Sanâyii, Acıpayam Selüloz Fabrikası, Çal, Akkent Meyve Suyu Fabrikası, Gimek-Acıpayam Yem
Fabrikası, Timgas Tavas Un Fabrikası, Uygar Motor, Kocabaş Motor Parçaları Dökümü, Emek Elektronik
Sanâyii ve Ticâret (500 bilgisayar, 3 bin elektronik santral ve 35 bin telefon üretecek kapasitededir),
Emsan (emâye tencere, tabak, demlik, çelik tencere, teflon üretir), Has Akümülatör, Buzsan buzdolabı
sanâyiidir.
Bu fabrikaların dışında ayrıca ayakkabı, Ergür kablo, somun, civata, tuğla, plâstik, sunta,
mukavva, oksijen gazı, cam ürünleri, pamuk ipliği, yem, kuruyemiş, un, kireç, motor parçaları, dericilik,
mobilya ve mermer levha üreten sanâyi şirket ve tesisleri vardır. Denizli’nin yakın bir gelecekte bir
sanâyi merkezi hâline gelmesi beklenmektedir.
Ulaşım: Havaalanı yoktur. Komşu illere asfalt yollarla bağlıdır. İzmir-Selçuk-Aydın-Denizli yolu en
işlek olanıdır. İzmir-Aydın-Denizli demiryolu ile İzmir’e ve Afyon’a, Dazkırı’da ayrılan güzergâh ile
Burdur ve Isparta’ya bağlanır.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nüfus: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 750.882 olup, 337.793’ü şehirlerde, 413.089’u
köylerde yaşamaktadır. Yüzölçümü 11 bin 874 km2 olup, nüfus yoğunluğu (kesâfeti) 64’tür.
Örf ve Âdetler: Denizli’de Türk İslâm kültürü yerleşmiş ve 11. asırdan bu yana Türk İslâm
kültürü ile yoğrulmuştur. On birinci asırdan sonra Türk olmayanlar İzmir’e doğru göç etmiş ve 1071’den
sonra Denizli civârındaki dağ ve yaylalara yerleşen 200.000 çadırlık Türkmenler bölgeye hâkim
olmuşlardır. Osmanlı Devleti Denizli’yi toprağına kattığında Denizli tamâmen Tükleşmiş bulunuyordu.
On birinci asırdan önce bu bölgede yaşayan milletler ve bunların kültürleri eriyip gitmiştir. Sâdece târihî
eser ve harâbeleri kalmıştır.
Mahallî kıyâfet: Denizli’nin kendine özel mahallî kıyâfeti vardır. “Süğüm”, “çeki”, “yemeni”,
“cepken” ve “şalvar” ve diğer mahallî kıyâfetler ancak düğün ve folklor gösterilerinde giyilir.
Yemekleri: Bu bölgeye mahsus meşhur yemekler ise; kuru patlıcan dolması, kuru börülce
çorbası, patlıcan közlemesi, tahinli katmer, nohutlu et ve sirkeli et, tas kapamasıdır.
Eğitim: İl dâhilinde 618 ilkokul, 129 ortaokul, 54 lise (genel-meslekî) vardır. Denizli’de,
İzmir’deki Dokuz Eylül Üniversitesine bağlı bir meslek yüksek okulu, bir tıp fakültesi, bir de eğitim
yüksek okulu bulunur. Ege Üniversitesine bağlı Eğitim, Mühendislik ve Mîmârlık Fakültesi de
bulunmaktadır (1993).
Folklor bakımından çok zengindir. Zeybek oyunları yaygındır. Halk edebiyâtı bakımından zengin
mâni, atasözü, bilmece, alkış ve kargışlara sâhiptir. Güreş sporu yaygındır. Bayram Şit, Hasan Güngör,
Ramazan Uysal ve Mehmet Güçlü gibi dünyâ ve olimpiyat şampiyonları yetişmiştir. Deve ve horoz
döğüşü yaygındır.
İlçeleri
Denizli’nin biri merkez olmak üzere on dokuz ilçesi vardır.
Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 271.346 olup, 204.118’i ilçe merkezinde, 67.228’i
köylerde yaşamaktadır. İlçe toprakları dağlarla çevirili bir düzlükten meydana gelir. Güneyinde Menteşe
Dağları, kuzeyinde Uran Tepeleri yer alır. Çürüksu ilçe topraklarını sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri, pamuk, tahıl, üzüm, meyve ve sebzedir.
Başlıca sanâyi kuruluşları, dokuma, metal eşya, cam, otomobil, elektrik-elektronik, deri-kösele, gıda ve
orman ürünleri dallarındadır.
İlçe merkezi, üç tarafı dağlarla çevrili ve hafif eğimli bir arâzi üzerinde kurulmuştur. İzmir-Eğridir
demiryolu ilçe merkezinden geçer. Belediyesi 1876’da kurulmuştur.
Acıpayam: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 69.446 olup, 8054’ü ilçe merkezinde 61.392’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 34, Kelekçi bucağına bağlı 15 köyü vardır. İlçe toprakları
dağlarla çevrili bir çöküntü alanında yer alır. Kuzeyinde Honaz, doğusunda Eşler Dağı vardır.
Topraklarını Dalaman Çayı sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri mısır, arpa, tütün, şekerpancarı, üzüm, elma ve
baklagillerdir. El sanatları ve dokumacılık önemli geçim kaynaklarıdır. Selüloz ve yem fabrikaları başlıca
sanâyi kurulaşlarıdır. İlçedeki Devlet üretme çiftliğinde tohumluk yanında, damızlık sığır, koyun tavuk
ve yumurta üretimi de yapılır.
İlçe merkezi Acıpayam Ovasının orta kesiminde yer alır. Oğuz Türklerinin Avşar oymağına bağlı
Türkmenler tarafından kurulmuştur. Denizden yüksekliği 950 metredir. İl merkezine 61 km
mesâfededir.
Akköy: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 16.235 olup, 3614’ü ilçe merkezinde 12.621’i köylerde
yaşamaktadır. Merkez ilçeye bağlı bir köy iken 9 Mayıs 1990’da 3644 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe
toprakları genelde düzdür. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri; buğday, pamuk, üzüm,
meyve ve sebzedir.
Babadağ: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 9513 olup, 6016’sı ilçe merkezinde, 3497’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 9 köyü vardır. Sarayköy’e bağlı bucak iken 19 Haziran
1987’de 3392 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları orta yükseklikte engebeli araziden meydana gelir.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. İlçe merkezi Akdağ eteklerinde kurulmuştur.
Baklan: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 14.568 olup, 3931’i ilçe merkezinde, 10.637’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 10 köyü vardır. Çal ilçesine bağlı bir bucak iken, 9 Mayıs
1990’da 3644 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları orta yükseklikte dalgalı düzlüklerden meydana
gelir. Batısında Büyük Çökelez Dağı yer alır. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Bağcılık yaygın olarak yapılır.
Hayvancılık gelişmiş olup, en çok koyun beslenir. İlçe merkezi Büyük Çökelez Dağı eteklerinde yer alır.
Bekilli: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 12.637 olup, 4632’si ilçe merkezinde 8005’i köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 12 köyü vardır. Çal ilçesine bağlı bucak iken, 19 Haziran 1987’de
3392 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları genelde düzdür. Kuzeyinde Bulkaz Dağı yer alır. Ekonomisi
tarıma dayalıdır. İlçe merkezi Bulkaz Dağı eteklerinde kurulmuştur.
Beyağaç: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 7626 olup, 3006’sı ilçe merkezinde, 4620’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 7 köyü vardır. İlçe toprakları dağlarla çevrili ovadan
meydana gelir. Ovayı Akçay sular. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri, buğday, arpa,
mısır ve nohuttur. Bağcılık ve meyvecilik yaygındır. Kale ilçesine bağlı belediyelik bir köy iken 9 Mayıs
1990’da 3644 sayılı kânun ile ilçe oldu.
Bozkurt: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 10.331 olup, 4309’u ilçe merkezinde, 6022’si
köylerde yaşamaktadır. Çardak ilçesine bağlı bir bucak iken, 9 Mayıs 1990’da 3644 sayılı kânunla ilçe
oldu. İlçe toprakları genelde düzdür. Ekonomisi tarıma dayalıdır. İlçe merkezi, Denizli-Afyon karayolu
ve İzmir-Eğridir demiryolunun kıyısında yer alır.
Buldan: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 25.554 olup, 12.202’si ilçe merkezinde, 13.352’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 26 köyü vardır. Yüzölçümü 518 km2 olup, nüfus
yoğunluğu 49’dur. İlçe toprakları genelde dağlıktır. Batı ve güneyinde Aydın Dağları, kuzeyinde
Bozdağlar yer alır. İlçe topraklarını Büyük Menderes Irmağı ve Derbent Çayı sular. Derbent Çayı
üzerinde yapılmış olan Buldan Baraj Gölü ilçe sınırları içinde kalır. Süleymâniye Yaylasında bir krater
gölü vardır.
Ekonomisi tarım ve dokumacılığa dayanır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, pamuk ve
baklagillerdir. Bağcılık yaygındır. İlçe merkezi, Buldan deresi vadisinde yer alır. Denizli’yi kuzeyden
İzmir’e bağlayan karayolu üzerindedir. İlçe belediyesi 1854’te kurulmuştur.
Çal: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 39.260 olup, 4704’ü ilçe merkezinde 34.556’sı köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 30 köyü vardır. İlçe toprakları dağlarla çevrili bir çöküntü alandan
meydana gelir. Doğusunda Büyük Çökelez Dağı, kuzeyinde Bulkaz Dağı, güneydoğusunda Beşparmak
Dağı yer alır. İlçe topraklarını Büyük Menderes Irmağı sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, pamuk ve tütündür. Bağcılık yaygın
olarak yapılır. Razaki türü üzümü meşhurdur. Hayvancılık gelişmiş olup, en çok koyun beslenir. İlçe
merkezi, Büyük Çökelez Dağının eteğinde, Büyük Menderes Vâdisine hâkim bir yerdedir. Denizden
yüksekliği 850 metredir. İlçe belediyesi 1868’de kurulmuştur. İlçede bir meyve suyu fabrikası vardır.
Çameli: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 20.379 olup, 3043’ü ilçe merkezinde, 17.336’sı
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 25 köyü vardır. Yüzölçümü 738 km2 olup, nüfus
yoğunluğu 28’dir. İlçe toprakları dağlıktır. Doğusunda Elmadağ, güneyinde Boncuk Dağları yer alır.
Dağlardan kaynaklanan suları,Dalaman Çayı toplar. Akarsu vâdilerinde küçük düzlükler vardır. Dağlar
ormanlarla kaplıdır.
Ekonomisi ormancılık ve hayvancılığa dayalıdır. Elverişli arâziler az olduğundan tarım az yapılır.
Köylerde halıcılık ve arıcılık yapılır. İlçede orman ürünlerin işleyen şekerli ürünler îmâl eden çeşitli
atölyeler vardır. İlçe merkezi Elmadağ eteklerinde yer alır. Eski ismi Karaman’dır. Belediyesi 1953’te
kurulmuştur. Denizden 1125 m yüksekliktedir. İl merkezine uzaklığı 112 kilometredir.
Çardak: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 11.818 olup, 3733’ü ilçe merkezinde 8085’i köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 7 köyü vardır. İlçe toprakları genelde düzdür. Kuzeyinde
Beşparmak Dağı, güneyinde ise Eşeler Dağı yer alır. Doğusunda bulunan Acıgölün bir kısmı ilçe sınırları
içinde kalır. İlçe topraklarını Aksu Çayı sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, tütündür. Bağcılık yaygın olarak
yapılır. Hayvancılık gelişmiştir. En çok koyun, kıl keçisi ve sığır beslenir. Acıgöl’ün sularından sodyum
sülfat elde edilir.
İlçe merkezi, Beşparmak Dağlarının güney eteklerinde, Acıgöl’ün kenarında yer alır. İzmir-Eğridir
demiryolu ve Afyon-Denizli karayolu ilçeden geçer. İl merkezine 58 km mesafededir. 1958’de ilçe olan
Çardak’ın belediyesi de aynı yıl kurulmuştur.
Çivril: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 61.441 olup, 11.445’i ilçe merkezinde, 49.996’sı
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 42, Gümüşsu bucağına bağlı 7, Işıklı bucağına bağlı 12
köyü vardır. Yüzölçümü 1499 km2 olup, nüfus yoğunluğu 41’dir. İlçe toprakları etrafı dağlarla çevrili
çöküntü alanından meydana gelir. Batı ve kuzeyinde Bulkaz Dağı, güney ve güneydoğusunda
Beşparmak Dağı, kuzeybatısında ise Akdağ yer alır. İlçe topraklarını Işıklı, Dinar ve Küfü çayları sular.
Akarsular üzerinde sulama ve taşkınları önlemek için yapılan Işıklı ve Küfü barajları vardır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, şekerpancarı olup, ayrıca az
miktarda haşhaş, pamuk ve susam yetiştirilir. Meyvecilik yaygın olup, üzüm, elma ve şeftali üretimi
fazladır. Hayvancılık gelişmiştir. En çok koyun ve sığır beslenir. Işıklı Baraj Gölünde tatlı su balıkçılığı
yapılır. Krom yatakları özel sektör tarafıdan işlenir.
İlçe merkezi, Çivril Ovasının kuzey kenarında yer alır. Denizden 975 m yüksekliktedir. Modern bir
ilçe olan Çivril, eski bir yerleşim merkezidir. Hitit İmparatorluğuna bağlı Arvaza Krallığına başşehirlik
yapmıştır. Uşak-Denizli karayolu ilçeden geçer. İzmir-Aydın-Burdur demiryoluna bir hatla bağlanır.
Belediyesi 1914’de kurulmuştur. İl merkezine 96 km mesâfededir.
Güney: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 15.799 olup, 7333’ü ilçe merkezinde, 8466’sı köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 19 köyü vardır. Yüzölçümü 534 km2 olup, nüfus yoğunluğu
30’dur. İlçe toprakları dalgalı düzlüklerden meydana gelir. Büyük Menderes Irmağı ilçe topraklarını
sulayarak doğu-batı istikâmetinde akar. İlçe sınırları içinde Büyük Menderes Irmağı üzerinde sulama
gâyeli bir baraj kurulmaktadır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday ve arpa olup, ayrıca az miktarda soğan,
patates, elma, armut ve pamuk yetiştirilir. Bağcılık gelişmiş olup, üzüm üretimi oldukça fazladır.
Dokuma halı ve üzüm işleyen atölyeler başlıca küçük sanâyi kuruluşlarıdır. İlçe topraklarında zımpara
taşı yatakları vardır.
İlçe merkezi, Büyük Menderes Irmağı kıyısındadır. Denizden 850 m yüksekliktedir. İl merkezine
72 km mesafededir. 1948’de ilçe olan Güney’in belediyesi 1880’de kurulmuştur.
Honaz: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 24.254 olup, 6333’ü ilçe merkezinde, 17.921’i
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 18 köyü vardır. Merkez ilçeye bağlı bucak iken, 9 Mayıs
1990’da 3644 sayılı kânunla ilçe oldu. İlçe toprakları, kuzeyi düzlük olup, güneyi dağlık araziden
meydana gelir. Ekonomisi tarıma dayalıdır. İlçe merkezi Honaz Dağı eteklerinde yer alır.
Kale: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 19.089 olup, 6950’si ilçe merkezinde, 12.139’u köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 23 köyü vardır. İlçe toprakları genelde dağlıktır. Dağlardan
kaynaklanan suları Akçay toplar. Bu akarsu üzerinde Kemer Barajı kurulmuştur. Akçay kıyısında Eskere
Ovası yer alır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, mısır ve nohuttur. Bağcılık ve
meyvecilik yaygındır. En çok elma ve şeftali yetiştirilir. İlçe topraklarında linyit yatakları vardır.
Dokumacılık gelişmiştir. İlçe merkezi Tavas Ovasının güney ucundaki bir tepe üzerinde kurulmuştur.
Denizden yüksekliği 1000 metredir. Gelişmemiş küçük bir yerleşim merkezidir. İl merkezine 71 km
mesâfededir. 1959’da ilçe olan Kale’nin belediyesi 1899’da kurulmuştur.
Sarayköy: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 32.890 olup, 15.481’i ilçe merkezinde 17.409’u
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 25 köyü vardır. İlçe topraklarının büyük bir kesimi
Büyük Menderes Ovasında yer alır. Güneybatısını Akdağ engebelendirir. Dağlardan kaynaklanan suları
Büyük Menderes Irmağı toplar.
Ekonomisi tarım ve dokumacılığa dayanır. Başlıca tarım ürünleri buğday, pamuk, arpa, soğan,
üzüm ve şeftali olup, ayrıca az miktarda patates, incir, mısır, elma yetiştirilir. Dokuma atölyeleri başlıca
küçük sanâyi kuruluşlarıdır.
İlçe merkezi, Çürüksu’nun Büyük Menderes’e karıştığı yerde bir tepe üzerinde kurulmuştur. İzmir-
Aydın-Denizli demiryolu ve karayolu ilçeden geçer. İl merkezine 20 km mesâfededir. Denizli’nin merkez
ilçeden sonra nüfus bakımından en büyük yerleşim merkezi Sarayköy’dür. İlçe belediyesi 1883’te
kurulmuştur.
Serinhisar: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 23.560 olup, 17.112’si ilçe merkezinde, 6448’i
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 4 köyü vardır. Acıpayam’a bağlı bucak merkezi iken, 19
Haziran 1987’de 3392 sayılı kanunla ilçe oldu. Eski ismi Kızılhisar’dır. İlçe toprakları düzdür. Kuzeyini
Honaz dağı engebelendirir. Acıpayam Ovasının bir kısmı ilçe sınırları içinde kalır. Ekonomisi tarıma ve
hayvancılığa dayalıdır. İlçe merkezi Honaz Dağı eteklerinde kurulmuştur. Denizli-Acıpayam karayolu
ilçeden geçer.
Tavas: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 65.136 olup, 11.777’si ilçe merkezinde, 53.359’u
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 32, Kızılca bucağına bağlı 7 köyü vardır. Yüzölçümü
1691 km2 olup, nüfus yoğunluğu 39’dur. İlçe toprakları orta yükseklikteki dalgalı düzlüklerden
meydana gelir. Kuzeyinde Akdağ, güney ve doğusunda Gölgeli dağları, Orta kesiminde ise Tavas Ovası
yer alır. Akçay ve Yenidere ilçe topraklarını sular.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, nohut, şekerpancarı, üzüm, elma,
mercimek, soğan ve tütün olup, ayrıca az miktarda haşhaş, mısır ve şeftali yetiştirilir. Hayvancılık ve
dokumacılık gelişmiştir. İlçe topraklarında kireçtaşı ve mermer yatakları vardır.
İlçe merkezi, Tavas Ovasının doğu kesiminde yer alır. Karacasu ve Muğla’yı Denizli’ye bağlayan
yollar ilçede kesişir. 1959’da ilçe olmuştur. İl merkezine 45 km mesâfededir. İlçe belediyesi 1877’de
kurulmuştur.
Târihî Eserler ve Turistik Yerleri
Denizli târihî ve turistik yerler bakımından çok zengindir. Mesîre yerleri yanında sağlığa çok faydalı
kaplıcaları ile turizm sektörü için çok müsâittir.
Denizli Kalesi: Osmanlı devrinde artık önemi kalmadığı için ihmâl edilmiş ve yıkılmıştır. 1702
zelzelesinde 12.000 kişi ölürken kale de büyük hasar görmüştür. Arap seyyahı İbn-i Battûtâ 1332’de
Denizli’ye hayran kalmıştır. Yedi câmiden bahseder.
Sultan Murad Câmii: Honaz ilçesindedir. Kitâbesi yoktur. On beşinci asır mîmârî özelliğini taşır.
