The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-11-25 09:40:50

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Yeni Rehber Ansiklopesidi 5.Cild

Keywords: Yeni Rehber Ansiklopesidi

Limonit (Fe2O3 x H2O): Oksitlenmiş demir rengindedir. İçinde fazla miktarda kireç
bulunduğundan üretim sırasında katkı maddesi olarak kireç gerektirmez.

Siderit (FeCO3): Demir spatı adı da verilir. Bileşiminde fazla miktarda manganez de
bulunduğundan kıymetli bir cevherdir. Yüksek fırına verilmeden önce kavrularak CO2 çıkarılır.

Pirit (FeS2): Altın sarısı renkte olup daha çok sülfürik asit üretiminde kullanılır. Kükürt miktarı çok
fazla olduğundan demir üretimi için uygun değildir. Çünkü çok az miktardaki kükürt dahi demirin
kırılganlığını arttırmaktadır. Bir demir filizinin işlenebilmesi için demir oranının % 30’dan fazla olması
gerekir.

Bileşikleri: Demir II bileşikleri, mat yeşil renkte Fe2+ iyonu veya karmaşık iyonlar ihtiva eder.
Demirin +3 değerli olduğu bileşiklerde ise, rengi sarıdan turuncuya ve kahverengiye doğru değişen
Fe3+ iyonu veya karmaşık iyonlar bulunur.

Oksijen ile demir üç bileşik meydana getirirler: Demir II oksit (FeO), demir III oksit (Fe2O3) ve
her iki demir iyonunu da ihtiva eden Fe3O4. Yeşilimsiden siyaha doğru değişen çeşitli renklerde
bulunan demir II oksit tozu, cam yapımında pigment olarak kullanılır.

Demir III oksit, sarıdan, kırmızıya doğru değişen renklerdeki pigmentler grubunun esas
maddesidir. İnce öğütülmüş kırmızı toz hâlinde, kıymetli metallerin ve elmasların parlatılmasında ve
kozmetik yapımında kullanılır.

Demir II sülfatın amonyum sülfatla meydana getirdiği (NH4)2 SO4 FeSO4 6H2O bileşimindeki
“mohr tuzu”, mürekkep yapımında, deri ve yünleri siyaha boyamada, tarlalardaki parazitlerin
öldürülmesinde kullanılır. Demir III klorür (FeCl3)den endüstride organik boya sentezinde, deri ve
basma boyacılığında istifâde edilir.

Bâzı demir bileşiklerinden tedâvi maksadıyla da faydalanılır. Demir II glikonat [Fe(C6 H11 O7).
2H2O] ve demir III pirofosfat [Fe4(P2 O7).x H2O], kansızlık tedâvisinde sık kullanılan bileşikler
arasındadır. Pıhtılaştırma tesiri olan çeşitli demir III tuzları da yaralara tatbik edilir.

Demirin biyolojik önemi: Demir hayatî açıdan da önemli bir elementtir. Kanda oksijen taşıyıcısı
olan hemoglobin yapısında demir bulunur. Dolayısıyla demir iyonlarının insan ve hayvan
organizmasında, solunum olaylarında çok önemli bir görevi vardır. Bunların dışında demir, kasların
myoglobininde, sitokrom, peroksidaz ve katalaz enzim sistemlerinde yer almasından dolayı da hayâtî
bir mineraldir. Bütün insan vücûdundaki total demir miktarı ancak 4-5 gr arasında olmasına rağmen

bunun 700 mg kadarı karaciğerdedir. Hayvansal organizma büyük kısmıyla alyuvarlarda yer alan demir
muhtevâsını tekrar tekrar kullanma kâbiliyetindedir. Bu sebeple günlük demir ihtiyâcı oldukça azdır.
Çocuklar için 10-15 mg arasında değişir. Büyüklerin demir ihtiyâcı da cinsiyete ve yaşa göre farklılık
gösterir. İnsanlar yedikleri her türlü et besinleri ile yeteri miktarda demir alırlar. Ayrıca sebzelerde
başta ıspanak olmak üzere, fasülyede, kuşkonmazda, incirde, hurmada ve diğerlerinde demir bulunur.

Ham demir üretimi: Demir elde edilmesinde daha ziyâde oksitli demir cevherleri kullanılır.
Oksitli olmayan cevherler de oksidine çevrilerek kullanılabilir. Topraktan çıkarılan oksidli cevherler
mekanik olarak temizlendikten sonra yüksek fırın adı verilen özel fırında kok kömürüyle indirgenir.
Burada indirgeme işlemini kömürün yetersiz oksijenle yanmasından meydana gelen karbon monoksit
gazı yapmaktadır.

Yüksek fırın 25-30 m yüksekliğinde, 450-500 m3 hacimdedir. Yüksek fırında cevher, kok ve eritici
maddeler (ekseri kireç taşı CaCO3) fırına üst kısımdan yüklenir. Bir yandan bu maddeler yukarıdan
yüklenirken diğer yandan teşekkül eden ham demir aşağıdan alınır. Ham demirde sementit adı verilen
demir karbür (Fe3C) bileşiği, silisyum, kükürt, fosfor ve mangan da bulunur. Ergimiş ham demirin
üstünde de yoğunluğu daha az olan ergimiş dışık (cüruf) bulunur. Cüruf katmanı demirin tekrar
oksitlenmesini önlemektedir. Ergimiş dışık da zaman zaman dışarı alınır. Bu dışık, demir-portland ve
yüksek fırın çimentolarının elde edilmesinde kullanılır.

Ham demirden düşük karbonlu demir elde etmek için yabancı maddelerin uzaklaştırılması gerekir.
Bu maddelerin uzaklaştırılması sonucu ele geçen ürüne çelik adı verilir. (Bkz. Çelik)

Dökme demir: Yüksek fırında elde edilen pik demir, kupol ocağında ergitilerek dökme demir elde
edilmektedir. Kupol ocağında ham demirin bileşimi pek az değişmektedir. Genel olarak Si ve Mn
miktarları azalmakta S ise artmaktadır. Kupol ocağı dikey, hemen hemen silindir şeklinde ve ateşe
dayanıklı tuğlalarla örülmüş küçük bir yüksek fırına benzer.

Dökme demir kum kalıplara veya kokil kalıplara dökülerek, istenilen makina parçası ve benzeri
parçalar elde edilir. Dökme demir içindeki karbon, Fe3C bileşiği hâlinde bağlı bulunursa, kırıldığı zaman
kesidi beyaz olur. Dökme demirin bu cinsine “beyaz döküm” adı verilir. Bu demir çok sert ve kırılgan bir
yapıda olup, aşınmaya karşı çok dayanıklıdır.

Dökme demir, içindeki karbonun bir kısmı veya tamâmı grafit şeklinde serbest halde bulunursa,
kırılma kesidi gri yâhut kızıl kahverengi olur. Bu türlü dökme demire “kır döküm” adı verilir. Kır
dökümün sertliği daha düşüktür; işlenmesi de kolaydır.

Türkiye’de birçok yerde demir ve çelik işletmeleri kurulmuş olup, bunların başlıcaları; Karabük
Demir ve Çelik İşletmesi, Ereğli Demir ve Çelik İşletmesi, Kırıkkale Çelik Fabrikasıdır. Türkiye’nin yıldan
yıla artmakta olan demir cevheri üretimi 1992 yılında 4.650.000 tona ulaşmıştır.

DEMİRAĞAÇ (Casuarina)

Alm. Eisenbaum, Fr. Bois de fer, İng. Iron-wood. Familyası:Demirağaçgiller (Casuarinaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler:Adana, Hatay, İçel illeri ile Güney Batı Anadolu.

Genellikle tropikal bölgelerde yetişen, yirmi beş metre yüksekliğe kadar büyüyebilen bir bitki.
Anayurdu Avustralya ve Yeni Kaledonya olup Akdeniz bölgesi ülkelerinde de yetişir. Güney Anadolu’da
bilhassa Adana, İçel ve Hatay illerinde, Güneybatı Anadolu’da park ve bahçelerde, yol kenarlarında
dikilir.

Kullanıldığı yerler:Odunu çok serttir. Demir odunu denir. Doğramacılık ve marangozculukta
kullanılır. Gövde ve kabukları tanen bakımından zengindir. Deri kürk ve posteki yapımında kullanılır.

DEMİRBAŞ ŞARL, (Charles-XII)

İsveç hükümdarlarının en ünlüsü. Zamanında İsveç, Avrupa’nın en büyük ve önemli devletleri
arasına girmişti. 1697’den 1718 yılına kadar hükümdarlık yaptı. Danimarka, Lehistan ve Saksonya’yı
yendikten sonra Rusya üzerine yöneldi. Bu sırada Rusya’nın başında bulunan Çar Büyük Petro’yu birkaç
defa bozguna uğrattı. Moskova’ya kadar varıp ele geçirmek üzereyken, ordusu açlık ve hastalıktan
perişan olmuştu (1707). Aradan iki sene geçtikten sonra tekrar Rusya’ya saldıran Şarl, Ukrayna
ortasındaki Poltava’ya kadar Çar’ı kovaladı. Yalnız Rus ordusunun kalabalıklığı ve İsveç ordusundaki
hastalık, Şarl’ın bozguna uğrayıp, Osmanlı topraklarına sığınmasına sebeb oldu.

İsveç’in yenilmesi ve Rusların gâlibiyeti o günkü düşünce tarzında bir değişikliğe sebeb oluyordu.
Zira Rusya’nın askerî bakımından güçlü olan İsveç ve Osmanlılara karşı savaş kazanacağı pek
beklenmiyordu. Halbuki Rusya, Petro’nun icraatı ile epey güç kazanmıştı. Osmanlı Devletinin başında
bulunan Üçüncü Ahmed, Ruslarla o güne kadar barışçı bir siyâset sürdürüyordu. Demirbaş Şarl’ın

durumu, Rus askerlerinin tâkip bahânesiyle sınır tecavüzleri, Rusların kuvvetlenmeden ezilmesi
düşüncesi Rusya’ya harb açılmasına sebeb oldu. (Bkz. Prut Savaşı)

Demirbaş Şarl, Osmanlı Devletinde beş yıl kaldıktan sonra Macaristan yoluyla İsveç’e gönderildi.
Yurda dönünce yine eskisi gibi savaşlara devam etti. 1718 yılında bir kale kuşatması sırasında otuz altı
yaşında öldü. Ölümü Rusya’nın derlenip toparlanmasına, ıslahatlarına devam etmesine ve güçlenmesine
yaradı.

DEMİRCİ MEHMED EFE

İstiklâl Harbinde faydası görülen efelerden. Nazilli ilçesinin Piribeyli köyünde 1885’te doğan
Mehmed Efe, efelikten önce demircilik yaptığından “Demirci” ünvanını almıştı. Birinci Dünya Harbi
sırasında kendisine yapılan bir haksızlıktan dolayı köyüne dönerek, zeybek olup dağa çıkmıştı.

15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e girmesi üzerine Kurtuluş Savaşına katıldı. Nazilli civârına
gelen düşman, Mehmed Efeyi zararsız hâle getirmek için ona hediyeler gönderip, kendilerine katılması
hâlinde generallik vaadinde bulundu. Bu teklifi reddeden Efe, düşmanla savaşa giriştiği gibi, onların
Nazilli’de bulunan silâh deposunu ele geçirip kendi adamlarına dağıttıktan sonra Zeybekler Ordusunun
Demirci Alayını kurmaya başladı. 10 Temmuz’da Umurlu’ya gelerek cephe komutanı Binbaşı İsmail
Hakkı Beyin emrine girdi. Gerek asker toplayarak ve gerekse diğer efelerin kendilerine katılmaları
neticesinde kuvvetli bir birlik meydana getiren Demirci Mehmed Efe, 16 Temmuz’da işgâl altında olan
Aydın’a saldırdı ise de, üstün ateş karşısında ilerleyemedi. Karşı saldırıya geçen Yunan kuvvetleri de bir
başarı elde edemediler. Sonraki baskınlarla düşman perişan edildi.

Mehmed Efe, maddî gelir temin etmek üzere Denizli’ye gönderdiği Sökeli Ali Efenin öldürülmesi ve
adamlarının şehirden kovulması üzerine Denizli’yi bastı. Ali Efenin ölümünden mesul tuttuğu yüz kadar
kimseyi kurşuna dizdi. Bu hâdiseden sonra her yerde ünü yayılan Mehmed Efe, emrindeki 10.000
kişiyle Aydın cephesinde düşman saldırılarını durdurmaya muvaffak oldu. Bu başarısı üzerine 5 Ekim
1919’da Aydın cephesi Umum Kuvayı Milliye Komutanlığına getirilen Efe, karargâhını Nazilli’ye nakletti.

Demirci Mehmed Efe, Yunanlıların 22 Haziran 1920’de Milen çizgisini geçerek Kuvayı Milliyeye
saldırmaları ve cephenin çökmesi üzerine Göller Bölgesindeki dağlara çekildi. Kasım 1920’de Afyon’dan
Adana’ya kadar uzanan Güney Cephesi komutanlığına Albay Refet (Bele) Beyin atanmasından sonra
ortaya çıkan Kuvayı Milliye-Kuvayı Nizâmiye çekişmesinde çeteliği savunan Çerkez Edhem, Demirci

Efeyi kendisiyle birleşmeye çağırdı. Öte yandan Albay Refet Bey de Efe’yi Konya’ya çağırarak Aydın
Zeybek Alayının bir kolordu olarak düzenlenerek komutanlığının kendisine verileceğini bildirdi. Efe
hiçbirisine cevap vermedi. Ancak Refet Bey, Çerkez Edhem’in teklifini duyunca, Demirci Efeye bir baskın
düzenledi. Efe, kendisini saran kuvvetleri yararak dağa çekildi ise de adamları yakalandı. Ankara
hükümeti, Efe’ye millî görevini yaptığını ve artık dinlenmeye çekilmesini bildirerek affettiğini îlân etti.
Bu isteğe uyan Efe, köyüne çekilip ölünceye (1959) kadar orada kaldı.

