The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-11-25 09:40:50

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Keywords: Yeni Rehber Ansiklopesidi

kesitleri atardamarlarınkinin tersine büzülmüş durumdadır. Toplardamarlar birçok yardımcı unsurlara
rağmen kanı kalbe iletmekte yetersiz kalabilirler. Böylece kan damarda göllenir. Bu göllenme ile
damarlarda genişleme, kıvrılma, düğümlenmeler olur. Bu hâdise bacakta meydana gelirse varis’ten,
anüs bölgesinde meydana gelirse basur (hemoroit)dan söz edilir.

DAMITMA

Alm. Destilleren (n), Destillation (f), Fr. Distillation (f), İng. Distillation. Bir likit (sıvı) çözeltiden,
ısıtma ile buhar meydana getirme ve bunu tâkiben buharı soğutup likitleştirme (kondense etme) işlemi.
İşlem, kolay kaynayanı zor kaynayanlardan ayırmak için kullanılır. Kullanılan cihaz, karışımın içinde
kaynayabileceği bir kap, (meselâ cam bir balon) ve bunun üstüne bağlanan bir soğutucudan ibârettir.
Balondan çıkan buharlar soğutucu ile tutulur. Endüstri ve laboratuvarlarda kullanılan, gerek kesikli,
gerekse devamlı (kontinü) çalışan pekçok damıtma cihazı tipi vardır.

Bir katı madde ile bir sıvı karışımı ısıtıldığında yukarı çıkan buhar hemen hemen saftır. Geriye solit
(katı) madde kalır. Deniz suyunun damıtılmasıyla su çözünmüş maddelerden arınarak saflaşır. Eğer
suda çözünmüş maddeler istenen maddeler ise bu takdirde suyun buharı salınır. Geriye sözkonusu
maddeler kalır. O taktirde bu işlem basit bir “buharlaştırma” işlemi olur.

İki veya daha fazla sıvının birbirinden ayrılabilmesi için bunların kaynama noktalarının birbirinden
farklı olması lâzımdır. Bu taktirde uygulanan damıtma “fraksiyonlu damıtma” ismini alır. Bu maksatla
damıtma kolonları kullanılır. Kazandan çıkan buharlar kolon boyunca yukarı doğru çıkar. Kolon boyunca
daha az uçucu olan bileşen (komponent), yukarı çıkan buharın içinden likitleşerek aşağı akar. Bu
esnâda aşağı doğru akan likitin içinde bulunan kolay uçucu komponent bu ısı ile buharlaşır. Böylece
kolonda aşağıdan yukarıya doğru azalan bir sıcaklık (temperatür) aradiyenti (derecelenmesi) hüküm
sürer. Yâni kolonda; üst kısımlar kolay uçucu komponent bakımından, aşağı kısımlar ise zor uçucu
komponent bakımından zenginleşir. Tepede en düşük kaynamalı buhar kondense olur, tabanda ise en
yüksek kaynamalı sıvı bulunur.

Bu sıvıların birbirinden ayrılması o kadar basit bir iş değildir. Uzun hesaplamalardan sonra
tatbikatı yapılırken de bir sürü teferruat üzerinde durulur.

Kaynama noktası yüksek olan organik bileşiklerin bozunmasını önlemek için “vakum destilasyonu”
uygulanır. Böylece karışımın düşük sıcaklıkta kaynaması sağlanmış olur. Bu maksatla vakum

destilasyonundan başka “su buharı destilasyonu” da uygulanır. Isıdan etkilenen bileşikler için, meselâ
vitaminler için, moleküler destilasyon uygulanır:Soğutucu, buharlaştırma bölgesine çok yakın tutularak,
çıkan moleküllerin çarpışmadan tutulması sağlanır.

ŞEKİL VAR!
Suyun damıtılması: Damıtık su elde etmek için, damıtma işlemi önce potasyum permanganat
(KMnO4), sonra baryum hidroksit Ba(OH)2 ile yapılır. Kalaydan yapılmış soğutucularda yoğunlaştırılır
ve kalaylı kaplarda saklanır. İçerisine su kaçmaması lâzımdır.

DAMKORUĞU (Sedum)

Alm. Dach-Hauwurz (f), Fr. Orpin (m) brûlant, Joubarbe (f) des toits. İng. Wallpepper, creeping
jack. Familyası: Damkoruğugiller (Cassulaceae).Türkiye’de yetiştiği yerler: Trakya ve Anadolu.

Tek veya çok yıllık bitkiler. Yapraklar tabanda rozetler meydana getirirler. Etli yaprakları vardır.
Bir veya çok çiçeklidir. Beyaz-sarı-pembe renkli olan çiçekler kürevî veya salkım durumunda bulunurlar.
Çoğunluğu kuzey yarımkürede bulunan 600 türü vardır. Türkiye’de 35 türü bulunur.

DAMKORUĞUGİLLER (Crassulacenae)

Alm. Krassulazeen; Dickblattgewächse, Fettpflanzen (pl), Fr. Crassulacees (pl), İng.
Crassulaceae. Çoğunlukla, kurak, güneşli ve taşlı yerlerde yetişen, yaprakları basit, karşılıklı dizilişi su
depo ederek etlenmiş otsu bitkilerin bulunduğu familya. Lâtince “crassus” ismi yağlı, şişman
yapraklarının etli olmasından dolayı verilmiştir.

Çiçekleri çok simetrik ve düzlemdir. Yumurtalık üst ve orta durumdadır. Çiçek organları 3 veya
5’lidir. Meyveleri çok tohumludur. Familyada 35 kadar cins, 1500 tür bulunmaktadır. Ülkemizde 6 cins
ve 66 türü görülür. Süs bitkileri olarak kullanılırlar.

DAMLATAŞ MAĞARASI

Antalya ili, Alanya ilçe merkezine bir km uzaklıkta yer alan karstik mağara. Milyonlarca sene önce
meydana geldiği tahmin edilen mağaranın kireçtaşı ve mermer duvarlarındaki çatlaklar, deniz
dalgalarıyle yüzey sularının aşındırması netîcesinde olmuştur. Mağaranın içi sarkıt ve dikitlerle kaplıdır.
Deniz kıyısında olan mağara 1948’de bulunmuştur. Tavan yüksekliği 15 metredir. Yaklaşık 200
metrekarelik bir alanı kaplar. Havasında karbondioksit, yüksek oranda nem ve radyoaktivite

bulunmaktadır. Turistik önemi fazla olan mağara, havasının astım ve benzeri hastalıklara iyi geldiği
inancıyla ziyâret edilir.

DAMPİNG

Alm. Dumping. (s), Fr. dumping (m), İng. dumping. Bir malın satılabilmesi, elden çıkarılması için
dış pazarlarda, pazar fiyatlarından mâliyet değerinden çok aşağı fiyatla satılması.

Üretim miktarındaki muhtemel bir artışın mâliyet değerini düşürmesi beklenen durumlarda, üretici
firma iç pazardaki fiyatları düşürmeden, dış pazara daha düşük fiyatla satış yapmayı uygun bulabilir.

Damping bâzan girilmesi zor pazarlara mal satabilmek veya bu pazarlarda rekâbeti ortadan
kaldırmak maksadıyla da uygulanır. Mâliyetinden daha düşüğe dış piyasalara yapılan teklifler o pazara
nüfûz etmeyi ve varsa yerli üreticileri veya diğer rakipleri kolayca bertaraf etmeyi imkân dâhiline sokar.
Böylece dış ülkedeki tüketiciler geçici bir süre için bile olsa, yabancı malları yerli mallarınkinden daha
düşük fiyatlarla satın alabilirler. Düşük fiyatın uzunu süre devâm etmesiyle rakipler pazardan çekilebilir.
Böylece dış piyasaya hâkim olan firma sonradan fiyatları istediği gibi arttırır.

Damping dürüst bir ticârî uygulama sayılmaz. Pazarlarının zarar göreceğini anlayan ülkeler, kendi
üreticilerini yabancı firmaların dampinginden korumak için buna engel olmaya gayret ederler.

DANAAYAĞI (Arum)

Alm. Gefleckter aron (m), Fr. Arum, pied-de-veau (m), İng. Arum. Familyası: Danaayağıgiller
(Araceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Muğla, Maraş, Toroslar.

Nisan-mayıs aylarında çiçek açan, fenâ kokulu çiçek durumları meydana getiren, gölgeli ve serin
yerleri seven, bilhassa kaya gölgeliklerinde yetişen, 50 cm kadar boyunda, yumru köklü, zehirli otsu bir
bitki. Yaprakları uzun saplı ve ok şeklinde, parlak yeşil renkli olup, ağızda çiğnendiğinde dili yakar.
Çiçekler alt kısmında kıvrılmış beyazımsı-yeşil renkli spata adı verilen yaprakçıkla örtülü spadiks
(çomak) üzerinde bulunur. Spadiksin kâidesinde dişi çiçekler, bunların hemen üstünde verimsiz çiçekler
daha uca doğru erkek çiçekler ve en nihâyette verimsiz çiçekler bulunur. Spadiksin uç kısmı (apendiks)
bir çomak şeklinde olup, bayat et kokusunda morumsu veya sarı renklidir.

Kullanıldığı yerler:Kullanılan kısmı yumrularıdır. Yumrularında rafit, saponin vardır. Tahriş edici
ve yakıcıdır. Halk arasında romatizma ve sinir ağrılarını dindirici olarak kullanılır.

DANABURNU (Gryllotalpa Gryllotalpa)

Alm. Gemeine Maulwurfsgrille, Fr. taupee-grillon, İng. Mole Cricket. Familyası: Kazıcı
çekirgegiller (Gryllotalpidae). Yaşadığı yerler: Avrupa’da Ege bölgesinde, Orta Anadolu ve Akdeniz
bölgelerinde toprak altında bulunur. Özellikleri: Ön ayakları kazıcıdır. Fidan köklerini kestiğinden
zararlıdır. Çeşitleri: 20 kadar türü bilinir.

Böcekler sınıfının, düzkanatlılar (Orthoptera) takımından 5-6 cm uzunlukta bir eklembacaklı. Ön
bacakları kazıcı tipdedir. Kırmızı renkli vücudu kadife gibi tüylüdür. Ömrünü toprak altında geçirir.
Yuvasını kazmak için fidan köklerini kestiğinden zararlıdır. Gündüz yuvasında gizlenip gece dışarı çıkar.
Esas besinini solucan ve larva teşkil etmekle berâber, kök ve yaprak da yer. Bahçe ve bostanlara büyük
zarar verir. Avrupa’da yaşar. Ege bölgesinde yaşayan türleri de vardır. Ön kanatları küçülmüş, orta
kanatları büyüktür. Erkekler ön kanatlarını birbirine sürterek ses çıkarır. Dişilerde ince uzun
yumurtlama borusu vardır. Tombul vücutlarına rağmen kısa mesâfelerle uçabilirler.

DANDANAKAN SAVAŞI

Çağrı ve Tuğrul beylerin Gaznelilere karşı Dandanakan’da kazandıkları, Büyük Selçuklu Devletinin
kuruluşuna yol açan zafer.

Selçuklu liderleri Dâvûd Çağrı ve Tuğrul beyler, Oğuz boylarını yerleştirecek bir yurt bulup, devlet
kurmak için geçici olarak kaldıkları Horasan’da, o bölgelere hâkim olan Gaznelilerle mücâdele
hâlindeydiler. Yirmi seneden fazla devâm eden bu mücâdelelerin çoğunu Selçuklular kazanmış ve Gazne
şehirlerinden bâzılarını ele geçirmişlerdi. Gaznelilerin baskıları, Selçukluları daha çok mücâdeleye sevk
ediyordu.

Selçukluların, Gazneli Sultânı Mes’ûd’un 70.000 süvâri, 30.000 piyâde ve 60 muhârebe filinden
müteşekkil ordusunu 1038 yılında Serahs’da yenmeleri, Gaznelileri haklı olarak endişelendirmişti.

Nitekim Sultan Mes’ûd büyük bir hazırlıktan sonra 1040 senesinin Mayıs ayında, ordusunun tekrar
Serahs’a doğru harekete geçirdi. Selçuklular, Gazne ordusunun geçeceği yerlerdeki su kaynaklarını,
kuyuları körelterek geriye çekiliyorlardı.

Selçuklu ordusunun baş komutanı Dâvûd Çağrı Bey, arasıra süvârî birlikleriyle baskınlar yaparak
Gazne ordusunu hırpalıyor, sonra çöle doğru çekilerek, Gaznelileri kendisini tâkibe mecbûr ediyordu.
Sultan Mes’ûd, Merv ve Serahs şehirleri arasında Kum Çölü kenarında, suları ve kuyuları bol
Dandanakan Kalesine doğru savaşarak ilerleyip, askerin susuzluğunu gidermek istiyordu. Lâkin

Dandanakan Kalesine geldiklerinde, bütün su kuyularının köreltildiğini gördüler. Kuyuları tekrar işler
hâle getirmek teşebbüsünü kabul etmeyen Sultan, daha ileride suya yetişmek üzere harekete devâm
edince, susuzluk, açlık, yorgunluk Gazne ordusu arasında fikir ayrılıklarına sebeb oldu. Hattâ
birbirleriyle kavgaya başladılar. Hâdise büyüdü. Askerler arasında Sultan Mes’ûd’a karşı bir soğukluk
meydana geldi. Sultânın yanından ayrılmak ve onu kendi hâline bırakmak için birbirlerini teşvike
başladılar. Bu durumu fırsat bilen Dâvûd Çağrı Bey, askerlerini topyekün hücûma geçirdi. Kanlı bir
çarpışma başladı. Bitkin hâlde bulunan Gazneli ordusu dağılmaya, hattâ kaçmaya başladı. Sultan
Mes’ûd’un hassa ordusunu teşkil eden Gulamlardan bir kısmı Selçuklular tarafına geçince, Gazne ordusu
iyice dağıldı. Sultan Mes’ûd ve vezîri, kaçan askerlerin geri dönmeleri için var güçleri ile çalıştılar. Fakat
bozgun bir defâ başlamış asker dağılmıştı. Bütün çabalara rağmen toplamak mümkün olmadı. Artık
Selçuklu akıncıları sultanın karargâhına kadar yaklaşmıştı. Harp meydanında sebatla direnmeye çalışan
Sultan Mes’ûd’a:

“Sultânım! Bekleyecek zaman değildir. Ordu dağıldı, hassa askerleri bizi terk edip karşı tarafa
geçtiler.Tehlikeli bir duruma düştük. Önümüz ve arkamız sarılmış durumda. Beklemenin ne faydası var.
Acele burayı terk edelim!..” dediler.

Bunun üzerine Sultan Mes’ûd, yüz kadar askeriyle harp meydanını terkedip güçlükle kurtuldu.
Gazne ordusunun bütün hazîneleri, malları ve silâhları ele geçirildi. Bu zaferden sonra kurulan
Büyük Selçuklu Devleti, Horasan ve Harezm’in en güçlü devleti hâline geldi.

DANIŞTAY

Alm. Staatsrat (m), Fr. Conseil (m), d’Etat. İng. Council of state. İdârî uyuşmazlıkları ve dâvâları
görmek ve çözümlemek, Bakanlar Kurulunca gönderilen kânun tasarıları hakkında düşüncesini
bildirmek, tüzük tasarılarını ve imtiyâz şartlaşma ve sözleşmelerini incelemek ve kânunla gösterilen
diğer işleri ve kânunların başka idârî yargı mercîlerine bırakmadığı konularda ilk derece ve genel olarak
üst derece idâre mahkemesi. Tanzimâtın îlânından sonra hukuk alanında günün şartlarına uygun
mahkemeler kurma çalışmalarına başlanmıştır. Bu gâyeyle “Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye” ve “Dâr-ı
Şûrâ-yı Bâb-ı Âlî”den sonra “Meclis-i Âli-i Tanzimât” kurulmuş ve daha sonra bu iki meclis, “Meclis-i
Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye” adıyla birleştirilmiştir. Ancak bu birleşme, adlî teşkilâtla idârî teşkilâtın
birleştirilmesi ve tek yargı sisteminin uygulanması gibi sakıncalı bir sonuç doğurmuştur. Bunun

giderilmesi için, “Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye” 10 Mayıs 1868 târihinde “Şûrâyı Devlet ve “Dîvân-ı
Ahkâm-ı Adliye” adlarıyla ikiye ayrılmıştı.

Şûrâ-yı Devlet, idârenin taraf olduğu uyuşmazlıkları çözümlemekle yetkili kılınmıştır. O târihlerde
idârî dâvâlar çok geniş mânâda ele alınarak taraflardan birinin devlet olması hâlinde her dâvâ idârî dâvâ
sayılmıştır. Şûrânın yetkileri bu yüzden çok geniş tutulmuştur. Şûrâ, idâreye karşı açılmış dâvâlara
bakmakla kalmıyor, aynı zamanda bir uyuşmazlık mahkemesi yetkisiyle de donatılmış bulunuyordu.
1868 târihinde yayınlanan Şûrâ-yı Devlet Nizâmnâmesi’ne göre Danıştay; Umûr-ı Mülkiye ve Zabıta
ve Harbiye, Umûr-ı Mâliye ve Evkâf, Umûr-ı Adliye, Umûr-ı Nâfia Ticâret ve Zirâat, Umûr-ı Maârif olmak
üzere beş dâireye ayrılmış bulunuyordu. Bu dâireler hem idârî ve danışma ve hem de yargı görevlerini
bir arada yürütürlerdi. Ayrıca bir dâvâ dâiresi yoktu.

Cumhuriyet döneminde 669 sayılı kânunla kurulan Cumhuriyet döneminin ilk Danıştayı 6 Temmuz
1927 târihinde, Mülkiye, Mâliye ve Nâfia dâireleri olmak üzere üç idâre ve bir dâvâ dâiresiyle
çalışmalarına başlamıştır. Bu kânunla, Danıştay tarafından verilen kararların hiçbir makâmın onayına
gerek kalmadan yürütülmesi esas ve ilkesi kabûl edilmiş oluyordu.

Danıştayın kuruluşunda çeşitli târihlerde değişiklik yapılarak üç idârî ve üç dâvâ dâiresi olmak
üzere daire sayısı altıya çıkarılmış ve 1947 yılında Danıştay Tüzüğü hazırlanarak yürürlüğe
konmuştur. 1961 Anayasası ile Danıştaya Yüksek Yargı organları içinde yer verilmiş ve 24.12.1964
gün ve 521 sayılı kânunla Danıştay Yüksek İdâre Mahkemesi danışma ve inceleme merciî olarak
görevlendirilmiştir. Bu kânunla Danıştay, dokuzu kazâî ve üçü de idârî işlere bakan on iki dâireye
ayrılmıştır.

20 Ocak 1982 günü yürürlüğe giren 2575 sayılı kânunla Danıştayın kuruluşu, görev ve yetkileri
yeniden düzenlenmiştir. Bu kânunla Danıştay, ikisi idârî, sekizi dâvâ dâiresi olmak üzere on dâireye
ayrılmış, ayrıca Genel Kurul, İdârî İşler Kurulu, İdârî ve Vergi Dâvâ Dâireleri Genel Kurulu ile İctihâtları
Birleştirme Kurulu gibi karar organlarına yer verilmiştir. Yine 1982 Anayasası ile Danıştay, Yüksek İdâre
Mahkemesi, Danışma ve İnceleme Mercîi olarak yerini almıştır.

Danıştay bağımsızdır. Yönetimi ve temsili, Danıştay Başkanına âittir. Danıştay hükümetle ilgili
işleri Başbakanlık aracılığı ile yürütür.

Danıştay Başkanı, Danıştay Genel Kurulu ile İctihatları Birleştirme Kuruluna, İdârî İşler Kuruluna,
İdârî ve Vergi Dâvâ Dâireleri Genel Kurullarına ve Başkanlık Kurullarına başkanlık yapar. Öte yandan

Danıştay Başkanına âit görevlerden Danıştay Başkanı tarafından verilenleri yapmak, yokluğunda ona
vekillik etmek ve onun katılmadığı kurullara başkanlık yapmak üzere iki Başkanvekili bulunmaktadır.