Küçük, kare plânlı ve tek kubbelidir. Günümüzde harâbe hâlindedir.
Yazır Câmii: Acıpayam’ın Yazır köyündedir. 1801’de yapılmıştır. Ahşap tavan gül motifleri ile
süslüdür. Mîmârî ve süsleme bakımından çok değerlidir.
Savranşah Câmii: Çivril ilçesinin Savranşah köyündedir. Kitâbesinde, 1802’de Ömer Ağa
tarafından yaptırıldığı bildirilmektedir. İç süslemeleri arasında bir câmi motifi bulunur.
Yediler Türbesi: Denizli içindedir. İnanç Beylerine âit 7 kabir bulunur. On üçüncü asır eseridir.
Yatağan Baba Türbesi: Baklan ilçesindedir. Kitâbesi yoktur. On altıncı asır klasik Osmanlı Türbe
mîmârîsi tarzında yapılmıştır.
Akhan: Denizli-Eğridir arasında Goncalı köyündedir. Sultan İzzeddîn İkinci Keykâvus yaptırmıştır.
Taş işçiliği çok güzeldir. Beyaz mermer levhalardan yapıldığı için Akhan denilmiştir. Gökpınar (Emir
Sultan)Çayı yanından geçer. Kervansarayda yatılacak yerler, eşyâ deposu, ahır, yem ve saman
depoları, hamam, mescit, nalbant ve semerci, koşum atölyesi vardır.
Çardakhan Kervansarayı: Çardak ilçesindedir. 1230’da yaptırılmıştır. Sultan hanlarının yalın
süslemesiz örneklerindendir. Günümüzde yıkık bir hâldedir.
Ahmetli Köprüsü: Sarayköy’le Buldan arasında Ahmetli köyü yakınındadır. Yapım târihi belli
değildir. Roma veya Selçuklu eseri olduğu zannedilmektedir.
Eski Denizli Mezarlığı: Türklerin Denizli’yi fethinden bu yana kullanılan bu mezarlık bir târih
hazînesidir. Bu mezarlıkta Denizli’yi fethederken şehid olan Selçuklu Komutanı Mehmed Gâzi ile
Haçlılara karşı savaşta şehid olan Fatma Yıldız Hanımın mermer kabirleri vardır.
Eski târihî eser ve harâbeler: Hierapolis:Pamukkale yakınındadır. İyonların kaplıca şehridir.
Depremde yıkılmış, M.Ö. 1900 senesinde Bergama Kralı Evmenes yeniden inşâ ettirmiştir. M.S. 1354’te
depremde yeniden yıkılmış ve terk edilmiştir. Tapınak, tiyatro, saray ve ev harabeler hâlen ayaktadır.
Laodikela: Türklerin “Ladik” dedikleri bu şehir, Diopolis ve Rhoas şehirlerinin harâbeleri üzerine
kurlmuştur. Şehir dâire şeklinde bir kale içindedir. Üç giriş kapısı vardır. M.Ö. 3. asırda kurulmuştur.
Şehir harâbelerinde hamam ve tiyatro kısmen sağlamdır. Denizli’ye 6 km mesâfededir.
Selokid soyundan Andtiokos Kralı Antiokos-II bu şehri kurarak karısının ismini “Laodikela”
vermiştir. Bu şehir harâbelerinde gizli geçitler, büyük banyolar, pazar yeri (Agora), şehir kuzey ve
güney kapısı, şehir duvarları (sehler), su kaynağı, tiyatro, mezarlar ve heykel müzesi ile öldürücü
zehirli gazların (pulutonium) bulunduğu yerler vardır.
Tripolis: Buldan’ın Yenice köyündedir. Harâbeler içinde şehir suları, kilise, su yolları, mezar ve
tiyatro hâlen bulunmaktadır.
Beyce Sultan Höyüğü: Târih öncesi çağa âit yerleşim merkezidir. Çivril ilçesinin Menteşe köyü
yakınındadır. Burada Arzava Krallığına âit eserler de bulunmuştur. Burada Bakırtaş (kalkolitik)
devrinden son tunç çağlarına kadar 40 kattan meydana gelen kalıntılar bulunmuştur.
Pamukkale: Denizli’nin en çok turist çeken yeridir. Turistik tesisleri mevcuttur. Pamukkale
Kaplıcasında “radon gazı” vardır. Bu su insanı dinlendirici özelliğe sâhiptir. Bu suda hem banyo edilebilir
hem de içilebilir. 35°C sıcaklıkta ve lezzetlidir. Topraktan fışkıran ve küçük bir göl meydana getiren
karbondioksitli ve kireçli sıcak su derin kanallarla ovaya akar ve sonra soğur.
Pamukkale, dünyâda eşi bulunmayan bir tabiat hâdisesidir. Binlerce seneden beri kireçli sıcak su
kaynaktan uzaklaşınca soğuyup katılaşmış ve katlar, basamaklar hâlinde pamuktaşlarını
(travertenleri)meydana getirmiştir. Denizli’ye 20 km uzaklıktadır. Az ilerisinde İyonların kaplıca şehri
olan “Hierapolis”in harâbeleri vardır. Dünyâda bir benzeri bulunmayan Pamukkale aynı zamanda şifâlı
bir kaplıcadır. Damar, kalp, romatizma ve sinir hastalığına iyi gelir.
Mesîre yerleri: Orman içinde ve göl kenarlarında çok güzel mesîre yerleri vardır.
İncilipınar: Denizli’ye iki km uzaklıktadır.
Gökpınar: Denizli’ye 10 km uzaklıkta olup, Acıpayam-Denizli arasındadır. Büyük çınar ağaçlarıyla
kaplıdır. Orman, göl ve akarsular bir aradadır. Honaz ve Karcı dağlarının birleştiği vâdidir.
Çamlık: Denizli yakınında 1000 kişinin dinleneceği orman içi mesîre yeridir.
Güney Çağlayan: Güney ilçesinin 10 km uzaklığında, 10 m yükseklikten akan bir çağlayandır.
Çevresi ağaçlık ve güzel manzaralıdır.
Diğer mesîre yerleri ise, Kocapınar, Işıklı, Gümüşsu, Evkara çamlığı, Hisar değirmenleri, Alacain,
Çambaşı, Kadılar, Iğdır çamlığı, Gürpınar ve Kestane Deresidir.
Kaplıcaları: Denizli ili şifâlı su kaynakları bakımından oldukça zengindir. Fakat bunların çoğunda
tesis yoktur. Bâzıları şunlardır:
Karahayıt Ilıcası: İl merkezine 25 km uzaklıktadır. İçme kürleri sindirim sistemi hastalıklarına,
banyo kürleri ise astım, damar sertliği ve romatizma rahatsızlıklarına iyi gelir.
Tekkeköy Kaplıcası: Sarayköy ilçesine 20 km uzaklıkta Tekkeköy yakınlarındadır. Oteli olan bu
kaplıcanın suyu romatizma, idrar yolları, deri ve kadın hastalıklarına iyi gelir. Kaplıca yakınında kükürtlü
bir çamur da bulunmaktadır.
Ortakçı Ilıcası: Sarayköy ilçesi yakınlarındadır. Ilıcanın yanında bir hamam ve otel
bulunmaktadır. İçme ve banyo kürleri sindirim sistemi ve romatizma hastalıklarına faydalıdır.
Yenice Kaplıcası: Buldan ilçesine bağlı Yenice köyü yakınlarındadır. İçme ve banyo kürleri
romatizma, kalp, damar sertliği, basur ve deri hastalıklarına faydalıdır.
DENİZŞAKAYIKLARI (Actiniidae)
Alm. Actiniaria, Fr. Actiniarés, İng. Actiniaria. Mercanlar sınıfından deniz hayvanları. Denizgülleri
de denir. Görünüşleri çiçeği andırır. Tabanları vantuz gibi olup, bununla zemine tutunurlar.
Vücutları silindire benzer. Üst kısımlarında ağızları ve çevrelerini hissetmeye, dokunmaya, av
yakalamaya yarayan çok sayıda tentakülleri (dokunaç) vardır. Yanından geçen canlıları bu uzantılı
organlarıyla felce uğratarak avlar. Taban kısmında tutunmaya yarayan ince yassı yapılar yer
değiştirmede de kullanılır. Çoğunun vücut uzunlukları 5-6 cm kadardır. Tentakül sayıları 200’ü aşanları
vardır.
Denizgülleri bütün denizlerde görülür. Koloni yapmadan tek tek yaşarlar. Ekseri kıyılarda
yaşadıkları hâlde bâzan derinliklerde de bulunurlar. Eşeyli ve eşeysiz ürerler. Deniz hayvanlarının en
güzellerinden olup, mavi, zeytin yeşili gibi değişik renklerde olurlar. Renkleri çok canlıdır. Bâzı
kısımlarda bol miktarda bulunduklarından âdeta bir gül, bir çiçek bahçesi manzarası andırırlar.
Akvaryumda da yetiştirilen cinsleri mevcuttur. Bunları akvaryumlarda görenler saatlerce seyrine
doyamazlar. Üzerlerinden su çekildiği veya el ile dokunulduğu zaman tentaküllerini içeri çekerler.
DENİZÜZÜMÜ (Ephedra)
Alm. Meerträrubchen (n), Fr. Ephédre (m), İng. Sand Cherry, Sea Grape. Familyası:
Denizüzümügiller (Ephedraceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Akdeniz ve İç Anadolu.
Dünyânın kurak yerlerinde yetişen bir bitki. Yeşil ve çok dallı olan sürgünlerinde pul şeklinde
karşılıklı iki yaprak bulunur. Yapraklar terlemeyi azaltmak maksadıyla çok küçülmüş ve pul şeklini
almıştır. Bu sebeple dallar özümleme vazifesini üzerine almış ve yeşillenmiştir. Bu dallar düğüm ve
düğümler arası kısımlara ayrılmışlardır. Ephedralar normal olarak iki evciklidir. Fakat bir evcikli hatta
erdişi çiçekli olanlar da vardır. Ephedra cinsinin orta Asya’dan Akdeniz çevresi memleketlerine kadar
olan bölgede, Orta Avrupa’da Kuzeybatı Amerika, Meksika ve G.Amerika And Dağlarında yetişen 40
kadar türü, memleketimizde yetişen üç türü vardır.
Ephedra campylopoda (Sarkık denizüzümü): Akdeniz ikliminin bulunduğu kıyı bölgelerimizde,
meşe ve ardıç türleri üzerinde sarılıcı olarak yetişir. Dalları 1-4 mm çapında, silindir şeklinde, çıplak,
boyuna hafif çizgilidir. Meyveleri ekim ayında olgunlaşan, ateş kırmızısı renkli, iki tohumlu, 8-10 mm
çapında yalancı üzümsü bir meyvedir.
Ephedra major (Dik denizüzümü, dağburuğu): İç Anadolu’da özellikle taşlı ve çakıllı
yamaçlarda yetişir. 0.3-2 m boyunda, çalı görünüşünde, odunlu bir bitki. Dallar sık, 1-1.5 mm çapında,
koyu yeşil renkli ve çıplaktır. Yapraklar derimsi ve küçük, meyve kırmızı, nâdiren sarı renkli, küre
şeklide ve üzümsüdür.
Ephedra distachya: Vatanı Akdeniz çevresi memleketleridir. Memleketimizde Kars, Kayseri,
Çanakkale çevresinde yetişmektedir.
Ephedra sinica: Çin’de 5000 yıldan beri tanınan ve halk tıbbında kullanılan önemli bir bitkidir. Bu
bitki özellikle Güney Çin’de deniz kenarına yakın yerlerde yetişir. Bugün Kuzey-Batı Hindistan ve Batı
Pakistan’da yetişmektedir. Bitki 60-90 cm yüksekliktedir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı kuru dallarıdır. Bileşiminde, Ephedrin alkaolidi ve
tanen vardır. Ephedrin astıma karşı kullanılır. Eski devirlerden beri Çin’de ve Orta Asya’da terletici, ateş
düşürücü, romatizma ağrılarını ve astım nöbetlerini dindirici olarak kullanılmıştır. Fakat bugün
çoğunlukla astım nöbetlerini dindirici ve yüksek ateşe karşı kullanılmaktadır.
DENİZYILDIZLARI (Asteroidea)
Alm. Seesterne, Fr. étoiles de mer, İng. Starfishes. Derisidikenlilerin “Asteroidea” sınıfından olan
yassı vücutlu, yıldız şekilli hayvanlar. 1600 kadar türü bilinir. Deniz diplerinde kum, çamur ve özellikle
taşlar üzerinde serbest yaşayan dip hayvanlarıdır. Kıyı diplerinden okyanus derinliklerine kadar
rastlanırlar. Akdeniz sahillerinde bol miktarda bulunur.
Vücutları merkezî bir disk ve ondan çıkan ışınsal kollardan meydana gelir. Hepsi radyal simetrili
(ışınsal bakışımlı)dir. Kolları genellikle beş adettir. Bazılarında bu sayı artabildiği gibi bazı türlerde
gelişmemiş olup, vücut beşgen şeklindedir. Çeşitli renkte olabilirler. Vücut birbirleriyle kaynaşmamış
kalker plaklarla örtülüdür. Üzerlerinde koruyucu, hareketli dikenler bulunur. Dikenler arasında açılıp
kapanabilen kıskaçlar ve solungaçlar görülür. Ağız, alt kısımda merkezde bulunur. Hepsi etcil, obur
hayvanlardır. Salyangoz, midye, istiritye gibi kabuklular ve küçük balıklarla beslenir. Su kanallar
sisteminin (ambulakral sistem) dışarı uzantısı olan tüp ayaklarla yer değiştirir. Ambulakral kanalların
uçlarında, dokunucu ve koklama organları olan tentaküller ile bunların diplerinde bileşik gözler yer alır.
Gözler, kolların yere bakan kısımlarında bulunmakla berâber, kol uçlarının yukarı kıvrılmalarıyla görme
gerçekleşir.
Uzayıp kısalabilen ayakların uçları kuvvetli vantuzludur. Zemin üzerinde tüp ayaklarla hareket
ederken zemine uygun olarak vücutları eğilip bükülebilir. Denizyıldızları öldükleri zaman kuruduklarında
sertleşirler. Kuvvetli emeçleriyle yüzeylere tutunur. Midye gibi hayvanların kabuklarını kuvvetli vantuz
(emeç)larıyla açarak içlerini yerler. Açma işleminde tüp ayaklarına uyguladıkları su basıncı ile emeçlere
kuvvet verirler. Avları yutulamayacak şekilde büyük olduğu takdirde, midelerini ağızdan çıkararak
avlarını sarar, dış ortamda sindirirler. Sindirimin sonunda midelerini tekrar içeri çekerler. İstiritye
kabuklarını kollarıyla açarak içlerini yediklerinden “inci istiridye” tavlalarına büyük zarar yaparlar. Kopan
parçalarını yenileme (rejenerasyon) özellikleri çok güçlüdür. Balıkçılar tarafından birkaç parçaya kırılıp
tekrar denize atılan deniz yıldızlarının her parçasından yeni bir birey meydana gelir.
Erkek ve dişileri ayrıdır. Yumurta ile ürerler. Sperm ve yumurta hücreleri suda döllenir. Çapları 3-
5 santimetreden 40 santimetreye kadar değişen çeşitleri vardır. Pek az hayvana yem olurlar. Bazı
yerlerde araziler için gübre yerine kullanılırlar.
DENKLEM (Kimyâ)
Alm. Gleichung (f), Fr. Equation (f), İng. Equation. Kimyâsal bir reaksiyonun kantitatif
(nicel)görünüşünü, sembollerle gösterme şekli. Enerji ve kütlenin korunumunu gösteren bir kütle
balansı veya bir eşitlik olarak tesis edilir. Denklemin sol tarafına, reaksiyona giren maddelerin
formülleri, aralarında artı (+) işâreti konularak yerleştirilir. Reaksiyona girenlerin meydana getirdiği
ürünler bir okla belirtilmiş olup, bunlar da kezâ formüllerle ve yine aralarında artı (+) işâreti olarak
gösterilirler:
H2SO4 + Ca(OH)2 CaSO2 + 2H2O
Eğer reaksiyon geri dönüşümlü (reversibl) ise çift ok kullanılır:
N2+3H2 2NH3
Bâzan formüllerden sonra aşağı veya yukarı yönde oklar konur. Birinci durum bir çökeltiyi, ikinci
durum ise bir gazı gösterir:
AgNO3 +NaCl AgCl +NaNO3
Zn + 2HCl ZnCl2 + H2
Enerji veya ısı alınıp veya veriliyorsa, denklemin sol veya sağ tarafına yazılır.
Denklemde, matematiksel bir eşitlik sağlanması için, reaksiyona girenlerin ve çıkanların başında
uygun katsayılar bulunur:
H2SO4+2NaOH Na2SO4 + 2H2O
Eğer denklem, ayrı hâlde iyonlar ihtivâ ediyorsa yükler bakımından bir denklik bulunması da
lâzımdır:
2Fe+3 + 2I- 2Fe+2 + I02
DENKLEM (Matematik); Alm. Gleichung (f), Fr. Equation (f), İng. Equation. İki niceliğin eşitliğini
gösteren bağıntı. Araya (=) işâreti konularak ifâde edilir. Denklemlerde eşitlik değişkenlerin belirli
değerleri için sağlanır. Değişkenlerin her değeri için geçerli olan eşitliklere “özdeşlik” denir.
(x+y)2 =x2+2xy+y2 özdeşlik x2-3x+2=0 ise bir denklemdir. x2-3x+2=0 denklemi sâdece x=1
ve x=2 sayıları için doğrudur, diğer değerler için yanlıştır. Özdeşlikte ise her x ve y değeri için eşitlik
doğrudur. Denklemlerde değişkenlerin en büyük kuvveti denklemin derecesini gösterir. Her terimin
derecesi aynı olan denklemlere “homojen denklem” denir.
Yüzey denklemi: Üç boyutlu uzayın herhangi bir P noktasının koordinatları x,y,z ise, f (x,y,z) =
0 şeklindeki denklemlerdir.
Eğri denklemi: Eğri, târifinden dolayı iki yüzeyin arakesiti bir eğridir f(x,y,z)=0 ve g (x,y,z)=0
yüzey denklemleri bir arada eğri denklemi verir. İki boyutlu uzayda x ve y gibi iki değişkenle meydana
gelen denklemler bir eğri denklemidir:
y2=2x, y=3x, x2+y2=1
birer eğri denklemidir.
Cebirsel denklem:Terimleri cebirsel fonksiyonlardan meydana gelen denklemlerdir.
Denklem sistemi: Ortak çözümleri olsun veya olmasın iki veya daha fazla denklemler grubu.
Lineer denklem:Değişkenleri birinci dereceden olan cebirsel denklem. Meselâ:
3x+y=5, 8x+9=3 gibi.
Logaritmik denklem:Bilinmeyenlerin logaritmik fonksiyonlarının bulunduğu denklemlerdir.
logx+3log3x=4 gibi.
Transandant denklem: Cebirsel olmayan denklemlerdir. Logaritmik, üstel, trigonometrik
fonkisiyonlardan meydana getirilen denklem böyledir.
Denklemler teorisi:
Denklemler teorisi
f(x) = anxn+an-1xn-1+.... + a1x + a0=0
çok terimli denklemleriyle ilgilenir. Burada n denklemin derecesini ve an denklemin baş katsayısını
gösterir.
Çarpan teoremi: Eğer (n’inci) mertebeden f(x)=0 denkleminin x=a gibi bir kökü (çözümü)
varsa, g(x) çokterimlisi (n-1) mertebeden olmak üzere:
f(x)=(x-a)g(x)
yazılabilir.
Kök sayısı: Bir denklemin en fazla, derecesi kadar kökü vardır.
Katlı kök: Eğer:
f(x)=(x-a)kg(x)
yazılabiliyorsa x=a, f(x)=0 denkleminin k katlı köküdür.
