetti. Bu fetihle İbrâhim Paşa, Kanije Fâtihi ünvânını aldı.

Dâmâd İbrâhim Paşa, serhadde almış olduğu tedbirler ile askerin, serhad gâzilerinin ve yerli
halkın derin sevgisini kazanmış, bu mıntıkada Avusturya harplerinin zuhûrundan beri devâm eden
âsâyişsizliği bertaraf etmişti.

Vezîriâzam ve serdâr-ı ekrem İbrâhim Paşa Belgrad’da bir taraftan sefere hazırlanırken, diğer
taraftan da kendi kethüdâsı Mehmed Ağa ile Murad Paşayı, îcâbında sulh için görüşmek üzere, tâlimât
verip Budin’e gönderdi. Ancak bir müddet sonra rahatsızlanan İbrâhim Paşa, 10 Temmuz 1601’de vefât
etti. Cenâze namazı ordugâhta kılındıktan sonra naaşı Belgrad’a nakl ve daha sonra İstanbul’a
getirilerek Şehzâde Câmiinin caddeye bakan cephesinde inşâ ettirdiği türbesine defnedildi.

İbrâhim Paşanın âlicenâp, cömert ve gayretli bir vezir, muvaffak bir kumandan olduğunda bütün
kaynaklar müttefiktirler. Emrine verilen orduları sevk ve idâreyi bilmiş ve bilhassa zemin ve zamâna
göre aldığı siyâsî tedbirler ile Lübnan harekâtında ve Macaristan serhâdlerinde Osmanlı nüfûz ve
hâkimiyetini süratle tesise muvaffak olmuştur. Gerçekleştirmeye çalıştığı Avusturya sulhü plânları,
ölümü ile netîcesiz kalmış; fakat Macaristan serhadlerinde ardından gidecek olan Lala Mehmed Paşa ve
Kuyucu Murâd Paşa gibi kuvvetli iki devlet adamının yetişmesini sağlamıştır.

DAMAR SERLİĞİ

(Bkz. Atardamar Sertliği)

DAMARLAR

Alm. Ader (f), Fr. Vaisseau (f), İng. Vessels. Kalp ile dokular arasında kan iletimini sağlayan
boru şeklindeki yapılar. Damarlar canlı yapılar olup, ihtivâ ettikleri bağdokusu, kas ve bu kasları
harekete geçiren sinirleri ile birbirini tamamlar şekilde çalışırlar. Böylece dokulara gidecek kan miktarını
ayarlamada kalbe yardımcı olurlar.

Damar denildiği zaman genellikle bu isim altında kan damarları, yâni atar ve toplardamarlar
anlaşılır. Fakat bundan başka beyazkan denilen sıvıyı toplayarak toplardamarlara aktaran lympha (lenf,
akkan) damarları da vardır.

Kan damarlarını, ilettiği kanın gidiş yönüne göre iki kısma ayırmak mümkündür. Bunlardan birisi,
kalpten kanı alıp dokulara doğru götüren bölümdür. Bu bölüme dâhil olan damarların içinde oksijeni
fazla olan kan bulunur. Bu tip damarlara atardamar veya “arteria” denir. Bunlar kalpten kalın bir oluk
şeklinde aorta çıktıktan sonra organizmanın genel prensiplerine göre dallanma gösterirler. Her dal sayı
bakımından çok, çap bakımından ise bir öncekinden daha küçük olmak üzere, devâm eden
dallanmalarla dokulara girer. Atardamarlar çaplarına göre büyük, orta, küçük, ön kılcal ve kılcal
atardamar olmak üzere beş tipte incelenebilir. Arterlerin kesitini incelersek karşımıza yine beş tabaka
çıkar. Bunlar:

1. Dış tabaka (kas dokusundan fakir, bağ dokusundan zengindir).
2. Dış elastik bağ dokusu.
3.Orta tabaka (elastik lifler ve düz kaslardan meydana gelmiştir).
4. İç elastik bağ dokusu.
5. İç tabaka (endotel denilen yassı hücreli zardan yapılıdır).
Atardamarların bazıları ise gittikleri dokuya göre özellik gösterebilirler. Bunlara özellikli arterler
denir.
Kan damarlarının, ilettiği kanın gidiş yönüne göre tasnifinde diğer grup da toplardamarlar, diğer
adıyla “venae”dır. Bunlar atardamarların organlara ve dokulara getirdikleri kanın dokuyla kan arasında
madde ve gaz alışverişinin yapılmasından sonra toplayarak kalbe götüren damarlardır.
Atardamarların son bölümünü kılcal atardamarlar teşkil ederken, toplardamarların ise başlangıcını
kılcal damarlar yapar. Bunlar birleşerek çapları gittikçe artan ve sayıları azalan toplardamarları
meydana getirirler. Bu damarlarda bağdokusu lifleri ile kasdokusu birbirine karışmıştır. Fakat üzerlerine
binen yük sebebiyle kaslar daha belirgindir. Toplardamar duvarları atardamara nazaran ince olup,


Click to View FlipBook Version