Ayrıca üyelerin dâirelere ayrılmalarını, dâire değiştirmelerini, dâireler arasında görev
uyuşmazlıklarını çözümlemek üzere Başkanlık Kurulu, meslek mensuplarının disiplin işlerini görmek
üzere YüksekDisiplin ve Disiplin Kurulları vardır.

Danıştayda Genel Sekreter ve Yardımcıları, Özlük İşleri, Evrak, Levazım,Kitaplık ve Yayın, Tasnif,
Arşiv, Sosyal ve İdârî İşler, Özel Kalem Müdürlükleri, İdârî ve öteki hizmetleri yürütmektedir.

2575 sayılı kânun hükümlerine göre Danıştay:
İdârî, vergi mahkemelerinden verilen kararlara karşı temyiz isteklerini inceler ve karara bağlar. Bu
kânunda yazılı idârî dâvâları ilk ve son derece mahkemesi olarak karara bağlar. Başbakan ve bakanlar
kurulunca gönderilen kânun tasarıları hakkında düşüncelerini bildirir. Tüzük tasarıları hakkında
düşüncelerini bildirir.Tüzük tasarılarını ve imtiyaz sözleşme ve şartlarını inceler. Devlet Başkanlığı ve
Başbakanlık tarafından gönderilen işler hakkında görüşünü bildirir. Bu kânunla ve diğer kânunlara
verilen görevleri yapar. Danıştay üyelerinin dörtte üçü, Hâkimler ve SavcılarYüksek Kurulu tarafından,
dörtte biri, Cumhurbaşkanı tarafından seçilir. Danıştay Başkanı,Danıştay Genel Kurulu tarafından üye
tam sayısının salt çoğunluğu ile dört yıl müddetince seçilir.Süresi biten yeniden seçilebilir (Anayasa,
madde 155). 1980 sonrası döneminde İdâre Mahkemeleri, Bölge İdâre Mahkemeleri ve Vergi
Mahkemelerinin kurulmasıyla birlikte Danıştayın yükü önemli ölçüde hafiflemiştir.

DANİMARKA

Danimarka
DEVLETİN ADI

Krallığı

BAŞŞEHRİ Kopenhag

NÜFÛSU 5.146.000

YÜZÖLÇÜMÜ 43.092 km2

RESMÎ DİLİ Danca

DÎNİ Hıristiyan
(Protestan)

PARA BİRİMİ Danimarka
Kronu

Kuzey Avrupa’da Baltık Denizi ile Kuzey Denizi arasında Jutland Yarımadası ve dört yüz seksen üç
ada üzerinde kurulmuş olan en küçük İskandinav ülkesi. Güneyinde Batı Almanya, doğusunda Baltık
Denizi, batısında Kuzey Denizi ile çevrilidir. Dünyânın en büyük adası olan Grönland da Danimarka’ya
bağlıdır.

Târihi
Bilinen en eski târihi M.S. 800 yıllarında Vikingler zamanıdır. Fakat günümüzde Avrupa
müzelerinde bulunan en eski târihi eşyalar burada yapılan kazılarda elde edilmiştir. 9-11. asırlarda
burada bulunan Vikingler ilk Danimarka Krallığını kurmuşlardır. Danimarka târihinde İngiltere’yle
yapılan sürekli savaşlar önemli yer tutar. Danimarka Krallığı İngiltere’ye yaptığı devamlı akınlar
neticesinde 1013 senesinde İngiltere’yi ele geçirdi. İngiltere ile birlikte Norveç’i de Danimarka’yla
birleştirerek büyük bir krallık kurdu. 1042 senesinde çıkan karışıklıklarda İngiltere bağımsızlığını
kazandı. 1397’de iç karışıklıklarda Norveç’le birlikte İsveç de Danimarka’ya bağlandı. Yapılan savaşlar
sonunda 1645’te Danimarka bugünkü durumunu aldı. 1848’de yapılan değişiklikle meşrûtî bir idâre
kabul edildi. Birinci Dünyâ Harbinde tarafsız kalan ülke, İkinci Dünyâ Harbinde de tarafsızlığını îlân
etmesine rağmen, 9 Nisan 1940’da Alman orduları tarafından daha önce aralarında yapmış oldukları
saldırmazlık paktı hiçe sayılarak işgale uğradı. Bu işgale karşı hiçbir mukavemette bulunmayan
Danimarka ordusunu kaldırıp, donanmasını kendisi batırdı. Herhangi bir savaşın olmadığı bu işgal 1945
senesinde Almanların yenilmesiyle sona erdi. Birleşmiş milletlerin kurucu üyeleri arasında bulunan
Danimarka, 1949’da NATO’ya katıldı.
Avrupa Konseyinin de kurucu üyelerinden olup, Grönland’ın savunması içinAmerika
BirleşikDevletleri ile bir anlaşma yapmış, ayrıca 1951’de İskandinav ülkeleri arasında bir konsey
kurarak işbirliğini arttırmıştır. 1960’da AET’ye dâhil oldu.
Fizikî Yapı
Yüzölçümü 43.092 km2 olan ülke, Jutland Yarımadası ile 483 adadan müteşekkildir. Jutland
Yarımadası Kuzey Avrupa düzlüğünün bir uzantısıdır. Kuzeyde Limfiyord Boğazı ile ayrılan yarımadanın
batı kıyıları düzgün ve kum alanlarıyla kaplıdır. Kum alanlarının doğusunda bataklıklar yer alır. Son
derece girintili, çıkıntılı olan doğu kıyılarında verimli moren (buzultaş) ovaları bulunur. Ovaların
düzlüğünde seyrek rastlanan tepelerin en yükseği 173 m ile Yding Skovhoj’dur. Doğu kıyılarının
açıklarında Büyük Fionie, Syaelland, Seeland ve Lolland adalarıyla birlikte yüzlerce küçük ada vardır.

Buraya bağlı olan Grönland % 90’ı buzlarla kaplı, yüksek yayla görünümündedir.Yüzölçümü küçük olan
Danimarka’nın yüksekliği fazla olmadığından, akarsuları da küçüktür. En uzun akarsuyu Jutland’daki
Guden Irmağı (160 km), Stor Irmağı (100 km), Skern Nehri (90 km), Fyn adasındaki Odenja Nehri (60
km) ile Sjelland Adasındaki Sus Nehri (82 km) Danimarka’nın belli başlı ırmaklarındandır.Önemli bir
gölü yoktur.

İklim
İklim, fizikî yapıdan dolayı her yerde aynı özelliği gösterir. En sıcak ayda sıcaklık 15-17°C, en
soğuk ayda ise 0°C civarındadır. Yağışlı gün sayısı yılda 130-180 gün arasında değişir. En yağışlı aylar
ağustos ve ekim olup, yağış ortalaması 130-180 mm, Batı Jutland’da ise 800 mm’dir. Rüzgârlar
genellikle batıdan eserler ve çok serttirler.Katlegat ile Baltık Denizi arasındaki boğazların sert kışlarda
aylarca donmuş şekilde kalmalarına rağmen Jutland kıyısı buz tutmaz. Kış ve sonbahar ayları fırtınalı
geçer. Danimarka’da nisan ve haziran aylarında senenin en güzel günleri yaşanır.
Tabiî Kaynaklar
Tabiî kaynakları bakımından oldukça fakirdir. Yüzölçümünün % 10’unu kaplayan ormanların büyük
bir kısmı halkın yaptığı ağaçlandırma çalışmaları ile meydana gelmiştir.Kayın, meşe ve kozalaklı ağaçlar
yaygındır.Arâzinin doğu kısmında verimli ovalar bulunurken, diğer kısımları mer’a veya kırlık arâzidir.
Yabâni hayvanların bir özellik göstermediği Danimarka’da, mâden olarak porselen kili, granit, tuğla
yapımında kullanılan kil, turba ile tebeşir yatakları ve az miktarda kömür yatakları bulunur. Balık
bakımından kıyıları zengindir. Balıkçılar,Baltık denizinde ve Kuzey denizinde bol miktarda balık avlarlar.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Halkın hemen hepsi yerliler olan Dan’lardan meydana gelir. Azınlıkları Alman, Eskimo, Mûsevî ve
göçmen işçiler teşkil eder. Nüfus yoğunluğu başşehri olan Kopenhag’ın bulunduğu Sjelland Adasında
fazladır.Ülkede ortalama nüfus yoğunluğu km2 ye 119 kişidir. Jutland Yarımadası diğer meskûn adalar
içerisinde yoğunluğu en az olanlarındandır.Yarımadanın yerleşim bölgeleri genellikle doğu kıyılarındaki
verimli ovalar üzerine kurulmuştur.Nüfus artışı hemen hemen yok denecek kadar azdır (binde 4).
Halkın % 67’si şehirlerde, kalanı ise köylerde yaşar. Hıristiyan olan halk Protestan mezhebine bağlıdır.
Kullanılan resmi dil Danca olup, kendi grubunda olan diğer İskandinav dillerinden İsveççe ve
Norveççeye çok benzemektedir. Öğretimin devlet tarafından parasız olarak yapıldığı ülkede okuma-
yazma bilenlerin toplam nüfusa oranı % 100’dür. Edebiyat dallarından çocuk edebiyatı oldukça

gelişmiştir. Halk için deniz ulaşımında feribot, kara ulaşımında ise bisiklet vazgeçilmez araçlardandır.
Hayat standardı bakımından Avrupa’da ikinci gelmektedir. İki milyon insan atletizm kulüplerine
kayıtlıdır. Futbolda 1992 Avrupa Kupasını kazandı.

Siyâsî Hayat
Meşrûtî bir idâre vardır. 10 Eylül 1920 târihinde kabul edilen anayasaya göre Danimarka, anayasa
düzeninde kral tarafından yönetilir. 27 Mart 1953 tarihli kânuna göre de hükümdar soyundan olan
kadınlar da tahta çıkabilir. 4 yıl içinde seçilen 179 üyeli bir meclisi vardır.Kral, kânunları tatbik ve
yürütme yetkisine sâhiptir. Parlamentoda kurulan bir hükümet icrâ işinde krala yardımcı olur. Kral
parlamentoda başbakanı tâyin eder.
Ekonomi
Damimarka’da hayvancılık çok gelişmiştir. Et, süt ve süt ürünleri, Avrupa piyasasında son derece
makbuldür. Nüfûsun % 16’sı tarım alanında çalışır. Ülke topraklarının üçte ikilik kısmında ekim yapılır.
Arpa, buğday ve şekerpancarı yetiştirilen ürünlerin başında gelmektedir. Balıkçılık, bilhassa açık deniz
balıkçılığı ileri seviyededir. Batı Jutland kıyılarındaki Esbjerg en önemli balıkçı limanıdır. Balık yağı ve
diğer balık ürünleri üretimi ve işlenmesi için gelişmiş fabrikalar yapılmıştır. Tabiî kaynaklardan mahrum
olmasına rağmen sanâyi ileri bir seviyededir. Dışardan alınan ham petrol ve hammaddeler işlenir.
Sanâyi liman şehirlerinde fazladır. Gemi yapımı ve fabrika makinalarının yapımı ileri seviyededir. Sanâyi
makinaları, gemi ve tersâne inşâ sanâyiinde dünyânın önde gelen ülkelerindendir.Hayvan ürünleri (et,
süt, süt mâmülleri vs.), balık ve balık ürünleri, gemi, sanâyi makinaları, diğer ülkelere kurulan
tersâneler ülkenin başlıca ihraç mallarıdır. İşlenmiş petrol satışı da mühimdir. İthal malları arasında
yiyecek maddeleri, gübre, tohum, işlenecek hammadde başta gelmektedir. Ticâretini genellikle batı
Avrupa ülkeleri, ABD ile yapar.

DÂNİŞ

On dokuzuncu asır divan şâirlerinden. Asıl adı Mehmed’dir. İstanbul’da 1805’te doğdu. Babası
Silâhşorân-ı Hassadan Ali Rifat Beydir. Küçük yaşta öğrenime başlayan Mehmed Dâniş’in nerede ve
kimlerden okuduğu hakkında bir bilgi yoktur. Zekâsı ve bilgisiyle tanınan şâir, Dîvân-ı Hümâyûnda kâtip
olarak vazife yaptı. Fakat memuriyette yükselememiştir. Dâniş, zamanın geleneklerine uyarak
Nakşibendiliğin Hâlidiyye kolu şeyhlerinden Kudsî Ahmed Efendiye intisap etti. Daha sonra

Süleymâniyeli Şeyh Mehmed Said Efendiden tarîkat kurallarını öğrendi ve bu yolda ilerleyerek hocasının
takdirlerini kazandı. Mehmed Dâniş, memuriyetteki başarısızlığı yüzünden geçim sıkıntısına düştü.
Henüz yirmi beş yaşındayken yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak 1830’da vefât etti.

Dâniş, Arapça, Türkçe ve Farsça şiirlerin yanısıra, nesirde ve resimde de başarılıdır. Dîvân’ı üvey
kardeşi İrfan Paşa ve dostlarından Süleymân Fehim Efendi tarafından düzenlenmiştir. Dîvân’ın bilinen
beş nüshasından dördü İstanbul kütüphânelerindedir. Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ına nazire olarak
Gülşen-i Dâniş adında bir mesnevî yazmaya başladı ise de bitirememiştir. Menâzır-ul-İnşâ’nın
şerhini de tamamlayamamıştır.

Dîvân’dan örnek mısrâlar:
Gazel
Âsûde olan hâl-i dil-efgârı ne bilsin
Handân-ı tarab girye-künân zârı ne bilsin

Sevdâ-zede-i aşk olalı âhı unutduk
Sûdâger-i gam germî-i bâzârı ne bilsin
.......
Açıklaması: Huzur içinde olan, gönlü yaralının; mutluluk içinde gülen, inleyerek göz yaşı dökenin
hâlini ne bilsin? Gam (kaygı) alıp satan kişi harâretini nasıl bilmezse, biz de aşk derdine düşeli âh
etmeyi unuttuk.

DÂNİŞMENDLİLER

1071-1178 yılları arasında Sivas, Malatya, Kayseri,Tokat,Amasya ve civârında hüküm süren bir
Türkmen hânedânı.

Dânişmendliler beyliğinin kurucusu Gümüştekin Dânişmend Ahmed Gâzi, âlim ve fazîletli bir zâttı.
Bir rivâyete göre Kutalmışoğlu Süleymân Şahın dayısıydı.

1063 yılından îtibâren Sultan Alparslan’ın hizmetine giren Dânişmend; ilmi, cesâreti ve yiğitliğiyle
onun dikkatini çekmiş ve en güvenilir emirleri arasında yer almıştır.Malazgirt Savaşına da katılan
Dânişmend Ahmed Gâzi, zaferin kazanılmasında önemli rol oynadı. Sultan Alparslan savaşa katılan
emirlerinden Anadolu’da fetihlerde bulunmalarını istemiş ve fethedecekleri yerlerin kendilerine ıktâ
edileceğini bildirmişti. Zaferi müteâkip fetihlere girişen beyler, Anadolu’nun muhtelif şehirlerini
zaptederek buralarda kendi adlarıyla anılan beylikler kurmuşlardı. Danişmend Ahmed Gâzi de zaferden
sonra Bizanslılardan Sivas’ı aldı ve Dânişmendli Hânedânını kurdu (1071).

Sivas’ı bir üs olarak kullanan Dânişmend Gâzi; Çavuldur, Tursan, Kara Doğan,Osmancık, İltekin
ve Karatekin adlı emirleriyle Amasya, Tokat, Niksar, Kayseri, Zamantı, Develi ve Çorum’u fethederek
beyliğine kattı. Dânişmend Ahmed Gâzi daha çok Haçlılar ve Rumlara karşı yaptığı cihâd hareketleriyle
meşhur oldu. 1097 yılında İznik’i kuşatan ve zapteden Haçlılara karşı Sultan Birinci Kılıçarslanla birlikte
Eskişehir’de büyük bir meydan muhârebesine girdi. Binlerce Haçlı askerinin ölümüyle netîcelenen
savaşta Kılıçarslan ve Dânişmend Gâzi düşman kuvvetlerinin çokluğunu düşünerek geri çekildiler.
Bundan sonra vur-kaç taktiğini kullanan Türkler, Haçlıların Antalya’ya ulaşıncaya kadar büyük
bölümünü yok ettiler. Dânişmend Ahmed Gâzi, 1098 senesinde büyük bir orduyla Sivas’tan Malatya
üzerine yürüdü ve şehri kuşattı. Üç yıl devâm eden kuşatma sonunda Dânişmend Gâzi’ye mukâvemet
edemeyeceğini anlayan Gabriel, Antakya Prensi Bohemond’dan yardım istedi. Karşılığında da,
Malatya’yı ve güzelliğiyle meşhur kızı Morfia’yı vermeyi teklif etti.

Bunu fırsat bilen Bohemond, pekçok Haçlı reislerini ve bir kısım Ermeni prenslerini toplayıp,
Malatya’ya hareket etti.Haçlıların topraklarına gelişlerini önce memnûniyetle karşılayan Ermeniler,
zulümlerini görünce endişeye düştüler ve durumu DanişmendAhmed Gâzî’ye haber verdiler. Bohemond
kuvvetleri Malatya’yı Aksu Vâdisinden ayıran dağlık bölgeye girdiğinde pusuda beklemekte olan
Danişmend Gâzî’nin askerlerince kuşatıldı, çok kısa süren çetin bir savaştan sonra, Haçlı ordusu imhâ
edilirken Müslümanlara zulümleriyle meşhur olan Bohemond ve ileri gelen adamları esir alındı.

Dânişmendlilerin Haçlılara karşı kazandıkları bu muhteşem zafer, bütün Müslümanları çok
sevindirdi. Bohemond gibi bir kontun Müslüman Türkler tarafından esir edilmesi ise Haçlıları derin bir
üzüntüye soktu. Ayrıca Dânişmendlilerin şöhretini arttırdı. Gümüştekin Dânişmend, 1100 (H.494)
senesinde kazandığı bu zaferden sonra, Sivas’a döndü.

Gümüştekin Ahmed Gâzî bundan sonra Rumlar elinde bulunan Malatya üzerine yürüdü ve kısa bir
süre içerisinde şehri fethetti (1101). Ahmed Gâzî, sıkıntı içindeki Malatya halkına kendi ülkesinden
buğday ile zirâat için, öküz ve diğer ihtiyâçları getirterek halka dağıttı. Önceleri zulüm altında inleyen
Malatya halkı, bu davranışa memnûn ve hayran kaldılar. Pekçoğu İslâmiyeti kabul etti. Dânişmend Gâzî
elinde esir bulunan Bohemond’u iki yüz altmış bin dînar karşılığı serbest bıraktı. Ancak bu hareketi
Kılıçarslan’la arasını açtı. Maraş civârında yapılan savaşta mağlûb olan Dânişmend Ahmed Gâzî, 1105
yılında vefât etti. Beyliğin başına, 1105’ten 1134 senesine kadar hüküm süren oğlu Emir Gâzi geçti.
Dânişmend Gâzi’nin vefâtından istifâde eden Birinci Kılıçarslan, Malatya’yı ele geçirdi. Emir Gâzi

Rükneddîn Mes’ûd’un kızıyla evlenip dâmâdı oldu. (Bir rivâyette ise kayınpederi oldu.) Emîr Gâzi
zamânında Dânişmend ülkesi Fırat ve Sakarya’ya kadar uzandı. Kısa zamanda Kastamonu’yu alıp,
Bizans’ın eline geçen topraklarını kurtardı. Başarılarından dolayı Büyük Selçuklu Devleti sultânı, Sultan
Sencer’in ve Abbâsî Halîfesinin takdirlerini kazandı. Abbâsî halîfesi onun melikliğini bir fermânla tasdik
edip, ayrıca dört siyah sancak, bir kös ve çeşitli hediyeler gönderdi. Bunları getiren elçiler yanına
ulaştıkları sırada, Emîr Gâzi ağır hastaydı.