Meselâ:
x3+x2-5x+3=(x-1)2(x+3)=0
denkleminde x=1 iki katlı kök, x=-3 tek katlı köktür.
Karmaşık kök: Eğer gerçel katsayılara sâhip f(x)=0 denkleminin bir kökü x=a+ib ise, x=a-ib de
diğer bir köktür.
Gerçel kökün yeri: Eğer gerçel katsayılara sâhip f(x) için f(a) ve f(b) ters işâretli değerler ise, a
ve b arasında f(x)=0 denkleminin bir kökü vardır. Meselâ f(x)=x5-x-1=0 da f(1)=-1 ve f(2)=29 olduğu
için, denklemin 1 ile 2 arasında bir kökü vardır.
İkinci derece denklem: a2+bx+c=0 denkleminin en çok iki kökü bulunur.
FORMÜL VAR!
gerçel çözümün olması için karekök altınadaki ifâdenin negatif olmaması gerekir. Eğer kökün
altındaki ifâde sıfırsa, kök tek olarak iki katlı ortaya çıkar. Negatif ise gerçek kök yoktur.
DEPREM
(Bkz. Zelzele)
DERBEND TEŞKİLÂTI
Anadolu ve Rumeli’nin dağlık bölgelerindeki geçit ve yolları korumak ve yolcuların güvenliğini
sağlamakla görevli teşkilât. Bu teşkilâtta görevli olanlara derbendci denirdi.
Kervanları ve yolları korumak için kurulan İlhanlı tutkavul sisteminden geliştirilen derbend
teşkilâtı, Osmanlı Devletinde 14. asrın sonlarında kurulmaya başlandı. Derbend tesisleri, etrafı duvarla
çevrili küçük bir kale olup, yanında han, câmi, mektep ve dükkanlar bulunmaktaydı. Böylece derbend
yakınında köy veya küçük bir kasaba teşekkül ederdi. Derbendler daha çok yolların kavşak noktalarına
ve merkezî öneme sâhip yerlere yapılırdı. Bundan dolayı, derbendci olarak yazılan köy halkı, yaptıkları
hizmete göre bâzı vergilerden veya hepsinden muâf tutulurdu. Derbendler bölgenin ve yolun
emniyetinin sağlanması yönünden mühim birer tesis olmakla birlikte, ıssız yerlerin iskâna açık hâle
getirilmesi için de kullanılmıştır.
Derbendler, yurtluk ve ocaklık şeklinde timar yoluyla tasarruf olanlar ile muâfiyet usûlüyle tevcih
edilerek, tehlikeli yerlere yerleştirilip halkın muhâfazasına memur edilenler olmak üzere hukûken iki
kısma ayrılır. İkinci gruba giren derbendler, daha çok vakıf ve has toprakları veya devlet arâzisi
üzerinde kurulurdu. Kullanılış yönünden ise, derbend mâhiyetindeki kuleler, büyük vakıf şeklindeki
derbend tesisleri, han ve kervansarayların derbend olarak kullanılması, köprü yakınlarında bulunan
derbendler olmak üzere dört bölüme ayrılırlardı.
Derbendlerde muhâfız olarak Müslüman ve Hıristiyanlar görevlendirilirdi. Hıristiyan olanlara
martolos denilirdi. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde Macaristan topraklarında birçok Hıristiyan bu işte
kullanılmıştır. Derbendlerde yirmi beş ile otuz kişilik bir muhâfız bölüğü bulunurdu. Bunlar, düzenlenen
seferlere en az beş kişi olmak üzere nöbetleşe katılırlardı. Sefere gitmeyenler, hizmet yerine gidenlere
sefer başına elli akçe öderlerdi. Derbend muhâfızları kendilerine verilen küçük toprak parçalarını
işlerler, kısmen veya tamâmen vergi muâfiyetine sâhib olurlardı. Derbend muhâfızları, korudukları
yollardan geçenlerden ücret aldıkları gibi, bölgede soyulan yolculara da tazminât öderlerdi. Korudukları
köyler, derbend karakollarına adam vermek ve bunların giderlerini karşılamak
mecbûriyetindeydiler.”Derbendler, görevleri yönünden önemli olmalarına rağmen, 17. asrın sonlarından
îtibâren bozulmaya başladı. Bu durum, emniyetin bozulmasına ve çevre köy hattâ kasaba halkının
eşkıyâ baskısından korunmak için yerlerini terk etmelerine sebeb oldu. Devlet, bu bozukluğu 18. asrın
başlarından îtibâren yeniden düzene sokmaya başladı ve derbend ahâlisini eski yerlerine yerleştirdi
veya yeni ahâli sevk etti. Böylece Anadolu’da yollar üzerindeki harab ve boş hanlar tâmir edilerek
müstahkem bir hâle getirildi. Tâmir sırasında içinde oturacakların bütün ihtiyâçlarını karşılayacak
derecede îmâr faaliyetlerine de önem verilerek, âdetâ bir kasaba şeklinde yeniden düzenlendi.
Derbend, han ve vakıf tesislerinin tâmir ve mâmûr hâle getirilmesi kısmen başarıya ulaştı. Bir müddet
sonra ihmâle uğrayan derbendler, 19. asırda yeniden tâmire muhtaç hâle geldi. Belli başlı noktalardaki
han ve derbentler tâmir edildi. Osmanlı Devletiyle birlikte, derbent teşkilâtı da ortadan kalktı.
DEREBEYLİK
Alm. Fedalismus (m), Fr. Feodalite (f), İng. Feudalism. Ortaçağın Batı Avrupası’nda temeli
toprak olan sosyolojik, ekonomik ve siyâsî idârelere verilen isim. Kelime Türkçeye Osmanlı Devletinin
son zamanlarında, tercüme yoluyla, feodalite karşılığı olarak girmiştir.
Feodalite idâresi Roma ve Germen toplumlarını yabancı baskılardan, merkezî idârelerinin
otoritelerini kaybetmesinden dolayı karışıklıklar içinde bulunmasından doğmuştur. İktisâdî faaliyetlerin
zayıflayıp her türlü alış verişin azaldığı dönemde toplumlar parçalandı. Daha sonra da birbirleriyle ortak
bâzı menfaatlar karşılığında bütünleştiler. Bu ilk olarak Loirne ve Meuse arasındaki havâlide görüldü.
Buradan Almanya, Kuzey ve Güney İtalya, Kuzey İspanya, İngiltere, Lâtin devletlerine yayıldı.
Dokuzuncu yüzyılda başlayıp 15. yüzyılda ömrünü tamamlayan derebeyilik rejiminin mal varlığına,
kuvvetine göre bir hiyerarşisi ve buna göre de ünvanları vardı.
Derebeyliğin esâsında, kuvvetli ve yüksek bir askerî güç ile bunun emri altında çalışan bir köylü
topluluğu vardır. Askerî gücün sâhibi devlet değil, “senyör” denen ve kale hâkimi olan derebeyidir. Mal
ve toprak senyöründür. Köylülere toprak verip onlardan karşılığında ürün ve her türlü hizmeti isteyen
odur. Adlî işlere de bakan senyörün, Türk ve İslâm devletlerinde görülmeyen haklara sâhip olması ona
kadın ve erkeğe gayri insânî davranma yetkisi de veriyordu. Tabiî ki bunlar hep, devlet otoritesinin
boşluğundan faydalanıp kendi başına buyruk olmalarından kaynaklanıyordu. Senyörün hizmetine kabul
olunan insanlar onun malı olur, hiçbir hak iddiâ edemezlerdi. Kulluğa kabulde İncil’in üzerine yemîn
edilerek inanç bakımından da senyöre bağlanırdı. Baş senyörün ünvânı “süzeren”dir. Kendine bağlı
vasallar vardır. Vasal süzerenin yanında bulunduğu gibi, bir bölgede toprak verilerek başka yerde de
bulunabilirdi. Vasal ayrıca bölgesinin gelirini süzerene yardım ve öğüt borcu karşılığında muntazam
gönderirdi. İhâneti hâlinde bölge elinden alınıp cezâlandırılırdı. Senyörler de süzerene bağlıdır. Bir
süzerenin emrinde bir kaç senyör vardır. Bunlardan sancağı olana sancaklı senyör denir. Doğrudan
doğruya krala bağlı olan Captal “Baş tımarcı” veya Baron olur. Senyörlerin toprağa bağlı prenslikleri
vardır. Bunlar kralın kendilerine emânet ettiği toprağı zorla alan kontlardır. Birkaç kont birleşip “Duka”
(Duc= yönetici komutan) ve “Marki” (Hudut bölgesi yöneticisi, komutan) adını alırdı. Kral, derebeylik
idâresinin en üst makâmıdır. Kimseye kulluğu yoktur. Maiyetindeki kuvvetleriyle kamu gücünü
meydana getirip, imkânlarıyla adâlet ve savunma hizmetlerini yerine getirmeye çalışırdı.
Derebeylik savaşçılarına “şövalye” denirdi. Vazifeleri süzerenlerin emrinde başka şövalyelerle
savaşmaktı. Bu durum içte anarşi çıkardığından, Avrupa’da ortaçağda kaba kuvvetin zaferi hâkimdi ve
halk kendisini idâre edenlere güvensizlik içindeydi.
Avrupa derebeylikten, kralların otoriteyi tesis edip, merkezî bir idâre kurmalarıyla kurtulmuştur.
Bu da uzun bir zamanda yavaş yavaş olmuştur. Avrupa’da fikir akımlarının yayılmasıyla derebeylik
büsbütün ortadan kalkmıştır.
DERECE
Alm. 1. Grad (m), Stufe (f), 2. Thermometer (n), Fr. 1. Degré 2. Thérmométre (m), İng. Rank,
degree. Aynı ölçüyle sıralanmış şeylerin birbirine göre sıralamadaki yeri, seviyesi. Çeşitli şekillerde
deyim olarak kullanıldığı gibi bir çok branşlarda da kullanılır. Birinci derecede değerlendirmek, bir
müsâbakada kazananlar arasında yer almak gibi.
Isı bilgisinde derece; Kelvin derecesi, santigrad derecesi, Fahrenheit, Reomur derecesi şeklinde
kullanılır. Bu birimler arasında geçiş vardır. Biri diğeri cinsinden yazılabilir. Kelvin derecesi teorik fizik
çalışmalarında kullanılan bir birimdir. O°K=-273°C mutlak sıcaklık denir.
C R F-32
1 0.8 1.8
T = t+273
C = Santigrad (Celcius)derecesi
R = Reomur derecesi
F = Fahrenheit derecesi
T = Kelvin derecesi
t = Santigrad derecesi
0°C=0°R =32°F=273°K’dir.
20°C=16°R=66°F=293°K
şeklinde geçiş formülleri mevcuttur.
Matematikte denklem türlerinde kullanılır. Meselâ birinci dereceden denklemler gibi. Çemberin üç
yüz altmışta birine eşit olan açı birimine de derece denir.
Kimyâda bir çözeltinin derişikliğini bildirmek için kullanılır. Biranın alkol derecesi gibi.
Sportif faaliyetlerde sporcuların başarılarını sıralamak için kullanılır.
DEREOTU (Anethum Graveolens)
Alm. Dill (m), Fr. aneth, anet (m), İng. Dill. Familyası:Maydonozgiller (Umbelliferae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerinde bahçelerde yetiştirilir.
Nisan-haziran ayları arasında, sarımtrak renkli çiçekler açan 30-70 cm boyunda, güzel kokulu, bir
senelik otsu bir bitki. Dereotu, durakotu olarak da bilinir. Rutubetli, sulak ve gölgeli yerleri sever.
Gövde dik, dallı, tüysüz, üstü çizgili ve içi boş. Yapraklar ince ve dar parçalı, koyu yeşil renkli ve etlidir.
Yaprak sapının alt kısmında gövdeyi saran geniş bir yaprakçık bulunur. Alt yaprakları saplı, üst
yapraklar sapsızdır. Çiçekler bileşik şemsiye durumunda toplanmışlardır.
Yetiştirilmesi: Dereotu ekilecek yer, ilkbaharda bellenir ve yanmış gübre ile gübrelenir.
Hazırlanan yere serpmek sûretiyle tohum ekilir. Bir tahta yardımıyla bastırılarak, tohumların toprakla
teması sağlanır. Ekilen tohumlar, 3-4 hafta geçtikten sonra çimlenir. Yabancı otlar görüldüğü
zamanlarda elle yolunarak temizlenir, sulamalar yapılır. Hasadı, yaprakları kesmek suretiyle olur ve
yıkanıp demet hâline getirilerek pazara sevk edilir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı meyveleridir. Meyveler eylül sonunda toplanır ve
gölgede kurutulur. Meyvelerinde sâbit ve uçucu yağ, pektin ve azotlu bileşikler vardır. Meyveler
yatıştırıcı, mide ve bağırsak gazlarını önleyici olarak kullanılır. Hazımsızlık ve hıçkırığa da tesiri iyidir.
Yaprakları da yemek ve salatalarda kullanılır.
DEREZÎLER (Dürzîler)
Fâtımî hükümdârı el-Hâkim’in vezîri Hamza bin Ali’nin kurduğu sapık bir yola mensub olanlar.
Adlarını bu sapık yolun asıl yayıcısı Anuştekin ed-Derezî’den almışlardır. Yanlış olarak Dürzîler
denilmektedir.
Derezîler, Arabistan’dan gelerek, Suriye’nin Lübnan ve Antilübnan dağları ile Vâdiy-üt-Teym, Bika,
Merc-i uyûn, Banyan yöreleri ile Cebel-i Dürûz (Havran)çevresinde yerleşmişlerdir. Kendilerini Arap
saymakta iseler de onların Müslümanların önünden kaçarak dağlara sığınan Haçlıların döküntüleri
oldukları, sâhanın araştırıcıları tarafından ileri sürülmektedir.
Derezîlik 1017 yılından îtibâren Sûriye Dağlarında yaşayan İsmâilîlerin, Hâkim’in ilahlığını kabul
etmeleriyle ortaya çıktı. Hâkim bi-emrillah’ın vezîri olan Hamza da bu hareketin imâmı (peygamberi)îlân
edildi. Güyâ insanları ilâhî dâvete çağıran Hamzâ, Allah’ın birliğinin hakîkî bilgisini öğretmeye
başladığını bildirerek, ibâdetlere lüzum olmadığını; mânevî ve zihnî bir yeniden doğuşun başladığını
bildirdi. Bu sırada Anuştekin ed-Derezî (ed-Dürzî)adlı bir bâtınî dâîsi, propagandacısı ortaya çıkarak,
Hâkim bi-emrillah’ın, Hamza bin Ali’nin yerine kendini imâm tâyin etmesi için, El-Hâkim’in fikirlerini
kendi lehine propaganda etmeye başladı. Hattâ kendisine Seyyid-ül-Hâdîn (yol gösterenlerin
efendisi)lakabını verdi. İmâmlığın kendi hakkı olduğunu iddiâ etti. Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah,
Anuştekin’in kendisiyle ilgisi olmadığını söylediyse de onun etrâfında pekçok kimse toplandı. Bu
hareket, Anuştekin ed-Derezî’nin adına nisbetle Derezîler şeklinde meşhur oldu. Hâkim bi-emrillah
tarafından başlatılan ve vezîr Hamza tarafından devâm ettirilen yeni harekete karşı halk tarafından
tepki meydana geldiği için, Anuştekin’in propagandası yasaklandı. Aşırı fikirlerinden dolayı 1020 yılında
Anuştekin ed-Derezî öldürüldü. Onun ölümünden sonra Vezir Hamza tarafından yeniden propaganda
edilmeye başlanan sapık fikirler, herhangi bir ibâdet mecbûriyeti getirmeyip, birçok haramlar da mübah
kabul edildiğinden iki yıl içinde epeyce taraftar topladı. Ancak 1021 yılında Hâkim bi-emrillah’ın ölmesi
(Derezîlere göre El-Mukattam Dağında kaybolması ve bir daha dönmemesi)üzerine yerine geçen Ali bin
el-Hâkim, Derezîlere karşı tavır alıp, onları tâkib ettirdi. Bir müddet gizli propaganda usûllerine
başvuran Derezîler, Mısır’dan ayrılıp Suriye ve Lübnan taraflarına gitmek zorunda kaldılar. Vâdiy-üt-
Teym, Sayda, Beyrut ve Şam dolaylarında yerleşerek, fikirlerini yayıp taraftar topladılar. Kendi
aralarında muhtelif gruplara ayrıldılar. Zaman zaman Nusayrîlerle mücâdele ederek, kuzeye doğru
ilerleyip Kasravan ve Curd’de bulunan Sünnî ahâliyi katlettiler.
1293 senesinde Mısır’daki Memlûklü Sultanı el-Eşref Selâhaddîn Hâlid, Derezîler üzerine asker
gönderdiyse de başarı elde edilemedi. Havran taraflarına kaçmak isteyen Dürzîlerin 1305’te ekserîsi
imhâ edildi. On dört ve 15. asırlarda sâhil muhâfazasıyla vazîfeli olan Derezîler, sönük bir hayat
yaşadılar.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesi üzerine ona itâat eden Derezîler, bir müddet Osmanlılara
karşı itâat içinde bulundular. Üçüncü Murad Han zamânında isyân ettiler. Bosnalı Dâmâd İbrâhim Paşa
tarafından itâat altına alındılar. Daha sonraki devirlerde de Osmanlılara karşı isyân eden Derezîler,
Cebel-i Dürûz bölgesinde toplanıp büyük karışıklıklar çıkardılar. On sekizinci yüzyılın ortalarından
îtibâren Hıristiyanlaşmaya başladılar. Güçlü oldukları bölgelerde Müslümanlara zulüm yaptılar. Avrupalı
Hıristiyanlarla birleşerek pekçok taşkınlıklarda bulundular. Zaman zaman parçalanıp, aralarında
mücâdele ettiler.
Bir müddet sonra Osmanlılara kaşı yaptıkları hatâyı anlayan Derezîler, Osmanlılarla iyi geçinmeye
çalıştılar. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından îtibâren, Osmanlı idâresi altında bütün dürzî
topluluklarına eşit ağırlık verilen bir idâre kuruldu. Bu idâre şekli diğer Avrupa Devletleri tarafından da
uygun görüldü. Bir müddet sonra da bu idârede Hıristiyanların daha fazla ağırlık kazanması yeni
huzursuzluklara sebeb oldu.
Birinci Dünyâ Harbi sırasında Osmanlılara karşı uysal davranan Derezîler, 1918’de İngiliz ve
Fransız ordularının Şam’ı işgâli ile düşmanla bir olup, Osmanlı Devletini arkadan vurdular. Derezîlerin
bir kısmı İngiliz, bir kısmı Fransız idâresinde kalmayı istediler. Yapılan plebisitte (İngiliz veya Fransız
mandasını seçme tercihi)çoğunluk, Fransa mandasını tercih etti. 1921’de Fransa, Derezîlere geniş
otonomisi bulunan bir emirlik tanıdı. Sâlim el-Atraş, Derezîlerin emiri ve devlet reisi îlân edildi. 1923’te
Sâlim el-Atraş’ın ölümü üzerine, yerine geçmek isteyen Derezî liderler arasında mücâdele başladı.
Geçici olarak Fransızlar idâreye el koyunca, Derezîler hazırlık yaparak 1925’te ayaklandılar. Ancak bunu
General Gamelin bastırdı. Nihâyet 1930’da îlân edilen teşkilât kânununa göre; Cebel-i Dürûz emirliği
kaldırıldı. Suriye’yi meydana getiren dört hükûmetten birini Derezîler teşkil etti. Deniz kıyısında
yaşayanlar ise, daha sonra kurulan Lübnan Cumhûriyetine bağlandılar.