DEMİRHİNDİ (Tamarindus İndica)

Alm. Tamarindearinde, Fr. Tamarinier, İng. Tamarind. Familyası: Baklagiller (Leguminosae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Güney bölgelerde yetişir.

Hindistan ve tropikal bölgelerde yetişen, yayık dallı boyu 20-25 metreye ulaşan sıcak iklim ağacı.
Yurdunun Habeşistan olduğu tahmin edilmekte ise de bugün bütün tropikal bölgelerde yetişmektedir.
Çiçek açtığı zaman çok güzel bir görünümü olduğundan yetiştiği bölgelerde, yol kenarlarına park ve
bahçelere dikilir.

Çiçekleri sarı veya kırmızı renkte olup, dalların ucunda salkım şeklinde bulunurlar. Meyveleri 20
cm civarında, kahverengi, çok tohumlu olup, olgunlaşınca açılmazlar. Gövde kısmı tahta işleri ve
oymacılıkta kullanılır.

Kullanıldığı yerler: Yaprakları hayvan yemi olarak kullanıldığı gibi, kaynatılarak elde edilen suyu
solucan düşürmede ilâç olarak kullanılır. Meyvelerinden ise ilâç yapımında istifâde edilir. Meyvenin
bileşiminde elma asidi, sitrik asit, asetik asit, şeker ve pektin bulunur. Tıbbî kullanılmasının dışında
şeker ve tatlıcılıkta ve vücuda serinlik ve rahatlık verdiği için şerbet olarak kullanılır. Eskiden
memleketimizde sırtlarındaki özel yapılmış güğümleriyle Demirhindi satan satıcılar çok sık görülürdü.
Bugün ise pek azalmıştır.

DEMÎRÎ

On dördüncü yüzyılda yetişmiş, zooloji ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Adı, Muhammed bin Mûsâ bin
Ali ed-Demîrî’dir. Künyesi Ebü’l-Bekâ olup, lakabı Kemâleddîn’dir. Batı dünyâsında “Müslümanların
Buffon’u” ünvânıyla anılan Demîrî, 1344 (H.745) senesinde Mısır’ın Dimyat şehri yakınlarında ve Nil
Nehrinin iki yakasında yer alan Demîre adlı büyük bir kasabada doğdu. 1405 (H. 808)senesinde
Kâhire’de vefât etti. Mezârı, Ali Beyyûmî Câmii yakınındaki Sabûnî Mescidi bahçesindedir.

Demîrî gençliğinde terzilik yaptı. Sonra bu mesleği bırakarak ilim yolunu tuttu. Zamânının din ve
fen ilimlerinde yetiştikten sonra, Ezher Medresesinde; hadis, tefsir, fıkıh, Arap dili ve Edebiyâtı gibi
birçok ilimleri okuttu ve fen ilimlerinden zooloji alanında söz sâhibi oldu. 1379-1399 seneleri arasında,
Mekke-i mükerremede ikâmet etti ve ilim öğrenmeye devâm etti. İlmî tetkiklerini derinleştirdi. Sonra
Kâhire’ye dönerek tâliplerine din ve fen ilimlerini öğretti. Hayât-ül-Hayavân (iki cilt); Tefsîr-ul-
Ahlâm (Rüya tâbirleriyle ilgili); En-Necm-ül-Vehhâc fî Şerh-il-Mihhâc (Şâfiî mezhebi fıkhı ile
ilgilidir); El-Cevher-ül-Ferîd fî İlm-it-Tevhîd (Akâid ve kelâm ilmi ile ilgili) belli başlı eserleridir.

Bu eserlerden dünyâca meşhûr olanı Hayât-ül-Hayavân adlı ansiklopedik eseridir.
Demîrî, bu eserinde alfabetik sıra ile bütün hayvanların isim ve özelliklerini ve herbiri hakkında
birçok fennî, tıbbî, dînî bilgileri toplamıştır. Ayrıca eserini hazırlarken özellikle Arap şiirini inceleyerek,
ediplerin, hayvanların huy ve tabiatlarıyla ilgili yazdıkları manzum bilgilere de eserinde yer vermiştir.
Böylece o, hem edebiyât ve lügât hizmeti yapıyor, hem de zooloji ilmine büyük ölçüde katkıda
bulunmuş oluyordu.
Demîrî eserini hazırlarken, özellikle İslâm âlimi İbn-ül-Baytar’ın Kitâb-ül-Câmi’inden faydalandı.
Ayrıca Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden ve bâzı fıkıh konularından nakiller yaptı. Bundan başka
eserinin başına kısa bir İslâm târihi bilgisi yerleştirdi. Alfabetik sıraya göre kara, deniz ve havada
yaşayan hayvanları ve haşerâtı zikretti. Bir de hayvanlardan yapılabilecek tıbbî ilaçlar hakkında bilgi
verdi.
Eser, üç bölümden meydana gelmektedir. Târih ve siyer ile ilgili bilgiler birinci bölümde yer
almaktadır. Demîrî hayvanları tanıtırken bunların dînimiz açısından helâl, haram, mekruh, câiz, mübâh
olma durumlarıyle ilgili fıkıh bilgileri de vermiştir. Ayrıca vahşî ve ehil olan hayvanları, bunların belli
başlı huy ve özelliklerini, hayvanlarla ilgili bâzı rüyâ tâbirlerini îzâh edip, eserini zenginleştirmiştir.
Eserde zikredilen hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte denilen ve dînimizde en mûteber sayılan temel altı
hadîs kitabından alınmıştır. Demîrî bu eserinde toplam 560 kitap ve 199 şiir dîvânından istifâde
etmiştir.
Eserin önemli vasıflarından birisi de, o devre kadar henüz adı duyulmamış, hayvanlara yer
vermesi ve bunların tasvir ve târifini yapmasıdır. Hayvanlardan özellikle aslan üzerinde çok durmuş,
bunun vahşî hayvanların en şereflisi olduğunu ifâde etmiştir. Demîrî’ye göre aslan, kır ve çöl

hayvanlarının hükümdârıdır. Heybet ve cesâreti, korkunç gücü, kuvveti ve diğer özellikleri ile bu şerefe
lâyıktır.

Bilim târihçilerine göre bu türde ve kalitede bir ilmî eserin tasnifi, Demîrî’den önce yapılmamıştır.
Onun eseri, hayvanlar âlemi ansiklopedisi özelliğinde, yüksek ve pek derin bir kültüre dayalı olarak
hazırlanmıştır.

Eser, Hâkim Şah Muhammed tarafından Farsçaya tercüme edildi. Ömer bin Yûnus, Şeyh
Takiyyüddîn Muhamed bin Ahmed, Şeyh Şemseddîn Muhammed bin Ebî Bekr ve Celâleddîn Muhammed
bin Ebî Bekr ve Celâleddîn Abdurrahmân Süyûtî tarafından muhtasarları yazıldı. Kâdı Cemâleddîn
Muhammed bin Ali eş-Şeybî tarafından zeyli yazıldı ve çeşitli zamanlarda basıldı.

DEMİRKAZIK

(Bkz. Kutup Yıldızı)

DEMİRYOLLARI

Alm. Eisenbahn (-linie) (f), Bahn (f), Fr. Chemin (m) de fer, voie (f) ferree, İng. Railway,
railroad. Yolcu ve yük taşımacılığının yapıldığı demirden mâmul bir çift ray hâlinde uzanan ulaştırma
ağının adı. Hat fikrinin düşünülerek tatbiki çok eski devirlere dayanır. Eski Mısır, Yunan ve Roma
medeniyetlerinde atla çekilen arabaların tekerleklerindeki sürtünmelerin azaltılması için özel
tertibâtların uygulandığı bilinmektedir. On beşinci yüzyılda mâden ocaklarında arabalar tahta kalaslar
üzerine alınmış, demirin ucuzlaması ile de bunlar, ray adı verilen hatlara yerini bırakmıştır.

Buharla çalışan bir arabanın ray üzerinde yürütülenini ilk defa 1802 yılında İngiliz Robert
Trewithick yapmıştır. Bu arabayı diğerlerinden ayırabilmek için de lokomotif adını vermiştir. Bu
sahadaki çalışmalar hızla gelişmiş 1814 yılında George Stephenson adlı bir mühendis iki silindirli bir
lokomatif yapmayı başarmıştır.

1825 yılında borulu kazanların keşfedilmesinden sonra bir şirket yük taşımacılığının lokomotiflerle
yapılabilmesi için İngiltere’de demiryolu inşâsına başlamış, bu maksadla bir de yarışma düzenlemiştir.
Stephenson adında birisi 6 Ekim 1829 târihinde 10 tonluk bir yükle saatte 22 km hız yapan bir
lokomotif yapmayı başarmıştır. Demiryolunun kâşifi olarak George Stephenson, demiryolculuğunun
başlangıç târihi de 1829 olarak kabul edilmiştir.

1829 yılından sonra özellikle demiryolu arabalarında hiç durmayan bir gelişme olmuş, 1860
yıllarında demiryolundaki ulaşım hızı saatte 40 km iken, 1913’te 60 kilometreye, 1939’da ise 85
kilometreye ulaşmış, bunun yanında lokomotif güçleri de artmıştır. İkinci Dünya Harbinden sonraki
devrelerde buharlı lokomotifler yerini dizelli, elektrikli lokomotiflere bırakmıştır. Saatteki hız, katarlarda
(yük taşımacılığında) 120 kilometreye, yolcu trenlerinde ise 160 kilometreye ulaşmıştır. Bir taraftan
elektrikli lokomotiflerde gücün artırılması, elektriğin demiryollara uygulanması ve yol yapım
tekniğindeki gelişmeler, hızın 250-300 kilometreye kadar çıkmasını sağlamıştır. Avrupa’nın bâzı
demiryolu hatları değiştirilerek yüksek hız tekniği ile çalışan hatların uygulanmasına başlanmıştır.
Demiryollarındaki hız ve konfor yarışı son yıllarda Fransa ile Japonya arasında cereyân etmektedir. Bu
ülkelerde yolcu ve yük katarlarının manyetik alana sâhip yastıklar üzerinden nakli çalışmalarına hızla
devâm edilmektedir.

Türkiye’de demiryolları: Türkiye’de demir yolculuğu fikri 1836 yıllarına kadar gitmesine
rağmen, ilk demir yolu 66 km uzunluğundaki Köstence-Çernova hattı olup, 1860 yılında işletmeye
açıldı. Daha sonra 1863 yılında 224 km uzunluğundaki Varna-Rusçuk, 1866 yılında 130 km
uzunluğundaki İzmir-Aydın demiryolu hizmete girdi. Bunları Rumeli demiryollarının yapımı ve 1888’de
Avrupa demiryolları hattına bağlanması tâkib etti. Sultan Abdülazîz’in 1871 yılındaki fermânı ile
İstanbul-Bağdat demiryolu inşâatı başlatıldı, iki yıl içinde İstanbul-İzmit ve İzmir-Kasaba
(Turgutlu) demiryolu bağlantıları sağlandı.

Sultan Abdülhamîd Han zamânında 1888’den sonra çalışmalara hız verildi. İstanbul-Bağdat hattı
tamamlandı. 1890’da Ankara-Eskişehir demiryolu bitirildi. Aydın hattı doğuya, İzmir-Kasaba hattı
kuzeye uzatılırken, İç Anadolu’da kurulu şehirler arasındaki bağlantılar sağlanması için demiryolu
inşâatlarının yapımına devâm edildi. Bu şekilde 1912 yılında 440 kilometrelik demiryolu işletilmeye
açılmış oldu.

Osmanlı İmparatorluğunda yapılan demiryolu uzunluğu 8000 kilometreye ulaşmış olup, Birinci
Dünyâ Harbi sonunda, 4000 kilometrekarelik kısım işgâl devletlerinin eline geçti. İstiklâl Harbi’nin
başlaması ile Anadolu hattının 926 kilometrelik, Bağdat hattının 325 kilometrelik, İzmir-Kasaba hattının
223 kilometrelik kısmı Eskişehir’de kurulan İşletme Genel Müdürlüğünce yönetilmeye başlandı.
Cumhûriyet devrinde demiryolu yapımı için önce bir proje yapılarak çalışmalara başlandı. 1932’de

Samsun-Sivas, 1927’de Ankara-Kayseri, 1930’da Kayseri-Sivas, 1931’de Kütahya-Balıkesir, 1933’te
Ulukışla-Kayseri, 1935’te Irmak-Filyos ve Fevzipaşa-Elazığ-Diyarbakır demiryolu hatları işletmeye açıldı.

Yabancı şirket demiryolları devlet idâresi altına alındı. Demiryolları ağına çeşitli zamanlarda
Malatya-Çetinkaya, Afyon-Burdur, Elazığ-Muş-Tatvan-Elazığ-Kurtalan- Gaziantep-Narlı hatları da
eklendi ve millî demiryolları 10.993 kilometreye ulaşmış oldu (1993).

Demiryolu ulaşımında son gelişmeler: On dokuzuncu yüzyıl başlarında kara ve hava
taşımacılığındaki gelişmeler demiryolu taşımacılığında kısa bir süre duraklamaya sebebiyet vermişse de,
dünyâ ekonomisindeki gelişmeler, teknik buluşlar, hat ulaşımındaki yüksek hız verilen önemi yeniden
arttırmış, modern lokomotiflerle hareket ettirilen trenlerin çok üstün ve tehlikesi az bir taşıma aracı
olduğu anlaşılmıştır.