Emîr Gâzinin vefâtından sonra 1134 yılında yerine oğlu Mehmed, emir oldu ve 1146 senesine
kadar saltanat sürdü. Melik Mehmed, fetih hareketlerinden geri kalmadı ve Finike’ye kadar uzandı.
Bizanslıları yendi, Sivas’ı başşehir yaptı. Vefât edince Kayseri’de bir medreseye defnedildi ve yerine
büyük oğlu Zünnûn geçti. Ancak kardeşi Sivas Emîri Yağıbasan, emirliğini tanımadı ve kendi melikliğini
îlân etti. Duruma hâkim olan Yağıbasan, 1146’dan 1164 senesine kadar hüküm sürdü. İstanbul’a sefere
çıktı, fakat başarılı olamadı.Yağıbasan zamânı, beyliğin Selçuklularla münâsebetlerinin en bozuk olduğu
bir dönemdir.Yağıbasan, dışta Selçuklularla, içte de kardeşleriyle çarpıştı. Ağabeyi Zünnûn
Kayseri’yi,Yağıbasan da Malatya’yı ele geçirmişti. Selçuklularla münâsebetlerini bozan ve Saltuklularla
da iyi geçinemeyen Yağıbasan, 1164 senesinde Kayseri’de vefât etti. Oldukça karışık bir dönem
yaşayan Danişmendliler, yine de kültür faaliyetini devâm ettirdiler. Sivas ve Niksar’da medreseler
kurdular. Yaptıkları medreseler, târihe ilk kubbeli medreseler olarak geçti.

Danişmendli Hükümdârı Yağıbasan’dan sonra bunun kardeşi İsmâil, gençliğinin ilk yıllarında bir
müddet emirlik yaptı. Bundan sonra Zünnûn tekrar melik oldu. 1175 senesinde Danişmendliler beyliği
sona erdi. Toprakları İkinci Kılıçarslan tarafından Selçuklu topraklarına katıldı. Danişmendlilerden bir
kol, Malatya’da bir müddet daha hüküm sürdü. Fakat bunlar da, 1178 senesinde Selçuklu Sultânı İkinci
Kılıçarslan tarafından Selçuklu ülkesine katıldı. Böylece Danişmendli Beyliği târihe karışmış oldu. Ancak
bu beylikten pekçok emir Anadolu Selçuklularına itaat edip, onlar safında hizmete devâm
ettiler.Anadolu’da bir asra yakın hüküm süren Danişmendliler, büyük şehirlerde câmiler, medreseler ve
pekçok hayır eserleri yaptırmışlardır. Bu eserlerin zamanla tâmirler sebebiyle husûsiyeti
değişmiştir.Yaptıkları eserler, plân îtibâriyle 13. yüzyıl Anadolu mîmârisi için dikkat çekicidir.

DÂNİŞMENDLİLER
Sivas Şûbesi

Melik Dânişmend Gâzi 1071
Emir Gâzi Gümüştekin 1084
Melik Muhammed 1134
Melik İmâdeddîn Zünnûn(İlk hük.) 1142
Melik Nizâmeddîn Yağıbasan 1143
Melik Mücâhid Cemâleddîn Gâzi 1164
Melik Şemseddîn İbrâhim 1166
Melik Şemseddîn İsmâil 1166
Melik Zünnûn(İkinci hük.) 1168,1174
Malatya Şûbesi

Ayneddîn bin Gümüştekin 1142

Zülkarneyn 1152

Nâsıreddîn Muhammed (İlk hük.) 1162

Fahreddîn Kâsım 1170

Efrîdûn 1172

Nâsıreddîn Muhammed (İkinci hük.) 1175,78

DÂNİŞMENDNÂME

Anadolu’nun Müslüman-Türklerin hâkimiyetine girmesi hakkında yazılmış halk destanı. Dânişmend
Gâzi ve Melik Gâzi’nin kahramanlıklarını, gazâlarını anlatan, Battalnâme tarzında yazılmış olan
Dânişmendnâme’nin ne zaman ve kimin tarafından yazıldığı kesin olarak bilinmemektedir.

Eser ilkönce Anadolu Selçuklu Sultânı İkinci İzzeddîn Keykâvus’un emriyle İbn-i Alâ tarafından
derlendi. İbn-i Alâ halk arasındaki rivâyetlerin doğrularını toplayıp, Dânişmendnâme’yi yazdı. Hikâye
edilen vak’alarla adı geçen kahramanların târihten alınmış olması ve coğrâfî isimlerin Anadolu’ya
uygunluğu, eserin Türk edebiyâtında uzun süre târih kitabı gibi kabul edilmesine sebeb oldu. Osmanlı
Hükümdârı Sultan İkinci Murad’ın emriyle Tokat Dizdârı Ârif Ali, Dânişmendnâme’yi Türkçe olarak
aralarında manzum parçaların da bulunduğu bir nesir diliyle 17 bölüm hâlinde yazdı.

Dânişmendnâme’nin konusu özetle şöyledir: Peygamber efendimizin hicretinden 360 sene
sonra, Battal Gâzinin torunlarından Melik Ahmed Dânişmend, halîfeden izin alarak, birçok beyle birlikte
Anadolu’da fetihlere başlar. Uzun bir zamandır harâb olan Sivas’ı mâmur hâle getirerek buraya yerleşir.
Burada mücâhidleri ikiye ayırır. Turasan idâresindeki mücâhidler İstanbul üzerine giderler. Fakat
Alemdağ önlerinde şehid olurlar. Melik Ahmed Dânişmend ise Sivas’tan Karadeniz’e kadar olan bölgeyi
fethetmeyi kararlaştırır. Artuhi isminde bir Hıristiyanın Müslüman olmasına vesîle olur ve onu yanından
ayırmaz. Tokat, Zile, Amasya, Çorum ve Niksar bölgelerini fethederek halkı Müslüman olmaya davet
eder.

Halkın büyük bir kısmı İslâmiyeti seve seve kabul eder. Ancak bir müddet sonra Niksarlılar dinden
çıkarak bölgedeki birçok Müslümanı öldürürler. Dânişmend Gâzi, Niksar’ı tekrar alarak Canik’e doğru
yola çıkar. Fakat yolda pusuya düşürülerek şehid edilir. Vasiyeti üzerine Niksar Kalesi karşısında bir
yere defnedilir.

Dânişmend Gâzinin şehid edilmesinden sonra Hıristiyanlar kaybettikleri yerleri tekrar alırlar.
Dânişmend Gâzinin oğlu Melik Gâzi Bağdat’a giderek halîfenin huzuruna çıkar. Babasının fethettiği
yerleri Hıristiyanlardan tekrar alır. Niksar’a babasının mezârının üzerine bir türbe yaptırır. Melik Gâzinin
fetihlerini Anadolu Selçukluları hâkimiyetine bağlayan destanda olaylar birbiri arkasına devam ettirilerek
anlatılır.

Battalnâme’nin bir devamı olarak kabul edilen bu eserde münâcaatlar, Allah’a sığınıp yardım
dilekleri, Hızır aleyhisselâmın görünüp yaraları iyileştirmesi, bâzı Hıristiyanların rüyâlarında Peygamber
efendimizi görerek Müslüman olmaları, kimi Hıristiyan kızlarının mücâhidlerle evlenmeleri gibi dînî
motifler yanında târihî ve efsânevî unsurlar da çoktur. Eserin son bölümü bir sonsözden ibârettir. Yazar
burada dünyânın fâniliğinden bahsederken dînî ve ahlâkî nasihatler verir. Dânişmendnâme’de târihî,
masallaştıran ve pekçok vak’a için yanında târihe ışık tutan parçalar da vardır. Eserde gazâlara kimlerin
hangi sıra ile katıldıkları belirtilmekte, özellikle başı açık, yalın ayak harb eden dervişlerin küffâr ile
yapılacak gazâya yürüyüşleri hakkında bilgi verilmektedir.

Dânişmendnâme’nin kahramanı olan Melik Dânişmend Gâzi, Battal Gâziye benzeyen bir kişi
olup, bilgili, dindar ve usta bir kumandandır. Bir kılıç darbesiyle, düşman askerinin başını ve vücudunu
oturduğu atın eğer kayışına kadar ikiye böler. Muhârebe esnâsında attığı naralarla koca bir orduyu
dağıtır.

Halk şâirleri tarafından bu tür eserlerin nazmında çok kullanılan “Mefâîlün mefâilün faûlün”
vezninde ve o devir halkının kolay anlayabileceği dille söylemiş ve yazılmış olan Dânişmendnâme,
târihçiler için kaynak eserlerden sayılmıştır. Osmanlı târihçileri devirlerinin târih zevkine uygun
buldukları bu eserden bir târih kaynağı olarak faydalandılar. On beşinci asırda yaşayan Ârif Ali yazdığı
Dânişmendliler târihini anlatan Mirkât-ül-Cihâd adlı eserinde Dânişmendnâme’den çok faydalandı.
Anadolu’da birçok yazması bulunan eserin bir nüshası da Pâris Millî Kütüphanesindedir. İstanbul’da
Millet Kütüphânesi Ali Emiri Bölümü (Tarih Nu: 571) ile Belediye (İnkılap) Kütüphânesi Muallim Cevdet
Bölümü (Nu: K.441)nde birer nüshası daha vardır. Eser, 1960 senesinde batı dillerine tercüme edilerek
La Geste de Melik Dânişmend, Etude Critique Dânişmendnâme adı altında yayınlandı. Eser
üzerinde son ilmî çalışma İréne Melikof tarafından yapılmış ve La Geste Melik Dânişmend Tome I,
Edition Critique Tome II adı ile iki cilt hâlinde yayımlanmıştır.

DANTE, Alighieri

İtalyan şâiri. 1265 senesinde Floransa’da doğdu. Guelfo Partisi taraftarı bir burjuva âilesine
mensub olan Dante, küçük yaşta annesini kaybetti. Babası, yeniden evlendi. Gençliğinde eğlenceli ve
düzensiz bir hayat sürdü.

Devrinin önde gelen Floransalı şâirleri G. Cavalcanti, L. Gianni ile dostluk kurdu. Onlarla birlikte
Dolce stil nuoro (yeni tatlı üslup) adlı şiir akımını kurdu. Beatrice Portinari adlı kadına âşık oldu. Onun
için Yeni Hayat adlı eserini yazdı. Beatrice’nin ölümünden sonra Gemma Dodnatti ile evlendi Ondan
dört çocuğu oldu. Flosansa’da siyâsî ve ekonomik üstünlük sağlamak isteyen imparatorluk yanlısı
Ghilbellimler ile papalık yanlısı Guelfolar arasındaki uzun mücâdelede Dante’nin âilesi Guelfoların
yanında yer aldı. 1295’te Giano dela Bella’nın devrilmesini tâkib eden günlerde Doktorlar ve Eczâcılar
Loncasına girdi ve politikaya atıldı. 1296 senesinde Yüzler Konseyi adı verilen meclise katılarak
Soylulara karşı çıkarılan kânunları destekledi. 1300 senesinde Floransa şehri idâresinde yer aldı.
Siyahlar ve beyazlar arasındaki mücâdelede beyazlar tarafını destekleyen Dante, uzlaşma için üç kişilik
bir kurulla birlikte papaya elçi olarak gitti. Böylece bir daha dönmemek üzere Floransa’dan ayrıldı. 1
Kasım 1301 de Floransa’ya hâkim olan siyahlar, beyazları yargılamaya başladılar. Kamu fonlarını
kötüye kullanmakla ve zimmetine para geçirmekle itham edilen Dante, üç gün içinde 5000 florin gibi
yüksek bir parayı ödemeye ve iki yıl Toscana bölgesi dışında sürgün yaşamaya mahkum edildi.

Belirtilen sürede para cezâsını ödeyemeyen Dante’nin on dört arkadaşıyla birlikte yakılarak idâm
edilmesine karar verildi. Karara şiddetle karşı çıkan Dante, huzuru okumakta ve şiir yazmakta aradı.

1303’te Forli ve Verona’ya gitti. 1304-1306 arasında felsefe, hukuk, edebiyât çalışmaları için
uygun bir yer olan Bologna’da kaldı. Hem avunmak hem de düşünür ve sanatçı olmak için eserler yazdı.
Eserlerinde Floransa’ya duyduğu özlemi dile getirdi.

2 Ekim 1306 da Bologna komünü, Floransalı sürgünleri sınır dışı etti. Bologna’dan çıkan Dante
1308 senesi başına kadar İtalya’nın çeşitli yerlerini dolaştı. Bu arada eser yazmaya devam etti.
Eserlerinde İmparatorların papaya saygı göstermesi gerektiğini işledi. Bir müddet Toscana’da kaldıktan
sonra 1316’da Verona’ya 1318’de şâir Guido da Polenta’nın misâfiri olarak Ravenna’ya gitti. Burada
çocukları Pietro, Locopo ve Antonia ile buluştu. Elçilik vazifesiyle gittiği Venedik’ten Ravenna’ya döndü
ve 14 Eylül 1321’de bu şehirde öldü.

Eserlerinde monarşi idâresinin mükemmelliğini öven Dante, yeryüzü iktidârının rûhânî iktidar
karşısında özerkliğini savunur. Papanın yetkilerini sırf kiliseyi İncil’e yaraşır yoksulluğa geri götürmek
gâyesiyle kullanması gerektiğini söyler. Bu din düşmanlığını ve inançsızlığını, bozuk düşünce ve
hayalleriyle ölüm sonrasını anlatmaya çalıştığı İlahî Komedya adlı kitabında belirgin şekilde ortaya
koymuştur. Tamâmen saçmalıklar, ruh bozukluğu ve sapık düşüncelerini ortaya koyduğu bu kitap,
Dante’nin rûhî bir çöküntü içinde olduğunu gösteren eseridir.

Eserleri:
1) İl Convivio (Şölen): Nesirle yazılan ve felsefe ile şiirin birbirine karıştığı bir eserdir. 2) De
Vulgari Eloquentia: Halk dili üstüne yazılmış bir incelemedir. 3) De Monarcia: Monarşi üstüne
yazılan bir inceleme eseridir. 4) Divina Commedia: (İlâhî Komedya), 5) Quaestio de Aqua et-
Terra: Toprak ve su üstüne yapılmış bir incelemedir.

DANTON, Georges Jacques

1759’da doğup, 1794’te Paris’te ölen Fransız ihtilâlcisidir. Asıl mesleği avukatlıktır.
1789 ihtilâlinde halkın başına geçmiştir. 1792’de adâlet bakanı olmuştur. Paris’te çıkan çok büyük
karışıklıklar sırasında mûtedilleri yıldırmak için meşhur Eylül Kırımı adı verilen 2-7 Eylül 1792
hâdiselerini düzenlemiştir. 1793 senesinde bir iktidâr mahkemesi kurmuştur. Danton daha sonraları
yavaş yavaş gözden düşerken, radikal Habert’çilerin gücü artmıştır. Orleanss dükünü tahta çıkarmak

suçundan ihtilâl mahkemesine verilmiştir. Ateşli ve tesirli hitâbet kâbiliyeti ile kendisini müdâfaa
etmişse de, 13 taraftârı ile giyotinle îdâm edildi.

DANYÂL ALEYHİSSELÂM

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara
tebliğ etmiş, duyurmuştur.

İsrâiloğulları Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip isyân
edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Çeşitli belâlar gönderdi. Düşmanları tarafından
yurtları işgâl edildi. Asurlu hükümdârı Buhtunnasar (Nabukadnazar)ın orduları Kudüs’e girip ele
geçirdiler. Şehri yakıp yıktılar, İsrâiloğullarından pekçok kimseyi öldürdüler, esir aldıkları yetmiş bin
çocuğu yanlarında götürdüler. Bu çocuklar arasında Danyâl aleyhisselâmı Buhtunnasar sarayına aldı.
Danyâl aleyhisselâm onun sarayında büyüdü. Mecûsî olan, yâni ateşe tapan Buhtunnasar, Danyâl
aleyhisselâmın kendi dîninden olmadığını anlayınca, onu yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı. Daha
sonra Danyâl aleyhisselâmı hapisten çıkaran Buhtunnasar ona memleketin işlerini havâle etti. Çıkardığı
fermanla ona saygı gösterilmesini emretti. Buhtunnasar’ın adamları onu kıskandılar. Onun işten
uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen adamlarının sözlerine aldanan Buhtunnasar, Danyâl aleyhisselâmı
kendi dîninden olmadığı için ateşe attırdı. Fakat Danyâl aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla
yanmadı. Daha sonra Buhtunnasar’a yâhut Buhtunnasar’ın resmine secde etmediği için, içinde
arslanların bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü teâlânın yardımıyla arslanlar ona hiç
dokunmadılar. Danyâl aleyhisselâm atıldığı kuyudan sağ sâlim kurtuldu.

Buhtunnasar’ın ölümünden sonra, Uzeyr aleyhisselâmla birlikte Kudüs’e geldi. Kendisine
peygamberlik verildi. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Bir müddet
sonra Ehvaz yakınlarında Sûs şehrinde vefât etti.

DÂRÂ

Eski İran krallarından Keyâniyân Sülâlesinin dokuzuncu ve son hükümdârı. Darab’ın oğludur.
Babasının ölümünden sonra İran tahtına çıktı. On iki yıl hüküm sürdü. Makedonya Kralı İskender,
Anadolu, Suriye ve Mısır bölgelerini ele geçirdikten sonra Dârâ’nın sulh ve anlaşma tekliflerini kabul
etmeyerek İran üzerine yürüdü. Erbil’de meydana gelen büyük muhârebede Dârâ mağlub oldu.
Kaçacağı sırada yakalanıp öldürüldü (M.Ö. 330). Dârâ’nın vefâtıyla birlikte Keyaniyân Devleti de yıkıldı.

İran bölgesi bir müddet Makedonyalıların idâresi altında kaldıktan sonra Eskaniyân ile bâzı küçük
devletçiklerin idâresine geçti. Daha sonra ise Sâsânî Devletinin kurulmasıyla İran Devleti yeniden
dirilmiş oldu.

DÂRE KUTNÎ

Onuncu yüzyılda yetişmiş büyük hadîs âlimi. İsmi, Ali bin Ömer bin Ahmed bin Mehdî, künyesi
Ebü’l-Hasan’dır. Dâre Kutnî diye meşhûr olmuştur. 918 (H. 306) senesinde Bağdât’ın Dâre Kutn
Mahallesinde doğdu. 995 (H. 385) senesinde Bağdât’ta vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren ilim tahsiline başlayan Dâre Kutnî, Bağdât’ta zamânın âlimlerinden ilim
öğrendi. Ebû Saîd el-İstahrî’den fıkıh ilmini, İbn-i Mücâhîd, Muhammed bin Hasan en-Nakkâş ile bâzı
âlimlerden kırâat, yâni Kur’ân-ı kerîmi okuma ilmini öğrendi. Basra, Kûfe, Vâsıt, Sûriye ve Mısır’a
giderek, Ebü’l-Kâsım el-Begâvî, Ali bin Abdullah bin Mübeşşir el-Vâsıtî, Ebû Saîd el-Adevî, Yûsuf ibni
Yâkub Nişâbûrî, Ebû Hâmid bin Hârûn el-Hadramî gibi pekçok büyük âlimden ve zamânın en meşhûr
muhaddislerinden hadîs-i şerîf öğrendi ve ilim aldı. Tekrar Bağdât’a döndü. İlimde zamânının üstâdı
oldu. Pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Hâmid İsferâyinî, Ebû Abdullah Hâkim, Ebû Nuaym el-İsfehânî, Ebû
Kâsım et-Tenûhî, Ebû Muhammed el-Cevherî gibi pekçok âlim, ondan ilim öğrendi ve rivâyetlerde
bulundu. Fakat onların en meşhurları, Hâkim Nişâbûrî, Ebû Hamîd İsfehânî, Ebü’t-Tayyib Taberî ve
Hilyet-ül-Evliyâ kitâbının sâhibi Ebû Nuaym el-İsfehânî’dir. Hadîs ilminde hâfız derecesinde olan, yâni
yüz bin hadîs-i şerîfi senet ve metinleriyle ezbere bilen Dâre Kutnî 995 senesi Zilkâde ayının sekizinci
Çarşamba günü Bağdât’ta vefât etti. Bâb-üd-Deyr Mezârlığında Mâruf-ı Kerhî’nin yanına defnedildi.

Dâre Kutnî, zamânının muhaddisi, yâni yüksek hadis âlimi olup, ilmiyle amel eden, İslâmiyete
uymakta çok gayretli, güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Hadis ilmi dışındaki fıkıh, kırâat ve edebî ilimlerde de
zamânının bir tânesiydi. Çok zekiydi. Hangi ilimden olursa olsun, onun yanında bir şeyden bahsedildiği
zaman, onun o ilimde mutlaka bilgisi olduğu görülürdü.