Bugün Surriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’de 500.000 civârında Derezî vardır. Ayrıca Lübnan ve
Suriye’den göç edip Amerika, Avustralya ve Batı Afrika’ya da yerleşenler olmuştur. Hâlen Venezuella,
Brezilya, Arjantin, Meksika, ABD ve Kanada’da 50.000 civârında Derezî mevcuttur.
Orta Doğuda siyâsî, ictimâî ve ekonomik yönden önemli rolü olan Derezîler, bihassa Suriye ve
Lübnan’da fazla nüfûza sahiptirler. Bu sebeple Lübnan ve Suriye’nin siyâsî ve sosyal hayatlarında
tesirleri fazladır. Beyrut’ta, etrafında çeşitli sosyal tesislerin yer aldığı bir Derezî merkezi vardır. Bugün
Lübnan’da 170.000, Suriye’de ise, 260.000 civârında Derezî bulunmaktadır. Ürdün’de ise 3000
civârında Derezî olup, çok azdırlar. İsrâil’de bulunan bir mikdar Derezî de topraklarına bağlı olup, bütün
baskı ve işkencelere rağmen burayı terk etmemişlerdir.
Derezîlerin mânevî liderlerine “Şeyhu’l-Akl” adı verilir. Derezî cemâati akıllılar (ukkâl)ve câhiller
(cühhâl) diye iki kısma ayrılmıştır. Akıllılar, din işlerini bilen kişilerdir. Özel kıyâfetleri olup, inanış ve
geleneklerine sıkıca bağlıdırlar. Câhiller ise, Derezîlerin avam, halk tabakasını teşkil eder.
İnanç esasları şunlardır:
1.Hâkim bi-emrillah’ı ilâh bilmek.
2. Emri (imâmı) tanımak ki, bu da Hamza bin Ali’dir. İlk yaratılan odur. Kâinât, ondan zuhûr
etmiştir. O, akl-ı küllîdir. Yer, içer, görür ve el ile tutulur. Babası ve anası vardır. Karısı ve çocukları
yoktur.
3.Hudûdu, yâni Hamza bin Ali ile birlikte beş vezîri tanımak. En üstünleri Hamza bin Ali olan bu
imâmlar (vezirler), mahlûkâtın en değerlileri kabul edilir. Bunlar evlenmedikleri gibi günahlardan berî
kimselerdir.
Derezîler, Kur’ân-ı kerîmi kabul ederlerse de, bâzı âyet-i kerîmelere kendi görüş ve düşüncelerine
göre mânâ verirler. Kendilerine âit kitaplarını sâdece ukkâl denilen seçilmiş kısım okuyup, cühhâl
denilen avâm kısmına gizlidir. Gerçek ilâhî bilgiye kavuşan hakîkî müminlerin, kendilerini ibâdetlere
veya mecâzî yorumlara bağlamaya ihtiyâcı yoktur. Tenâsühe, yâni ruhların bir bedenden bir bedene
geçtiğine inanırlar. Peygamber efendimiz hakkında çirkin şeyler söylerler. Âhiret ve âhiretle ilgili
Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî, hesâb, cezâ, mükâfât gibi hususları inkâr edip, bunların dünyâda
olduğunu söylerler. Çok evliliği kabul etmeyip, boşanan kadının kocasıyla tekrar evlenemeyeceğini
söylerler. Boşanmaların mahkeme yoluyla olacağını, zinâ edenin evliliğinin son bulacağını, vasiyette
herhangi bir sınırlamanın olmayacağını ve bir kimsenin dilediğine dilediği kadar mîrâs bırakabileceğini
kabul ederler.
Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl diyen ve tanrılığın insandan insana geçtiğini kabul eden
Derezîler hakkında dört mezhebin âlimleri; “Bunlardan cizye alarak İslâm memleketlerinde oturmalarına
izin vermek helâl olmaz. Bunlardan kız almak, kesdiklerini yemek câiz değildir. Bunlara; zındık, mülhid
ve münâfık denir. İnanışları bozuk olduğu için şehâdet kelimesini söylemekle Müslüman sayılmazlar.
İslâm dînine uymayan inanışlarından vaz geçmedikçe Müslüman olmazlar.” dediler.
DERGÂH
Kapı önü. Bir iş için herkesin mürâcaat ettiği umûmî kapı. Farsça bir kelime olan dergâh, değişik
mânâlarda kullanılmıştır. Allahü teâlâya nisbeti mecâzîdir. Sonuna ilâhî eklenerek Dergâh-ı ilâhî
şeklinde de söylenir. Eskiden pâdişâh ve devlet ileri gelenlerinin saraylarına da dergâh denilirdi.
Bilhassa pâdişahlarınki “dergâh-ı âlî, dergâh-ı muallâ (büyük kapı)” gibi hürmet ifâdeleri ile söylenirdi.
Ayrıca İslâm târihinde tarîkat mensubu şeyhlerle, onlara mensup (bağlı)talebelerin ders gördüğü,
ikâmet etdiği, kaldığı yerlere de dergâh denirdi. Dergâhlar, bâzan bağlı olduğu tarîkatlara göre de
isimlendirilirdi. Merkezî dergâhlar, teferruâtlı (geniş, kapsamlı) bölümlere sâhipti. Buralarda tasavvuf
ilmi, İslâm ahlâkı öğretildiği gibi, İslâmiyet en hassas şekilde yaşanırdı. Medreselerde olduğu gibi
talebelere ders de okutulurdu. Tekke de denilen dergâhın küçüklerine “zâviye”, büyüklerine ise
“âsitâne” denir (Bkz. Tekke). İslâmiyetin öğretilmesinde ve yayılmasında medreselerin yanında
dergâhlar mühim hizmetler görmüştür. Dergâhlar, câmi ve medreselerle yanyana, hattâ aynı çatı
altında bu üçü berâber olarak da bulunmuştur.
Dergâhlar, yalnız tasavvuf ilminin yapıldığı yerler değildi. İhtiyaç hâlinde han, kervansaray
hizmetlerini de görürdü (Bkz. Han, Kervansaray). Osmanlılar zamânında hat, edebiyât gibi sanatların
teşvik edildiği merkezler olmuştur. Ayrıca, ahî kuruluşları (zâviyeleri) gibi ictimâî (sosyal) hayâtın
düzenlenmesinde ve ticâret ahlâkının yerleşmesinde payları büyüktür. Bunlardan başka sınır boylarında
kurulanları (ribât), memleket savunması ve emniyeti bakımından önemli hizmetleri yerine getirmişler,
buralarda ok atıcılık ve diğer harb eğitimi de yapmışlardır. Kısaca dergâhlar, esas vazîfelerinden başka,
içerisinde bulundukları çevreye ve şartlara göre hizmet vermişlerdir.
DERGİ
Alm. Zeitschrift (f), Fr. Revue (f), İng. Periodical review, magazine. Haftalık, on beş günlük,
aylık veya yıllık olarak düzenli aralıklarla çıkan bir fikir yayını; mecmua kelimesinin eşanlamı.
Osmanlılarda ilk gazete çıktıktan 18 yıl sonra ilk mecmua olan Vakâyi-i Tıbbiye yayınlanmaya
başlandı (1849). Bu meslekî sağlık dergisi aylık olup, iki seneden fazla yayınlanabildi (28 sayı). Bir
müddet sonra Mecmûa-i Fünûn aylık olarak 47 sayı çıkarılabildi (1862-1867). İlk resimli dergi olan
Mir’ât 1862’de üç sayı neşriyât yapabildi. Cerîde-i İber-i İntibâh (1862-1864) 8 sayı yayınlandı.
Bunlar ilk yayınlanan dergilerdi. Bunlardan sonra pekçok isimde muhtelif zamanlarda çıkan ekserisi
uzun zaman devâm etmeyen dergiler neşredilmişti. Bunların içinde Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye’nin
yayınladığı Cerîde-i Askeriye (1864-1919) 15 günde bir çıkıp en uzun yayın hayâtı olandır.
İkinci Meşrûtiyetten sonra çıkan gazete ve dergilerin sayısı 353’e yükselmişse de uzun süre
devâm etmeyerek, 1909 başında konan sansürden sonra, adedi birden düşmüştü. 1910’da 130,
1911’de 124, 1914’te 70, 1915’te 6, l918’de 71 dergi ve gazete çıkmaktaydı.
Cumhûriyetten sonra ise; haftalık 77 sayı çıkan Kelebek, haftalık 54 sayı çıkan Süs, Zümrüt-i
Anka (1923-1925), Ayın Târihi (1923-1957), Resimli Ay (1924-1938), Papağan (1924-1927),
Haftalık Mecmua (1925-1928), Yeni Kitap (1927-1928) gibi dergiler çıkmıştı. Harf inkılâbından sonra
basının sarsıntı geçirmesi, pekçok dergi ve gazetenin kapanmasına sebeb oldu. Hükûmetçe mâlî
bakımdan desteklenen dergi ve gazeteler çıkmaya başladı. Yeni dergiler; İdâre, Uyanış (1928-1940),
Kadro (1932-1935), Akın (1932-1933), Varlık (1933), Fikir Hareketleri (1933-1940), Yedigün
(1933-1950), Ülkü (1933-1950), Yeni Adam (1934), Yücel (1935-1956), Ağaç (1935-1936) yılları
arasında neşredildiler.
İkinci Dünyâ Harbi sırasında gazete adedinde de fazlalaşma görüldü. Buna rağmen dergi adedi
azalarak 178’den 127’ye düştü. Daha sonraki yıllarda 1945’te 287, 1947’de 379, 1950’de 479, 1952’de
ise 624 dergi yayınlanmaktaydı. 1961 yılından sonraki senelerde dergi sayısında büyük bir artış oldu.
1970’li senelere gelindiğinde çıkan dergi miktarı 1000’i aşmıştı. Daha sonra vukû bulan ekonomik,
siyâsî ve sosyal gelişmeler netîcesinde dergilerin sayısı 80’li senelerin başında önemli miktarda düştü.
Ancak bâzı gazetelerin yan yayını olarak yeni dergiler de neşir hayâtına girmiştir. Daha çok bu
dergiler çocukları hedef almıştır.Türkiye Çocuk, Tercüman Çocuk, Milliyet Çocuk, Can Çocuk
dergileri bunların belli başlılarındandır. Ancak bu dergilerden Türkiye Çocuk hâriç hiçbirisi uzun ömürlü
olmamıştır. Ayrıca yine büyük gazetelerin ilmî ve iktisâdî yönden dergiler çıkardığı da görülür. Türkiye
Gazetesi yayın topluluğu arasında yer alan İnsan ve Kâinât ile Tekstil Teknik Dergisi bunların önde
gelenleridir.
DERİ
Alm. Haut (f), Fr. Peau (f), İng. Skin. Vücudun koruyucu dış tabakası ve ayrıca birçok görevleri
olan bir organ. Deri vücudun en büyük organlarından biri olup, vücudun yedide biri ağırlığında ve
yaklaşık 1.7 m2 sathındadır. Deri, sıcağa, soğuğa, ağrı ve temâsa karşı duyarlıdır. Bakterilere karşı da
dirençli olan deri iki kattır. Üstte olan deri katı “epidermis” adını alır. Alttaki kata da “dermis” veya alt
deri denilmektedir.
Epidermis: Derinin en üst kısmındaki sert kısmıdır. El ayaları ve ayak tabanları bu kısmın en
kalın olduğu yerlerdir. Diğer vücut kısımlarında deri nisbeten incedir. Epidermisin birçok büklüm yerleri
ve bunların arasında çıkıntı yapan çizgileri vardır. Derinin üst kısmının bu engebeli hâli ona cisimleri
tutmada ve düz yüzeyler üzerinde yapılan çalışmalarda rahatlık sağlar. Parmak uçlarındaki çizgiler her
kişide ayrı olup, suçluların yakalanmasında bu özellikten yararlanılmaktadır.
Epidermis tabakası yağ bezelerinden salgılanan yağlı, su geçirmez bir salgı ile sıvalıdır. Yine
derinin üst kısmında bulunan “keratin” adlı protein su geçirmez özelliktedir. Nasırlar ve deri
kalınlaşmaları üst derinin aşırı geliştiği yerlerdir. Bunlar mekanik tesirlere karşı meydana gelirler.
Derinin rengi epidermisin ihtivâ ettiği “melanin” adlı pigmente (boyalı maddeye) bağlıdır. Derinin kendi
rengi açık yeşilimsi olup, bu renk kan damarlarının verdiği pembelik ve melaninin verdiği
kahverengilikle karışarak deri esas rengini alır. Koyu renk derili insanların derileri çok miktarda melanin
ihtivâ eder. Güneş ışınları melanin îmâl eden hücreleri uyararak daha fazla çalışmalarını sağlar. Güneşte
kalma ile rengin koyulaşmasının sebebi budur. Benler ve esmer lekeler epidermisin alt tabakalarında
yer alırlar.
Günlük işlerdeki sürtünmeler ve giyilen elbiseler, epidermisin üst tabakalarındaki hücrelerin
dökülmesine sebeb olur. Bu hücrelerin yenilenmesi epidermisin alt tabakalarındaki hücrelerin üste
doğru gelişmeleri ile olur. Ephidermis katının kan dolaşımı yoktur. Buradaki canlı hücreler alttaki dermis
tabakasından besin ihtiyaçlarını karşılar.
Dermis: Derinin altta bulunan tabakasıdır. Elastik ve kollagen (katılgan) lifler adı verilen bağ
dokusu iplikçikleri arasında ter bezleri, yağ bezleri, kan damarları, kıl kökleri ve sinirler ihtivâ eder. Üst
kısmında bulunan ve kesitinde girinti ve çıkıntıları gösteren (dalgalanmaları olan) kısım epidermisin deri
üzerinde görülen büklümlerini yapar. Alttaki kat ise kollagen (katılgan) lif toplulukları ihtivâ eder.
Terleme, dermiste yumaklaşmış kanallardan meydana gelmiş ter bezlerinden olur. Derinin
üzerindeki terin buharlaşması vücuda ısı kaybettirerek vücut hararetinin regülasyonunu
(düzenlenmesini) sağlar. Aşırı olmayan sıcaklıklarda ter hemen buharlaşarak bir ferahlık hissi verir.
Daha yüksek sıcaklıklarda ve özellikle havanın nemli olduğu durumlarda ter deride birikerek
buharlaşamaz. Bu da sıkıntı hissi verir. Terbezlerinde tıkanma olursa deride iğnelenme hissi doğar.
Terleme ile tuz (NaCl) kaybedilir. Tuz kaybı yerine konamayacak olursa, vücudun elektrolit dengesi
bozulur ve adale krampları husûle gelebilir. Terle aşırı tuz atılmasına “pankreasın kistik fibrozu” denilen
hastalıkta rastlanır. Derinin yağ salgılayan bezeleri genellikle kıl kökleri ile temastadır ve ifrâzatlarını
buralara boşaltırlar. Bu bezeler saçlı deri ve yüzde bol miktarda olmalarına karşılık ayak tabanları ile el
ayalarında bulunmazlar. Ergenlik çağında ortaya çıkan sivilceler (akne) kir ve yağın bu bezelerin ağzını
tıkamasından olur.
Deride dokunma, sıcak ve soğuk duyuları için özel reseptörler bulunur. Ağrı hissi ise deride
sonlanan çıplak sinir uçları tarafından algılanır. Ağrı ileten lifler de “hızlı” ve “yavaş” iletenler olarak
ikiye ayrılırlar. Temas alıcılarının yoğunluğu vücuttaki bölümlere göre çok değişiklik gösterir. Parmak
uçlarında iki temas reseptörü arasındaki mesâfe 2.3 mm iken sırtta bu mesâfe 67 milimetreye kadar
çıkar.
Kan dolaşımı ile ısı regülasyonu (düzenlenmesi):Deriye gelen kan akımı iki amaçla ayarlanır.
Derinin beslenmesi ve vücut ısısının düzenlenmesi. Akım, damarların kasılarak daralması ve gevşeyerek
genişlemesiyle ayarlanır. Bu ayarlama derideki damarların duvarlarında bulunan sinirler aracılığıyla
olur. Geniş sinir sistemi ağı, vücuttaki organların, bu arada derinin uyumlu bir şekilde çalışmasını
sağlar. Vücut ısıtılacak olursa deri damarları genişleyerek deriye soğutulmak üzere daha fazla kan
getirilir. Aynı şekilde derinin soğutulması da damarları kasar ve az miktar kan deri ile temasa geçer. Bu
şekilde kanın sıcaklığı muhâfaza edilir. Ayrıca deri fizyolojisindeki isbat edilmiş bir hakîkat da, terleme
sırasında ortaya çıkan enzimlerin, kuvvetli bir damar genişletici olan “Bradikinin”in kana verilmesini
temin ettiği husûsudur. Vücudun otonom sinir sistemini etkileyen rûhî faktörler derideki damarların
kasılmasına sebeb olurlar. Korkan kişinin yüzünün bembeyaz olması bundandır.
Hipodermis: Derinin hemen altında bulunan bu tabaka az miktarda yağ dokusu ihtivâ eder ve
vücutta yağın depolandığı en önemli kısımdır. Şişmanlarda bu bölüm santimetrelerce kalınlığa varabilir.
Aşırı olmamak şartıyla yağ dokusu sıcaklık muhâfazası, enerji depolanması ve dayanıklılık açısından
faydalıdır.
Tırnaklar parmak uçlarında bulunan boynuzsu tabakalar olup, epidermis tabakalarından birinin
değişmiş hâlidir. Tırnak, tırnak yatağının dibindeki kökten sürer, kökün ârızaları tırnaklarda
bozukluklara sebeb olur.
Derinin korunması: Deri yumuşak tahriş etmeyen bir sabunla yıkanmalıdır. Uzun zaman
güneşte ve sert rüzgâr altında kalmamalıdır. Beslenme her organ için olduğu gibi deri için de önemlidir.
Yaşla birlikte deri incelir yağ dokusunu kaybeder. Katılgan ve elastik lifler giderek harap olur ve deri
elastikiyetini kaybeder. Güneş ve rüzgâr da deriyi yaşlandıran âmillerdir. Bu yüzden elbise ile örtülü
bulunan deri, daha canlı ve tâze kalmaktadır. Aşırı ultraviyole ışını alan (deniz kenarında çok duran)
kimselerin deri kanserine yakalanma ihtimâlleri yüksektir.
Hayvanlarda deri: Genel özellikler bakımından ve vazîfe açısından insan derisinden bir kısım
farklılıklar gösterir. Deri, hayvanlarda daha büyük işler üstlenmiştir. Soğuğa ve sıcağa karşı koruyucu,
dış te’sirleri önleyici vazîfe yapar. Hayvanların yaşadıkları bölgeye, iklime ve tabiat şartına göre
derilerinin kalınlığı değişir, kıllanması artar, bâzı uçucularda kıllar tüy şeklini alır.
DERİ HASTALIKLARI
Alm. Haut Kranke, Fr. Maladie de la peau (f), İng. Skin disease. Deride görülen hastalıklar.
Sayılmayacak kadar çok deri hastalığı vardır. Deri hastalıklarına genel olarak dermatoz ismi verilir.
Deri hastalıkları hakkında genel bir fikir edinebilmek için, kabaca birkaç bölüme ayırmak mümkündür.
1. Fizikî sebeplerle meydana gelen deri hastalıkları: Delici, kesici, ezici cisimlerin meydana
getirdiği yaralar, yanıklar, soğuğa bağlı olan çatlaklar, kimyâsal maddelerin tahrişine bağlı olarak
ortaya çıkan yaralar bu grupta sayılabilir.
2. Parazitlerin sebeb olduğu deri hastalıkları:Bu grup hastalıkların başında uyuz, bitlenme ve
çeşitli mantar hastalıkları gelmektedir. Ayrıca pire, tahtakurusu, kene gibi böceklerin ısırmalarından
meydana gelen deri bozuklukları da bunlardan sayılabilir.