Sinyalizasyon ve kontrol: Sinyalizasyon ve kontrol metodlarındaki ilerleme demiryollarındaki
verimin gelişmesine sebeb olmuştur. Kolay görülebilen renkli ışık sinyalleri eski kollu sinyallerin yerini
almıştır. Bunlar, bir trafik kontrol merkezinde idâre ve yüzlerce kilometreyi kaplayan bir düzen şekline
girmiştir. Bu merkezlerde demiryolu ağı bir tabloda minyatürleştirilmiş olup, görevli bir düğmeye
basarak herhangi bir sinyali veya hat değişikliğini işleme sokabilmektedir. Tablodaki ışıklar trenin
güzergâhtaki yerini işâret eder. Bu raylara yerleştirilen ve trenin giderken işleme koyduğu elektriksel
devreler aracılığıyla sağlanır. Yüksek hızlı TGV (Yüksek Hızlı Tren) hatlarında, hiçbir sinyal bulunmaz.
Hatlardaki elektrik devreleriyle alınan bütün bilgi sürücünün önündeki bir tabloda verilir.

Toplu taşıma: Şehirlerde karayoluyla seyâhat her geçen gün trafik düğümlenmeleri sebebiyle
daha da yavaş olmaktadır. Bunun sonucu olarak daha fazla yeraltı trenlerine ve metrolarına ihtiyaç
duyulmaktadır. Bunlardan en yeni inşâ edilenlerden biri 1980’de işletmeye açılan Hong Kong’un toplu
taşıma sistemi olup, günde iki milyon yolcu taşıyacak tarzda projelendirilmiştir. Bu sayı yaklaşık 1963’te
işletmeye açılan ve 420 kilometrelik güzergâhta dünyânın en uygun yeraltı treni olan Londra
metrosunun yolcu sayısına eşdeğerdir. Genellikle toplu taşıma ağlarında güzergâhlar yeraltı yanında,
yerüstünde de bulunur. Buna bir örnek San Francisco’daki sistem olup, bu sistem 30 kilometrelik
yeraltı, 40 kilometrelik yeryüzü ve 50 kilometrelik yeraltı güzergâhına sâhiptir. Modern toplu taşıma
sistemleri genellikle otomatik kontrole sâhiptir. Türkiye’de de demiryolu toplu taşımacılığı konusunda
Ankara ve İstanbul’da metro çalışmaları hız kazanmış olup, tramvay taşımacılığı da 1992’de İstanbul’da
faaliyete geçmiştir. İstanbul-Ankara arasını da iki saate düşürme çalışmaları ilerlemektedir.

Tek raylı trenler: Bâzı şehirlerde tamâmen değişik yerüstü trenlerine rastlanır. Bunlarda tren
arabaları alışılagelen iki ray üzerinde değil, tek bir raya bağlı hareket ederler. Bunlardan en eskisi
1901’den beri çalışan Batı Almanya Wuppertal’daki sistemdir. Burada arabalar üstteki bir raya asılı
olarak hareket ederler. Benzer bir sistem de Tokyo hayvanat bahçesinde mevcuttur. Tokyo’daki farklı
bir tek ray sistemi hava alanını şehre bağlar. Burada araba hattını betonarme krişler teşkil eder.
Krişlerin üzerinde bulunan tekerlekler üzerindeki hareket, krişin kenarları boyunca bulunan tekerleklerin
tahrikiyle ortaya çıkar. Benzer bir tek raylı sisteme ABD’deki Disneyland eğlence yerinde de rastlanılır.

Uçan trenler: Tek raylı trenler istikbaldeki trenlerin gelişmesinin başlangıç noktasını teşkil eder.
Bu trenlerin saatte 800 kilometrelik bir hıza erişmesi beklenmektedir. Düşünülen bu trenlerin
tekerlekleri yoktur. Tekerlerin bu sür’atte hareket etmeleri mümkün değildir. Bu trenler raylar üzerinde
raylara değmeden bir tür hava yastığı üzerinde hareket edecektir. Fransızların “Aerotrain” bunun
geliştirilmekte olan bir misâlidir. Başka bir şekilde de, trenin hatta mağnetizm aracılığıyle asılmasıyla
düzenleme yapılmaya çalışılmaktadır. Henüz tecrübe safhasında olan bu trenlerin ilkinin Japonya’da
Shinkansen’ hattında işletmeye konulmuştur. Bu çeşit trenlerde, mağnetizmadaki kutupların birbirini
itmesi prensibi kullanılmaktadır. Tren hareket ederken rayları manyetik yapar. Mağnetik ray, trenin
mağnetlerini iter ve onu kaldırır. Bu türün diğer bir özelliği de, elektrik motorunun farklı olmasıdır.
Lokomotiflerde günümüzde kullanılan elektrik motorlarında elektrik geçtiğinde dönme ortaya çıktığı
halde, kullanılacak “Lineer indüksiyon motorunda hareket ötelenme şeklinde oluşacaktır.”

DEMOGRAFİ

Dünyâda veya bir ülkede bulunan nüfûsun yapısını, durumunu, dinamik özelliklerini inceleyen
bilim dalı. Yunanca demos “halk” ve graphein “yazmak” kelimelerinden meydana gelmiştir. “Nüfûsun
coğrafyası” veya “nüfusbilim” olarak da tanımlanır. Mevcut nüfûsun; yaş, cinsiyet, evlilik durumu,
geçim durumu, tahsil durumu gibi çeşitli sosyal ve ekonomik yönlerini inceleyen demografi; ülkelere ve
bölgelere göre nüfus dağılımını ve doğum, ölüm, göç hareketi gibi gelişmeleri inceler. “Niceliksel”
(sayılarla ilgili, kemiyet) ve “Niteliksel” (hal ve durumlarla ilgili, keyfiyet) diye, iki kısma ayrılmıştır.

Eski çağlardan beri gerek doğu İslâm ve Türk dünyâsında, gerekse batı Hıristiyan dünyâsında
demografinin ilgi sahasını teşkil eden nüfus sayımları ve çeşitli istatistikler yapıldı. Bu sayım ve
istatistiklerin bir kısmının müşahhas (somut) neticeleri elde bulunmamakla birlikte, yapıldığı

bilinmektedir. İslâm târihinde ilk nüfus sayımı, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm
Mekke’den Medîne’ye hicret ettikten sonra yapıldı. Medîne’de bulunan Müslümanların sayısının 1500
kadar olduğu tesbit edildi. Yine Peygamber efendimiz zamanında İslâm devletinin gelir ve giderlerinin
ve askerlerin yazıldığı defterler, İslâm târihindeki ilk istatistik kayıtlarıdır. Hazret-i Ömer devrinde
Müslümanlardan ve gayri müslim ahâliden alınan uşr, cizye ve haracla ilgili olarak tutulan defterler,
askerlere yapılan maaş ve diğer ödemelerle ilgili dîvânlar birer istatistik özelliği taşımaktadır.

Hazret-i Ömer İslâm ülkesinin her tarafına yaygınlaştırdığı dîvânlarla ilgili olarak çok sayıda
memur vazifelendirdi. Dîvânlardan maaş alacak olan memleketin bütün halkı defterlere yazıldığı gibi,
vazife alan memurların adları da ayrıca tesbit edildi. Uşurlu ve haraclı arâzilerin ölçülüp devlete
ödeyecekleri miktarlar bu ölçümlere göre hesaplanması sağlandı. Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve
diğer İslâm devletlerinde de devletin temel politikasını belirleyecek, bölgeler arası dengeleri muhâfaza
edecek çeşitli ölçüm yazım ve sayımlar yapılmıştır. Yapılan bu çalışmalar demografi adıyla
anılmamasına rağmen demografinin ilgi sahasına girmektedir.

Batı dünyâsında, demografi uzmanlarının temel vasıtasını teşkil den nüfus sayımının Roma
İmparatorluğuna kadar uzadığı bilinmektedir. Ortaçağ târihiyle meşgul olan târihçiler, hakikî manâsiyle
demografik diyebileceğimiz vesikaların Avrupa’nın güneyindeki memleketler için 13. ve diğer kuzey
Avrupa memleketleri için ise 14. yüzyıldan îtibâren mevcut sayılabileceğini ortaya koymuşlardır. Bu
sebeple 1086 senesinde İngiltere’nin, 1328’de Fransa’nın umûmî nüfûsunu hesaplamaya yarayan tahrir
(istatistik) vesikalarını birer istisna olarak bildirmektedirler. Geniş ülkelere şâmil belli bir metotla
yapılmış oldukları için istisnâî bir önem taşıyan bu gibi vesikalar yanında, ortaçağdaki feodal
parçalanma ile uygun kısmî ve husûsî daha birçok sayımların neticelerini bildiren vesikalar da
pekçoktur. Ortaçağ Avrupa’sının elinde bulunan bu vesikalar hakîkî mânâsıyla nüfus sayımları olmayıp
ekseriya husûsî ve fevkalâde bir hal karşısında belli bir vergiyi toplayabilmek için yapılmış sayımların
neticelerini bildirmeleri, onların işlenmesini ve değerlendirilmesini güçleştirmektedir. Bu durumda bâzan
bir şehrin bütün nüfûsu değil de, yalnız belli bir varlık derecesinde bulunan mülk sâhipleri veya
muayyen bir yaşın üstünde eli silah tutan vatandaşlar kaydedilmiştir. Daha çok Hıristiyan
memleketlerinde ve bu arada bilhassa Katoliklerde vaftiz, evlenmek, cenâze merâsimi gibi vesîlelerle
Hıristiyanların kiliselerdeki husûsî defterlere kaydedilmiş olması ve bu defterlerden birçoğunun iyi

muhafaza edilmiş olması da Avrupa memleketleri için bu devirde nüfus tetkikleri bakımından zengin
kaynaklardır.

Ortaçağda kurulan ve yeniçağda dünyâya hâkim olan Osmanlı Devleti zamanında bugünkü
demografi çalışmalarına benzer sayım ve istatistikler yapılmıştır. Belli usûllerle ve düzenli aralıklarla
tekrarlanan geniş sahalara şâmil, sistematik nüfus sayımlarının neticelerini ihtivâ eden, zaman ve
mekan içinde mukâyeseye müsâit olan bu sayımlar yalnız şu veya bu vergiyi toplamak için fevkalâde
durumlarda veya tesâdüfen ve husûsî maksatlarla yapılmış sayımlar değildir. Bu sayımlar Osmanlı
devletinin idârî, mâlî bütün teşkilâtının esasını teşkil edecek surette tasarlanmış ve yalnız vergi
mükelleflerini değil türlü hizmetler ve imtiyazlar sebebiyle vergiden muaf olanları, ümera (idâreciler) ve
askerleri, kör, topal, müflis vs. bütün erkekleri ihtivâ eden hakîkî nüfus istatistikleri mâhiyetinde
bilgilerdir.

Bugün elde bulunan Türk arşivlerinin en kıymetli hazinesi, eski bir idârî geleneğin otuz-kırk sene
gibi aralarla yapılması emredilen büyük nüfus ve vergi tahrirlerinin neticelerini tesbit eden ana
defterlerdir. Hâlen çeşitli arşivlerde bin kadarı bulunan bu ana defterler (kütükler) sâyesinde belli bir
târihte Osmanlı ülkesi dâhilinde her köy ve kasabada mevcut bulunan yetişkin erkek nüfûsu, ellerindeki
toprak miktarını gösteren işâretler ve her birinin tâbi olduğu türlü vergi mükellefiyetlerini tesbit eden
rakamlarla birlikte isimleri ve babalarının adlariyle ayrı ayrı kaydedilmiş olduğu görülmektedir. Yine aynı
defterler sâyesinde her köyün kimin timarı veya mülk ve vakfı olduğunu, o köylerde yapılan zirâatin ve
yetiştirilen hayvanların çeşitleriyle miktarlarını bildiren veya bu bilgileri çıkarmaya yarayan sarih (açık)
kayıtlar uşr (öşür) ve rüsûm miktarını tâyin eden rakamlar bulunabilmektedir. Bu rakamlar ve bilgiler
Osmanlı devlet çarkının düzenli bir şekilde işlediğini göstermektedir. Bu suretle bundan dört-beş yüz
sene önce Osmanlı ülkesinin her köşesinde mevcut sipahi veya mülk ve vakıf sâhibi ile toprağa
bağlanmış olan köylüyü, ülkenin bir ucundan diğer ucuna uzanan yollar boyunca derbent bekleyen, yol
ve köprü tâmir eden ve kervansaraylara hizmet eden insanları, madenci, şapçı, tuzcu, taşçı ve yağcı
gibi türlü vazifeleri olan halkı ve nihâyet her türlü komisyon ve vergi toplanan geçit, pazar, gümrük
mahallerini yerli yerinde ve vazife başında görmek, Osmanlı devlet makinesinin çarklarının nasıl
işlediğini anlamak ve rakamlarla ölçmenin bu defterler sâyesinde olduğu söylenecek olursa, Osmanlılar
zamanında demografik çalışmaların bugünkünden daha değişmez ve gerçekçi usûllerle yapıldığı ortaya
çıkar.

Sultan Birinci Selim Han, Sultan İkinci Bâyezîd Han, Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci
Murad Han devirlerinde yapılan çeşitli tahrirler ve istatistikler ilâve olarak Kanûnî Sultan Süleymân
Hanın tahta geçişini tâkip eden ilk on sene içinde bütün Osmanlı memleketlerine şâmil olmak üzere
yaptırılmış olan tahrirlerin neticelerini ihtiva eden defterlere dayanarak, o târihlerde Türkiye nüfûsunu
(Mısır, Irak ve Tuna ötesi Avrupa bölgeleri hariç) tesbit etmek mümkündür. Daha sonraki Osmanlı
asırlarında yapılan çeşitli tahrir ve sayımlar devletin siyâsî, ekonomik ve sosyal nizâmına yönelik
düzenlemelere kaynaklık etmiştir.

Osmanlılar zamanında yapılan demografik çalışmalarla ilgili bilgi rakam ve değerlendirmeleri Ord.
Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan tarafından neşredilen Târihi Demografi Araştırmaları veOsmanlı Târihi
adlı makalede açık bir şekilde bulmak mümkündür.