Dâre Kutnî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları:
Bütün hastalıkların başı fazla yemektir.
Namazını vaktin sonunda kılan kimse, namazını kaçırmış olmamakla berâber, ilk vakitte
kılmadığından dolayı kaybettiği fazîlet, bütün dünyâ içindekilerden daha hayırlıdır.

Sizden biriniz, bir arkadaşının bir iyiliğini bilirse, onu duyursun. Zîrâ bu o kimseyi iyiliğe
teşvik eder ve iyiliğe olan hevesini arttırır.

Cömerdin (ikram ettiği) yemeği şifâ, cimrinin (ikrâm ettiği) yemeği ise hastalıktır.
Eserleri: Dâre Kutnî’nin eserlerinin en meşhuru, Sünen-i Dâre Kutnî adlı hadîs kitâbıdır. Bu
eserinde yalnız mühim fıkıh meselelerine dâir hadîs-i şerîfleri ve bunların muhtelif rivâyetlerini
vermiştir. Bu eseri onun fıkıh ilmindeki yüksek derecesini göstermeye kâfidir.
Diğer eserleri şunlardır: 1) İlel-ül-Hadîs, 2)İlzâmât ales-Sahîhayn, 3) Kitâb-ül- İstidrâkât
vet-Tetebbû, 4) Erbeûn fil-Hâdîs, 5) Kitâb-ül-İfrâd, 6) Kitâb-ül-Mücteba, 7) Kitâb-ül-
Müstacâr-fil-Hadîs, 8) Kitâb-ür-Rü’yâ, 9) Kitâb-üt-Tashîf, 10) Kitâb-ül-Kırâet. 11) Garîbü’l-
Luga, 12) Ma’rifetü Mezâbib-il-Fukahâ

DARGINLIK

Alm. Missmut (m)- Verestimmung (f), Arger, Zorn (m), Fr. Broulle, Faacherie (f), İng. Anger,
irritability. Dostluğu, yakınlığı bırakmak. İnsanlar arasında kırgınlığa, muhabbetsizliğe sebeb olan
dargınlık, cemiyeti kemiren mânevî hastalıklardandır. Erkek olsun, kadın olsun maddî menfaata
dayanan işler için birbirlerine darılması, yâni onu terk etmesi, aradaki bağlılığı kesmesi hiç uygun
değildir. Medenî, görgülü bir insanın yapacağı davranış böyle olmamalıdır. Olgun bir insan, hatâ arayan,
en küçük şeyden alınan, kırılan değil, affeden, hoşgörü sâhibi olandır.

İslâm dîninde iyi bir insan; hemen kırılmayan, bütün insanlara güler yüzlü, tatlı dilli davranarak
gönülleri alan insandır. İnanan bir insan, örnek kimsedir. Her yerde, herkese iyilik yapar. Müslümanlığın
güzel ahlâkını, şerefini, her yerde herkese gösterir.

Dargın olana, üç gün içinde gidip barışmak çok iyidir. Güçlük olmaması için, üç gün müsâade
edilmiştir. Daha sonra günâh başlar ve gün geçtikçe artar. Günâhın artması, barışıncaya kadar devâm
eder. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem dargınlıkla ilgili olarak buyurdular ki:

Mü’minin mü’mine üç günden fazla darılması helâl olmaz. Üç geceden sonra, ona gidip
selâm vermesi vâcib olur. Selâmına cevap verirse, sevapta ortak olurlar. Vermezse günâh
ona olur.

Sana darılana git, barış. Zulüm yapanı affet. Kötülük yapana iyilik et!

DARI (Panicum Miliaceum)

Alm. Hirsel (f), Fr. Millet (m), İng. 1. Millet 2. Maize, corn. Familyası:Buğdaygiller (Gramineae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Güneydoğu, İç Anadolu, Karadeniz, Ege, Marmara ve Doğu Anadolu
bölgelerinde.

Tohumları buğday gibi besin maddesi olarak kullanılabilen, bir veya çok yıllık bitki.
Memleketimizde insan gıdası ve hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Van Gölü kıyı bölgelerinde ve
Hakkâri’de darı türlerinden biri olan “cin darı” kavrulup taştan geçirilerek kavuzlarından ayrılır. Dâne
kısmı süt ve ayranla karıştırılır ve bir nevi ekmek yapılır. Bu darı aynı zamanda bozanın da
hammeddesidir. Mısır (Zea mays) bundan başkadır. (Bkz. Mısır)

Koca darı, Muğla ve Hatay bölgesinde ekmeğin ham maddesidir. Ekmeği arpa ekmeğinden
lezzetlidir. Koca darı nişastası dokuma sanâyii için çok elverişlidir.

Darının yeşil kısımlarında bitki gençken “durrin” denilen bir glikozit bulunur. Bu, hayvanları
zehirleyebilir. Onun için hayvanlara darılar çok taze ve yeşilken yedirilmemesi lâzımdır. Bu gibi tâze
otları, gölgede 24 saat kuruttuktan sonra hayvanlara vermelidir.

Yurdumuzda en çok darı yetiştirilen illerimiz, sırası ile; Urfa, Diyarbakır, Zonguldak, Muğla, Siirt,
Aydın, Hatay, Bitlis ve Adıyaman’dır.

İklim istekleri: Esas îtibâriyle tropik iklimin yerli ürünüdür. Fakat, mutedil iklime de iyi adapte
olmuştur. Fazla yağıştan zarar görmez. Kum darı ve cin darı fazla rutubetten hoşlanmazlar. Darı
tohumları 8-12 derecede çimlenirler. Darılar kurağa dayanıklıdır. Fakat kurakta gelişmeleri
durgunlaşmaktadır. Kuraklık geçince hızlı gelişmelerine devam ederler.

Toprak istekleri: Koca darı, çok değişik toprak tipleri üzerinde yetişir ve iyi mahsul verir. Fakat
en yüksek verim kumlu-killi topraklar üzerinde sağlanır. Kökleri çok derinlere inebilir. Diğer darı
çeşitleri daha yüzden kök sistemine mâliktirler. Fakat çok değişik toprak tipleri üzerinde yetişebilirler.
Toprakların organik maddelerce zengin olması, verimin daha fazla olmasını sağlar.

Toprak işlemesi, ekimi, hasat ve harman: Toprak pullukla sürüldükten sonra, diğer toprak
işleme âletleri ile ikilemeye ve gerekirse üçlemeye tâbi tutulur.Kâfi miktarda rutûbet mevcut ise sun’î
gübre veya çiftlik gübresi verilir. En iyi ekim zamanı mısır ekiminden takrîben 2 hafta sonradır. Toprak
sıcaklığı 13-15 derece olmalıdır. En iyi ekim şekli, âletlerle sıraya ekimdir. Ekim derinliği toprağın
durumuna göre 1-3 cm, dekara atılacak tohum miktarı 0.5-5 kg kadardır. Tohumlar çimlendikten sonra,
gerekli zamanlarda çapalama ve sulama işleri yapılır. Dâne mahsulü için yetiştirilen darıların hasadı,

dânelerin renkleştiği zamandan birkaç gün sonra biçilir. Bir müddet demet halinde kurutulur. Daha
sonra demetler toplanır, harman edilir.

DÂRİMÎ

Büyük hadis âlimlerinden. İsmi Abdullah bin Abdurrahmân bin Fadl bin Behrâm, künyesi Ebû
Muhammed’dir. 798 (H. 181) târihinde Semerkand’da doğup, 869 (H. 255)da Bağdat’ta vefât etti.

Hicâz, Şam, Mısır,Irak,Horasan’da büyük âlimlerden hadîs-i şerîf dinledi. Semerkand’a kâdı tâyin
edildi. Ancak bir hüküm verdikten sonra istifâ etti. Nadr bin Şümeyl, Ebû Nadr Hâşim bin Kâsım,Mervân
bin Muhammed et-Tâtârî, Ya’lâ bin Ubeyd gibi tanınmış âlimlerden (rahmetullahi aleyhim) rivâyetlerde
bulundu. Ondan da; Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İmâm-ı Buhârî, Hasan bin Sâlih el-Bezzâr, Zührî ve
daha başkaları (rahmetullahi aleyhim) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Sahîh-i
Müslim, Sünen-i Ebî Dâvûd ve Tirmizî’de mevcuttur. Müslim ondan yetmiş üç hadîs-i şerîf rivâyet
etmiştir. Zamânındaki ve kendinden sonraki hadîs âlimleri onun hadîs ilmindeki üstünlüğünü medh
etmişlerdir.

Dârimî hazretleri, hadîs-i şerîf ilminde olduğu gibi, tefsîr ve fıkıh ilimlerinde de derin bir âlimdi.
Eserleri: 1) Müsned-i Dârimî (En meşhûr ve kıymetli eseri budur). 2) El-Câmi-us-sahîh:
Buna Sünen-i Dârimî de denir. 3) Sülâsiyyât.

DARPHÂNE

Alm. Münze, Münztätte (f.), Fr. l’hotel (m) de la monnaie, İng. Mint. Genellikle mâdenî para
basılan yer. Darphânenin târihi eskilere dayanmaktadır. İlk darphânenin basit usûlde M.Ö. 640-
630’larda Lidyalılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Abbâsîler devrinde, tâcir ve sarraflar, değerli
mâdenleri halktan râyice göre satın alarak darphânede para olarak bastırabiliyorlardı. Osmanlı
Devletinde ilk para baskısı Osman Gâzi zamânında yapıldı. Selçuklular döneminde olduğu gibi Osmanlı
Türklerinin de birçok yerlerde, özellikle altın, gümüş ve bakır mâdenlerinin bulunduğu civarlarda
darphâneleri bulunmaktaydı. 1453 yılında İstanbul’un fethiyle birlikte Fâtih Sultan Mehmed, para ve pul
için ayrı ayrı darphâneler kurdurmuştu. Pul basılan yere “Pul Darphânesi” denirdi.

Osmanlı Devletinde, 1843 yılına kadar birçok şehirlerde para bastırılırken, darbedilen paraların ve
meskûkâtın (sikkelerin) darp ve îmâli bu târihten sonra İstanbul darphânesinde yapılmaya başlanmıştır.
İlk darphânenin yeri, Bâyezîd civârında, bugün de mevcut olan “Simkeşhâne Han” da bulunmaktaydı.

Darphâneyi sevk ve idârede işin başında bulunanlara “Darphâne Emini” denilmiştir. Daha sonraları
darphâne ismi “Darphâne-i Âmire” olarak değiştirilmiş, müdürlerine de, “Meskûkât-ı Şâhâne Müdürü”
denmeye başlanmıştır. Birinci Mahmud zamânında Darphâne Emininin ismi “Darphâne Nâzırı” olarak
değiştirilmiş; Tanzimâta kadar bu adla devâm etmiştir. 1922’den sonra âmire ünvânı “Darphâne-i Millî”
olarak değiştirilmiş, müdürleri de Darphâne-i Millî Müdürü olmuştur.

1789’da darphâne tâmir edilerek makinaları yenilendi. Tanzimâttan sonra Darphâne, müdürlük
olarak Mâliye Nâzırlığına bağlandı. 1842 târihine kadar çekiçle dövme sûretiyle yapılan para basım
işlemi, çıkartılan bir kararnâmeyle sarkaç usûlüne, 1853’te pres, 1911’den sonra ise makina presi
usûlüne geçildi. Sultan Abdülazîz Han devrinde yapılan Darphâne binâsı Cumhuriyet döneminde de
kullanılmaya devâm edildi. 1932 senesinde çıkartılan bir kânunla bugünkü şekilde bir düzenleme
getirildi. Hâlen Mâliye Bakanlığına bağlı olarak Darphâne ve Damga Matbaası Müdürlüğü olarak para
basmanın dışında altın ve gümüş külçe ve bu mâdenlerden yapılmış ziynet eşyâsının vs. damgalanma
işlerini de yapmaktadır. Darphâne, 1967’de Beşiktaş’ta yapılan bugünkü binâsına taşındı. Bahçelievler-
Yenibosna semtinde Darphane için Modern ve büyük bir binâ yapılmaktadır (1992). 1984’te Hazîne ve
Dış Ticâret Müsteşarlığına bağlı ayrı bir bütçeye sâhip kuruluş hâline getirildi.

DÂRÜLACEZE

Alm. Armenhaus (n), Fr. Asile (m), des pauvres, İng. Poorhouse. Kadın-erkek, yoksul, sakat ve
kimsesiz çocukları korumak için, Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde yaptırılarak hizmete sunulan
“düşkünler yurdu”.

Dârülaceze’nin temeli, 7 Kasım 1892 târihinde Kâğıthâne’de, atış alanı sırtlarında atılmıştır. Devrin
sadrâzamı Halil Rıfat Paşa, Dârülaceze’nin yapılmasında önderlik etmiştir. Yapıldığı devirde (28 Ocak
1895 yılında) çıkarılan kararnâmelere göre:Yurdun yönetimi, Dâhiliye Nezâreti (İçişleri Bakanlığı)ne
bağlanmıştır. Yurdun yönetim kurulu başkanlığı, belediye tarafından seçilen ve pâdişâhça onaylanan bir
memur tarafından yapılırdı. Üyelikleri ise; Vakıflar İdâresi, Müftülük ve Zaptiye Nezâreti tarafından
seçilen birer memurdan olurdu. Bundan başka ayrıca, Dârülaceze’de Ermeni, Rum, Katolik ve Yahûdî
azınlıkları da birer temsilci bulundururlardı. Kurul, hiç ücret almadan görev yapardı.

Dârülaceze’nin bugünkü idâresi 23 Temmuz 1908’de İstanbul Belediyesine bağlandı. 14 Mart
1910’da da Belediye Sağlık İşleri Müdürlüğüne verildi. 3 Ekim 1912’de yönetimi Sıhhiye Müdürlüğüne

devredildi. Günümüzde Dârülaceze İstanbul Belediyesine bağlı olarak 1946’da kurulan bir döner
sermâye işletmesi ile yönetilir. Dârülaceze’nin başlıca amacı, binânın hizmet alanı içerisinde ibâdethâne
olarak; câmi, havra ve kilisenin bulunması, din ve ırk ayrımı gözetmeden, düşkünleri barındırmak,
kimsesiz çocuklara bakmak, iş sâhibi yapmak, bu gibi âciz ve zavallı kimselerin râhat bir hayat
sürmelerini, ümitlerini kaybetmemelerini sağlamaktır. Dârülaceze’nin döner sermâyeli işletme
şartnâmelerine göre ancak İstanbul halkı buradan faydalanabilir. Dârülaceze 28.500 metrekarelik bir
alan üzerine 25 yapı hâlinde kurulmuştur. Bunlardan önemlileri şunlardır:

Bir Müdiriyet binâsı, 3 hastâne, 1 çocuk yuvası, 5 düşkünler pavyonu, 1 câmi, 2 hamam ve diğer
ihtiyaçlar için kullanılan başka binâlardan ibârettir.

DÂRÜLBEDÂYİ

İstanbul Şehir Tiyatrosunun ilk şekli ve adı. Türk tiyatro târihinde, tiyatronun kuruluş ve
gelişmesinde Dârülbedâyi topluluğu öncülük etmiştir. Teşkilâtın ilk adı Dârülbedâyi-i Osmânîdir.
Türkiye’de ilk düzenli bir tiyatro kurulması ve sahne sanatçılarının yetiştirilmesi fikri 1914 yılında
Şehremini Operatör Cemil Topuzlu tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikrin gâyesi, Türk halkına tiyatroyu
sevdirmekti.

Meşrûtiyet devri öncesi yurdumuzda, sahne hayâtı ve sanatı, Ermeni ve Rumların paylaştığı
faâliyetlerle devâm ediyordu. Bunlardan Rumlar özellikle pandomim ve kantoda, Ermeniler de
melodram ve komedi oyunlarında temâyüz etmiş toplulukları meydana getiriyordu. Türkler ise, tulûatçı
ve orta oyuncularıydı. Başlıcaları; Kavuklu Hamdi, Küçük İsmâil, Kel Hasan, Abdürrezzak, Şevki, Naşit
gibi sanatçılardı. Bu sanatçılar küçük kumpanyalar hâlinde temsilsiz oyun verirler, oyundan önce kanto
ve çalgı çalarak seyircilerini kendilerine benzetmeye çalışırlardı. 1908’de meşrûtiyetten sonra,
temsilden önce verilen kanto ve çalgı fasılları kaldırılmış; bunun yerine yurt konuları işleyen, cemiyetin
problemlerine ve dilimize çevrilmiş eserleri (tiyatro eserleri) sahnelere konmaya başlanmıştır. Bu tür
telif eserleri o zaman en çok oynayan sanatçı da Ahmed Fehim Efendidir.

Cemil Topuzlu Bey, Şehremini olarak İstanbul’da bir belediye konservatuvarı kurmak istiyordu.
Belediye meclisinde kendisine taraftar bulunca alınan kararla bu iş için o zamânın parasıyle 3000 lira
ayrıldı. Akabinde meşhur tiyatrocu Parisli (Paris Tiyatro Müdürü) Andre Antoine’la Paris elçiliğimiz

aracılığıyle anlaştı. Antoine, anlaşma îcâbı İstanbul’a geldi ve konservatuvar için Şehzâdebaşı’nda
Letâfet apartmanı tahsis olundu.

Konservatuvar açılış törenleri hazırlıkları sürerken bu arada Birinci Dünyâ Savaşı koptu. Bu durum
karşısında Andre Antoine, memleketine dönmek zorunda kalınca, bu iş de böylece yarım kaldı.

Savaş sırasında, Dârülbedâyi sanatçıları, Asker Âilelerine Yardım Cemiyeti faydasına Hüseyin
Suâd’ın adapte ettiği Çürük Temel adlı oyunu sahneleyerek halka sundular. Bundan sonra, Halit Fahri
Ozansoy’un Baykuş adlı manzum piyesi sahneye kondu. Savaş sonrasında oyunlara devâm edildi.

1927 yılında Dârülbedâyi adında bir dergi çıkarıldı. Bu dergi 1935 yılından sonra Türk Tiyatrosu
adını aldı. Günümüzde de Şehir Tiyatrosu organı olarak yayınını sürdürmektedir. Dârülbedâyi 1931-
1932 mevsim döneminde Belediye Meclisinin genel kararıyla Şehir Tiyatrosu olarak adını değiştirdi. Yeni
bir tüzükle Şehir Tiyatrosu, İstanbul Belediyesi’ne bağlandı.

Bugünün şehir tiyatroları, Dâârülbedâyi’nin teşkilât temelleri üzerine kurulmuştur. İstanbul’un
çeşitli yerlerinde oyunlar sahnelenmektedir.

DÂRÜLEYTÂM

1914’te yetim ve öksüz kalan çocukları korumak amacıyla açılan yurtlar.
Birinci Dünyâ Harbi sırasında bilhassa doğu, güneydoğu ve batıda birçok bölgemiz Rus, İtalyan,
Yunan ve Fransız işgal kuvvetlerinin kıyımına uğradı. Bu mezâlim sırasında açıkta kalan binlerce çocuk
İstanbul ve düşman işgaline uğramayan bâzı vilâyetlerimize getirildi. Bunlar harbin başlarında İngiliz,
Fransız, Rus ve İtalyanların boşalttıkları okullara yerleştirildiler. Bu okullara “yetimler yurdu” mânâsına
gelen Dârüleytâm denildi.
1916’da kabul edilen kânunlarla Dârüleytâmlara gelir bulunmak istendi ise de bir netice
alınamadı. İttihat ve Terakki Partisinin kötü idâresi dolayısıyla sâhipsiz kalan çocukların pek çoğu açlık
ve sefâletten hayâtını kaybetti. 1918’de savaşın bitmesi ve mütârekenin imzâ edilmesinden sonra
İstanbul’a gelen İtilaf devletlerinin okul binalarına yerleşmesi sonucu binlerce çocuk tekrar açıkta kaldı.
Bunlardan bir kısmı boş saraylara yerleştirilirken bir kısmı da İstanbul dışındaki vilâyetlerde, kapatılan
okullara yerleştirildiler. Kalan öğrenciler İstanbul’da toplanıp Şehir Yatı Mektebi adıyla Özel İdâreye
devredildiler. Bu öğrencilerden yetenekli olanlar 1927’de Dârüşşafaka’ya alındılar. Kısa bir süre sonra
Dârüleytâm tamâmen kaldırıldı.