3. Mikroorganizmaların sebeb olduğu deri hastalıkları:Bu organizmalar genellikle deri
iltihaplanmalarına yol açar. Mikroorganizmalar derideki herhangi bir bozukluğun üzerine kolayca
yerleşebilirler.Yaralar, yanıklar, uyuz, böceklerin ısırdıkları yerler, ekzamalar ve uçuklar kolayca
iltihaplanabilirler. Deri iltihaplarına dermatit de denir. Mikroorganizmaların yol açtığı hastalıklardan olan
cüzzam, deri veremi ve frengide ise yukarıdaki bahsedilen iltihaplanmaların dışında bir mekanizma söz
konusudur. Bunlar bu yüzden spesifik iltihaplar veya spesifik enfeksiyonlar grubu olarak
adlandırılmıştır.
4. Allerjik deri hastalıkları:En sık rastlanan deri hastalıklarıdır. Allerjik deri hastalıkları arasında
serum hastalığı, Quincke ödemi, kurdeşen, ekzama, kontakt dermatit sayılabilir. Allerjik deri
hastalıklarının sebebini bulmak oldukça güçtür. Bu amaçla hasta ve çevresi çok iyi araştırılır. Çeşitli deri
testleri yapılır. Gerekirse hasta bulunduğu çevreden bir müddet uzaklaştırılır. Allerjiye sebeb olan âmil
bulunmaya çalışılır. Bu âmiller; çiçek tozları, çeşitli besin maddeleri, ev tozları, bâzı ilâçlar, barsak
parazitleri olabilir. Allerjik hastalıklarda irsiyetin, vücut yapısının ve asâbî durumun yâni psikolojik
sebeplerin de rolü büyüktür.
Derinin bu hastalıklarının dışında; çeşitli dâhilî hastalıkların derideki tezâhürleri de sözkonusudur.
Meselâ şeker hastalığında, deride çeşitli belirtiler görülür (kurdeşen, kan çıbanları, gangren vs.). Ayrıca
derinin kötü huylu ve iyi huylu urları da sözkonusudur. Deri kanserleri bütün kanserler içinde en az kötü
olanlarıdır. Tam tedâvileri de mümkündür. Deri hastalıklarını inceleyen, teşhis ve tedâvisi ile uğraşan
bilim dalına dermatoloji ve bu işi meslek edinmiş hekime ise, dermotolog ismi verilir.
Deri hastalıklarının çeşidine göre, deride değişik türlerde hastalık elemanları görülür. Bunlar
arasında; kaşıntı izleri, papül (küçük deri kabartısı), pistül (irinli kabarcık), çıban, ülser, tüberkül (sivri
deri çıkıntısı), eritem (kızarıklık), hiperpigmentasyon (derinin renginin artması), hipopigmentasyon
(derinin renginin azalması), deskaamasyon (derinin dökülmesi), kabuklanma ve urlanma sayılabilir. Bir
deri hastalığında bu elemanlardan biri veya bir kaçı birarada da bulunabilir. Deri hastalıklarının teşhisi
kolaydır. Kesin teşhis için gerektiğinde hasta kısımdan parça alınıp, patolojik incelemeye tâbi tutulur.
Tedâvileri her zaman kolay olmayıp, hastalığın cinsine göre değişiklik arz eder. Tedâvi çok kere
semptomatik (hastanın şikâyetlerini geçiştirmeye yönelik)tir.
DERİ İLTİHÂBI (Dermatit)
Alm. Dermatitis, Hautentzündung (f), Fr. Dermatite (f), İng. Dermatitis. Vücûdumuzun örtücü
tabakası olan ve çeşitli dış tesirlerden onu koruyan derinin yangısı. Ekzama ile dermatit arasındaki fark
tam olarak belirlenemez.
Deri iltihabının âmili olarak, deriye değebilecek maddelerin çeşitliliği kadar bol sebeb saymak
mümkündür. Bunları fizikî sebepler (deterjanlar, asitler, alkaliler, yağlar, sabunlar, antiseptikler, cilâ
mâcunları, çamaşır sodası, terebentin vb.)ve allerjik sebepler (çiçekler, penisilin ile diğer antibiyotik ve
kemoterapötikler, bâzı kumaş maddeleri, nikel, kozmetikler, boyalar vb.)diyerek sınıflandırmak
mümkündür. Bu tahriş edici maddelerin etkisiyle derinin temas yerinden uzak yerlerinde de dermatit
görülebilir ve bu görünüm bâzan ilk yerindeki dermatite benzemeyebilir.
Dermatit olan vücut bölgesinde kaşıntı, yanma, sulanma, kabuklanma, içi su dolu kabarcıklar,
kabartılar, kıl köklerinde iltihap gibi çeşitli görüntüler söz konusudur. Mikroorganizmalar bulaşıp
çoğalırsa dermatitli saha üzerinde cerahatlenme de görülür.
Temâstan ileri geldiğinden şüphelenilen iltihap hallerinde zararlı maddeyi meydana çıkarmak için
sıkı bir araştırma yapmak şarttır. Bu araştırma, hastanın mesleği, ev işleri, boş zamanlarında yaptığı
işleri, kullandığı kozmetik ve her türlü ilâçlarla alâkalı olmalıdır. Deri testleri de bâzan dermatite yol
açan maddeyi ortaya çıkarabilir.
Tedâvinin esâsı, tahriş edici maddeyi tesbit edip deriyle temâsını önlemekten ibârettir. Bu madde
kişinin mesleği îcâbı temas etmesi gereken bir madde ise şahsın mesleğini değiştirmesi gerekir.
Dermatitli bölgeler genellikle kaşındığı için ortaya çıkacak cerahatlenmelerden koruyucu olarak
antibiyotikler de kullanılmalıdır. Fakat deriye sürülen ilâçlar bizzat kendileri de dermatite sebep
olabildiklerinden ilâç seçiminde dikkatli olmalıdır. Genellikle bu ilâçlar krem veya yağ hâlinde
kortikosteroitlerle birlikte tatbik edilirler. Dermatit tedâvisinde derideki olayı duraklatmada
kortikosteroitli ilâçlar en yüz güldürücü etkiyi gösterirler. Genellikle hasta dinlenmeli, her zaman zararı
görülen alkolü kesinlikle almamalıdır. Şâyet rûhî bir gerilim hâli de hâsıl olursa, sâkinleştirici ilâçların
kullanılması doğru olur.
DERİCİLİK
Alm. Ledergewerbe (n), Fr. Ativite (industrie (f) de la cuir, İng. Leather manufacturing. Derinin
fiziksel ve kimyasal işlemlere tâbi tutulup kullanılacak hâle getirilmesi.
Dericilik çok eski bir sanat dalıdır. Târihin en eski çağlarından beri insanlar dericilikle uğraşmış,
üstünde durup geliştirerek ayakkabı, terlik, elbise, yelken vesaire gibi türlü eşyâlar yapmışlardır. Eski
Türkler deriden sandıklar, hayvanlar için semerler yaparlardı. Ayrıca deri üstüne işlemeler yaparak süs
eşyası olarak kullanırlardı. En güzel deri işleri; Türkler, Araplar, İspanyollar ve Venedikliler tarafından
yapılırdı. İspanyollar dericiliği Araplardan öğrenmişlerdir. O sıralarda Anadolu’nun hemen her köşesinde
dericilik gelişmiş haldeydi. İmparatorluk ordusunun koşum takımlarını yapıyorlardı. Fransızlar dericiliğe
başladıkları zaman deri teknolojisini Osmanlılardan aldılar. Memleketimizde modern deri sanayii
İstanbul’da İkinci Mahmud zamanında Beykoz deresinde tabakhâne kurularak faaliyete geçmiştir.
Burada yapılan deriler ordunun ayakkabı ihtiyacını karşılamak için askerî ayakkabı yapımında
kullanılmaya başlanılmıştır. Kurtuluş savaşı sırasında ordunun ayakkabı ihtiyacının büyük bir kısmını
karşılamıştır. Daha sonra İstanbul’da Kazlıçeşme’de, Ege bölgesinde ve Anadolunun bâzı şehirlerinde
özel ve modern deri fabrikaları açılmıştır. Bu fabrikaların ürettiği deriler, kendi ihtiyâcımızı karşıladığı
gibi çeşitli yabancı ülkelere de ihrâç edilerek memleketimize döviz getirmektedir. Deri üretiminde
büyükbaş ve küçükbaş hayvan derilerinden istifâde edilir. Bunlar sığır, keçi, oğlak, koyun ve kuzu
derileridir.
Derinin kimyâsal yapısı: Deri kimyâsal olarak % 55 karbon, % 6-8 hidrojen, %19-25 oksijen, %
14-20 azot, % 0,5-1,5 kükürt, fosfor, demir, iyot ve klordan meydana gelir.
Derinin biyolojik yapısı: % 65 su, % 32.5 protein, % 2 yağ, % 0,5 mineral tuzlardan meydana
gelir.
Ham derinin salamura yapılması: Salamura ham deriyi mikroorganizmaların etkisinden, küflenme,
çürüme, kokuşmadan korumak için, yapılan işlemdir.
Önemli salamura çeşitleri:
1. Kurutma yoluyla salamura: Asarak veya gererek yavaş yavaş yapılır. Deri, suyunun % 55-
65’ini kaybeder. Bu usûl Türkiye’de kullanılmaz (sıcak bölge usûlüdür).
2. Tuzlu salamura: Tuz (sodyum klorür) ile yapılan salamuradır. Derinin yüzülen kısmı tuzlanır.
Ağırlık kaybı % 4-15 olur.
3. Piklaj yoluyla salamura: Bu salamura kıl giderme işlemi görmüş koyun, sığır, keçi derilerine
uygulanır.
Derinin yapısı üç tabakadan meydana gelir.
1. Üst deri: Derinin % 1 kalınlığını teşkil eder (Epidermis).
2. Alt deri: Derinin % 14 kalınlığındadır. Yüzme kalıntılarını da üzerinde taşıdığından (yağ ve et)
kireşlik işlemi esnasında giderilir (Koryum).
3. Orta deri: Derinin % 85’ini teşkil eden ve değerlendirilen kısımdır (Sübkitus).
Ham derilerin stoklanacağı ambarlar serin, havadar, güneş görmeyecek şekilde olmalı, haşerelerin
üremesine engel olunmalıdır. Deriler yüksek olmayan istifler hâlinde aralıklı olarak depo edilir.
Ham deriden gelen hatâlar çok çeşitli olabilir:
1. Hayvanın yaşadığı ortamdan gelen izler.
2. Salamura hataları.
3. Kimyâsal madde etkileri (demir, bakır, şap, mâvi naftalin lekeleri).
4. Kurutma hatâları.
5. Yüzme hatâları.
Ham derinin mâmul hâle getirilmesi için gerekli genel operasyonlar:
1. Yumuşatma: Berrak, sertliği düşük bakterilerden arınmış demir bileşikleri ihtivâ etmeyen suyla
yapılır. Amaç tuz, gübre, idrâr, kan, vs. gibi kirlerin giderilmesi ve suda çözünebilen proteinlerin
uzaklaştırılmasıdır. Diğer önemli bir nokta ise salamura süresinde derinin kaybettiği suyun takrar
kazandırılmasıdır (% 65’e çıkarılır). Yumuşama süresi aşağı-yukarı 24-48 saat arasındadır.
2. Kireçlenme (Kalsiyum hidroksit)-Zırnıklama (sodyum sülfür): Kireçlemenin gâyesi kıl köklerini
gevşetmek, derinin şişmesini sağlamaktır. Tüylü (Kürk) deri yapılmak istendiğinde kireçlenme-
zırnıklama işlemi yapılmaz.
Kireçleme-zırnıklama işlemi bitmiş deri kavalata makinasına gelir. Derinin yüzülen kısmı (alt
deri)nın et ve yağ tabakaları burada giderilir. Artıklara “karnas”denir. Bunlardan yağ ve hayvan yemi
yapılabilir. Deriyi ısı, nem, mikroorganizmalara karşı dayanıklı hâle getirmek ve deriye teknik karakter
kazandırmak gâyesi ile yapılan operasyonların tamamına “debâgât” işlemi veya “dabağlama”,
dabağlanan yere de “tabağhâne” denir.
Debâgât işlemi mâmul deri karekterine göre:
a) Metal debâgât,
b) Nebâtî debâgât olmak üzere ikiye ayrılır.
Metal debâgât: Krom , alüminyum, demir, vs. gibi metallerin tuzları ile yapılabilir.Genellikle krom
debâgâtı yapılır. Kireçlik işlemi bitmiş deri dolaplarda evvelâ sun’î gübre (amonyum sülfat) ve enzim
ilâvesiyle derinin bünyesindeki kireç ve enzim yardımıyle istenmeyen proteinler deriden uzaklaştırılır.
Deride yumuşaklık artar ve belirgin hâle gelir. Bundan sonraki işlem piklajdır. Deriyi debâgât Ph’sına
ayarlama işlemidir. (Deri metal debâgâttan önce asidik duruma getirilir). Piklaj işleminde deri asitten
zarar görmemesi için evvela sodyum klorür (tuz) verilir. Deri lifleri arasına giren tuz deriyi aside karşı
dayanıklı hâle getirir. Genellikle asit olarak sülfirik asit kullanılır. Bu ameliyeden sonra deriye krom oksit
(krom kompleksi) verilir. Krom, deriyi dış etkilerden korur. Bundan sonra kromun deriye bağlanması
için dönen dolaba soda veya bikarbonat verilir. Böylece kristaller büyür, krom liflerin arasından
çıkamaz. Deri dolaptan çıkarılarak istiflenir. Yapılacak deri çeşidine göre tasnif edilir. Kalın deriler (sığır
derisi) yarma makinesinden geçtikten sonra tıraşlanır. Kromlu deri, traş makinesinde istenilen inceliğe
getirilir. Deriler retenaj dolaplarına atılır. Retenajın gâyesi: a) Deriye yumuşaklık kazandırmak, b)
Deriye homojenlik kazandırmaktır. Deri sodyum bikarbonat ile zayıf alkali hâle getirilir. Deriler
yıkandıktan sonra istenirse 55oC’de çeşitli renklerde anilin boya çeşitleriyle boyanır. Sonra yine 55oC’de
sıcak suyla yağlama işlemine geçilir. Yağlar suda eriyen sülfone, sülfite veya sentetik yağ çeşitleridir.
Yağlamanın gâyesi deriyi yumuşatmak ve su geçirgenliğini azaltmak içindir. Sülfone yağ kullanılmasının
sebebi yağı su ile beraber tutmaktır.
Tanenleme: Çeşitli tanenler kullanılabilir Bunlar sentetikfenol-formaldehid, reçine esaslı olduğu
gibi bitkilerden elde edilen tabiî tanen diye tâbir ettiğimiz sumak, mimoza,valeks vs. olabilir.
Bu tanenler sayesinde deriye daha bir dayanıklılık ve dolgunluk sağlanır. Deriler dolaptan çıkarılıp
açkı makinalarında açılarak şu şekillerde kurutulur: 1) Normal hava sıcaklığında asılarak, 2)Pestink
cihazıyla (derinin nemi sıkılarak giderilir), 3) Vakum (nem emilir), 4) Gergef (deri gerilerek kurutulur).
Kurutulmuş deri su veya % 35 rutûbetli talaşla tavlama işlemi yapılarak deriye rutûbet
kazandırılır. Daha sonra gergef makinasında gerilerek düzgün bir hâle getirilir. Böylece deri boyama
işlemine hazırlanmış olur. Derinin üst boyaması yapılırken, evvela asidik boya ile otomatik tabanca
veya el tabancasıyla deriye püskürtme sûretiyle astar boyası verilir. Bu püskürtmeden sonra organik
pigment ve bağlayıcılarla son boyası verilerek, cilâsı atılır ve ütülenir. Ölçü makinasında ölçülerek, alan
hesabıyla piyasaya sürülür. Tüylü (kürk) deriler âdet olarak piyasada satılır. İyi kalite bir derinin cildi
temiz olur. Hayvanın tabiî cildi gözükür, göze herhangi bir hatâ gözükmez.
DERİSİDİKENLİLER (Echinoderma)
Alm. Stachelhäuter, Fr. Échinodermes, İng. Echinodermes. Denizyıldızı, yılanyıldızı,
denizkestanesi, denizhıyarı ve denizlalesi gibi deniz hayvanlarını içine alan Echinodermata şûbesi
(filum) hayvanlarına verilen ortak isim.
Ekinoderm kelimesi eski Yunancada “kirpi derili” mânâsında olup ekseri ekinodermlerin
(derisidikenliler) dikenli derilerine dalâlet eder. Dünyâda okyanusların sularında görülen derisidikenliler
umûmiyetle sıcak sularda bulunur. Üreme genellikle yumurtlama ile olur. Regenerasyon (kendini
yenileme) da bu hayvanlarda yüksek seviyededir. Çoğu zaman büyük miktarda yumurta ve sperm
rastgele denize bırakılır ve böylece döllenme hâsıl olur. İlk yumurtadan çıktıkları zaman yavrular şekil
olarak iki taraflıdır. Ancak bu şekil kısa zamanda değişir. Tipik olarak derisidikenlilerin vücûdu
muntazam ve beşe bölünmüş bir “güneş” şeklindedir. Ağız ve mideleri ise merkezde bulunup başları
yoktur. Ağız etrâfında bulunan bir sinir halkasından vücûdun bütün taraflarına yayılan bir sinir sistemi
vardır. Su damar sistemini (ambulakral sistem) barındıran kanal da başka bir halkayı teşekkül ettirir.
Bu sistem de bütün vücûda yayılmıştır.
Ekseriya derisidikenlilerin iskelet yapısı kireçimsi ve hemen deri altında bulunmaktadır. Ancak
deniz hıyarında olduğu gibi iskelet küçük kireç yumruları (düğüm) şeklinde de görülür. Derisidikenlilerin
vücut parçalarını yenileyebilme özelliği vardır. Denizyıldızları, kopan bir veya birkaç kolunu
yenileyebildiği gibi, denizhıyarı iç organlarından bâzılarını da yenileyebilmektedir.
DERİŞİM
Alm. Dichtigkeit (f), Fr. Concentration, İng. Concentration. Fizik ve kimyâda, bir cismin birim
hacim çözeltide çözünmüş olan kütlesi. Derişimin tanımlanmasında farklı birimler kullanılmaktadır.
Meselâ, yüzde derişim, 100 ml çözeltide çözünmüş maddenin gram miktarını gösterir. Molar derişim ise
1 litre çözeltide çözünmüş maddenin mol sayısını ifâde eder. Molar derişimi 0,1 olan NaOH çözeltisi,
litresinde 4 gram NaOH çözünmüş çözeltiyi gösterir. Bir diğer derişim birimi normalitedir. Normalite, 1
litre çözeltide çözünmüş maddenin eşdeğer gram sayısını gösterir. (Bkz. Eşdeğer Ağırlık)
Nükleer mühendislikte izin verilen en büyük derişim, teneffüs edilen havada veya içilen suda
bulunan ve değişmez kabul edildiğinde üç ayda teneffüs veya sindirim sisteminin üç aylık sınır dozunun
alınmasına yol açan belli bir radyo element derişimini gösterir (metreküpte Curie veya Becquerel olarak
ölçülür).