Demografi, Avrupa’da, ilk defa bilim olarak 17. yüzyılda İngiliz istatistikçi John Graunt’un
çalışmasıyla ortaya çıktı. Graunt, 1662’de yayımladığı, Natural and Political Observations... Made
Upon the Bills of Mortality (Ölüm Kayıtları Üzerine Tabiî ve Siyâsî Gözlemler) de demografların temel
vâsıtalarından olan ölüm oranı tablolarının ilkini hazırladı. Ölüm ve vaftiz kayıtları üzerine tedkik ve
incelemelerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği çalışmalarla Avrupa’da demografi biliminin kurucusu
sayıldı. Demografik araştırma ve incelemelerdeki ilerlemeler 16 ve 17. yüzyıllar boyunca da sürdü.
Ölüm oranını tesbit eden tablolar daha gelişkin duruma getirildi. Doğumda erkeklerin ağır bastığı,
cinsiyet oranları gibi belli bâzı demografik kânunlar ve eğilimler tesbit edildi. Dünyânın pekçok yerinde
bu sahadaki bilgilerden yola çıkılarak, ilk nüfus tahminleri yapıldı. On sekizinci yüzyılda hayat
sigortasının ve halk sağlığına verilen önemin artması neticesinde ölüm istatistiklerinin incelenmesine
karşı ilgi uyandı. On dokuzuncu yüzyıla kadar demografik istatistikler ve nüfus sayımları hızlı bir
gelişme gösterdi. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Batı dünyâsının büyük bölümünde nüfus sayımı ve
hayat istatistikleri, doğumların ve ölümlerin sistemli olarak kayda geçirilmesi uygulamaları yerleşti. Bu
durum demografik araştırmaların sahasının genişlemesini sağladı.

Demografi kelimesini ilk olarak Fransız bilim adamı Achille Guillard 1855’te yayımladığı, Éléments
de Statistique Humaine ou Demographie Comparée (Beşerî İstatistiğin İlkeleri veya
Karşılaştırılmalı Demografi) adlı eserinde kullandı. Fransız akademik çevreleri demografi terimini
özellikle sağlık ve ölüm oranını etkileyen hayat şartlarıyla alâkalı istatistikler için kullandılar. Terim kısa
bir müddet içinde Avrupalı araştırmacılar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. ABD’de ise

daha geç kabul gördü. Demografi 20. yüzyılda görülmedik biçimde genişleyip çeşitlendi. Nüfus
dinamikleri ile demografi dışı değişkenler arasındaki etkileşim daha geniş biçimde kabul gördü.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında meydana gelen harpler, bilim ve
teknolojinin ilerlemesiyle ortaya çıkan yeni sosyal meseleler de demografinin ilgi sahasını etkiledi.
Böylece demografi şumullü ve disiplinler arası bir hususiyet kazandı. Gerek gelişmiş ülkelerdeki gerekse
gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus meseleleri de demografiye verilen önemin artmasını sağladı. Yirminci
yüzyılın ikinci yarısında görülen nüfus patlaması, nüfus ve kalkınma arasındaki karşılıklı ilişki, doğum
kontrolü hareketi, plansız şehirleşme, kent nüfuslarının akıl almaz şekilde artması, kânunsuz göçler ve
işgücü istatistikleri demografinin önemini giderek artırdı. Başta Birleşmiş Milletlere bağlı kuruluşlar
olmak üzere demografi sahasında daha şumullü ve daha çok sayıda meselelerle ilgilenen birçok
araştırma kurumu, çeşitli milletlerarası kuruluş ve konferanslar, yalnızca demografi çalışmalarına
ayrılmış olan yayınlar ortaya çıktı. Bütün bu gelişmeler, demografi biliminin olgunlaşmasını, geniş bir
ilgi sahasını kuşatan milletlerarası bir disiplin olarak ortaya çıkmasını sağladı. Doğumlar ve ölümler,
öğrenim gören nüfus, emekli maaşı alanların sayısı, hâne halkı sayısı, işgücü piyasasının yapısı, sağlık,
eğitim ve mesken (konut) ihtiyacıyla ilgili meseleler demografi bilimi tarafından incelenip
değerlendirildi. Günümüzde kısımlara ve şûbelere ayrılan demografi bilimi, sayısal bilgilerin yanında
sosyal, ekonomik, siyâsî ve kültürel konuları araştırıp değerlendirmektedir.

DEMOKLES

M.Ö. 4. yüzyılda Sirakuza’da hükümdar olan Dionysous’un sarayında yaşamış ve dünyâca ünlü
“Demokles’in Kılıcı” deyiminin zamanımıza kadar gelmesine sebeb olmuş kişi.

Efsâneye göre Demokles Kral Dionysous’un yakın dostu olduğu için, dâimâ kralla sohbet ederdi.
Konuşmalarında çoğu defa krala krallığın bahşettiği mutluluktan bahseder dururdu. Bu durumdan
usanan kral, birgün Demokles’e dönerek; “Bu mutluluğu senin de tatmanı arzu ediyorum!” demişti.
Büyük bir ziyâfet hazırlatarak tacını ve tahtını bu krallık düşkünü Demokles’e bırakmıştı. Demokles de
sevinçle krallık elbiselerini ve tacını giyinip tahta oturmuştu. Ziyâfetin ortalarına doğru tam başının
üstünde bir şeyin sallanmakta olduğunu gören Demokles, dikkatle bakınca bunun tek bir at kılına bağlı
keskin bir kılınç olduğunu görmüştü. Demokles bunun ne mânâya geldiğini düşünüp, Kral

Dionysous’un böyle yapmakla, kendisine krallığın pek de öyle iç açıcı bir mevki olmayıp, aksine insanın
canını dâimâ tehlikelere sokabilecek bir iş olduğunu idrak ettirmek istediğini anlamıştı.

Bu eski Yunan efsânesinden kaynaklanan “Demokles’in kılıcı gibi” deyimi, günümüzde de büyük
görev ve mesuliyetlerin aynı zamanda büyük tehlike ve sıkıntıları da beraberinde getireceği imajını dile
getirmek amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca Kral Dionysous’un krallığı süresince büyük tehlikeler ve
korkular yaşadığını da ifade etmektedir. “Demokles’in kılıcı” deyimine çoğu edebî eserlerde,
makâlelerde rastlanır.

DEMOKRASİ

Alm. Demokratie (f), Fr. Demokratie (f), İng. Democracy. Halkın kendi kendini yönetmesi. Eski
Yunancada “demos” halk ve “kratos” otorite demektir. İkisinin birleşmesinden “demokratia” sözü
meydana gelir. Buna göre, demokrasi, “halk idâresi”anlamındadır. Ancak, bu söz, çok çeşitli anlamlarda
kullanılmaktadır. Bunlardan başlıcaları şunlardır:

Doğrudan doğruya demokrasi: Siyâsî kararların, çoğunluk esâsına göre, yurttaşların oy
çokluğu ile, doğrudan doğruya şehir halkı tarafından alındığı yönetim şekline, doğrudan doğruya
demokrasi denir.

Temsîlî demokrasi: Yurttaşların siyâsî haklarını doğrudan doğruya değil de, kendi seçtikleri ve
kendilerine karşı sorumlu olan temsilciler yoluyla kullandıkları yönetim şekline temsîlî demokrasi denir.

Yarı doğrudan demokrasi: Temsîlî demokrasinin bâzı mahzurlarından kurtulmak ve doğrudan
demokrasiye yaklaşmak için yarı doğrudan demokrasi sistemine gidilmiştir. Bu demokrasi türü
referandum, halkın kânun teklifi ve halkın vetosu gibi yollarla sağlanmaktadır.

Liberal demokrasi: Çoğunluğun meydana getirdiği iktidârın, azınlığın da haklarını (kişisel ve
kamu haklarını-söz hürriyeti, din hürriyeti vs.) güvence altına alan ve anayasa hükümleriyle sınırlanmış
demokrasi çeşidine “liberal demokrasi” denir. Bunun bir diğer adı da “anayasal demokrasi”dir.

Sosyal veya ekonomik demokrasi: Doğrudan doğruya, temsîlî liberal demokrasiyi ve bunların
öne sürdüğü ilkeleri dikkate almaksızın, toplumsal ve ekonomik farkları azaltma, servet dağılımındaki
eşitsizliklerden doğan farkları en azına indirmek gâyesini güden demokrasiye, sosyal veya ekonomik
demokrasi denir.

Demokrasinin esasları: Demokrasi günümüz anlamıyla bir hükümet şekli olduğu gibi, toplum
hayatını düzenleme bakımından bir kurallar bütünüdür. Demokraside soy, sop, servet, ırk ve benzeri
özellikler hiçbir şahsa, başkalarına karşı üstünlük sağlamaz. Gerçek bir demokratik yönetimlerde, fertler
arasında büyük çapta ekonomik farklılıklar olmaz.

Demokrasi, diğer taraftan, fertlerin hükümet baskısı altında kalıp ezilmelerini de önler. Demokrasi
yönetiminde, herkesin konuşma, basın-yayın ve din hürriyeti vardır. Ayrıca, kânunlara aykırı olmamak
kaydıyla yürürlükteki hükümete muhâlefet etme, icrâatlarını serbestlikte tenkit ve tasvib etme hakkı da
vardır. Tek partili sistemde, doğu bloku halk demokrasilerinde (komünizmde) ve totaliter
demokrasilerde bu haklar yoktur. Demokratik yönetimde, kanun karşısında herkes eşit sayılır.
Kanunlara aykırı olmamak şartıyla, herkes görüşlerini serbestçe açıklayabilir.

Demokrasinin gelişimi ve târihi: Demokrasinin başlangıcı çok eski zamanlara kadar ulaşır.
Fakat bugünkü, anlayış şekline göre demokrasi, eski Yunanlılar zamanından sonra başlamış sayılır. Eski
Yunan şehir, devletlerinin (sitelerinin) yönetim şekli, asıl demokrasiye örnek gösterilir. O devirde henüz
temsîlî sistem bilinmiyordu. Diğer taraftan nüfus da azdı. Bu sebeple doğrudan doğruya demokrasi
uygulaması yapılıyordu. Fakat, bunlarda tutsaklara (esirler) ve kölelere, diğerlerine verilen demokratik
haklar verilmediği için, ayrıca kadınlara oy verme hakkı tanınmadığından bu devir demokrasisine,
gerçek mânâda demokrasi denilemez. Bu demokraside, köleler, tutsaklar ve kadınlar hâriç herkes
oylamada hazır bulunur, yönetime de seçilebilirlerdi. Bu tür demokrasi, özellikle M.Ö. V. yüzyılda
Yunanistan’da uygulanmıştır. Sonradan eski Yunan şehir sitelerinin ortadan kalkması neticesinde bu
demokrasi akımı da durmuştur.

Yıkılan demokrasinin yerine aristokrasi geçmiştir. Bu ise, ülkeyi en seçkin kimselerin yönetmesi
esasına dayanıyordu.

Romalılar, Yunanistan’a yakın olmaları sebebiyle demokrasiye yabancı değillerdi. Fakat bunlarda
da oligarşik bir cumhuriyet vardı. Sonradan bu ülke imparatorluk yönetimine geçmiştir.

Daha sonra Avrupa’da feodal krallıkların ortaya çıktığını görüyoruz. On altı ve on sekizinci
yüzyıllar arasında bunların yerini de mutlakiyet idâreleri almaya başladı. Ortaçağda zaman zaman
görülen cumhûriyetlerin de demokrasi değil, oligarşi olduğu târihî bir gerçektir.

Aradan zaman geçtikçe mutlakiyet idârelerine karşı birçok ülkelerde hoşnutsuzluk başladı. Bu
hoşnutsuzluk 18. yüzyılda daha da büyüdü ve demokrasiye doğru adım atılmaya başlandı. Bunun ilk

semeresi Amerika’da görüldü. 1776 yılında İngiliz egemenliğinden kurtulmak gâyesiyle Amerikan
kolonileri birleşerek “Özgürlük Bildirisi” yayınladılar. Bu bildiri, demokrasi târihinin klasik belgelerinden
biridir. Bu daha sonra, 1787’de Amerikan Anayasası kabul edilerek, hükümetin halka baskı yapması bu
anayasa ile önlenmiştir.

Bugünkü demokrasi târihin ikinci dönüm noktası kabul edilen 1789 Fransız devrimi ise, mutlakiyet
rejimine karşı bir ayaklanma şeklinde başlamış ve “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nin
yayınlanmasını sağlamıştır. Neticede 1791 yılında kabul edilen Fransız Anayasası ile, yurttaşların kânun
karşısında eşit oldukları ilkesi kabul edilmiştir.

İlk İslâm devletinin dört büyük halife devri de bir nevi temsîlî demokrasi olarak kabul edilir. Bu
durum bilhassa hazret-i Ömer zamanında çok belirgindir. Seçimle gelen halifeler bugünkü modern
demokrasi anlayışının bütün ideallerini uygulama örneklerini vermişlerdir. Devleti idâre tarzları, şahsî
yaşayışları ile idâre edilenlerin teklif ve fikirlerine itibâr etmeleri bakımlarından fevkalâde yüksek
faziletlerin tatbikatçısı olmuşlardır.

Batıda gerçek anlamda demokrasinin kapısını Fransa’nın açtığı kabul edilirse de, İngiltere, çok
daha önceleri, demokrasi biçimi idâreye daha yakın örnekler vermiş. Fransız devrimi yanında
İngiltere’de oligarşik bir yönetim biçimi vardı. Fakat aynı İngiltere’de 1688 devrimi sonunda kabul
edilen anayasa, demokrasinin gelişmesine açıktı. Anayasaya göre kralın gücü zayıflamış, yaşama ve
mâliye kesinlikle parlamentonun denetimindeydi. Bu anayasa sonradan 1832 ylında daha da
demokratik hâle getirilmiştir. Bu bakımdan bâzılarına göre klasik demokrasinin beşiği İngiltere’dir.