DÂRÜLFÜNÛN

Alm. Üniversitat (f), Fr. Üniversite (f), İng. Üniversity. Türkiye’de, üniversiteye 1933 senesine
kadar verilen isim. İlk kuruluş yıllarında modern mânâda bir üniversite eğitiminden çok lise seviyesinde
eğitim veren bu müessese, sonradan değerli ilim adamlarının çalışmalarıyla yüksek bir ilim yuvası
hâline geldi.

1845’te toplanan Maârif Komisyonunun kararıyla devlet dâirelerine memur yetiştirmek gâyesiyle
bir Dârülfünûn açılması çalışmalarına başlanmıştır. Ayasofya’da eski Cebehâne Kışlası ile Sultan
Saraylarının arsasına üç katlı ve yüz yirmi beş odalı bir binâ tahsis edildi. Mekteb-i Hukukun kuruluşuna
kadar eğitim hizmetlerinde ve devlet işlerinde kullanılan bu binâda, idâdî ve rüştiyelerden sonra, 14
Ocak 1863’te Dârülfünûn öğretimi başladı. Laboratuvarı ve çok geniş bir kütüphânesi olan
Dârülfünûnun’da, Kimyâger Derviş Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Hekim Sâlih Paşa ve
Müneccim Osman Efendi gibi devrin kıymetli ilim adamları ders veriyorlardı.

1865’te Çemberlitaş semtinde Nuri Paşa Konağına taşınan Dârülfünûn, kısa bir süre sonra çıkan
yangında kütüphâne ve laboratuvarı yanınca, eğitime ara vermek zorunda kaldı. Maârif Nâzırı Safvet
Paşanın gayretleriyle Türbe’de ikinci bir Dârülfünûn binası yaptırıldı. 1870’te açılan okulun ilk rektörü
Yanyalı Hoca Tahsin Efendi olmuştur. Kısa bir süre sonra, karışıklıkların merkezi olması sebebiyle bu
okul 1871’de kapatıldı.

1896’da Sadrâzam Said Paşanın Sultan İkinci Abdülhamid Hana sunduğu bir lâyiha ile
Dârülfünûn’un tekrar tesisine başlanmış, fakat Osmanlı-Yunan savaşının çıkmasıyla iş yine tehir
edilmişti. Bir Eylül 1900’de Sultan İkinci Abdülhamid Hanın isteği ile Dârülfünûn-ı Şahâne adıyla tekrar
tesis edildi. Mülkiye, Hukuk, Tıbbiye mekteplerinin yanına Ulûm-ı Aliyye-i Dîniyye, Edebiyat, Ulûm-i
Riyâziye ve Tabiiye kolları ile Türkçe, Arapça, Farsçadan başka Fransız, Alman, İngiliz ve Rus
filolojilerini toplayan bir bölüm ilâve edildi. Yeniden kurulan okulda yerli hocalardan başka Avrupalı
hocalar da ders veriyordu.

İkinci Meşrûtiyetten sonra, 21 Eylül 1908’de, Vezneciler’dekiZeyneb Hanım Konağına taşındı ve
program yeniden düzenlendi. 1912’de Lüleburgazlı Emrullah Efendinin hazırladığı programla
Dârülfünûn’un modern üniversite hâline getirilme çalışmalarına başlandı. Zeyneb Hanım Konağının
yeterli olmamaya başlamasıyle Yerebatan’da Kimya, Feyzullah Efendi Konağında Jeoloji, İbrahim Paşa
Konağında Doğu Dilleri ve Safvet Paşa Konağında Coğrafya Enstitüleri tesis olundu.

Birinci Dünya Savaşı esnâsında Almanya’dan edebiyat, fen ve hukuk fakülteleri için davet edilen
profesörler ile öğretim kadrosu güçlendirildi. Savaştan sonra yeni bir yönetmelik hazırlandı. Buna göre
Dârülfünûn’u her yıl seçilen bir rektör (emin)ün başkanlığı altında fakülte temsilcilerinden meydana
gelen bir dîvân (senato) idâre edecekti.Yine bu yönetmeliğe göre dört medrese (fakülte) bulunacaktı:
Edebiyat, Hukuk, Tıb ve Fünûn.

Cumhûriyetin îlânından sonra Dârülfünûn’a eski Harbiye Nezâreti binâsı (İstanbul Üniversitesi
merkez binası) öğretim için verildi ve ilk rektör İsmâil Hakkı Baltacıoğlu oldu. 1924’te çıkan kanunla
Dârülfünûn’a hükmî şahsiyet (tüzel kişilik) verildi. 31 Mart 1933 târihli ve 2252 sayılı Üniversite Kânunu
ile Dârülfünûn lağv edilmiş ve yeni üniversite kurma işi Maârif Vekâletine verilmiştir.

DÂRÜLHADÎS

Hadis ilminin öğretildiği medreselere verilen isim. İlk defa Selçuklu atabegi Nûreddîn tarafından
Şam’da açıldı. Böylelikle hadis öğrenimi câmilerden medreselere geçmeye başladı. Sonradan Dârülhadîs
medreselerinde Kur’ân-ı kerîme âit ilimler de okutulmaya başlandığından, bu medreselere DârülKur’ân
ve’l-Hadîs ismi verildi.

Anadolu’da ilk Dârülhadîs, İlhanlı vezîri Şemseddîn Cüveynî’nin Sivas’ta kurduğu medresedir.
Osmanlı Devletinde ilk Dârülhadîs Bursa’da, ikincisi ise 1447’de Sultan İkinci Murad tarafından Edirne
Üçşerefeli Câmii Külliyesi içinde öğretime açılmıştır. İstanbul’da ilk Dârülhadîs, Süleymâniye Câmii
Külliyesi dâhilinde faaliyete başladı. Daha sonra gittikçe fazlalaşan Dârülhadîslerin sayısı 17. asırda
135’e kadar çıkmıştır.

Diğer medreselere göre daha yüksek seviyeli, Dârülhadîslerin müderrisleri de rütbe olarak daha
yüksekti. Meselâ, Dârülhadîs müderrislerinin yüz akçe yevmiyeli oldukları devirde diğer müderrisler
altmış akçe yevmiye alırlardı. “Kibâr-ı Müderrisîn” olarak isimlendirilen bu müderrisler, merâsimlerde
diğerlerine başkanlık ederlerdi.

DÂRÜLHARB

İslâm dîninin hükümlerinin tatbik edilmediği ülke, islâm ülkesinin siyâsî hâkimiyet sınırları dışında
kalan yer, siyâsî ekonomik ve sosyal düzenlemelerin İslâm dîninin hükümlerine göre yapılmadığı ülke.

Dârülharbde yasama, yürütme ve yargı yetkileri Müslümânların elinde değildir. Dârülharb terimi
Müslüman olmayan ülkelerin hepsini ifâde eder. Bu sebeple o ülkede yaşayan insanların Müslüman olup
olmaması önemli değildir.

Darülharb olan bir ülke belli şartlarda İslâm ülkesine dönüşür. Birincisi; dârülharb olan ülke
halkının tamamen Müslüman olmasıdır. Bu durumda İslâmiyetin hükümlerine göre yapılan kanunlar
yürürlüğe girer, dolayısıyla bu ülke darülharb olmaktan çıkıp İslâm ülkesi olur. İkincisi de
Müslümanların dârülharb olan ülkeyi feth ederek İslâm hükümlerini yürürlüğe koymasıdır. Halkının
çoğunluğu Müslüman olmasa bile İslâm hâkimiyetinin tanındığı, siyâsî, hukûkî, ekonomik ve idârî
düzenlemelerin İslâm dîninin hükümlerine göre yapıldığı bir ülke dârülharb olmaktan çıkıp İslâm ülkesi
olur.

İslâm ülkesiyle harb (savaş) durumunda olan ülke bu duruma son vererek barış antlaşması
yaparsa dârüssulh (barış ülkesi) olarak adlandırılır. Bu andlaşma geçici olabileceği gibi devamlı da
olabilir. Bu andlaşmanın devamlı olabilmesi için barış ülkesi halkının İslâm devletine cizye ve haraç
ödemeyi kabul etmesi lâzımdır.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye göre bir yerin dârülharb olması için; dârülharb olan bir memleketle
sınır olması, içerisinde İslâmiyetin hükümlerinden başka küfür ahkamının icrâ edilmesi, daha önceki
emân (güven) andlaşmalarına bağlı olan bir Müslüman ve zimmînin kalmamış olması lâzımdır.
İmâmeyne yâni İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmam-ı Muhammed’e göre; herhangi bir İslâm beldesinde küfür
ahkâmı icrâ edilmeye başlandığı, küfür ehli bir hükümdarın istilâsına uğradığı takdirde o belde
dârülharb hâline gelir. Hükümdarı harbî yâni müslüman olmayan herhangi bir ülke dârülislâm olan bir
memlekete bitişik olsa dahi dârülharb olur.

Bir İslâm ülkesinde bulunan zimmîler yani İslâm devletinin himâyesindeki gayr-i müslim
vatandaşlar, İslâm hükûmetine isyân edip bâzı İslâm şehirlerini istîlâ etseler ve Müslümanlarla harb
etmeye teşebbüs etseler bu insanların yerleştiği yerler dârülharb olur.

Kendilerine Müslüman dedikleri halde harama helâl diyen, güneşe tapan, İblise (şeytana) tâzim
(hürmet) eden, İslâm hükûmetine isyân edip bulundukları yerde, başkalarıyla birlikte İslâmiyetin
dışındaki hükümleri uygulayan kimselerin bulundukları yer darülharb olur. İslâm askeri bunlarla harb
eder, harbîlere uygulanan hükümler uygulanır.

Dârülharbde İslâmın vekârını, şerefini korumak ve fitneden sakınmak Müslümanlara vaciptir.
Düşman ordusu kuvvetli ise sulh yapmak, mal vermek bile câiz olur. Mürtedler (dinden dönenler)
kuvvetli olup şehirleri alırlar ve oraları dârülharb olursa hükümetin zarûret hâlinde onlarla da sulh
yapması câiz olur.

Dârülharbde îmâna gelen kimsenin farzı, haramı işitince, dârülislâmda îmâna gelen veya bâliğ
olan kimsenin o anda farzları yapması, haramlardan kaçınması lâzım olur. Dârülharbde îmâna gelen
kimse, farz olduğunu işitinceye kadar kılmadığı namazları kazâ etmez.

Dârülharbde bulunan Müslümanların işlerini, İslâmiyetin hükümlerine uygun yapması, İslâm
dîninin emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınması lâzımdır.

DÂRÜLİSLÂM

İslâm memleketi. İslâm dininin hükümlerinin kânun olarak tatbik edildiği yer. Yasama, yürütme
ve yargı yetkisinin Müslümânların elinde olduğu, Müslümân devlet başkanının otoritesinin kabûl edildiği,
siyâsî, ekonomik ve sosyal düzenlemelerin İslâm hukukuna göre yapıldığı ülke.

Müslümanların hâkimiyetinde bulunan yerler dârülislâmdır. Müslümanlar bu yerlerde güven ve
emniyet içinde yaşayarak dinî vazîfelerini yerine getirirler. İslâm mücâhidleri gayri müslimlere ait bir
ülkenin herhangi bir beldesini feth ederek içinde İslâm hükümlerini icrâya başlasalar o belde
dârülislâma dönüşür. Bu hususta bütün İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir.

Fıkıh âlimlerinin yâni İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre İslâm hâkimiyetinden çıkan ülke
dârülharbe dönüşür. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerine göre ise dârülislam olan bir ülkenin
darülharb olması için şu üç şartın bulunması lazımdır.

1. Dârülharb yâni kâfir memleketi olan bir ülkeye bitişik olmalıdır.
2. İçerisinde İslâm dîninin hükümleri uygulanmayıp, küfür ahkâmı icra edilmelidir.
3. İçinde daha önceden yapılan emân (güvenlik) anlaşmalarına uyan bir Müslüman veya zimmî
(gayri müslim) vatandaş kalmamalıdır.
Bu üç şart tahakkuk etmedikçe bir ülke veya belde dârülharb sayılmaz.
Yukarıda yazılı olan üç şartın meydana gelmesiyle dârülharbe dönüşen bir İslâm beldesi, tekrar
Müslümânlar tarafından feth edilse, daha önceki hükmüne döner, yâni dârülislâm olur.

İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’a göre herhangi bir İslâm beldesinde küfür hükümleri
icrâ edilmeğe başlandığı, Müslüman olmayan bir hükümdarın istîlâsına mârûz kaldığı takdirde dârülharb
olur. Çünkü bir yerin dârülharb olması, gayri müslimlerin, İslâm hükümlerinin icrâsına mânî olması,
kuvveti ve ordusu sebebiyledir. Bunları da gayri müslim hükümdârları veya hükümetleri temsil eder.
Buna göre bu İslâm beldesi, başka bir İslâm beldesine bitişik de olsa dârülharb olur.

Gayri müslimlerin eline geçen İslâm şehirlerinde vâlî ve hâkimler İslâmiyetin hükümlerine göre
hareket ediyorlarsa bu şehirler dârülharb olmaz, dârülislâm sayılır. Böyle şehirlerde Müslümanların
seçtiği vâli, hâkim veya bunların veya cemâatin seçeceği imâm cumâ namazını kıldırır. Ancak Müslümân
olmayan kimseler tarafından işgâl edilip İslâmî hükümlerin yasak edildiği yerler dârülislâm olmaktan
çıkar. Nitekim, Cengiz Han Asya’daki İslâm şehirlerini alıp Müslümanları şehîd etti. Ahkâm-ı İslâmiyyeyi
yasak etti. Aldığı şehirler dârülharb oldu.

DÂRÜLMUALLİMÂT

1870 yılında Osmanlı Devletinde ilk ve orta öğretim kız mekteplerine kadın öğretmen yetiştirmek
için açılan okul.

Osmanlı Devletinde kızlar için ilk iptidâiye (ilkokul) ve rüştiye (ortaokul) mektepleri 1858 yılında
açıldı. 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde bu okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla bir kız
öğretmen okulunun açılması öngörüldü. Nitekim bu maksatla 26 Nisan 1870’te Dârülmualimât adıyla
İstanbul’da Sultanahmed semtinde bir konakta açılan okulda eğitime başlandı. Bu ilk kız öğretmen
okulu, Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye bölümlerinden meydana geliyordu. Sıbyan
muallimliğinin öğretim süresi iki, rüştiye muallimliğinin dört yıldı. Mektepte ulûm-i dîniye, hesap,
kavâid-i lisan, nakış, resim, hat, târih ve coğrafya dersleri okutuluyordu.

1910-11 öğretim yılında Fâtih semtinde Dârülmuallimâtın bir yatılı bölümü açıldı. 1913’te bâzı
büyük vilâyet merkezlerinde de yeni Dârülmuallimâtlar açıldı. 1916’da Dârülmuallimât için yeni bir
nizamnâme ve müfredât programı vücuda getirildi. Buna göre Dârülmuallimât ibtidâî, izhârî ve âlî
olmak üzere üçe ayrıldı. 1918’de çıkan Fâtih yangını sırasında okulun yanması üzerine mektep,
Çapa’daki binâsına taşındı. İlk uygulamalı dersler burada başlatıldı. 1922’de Maârif Vekâletine bağlanan
Dârülmuallimât 1924’te Kız Öğretmen Okulu adını aldı.

DÂRÜLMUALLİMÎN

Sultan Abdülmecîd döneminde rüştiyelere (ortaokul) erkek öğretmen yetiştirmek üzere açılan okul
(1847). Daha sonra okulun programında yapılan düzenlemelerle iptidâîlere (ilkokul) ve idâdîlere (lise)
de öğretmen yetiştirilmesine başlandı. Böylece Dârülmuallimîn iptidâî, rüştiye ve idâdî olmak üzere üç
bölümden meydana geldi. Medrese öğrencilerinin alındığı okulun iptidâîye kısmı iki, rüştiye ve idâdî
kısımlarının ise öğretim süreleri üç yıldı. Talebelerine maaş bağlandı. Okulun iptidâî kısmında hesap,
coğrafya, kitâbet, târih, Farsça, cebir, hendese (geometri), resim, Fransızca, kozmoğrafya, hikmet,
kimyâ; rüştiye kısmında Arabça, Farsça, coğrafya, târih, inşâ, rik’a, hesap, hikmet, astronomi, kimyâ,
cebir, hendese usûl-ü defterî, resim; idâdî bölümünde ise hesap, muâmelât, usûl-ü defterî, cebir,
mantık, târih, lisân-ı ecnebi, hüsn-i hat, resim, inşâ-ı Türki, ilm-i Selefat, hendese, kozmoğrafya,
mebâdi-i ulûm-i tabiiye ve hıfzıssıhha dersleri öngörülmüştü. Dârülmuallimler 1875 yılından îtibâren
yaygınlaştırılarak İstanbul dışında da açılmaya başladı. Bosna, Girit, Amasya, Sivas, Kudüs, Erzurum,
Van, Musul, Aydın, Konya, Haleb, Elaziz ve Trabzon gibi vilâyet merkezlerinde yeni Dârülmuallimînler
açıldı.

Dârülmualliminîn idâdî şubesi 1880 yılında kapatıldı. Bunun yerine idâdî ve sultânîlere öğretmen
yetiştirmek üzere Dârülmualliminîn iptidâî ve rüştiye şûbelerinin yanında bir de âlî şûbesi açıldı (3
Kasım 1891). Her üç şûbede de öğretim şûbesi ikişer yıl olarak tesbit edildi. Yeni yönetmeliğe göre
iptidâi şûbelerine gireceklerin yapılacak imtihanda Arapça, sarf ve nahv, hüsn-i hat ve imlâ, kırâat-ı
Türkî’den başarı göstermesi, güzel ahlâk sâhibi, sağlam ve 20-30 yaş arasında olması gerekiyordu. Son
maddeler diğer şubeler için de geçerliydi. İptidâî şubesi mezunları veya eş seviyede bilgiye sâhip
olanlar, rüştiye şubesine kabul ediliyorlardı. Rüştiye şûbesi ile idâdî ve sultânî okullarını bitirenler, bir yıl
içinde mürâcaat ettikleri takdirde âlî şûbesine kayıt yaptırabiliyorlardı.

İstanbul Dârülmuallimîn mektebinin âlî kısmı 1909’da kaldırılarak öğrencileri Dârülfünûn’a alındı.
Dârülmuallimîn mektebinin adı 1924’te Erkek Öğretmen Okulu olarak değiştirildi.

DÂRÜSSAÂDE AĞASI

Kızlar ağası olarak da bilinen ve Osmanlı sarayında bütün enderûn ve harem ağalarının en
büyüğüne verilen isim. Teşrifâttaki mevkii, kapı ağası ve sonradan rütbesi yükselen silâhdar ağadan
yüksekti. Derecesi sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonraydı.

Dârüssaâde ağasının asıl vazîfesi, Topkapı Sarayının harem kısmını idâre etmekti. Bu vazîfesini
emri altındaki zenci ağalar vâsıtasıyla yerine getirirdi.

Hareme gelen zenciler en aşağı rütbede hizmete başlardı. Sonra sırasıyla acemi ağalığı, nöbet
kalfası, ortanca, hâsıllı, on ikinci hâsıllıktan terfî ile yaylabaşı gulamı, yeni saray baş kapı gulamı olurlar
ve nihâyet en kâbiliyetli olan Dârüssaâde ağası (kızlar ağası) tâyin olunurdu.

Hadım ağalarının en kıdemlisi, muhâfız kapı oğlanlarına kethüdâ tâyin olunur, sonra terfi ederek
baş kapı oğlanı olur, daha sonra sultan ve sultanzâdelerin merkezi olan eski saray ağalığına geçer ve
oradan da münhal (boş) olduğu takdirde Dârüssaâde ağalığına getirilirdi.

Dârüssaâde ağalarının rütbeleri bu müessesenin ihdâsından îtibâren uzun süre ak ağaların altında
bulunmuş ise de, pâdişâha devamlı yakın olmaları hasebiyle mânen derece olarak yüksektiler.
Sonradan maddeten de ak ağaların üst rütbesine çıktılar.