DERNEK
(Bkz. Cemiyetler)
DERSİÂM
Osmanlılarda medreselerde talebeye ders veren müderrislerin ünvanı. Bir kimsenin dersiâm
olması için, okuması îcâb eden ilimleri bitirip icâzet (diploma) alması gerekiyordu. Bunun yanında
imtihandan geçerek ehliyetini ispat etmesi de şarttı. Tanınmış âlimlerden ders vekilinin başkanlığında
teşkil edilen heyette imtihan yapılırdı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hana kadar olan zamanda imtihan
senede bir defa olurdu. Dersiâm olmak istiyen hocalar heyete başvurup imtihan olurlardı. Sonraları
bunun yerine, imtihan heyetinin medreselere gidip orada imtihan etmeleri usûlü getirildi. Her sene on
beş kişi dersiâm olarak ayrılırdı. İmtihanı kazananlara dört yıl sonra görev belgesi verilerek 200 kuruş
maaş bağlanırdı. Bu maaşlar zamanla artardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han maaşsız ders okuttukları
dört yıl içinde dersiâmlara kendi hazînesinden dört altın lira vermeyi karar altına almıştı. Dersiâmlara
belge verilip maaş bağlanınca, özel olarak verilen aylık kesilirdi. Okuttuğu talebeye icâzet (diploma)
veren dersiâmlar için müciz (izin veren) dersiâm tâbiri kullanılırdı.
DERSİM HAREKÂTI
Dersim (bugünkü Tunceli) ve çevresinde devlete karşı girişilen İsyanlar sebebiyle düzenlenen
siyâsî, idârî ve askerî harekât. Osmanlılar zamanında Dersim yöresi halkı diğer yerlere nazaran özel bir
statüye tâbiydi. Dersim’de Ocaklık ve Yurtluk adı verilen idârî birimlerin başında aşiret reisleri
bulunuyordu. Gerek çevrelerinden gördükleri îtibâr, gerekse devletin kendilerine verdiği bâzı yetkiler
sebebiyle güçlü duruma gelen aşiret reisleri merkezi devlet otoritesine karşı zaman zaman başkaldırdı.
Tanzimat ile Doğu Anadolu’da yapılan idârî düzenleme sırasında Dersim, Hozat merkez olmak üzere
Dersim sancağı adıyla Erzurum vilâyetine bağlandı. Ancak kendilerine has idâre tarzına alışmış olan
Dersim bölgesi halkı yeni düzenlemeye karşı çıktı. Daha sonra bir ara Erzurum vilâyetinden ayrılarak bir
vilâyet hâline getirilen Dersim 1862’de mâmüretü’l-aziz (Elazığ) Vilâyetinin kurulmasından sonra bu
vilâyetin bir sancağı haline getirildi. Bu durum karşısında güç durumda kalan hükûmet, denetimi
sağlamak asker ve vergi toplamak için aşiret reislerine rütbe ve nişanlar dağıtarak onları ede etmeye
çalıştı. Bölgede devlet otoritesinin yaygınlaştırılmasından rahatsız olan aşiret reisleri devlete karşı
topluca isyan ettiler. Yaklaşık bir yıl süren isyan hükûmet kuvvetlerince bastırıldı. İsyancıların başı olan
Hüseyin Bey tutuklanarak Vidin kalesine sürüldü, oğlu Ali Bey de Erzincan’da ikâmet etmeye mecbur
edildi. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sebebiyle Dersim yöresindeki askeri kuvvetler Erzurum’a
gönderilince aşiret reisleri yeniden isyân ettiler. Bu isyanlar Kurt İsmail Paşa, Samih Paşa daha sonra
da Gâzi Ahmed Muhtar Paşa tarafından bastırıldı. Dersim de müstakil vilâyet hâline getirildi.
Bu dönemde Ermeni komitacılarının da tahrikiyle (kışkırtmasıyla) isyanlar tekrar başladı. 1885
senesinde Ali Şefik Paşa idâresinde bölgeye gönderilen kuvvetler uzun süren çarpışmalardan sonra
ayaklanmaları şiddetle bastırdılar. Ancak köklü bir ıslahat yapılmadığından ayaklanma ve eşkiyâlık
hâdiseleri önlenemedi. Sultan İkinci Abdülhamid Han aşîret reislerinin gönüllerini alarak elde etmeye
çalıştığı gibi, bölge halkından asker toplayarak “Hamidiye Alayları” adıyla yeni askerî birlikler kurdu.
Böylece bölge halkının güvenlik ve emniyetini sağlamaya çalıştı. Ancak çeşitli tahrikler sebebiyle
eşkiyâlık ve şiddet hareketleri devam etti. Kureyşanlı, Koçuşağı, Şamuşağı ve Resikli aşiretlerinin
birleşmeleri neticesinde 1907 senesinde büyük bir isyan hareketi ortaya çıktı. Kureyşanlı aşireti Kığı
köylerine, Koçuşağı, Şamuşağı ve Resik aşiretleri de Kemah ve Çemişkezek köylerine saldırdılar. Elazığ
Redif Tugayı kumandanı Neşet Paşa âsiler üzerine giderek ayaklanmayı bastırdı. Fakat bir yıl sonra bu
aşiretler öc almak için yeniden başkaldırdılar. Ayaklanmaların gelişerek genişlediği sırada İkinci
Meşrûtiyet ilân edildi. Harbiye Nezâreti Dördüncü Ordu kumandanlığından aşiretlerle anlaşarak eşkiyâlık
hareketlerine son verilmesini istedi. Bâzı aşiret reisleri anlaşarak merkeze boyun eğerken, bâzıları ise
cezalandırılarak kontrol altına alındılar. Fakat tekrar bâzı taşkınlık hareketleri ortaya çıkınca Dersim
bölgesi hakkında verilecek karara esas olmak üzere Ferik Ali Paşa ile Şûray-ı Devlet âzâsı Mustafa Bey
gerekli incelemeyi yapmakla vazifelendirildiler. Yapılan inceleme neticesinde düzenlenen rapor üzerine
Meclis-i Meb’usân tarafından Dersim bölgesinde ıslahat yapılması kararlaştırıldı. 1909 senesinde Müşir
İbrâhim Paşa Dördüncü Ordu kumandanı olarak Dersim’e gönderildi. Ovacık yakınlarında Ordugâhını
kuran İbrâhim Paşa aşîret reislerinden hükûmetin emirlerini dinleyeceklerine dair söz aldı. Boyun
eğmeyen Haydaranlı aşireti üzerine kuvvet gönderdi. Askerî harekattan sonra bölgede sükûn ve
emniyet sağlandıysa da 1911 senesinde Pülümür çevresinde başlayan ayaklanma Haydaranlı aşiretinin
de katılmasıyla genişledi. İki ay süren bir direnişten sonra bastırıldı. Balkan Savaşı sırasında ufak
hareketler dışında bir isyan hareketi olmadı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusların Doğu Anadolu’da
giriştikleri işgal hareketi sürerken 1916 senesinde Doğu Dersimde Kureyşan aşiretinin önderliğinde,
bölge aşiretleri ayaklandılar. Nâzımiye isyancıların eline geçti. Mazgirt, Pertek ve Çarsancak çevreleri
baskın ve talana uğradı. Galatalı Şevki Bey kumandasındaki 13. Tümen, yaklaşık bir ay süren harekat
neticesinde bölgede geçici de olsa kontrolü ele aldı.
Kurtuluş Savaşı sırasında 1921’de meydana gelen Koçgiri aşîreti isyanına Dersim bölgesi halkı
katılmadı. Bunda Kuvay-ı Milliye taraftarı ve TBMM üyesi Diyap Ağa ile diğer bâzı aşiret reislerinin etkisi
oldu. Osmanlı Devletinin Dersim’e hâkim olmaya çalıştığı 1860 yılından Cumhûriyetin ilk yıllarına kadar
Dersim’de birçok olaylar olmuş ve bunlardan bâzıları tenkil harekâtını gerektirmişti. 1877’den bu yana
yapılan tedip hareketleri arasında 1907 ve 1908 yıllarında yapılanlar iyi düşünülerek tertiplenmiş ancak
bunların netîcelerinden faydalanılamayarak Dersim’in özellikle Birinci Dünyâ Harbinde eline geçirdiği
silâhlarla daha zararlı bir duruma girmesine sebebiylet verilmişti. Cumhûriyet döneminde 1925
senesindeki Şeyh Said isyanına katılmayan Dersim bölgesi halkı 1930’da başlayan Ağrı İsyanına katıldı.
Ovacık kazası halkından ve Dersim bölgesinde nüfuzlu bir Derebeyi olan Seyid Rıza’nın adamları
çapulculuk ve eşkiyâlık ettikleri vergi vermemekte direndikleri için icra vekilleri heyeti (Bakanlar Kurulu)
Danzig nahiyesinin Aşgirih, Gürk, Dağbey ve Harsî köylerine karşı harekât düzenlenmesini kararlaştırdı.
İsyancılara Haydaranlı aşiretiyle, Mazgirt’teki Demenalı ve Yusufanlı aşiretleri de katılınca isyan hareketi
kısa zamanda yayıldı. Girişilen askeri harekat neticesinde isyan bastırıldı.
Daha sonra bölgede idarî ve sosyal reformların yapılması kararlaştırıldı. 1935’te 2884 sayılı
Tunceli vilâyetinin idâresi hakkında Kanun çıkarıldı. Buna göre Tunceli iline korgeneral rütbesinde bir
zat vâli ve komutan olarak tâyin edilecekti. Aynı zamanda Dördüncü Umum Müfettiş Sıfatını alan vâlinin
geniş idârî, askerî ve adli yetkileri vardı. Asayişi ve sükûnu sağlama açısından gerekli gördüğü
durumlarda ilde yaşayan kişileri ve âileleri il sınırları içinde bir yerden başka bir yere göndermeye, il
sınırları içinde oturmalarını yasaklamaya yetkiliydi.
Kanûnun uygulamaya başlamasıyla 1937 senesi başlarında olaylar çıktı. Kureyşan aşireti reisi ve
kendisine Dersim generali sıfatını yakıştıran ve İngiliz hükûmetinden yardım isteyen Seyit Rıza
önderliğinde, asker ve vergi vermek istemiyen aşiretlerce yeni bir isyan başgösterdi. Cumhûriyet
hükümeti, Dördüncü Ordu müfettişliğinin kurulmasını, Komutanlığına Abdullah Alpdoğan’ın getirilmesini
ve Dersim bölgesinde geniş bir harekâta girişilmesini kararlaştırdı. Ayaklanmaya Kureyşan aşireti
dışında Haydaran, Yusufhan ve Demenan aşiretlerinden meydana gelen 5000 kişilik bir isyancı grubu
katıldı. Ayaklanma hareketi Harsik köprüsünün yıkılması, köprüyle Kahnut bucağı arasındaki telefon
hattının kesilmesiyle başladı. Bu sırada Sûriye sınırında ve sınıra yakın bölge ve illerde de benzeri
olaylar görüldü. Bölgede emniyet ve asâyiş sağlanamadı ve otorite kurulamadı. Milletler Cemiyeti
tarafından Hatay’a bağımsızlık kararı verilmesinden sonra, TBMM’de yapılan müzâkerelerde bu
gelişmelerin başta Fransa veFransa’nın mandası altındaki Sûriye tarafından kışkırtıldığı ileri sürüldü.
Başbakan İsmet İnönü, Tunceli ilinde iki yıldır uygulanan reform proğramının bölgede huzûru
sağlamaya yönelik olduğunu belirtti. Fakat bölgede hükümete karşı direniş başgösterdi. Mart 1937’de
olayların genişlemesi üzerine askeri harekât başlatıldı. 13 Eylül 1937’de sona eren harekât neticesinde
ayaklanma bastırıldı. Devrin başbakanı İsmet İnönü tarafından yapılan açıklamaya göre isyancılardan
250 kişi ölü olarak ele geçirilirken 1000 dolayında kişi de teslim oldu. Askerî harekâttan sonra isyancılar
hakkında yapılan yargılama 15 Kasım 1937’de sona erdi. İsyan hareketinin elebaşısı durumunda olan
Seyit Rızâ ile birlikte yedi kişi idam edildi. Çok sayıda isyancı ise çeşitli hapis cezâlarına çarptırıldılar.
Ama olaylar yine durmadı. 1938’de yeni ayaklanmalar çıktı. Bunun üzerine ikinci bir askerî harekâta
girişildi. Eylül 1938’de ayaklanma tamamen bastırıldı. Harekât esnâsında ve harekât sonunda,
isyancıların kulandığı silâhların Fransız ve İngiliz yapısı silâhlar olduğu ve isyancıların Fransa ve
İngiltere’den büyük destek gördüğü ve isyanın başlatılmasında büyük rol oynadıkları ortaya çıktı. Ayrıca
bu isyancılar Hatay meselesi ile ilgili olarak Fransız ve İngilizler tarafından tahrik edildiği ve Türkiye’nin
iç gâilelerle meşgul edilmesi hedeflendiği tesbit edilmiştir.
DERVİŞ
Tasavvuf tâbirlerinden. Bütün İslâm dillerine Farsçadan geçmiştir. Lügatta “kapı kapı dolaşan” ve
“fakir” mânâlarına gelen bu kelime Arapçaya da aynı şekliyle geçmiş ve Arap dili grameri kâidelerine
göre “derâvîş” şeklinde çoğulu yapılmıştır. Tasavvuf terminolojisinde ve İslâm edebiyâtında ise “Dünyâ
sevgisini ve mâsivâyı, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp, İslâmiyete tam uyarak,
gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlayan; güzel huylarla süslenmiş kimse” mânâsına kullanılmıştır. Derviş
kelimesinin bir mânâsı da, “kapı eşiği” olup, derviş olanın kapı eşiği gibi mütevâzî ve her eziyete
katlanıcı olması lâzım geldiğini îmâ etmektedir. Bu sebeple “Dervişler kapılardan çıkarken eşiğe
basmazlardı.” denilmiştir. Mütevâzî, ârif, kanâatkâr, güzel ahlâk edinmiş, dünyânın varına yoğuna
aldırış etmeyen Müslümanlara da bir tarîkât mensubu olmasa bile “derviş meşreb” denilir. Farsçada
“dervîş-i sultân dil” tâbiri Peygamber efendimize işâret eder. Sultan, gönüllü fakir demektir.
Peygamberimizin serveti olmadığı hâlde fevkalâde ihsânlarını, kalb zenginliğini, herkese olan
cömertliğini ifâde için söylenir.
Derviş kelimesine İslâm târihinde 9 ve 10. asırlardan îtibâren rastlanır. Bu yüzyıllar, büyük İslâm
âlimi ve velîlerinin talebelerinin, kendilerini hocalarının adına nisbet edilen lakaplarla (isimlerle) yâd
edilerek (anılarak) İslâm tarîkatlarının mensubu olarak anılmalarının ilk defâ ortaya çıkış devridir.
Böylece asr-ı saâdetten (İslâmın ilk asrından) îtibâren ilim ve ahlâk olarak mevcut bir hâlde
yaşanmakta olan tasavvuf, özde aynı, isimleri farklı çeşitli tarîkatlar hâlinde görülmeye başlamış, derviş
de bu tarîkatlara mensup kimselerin ortak adı olmuştur.
Dervişlik, bir gönül işidir. Derviş olmak için özel bir kılık kıyâfet şartı yoktur. Gönlünü Allah
sevgisiyle dolduran ve her türlü faaliyetini, işini bu sevginin îcâblarına uygun yapan, İslâm büyüklerini
seven, onların terbiyesini kabul eden herkes derviş olabilir. Bu hâlini başkalarına bildirmesine gerek
yoktur. Sözünde sâdık (doğru) bir derviş, dâimâ Allahü teâlânın büyüklüğünü, O’na karşı kulluğunu,
küçüklüğünü düşünür. Kalbi kırık olarak hep O’na yalvarır. Yalnız O’na sığınır, yalnız O’ndan yardım
bekler ve kulluk vazîfelerini tam olarak yapar. Bu da İslâmiyete tam uymakla olur. Kulluk vazîfelerini
yapmak demek; İslâm dîninin emir ve yasaklarına tam uymak, her zaman Allahü teâlânın rızâsına
uygun olarak iş yapmak demektir. Yoksa, İslâm dîninin açıkça ve kesinlikle yasakladığı bâzı işleri
yapmak dervişlik olmaz. Böyleleri, târihte de görüldüğü gibi, kendilerine derviş ismini takıp dervişlikle
alâkası olmayan, bozuk bir yolda bulunan kimselerdir.
Dervişler, işsiz güçsüz, miskin, tenbel, cemiyete yük olan kimseler değildir. Her biri seneler boyu
hocalarının hizmetinde bulunarak beden ve rûha âit çeşitli ilimleri tahsil etmiş, kuvvetli bir îmân, idrâk
ve ahlâk olgunluğuna ermiş, dış görünüşleri sâde, mütevâzî (alçak gönüllü), aza kanâat eden, herkese
iyilik ve yardım için çırpınan, hoşgörülü, cefâkâr, fedâkâr, çoğu bir meslek ve sanat sâhibi, fazîlet
timsâli (örneği) kimselerdir. Gerektiğinde İslâm ordularıyla birlikte harplere iştirâk eder, en ön safta
kendilerinden geçmiş bir hâlde, aşk ve vecd (coşkunluk) içinde savaşır, kahramanlık nümûneleri
gösterirlerdi. Böyleleri derviş gâzi ismiyle anılagelmiştir. Bilhassa Anadolu’nun fethi asırlarında, çoğu
Horasan’dan kalkıp gelen “derviş gâzilerin” büyük hizmetleri görülmüştür. Bunlar, Anadolu’nun çeşitli
köy ve kasabalarına bâzan tek başlarına gelip yerleşerek güzel ahlâklarıyla gönüller fethetmiş, yerli
halkın İslâmiyeti kabul edip Müslümanlaşmasında rol oynamış, Moğol istilâsı, Haçlı Seferleri sırasında da
zulüm, haksızlık, türlü cefâ ve eziyete uğrayan insanların bitkin, bezgin ve yaralı gönüllerine birer
sığınak olup, halleri vaaz ve nasîhatleri ile cemiyeti diri tutmuş, kendilerini sevenleri İslâm ahlâkının
yüceliklerine eriştirmişlerdir.
Dervişler, bu hâlleriyle herbiri “Harpte kahraman, sulhta üstâd” olan Eshâb-ı kirâmın (Peygamber
efendimizin mübârek arkadaşlarının) yolundan yürümüş mübârek insanlardır. Bugün Anadolu’nun
hemen her köşesinde bu yüksek insanlara âit türbe ve dergâhlara rastlanır. Birçok köy, kasaba,
mahalle onların ismini almıştır. Dervişlerin pekçoğunun isimleri unutulmuş, bâzıları ise nesillerden
nesillere aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Bunlar içinde en meşhurlarından olan Yûnus Emre
hazretlerinin, dervişliğin bâzı vasıflarını târif eden aşağıdaki mısraları derin mânâlarla doludur:
Derviş bağrı baş gerek,
Gözü dolu yaş gerek,
Koyundan yavaş gerek,
Sen derviş olamazsın.
Döğene elsiz gerek,
Söğene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın.
DERVİŞ MEHMED PAŞA
Sultan Dördüncü Mehmed Han zamânında hizmet gören Osmanlı vezir ve sadrâzamlarından. Aslen
Çerkez’dir. Evliyâ Çelebi ona Bıyığklı Mehmed Paşa demektedir. Yaklaşık 1585 yılında doğmuştur. Nasıl
yetiştiği hakkında klasik kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Sultan Dördüncü Murad’ın vezîriâzamı
Tabanıyassı Mehmed Paşanın kethüdâlığından yetişerek 1637’de Şam, 1638’de Diyarbakır vâliliğine
getirildi. 1638 yılı Bağdat Seferinde Diyarbakır Beylerbeyi sıfatıyla muhâsaraya katıldı. Sefer dönüşü ise
Bağdat Beylerbeyliğine tâyin edildi (1639). Derviş Mehmed Paşa, Bağdat’taki görevi sırasında âsâyişi
temin ettiği gibi harpler dolayısıyla şehirde meydana gelen tahribâtı büyük ölçüde îmâr etti. Zirâat ve
ticâretin gelişmesini sağladı. 1644’te vezirlik pâyesiyle Halep, 1646’da Anadolu daha sonra da
Silistre’ye tâyin olundu. Bu esnâda meydana çıkan Girit harbi dolayısıyla Çanakkale Boğazına gelen
Venedik donanmasına karşı, boğazın kara tarafından korunması görevini üstlendi. Mahâretle
yerleştirdiği toplar sâyesinde büyük zâyiât veren düşman donanması kaçmak zorunda kaldı (1649).