Klasik demokrasi: Avrupa’da feodalitenin yıkılıp, merkezî krallıkların kurulmasından sonra,
krallıkların güçlenmesi, aristokrasi burjuvazi çekişmesine yol açmıştır. Bu deneme ilk defa İngiltere’de
başlamıştır. Burjuvazi krallık otoritesini sınırlamaya kalkışmış ve neticede “Millî Hâkimiyet” teorisi
ortaya atılmıştır. Bu sûretle, devlete âit her türlü egenmenliğin millete âit olduğu savunularak “klasik
demokrasi”sistemi kurulmuştur.

Klasik demokrasi üç bölüme ayrılmaktadır: “Doğrudan doğruya demokrasi”, “yarı doğrudan
demokrasi” ve “temsîlî demokrasi”. Doğrudan doğruya demokrasi, eski Yunanlılarda uygulanan târihî bir
sistemdir. Buna göre, halk toplanarak topluca yönetim şekline katılır. Bugün bu sistemle idâre,
İsviçre’nin küçük kantonlarında vardır. Yarı doğrudan demokrasi, bu sistemde, gerçek yönetim halkın

seçtiği temsilciler de olmakla beraber, yerine göre halk da, “referandum”, “plebisit” ve “kânunları veto”
usulleriyle yönetime iştirak etmektedir. Yine bu sistem İsviçre’de en geniş şekliyle uygulanmakdadır.

Temsîlî demokrasiye gelince, bu sistemde, hâkimiyetin millete âit olduğu prensibi vardır. Yönetim
milletin seçtiği temsilciler tarafından ve anayasaya uygun olarak yürütülür. Temsîlî demokrasiler,
hükümet şekillerine göre, “Parlamenter Sistem”, “Meclis Hükümeti Sistemi” ve “Başbakanlık Sistemi”
gibi değişik hükümet şekillerine ayrılır. Fakat hepsinde temel esas, devletin, halkın seçtiği ve milleti
temsil etmekte olan temsilciler tarafından idâre edilmesidir. Bu sistem, kaynaklarını, tabiî hukuk ve
içtimâî mukâveleden alır. Hukuk literatüründe bunların da temsilcileri, Hobbes, Locke, Montesquieu ve
Rousseau’dur.

Demokrasiye karşı görüşler: Yirminci yüzyılda, dünyâ devletlerinin birçoğu, bünyelerine uygun
olan demokrasiyi benimsediler. Fakat yer yer demokrasiye karşı görüşler de ortaya çıktı. Bunların en
başında Rusya’da yapılan ihtilâl sonunda, halk adına bir komünist diktatörlüğü kuruldu (1917). Bunu
tâkiben İtalya’da 1922 yılında Mussolini, Almanya’da 1933 yılında Hitler, diktatörlük yönetimine târihi
bir zorlama neticesinde geçtiler.

Bu tür idâreciler, totaliter olmaları sebebiyle demokrasiye zıt görüşteydiler. Sonradan Faşizmin
yenilgisiyle İtalya ve Almanya tekrar demokrasiye döndü. Fakat Rusya, totaliter karakterini daha da
derinleştirecek komünizm rejimini birçok Balkan ülkesine yayarak bugün artık dağılmış olan Varşova
blokunu meydana getirdi. Diğer taraftan dünyânın en kalabalık insanı ülkesinde barındıran Çinde,
Rusya’nın entrikaları ile komünizm ağına düştü. Bu ülkede de komünizm rejimi kuruldu.

Komünistler, halka söz hakkı tanımadıkları halde, kendi yönetimlerinin gerçek demokrasi
olduğunu iddiâ ederler. Sözde “halk cumhûriyeti” dedikleri ülkelerinde katı ve kızıl bir diktatörlük vardır.
Yakın zamanda bu diktatörlüğe baş kaldıran Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya halkı, büyük diktatör
Rusya tarafından acımasızca kan dökülerek ezildi ve susturuldu. Komünist devlet yönetimini bütün
dünyâya yaymak isteyen ve bu uğurda birçok dünyâ devletini iç savaşın eşiğine getirerek işgâl eden,
milyonlarca insanın ölümüne sebep olan Rusya, en son 1979’da Afganistan’ı işgal ederek, komünizmin
gerçek yüzünü dünyâya gösterdi.

Dünyâ ülkelerinin halkları zenginlerken uygulanan bozuk sistem sebebiyle devamlı fakirleşen
komünist ülkeler, devrimi dünya yüzeyine yayma inatları sonucunda iyice yoksul düştüler. Ekonomileri
çıkmaza girdi. Bunun sonucunda Gorbaçov tarafından uygulamaya konulan perestroika ile çözülme

başladı. Asker ve polis gücüyle 73 yıldır inleyen Sovyet Cumhuriyetleri komünizmden vazgeçerek bir bir
istiklâllerini ilân etme yarışına girdiler. Nihâyet 1991 senesinin sonunda Sovyetler Birliği tasfiye edilerek
komünist idâreye son verip demokrasiye geçildi. Bugün dünyâda Küba ve Çin’in dışında komünist idâre
kalmadı.

DEMOKRAT PARTİ (DP)

Alm. Demokratische Partie (e), Fr. Parti (m), democrate , İng. Democrat Party. Türkiye’deki
siyâsî partilerden biri. Halk Partisinin tek parti olduğu 1946’da partiden çıkarılan Celâl Bayar, Adnan
Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan tarafından Demokrat Parti kuruldu (7 Ocak 1946). 1924
Anayasasına bağlı olduğunu hak ve hürriyetlerin savunulması, millî hâkimiyet prensibinin etkin hâle
getirilmesi, devlet ve parti başkanlığının birleşmesi gerektiği fikirlerini ileri sürdüler.

21 Temmuz 1946 seçimlerine katılarak gösterdikleri 186 adaydan 62’si milletvekilliğini kazandı.
Mecliste muhâlefeti temsil ettikleri (1946-1950) yıllarında parti içinde çeşitli fikir ayrılıkları meydana
geldiğinden, ayrılmalar oldu. 13 milletvekili partiden ayrılarak Müstakil Demokratlar grubunu, aynı yıl
(1948) başka bir grup Afyon Öz Demokratlar Partisini meydana getirdi. Bunlardan sonra tartışma
durmadı. Partiden ayrılan ve çıkarılanlar Millet Partisini kurdular.

Demokrat Parti, Mayıs 1950 yılında yapılan seçimlerden büyük bir zaferle çıktı. 393 milletvekili
kazanarak CHP’den iktidârı devraldı. Demokrat Partinin 10 yıllık iktidâr zamânı Türkiye’nin iç ve dış
siyâseti bakımından önemli bir devresidir. Zirâatin makinalaşması, yol, baraj, modern fabrikaların
yapılması, büyük şehirlerin îmâr edilmesi bu devre içinde çok fazladır. Büyük sosyal hastahânelerin
yapılması, sosyal sigorta sisteminin gelişmesi, ücretli hafta tâtili, üniversite ve teknik okulların, lise ve
ortaokulların açılması, okullara din derslerinin konması, ezân yasağının kaldırılarak Arapça aslına göre
okunması, radyoda milletin dînî ve millî özelliklerini ortaya koyan konuşmaların yayımlanması, 25
Haziran 1950 Türkiye’nin Nato’ya kabul edilmesi, Balkan ve Bağdat Paktlarının kurulması, Demokrat
Partinin yaptığı hizmetlerden bâzılarıdır. Bu zamanda geniş çaplı bir kalkınma hareketi başlamış oldu.
1954 seçimleri Demokrat Partiyi daha da güçlendirdi. Milletvekili sayısı 393’ten 488’e yükseldi. Parti
içinde yine çıkan fikir ayrılığından dolayı istifa eden ve çıkarılan 19 milletvekili Hürriyet Partisini
kurdular.

1957 seçimlerinde DP, seçmenin yüzde ellisine yakınının oyunu alarak 424 milletvekili ile tekrar
iktidar oldu. Ancak Cumhuriyet Halk Partisinin senelerdir elinde tuttuğu iktidarı kaybetmenin verdiği
hırçınlık; basının basit olayları büyütmesi ve tek yanlı tutumu; Türk aydınının ve öğretim üyelerinin
memleket elden gidiyor diyerek orduya açıkça dâvetiye çıkarışları; 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin
yapılmasına sebeb oldu. Demokrat Partinin yönetici ve milletvekilleri tutuklandı. Hepsi Yassıada’da
kurulan mahkemeye çıkarılarak muhtelif cezâlara çarptırıldılar. Bunlardan îdâmâ mahkum edilen 15
kişinin 12’sinin cezâsı müebbet hapse çevrilirken, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü
Zorlu îdâm edildi (1961).

Partinin mahkemece 1960 yılında kapatılması ile siyâsî ömrü sona ermiş oldu. 1992 Temmuzunda
çıkan kânunla yeniden açılmasına müsâade olundu. Eski üyeleri tarafından yeniden faaliyete geçirildi ve
Hayreddin Erkmen genel başkanlığa seçildi.

DEMOKRATİK PARTİ

Siyâsî partilerden. 1970 yılı bütçe görüşmeleri sırasında bâzı milletvekillerinin kendi partileri
aleyhinde rey vermesi ile Adalet Partisi içindeki ayrılık tamamen su yüzüne çıkmıştı. Partiden ayrılan
milletvekilleri ve senatörler Ferruh Bozbeyli’nin başkanlığında Demokratik Partiyi kurdular. 1973 yılında
yapılan seçimlerde % 11,7 oy alarak 45 milletvekili, 5 Haziran 1977’de yapılan seçimlerde ise tamamen
eriyerek sâdece bir milletvekili çıkarabildiler. Ferruh Bozbeyli başkanlıktan ayrıldı. Siyâsi platformda
önemi kalmayan parti kendi kendisini feshetti.

DEMOKRATİK SOL PARTİ (DSP)

Cumhûriyet devri siyâsî partilerinden. 12 Eylül 1980’den sonra siyâsî faâliyetlere müsâade
edilince, kapatılan Cumhûriyet Halk Partisinin (CHP) eski yöneticileri, bu partinin yerini doldurabilecek
yeni bir siyâsî partinin kurulması için çalışmalara başladılar.

Bu çalışmalar sırasında, CHP’nin son genel başkanı Bülent Ecevit, 1982 Anayasası şartları
içerisinde gerçek bir demokrasi olmayacağını, bu sebeple de demokratik sol bir partinin
kurulamayacağını savundu. Bu sırada Halkçı Parti (HP) ve Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kuruldu.
Bülent Ecevit bu siyâsî partilerin kurulmasından sonra hemen harekete geçerek, eski Türk-İş Genel
Başkanı Halil Tunç, işadamı Murteza Çelikel, TC Merkez Bankası eski başkanı İsmâil Hakkı Aydınoğlu,
CHP’nin İzmir eski il başkanı Sedat Akman’ın da katılması ile parti kurma faâliyetlerine başladı.

Kurulacak yeni partinin tabanının halka dayanmasını isteyen Ecevit, parti kurucu sayısının 40.000
olmasını istemişti.

Bu düşünceler içerisinde Demokratik Sol Parti (DSP), 14 Kasım 1985’te 612 kurucu üye ile
kuruldu. 23 Kasımda toplanan kurucular kurulunda partinin genel başkanlığına oy çokluğu ile Rahşan
Ecevit seçildi. Genel sekreterliğe HP’den Adana milletvekili olarak meclise giren Nuri Korkmaz getirildi.
HP ile SODEP, Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ismi ile birleşince, buna karşı çıkan bir grup, HP’den
ayrılarak DSP’ye katıldılar. Bu katılmalar sebebiyle DSP de TBMM’de grup kurdu. Grup başkanlığına
TBMM eski başkanı Cahit Karakaş seçildi. DSP, Eylül 1986’da 11 milletvekilliği için yapılan ara seçimlere
katıldı. Oyların % 7,7’sini alarak dördüncü parti olmasına rağmen, % 10 barajını geçemediği için
milletvekilliği kazanamadı. 6 Eylül 1987’de siyâsî yasakların kalkması için yapılan halk oylamasının
neticesinde siyâset yasağı kalkan Bülent Ecevit, aktif siyâsete tekrar atıldı. 13 Eylülde hanımı Rahşan
Ecevit’in genel başkanlığını yaptığı DSP’nin başına getirildi. DSP 29 Kasım 1987 seçimlerine, Bülent
Ecevit’in genel başkanlığında katıldı. Seçimlerde % 8,5 civârında oy toplayabildi. Türkiye genelinde %
10’luk barajı yine aşamadığı için, TBMM’ye milletvekili sokamadı.

DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, seçimlerde alınan bu sonuç üzerine ilk genel kongrede genel
başkanlıktan ve aktif siyâsetten ayrılacağını açıkladı. Bir süre siyâset ve politikadan uzak kaldı. Tekrar
DSP’nin başına getirildi.

DSP, 20 Ekim 1991 milletvekili erken genel seçimine Bülent Ecevit’in genel başkanlığında katıldı.
Ülke genelinde kullanılan seçmen oylarının % 10,90’ını alarak Türkiye genelinde % 10’luk oy barajını
geçmeyi başardı. Çıkardığı yedi milletvekiliyle TBMM’ye girdi.

DENEME

Alm. Experiment (n), Versuch (m), Probe (f), Fr. Essiai (m), experience (f), İng. Test,
Experiment. Bir gerçeğin veya ileri sürülen bir fikrin doğruluk derecesinin veya yanlışlarının bulunması
için yapılan araştırmalar. Denemelerin sâhası oldukça geniştir. Tarımda (meselâ tohumun filizlenme
gücünün tesbiti için), havacılıkta (meselâ paraşütle atlama denemeleri), kuyumculukta (mâdenî
paraların ayarının tesbiti için) vs. maksada göre denemeler yapılır.

Modern ilim anlayışının üç temel unsurlarından biri olan deneme (tecrübe), Müslüman fen
âlimlerinin asırlar evvelinden bildikleri ve uyguladıkları bir husustur. Çünkü İslâm dîni tecrübe ve

denemeye önem veren bir dindir. Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise tecrübe etmenin yalnız ilim
konularına değil, sanat, zirâat, ticâret gibi günlük hayâtın her cephesine önemli bir unsur olarak
gitmesini sağlamıştır.