Dârüssaâde ağası tâyin olan zâta pâdişâhın huzûrunda samur kürk giydirilir ve tâyinini bildiren bir
hatt-ı hümâyûn verilirdi. Azilleri hâlinde Mısır’a gönderilerek “âzâdlık” denilen bir maaş tahsis edilirdi.
Hizmete devâm eden ağaların ise belli miktarda hasları vardı.

Dârüssaâde ağalarının nüfuzları bilhassa 17. ve 18. asırlarda çok arttı. Gerçekten bu devirde
yaşayan Hacı Mustafa Ağa, Hacı Beşir Ağa devlet idâresinde geniş selâhiyetleri bulunan kişiler hâline
gelmişlerdi.

Haremeyn-i şerîfeyn de denilen Mekke ve Medîne Evkâfının idâresine Dârüssaâde ağaları nezâret
ederlerdi. Haremeyn Evkâfının geliri her sene tahsil edildikten sonra deftere kaydedilerek pâdişâha arz
edilirdi. Daha sonra bunlar Mekke, Medine ve Kudüs’e gitmek üzere görevlendirilen surreler ile yerlerine
gönderilirdi. Defterler ise kontrolden geçtikten sonra, Dârüssaâde ağası tarafından bir sene boyunca
saklanırdı. Haremeyn hazînesi devlet hazînesinden ayrı olarak idâre edilir, pâdişâhın yazılı müsâadesi
olmadan bir akçe bile sarf edilemezdi.

Pâdişah vakıflarının idâresi de ağaların vazîfesi cümlesindendi. Dârüssaâde ağaları nezâretleri
altındaki vakıfların işlerini tedkik etmek üzere her çarşamba günü dîvân kurarlardı. Dîvânda Harameyn
Evkâfı müfettişi, muhâsebecisi, mukâtaacısı ile rûznâmeci, baş halîfe, yazıcı gibi memurlar hazır
bulunurlardı.

Haremeyn Evkâfına âit mukâtaaların ihâlesi, ferağ, intikal ve mahlûlât işleri, selâtin (pâdişâh)
câmileri hademelerinin azil ve tâyinleri bu dîvânda görüşülür ve karâra bağlanırdı. Bütün kararlar

mütevellîlerin arzlarıyla alınırdı. 1834’te Haremeyn Vakfı Nezâreti teşkil olunmuş ve Haremeyn
Evkâfının idâresi bu memuriyete devredilmiştir.

Sarayın Bîrûn kısmı memurlarından olan çadır mehterbaşısı, hazînedârbaşı, bezirgânbaşı,
pişkeşçibaşı da Dârüssaâde ağasının emri altındaydı.

DÂRÜŞŞAFAKA LİSESİ

İstanbul’da öksüz ve yetim çocukların eğitimini sağlamak maksadıyla açılan ilk parasız yatılı okul.
1865 senesinde Müslüman fakir çocukların öğrenim imkânına kavuşmaları için “Cemiyet-i
Tedrisiyye-i İslâmiyye” adında bir cemiyet kuruldu. Cemiyeti kuranların başında, Mâliye Nâzırı Yûsuf
Ziyâ Paşa, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Vidinli Mareşal Tevfik Paşa geliyordu. Cemiyet, önce Bâyezîd’de
Sîmkeşhâne Çarşısının yanında Vâlide Emetullah Hanımefendinin mektebini tâmir ederek işe başladı.
Okuma-yazma ile başlayan öğretim, Kur’ân-ı kerîm, ilmihâl bilgileri, matematik, geometri ve coğrafya
dersleri ile devâm ediyordu.
Öğrencilerin sayısının hızla artması ve bu mektebin kâfi gelmemesi üzerine, devrin pâdişahı
Abdülazîz Hanın maddî ve mânevî desteği, hayır sever Müslümanların da yardımlarıyle “Cemiyet-i
Tedrisiyye-i İslâmiyye”, 1869 senesinde Dârüşşafaka Lisesinin inşâsına İstanbul-Fâtih semtinde
başlandı. İnşâat dört sene sürdü. 12 Haziran 1873 günü derslere törenle başlandı. Okula ilk defa elli
dört öğrenci alındı. 1923 senesinde lise eğitimine geçildi. 1927 senesine kadar lise öğretimi devam etti.
Bu günkü tüzük 1953 yılında kabul edilmiştir.
İki ayrı binâ hâlinde yapılan Dârüşşafaka Lisesinde önce kız ve erkek öğrenciler ayrı binâlarda
okurdu. Sonra kızlar alınmayıp sâdece erkek öğrenciler okumaya başladı. 800 öğrenci kapasiteli olarak
yapılan Dârüşşafaka Lisesinde Türkiye’nin her yerinden babası ölmüş çocuklar imtihanla alınmaktadır.
1955 senesinde bâzı dersler İngilizce okutulmaya başlandı. Önce hazırlık sınıfında İngilizce öğretilip, bu
sınıfı başaranlar orta ve lise kısmını aynı okulda bitirmektedir. 1971 yılından îtibâren öğrencilerin karışık
okuduğu lise bir dernek tarafından idâre edilmektedir. Öğrencilerin bütün ihtiyaçları yemek, giyim, ders
araçları dernek tarafından karşılanmakta ve öğrenciler yatılı okumaktadır.
İsmâil Safa, Ahmed Râsim, Riyâziyeci Sâlih Zeki, Hüseyin Remzi Bey buradan mezun olmuşlardır.
İlk kurulduğu zamanlar dersleri cemiyet üyeleri vermekteydi. Daha sonraları tâyin edilen
öğretmenler vermeye başladı. Öğretim süresi bir yıl hazırlık, üç yıl orta, üç yıl da lise olmak üzere

toplam yedi yıldır. Eğitim öğretim ücretsizdir. Dârüşşafaka Lisesi, aynı isimle İstanbul-Fâtih semtinde
hâlen eğitim ve öğretimini sürdürmektedir (1993).

Dârüşşefaka Lisesine girebilmek için:
1. Babası ölmüş olmak,
2. 12 yaşından büyük olmamak,
3. Mâli durumu yeterli olmamak,
4. İlkokulu o öğretim yılında bitirmiş olmak,
5. Sağlık durumu yatılı öğretime elverişli olmak gerekmektedir.

DÂRÜŞŞİFÂ

(Bkz. Hastahâne)

DARWİNİZM

Alm. Darwinismus (r), Fr. Darwinisme (m), İng. Darwinism. Hayâtın ve canlı varlıkların meydana
gelişini, tesâdüfî olaylarla açıklamaya çalışan biyolojik bir görüş veya faraziye. “Evrim teorisi, evolusyon
teorisi, tekâmül nazariyesi” gibi isimlerle de anılır. Kelime olarak evrim; basitten mükemmele doğru
değişme, gelişme, tekâmül demektir. İlkel olanla yetinmeyip mükemmel olanı aramak mânâsına gelir.

Darwinizm savunucularının, hayâtın başlangıcı ve canlıların çeşitliliğiyle ilgili görüşleri şöyledir:
“Hayat ve canlı varlıklar, tesâdüfen meydâna gelmiştir. Önce inorganik maddelerden organik maddeler
ortaya çıkmış, sonra bu organik varlıklar biyolojik varlıklara dönüşmüştür. Herhalde, bütün canlıların
yapı taşı olan hücre, milyonlarca yıl önce denizlerde tesâdüfen meydâna gelmiş, bundan da zamanla
küçük deniz bitkileri ve hayvanları, sonra karadaki bitki ve hayvanlar, en sonra da çeşitli
dönüşümlerden geçerek insan yeryüzünde gözükmeye başlamıştır.” gibi laflar söylüyorlar. Böylece
Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes kitapların, hâşâ hikâye
olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne
uymayacağını anlatıyorlar.

Darwinizm ve diğer adıyla evrim teorisi yalnız Darwin’in olmaktan çıkmış yukarıdaki gibi
özetlenebilen şeklini almıştır. Teori, Darwinizm ismiyle anılmakla berâber, öne sürülen görüşlerin pek
çoğu ile Darwin’in alâkası yoktur.

Bâzı çevreler bilhassa materyalist ve ateist (dinsiz) kimseler için “Darwinizm” âdetâ yepyeni bir
“din” veya “mezhep”tir. Profesör Gish, evrimcilerin görüşleriyle ilgili olarak; “Evrim felsefesi, aslında
evrimcilerin kendi dünyâ görüşleri içerisinde yer alan bir inanç sistemidir.” demektedir.

İlk canlının meydana gelişiyle ilgili görüşler Oparin ve Haldene’nin hipotezlerine dayandırılır.
Bunlara göre: İlk atmosferin terkibi bugünkü gibi değildi ve yapısında serbest oksijen yoktu. Metan
(CH4), amonyak (NH3), su buharı (H2O) ve hidrojen (H2) gazlarından meydana gelmişti. Bu gazlar,
yoğun ultraviole (mor ötesi) ışınların enerjisiyle reaksiyona girmiş ve organik maddeleri meydana
getirmişti. Evrimciler; organik maddelerin yağmur sularıyla sıcak denizlere sürüklendiğini, kendi
aralarında birleşerek “koaservat” denen daha kompleks bileşikler yaptığını ve bunlardan da, “amip
benzeri” ilk hayat hücresinin meydana gelmiş olabileceğini iddia ettiler. Meselâ, fizyolojist Haldene:
“Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşten gelen ultraviole şuâlar tesiriyle, inorganik
gazlardan, organik bileşikler meydana gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yâni aldığı
gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf eseri
teşekkül etmiş” olmak ihtimâlini söylemiştir. Fakat, bu bir hipotez (faraziye) olup, bir tecrübe ve hattâ
bir teori (nazariye) bile değildir.

Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hatta bir
nazariye bugün mevcut değildir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkik ilimleridir. Fen olayları, önce his
uzuvları ile veya bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu
olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri, rolleri tespit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş
tarzı biliniyorsa, buna inanılır. Fakat tecrübe edildiği hâlde, sebepleri anlaşılamayan hâdiseler de vardır.
Bunlara sebeb olarak, birçok fikirler ileri sürülür. Bilim adamlarının, sebebi ispat edilemeyen hâdiseler
hakkındaki şahsî kanâatlerini ifâde eden bu fikirlerine “faraziye” veya “hipotez” denir. Bu fikirler mutlak
değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif adamların başka başka tefsir ettikleri de olur.

Bir hipotez, bir çok bilim adamı tarafından benimsenip, geniş bir geçerlilik kazanırsa, “teori” adını
alır. Teoriler, hipotezlere göre daha güçlü görüşlerdir. Gerek hipotez, gerekse teoriler fen bilimlerinde
bulunabilir. Fakat bunlar ispat edilip “bilimsel kânun” hâline gelmedikçe, fen bilimlerine mâl edilemez.
Fen biliminin malı olamaz. Bir gerçekmiş gibi savunulamaz. Bunlar bilim adamları tarafından, her
zaman şüpheyle bakılan, tenkit ve yoruma açık görüşlerdir. Yanlışlığı ispat edilenler, reddedilerek terk
edilir veya gözden geçirilerek yenileri kurulur. Haldene’nin sözü, nihâyet teori olmaktan çok uzak bir

hipotezdir. Laboratuvarlarda, “hayâtın kimyevî temelleri” olarak amino asitler, koaservatlar ve
proteinler ve daha nice hassas terkipler îmâl edilebilse de, bunlarda çok basit de olsa canlı bir yapıya
ulaşılamaz. Bugüne kadar hiçbir kimyâger veya biyolog amino asitleri birleştirerek canlı bir yapı
meydana getirememiştir. “Hayât”, sâdece, bir maddî elementler kompozisyonu olarak ele alınamaz. Bu
kimyevî terkibin ve maddî elementler kompozisyonunun üzerinde “ilâhî bir kudretin” varlığı
gerekmektedir.

Evrim, iddia edilmiş fakat hiçbir zaman insanlar tarafından gözlenememiştir. Meselâ, hiç kimse,
kâinâtın veya hayâtın başlangıcını, herhangi bir türün evrimle değiştiğini görmemiş, bir balığın bir
kurbağaya dönüştüğüne veya bir maymunun insan hâline geldiğine şâhid olmamıştır. Evrimi müşâhade
etmek mümkün olmadığı gibi, deneyle de ispat edilemez.

Evrimin, deney metodlarıyla ispatının mümkün olmadığını, evrimciler de, açık sözlülükle kabul
etmektedirler. O hâlde, deneye dayalı metodlarla incelenemeyen bir teorinin, ilmî olduğu nasıl iddiâ
edilebilir? O hâlde, açık bir ifâdeyle söylemek gerekirse, evrim teorisi bir zandan ibârettir ve deneye
dayalı bilimin dışındadır.

Canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini ilk yazan Fransız doktoru Lamarck’tır. 1809’da
neşrettiği Filozofi Zoolojik ismindeki kitâbında “Canlıların bir asıldan türeyebileceğini” yazdı. Fakat
aynı asırdaki biyologlar, Lamarck’ın verdiği misâllerin, hayvanların birbirlerine dönmesi değil, canlıların
bulundukları muhite intibak etmelerini (adaptasyonu) göstermekte olduğunu söylediler. İkinci olarak
İngiltereli bir biyoloğun oğlu olan Charles Darwin, 1859’da yayınladığı Türlerin Menşei ismindeki
kitabında canlılar arasındaki hayat mücâdelesini anlattı. “Canlılar bulundukları muhite uymak için
mücâdele eder. Bu hayat mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, kaybedenler ölür.” dedi. Hayat
mücâdelesindeki elenmelerine, “doğal seleksiyon=tabiî ayıklanma” adını verdi. Canlıların muhite
uyduklarını, bunun için ufak değişikliklere uğradıklarını yazdı. Bunun sonucunda her türün bireyleri
arasında çeşitlilik, varyasyon (değişme) olduğunu ileri sürdü. Misâl olarak da, zürâfaların ataları
arasında uzun ve kısa boyunlu varyetelerin (âit olduğu türden çok ufak farklarla ayrılan bireylerin) var
olduğunu söyledi. Dünyânın kuraklık devrelerinde kısa boyunluların ot bulamayarak açlıktan öldüklerini,
uzun boyunluların ise, ağaç yapraklarına uzanarak hayatlarını devâm ettirdiklerini ve bugünkü
zürâfaların, o uzun boyunluların nesilleri olduğunu iddâ etti. Buna da çeşitli îtirâzlar oldu. İlme, gerçeğe
dayanmayan bu hususlar gerçek ilim adamları tarafından devamlı reddedildi. Hattâ Darwin de göz,

beyin gibi karmaşık organların nasıl meydana geldiğini anlamaktan âciz olduğunu bildirmiş, bir
arkadaşına yazdığı mektupta, “Gözün teşekkülünü düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum.” demiştir.

Bütün evrim teorilerinde asıl gâye, insanın maymundan veya başka bir hayvan türünden geldiğini
îzah veya isbât etmeye kalkışmak değildir. Bu teorilerde temel görüş; hayvan olsun, bitki olsun, bütün
organizmaların birbirlerinden meydana geldikleri ve bunların bir kaynağa, ortak bir ataya irca
edilmelerinin mümkün olduğu fikridir. Başka bir ifâdeyle, evrimciler türlerin sâbit olmadığına, eski
türlerin zaman içinde değişmesiyle günümüzdeki türlerin meydana geldiğine ve bu değişimin
günümüzde de devâm ettiğine inanırlar. Yeni türlerin meydana gelişinde tesâdüflerin ortaya çıkardığı
âni değişimlerin (mutasyonlar) asıl rolü oynadığını iddia ederler.

Mutasyonlar, herhangi bir sebeple kromozomların genlerinde meydana gelen âni değişmelerdir.
Tabiatta çok az rastlanan, tür hudutlarını aşmayan ve çoğu öldürücü olan olaylardır. Gen mutasyonları
DNA kıvrımlarındaki hatâlardır. Mutasyonlar sonucunda ana ve babadan, bir veya birkaç karakter
bakımından değişik yavrular doğabilir.Meselâ, gen mutasyonları yüzünden Drosophila (Sirkesineği)nın
gözleri kırmızı veya beyaz olabilir. Kanatları kısa, uzun veya vazîfe görmüyor olabilir. Fakat bunlar hep
organlardaki karakter değişimleridir.

Deneysel mutasyonlarla yeni organlar veya türler meydana getirilmemiştir. Aslında mutasyonların
meydana gelme ihtimâli de çok azdır (milyonda bir ihtimal). Bir milyon fertten ancak birisinde
görülebilmektedir.Kaldı ki, mutasyonların çoğu zararlı ve öldürücüdür. Yeni türlerin oluşumunu, göz ve
beyin gibi karmaşık yapılı organların meydana gelişini, tamâmen tesâdüflere bağlı olan ve milyonda bir
ihtimalle meydana gelebilen, çoğu sakatlayıcı, kısırlaştırıcı, düşürücü ve öldürücü olan mutasyon
olaylarına bağlamak mümkün değildir.

Evrim teorileri, hayâtı “tesâdüflere” ve “mücâdeleye” indirgemede aynı fikirdedirler. Bu görüşlere
göre “hayat bir mücâdeledir” ve yeryüzünde bir mükemmeliyet aramak beyhûdedir. Tesâdüflerin ortaya
çıkardığı değişmeler hayat çarkını çevirmektedir. Kısaca hayat, tesâdüflerin eseridir. Yâni, bir yaratıcısı,
bir nizam vereni yoktur derler.

İşte bu sebepten bilhassa materyalist görüşün hâkim olduğu felsefî ekoller ve diğer ateistler
(dinsizler) bu teoriye dört elle sarılmışlardır. Çünkü kendileri de kâinâtın ve hayâtın bir yaratıcısı, bir
nizam vericisi olduğuna inanmamakta, mukaddes kitaplarda bildirilenleri ve peygamberlerin haber
verdiklerini inkâr etmektedirler. Düşüncelerini haklı çıkarmak ve geniş insan kitlelerine yayabilmek için

de çok çeşitli yollara başvurdukları bilinmektedir. Propaganda bu yolların en çok kullanılanıdır. Bunun
için de her türlü basın yayın vâsıtalarından istifâde etmekde, sık sık buralarda hayâtın tesâdüfîliğini,
insanın maymundan veya başka bir hayvandan geldiğini tekrarlamaktadırlar. Böylece ilmî çevrelerde
reddedilerek tartışılması çoktan bırakılmış olan “evrim konusu”, materyalist görüşün kontrolündeki
yayın organlarında aktüel tutulmaya çalışılmaktadır. Meselâ; bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında
bulduğu bir kemik parçasında tetkikler yaparak, hayat üzerinde kıymetli bilgiler toplamaya uğraşırken,
beri taraftan, fen ilimlerini anlamayanlar radyodan veya bir broşürden bunu haber alıp, “İnsanların aslı
olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu hakikat hâlini aldı.” şeklinde
yalan haberler yayıyorlar.

Bugün paleontoloji mütehassısları (yâni ilk zamanda yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini
inceleyenler), türlerin, fosillere göre, birdenbire yeryüzünde göründüklerini, aralarında geçiş formlarının
bulunmadığını açıklamaktadır. Meselâ, on beş yıl evrim üzerinde araştırmalar yapan Amerikalı Prof. T.
D. Gish, bir makâlesinde şöyle demektedir: “Bütün jeolojik delillerden anlaşılan şudur ki, yeryüzünde
hayat birdenbire ve çok kompleks (karmaşık) yapıdaki canlılarla başlamıştır. Fosillerden elde edilen
sonuçlar, Kambriyan devrindeki hayvanların kendilerinden daha aşağı yapılı organizmalardan değil,
doğrudan kendi yapılarıyle yeryüzünde göründüklerini ortaya koymaktadır. Bundan başka, büyük canlı
grupları arasında geçiş formu olarak dikkate alınabilecek tek bir fosil bile bulunamamıştır. Dolayısıyla
mercanlar doğrudan mercan ve ahtapotlar da ahtapot olarak meydana gelmiştir.” Fransız profesörü
Vialleton; “Canlı vücutlarındaki teşkilâtlanma tarzlarının jeolojik devirler boyunca ağır ve tedricî bir
tekâmül tâkib ettiği görülmez. Önce tek hücreli bir canlı, sonra basit hücre grupları, daha sonra da çok
hücreli canlılar görülmez. Canlılar daha başlangıçtan îtibâren açık şekilde ayrılan muhtelif tiplerde
yaratılmıştır.” demektedir.