1651 yılında Anadolu Beylerbeyliği zamânında zuhûr eden Celâlî eşkıyâsına karşı sert tedbirler aldı.
1652’de kapdân-ı deryâ olan Mehmed Paşa, Sadrâzam Tarhuncu Ahmed Paşanın azli üzerine, Sultan
Dördüncü Mustafa Han tarafından bu göreve getirildi. 1654 yılında sadrâzamlık görevinden alınan
Mehmed Paşa, 1655 senesi Rebîülevvel ayının başlarında vefât etti. İstanbul’da Çemberlitaş’ta Atik Ali
Paşa Câmi-i şerîfi avlusuna defnedildi.
Ölümünde yaşı altmışa yakındı. Huy olarak halîm ve orta derecede iktidarlı olup, çok cömertti.
“Para kazanmak; zirâat, ticâret ve imâretle olur.” derdi. Nitekim kendisi de Bağdat vâlisiyken, Basra
yoluyla Hindistan, İran ve Haleb’e adamları vâsıtasıyla para gönderip muhtelif eşyâ satın alarak
maiyetinin (emri altında çalışanların) ihtiyâcını temin ettikten sonra kalanını tüccara sattırır ve bundan
külliyetli kâr temin ederdi. İran aşîretlerinin yaylak için Şehrezur sahralarına çıkışlarında onlardan ucuz
fiyatla tedârik ettiği koyunları, Bağdat’ta yaptırdığı kasap dükkanlarında kestirip maiyetinin ihtiyaçlarını
dağıttıktan sonra narhtan bir akçe noksanıyla halka sattırırdı. Ayrıca Bağdat’ta birkaç yerde fırın yaptırıp
maiyeti olan levend, içoğlanı ve sâir kimselerden on bin kişinin ekmeğini verdikten sonra, kalanını ucuz
fiyatla halka sattırırdı. Bu hâlleri dolayısıyla Bağdat’ta, paşanın kalabalık maiyeti ve muhâfız askerden
dolayı iâşe sıkıntısı olmaz ve halk da bundan istifâde ederdi. Bu sebeple pekçok sevilip sayılırdı.
DERVİŞ MUHAMMED
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan
ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmincisidir. Doğum târihi bilinmemekte
olup, 1562 (H. 970) senesinde vefât etti.
Rûh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı Muhammed Zâhid’den
ders alarak yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için
mücâdele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı. Birgün ellerini açıp, âcizliğini ve çâresizliğini Allahü
teâlâya yalvararak arz etmişti. Âniden Hızır aleyhisselâm gelip; “Eğer sabır ve kanâat istiyorsan,
Muhammed Zâhid’in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanâati öğretir.”
buyurdu. Muhammed Zâhid’in yüksek huzûrunda ilim tahsil etti. Güzel terbiye görüp, kemâle geldi.
Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, Semerkand’da doğru yoldan ayrılanlarla ve dîne sonradan
sokulan bid’atlerle uğraştı. Bid’atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi.
İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda,
insanüstü bir kuvvet ve gayrete sâhipti. 1562 senesinde, ikinci binin yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, Büster kasabasının Dasferâr köyünde vefât etti.
İnsanlara doğru yolu göstermek için yetiştirdiği yüksek talebeleri pekçok olup, en büyüğü Hâce
Muhammed İmkenegî’dir.
DERVİŞ PAŞA
On altı-on yedinci yüzyılda yetişmiş Osmanlı şâir ve devlet adamı. Bosna bölgesine bağlı Mostar
şehrinde 1560’da doğdu. İkinci Selim devrinde daha çocuk yaşta iken Enderun Mektebine alınarak,
İbrahim Paşa sarayında yıllarca tahsil ve terbiye gördü. Sultan Üçüncü Murad Hân zamanında saray-ı
âmireye geçti ve doğancılık hizmetinde bulundu. Gayretli çalışmaları neticesinde sultânın yakın dostları
arasına girdi. Yine sultânın emri ile İran şâiri Bennânî’nin Sehânâme adlı eserini manzûm olarak
Türkçeye tercüme ederek Murâdnâme adıyla pâdişâha takdim etti. Pâdişâhın iltifâtına kavuşarak
Doğancılar Kethüdâsı tâyin olundu.
Sultan Üçüncü Murad Hanın vefâtına kadar sarayda kalan ve aynı zamanda onun Kapı
Kethüdâlığını yapan Derviş Paşa, Sultan Üçüncü Mehmed’in cülûsuyla birlikte (1595) saray dışındaki
hizmetlere gönderildi. Rumeli seferlerine katıldıktan sonra gösterdiği başarılar sebebiyle Bosna
Beylerbeyliğine getirildi. Bu hizmetteyken Stolni Belgrat’ın muhâfazasıyla görevlendirildi. Aynı yılın
sonunda bu görevden ayrılan Derviş Paşa, Osmanlı-Avusturya harplerinin en buhranlı döneminde
düşman eline geçen Peşte’ye geldi. Serdâr Lala Mehmed Paşanın başında bulunduğu orduda büyük
başarılar gösterdi. Düşman ordusuna fevkalâde kayıplar verdirildiyse de, üstün kuvvetler karşısında
ordumuz da büyük zâyiât verdi. On beş bin kişiden ancak bir kaç yüz Osmanlı cengâveri sağ kalabildi.
Derviş Paşa da bu muhârebede şehid oldu (1603). Vefâtında, tahminen 43 yaşlarında bulunuyordu.
Derviş Paşa aynı zamanda, çağının tanınmış şâirlerinden biridir. Eserlerinin başında sâde ve akıcı
bir üslûba sâhib olan Muradnâme’si gelmektedir. Bu eserde mesnevî tarzını kullanmış olup, hâdiseleri
anlatışı fevkalâde güzeldir.
DESCARTES, Rene
Fransız matematikçisi ve filozof. 1596’da La Haye’de doğup, 1650’de Stockholm’de öldü. İlk önce
Cizvit Kolejini bitirdi, daha sonra Poitiers Üniversitesinde tahsil gördü. Senelerce Almanya, İtalya,
Hollanda ve Polonya’da kalarak ilmî çalışmalar yaptı. Metod Üzerine Nutuk isimli eserinin 1637’de
yayınlanmasından sonra bütün dikkatleri üzerine topladı. Bu eserindeki fikirlerini daha sonra şu üç
denemeyle pekiştirdi:
1. Dioptri: Burada, fizikte ortamların kendilerinden geçen ışık üzerine olan tesirlerini tetkik
etmiştir. Ayrıca gözlük camlarının îmâli konusunda bâzı çalışmaları olmuştur.
2. Meteorlar: Burada, atmosferde meydana gelen olaylar tetkik edilmiştir.
3. Geometri: Bu kısımda da geometri konusu ele alınmıştır. Diğer eserleri şunlardır: Metafizik
Felsefe Üzerine Düşünceler, Felsefe Prensipleri, Rûhun İhtirasları.
Ölümünden sonra, İnsan Üzerine, Dünyâ ve Işık Üzerine ve Mektuplar adlı eserleri
arkadaşları tarafından yayınlanmıştır.
Descartes, cebir ve geometri teorilerine getirdiği görüşler sebebiyle büyük matematikçilerden
sayılır. Adı felsefe târihinde önemli bir yer tutar. Descartes, skolastik sistemi reddetmiş ve meşhur,
“Düşünüyorum, öyleyse varım!” aksiyomundan hareket ederek teorilerini “salt akıl” temeli üstüne
kurmuştur. Hiçbir şeyi ispatsız kabul etmek istemez. Bu bakımdan, kendi varlığı dâhil her şeyden şüphe
ederek yola çıkmıştır. Metafizik konularda idealist olan Descartes, tanrının varlığını da, kusursuz varlığın
tanımlanması yoluyla kendine göre îzâh ve ispat eder. Sonra tanrı insanları aldatmak istemeyeceği için,
dış âlemin varlığını ve kendi cisminin varlığını kabul eder. Böylece Descartes geçici idealizmden sonra
realizme varır. Bu realizm, düalisttir, yâni mahlûkun iki özden (ruh ve beden) meydana gelmiş sayar.
Descartes felsefesinin, bu iki yüzü sebebiyle, materyalist ve idealist olmak üzere birbirine taban
tabana zıt iki çeşit tâkipçisi yetişmiştir. Descartes’in sistemi günümüze göre eski bir târihte ortaya
atıldığı için ölümünden 100 sene sonra tabiat ilimlerinin bir hayli gelişmesi netîcesinde ehemmiyetini
yitirmiştir.
DERVİŞ VAHDETÎ
Osmanlıların son devirlerinde yaşamış olan gazeteci yazar. Otuzbir Mart Vak’ası olarak târihe
geçen olayın tertip ve teşvikçilerindendir. Babası Kıbrıs papuççu esnafından Kıbrıslı Mahmut Ağadır.
1869’da Lefkoşe’de doğdu. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Bir müddet, şimdiki adı Selimiye Câmii
olan Lefkoşe Ayasofya Câmiinde müezzin olarak vazife yaptı. Yirmi yaşına geldiği zaman bir ara tarîkat
mensupları arasına girip kendini derviş olarak tanıttı. Fakirlik ve sıkıntılı bir hayattan dolayı içine
düştüğü aşağılık kompleksinden kurtulmak için İngilizce öğrenmeye merak etti. İstanbul’a geldi.
İngilizce öğrenmek bahânesiyle İngiliz gizli haber alma teşkilâtı İntelligence Service elamanlarıyla
tanıştı. Biraz İngilizce öğrendikten sonra, İngiliz hükümetinin bir memuru olarak Kıbrıs’a döndü. Kraliçe
adına verilen balolara katıldı. Bu hususu Sultan Abdülhamid Hana yazdığı bir mektupta şöyle dile
getirdi:
“25 sene hoca mesleğinde, hoca îtikâdında, hoca kıyâfetinde, medrese köşesindeki bir Müslüman,
şimdi medenî (!) bir devletin balosunda dekolte madamları, matmazelleri seyrediyor, seyrediyor, amma
yine o kaybolmasından fazla olan gizli ses:
Yüksel ki bunun da fevki vardır,
İnsanlığın başka bir zevki vardır
diyerek beni daha ilerilere sevkediyordu. Her yüksek gördüğüm dereceye ayak bastıkça bakışlarım
daha ilerilere mâtuf bulunuyordu. Ancak bunlar hep meşrû bir çalışma neticesiydi. Zîrâ İngilizler adama
hiç bedava lokma verir mi?”
Osmanlı Devletinin yıkılması için türlü planlar hazırlayan İngilizlerin emrinde çalışan Derviş
Vahdetî, Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı olan kimselerle birlikte hareket etti. İstanbul’dan kaçarak
Kıbrıs’a gelen ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı olan kimseleri koruyup himâye etti. Larnaka’da
İngilizce ders veren bir misyonerden İncil okudu. Daha çok, İngilizce öğrenirim düşüncesiyle kiliseye
devam etti.
Derviş Vahdetî İstanbul’a gelerek Memdûh Paşanın yalısında imamlık yaptı. Bu sırada Osmanlı
Devletinin parçalanarak yıkılması için çalışan İngilizlerle olan münâsebeti tesbit edildiği için İstanbul’dan
Diyarbakır’a sürgün edildi. Üç bucuk yıl Diyarbakır’da kaldıktan sonra İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra
affedilerek İstanbul’a döndü.
Sultan İkinci Abdülhamîd Handan çıkarmak istediği gazete için yardım istedi. Bu isteği kabul
edilmedi. Fakat o 11 Aralık 1908’den îtibâren Volkan Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Gazetede
yayınladığı yazılarıyla İttihat ve Terakki Fırkasının icraatlarını sert bir dille tenkid etti. İngilizlerin teşvik
ve desteğiyle, devlet ileri gelenlerine hitâben dînî inançların sarsıldığı, ahlâkın bozulduğu yolunda açık
mektuplar yayımladı. Bu hareketleriyle İslâmiyeti savunuyor görünerek Müslümanları arkasına almayı
gâye edindi. 3 Nisan 1909’da bu gâyelerini gerçekleştirmek için İttihâd-ı Muhammedî Cemiyetini kurdu.
İslâmiyeti seven fakat câhilliği sebebiyle eğriyi doğrudan ayırd edemeyen halk kitlelerinden taraftar
buldu. Müslümanların dînî hislerini istismar ederek fitne çıkarmaya ve onları devlete karşı getirmeye
çalıştı.
İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra orduda ve memurlar arasında çeşitli bahânelerle yapılan
tasfiyeler, büyük bir memnûniyetsizlik meydana getirdi. “Alaylı” tabir edilen dindar subaylar ordudan
atılıp, komutanları Refik Paşa hapsedildi. İttihatçı subay ve memurlar orduda ve devlet kademelerinde
kilit noktalara getirildiler. İttihatçıların hükümet işlerine sık sık müdâhele etmeleri sebebiyle ülkede bir
iktidar boşluğu meydana geldi. Pâdişâhın da devlet işlerinden uzak tutulması, devletin otorite buhranına
sebep oldu. Müesseselerde ortaya çıkan başıboşluk ve otoriter bir gücün mevcud olmayışı isyanlara
müsâit bir zemin hazırladı. Bu durumu fırsat bilen Derviş Vahdetî, İttihatçı subayların erler arasında
dîne karşı takındıkları menfî tutumları istismar ederek, orduyu ve halkı isyana teşvik etti. Suikastler
biribirini tâkip etti. İsmâil Mâhir Paşa Sultanahmet meydanında öldürüldü. İstanbul’un emniyetini
sağlamakla vazifelendirilen Avcı Taburlarının subayları eğlence hayâtına daldılar. İstanbul’un emniyeti
de çavuşların emrine terk edildi. Başsız ve disiplinsiz kalan bu taburlar içeriden ve dışarıdan tahrik
edildiler. Derviş Vahdetî, Volkan Gazetesi’nde Beşinci Alaydaki askerlere hitâben açık mektup şeklinde
şöyle nasihat etti; “Askerler!.. İttihâd-ı Muhammedî Cemiyetinin âmâli, vatanın selâmetine, yüce
dînimizin bekâsına mâni olacak en ufak bir sebebin bile ortadan kaldırılmasına mâtuftur... Siz de
cemiyetimize dâhilsiniz. Biz bütün askerlerimizi bu cemiyete destek biliriz. Sizden beklediğimiz bir şey
varsa o da bu kutsal cemiyetimize arka çıkmanızdır. Buna da şüphemiz yoktur. Şâyet, bizde bir kötü
niyet görürseniz hemen bizi süngülerinizin ucuna takınız...”
Derviş Vahdetî Volkan Gazetesi’nde askerleri ve halkı tahrik edici yazılar neşretmeye devam etti.
Askerlerin ve ordunun büyük bir kısmının kurduğu İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine üye olduğunu iddia
etti. Bu sırada Harbiye Nezâreti bir tamim neşrederek ordunun siyâsetle meşgul olmasını yasakladı.
Medrese talebeleri imtihanlarla ilgili bir kânun teklifi sebebiyle yürüyüş yaptılar. 7 Nisan 1909’da
Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey fâili mechûl şekilde öldürüldü. 13 Nisanda Dördüncü Avcı
Taburuna bağlı askerler gece yarısından sonra saat 04.00 sıralarında isyan ederek subaylarını
hapsettiler. Ayasofya’daki Meclis-i Mebûsan önüne gelerek toplanmaya başladılar. İsyânı tertip ve
teşvik eden Derviş Vahdetî ve arkadaşları da İsyancı askerler arasında yer aldılar. İsyancılar Tanin ve
Şûra-i Ümmet gazetelerinin idâre merkezlerini tahrib ettiler. İlmiye Sınıfı mensupları ve din adamları
ayaklanmada yer almadıkları gibi, halkı sükûnete dâvet ettiler. Derviş Vahdetî’nin tahriklerine kapılan
bir kısım câhil kişiler hâricinde isyana halktan katılan olmadı. Pâdişah Sultan İkinci Abdülhamîd Han ise
isyânı Sadrâzam Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraftan öğrendi. Osmanlı Devletinin yıkılmasını
ve Sultan Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesini isteyen İngilizlerin ve İttihatçıların planladığı İngiliz
ajanı Derviş Vahdetî ve taraftarlarının uyguladığı, Rûmî takvimle 31 Mart 1325’te vukû bulduğu için
târihe 31 Mart Vak’ası olarak geçen isyanın genişlememesi ve önlenmesi için gerekli tedbirler alındı.
Fakat isyancılar sonraki günlerde de hareketlerini sürdürdüler. Bâzı kimseleri öldürdüler. İsyan
sebebiyle dâireler kapandı. İttihat ve Terakkî mensupları Selânik’e kaçtılar. Milletten ve halktan
gelmeyen tahrik ve teşvikler neticesinde çıkan isyan on bir gün müddetle İstanbul’u karıştırdı. İsyânın
planlandığı gibi gerçekleştiğini gören İttihatçılar isyânı bastırmak bahânesiyle Selânik’te kuvvet
toplamaya ve bu kuvvetleri trenlerle İstabul’a göndermeye başladılar. Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon ve
Arnavut çetecileriyle sözde gönüllülerin de bulunduğu Frenk silahlarını taşıyan Mahmut Şevket Paşa
idâresindeki Hareket Ordusu İstanbul’a geldi. Mahmud Şevket Paşa tebliğler yayınlayarak, Hareket
Ordusunun pâdişahı âsilerin elinden kurtarmak maksadıyla geldiğini duyurdu. Yapılan gizli toplantılarda
ise Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın Hal edilmesine karar verildi. Dört koldan İstanbul’a giren Hareket
Ordusu Örfi İdâre (Sıkıyönetim) îlân edip duruma hâkim oldu. Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud
Şevket Paşa daha önce pâdişaha teminat vermiş olmasına rağmen Yıldız Sarayını muhâsara etti. Saraya
girip, hazineyi yağmalattı. 27 Nisan 1909 gecesi Sultan İkinci Abdülhamîd Han hal’ edilerek (tahttan
indirilerek) 38 kişilik maiyetiyle trene bindirildi ve Selânik’e gönderildi. Böylece hazırlanan gizli ve çirkin
plan uygulandı.
Derviş Vahdetî’nin tertib ve teşvik ettiği Otuzbir Mart Vak’asıyla; Avrupa Siyâsetine hâkim olmuş,
otuz üç senelik bir tecrübeyle millî menfaatlerimiz için Avrupa devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını
koz olarak kullanan, Fransa sefiri Maurice Bompard’ın “Bütün Avrupa’da onun ayarında tek bir diplomat
yoktur.” diye medhettiği, ileri görüşlü, zekî bir devlet adamı olan Sultan İkinci Abdülhamîd Han tahttan
indirildi. Memleket; devleti yıkmak için İngiltere, Rusya ve Fransa gibi Hıristiyan Avrupa devletleriyle ve
Bulgar, Sırp, Ermeni ve Rum çetecileriyle işbirliği yapan, millî târih ve kültürden mahrum, din câhili
tecrübesiz mâceracı kimselerin eline düştü. İttihat ve Terakkî diktatörlüğüne giden yol açılmış oldu.
İsyânın Hareket Ordusu tarafından bastırılması üzerine İzmir’e kaçan Derviş Vahdetî yakalanarak
İstanbul’a getirildi. Volkan Gazetesi kapatıldı. İstanbul’da Örfî İdâre Mahkemesinde yargılandı. 19
Temmuz 1909’da, Otuzbir Mart Vak’asının aslî fâili sayılan Derviş Vahdetî ve arkadaşlarının, “Hasîs
şahsî menfaatleri için vatanı inkıraz girdabına sevk etmek isteyen ve nice mâsum vatan evlâdının ziyan
ve hederine sebep olmaları” gerekçesiyle îdâm edilmelerine karar verildi. Ayasofya Meydanında asılarak
îdâm edildi. Derviş Vahdetî ve arkadaşlarının kurduğu İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti de kapatıldı.