Bir gün Peygamber efendimize eshâbından bir grup; “Efendim Yemen’e gittik. Orada hurmaları
bizim atalarımızdan gördüğümüzden başka türlü aşılıyorlar ve daha fazla ürün alıyorlar. Siz Yemen’deki
usûlleri mi, yoksa atalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılamamızı tavsiye edersiniz?”diye sordular.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Bir kısmınız atalarınızdan gördüğünüz gibi, bir kısmınız da
Yemen’de gördüğünüz gibi aşılayın. Hangisinden daha çok mahsul alırsanız bundan sonra o
usûlle yapın.”

İslâm devletleri dinlerine bağlı oldukları dönemlerde fen ilimlerinde ve her safhada bu düsturla
hep ilerlemiş ve birinci olmuşlardı.

Teknoloji denemeleri: 1) Bir cismin zorlanmalara karşı koyma, esneme, vb. gibi yeteneklerinin
anlaşılması için yapılan fiziksel veya kimyâsal işlem. 2) Bir makinanın kullanış özelliklerinin veya
yapısının kontrol edilmesi için yapılan işlem.

Kontrol denemeleri: Malzemeler üzerinde yapılan bu denemeler onların şartnâmeye uygun olup
olmadıklarının veya kendilerine bâzı özel, termik işlemlerin uygulanmasından sonra istenilen özellikleri
kazanıp kazanmadıklarının anlaşılması için yapılır.

Araştırma denemeleri:Malzemeleri değişikliklere uğratarak onlara daha iyi özellikler
kazandırmak maksadıyla laboratuvarda yapılan denemelerdir.

Kompozisyonda yazı çeşidi veya tür olarak deneme için (Bkz. Edebî Türler).

DENEY

Alm. Versuch (m)- Experiment (n), Fr. Experience epreuve (f), essai (m), İng. Experiment. 1)
Herhangi bir maddenin özellikle ticâret malının birleşiminin anlaşılması, saflık derecesinin tesbit
edilmesi, bozulma veya hile durumlarının meydana çıkarılması için yapılan analiz. Meselâ yemek yağının
serbest asit muhteviyâtının ne mertebede olduğunun bulunması için yapılan iyot indisi deneyi gibi. 2)
Bâzı kânunların uygulanması veya ileri sürülen bâzı fikirlerin doğruluk derecesinin tesbiti için yapılan
işlemler. Meselâ gaz kânunlarından birini laboratuvarda talebelere yaptırıp sonuçlarının kânuna uygun
olduğunu göstermek için yapılan işlemler. Araştırma bakımından ise, demirin paslanmasında nemin

rolünü incelemek için nemli ve nemsiz ortamlarda paslanma derece ve hızının tesbiti için yapılan
deneyler misâli.

DENGE

Alm. Gleichgewicht, Balance, Fr. Équilibre, balance, İng. Equilibrium, balance. Bir cisme etki
eden kuvvetlerin bileşkesinin ve herhangi bir noktaya göre momentlerinin toplamının sıfır olması hâli.

Denge hâlinde bulunan bir cismin ivmesi de sıfırdır. Dışarıdan herhangi bir kuvvet etki etmediği
müddetçe cisim denge hâlini bozmaz.

Bir cismin denge hâlini bozmaya çalışan kuvvetlere karşı koyan kuvvetler varsa, yâni hâriçten bir
kuvvetin etkisiyle dengesi bozulan cisim, bu kuvvet kaybolduktan sonra tekrar denge hâline
gelebiliyorsa, bu cismin dengesine “kararlı denge” denir.

Denge durumu bozulan cisim tekrar ilk denge durumuna gelemiyorsa, bu cismin dengesine de
“kararsız denge” denir.

Düz bir zemin üzerinde duran cisimlerin ağırlık merkezlerinden geçen çekül doğrultusu, cismin
dayanma yüzeyinin içinde kalıyorsa, cisim devrilmez (Şekil A). İtalya’daki eğikliği ile meşhûr Piza Kulesi
bu sebeple hâlen devrilmeden durabilmektedir. Eğer ağırlık merkezinden geçen çekül doğrultusu
dayanma yüzeyinin dışında kalıyorsa, cisim devrilir (Şekil B).

NOT: ŞEKİL VAR...(Ave B) !

DENGE (Kimyâsal Denge)

Alm. Gleichgewich (n), Balance, Fr. Équilibre (m), İng. Equilibrium. İki yönlü bir reaksiyonda;
ürünlerin meydana geliş hızının, ürünlerden tekrar reaksiyona girenlerin meydana geliş hızına eşit
olduğu hâl. Böyle denklemlerde reaksiyonun her iki tarafa olabileceğini göstemek için çift olarak ok (<
== > kullanılır. Genel olarak şöyle göstermek mümkündür:

A+B < == > C+D
Burada A ve B reaksiyona giren başlangıç maddeleri, C ve D ise meydana gelen ürünlerdir. A ve
B’nin reaksiyona girme hızı, konsantrasyonlarına (derişimlerine), sıcaklığa ve katalizör mevcûdiyetine
bağlıdır. Reaksiyon ilerledikçe, A ve B’nin konsantrasyonları ve reaksiyon hızları azalır. C ve D nin
konsantrasyonları ve bunların reaksiyona girme hızları da artar. Netîcede A ve B’nin reaksiyon hızı, C ve
D’nin reaksiyon hızına eşit olur ve eşit hızlarda kesiksiz olarak devam eden reaksiyonlar arasında

dinamik bir denge kurulur. Bu, onların konsantrasyonlarının eşit olduğu mânâsına gelmez. Fakat A, B, C
ve D’nin konsantrasyonlarının sâbit kalması demektir. Sıcaklık ve basıncın denge üzerinde etkisi vardır.
Bunlardan birini veya maddelerden birinin konsantrasyonunun değiştirilmesi hâlinde, denge sağa veya
sola meylederek değişir ve yeni konsantrasyon değerleri meydana gelir.

Reaksiyonların bir çoğu iki yönlüdür. Endüstride, istenen ürünlerin lehine reaksiyonu
yönlendirmek esastır.

Sıcaklığın artması genellikle her reaksiyonun hızını artırır. Fakat istenen reaksiyonun hızının, ters
reaksiyona oranla en yüksek olduğu optimum bir sıcaklık vardır. Eğer gazlar söz konusu ise, basınç
değişimi dengeye etki eder. Ürünlerden birinin ortamdan alınması reaksiyonun tamamlanmasına imkan
hazırlar.

NOT:ŞEKİL VAR...!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Amonyak (NH3) sentezinde, basınç ve sıcaklığın ürün yüzdesi üzerine etkisi: (Şekil altı yazısıdır)

DENİZ BAYKAL

Türk hukukçu ve siyâset adamı. 20 Temmuz 1938’de Antalya’da doğdu. İlk ve Orta öğrenimden
sonra AnkaraÜniveristesi Hukuk Fakültesine girdi. Öğrencilik yıllarından îtibâren politikaya karşı alaka
duydu. Uzun zaman iktidarı elinde bulunduran CHP’nin ağır bir yenilgiyle muhâlefete düşmesinden
sonra iktidara gelen Demokrat Parti hükümetine karşı gelişen öğrenci hareketleri içinde aktif rol aldı.
Baskı, zulüm ve hürriyetsizlikten şikâyet ettiği bu dönemde devrin Başbakanı Adnan Menderes’in
yakasına yapışarak “Hürriyet istiyorum.” dedi. Başbakan ise; “Oğlum o kadar hürriyet var ki sen
başbakanın yakasına yapışabiliyorsun.” diye cevap verdi. 1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini
bitirdi. 1960’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde asistan olarak vazîfe aldı. 1963’te
doktorasını tamamladı. 1965 senesine kadar ABD’de Columbia ve California (Berkeley)
Üniversitelerinde doktora sonrası çalışmalarını sürdürdü. 1968’de doçent oldu. Aynı sene Cumhuriyet
Halk Partisine (CHP) girdi ve “Mülkiye Cuntası” diye anılan grubun içinde yer aldı. 1973’te SiyâsalBilgiler
Fakültesindeki vazifesinden istifâ etti. Aynı yıl Ekim ayında yapılan genel seçimlerdeCHP’denAntalya
Milletvekili seçildi. Bülent Ecevit başkanlığında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetinde Mâliye Bakanı

olarak vazife aldı. 1978 senesinde Bülent Ecevit hükûmetinde Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı
vazifesini yürüttü. Bu bakanlığı sırasında hararetle savunduğu sosyalist ekonominin temel esaslarından
olan devletçiliği tam olarak uygulamaya çalıştı.Anadolu Tasfiyehanesi A.Ş. (ATAŞ) rafinerisini
millîleştirme ve madenleri devletleştirmekle ilgili kânun tasarısıyla kamuoyunun dikkatini üzerinde
topladı. CHP’de parti Meclisi, Merkez Yönetim Kurulu Üyeliği ve Genel Sekreter yardımcılığı vazifelerinde
bulundu.

12 Eylül 1980 harekâtından sonra bir müddet Ankara’da Ordu Dil Okulunda ve daha sonra da
Çanakkale Zincirbozan’daki askeri kampta gözetim altında tutuldu. 1982 Anayasası’nın beş yıl süreyle
siyâset yasağı getirdiği politikacılardan biri oldu. Siyâset yasaklarının kalkmasını sağlayan Eylül
1987’deki halkoylamasından sonra, Sosyal Demokrat Partiye (SODEP) girdi. Bu partinin Halkçı Parti
(HP) ile birleşmesi üzerine siyâsî hayatına Sosyal Demokrat Halkçı Partide (SHP) devam etti. Kasım
1987’deki genel seçimlerde SHP’den Antalya milletvekili seçildi. Bir müddet SHP’nin TBMM grup başkan
vekilliği vazifesini yürüttü. Haziran 1988’deki SHP Kurultayında parti genel sekreterliğine seçildi.
Kendisini destekleyenler de parti meclisinde ekseriyeti teşkil etti. Aralık 1989’da toplanan Olağanüstü
Kurultay’da da genel sekreter seçilen Deniz Baykal Genel Başkan Erdal İnönü ile anlaşmazlığa düştüğü
için Eylül 1990’da genel sekreterlikten istifâ etti. Eylül 1990’da yapılan olağanüstü kurultayda ve
Temmuz 1991’de toplanan SHP Olağan Kurultayı’nda Erdal İnönü’nün karşısında genel başkan adayı
oldu. Fakat yeterli oyu alamadığı için seçilemedi. 20 Ekim 1991’de yapılan erken genel seçimde tekrar
SHP Antalya Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Süleyman Demirel başkanlığında kurulan DYP-SHP
koalisyon hükümetinde vazife almadı. Parti içi muhâlefete devam etmeyi tercih etti. 1992 senesinde
çıkarılan 12 Eylül 1980 öncesinde kapatılan siyâsî partilerin tekrar açılabilmesine imkan sağlayan kânun
üzerine, açılanCumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel başkanlığına aday oldu. 9 Eylül 1992 târihinde
yapılan kurultayda genel başkanlığa seçildi. 14 Eylül 1992’de arkadaşlarıyla birlikte SHP’den istifâ
ederek CHP’deki vazifesine resmen başladı. Hâlen sol kesim içinde liderlik mücâdelesini sürdüren Deniz
Baykal’ın Siyasal Elit Kuramı ve Siyasal Katılıma Bir Davranış İncelemesi adlı iki kitabı
yayınlanmıştır.

DENİZ FENERİ

Alm. Leuchtturm (m), Leuchtfeuer (n), Fr. Phare (m), İng. Lighthouse. Geceleri gemilerin
yollarını bulmaları, tehlikelerden sakınmaları için ışık saçarak gemilere yol gösteren ışık kulesi.

Çok eskiden deniz taşıtlarına geceleri yol göstermek için kıyılarda yüksek tepelerde ateş yakılırdı.
Daha sonraları liman ağızlarına konan taş sütunlar üzerinde ateş yakılmış, gemilere yol gösterme işine
devam edilmiştir. Deniz Feneri olarak adı geçen en eski kule Çanakkale Boğazının Asya yakasında
Sigcion (Kumkale)dur. Yunancada “Pharaos”, Deniz Feneri demektir.

Mısır’da İskenderiye şehri kıyısındaki bir adada 120 m yüksekliğinde bir fener dünyânın yedi
hârikasından biri kabul edilmektedir. Bu fenerin ışığı, reçineli odunlarla madensel yağların büyük
kazanlarda yakılmasından sağlanıyordu. Meşhur bilgin Arşimet’in bu kuleye monte ettiği metalik çukur
aynalar vâsıtasıyla, yaklaşık elli kilometrelik mesâfeye ışık salınabiliyor, işâret ve sinyal verilebiliyordu.
Bu deniz feneri, Mısır Kralı Ptolemaios Philadelphos tarafından M.Ö. 280 yıllarında, Knidoslu
Sostratos’un plânına uygun olarak yapılmıştı. M.S. 14. asra kadar ayakta kalan bu fener, bir deprem
esnâsında yıkılmıştır.

Helenistik çağlarda ve Romalılar devrinde kurulan fenerler daha küçüktü. Bununla berâber aynı
plân ve modele uygun olarak yapılıyordu. Bu çağlarda en meşhur fenerler, Akdeniz kıyılarında, Ege’de,
İzmir ve İstanbul’da yapılmıştı. İstanbul’daki deniz feneri, Fener semtine ad olarak kalmıştır. İtalya’da
ilk defa Messina’da ve daha başka bölgelerinde yapıldı. Eski çağların meşhur fenerlerinden biri de Manş
Denizindeki Bolona feneridir. Bu fenerin yüksekliği 60 m idi. Roma İmparatoru Caligula tarafından M.Ö.
41 yıllarında yaptırılmıştı. M.S. 17. yüzyıla kadar ayakta kaldı. Dover, Frejus, Guadalquir, Brigantium
fenerleri, eski çağların meşhûr fenerleri arsında yer almaktadır.