Evrimcilerin, sürüngenlerle kuşlar arasında geçiş formu olarak ileri sürdükleri fosillerden birisi
Arkeopteriks’tir. Arkeopteriks, sürüngen benzeri özellikleri bulunan büyük bir kuştur. Kanatlarının
kenarlarında pençe şeklinde kısımlar, gagasında dişler ve kuyruğunda omurga mevcuttur. Bu
özelliklerden dolayı bir sürüngenden geldiği savunulmaktadır.

Halbuki günümüzde kuşların çoğundan farklı özelliklere sâhip, nâdir kuş türleri mevcuttur.
Meselâ; Güney Amerika’da yaşayan ve “tepeli tavuk” olarak da bilinen Hoatzin kuşu (Opisthocomus
hoatzin), gençlik devresinde kanatlarında iki pençeye sâhiptir ve küçük bir omurgayla uçmaktadır.

Ayrıca, Afrika’da muzculgiller (Musophagidae) familyasından Turako kuşu (Touroco coryhaix)nun genç
olanlarının da kanatlarında pençeler mevcuttur ve bu da uçmaktadır. Bu kuşlar uygun tabakalarda fosil
olarak bulunsaydı, evrimciler bunları da sürüngenlerle kuşlar arasında geçiş formları olarak
adlandıracaklardı.

Günümüzdeki kuşlar dişsiz olduğu gibi, eskiden yaşayıp nesilleri tükenmiş dişli kuşların varlığı da
gâyet tabiîdir. Nitekim günümüzde yaşayan kurbağaların bir kısmı dişli, bir kısmı ise dişsizdir. Dişsiz
sürüngenler de mevcuttur. Arkeopteriks de nesli tükenmiş dişli bir kuştur.

En son araştırmalar da, Arkeopteriks’in bir geçiş formu olmadığını ispatlamıştır. Nitekim 1972
yılında Yale Üniversitesi profesörlerinden John Ostron, Arkeopteriks’in yaşadığı Jura devrinden daha
eski tabakalar arasında, zamânımızda yaşayan kuşlara benzer fosiller bulmuştur.Yayınladığı makâlede
de; “Jura’dan daha yaşlı tabakalar arasında gerçek kuşların varlığının, Arkeopteriks’in bir geçiş formu
olmadığını gösterdiğini” ifâde etmiştir.

Evrimcilerden Prof. Max Westenhofer, türler arasında geçiş formlarına rastlanamadığından,
Araştırma ve İlerleme adlı eserinde âdetâ yakınarak; “Balıklar, sürüngenler, memeliler gibi büyük
hayvan grupları dünyâ yüzünde birdenbire esas şekilleriyle belirivermişlerdir sanki. Bir türün diğerine
dönüştüğüne dâir hiçbir yerde hiçbir işâret yoktur. Değişim ancak türlerin içinde mevcuttur.”
demektedir.

Her çeşit canlının kendi türü içinde değişebildiğini, gerek paleontoloji mütehassıları ve gerekse
“Yaratılış Görüşü” taraftarları da kabul etmektedir. Ancak bu değişmenin (tekâmülün) tür sınırları içinde
kaldığını ve bir canlının başka türlere dönmediğini ifâde etmektedirler.Meselâ, birinci zamandaki derisi
dikenliler neyse, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin mutasyonla omurgalı hâle döndüğü
görülmemiş ve buna âit bir fosil bulunamamıştır.

Halbuki, canlıların yapısında, en basitinden, en mükemmeli olan insana doğru, düzgün bir tekâmül
bulunduğunu, daha önce İbrâhim Hakkı hazretleri, Mârifetnâme kitabında, misaller vererek yazmış,
fakat bunun, türlerin değişmesi demek olmadığını da bildirmiştir.

Müşâhedeler göstermiştir ki, çevre şartları, bâzı değişmelere ve sapmalara sebeb olsa bile, türler,
kendi ana hususiyetlerini korurlar. İntibak (adaptasyon), tabiî eleme (seleksiyon), âni sıçramalar
(mutasyon) gibi tâbirler ile ifâde edilen gelişmeler, dâimâ, bir türün kendi içindeki değişmelerini ifâde
eder. Yoksa, bir türün, başka bir türe dönüşmesi tarzında düşünülemez. Bugüne kadar yapılan ciddî

araştırmalar, bu hükmü, hep doğrulaya gelmiştir.Kesin olarak anlaşılmıştır ki, türler farklı ırklara
dönüşebilir, fakat başka bir türe dönüşemezler.

Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınlarından, Y. Doç. Dr. Turan Güven ve ekibi tarafından
hazırlanan ve Liselerde ders kitabı olarak okunan Biyoloji-I isimli kitapta yaratılışla ilgili olarak şöyle
denilmektedir:

“Yaratılış görüşünde, bütün canlı çeşitleri ayrı ayrı yaratılmıştır. Bu canlılar, ilk yaratıldıkları
günden beri bâzı değişmeler geçirmiş olmakla berâber, tamâmen başka türlere dönüşmemişlerdir.

Değişmeler, sâdece o türün değişme sınırları içinde kalmıştır. Bir türün populasyonu içinde
görülen böyle değişmelere “varyasyon” adı verilir.

Dünyânın ilk yaratılışı, insanlar tarafından gözlenemeyen tek ve tekrarlanamaz bir olaydır.
Yaratma olayı yalanlanamaz. Çünkü, günümüzde yaratma olayı, her sâniye devâm etmektedir.
İnsan, kendi varlığı üzerinde biraz düşünürse, bir yaratıcının varlığını ancak o zaman idrak edebilir.
Dînimize göre, kâinât ve kâinâttaki bütün varlıklar Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yaratma bir
anda olabileceği gibi, belli kânunlar doğrultusunda yavaş yavaş da olabilir. Meselâ toplu iğne başı
büyüklüğündeki bir insan zigotundan fetüsün teşekkül etmesi ve bunun da akıl almaz şekilde düzenli
farklılaşmalar geçirdikten sonra, çocuk olarak doğması, yaratma olayına güzel bir misâldir.
Özetle belirtilecek olursa, yaratılış görüşüne göre kâinâttaki bütün canlı ve cansız varlıklar “bir
yaratıcı” tarafından yaratılmıştır. Yaratılış görüşünü savunan bilim adamları, kâinâtın çok ince bir düzen
içinde işlediğini, bu düzenin kendiliğinden ve tasâdüfen meydana gelmeyeceğini belirtmektedirler.
Gerçekten kâinatta hiçbir şey durup dururken kendiliğinden meydana gelmez. Günümüzde, biyoloji ile
ilgili birçok bilim adamı, hayâtın çeşitliliğini, bir hücre içinde geçen hayat olaylarının olağanüstü
intizamını ve kâinatın çok ince bir düzenle işlediğini görerek, Allah’ın varlığını idrak ettiklerini
belirtmişlerdir.”
En son araştırmalar ve incelemeler göstermiştir ki, bir tür, şu veya bu sebeplerle, farklı ırklara
bölünebilmekte ve fakat başka bir türe dönüşememektedir. Çünkü, buna, “verâset kânunları” engeldir.
“Merinos”, “Kıvırcık”, “Dağlıç”, “Karaman” hep koyun türünün (Ovis aries) farklı ırklarıdır. Bir türe
mensup fertler, öteki türden fertlerle kendiliklerinden çiftleşemezler; çiftleşseler bile döl meydana
getiremezler; döl meydana getirseler bile, bu döl, yaşama gücünden mahrumdur; döller yaşasalar bile
kendi aralarında üreyemezler, kısırdırlar. Türlerin vasıflarının sâbitliğini sağlayan bu mekanizmadır.

Katır (Equus mulus), erkek eşekle kısrağın çiftleşmesinden meydana gelen kısır bir melezdir. Üreyip
neslini devâm ettiremez.

Canlılarda paleontolojik devirlerde zamanla tekâmül görülmekte, fakat bu değişmeler her türün
kendi içinde olmaktadır. Meselâ; dördüncü zamânın yeni tabakalarında “kromanyon” ismi verilen insan
iskeleti bulunmuştur. Bizim iskeletimizden farklı olduğu hâlde paleontoloji mütehassısları bunlara “ilk
insanlar” demiştir. Diğer taraftan, üçüncü zaman sonunda yaşayan, “antropoit” denilen ve bugünkülere
benzemeyen maymun iskeletleri bulunmuştur. Antropoloji mütehassısları bunların maymun olduklarını
söylüyor. Fen istismarcıları, taklitçileri, dinlere inanmayanlar yaptıkları tercümelerde kromanyon
insanına ve antropoit maymununa, “insanın ceddi olan veya insanla maymun arasında geçit teşkil eden
fosil” diyorlar.

Günümüzde tekâmül teorisinin değişik kültür seviyesinden insanlara anlatılmak istenmesinin asıl
sebebi ideolojik olup, ilmî değildir. Bu teori materyalist felsefenin telkini için bir vâsıta olarak
kullanılmaktadır.

Evrimciler, iddialarını ispat etmek için, bâzı körelmiş organların varlığından bahsederler. Onlara
göre, bu organlar kullanılmaya kullanılmaya körelmiştir, bir işe yaramaz. Örnek olarak da insanda kör
barsak ve kuyruk sokumunu gösterirler.

Profesör Gish, evrimcilerin bu iddialarına şu cevâbı vermektedir: “...Kör barsak ise, bâdemciklerin
yapısına giren yabancı unsurlara karşı aktif organ olarak iş görür. Kuyruk sokumu kemiği, kuyruğun
kullanılmayan izi değil, aksine kalça kemerinin bâzı kasları (Pelvis kasları) için mühim bir tutunma
noktasıdır. Ayrıca rahat oturmayı temin eder. Bu kısım olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir.”
Tavşanlarda da kör barsak ve apandisit, selüloz sindirici mikroorganizmaların barınma ve üreme
organıdır.

Her canlı bireyin hücrelerinde, türüne mahsus sayıda kromozom bulunur. Kromozomların şekli,
büyüklüğü ve sayısı her tür için sâbittir. Meselâ; Bezelyede hücre başına 14 kromozom, Patateste 48,
Bal arısında 32, İnsanda 46 kromozom mevcuttur. Bu sayı, diploit adını alır ve 2n ile gösterilir. İnsan
için 2n=46’dır.

Türlerde kromozom sayısını sâbit tutmak için cinsiyet hücreleri olgunlaşmadan önce mayoz
bölünme geçirerek diploit sayısını yarıya (n) indirger. Mayoz, yalnız eşey hücrelerinde görülür.

Döllenme sonucu hâsıl olan zigot, dişiden “n” ve erkekten “n” kromozomu alarak “2n” sayısına ulaşmış
olur. Böylece türlerin sâbit kromozom sayısı korunmuş olur.

Evrimcilerin iddia ettiği gibi, canlılar basitten mükemmele doğru birbirinden türemiş olsaydı,
kromozom sayılarında da evrim sıralamasına uygun olarak bir düzen bulunması gerekirdi. Başka bir
ifâdeyle; eğer türler, tek hücrelilerden çok hücrelilere, omurgasızların omurgalılara gelişmesi
netîcesinde meydana gelseydi, kromozom sayılarında da düzenli bir artış beklenirdi.

Halbuki, canlılarda sınıflandırma basitten mükemmele doğru olduğu hâlde, buna uygun olarak
kromozom sayılarında düzenli çıkış veya inişe rastlanmamaktadır. Meselâ; yuvarlak solucanlardan
Ascariste 2, bir hücrelilerden Radiolariada 800, Salyangozda 24, Emyste (Bataklık kaplumbağası) 50,
Serçede 60, Fârede 44, İnsanda 46, Böceklerden Lyandrada 380, Sivrisinekte 6 kromozom
bulunmaktadır.Türlerdeki bu kromozom sayılarının düzensizliği, evrim nazariyesini reddetmektedir.
Kromozom sayılarını, evrimin ispat malzemesi olarak ileri süren evrimciler, tam bir yenilgiyle
karşılaşırlar.

Kromozom sayısının yüksek veya düşük oluşu, organizmanın gelişmiş veya ilkel oluşuna bağlı
değildir. Bâzı canlı türlerinin kromozom sayıları aynıdır.Meselâ; insanın, kurt bağrı bitkisinin ve bir çeşit
tropikal balığın kromozom sayıları 46’dır. Bu türlerin kromozom sayılarının aynı oluşu, birbirinden
türediklerini veya yakın akraba olduklarını göstermez. Çünkü, kromozom sayıları aynı olmasına
rağmen, taşıdıkları genler ve genleri meydana getiren DNA’ların şifreleri farklıdır. Her canlı türünün
organizasyon ve karakter programı genlerde kotlanmıştır.Hayat programı türlerde farklıdır. Hatta bu
programlanma, tür içindeki bireylerde bile, mayoz bölünmede krossing-over esnâsındaki gen alış
verişiyle çeşitlenir. Üreme hücrelerinin mayoza uğrayarak, kromozom sayılarını yarıya indirgemesi
esnâsında, homolog kromozomların birbirine sarılarak aralarında gen değişimi yapmalarına “krossing-
over” denir. Krossing-over olayı ile, aynı türün fertleri arasında farklı özellikler ortaya çıkar. Krossing-
over sâyesinde aynı ana babanın birbirine benzemeyen çocukları olur. Üreme hücrelerinde mayoz
esnâsında krossing-over olmasaydı, türlerde yavrular, tek yumurta ikizleri gibi birbirinin tıpatıp benzeri
olurdu. Mayoz, türlerde kromozom sayısını sâbit tuttuğu gibi, tabiatta çeşitliliği de sağlar.

Semâvî kitaplara göre, insan müstakil yaratılmıştır ve bütün târih boyunca, hep kendi türü içinde
kalarak gelişmiştir.

Evet, insanın kendi türünün aslî özelliklerini kaybetmeksizin önemli istihâleler geçirmesi
mümkündür. Nitekim, insanoğlu “döl yatağında” tek hücreli bir canlı olmakla başlayıp, doğumuna
kadar, çok değişik istihâleler geçirmektedir. (İstihâle; bir hâlden başka hâle geçiş, başkalaşma,
metamorfoz demektir.) Biyologlar insanın “döl yatağındaki” bu gelişimine, “ontogenez tekâmül”
diyorlar. Yine biyologlar “ana rahmindeki” bu gelişme ve büyüme vetiresini (sürecini) safhalara ayırarak
incelemişlerdir. Onlar, döllenmeden iki haftalık oluncaya kadar geçen devreye “germinal devre”, iki
haftalıktan iki aylığa kadar olan devreye “embriyal devre” ve iki aylıktan doğuma kadar olan devreye de
“fetal devre” adını verirler. Biyologlar, “germinal devre”yi de morula, blastula ve gastrula adını
verdikleri üç safhaya ayırırlar ki, bütün bu tasnifler, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı kerîmin
verdiği haberlere uygundur. Yüce dînimiz İslâma göre de insan “dölyataklarında kılıktan kılığa girer” ve
orada çeşitli safhalardan geçerek gelişir. Bu hâli, El-Hac sûresinin 5. âyeti ve Âl-i İmrân sûresinin 6.
âyetleri bildirmektedir.

Şimdi, “evrimciler” soruyorlar; insanın “dölyataklarında” geçirdiği bu mâcerâ, sakın, insan türünün
geçirdiği mâcerânın bir özeti olmasın? Yâni, insan, “ana rahminde” kılıktan kılığa girerek gelişmektedir,
acabâ, insan türü de böyle mi gelişti?

Darwinistler, bir türün gelişim istihâlelerini, sanki türden türe geçiliyormuş gibi, bir açık gözlülük
ile saptırmak istemişlerdir. Oysa, insan, dölyataklarında, hangi kılığa girerse girsin, daimâ, insan olarak
kalmış, insanın genetik özelliklerini ifâde etmiştir. Oysa Darwinistlere göre, insanın dölyataklarındaki
mâcerâsı; “döllenmiş bir yumurta hücresinin, önce çok hücreliye, oradan omurgasızlara, oradan balığa,
oradan amfibyaya, reptilyaya, nihâyet iptidâî memelilere (meselâ kanguruya), sonra maymuna ve
iptidâî insana dönüşerek geliştiğini” ifâde etmektedir.

Her canlı türünün gelişme modeli farklıdır. İnsanın “dölyatağındaki mâcerâsını” incelediğimizde
görüyoruz ki, insan, gelişiminin her safhasında, genetik yapı olarak dâimâ insandır. Bu durum diğer
canlılar için de geçerlidir. Her canlı, gelişimin her safhasında kendi türünü ifâde eder. Meselâ, maymun
kendi türünün özellikleri içinde, doğum öncesi ve sonrası safhalardan geçerken, insan, ondan farklı
olarak kendi türünün gelişim modelini yaşar. Bu gelişim modellerinin birbiriyle alâkası yoktur. Sâdece,
dış ve kaba benzerliklere bakarak, türleri birbirine ircâ etmek (döndürmek, katmak) insanı komik
duruma düşürebilir. İlim için en büyük tehlike, “kaba kıyaslamalar”dır.

Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen, bütün insanlar, aynı genetik yapıya sâhiptirler
ve aynı “gelişim devreleri”nden geçerek olgunlaşırlar. Farklı ırklar, kendi aralarında evlenerek
üreyebilmektedirler. Evet, hiç şüphe yoktur ki bütün insan ırkları, bir tek türü ifâde ederler. Yâni, bütün
insanlar, Âdemoğullarıdır.

Irkların nasıl teşekkül ettiği konusu, ayrı bir araştırma sâhasıdır ve bu konuda önemli yayınlar da
yapılmaktadır. Irkların teşekkülü, ister İbn-i Hâldun ve Lamarck gibi düşünerek “coğrafî ve kozmik
etkiler” ile, ister Darwin ve taraftarları gibi “tabiî eleme” (seleksiyon) ile yahut “mutasyon”larla
açıklansın, ırklar dâimâ bir türü ifâde ederler. Bu husûsu, bütün canlı tabiatta müşâhede etmek
mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanlar arasında da değişik renk ve biçimlere, yâni ırklara rastlamak,
her zaman mümkündür. Bu sebepten, insanlar arasındaki renk, iskelet ve kafatası biçimlerinin
farklılıklarından hareketle, ırkları, sanki ayrı türlermiş gibi görmeye ve göstermeye çalışmak çok
yanlıştır. Çünkü, bu tip iddiâlar, her şeyden önce, modern biyolojinin verileri (gerçekleri) ile ve “verâset
kânunları” ile çelişmektedir.

Evrimciler etiketlerine sığınarak ilimde sahtekârlık yapmaktan da sıkılmamışlardır. 1912 yılında
Londra Tabiat Târihi Müze Müdürü Arthur Woodward ile tıp doktoru Charles Dawson tarafından,
İngiltere’nin Sukses şehrinde, Piltdown yakınındaki bir çukurda bir fosil bulundu. Sonradan “Piltdown
adamı” adı verilen bu fosil, maymun-insan arası kabul edilen fosiller içinde en güvenilir olarak şöhret
buldu. Çünkü kafatası, çene kemikleri ve dişleri tamdı. Bu yaratığın kafatası ve dişleri insanınkine, çene
kemikleri ise maymunun çene kemiğine benziyordu. 40 yıl bu fosile dayanılarak, insanın maymundan
nasıl evrimleştiğine dâir makâleler ve kitaplar yazıldı. İlk insanın topraktan yaratılmadığı savunuldu.
Mukaddes kitaplarla alay edildi.