DESTAN
Alm. 1. Erzahlende Versdichtang (f), 2. (Helden-) Epos (n), Fr. Epique İng. Epic. Milletlerin
inanç, fazîlet ve millî kahramanlık mâcerâlarının manzum hikâyeleri. Kelime asıl olarak Farsça
“dâstân’dan gelmektedir. Türk dilinde destan şeklini alarak, Türkçeleşmiş bu edebî türün dışında,
“dillere destan olmak”, tâbirinde görüldüğü gibi, başka mânâ da kazanmıştır. Batı dillerinde târihten
önce veya târihin kuruluşu asırlarında söylenmiş efsânelere lejand (legande), daha çok târih
devirlerindeki kahramanlar veya kahramanlıklar üstüne söylenmiş efsânelere de epope (epopee) denir.
İlâhî dinlerin bozulduğu zamanlarda tanrılar veya tanrılaştırılan insanlar hakkında söylenerek zamanla
inanış hâline gelen efsâneye de mitos (mythos) denir. Mitoloji ise, mitosları inceleyen ilmin adıdır.
Türkçede bunların hepsine birden destan denir.
Destanlara konu olan millî mâcerâlar çok defâ târihten önceki devirlerde veya târihin kuruluş
asırlarında başlar, bâzan târih boyunca devâm eder. Destanların teşekkülünde efsânelerin ve efsâne
devirlerinin büyük tesiri olur. Bir masal atmosferinin hâkim olduğu destanların kahramanları arasında
tanrılar, tanrıçalar, gün ışığından, su köpüğünden yaratılmış, bir hayvandan veya ağaç kovuğundan
meydana gelmiş mukaddes insanlar, olağanüstü mahlûklar, korkunç canavarlar, devler, periler gibi
varlıklar bulunur.
Destanlar, gerek târih, gerek fikir ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Târihi aydınlatır, fikir
ve sanat eserlerine kaynak olurlar. Bâzı milletlerin hayâtı, târihten önceki zamanlara uzanır. Bunların
târihlerinin başlangıcını bulmak mümkün değildir. Destanlar, böyle milletlerin ilk çağlarını bir takım
mitolojik menkıbeler hâlinde anlatırlar. Bununla berâber destan, târih demek değildir. Destanlarla
gerçek târih arasındaki münâsebeti tesbit için; “Destanlar, halk gözüyle görülen, halk psikolojisiyle
duyulan ve halk hayâlinde masallaştırılan târihlerdir.” denilebilir. Ayrıca destan; bir târih kitabı veya
târih belgesi olmaktan çok, kökü târihe dayanan, ilhâmını târihten alan bir halk edebiyâtı verimidir.
Destanlarda milletlerin türlü inançları, dinleri, tanrı veya tanrılar karşısındaki davranışları, iyilikleri
ve fazîletleri yanında kötülükleri ve ahlâk düşüklükleri, hayâtı, dünyâyı, olayları anlayış, kavrayış ve
yorumlama farklılıkları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Bu bakımdan milletlerin eski devirlerini tanımada
önemli ipuçları verirler.
Daha Eski Yunan devrinden başlayarak destanlarda anlatılan kişi ve olaylar pekçok sanat ve
fikir eserine konu olmuştur. Eski Yunan şiiri ve tiyatrosunun belli başlı konusu Yunan mitolojisi ve
unsurlarıdır. Bu konular mîlâttan sonraki asırlarda da Lâtin şâiri Seneca (M.S. 1. asır), Fransız şâiri
Voltaire (M.S. 18. asır), İtalyan bestekârı Sacehini (1735-1786), Alman şâiri Geothe (1749-1832),
Fransız Racine (1639-1699) gibi edebiyâtçılar ve günümüz yazarları tarafından tekrar tekrar ele alındığı
gibi, resim, müzik, mîmârî, heykeltraşlık gibi diğer sanat şûbelerinin de vazgeçilmez konularından birisi
olmuştur. Yunan mitolojisinde adı geçen tanrı, tanrıça, kral, kraliçe ve diğer kahramanları tasvir için
Avrupa milletlerince mîlât başından bu yana, bilhassa rönesans ve sonrasında yapılan tapınak, heykel,
tablo ve bestelerin sayısını tesbit imkânsız gibidir. Bu sebeple Eski Yunan ve Roma putperestliğinin
temel unsurlarının, Avrupa sanat dünyâsında şaşılacak ölçüde hâkim olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Destanların bir başka önemi de milletlerin büyük işler yapmak için kendilerine güven
duymalarında, türlü sosyal ve târihî sebeplerle uzaklaştıkları millî benliklerine dönmelerinde, yeniden
büyük millet olarak, hürriyet ve istiklâllerini korumak için kıyam etmelerinde rol oynamalarıdır. Bu
bakımdan destanlar millîdir. Bunun tipik misâllerinden birisi İran destan şâiri Firdevsî’nin Şehnâmesi
ve bu eserde Farsça ile anlatılan İran-Acem destanı gösterilir. Şehnâme için “Otuz yıldan çok sıkıntı
çektim. Fakat bu Farsça ile Acem’i dirilttim.” diyen Firdevsî’den sonra bir kalkınma hamlesine girişen
İran dil, kültür ve edebiyâtının kısa zamanda şarkın en büyük klâsiklerinden olduğu bir vâkıadır. Bir
başka örnek Almanya’dan verilerek Nibelungen destanı hatırlatılır. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında
Grimm ve Schlegel kardeşlerin eski Cermen masallarını karıştırarak Siegfried isimli Alman destan
kahramanını halka yeniden tanıtmaları ve sevdirmesiyle başlayan hareket Wagner’in dört bölümlük
Nibelungen halkası isimli bir opera bestelemesi ve Bavyera Kralı İkinci Louis’in Bavyera Dağlarından
birinde Walhala adıyla sun’î bir Olympos yaptırmasına kadar uzandı. Bütün bu benzeri çalışmaların
Alman milletini her yönden harekete geçirip, Almanların büyük bir milliyet ve medeniyet kurmalarında
birinci derecede vazîfe gördüğü kabul edilir. Bu açıdan hareketle, İran’da Firdevsî heykeli, rejimlerin
değişmesine rağmen, Fars milliyetçiliğinin bir sembolü olarak her zaman ayakta durmaktadır.
Her milletin destanı yoktur. Bir milletin tabiî destanı olabilmesi için o milletin halk hayâlinin
efsâneler uydurmaya elverişli bulunduğu en eski ve iptidâî devirlerde yaşamış olması lâzım geldiği gibi,
târihinde de unutulmaz tabîat olayları, büyük savaşlar, göçler, istilâlar, yeni coğrafyalarda vatan
kuruluşları gibi halk hayat ve hâfızasını nesiller boyu meşgul edecek hâdiseler bulunmalıdır. Çünkü târih
öncesi çağlar, acı tatlı bütün gerçeklerin türlü hayallerle süslenip efsâneleştiği çağlardır.
Destanlar, târih boyunca milletlerin halk şâirleri tarafından gerek dil, gerek nazım yapısı
bakımından önce iptidâî terennümler hâlinde söylendi. Destan türküleri, halk arasında yayılıp
söylenirken yeni ilâvelerle zenginleşip büyüyerek bir tek şâirin değil, bütün bir milletin ortak eseri
hâline geldi. Her yeni ağız, her yeni hayâl, destanlara yalnız vak’a olarak değil, dil ve söyleyiş
bakımından da gittikçe güzelleşen parçalar kattı. Zaman ilerledikçe destan gelenekleri zenginleşen
milletlerin aydınları arasında büyük destan şâirleri yetişti. Bunlar halk hâfızasında derin izler bırakan
destan şiirlerini toplayıp, asıllarına sâdık kalarak dil ve üslup güzellikleri içinde bir bütün hâlinde
söylerler. Böylece milletlerin efsânevî târihî mânâsında millî destanları ortaya çıkar. Esâsen millî
destanlar, destan devirleri geçtikten sonraki devirlerinde millî mâzilere karşı uyanan derin sevgi ve
özleyiş çağlarında yazılır. Yine böyle çağlarda böyle sebeplerle toplanır. Eski Yunanlıların Homeros’u,
İranlıların Firdevsî’si millî destan şâirlerinin en tipik misâllerindendir. Türklerin bütün destanlarını
toplayarak onları tek bir destan hâline getirecek bir destan şâiri henüz çıkmamıştır. Türk târihinin akışı
da dikkate alınarak denilebilir ki: “Türkler, destan devri yaşamaktan, yeni destanlar söylemekten, eski
destanları derleyip toplamaya vakit bulamamışlardır.” Bu yüzden ele geçen destan parçaları bir
bütünlük göstermezler.
Türk destanları, İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki büyük kısımda toplanır. Bu
destanların bir kısmı halk dilinde yaşayan destanların derlenip toplanmasıyla elde edilmiş, bâzılarına
eski Çin kaynaklarında, Arap, İran târih ve edebiyâtına âit el yazması eserlerde rastlanmıştır. Türk
destanlarının pek çoğu teşekkül ettikleri târihten sonra yazıya geçirilmiştir. Ancak destanlar, halk
dilinde asırlarca yaşayıp yeni vak’alarla birleştiğinden yazıya geçişteki bu gecikmeler bâzan onların
lehinde olmuştur. Türk destanları gönülleri asırların vak’aları için çarpmış olan Türklerin duygu, görgü
ve hâtıralarıyla süslüdür. Târihin birbirine benzeyen nice kahramanları ve kahramanlık vak’aları bu
destanlarla birbiriyle kaynaşmış ve târih içinde Türk fazîlet ve kahramanlığını hülâsa eden birer örnek
olmuştur.
Türk destanlarını, Türk uluslarının (boylarının) çeşitli coğrafyada ortaya koydukları destanlar
olarak ele almak gerekir. Bunlar İslâmiyetten önce ve sonra olmak üzere iki şekilde ortaya çıkmışlardır.
Destanlar, istisnâları dışında, daha ziyâde eskiden beri görülen ve bir mîrâs olarak târihe intikâl eden
Türk- İran düşmanlığını işlerler. Bunun uzantısı olarak İslâmiyetin kabûlünden sonra bile ortaya çıkar.
Osmanlı Devletinin batıya çıktığı her seferde, buna karşı her zaman bir İran-Hıristiyan devletleri ittifakı
ile karşılaşılır.
İslâmiyetten önceki destanların başında Saka (Şu), Alp Er Tunga, Afrasyap, Oğuz Kağan gelir.
Bunun yanında Dede Korkud Hikâyeleri destânî özellik gösterirler ve İslâmî bir renge bürünmüşlerdir
(Bkz. Dede Korkud Hikâyeleri). Göktürk destanları içinde, Gök Börü, Börü, Asena ve Ergenekon
destanları vardır. Türeyiş ve Uygur Göç destanları da Uygur Türklerine âittir.
Ayrıca cemiyette ortaya çıkan hâdiseler karşısında ferdî olarak uzun şiirlerin destan olarak ele
alındığı görülmektedir. Bu manzûmelere Âşık Sadık’ın Mehrali Bey’i ile Ispartalı Seyrânî’nin Vak’a-i
Hayriyye’si örnek gösterilebilir. Bunlar arasında züğürtlüğü, Erzincan depremini, salgın hastalıklarla
gelen felâketi konu edinenler de vardır. Hâdiseler herkes tarafından bilinip, duyulduğu için, dillerde
dolaşmış ve şuyû bulmuş (yayılmış) olmasıyle de “dillere destan oldu” gibi bir deyimi de kendiliğinden
getirmiştir.
Türk destanları da; Saltuk Buğra Han Destânı, Kırgız Türklerinin destanı olan Manas,
Cengiznâme, Battalgâzî Destânı gibi destanlardır. Ayrıca Oğuz Destânı’nda, İslâm inancına ve
terbiyesine adapte edilmiş bir şekil vardır.
Türk destânlarının hemen hepsinde ışık, ağaç, mâden ve mâden isimleri, bozkurt, kadın, at, su
sevgisi, aksaçlı ihtiyarlar, kopuz gibi millî ve bediî unsurlara rastlanır. Ayrıca destanlar eski devirlerde
kamlar tarafından kopuzla çalınıp söylenirdi.
DESÛKİYYE
İbrâhim Desûkî (Düsûkî) hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Rıfâiyye ve Sühreverdiyye yollarından
hırka giyen İbrâhim Desûkî’nin Şâziliyye yoluna da intisâb ettiği (bağlandığı) bildirilmektedir. Dört
kutubdan birisi olarak kabul edilen İbrâhim Desûkî’nin Şeyh Ebû Medyen el-Magribî’ye ulaşan bir
silsilesi de olduğu göz önüne alınırsa, zamanın meşhur velîleriyle görüşüp sohbet ettiği anlaşılır.
Hayatının yirmi senesini doğum yeri olan Aşağı Mısır’daki Desûk kasabasındaki halvethânesinde eser
yazmak ve talebe yetiştirmekle geçiren İbrâhim Desûkî, hazret-i Ali’nin mânevî vârislerinden sayılır.
Pekçok kerâmet, hal ve cömertliğiyle meşhur olmuştur.
Desûkiyye yolunda tasavvuf yolcusundan İslâmiyete sıkıca uyması, kendisini yetiştiren hocanın
telkin ve nasihatlerine bağlı kalması, tasavvuf ile şerîati birlikte götürmesi istenir. Bedeviyye, Şâziliyye
ve Rıfâiyye yollarının âdâb ve erkânını birleştirerek kendi usûlünü ortaya koyan Desûkiyye yolunun
coşkun ve taşkın bir yönü yoktur.
Desûkiyye yolunun esasları şunlardır:
1) Evrâd ve zikirle meşgul olmak, 2) Nefsin arzu ve isteklerine karşı çıkıp, kapılmamak, 3)
Sıkıntılara, belâ ve musibetlere, kaybedilen şeylere üzülmemek, 4) İslâm dininin emirlerini yapıp
yasaklarından kaçınmak, tasavvuf yolunun inceliklerine dikkat etmek, 5) Evliyânın güzel ahlâkıyla
ahlâklanmak.
Moğol istilâsından sonra ilim merkezlerinden biri hâline gelen Mısır’da ve Kuzey Afrika’da yayılmış
olan Desûkiyye’nin silsilesi şöyledir: Muhammed aleyhisselâm, Ali radıyallahü anh, hazret-i Hüseyin,
Zeynelâbidîn, Muhammed Bâkır, Câfer es-Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rıza, Ma’rûf-ı Kerhî, Sırrî-yı Sekatî,
Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Ali Rodbârî, Ebû Ali Kâtib, Ebû Osman Mağribî, Ebü’l-Kâsım Gürgânî, Ebû Bekir
Nessâc, Ahmed Gazâlî, Abdülkâdir Sühreverdî, Şihâbüddîn Sühreverdî, İbrâhim Desûkî.
Desûkiyye yolu daha sonra Süyûtiyye, Şernûbiyye, Tâziyye ve Âşûriyye kollarına ayrılarak devam
etmiştir.
DEŞARJ LAMBALARI
Alm. Die Entlandungslampen Fr. Lampes de desharge İng. Discharge lamps. Son yüzyıl içinde
Thomson ve Faraday gibi araştırmacılar bir tüpün iki ucuna bağlı elektrotlara akım verildiğinde çok
çeşitli sonuçlar elde etmişlerdir. Bu tüpün havası boşaltılmış ve içinde değişik gazlar vardır. Tüpün
içindeki gazın cinsi, basıncı, tüpün biçimi çok çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Bu çalışmalar sonucu
flüoresan lambalar, neon lambalar (reklâm için), sokak aydınlatma lambaları, flaşlar vb. geliştirilmiştir.
Gazların bulunduğu bir yerden akım geçebilmesi için serbest elektronlar gaz atomlarını
iyonlaştırarak lambadan geçen akımın daha rahat akmasını sağlarlar, yâni lamba ısındıkça (çalıştıkça)
geçen akım artar. Bunun sonucunda tedbir alınmazsa lamba yanar, ölür. Bu sebeple deşarj lambalarının
devrelerine seri olarak uygun değerde bir direnç bağlanır.
Deşarj lambalarının çoğu çalışmak için yüksek gerilim ister. Normal şebeke gerilimi bunu
sağlayamadığı için, ya transformatörler ile veya indüksiyon bobini ile gerilim yükseltilir. Neon
lambaların ortalama her kısmı için; reklâm için yapılanların ise her harfi için 600 V’luk bir gerilim
yeterlidir.
Deşarj lambalarından olan deşarj tüpleri, termoiyonik valflerdir (vakumlu lambalar). Bunların
içinde çok düşük basınç ve ikiden, on ikiye kadar ızgara (kontrol üniteleri) bulunabilir. Lambanın görevi
bir elektrik devresinden geçen akımı kontrol etmektir. Günümüzde bu lambalar yerlerini transistor gibi
yarı iletken elemanlara bırakmıştır.
En çok kullanılan deşarj lambası ise flüoresan lambadır. Bu lambanın iki tarafında ısınınca elektron
neşredebilen flaman ve içinde asal gazlar ve civa bulunur. Camının iç tarafına flüoresan maddesi
sürülmüştür. Devresinde bir starter bir de balast bulunur. Devresine akım verildiğinde flamanlar, balast
ve starter üzerinden akım geçer. Starter ısınıp devreyi keser, bu kesilme sırasında balast üzerinde 300-
400 Volt kadar bir gerilim indüklenir. Bu yüksek gerilim lambanın iki flamanına tatbik edilmiştir. Bunun
sonucu lamba içindeki gaz ısınır ve civa buharlaşır. Daha sonra flamanlar arası akım akışı başlar. Bu
akımın değerini devredeki balast sınırlar. Lambanın içindeki iyonlaşmış gaz, tüpün iç yüzeyine sürülmüş
olan flüoresan maddesine çarpar. Bu flüoresan maddesi ısınmış gazın morötesi ışınını bize beyaz ışık
olarak çevirir, gösterir.
DETERMİNANT
Alm. Determinant, Fr. Determinant, İng. Determinant. Kare matrisler kümesinden reel sayılara
tanımlı bir fonksiyon. Bir A kare matrisinin determinantı, detA veya |A| şeklinde gösterilir. Yalnız kare
matrislerin determinantı alınır ve değeri bir reel sayıdır.
A = [a]1x1 matrisinin determinantı, detA = a’dır.
FORMüL VAR! (1)
Determinantın hesaplanması (açılımı): Bir determinantın değeri, satırlara veya sütunlara göre
açılarak bulunur. Herhangi bir satıra (veya sütuna) göre açılan determinantın değeri değişmez. Birinci
satıra göre açıldığında, birinci satırın elemanları ile bu elemanların kofaktörleri (işâretli minörleri)
çarpılıp toplanır. Bir elemanın minörü demek, o elemanın bulunduğu satır ve sütun kapatılınca geriye
kalan elemanların determinantıdır. Bir elemanın bulunduğu satır ve sütun rakamları toplamı çift ise
kofaktörün işâreti (+), tek ise (-)dir. Buna göre birinci satırda bulunan a11 ve a13 elemanlarının
kofaktörleri K11 ve K13 pozitiftir. a12 elemanının kofaktörü olan K12 negatif olduğundan a12’nin işâreti
(-) alınır. Buna göre 3x3 tipindeki bir A=[aij]3x3 matrisinin determinantı, birinci satıra göre:
FORMÜLL VAR! (2)
Sarrus kuralı: Yukarıdaki satır veya sütuna göre açılımın sonucu olarak bulunmuş pratik bir
kuraldır.