Ortaçağlarda Cenova’da 1139’larda yapılan deniz feneri, 125 m yüksekliğindeydi. 1611’de
Fransa’da yapılan Gironbe Feneri, 1698’de İngiltere’de yapılan Pleymouth’daki Eddystone Feneri,
1811’de Bell Rock Feneri, 1884’te Argyllshire Feneri, 1867-81 yıllarında Fransa’nın Sein Adasındaki Ar-
Men Feneri, 1885’te Almanya’da Roter Sand Feneri, Ortaçağların diğer meşhur fenerleridir.

Günümüzün en meşhur fenerleri ise şunlardır: Wolfrock Halbowlinrock ve Maplin (İngiltere),
Heaut de Brehet, Jument D’ouessant, Les Triagoz (Fransa), Helgoland, Arkona, Brüsterort (Almanya),
Hürriyet Heykeli Feneri, Minots Ledga, St. George’s Reef (Amerika). Deniz fenerleri İspanya, Avustralya
ve diğer dünyâ ülkelerinde de mevcuttur.

Dünyâca meşhur en eski deniz fenerleri de şöyle sıralanabilir: 60 m yüksekliğinde, Manş Denizi
üzerinde, İmparator Caligula tarafından yaptırılmış olan Gesoriacum (Boulogne) Feneri. Bu fener M.Ö.
41 yılında yapılmış ve 18. yüzyıla kadar gelebilmiştir. Portus Dubris (Dover) şehri ağzında, Forum Julii
(Frajus) Feneri, Baetis (Guadalguivir) şehrinin ağzındaki fener ve Brigantium (La Coruna) Feneridir.

Bugün 20. yüzyılın en önemli deniz fenerleri de şunlardır:İngiltere-Cornwallada Wolft Rock;
Fransa’da Les Triagoz, Jument el’Ousseat, Heaut de Breher; yine İngiltere’de Maplin, Haulbowline
Rock; Almanya’da Brüsterort, Krkona, Helgoland; Amerika Birleşik Devletlerinde New York limanındaki
Hürriyet Anıtı, St. George’s Reef, Minots, Ledge; İspanya’da Capo Villana, Punta Galea, Castillo de San
Sebastian; Arjantin’de, Island; İtalya’da Punta Caprera, Faro del Tino, Livorno. Bugün dünyâda çeşitli
ülkelerde toplam olarak 25.000 kadar deniz feneri olduğu söylenmektedir.

Günümüzde yapılan deniz fenerleri, birkaç bölümden meydana gelmektedir. Bu bölümler; fener,
fenerin işletilmesini sağlayan dış bölüm, yakıt anbarı, sarnıç, depolar, fenerci odası, diğer oturma
bölümleri.

Fener kuleleri dayanıklı olduklarından çoğunlukla taştan örülür. Taş, denizin dalgalarına ve tuzlu
suyun aşındırmasına karşı çok dayanıklıdır. Demirden yapılan fenerlerde dekromlu çelik kullanılır.

Deniz fenerlerinde ilk zamanlarda ateş, reçineli odunlar veya madensel yağlar yakılarak ışık
vermeleri sağlanıyordu. Daha sonra deniz fenerleri hafif mâdenden yapılarak içlerinde ışığı
güçlendirmek için, ayna ve mercek bulunup kullanıldı. Gümüş kaplı billûrdan yapılan parabolik
reflektörlerle ışık sağlandı. Bundan sonra da düz parlak, metalden yapılmış reflektörler denendi.
Bununla ışınların belli bir yönden yansıması olayından yararlanıldı. Reflektör döndürülerek ışığın da
dönmesi sağlandı. Bu sistem bugün sâdece küçük fenerlerde kullanılmaktadır. Büyük fenerlerin ışık
sistemi daha başkadır.

Günümüzde son zamanlarda, otomatik deniz fenerleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzısı dışarıdan
kumandalıdır. Deniz kıyısından idâre edilerek yanıp söndürülebilir. Bâzısı da doğrudan doğruya
şamandıra üzerinde bulunur. Tamâmen otomatik olup, bunların özel bölümünde bulunan bir mâden,
sabahleyin güneş doğunca sıcaklığın etkisiyle genişler ve otomatik olarak feneri söndürür. Akşam güneş
batınca veya sisli ve çok bulutlu havalarda mâden küçülerek, bir süpapı açar. Böylece fenerin yanmasını
sağlar.

Deniz fenerlerinin yanıp sönmesini sağlamak için üç çeşit uygulama yapılır: 1)Fenerlerden
kimisinin ışığı sürekli yanar. 2)Bâzısının ise, yanıp söner. Bu yanıp sönenler de iki çeşittir. Birincisinde
fenerlerin yanık ve sönük olduğu müddetler birbirine eşittir. İkincisinde fenerin sönük olduğu süre,
yanık olduğu süreden daha uzundur. 3)Üçüncü uygulama sınıfına giren bir başka fener çeşidi daha
vardır ki, bu fenerde, ışık, karanlık devreden sonra, ard arda birkaç defa yanıp söner. Özel olarak,
yanyana bulunan deniz fenerlerinin, ayrı ayrı şekillerde ışık vermesi sağlanır. Bu şekilde gemiciler, ışığın
biçimine bakmak sûretiyle feneri tanırlar. Büyük deniz fenerlerindeki ışıklar genellikle 35-40 km
uzaktan görülebilir.

Yurdumuz kıyılarında deniz feneri ilk defa, 1755 yılında Sultan Üçücü Osman tarafından kale
burçları üzerinde yaptırılmıştır (Bkz. Ahırkapı Feneri). Bu feneri 1956 yılında Kırım Savaşı sebebiyle
yaptırılan fenerler tâkib etmiştir. Fransız ve İngiliz savaş gemilerinin kolaylıkla Karadeniz’e çıkmaları
için, boğazın Anadolu ve Rumeli yakalarına, fenerler dikilmiştir. Bu fenerler Anadolu ve Rumeli
fenerleriydi. Ayrıca Karadeniz’de Karaburun, Marmara’da Yeşilköy, Çanakkale Boğazında Çimenlik,
Kumkale ve Gelibolu fenerleri yapılmıştır. Çanakkale Boğazında Ahırkapı, Nara ve Kilitbahir fenerleri de
1857’de yapılmıştır.

Dünyâda mevcut bütün deniz fenerlerinin milletlerarası bir numarası vardır. Bu milletlerarası
numaralar, İngiltere’nin Amirallik Dâiresinin Fener Dergisi’nde gösterilen numaralardır. Milletlerarası
özellik taşır. Her ülkenin kendi fenerlerine âit tutulan kitabın da o memleketin fenerlerine verilen
numaradan başka ayrıca milletlerarası numaralar da bulunur. Her ülkenin kendi deniz fenerlerine
verdiği numaralar üs tarafta, milletlerarası numaralar da alt tarafta yazılıdır.

DENİZ HARP OKULU

(Bkz. Harp Okulları)

DENİZ KUVVETLERİ

Alm. Seestreitkrafte (pl), Fr. Forces navales (pl), İng. Naval forces. Bir devletin denizde, denizin
altında ve üstünde savaşmak ve karaya asker ve mühimmât çıkarmak için gerekli personel ve silâhlarla
birlikte bulundurduğu savaş gemileri ile aynı gâyeye hizmet eden diğer gemilerden meydana gelen
kuvvet.

Târihin ilk dönemlerinde deniz kuvvetleri, belirli kabîlelere veya bir şehre bağlı büyük gemi ve
kayıklarla denize açılan silâhlı adamlardan meydana geliyordu.

Gemiler genellikle ticâret ve balıkçılıkta kullanılmak için yapılırdı. Savaş için yapılan gemiler azdı.
Savaş için insan gücüne dayanan kürekli kadırgalar yapılırdı. Kadırgalardan meydana gelen bir deniz
filosuna binlerce kürekçi lâzımdı. Bu ise çok külfetli ve masraflı oluyordu. M.Ö. 264-241 yıllarında
Romalılar ve Kartacalılar arasında yapılan Birinci Kartaca Deniz Savaşında bu şekilde çalışan harp
kadırgaları kullanılmıştı. M.Ö. 311 yıllarında başta Roma’da olmak üzere Bizans’ın, İtalya
Yarımadasındaki çeşitli cumhûriyetlerin ve Arapların kadırgalara dayalı müstakil deniz kuvvetleri
kurulmaya başlandı. Yedinci yüzyıldan sonra bilhassa denizlerde kıyısı bulunan devletler de deniz
kuvvetleri kurmaya başladılar. On ikinci yüzyılda ise, Akdeniz’de kıyısı olan krallıklar deniz filoları
kurdular. Bu bölgede Cenevizliler çok güçlüydü.

Türklerde deniz kuvvetleri, Anadolu Selçuklu Devletinin Ege ve Akdeniz sâhillerine hâkim
olmalarıyla ilk Türk tersâne ve donanmaları kurulmaya başladı. Çaka Beyle başlayan deniz kuvveteleri
Osmanlılar zamânında Turgut Reis, Kılıç Ali Reis, Barbaros Hayreddîn Paşa gibi büyük denizciler
komutasında Akdeniz ve Karadeniz hâkimiyetini asırlar boyunca elinde tuttu. Bu mutlak hâkimiyet 18.
asır sonlarına kadar devâm etti. On dokuzuncu yüzyılda dünyâ donanmaları arasında üçüncü olan
Osmanlı donanması 10 Ağustos 1920’de imzâlanan Sevr Antlaşmasıyla Haliç’e hapsedilmişti.
Donanmanın personeli terhis edilip, gemilerdeki toplar iş görmez hâle getirilmişti. Savaş bitiminde hepsi
iyi bir denizci olan gâlib ülkeler bütün tersâneleri işgâl etmişlerdi. Kurtuluş Savaşında Türk Devletinin
deniz kuvveti Anadolu’ya kaçırılmış birkaç küçük gemiden ibâretti. İmkânları nisbetinde İstiklâl Harbi
sırasında denizcilerimiz verilen görevi başarıyla yerine getirdiler. Harb bittiğinde Cumhûriyet donanması
Osmanlı İmparatorluğundan yaşları 11-30 arasında değişen birçok muhârebe gemisi, 1 muhârebe
kruvazörü, 2 kruvazör, 2 torpido kruvazörü, 5 muhrip, 8 torpidobot, 8 gambot, 9 motorgambot, 3
mayın gemisi ve birkaç yardımcı gemiden meydana gelen bir donanma devralmıştı. Bunlardan bir kısmı
hizmet dışına çıkarılarak diğerleri süratle tâmir edildi. Cumhuriyet donanmasının denize çıkan ilk büyük
harp gemisi târihî Hamidiye kruvazörüdür. Gemi tâmirâtının yanında eğitim okul ve tesislerine de önem
verilerek; Deniz Harp Okulu ve Lisesi, Deniz Telsiz ve Elektrik Fen Tatbikat Okulu, Deniz Erbaş
Hazırlama Okulu adlarıyla eğitim kuruluşları düzenlenmişti.

1925 yılında ilk harp gemisi sipârişini Hollanda’ya yaptık. 1926 yılında deniz kuvvetlerimizin
eğitimini yükseltmek için Almanya bahriyesinden bir subay heyeti geldi. 1927 yılında Yavuz tekrar
bakıma alınarak, Mecidiye ve Turgut Reis faal duruma getirildi. 1928’de 2 yeni denizaltı donanmamıza
katıldıktan sonra, 1929 yılında İtalya’ya iki muhrip, 2 denizaltı, 3 hücumbot ısmarlandı, 2 muhrip satın
alındı. Bundan sonraki Türk donanmasını güçlendirmek için gemi satın alınmaya devâm edildi.

Deniz Lisesi ve 1930 yılında da Deniz Harp Akademisi açılarak Deniz Kuvvetlerinin Eğitim meselesi
hâlledilme yoluna gidildi.

1936 yılı Montreux Boğazlar Antlaşmasının imzâlanması ile boğazlar üzerinde Türk hâkimiyeti
tamâmen kabul edilmiş oldu. Bunun üzerine İstanbul ve Çanakkale boğazlarında birer müstahkem
mevki komutanlığı ve bunlara bağlı deniz komutanlıkları kuruldu.

İkinci Dünyâ Harbi sırasında diğer kuvvetlerimiz gibi yurt savunması için nöbet bekleyen
kahraman denizcilerimiz acı bir olayla karşılaştılar. Refah Vapuru, Mersin açıklarında kimin olduğu tesbit
edilemeyen bir denizaltı tarafından batırıldı. Bu olayda İngiltere’ye eğitime gönderilen 126 denizaltıcı,
16 havacı ve gemi personelinden 25’i kaybedilmişti. İngiltere’de yapılan gemiler donanmaya katılırken
bir taraftan da tersânelerimizde gemi yapımına devâm edildi. Ülkemizde yapılan ve dışardan alınan
gemilerle güçlendirilen donanmamıza 1939-1946 yılları arasında, 6 denizaltı, 4 muhrip, 27 mayın
arama-tarama gemisi, 2 mayın gemisi, 3 ağ gemisi, 8 araba vapuru, 5 küçük hücumbot, 8 avcı botu, 8
liman savunma botu, 8 mayın çıkarma botu ve 7 yardımcı gemi katıldı. 1948 yılında Harita Genel
Komutanlığına bağlı olan Seyir ve Hidrografi Şubesi Deniz Kuvvetleri Komutanlığı emrine verildi. Aynı yıl
Amerikan yardımının başlaması üzerine denizaltı, ağ gemisi, mayın arama tarama gemileri donanmaya
katıldı. 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya katılmasından îtibâren Türk Deniz Kuvvetleri NATO ülkeleriyle
birlikte tatbikatlara iştirâk etmeye başladı. Her geçen sene yeni gemiler alarak, inşâ ederek donanma
her geçen gün kuvvetleniyordu. 1967 yılında Kıbrıs buhranı patlak verdiğinde amfibik gücü
kuvvetlendirme çalışmalarına devâm ediliyordu. Gölcük tersânelerinde refâkat muhripleri, arama
tarama gemileri, kurtarma gemisi, tâmir gemisi inşâlarına aralık vermeden devâm ediliyordu. 1937
yılında kaldırılan Deniz Havacılığı 1971’de tekrar kuruldu. Bu yıldan sonra deniz hava vâsıtaları da
donanmamıza katılmaya başladı. Son on senede; muhrip ve denizaltılar daha yeni gemilerle değiştirildi.
Deniz hava gücü geliştirildi. Hücumbotlar güçlü bir unsur hâline getirildi.Yardımcı gemiler yenileri ile

değiştirildi. Tersâne muhrip, denizaltı, hücumbot, avcıbot, çıkarma gemisi, tanker ve yük gemisi
yapımında ileri bir teknolojiye sâhip olundu.