Bu fosilin şüpheli bâzı taraflarının bulunduğunu, bu bakımdan yeniden tedkikten geçmesini isteyen
bilim adamlarına önceleri müsâde edilmedi. Fakat son senelerde (1953’te) bir Alman heyeti bu fosil
üzerinde yeni bir çalışma yapmaya muvaffak oldu. Kemik parçalarını Flor, Azot ve X ışınları testlerine
tâbi tuttu. Çalışma sonunda bu heyetin yaptığı açıklama ilim çevrelerinde büyük şaşkınlığa ve hayrete
sebeb oldu. Sonuç, ilim adına yüz kızartıcı bir skandaldı. Hâdise şu idi: Ch. Dawson, insan kafatasını
alıp, bunu 10 yaşında bir orangutan maymununun çene kemiğine yerleştirmişti. Çene kemiğine insana
âit dişleri yerleştirmek için de, çene kemiğinin bâzı yerlerini eğelemiş ve bu kemiklere eskiye âit olduğu
görüntüsünü verebilmek için de, potasyum bikromat ile yer yer lekelemişti. Tabiî, bunu önce toprağa

gömüp daha sonra çıkararak merâsimle takdim etmişti. Bu sahtekârlık ortaya çıktığında ise Ch. Dawson
çoktan ölmüştü. Olay, târihe “Piltdown Sahtekârlığı” olarak geçti. Sahtekârlığı çıkaran ekipten Le Gros
Clark, 40 yıl bu sahtekârlığın fark edilememesini haklı olarak şöyle sormaktaydı: “Dişler üzerinde
yıpranma intibâını vermek için sun’î olarak oynanmış olduğu o kadar âşikâr ki, nasıl olur da şimdiye
kadar bu izler dikkatten kaçmış olabilir?”

İnsanın maymundan geldiğini ispat için ileri sürülen delillerden birisi de “Nebraska adamı” olarak
adlandırılan varlığa âit bir tek azı dişidir. 1922’de Nebraska’da Pliosen devrine âit bir tek azı dişi
bulundu. Evrimciler, bu dişin tahmînen bir milyon yıl önce yaşamış bir insana âit olduğunu îlân ettiler.
Bir tek azı dişinden ilhâm alarak Nebraska adamının eşi ile berâber gazetelerde hayâlî resimleri çizildi.
Amerika ve İngiltere basınında bunun için günlerce makâleler yazıldı. Sonra yapılan tedkikler o dişin bir
çeşit domuza âit olduğunu ortaya koydu(!).

1921 yılında Dr. Davidson Black, Çin’in Pekin şehrinden 40 km uzağındaki bir çukurda iki azı dişi
buldu. Daha fazla bir delile gerek duymadan, sırf bunlara dayanarak insan benzeri bir varlığın Çin’de
yaşamış olduğunu açıkladı. Bu varlığı da Pekin Adamı (Sinantropus pekinensis) adını verdi.

Kazı ile görevli Dr. W. C. Pee, 1927’de bir azı dişi daha ve 1928’de de kafatası parçaları ile iki alt
çene kemiği buldu. Davidson Black, bu fosillerin de Pekin adamına âit olduğunu îlân etti. Evrime delil
olarak ileri sürülen bu materyaller, iki diş hariç 1941-1945 yılları arasında kayboldu (!).

O’Connel’a göre; “Pekin adamının insana yakın bir varlık olarak tarif edilmesi tam bir hîlekârlıktır.
Evrim düşüncesiyle Pekin adamı için yapılan modeller, eldeki fosillere uymamaktadır. Bu hakikati
gizlemek için Pekin adamına âit fosiller ortadan kaldırılmıştır.” Prof Gish; “Pekin adamı için yapılan
tarafgirlik ve hîlekârlık, bir domuz dişine dayanılarak Nebraska adamı için de yapılmıştır. Pildown adamı
da ayrı bir sahtekârlıktır.” demektedir.

Java adamı olarak ileri sürülen varlık da; yarım kafatası, uyluk kemiği, iki büyük ve bir küçük azı
dişinden ibârettir. Bu parçalar, Doğu Hind Adalarında birbirinden uzak mesâfelerde ve 1891-1898 yılları
arasında bulundu.

Fosiller üzerindeki araştırmalarıyla dünyâca ünlü Koenigswald, Vallois gibi bilim adamları; “Java
adamı denilen varlık, hakikatte bir maymundur. Maymun kafatası ile insan uyluğu birleştirilmiş, adına
Java adamı denilmiştir.” demektedirler. Bu hususta en önemli açıklama ise Dubois’in îtirafıdır. Bu
fosilleri bulan ve Java adamı adını veren Mr. Dubois, ölmeden önce gerçeği îtiraf etmiştir: “Java adamı

olarak ileri sürdüğüm varlık, gerçekte bir gibbon maymunudur.” demiştir. Fakat iş işten geçmiş, Java
adamı evrimciler arasında müstesnâ yerini almıştır.

Önceleri ateşli bir evrim taraftarı olan Douglas Dewar insanın atası olarak yayınlanan resimlerle
ilgili olarak, İnsan Özel Yaratık adlı kitabında; “İnsanın farazî cetlerinin bir dişe, kafatası parçasına
veya bir çene kemiğine dayanarak uydurma resimlerinin çizilerek toplumun kandırılması bir skandaldır.
Toplum bu resimlerin hayal mahsulü olduğunu bilmemektedir.” demektedir.

Biyologlar, insan ile hayvanlar arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Halbuki
insanla hayvan arasındaki en büyük fark, insanın rûhudur (Bkz. Rûh). İnsanlarda “İnsânî rûh” vardır.
İnsanın en şerefli mahluk olması bu rûhtan gelmektedir. Kur’ân-ı kerîm, bu rûhun ilk olarak Âdem
aleyhisselâma verildiğini bildirmektedir. Hayvanlarda bu rûh yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin bu
rûhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı maymuna
benzese de insan insandır. Çünkü rûhu vardır.Maymun ise hayvandır. Çünkü bu rûhtan ve rûhun hâsıl
ettiği üstünlüklerden mahrûmdur. Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler bitki ve hayvanların kuvvetleri
gibi değildir.

Görülüyor ki insan ile hayvan tamâmen birbirinden ayrıdır. Aralarında hiçbir zaman bir geçiş
olamaz, birbirine dönemez. Hayvanlar içinde insana en yakın hayvanın maymun olduğu, asırlar önce
İslâm âlimlerinin kitaplarında meselâ İbn-i Haldun Târihi mukaddimesinde ve Mârifetnâme’nin 28.
sayfasında yazılıdır. Hayvanlar, derece derece birbirlerinden üstündür.Meselâ, en aşağısı süngerlerdir.
En üstünleri ise, at, maymun ve papağandır. Hayvanların üstünlük sırasını İslâm âlimlerinden Ali bin
Emrullah, Darwin’den çok önce yazmıştır. Darwin 1809’da doğup, 1882 yılında ölmüştür. Ali bin
Emrullah ise 1507’de doğmuş, 1570’te vefât etmiştir. Darwin, İslâm âlimlerinin kitaplarından bu gerçeği
öğrenerek; “Hayvanların yaratılışlarında, bir tekâmül, bir üstünlük sırası vardır.” demiştir. Fakat
sonradan materyalistler tarafından Darwin’in bu görüşleri istismar edilmiştir. Sözleri değiştirilerek
“Hayvanlar, birbirine döner. Yüksele yüksele insan olur.” şeklinde gençliğin önüne sergilenmiştir. Bu
fikirlerine de “Darwin Teoirisi” adını vermişlerdir. Ayrıca Kur’ân-ı kerîmde isyân eden bâzı kimselerin
cezâ olarak maymuna çevrildiği bildirilmektedir. Ancak; bunlar için Behcet-ül-Fetâvâ’da diyor ki:
“Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin soyundan değildir.Maymunların insan soyundan
olduğunu söylemek yanlıştır. Çünkü insandan çevrilenler üç günden çok yaşamadı, yok edildiler.”
denilmektedir. Esâsen Darwin bile insanların maymundan türediğini söylememiştir. Söylese bile ilmî

hiçbir değeri olmaz. İlk insan, topraktan yaratılan Âdem aleyhisselâmdır. Maymun ve diğer canlıları da
yaratan Allahü teâlâdır. Bir İtalyan profesörü de; “İnsanlar maymundan değil ayıdan türemiştir.”
diyerek şöyle bir iddiâda bulunmuştur: “İnsanların maymundan değil, ayıdan geldiğine dâir üç delîlim
vardır:

1. Ayı yavrusunu döverken insan gibi tokatlar, maymun ise ısırır.
2. Ayı dişisi ile yavrularından ayrı bir yerde yatar.Halbuki maymunlar hep berâber yatarlar.
3. Oyuncakçı dükkanına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu delîller ceddimizin
ayıdan geldiğini göstermektedir.” diyor.
İtalyan profesörünün nazariyesinin, ceddinin maymundan geldiğini söyeleyenlerinki gibi asılsız
olduğu meydandadır. İlmî hiçbir değeri yoktur. İslâmiyet, insanın toprak maddelerinden yaratıldığını
bildirmektedir. Bu husus, yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle açıklanır: “And
olsun, biz, insanı salsaldan (kuru ve pişmiş çamurdan) sûretlenmiş bir balçıktan yaratmışızdır.”
(El-Hicr sûresi: 26). Bu “balçık”, hayâtın bütün sırlarını ihtivâ eden ve husûsî bir sûrette terkib edilmiş
bir hârika ve hülâsadır. Nitekim yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle
buyurulur: “And olsun, biz insanı, balçıktan bir hülâsadan yaratmışızdır.” (El-Mü’minûn sûresi:
12)
İlk yaratılan insan, “bir tek can” hâlinde tomurcuklandı, sonra, henüz esrârını çözemediğimiz bir
biçimde “iki cinse” ayrıldı. Böylece, hazret-i Âdem ile hazret-i Havvâ, yanyana gelişerek “insan türünün
nüvesi” oldular. Nitekim bugün dahi, “erkek”, kendi bünyesinde X ve Y faktörlerini (kromozomlarını)
birlikte taşımaktadır. Yâni, hazret-i Âdem’in oğulları, tıpkı ataları gibi, yine her “iki cinse” kaynaklık
etmektedirler. Bu husus, yüce ve mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle
açıklanmaktadır: “Ey insanlar! Sizi, bir tek canlıdan yaratan, ondan, yine zevcesini vücuda
getiren ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbiniz’den çekinin.” (En-Nisâ
sûresi: 1)
Hadîs-i şerîfte ise: “İnsanlar hazret-i Âdem’in çocuklarıdır. Hazret-i Âdem ise topraktan
yaratıldı.” buyrulmaktadır.
Hıristiyanlar ve Yahûdîler de, insanların Âdem aleyhisselâmdan geldiklerine inanırlar. Maymun
veya ayıdan geldiğini söyleyenler ise hiçbir dîne uymayan ateistler olmuştur.

Darwinizm’in ilmî bir teoriden çok “metafizik bir teori” olduğu ilim dünyâsınca kabul edilmiştir.
Eski ABD başkanlarından Reagan bile; “Eğer bu teori okullarda okutulacaksa, İncil’in yaratılışa dâir
bahsi de berâber okutulmalıdır.” demiştir. Yine eski başkanlardan Carter de; “Benim inancım,
yaratılıştaki hâkimiyet Allah’a âittir.” demiştir.

İçlerinde Nobel ödülü almış profesörlerin de bulunduğu 200 bilim adamı, Darwinizmin hiçbir
bilimsel temele dayanmadığını, hayâtın oluşması biçimini kesinlikle îzah etmediğini ve hayâtın bir
tesâdüf eseri oluşmadığını belirttiler. Fransa’da 13-19 Ekim 1991 târihleri arasında Paris’in 170
kilometre güneybatısındaki târihi Blois Şatosunda düzenlenen “Hayâtın Başlangıcı” konulu ilmî
sempozyumda bir araya geldiler. Bu ilim adamları arasında Stanley Miller, Nobel Kimya ödülü sahibi
Manfred Elgen, NobelTıp ödülü sahibi Christian de Duve ve Nobel Fizik ödülü sahibi Pakistanlı alim
Abdüsselam da hazır bulundu.

Toplantıya katılan İtalya’nın Prouse Üniversitesi genetik profesörlerinden Guiseppe Sermonti,
Darwinizm’in bir hatâ olmaktan çok ahlâk kurallarını çiğneyen bir canavar olduğunu belirterek
genetikteki gelişmelerin Darwin teorisiyle taban tabana zıt olduğunu belirtti. İtalyan Sienne Üniversitesi
Profesörlerinden Roberto Fondi; “Bilinen en eski kayaçlar 4 milyar yaşındadır. İlk canlılar, bakteriler ve
su yosunlarının ortaya çıkmaları 3.5 milyar sene önce olduğuna göre aradaki kısa sürede ilk canlının
oluşmasının mümkün bulunmadığını bu da kâinâtın bir yaratıcısının bulunduğunu bize gösterir.” dedi.
Prof. Fondi; “Kanada’da yapılan kazılarda 3 milyar sene önce tek hücrelilerin birarada bulunması Darwin
nazariyesinin çürüklüğünü bize gösterdi.” şeklinde konuştu.

Toplantıya katılan Amerikan Harward Üniversitesi Matematik Profesörü Schutzenberger de;
“Dünyânın ve daha geniş ölçüde kâinâtın ve insanların doğuşunu tesâdüflere bağlamanın imkânı yoktur.
Her şey belirli bir uyum içinde meydana getirilmiştir.” dedi. Schutzenberger; “Yapılan deney ve
incelemeler hiçbir olayın tesâdüfî olmadığını her şeyin ilâhî irâde dâhilinde gerçekleştiğini gösteriyor.”
şeklinde görüşlerini özetledi.

İngiliz ilim birliğinin 1980 senesinde Salford’da düzenlediği toplantıda Swansea Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. John Durant; “Darwin’in insanın menşei ile ilgili görüşleri, modern bir efsâne olup
çıktı. Bu efsâne ilmî ve içtimâî gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi.Tekâmül masalları, ilmî
araştırmalar üzerinde tahrib edici tesir yaptı. Tahrifâta, lüzumsuz münâkaşalara ve ilmin büyük ölçüde
suistimallerine yol açtı. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden patlamış, geriye perişan ve bozuk bir

düşünce yığını bırakmıştır.” dedi. Prof. Durant’ın vatandaşı hakkında söylediği bu sözler, Darwincilere
ilim adına verilen en enteresan cevaplardan biridir.

DAUDET, Alphonse

Fransız yazarı. 1840 yılında Fransa’nın güney bölgesinde yer alan Nimes’te doğdu. Oldukça
başıboş ve sefâlet içinde geçen renkli gençlik yıllarından sonra hayâtını kazanmak endişesi içinde gezdi.
Alais Kollejinde yardımcı öğretmen oldu. Kardeşi Ernest Daudet’in yardımını gördü. Paris’e gitti.

1868 yılında Le Petit Chose=Küçük Şey adlı ve hayâtının ilk zamanlarını anlatan eseriyle
romancılık sâhasına girdi. Bir kısım yazılarının yanında Lettres de mon Moulin=Değirmenimden
Mektuplar (1869), Contes du Lundi=Pazartesi Konuşmaları (1873) adlı eserleriyle bir hikâyeci
olarak tanınır. Fakat onun gerçek bir romancı olduğunu belirtmek gerekir. Hikâyelerinde letâfet ve
zarâfeti ön plâna alan Daudet, Tartarin de Tarascon (1872) adlı romanında popüler yönden dikkat
çekmiş bir kahramanı ortaya koymuştur. Bu eserini Fromont Jeune et Risler aine= Genç Froman ve
BüyükRisler (1874), Jack (1876), Le Nabab (1877), L’Evangeliste=İncil Yazarı (1883) adlı
romanları takib etmiş ve Daudet bu eserlerinde romanının son şeklini bulmuştur. Sapho =Safo (1884)
adlı romanı eserlerinin en iyisi kabul edilmektedir.

Yazarın bu eserlerine Les Rois en Exile=Sürgündeki Krallar (1877), Numa Roubestan (1881),
Tartarin sur Les Alpes=Tartarin Alplerde (1885),İmmortel=Ölümsüz (1888), Port-
Tarascon=Taraskon Limanı (1890), La Petite Paroisse=Küçük Cemâat (1895), Suotien de Famille=
Evin Direği (1898) adlı eserlerini de ilâve etmek gerekir. Ayrıca Souvenirs d’un Homme de Lettre=Bir
Edebiyatçının Hâtıraları (1888) ve Trente ans de Paris=Paris’te 30 Yıl adlı iki ciltlik hâtıra eseri
vardır. Oyunlarının en güzeli olan Arlesienne=Şehirli Kızı (1872) yılında yazmıştır.

Kuruluşundan îtibâren Concurt Akademisine üye oldu. Eserleri natüralist ekole girerse de tam
mânâsıyla natüralist değildir. Kitaplarının hayâtı tanıtan vesîkalar olmasını istemesi bir başka özelliğidir.

Emile Zola ile aynı yaşta olan Daudet, 1870 yılından sonra doğacak olan natüralist cereyânın
içinde kısmen yer alır. Bilindiği gibi bu cereyânın asıl temsilcileri Emile Zola (1840-1902) ile Mapussant
(1850-1903)dır. Daudet, Edmond de Goncourt gibi geçmişi zengin bir yazardır. Bundan dolayı Zola’nın
tilmizliğini kabul ederek natüralizme tamıtamına bağlı kalamazdı. Bu sebepten Zola ile araları açılan
Daudet’in natüralizmi nazariyâtta kalmıştır. Bu yönü ile Zola onun eserlerinin fantaisistes (fantezist)

olduğunu söylemiştir. Zâten felsefe îtibâriyle Darwin’in evolution (gelişme) ve heredite (irsiyet)
hakkındaki nazariyesine sıkı sıkıya bağlı olan Zola’nın felsefesine Daudet’in bağlı kalmasına imkân
yoktu. Zirâ Daudet daha başlangıçta hassas ve şâir ruhlu bir yazar olarak ortaya çıkmıştır. Gerek
romanları gerekse hikâyelerinde yer alan sahneler, derin ve ince duyguların çocukluk hâtıralarıyla
beslenmiş şeklidir. Hayattan alınmış notlar, portreler, hakîkatle hayâl, duygu ile müşâhede, hâsılı her
şey onun eserlerinde güzel ve açık bir üslûpla imtizâc hâlindedir. Eserlerinin romantizme, natüralizme
ve realizme açık olduğunu ve bunlar arasında gidip geldiğini söylemek de mümkündür. Belki de
eserlerindeki çekicilik sırrı buradadır. Onun asabî, heyecânlı sanatı derin olmaktan ziyâde latiftir.

Daudet, 1897 yılında Paris’te öldü. Öldüğü yıllarda natüralist mektep de can çekişiyordu. Yukarıda
da belirtildiği gibi Edmond be Goncourt’la birlikte bu ekol içinde tam mânâsıyla yer almamıştı.

DÂVÂ

Alm. Gerichtliche Klage (f), Prozess (m), Fr. Proces (m), demande (f), İng. Suit; claim. Bir
hakkın, devlet kanalıyla devletin organları olan mahkemeler vasıtasıyla kullanılması. Dâvâ; aslî
(başlıbaşına bir iddia olup, başka bir dâvâyla ilgisi bulunmayan) ve fer’î (asıl dâvânın teferrûatından
olarak, diğer bir şey hakkında hüküm verilmesinin istenilmesi) olur. İhtilaflı ve ihtilafsız veya cezâ
dâvâsı, hukuk dâvâsı, idârî dâvâ, amme (kamu) davası, şahsî dâvâ olarak da târif edilir.

Hukuk dâvâları: Edim dâvâları, tesbit dâvâları, yenilik doğuran olmak üzere üçe ayrılır: Hak
sâhibinin, bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını, yâni bir ediminin yerine getirilmesini istediği
dâvâlara “edim” dâvâları denir.Mahkemelerdeki dâvâların çoğu bu çeşittir. Alacak dâvâları, tazminât
dâvâları gibi. Bir hukûkî bağın var olup olmadığının tesbit edildiği dâvâlara “tesbit dâvâları” denir. Evlilik
dışı çocukların neseplerinin tesbiti gibi.

Mahkeme gününe kadar var olmayan veyahut hâkimin kararı olmadan var olmayacak olan hukûkî
sonuçları meydana getiren dâvâlara “yenilik doğuran dâvâlar” denir. Boşanma davaları gibi.

Dâvâ edene dâvâcı, dâvâ edilene de dâvâlı denir. Dâvâ konusu olan husûsa “dâvâ olan şey” denir.

DAVENPORT, John

Şark ilimleri ile uğraşan İngiliz bilim adamı. On dokuzuncu asrın sonunda yaşamış olan Lord John
Davenport Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm adındaki İngilizce kitabı ile meşhurdur. Bu kitab


Click to View FlipBook Version