Hâlen deniz kuvvetlerimizde bulunan yüzer ve uçar birlikler: Muhripler, refâkat muhripleri,
fırkateynler, güdümlü mermili hücumbotlar, klasik hücumbotlar, denizaltılar, mayın dökücüler, mayın
tarama gemileri, çıkarma gemileri, karakol gemileri, avcıbotlar, gambotlar, liman savunma botları,
onarım ve yük gemileri, tankerler, su gemileri, kurtarma gemileri, ağ gemileri, hidrografi gemileri,
deniz karakol uçakları, deniz helikopterleri bulunmaktadır.

Günümüzde Dünyâ Deniz Kuvvetlerindeki savaş gemileri üç ana gruba ayrılmaktadır: 1) Geniş
güvertelerinden kalkan uçaklarla savaşa katılan gemiler. 2) Top, füze ve diğer silâhlarla savaşan
gemiler. 3) Mayın, torpido ve deniz altındaki hedeflere atılan su altı silâhlarıyla savaşan gemiler. Burada
deniz üstünde faaliyet gösteren gemiler ile denizaltılar arasında fark vardır. Birden fazla nükleer başlıklı,
orta menzilli balistik füze fırlatan denizaltılar ayrı bir katagoriye girmektedir.

Bugün nükleer silâhların gelişmesi, deniz gücünün rolünün yeniden değerlendirilmesi şartını
getirdi.

DENİZ OTOBÜSÜ

Alm. Tragflügelboot (n), Fr. Hydrofoil (m), İng. Hydrofoil. Çalışma şartları uçağın havada uçma
prensibinden hareket edilerek yapılan gemi şeklinde deniz aracı.

Gövdelerinde bulunan kızaklar su içindeki hareketi esnâsında, uçakların havada uçması
durumunda kanatların aerodinamik şeklinden doğan kaldırma kuvveti gibi bir kuvvet ortaya çıkarır.
Aracın sürati arttıkça kızakların üstünden geçen su akımının meydana getirmiş olduğu kaldırma kuvveti,
teknenin tamamen suyun üstüne çıkmasına yeter. Diğer deniz araçlarında motorun büyük bir gücünü
yutan sürtünme ve dalgaların meydana getirmiş olduğu direnç ortadan kalktığı için, hızın büyük
miktarda artmasına ve sarsıntısız bir durumun ortaya çıkmasına vesile olur.

Uçaklarda havanın yoğunluğunun suya nazaran çok düşük olması sebebiyle kanatlar büyük olmak
zorundadır. Buna karşılık deniz otobüsünde suyun yoğunluğunun yüksek olması kızakların (kanatların)
küçük tutulmasına sebeb olmuştur.

Deniz otobüsleri kullanma maksatlarına göre üçe ayrılır:
1. Yüzeyi yalayan deniz otobüsü,

2. Suya gömülü deniz otobüsü,
3. Hafifçe batan deniz otobüsü.
Bunlardan ilk ikisi en çok kullanılır.
Yüzeyi yalayan deniz otobüsü:Sivil maksatlar için en çok kullanılan tiptir. Araç, kanatların
dalgalar üzerindeki hareketi esnasında kaldırma kuvveti azalacağından suya batar. Kanatların büyük bir
kısmının suya batmasından dolayı da kaldırma kuvveti yeniden artar. Bu araçlarla 60 deniz mili sürate
erişilmiştir.
Suya gömülü deniz otobüsleri: Bu tip de diğerlerinden farklı olarak suyun yüzeyini dikey olarak
keser. Ayakların altında bulunan kanatlar kaldırma kuvvetini temin etmeye yarar. Aracın ön tarafında
bulunan bir sonar cihazı dalgaların yüksekliğini tesbit edip, en uygun kuvveti veren açıya ayarlar.
Yukarıda anlatılan deniz otobüslerinin dışında aracın su yüzeyinde daha fazla kaldırılarak,
sürtünme kuvvetlerinin en düşük seviyeye indirilmesi maksadıyla merdiven tâbir edilen yeni bir araç
daha geliştirilmiştir. Bu modelde suya daldırılan basamaklı kanatlarla, kaldırma kuvvetinin artması
sağlanır.
Deniz otobüslerinde gövde ağırlığının takriben % 80-90’ı teknenin ön tarafında bulunan büyük
kanat tarafından taşınır. Ağırlığın geriye kalan kısmı dümen vazifesini gören küçük kanada yüklenir.
Bu araçlarda tahrik aracı olarak dizel motorları kullanılır. Manevra kâbiliyetinin fazla olması ve
süratli olması için bâzılarında gaz türbini kullanılır.
Bu tür araçların târihi 1900’lere uzanmaktadır. İlk araştırma Alexander Graham Bell’e
dayanmaktadır. Korunmuş denizlerde yolcu taşımacılığında ve açık denizlerde devriye maksadıyla
artarak kullanılmıştır. İkinci Dünyâ Savaşından sonra Avrupa’da nehir taşımacılığında da kullanılmıştır.
Günümüzde geliştirilerek kullanılmaktadır. Memleketimizde İstanbul (Kabataş)-Yalova, Kartal-Yalova,
İstanbul-Bostancı, Bostancı-Bakırköy, Kartal-Adalar, hatlarında deniz otobüsleri kullanılmaktadır
(1993).

DENİZ SPORLARI

(Bkz. Su Sporları)

DENİZ TUTULMASI

Alm. Seekrank Werden, Fr. Malde mer (m), İng. Sea sickness. Deniz taşıtlarına binen bâzı
kişilerde ortaya çıkan bir rahatsızlık durumu. Araç tutması otomobil, uçak gibi araçlarda da mümkün
olup en belli başlı belirtilerini deniz araçlarında gösterir.

Aracın hareketi sırasında ortaya çıkan hızlanma ve yavaşlamanın iç kulağın labirent kesimine
etkisi rahatsızlık durumunu ortaya çıkarır. Buna bağlı olarak bulantı, kusma, başdönmesi, rengin
sararması, soğuk terleme gibi belirtiler ortaya çıkar. Vücudun bütünüyle hareket hâlinde olduğu yerden
başka yöne çevrilmesi bu kişilerde denge kaybına yol açar. Bu sebeple deniz tutan kişilere başlarını
sâbit bulundurmak üzere kıpırdamadan yatmaları tavsiye edilir.

Deniz tutmalarına karşı eskiden beri “hyosin” kullanılmaktadır. Antihistaminik maddeler de aynı
etkiyi gösterirler. Tedbir olarak; ilaç kullanmanın yanısıra hassas şahısların yolculukta ağır yemek
yememeleri ve mümkünse yatar durumda seyahat etmeleri uygun olur.

Herhangi bir sebeple denge organındaki her iki labirenti de kaybedenlerde deniz tutması
görülmez. Bâzı şahıslar ise deniz tutmasına karşı yaradılıştan oldukça dayanıklı olabilirler.

DENİZ ULAŞIMI

Alm. Seeverkehr (m), Fr. Trafic (m) maritime, İng. Navigation. Denizyolu ve vâsıtaları ile
sağlanan ulaşım. Denizlerle uzak yakın irtibâtı olan devletlerin kurulup büyümeye başladığından beri,
denizlerde hâkimiyet ve deniz ticâretinde üstünlük kurma çalışmaları, o devletlerin yaşamalarının
devâmı için ana mesele olmuştur. Mîlâttan önce ve sonra o günün büyük devletlerinden pekçoğu deniz
hâkimiyeti için mücâdele etmişler, çeşitli devirlerde kuvvetlerine göre hâkimiyeti uzun veya kısa zaman
devâm ettirmişlerdir. Fenikeliler, Kartacalılar, Romalılar, Mısırlılar gibi.

Selçuklu Devletinin Anadolu sâhillerine hâkimiyetiyle ilk Türk tersâne ve donanması kuruldu. Çaka
Beyle başlayan, Turgut Reis ve Barbaros Hayreddîn’le varılan Akdeniz hâkimiyeti, uzun seneler devâm
etmiştir. Deniz ulaşımını karayollarındaki hâkimiyet, denetim ve emniyetle koruyan Türkler, dünyâ
ticâret yollarını asırlarca ellerinde tutarak Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusunu birleştiren ticâretin
hâkimi olmuşlardır. Deniz hâkimiyeti yanında hâkim olunan yerlerde ticârete de gereken değer
verilmiştir. Deniz ticâreti ile uğraşanlara “gemi esnafı” denirdi. Gemiciler Loncasında gemi esnafından
meydana gelen ve geçimlerini denizlerden sağlayan insanlar yer alırdı.

On dokuzuncu yüzyıl ortalarında başlayan deniz ticâretinin gelişmesiyle Bahriye Nezâretinden
ayrılıp 1843 yılında Fevâid-i Osmâniye adı altında yolucu ve yük taşıyan Denizcilik Kuruluşu tüzel kişiliği
oluşturulmuştur.

1857 yılında Şirket-i Hayriye adı altında Osmanlıların ilk yüz hisseli anonim şirketi kurulmuştur.
Bu kuruluşlardan Şirket-i Hayriye Boğaçiçi’nde yolcu taşıma hizmetleri gösterirken Fevâid-i Osmâniye
Marmara’da faaliyet göstermiştir. Daha sonra Fevâid-i Osmâniye Akdeniz ve Karadeniz’de vapur
işletmeye başlamıştır. Bu şirket 1870’te İdâre-i Aziziye ve 1878’de İdârî Mahsusa adlarını alarak 1910
yılına kadar sürdürmüştür.

1910 yılında kurulan Osmanlı Seyr-i Sefâin İdâresi, Cumhuriyetin îlân edildiği döneme kadar
görevini sürdürmüş, 1925 yılında Seyr-i Sefâin Müdüriyet-i Umûmîyesi adını almıştır. Bu târihe kadar
Türk limanları arasında yolcu ve yük nakliyatı yapabilen yabancı gemilerin Türk sularında çalışmaları 1
Temmuz 1926’da yürürlüğe giren Kabotaj Kânunu ile son bulmuştur. Bu târih aynı zamanda deniz
ulaşımının Türk gemilerinin eline geçmesi târihi sayılmaktadır. 1944’te Devlet Deniz Yolları ve Limanları
İşletme Umum Müdürlüğü kurulmuştur. Bu arada kıyı güvenliğini sağlayan şirket satın alınmış, 94 yıllık
mâzisi bulunan Şirket-i Hayriye de 1945’te Umum Müdürlüğe katılmıştır.

Denizcilik Bankası: Denizcilik Bankası TAO 10 Ağustos 1951 târihinde yürürlüğe giren 5842
sayılı Denizcilik Bankası TAO Kânunu ile özel hukuk hükümlerine tâbi bir anonim ortaklık kurulmuştur.
Denizcilik Bankası Kuruluş Kânunu hükümlerine göre, “Türk sularında ve yabancı denizlerde ulaştırma
işlerini ve bu işlerle ilgili her türlü teşebbüslerde bu kânunda gösterilen diğer hizmetleri yapmak ve bu
kânunla husûsî hukuk hükümlerine göre idâre edilmek üzere” görevli ve yetkili kılınmıştır.

Bankanın görevleri şunlardır: Liman hizmetleri, karasularımızda can ve mal emniyeti hizmetleri,
denizde gemi kurtarma hizmetleri, şehir hatları hizmetleri. Bu hizmetler bankaya görev olarak verilmiş
olup, tekel hizmeti olarak yerine getirilmektedir.

1984 yılında Türkiye Denizcilik İşletmeleri ünvanı alan kuruluşun görevleri şunlardır:Liman
hizmetleri, karasularımızda can ve mal emniyeti hizmetleri, denizde gemi kurtarma hizmetleri, şehir
hatları hizmetleridir.

Deniz Yolları İşletmeleri, Filo Mevcudu Gemiler (1993)
Yolcu gemisi-4 adet
Feribot-9 adet

Toplam-13 adet
Filo Kapasitesi
Tonaj-545.600 ton
Yolcu-10.147 adet
Vâsıta-974 adet
Denizyolları işletmesi, Türkiye kıyılarında düzenli posta seferleri yaparak yolcu taşımakla görevli
ve Türk ve yabancı sularda her türlü yolcu, yük ve araç nakliyatı yapmaya yetkilidir.
Şehir Hatları İşletmesi
Yolcu vapurları-66 adet
Araba vapuru-25 adet
Hizmet araçları -9 adet
Yakıt tankeri-2 adet
Toplam-102 adet
Filo Kapasitesi
Yolcu Vapurları
Tonaj-28.932 gros-ton
Yolcu-75.010 yaz-64.400 kış
Araba Vapurları
Tonaj-28.867 gros-ton
Yolcu-21.439 yaz-14.523 kış
Hatlar
A. Boğaz hattı:27 iskelesi mevcuttur.
B. Marmara hattı:Toplam 17 uğrak yeri vardır.
C. Haliç hattı: 8 İskelesi vardır.
D. İzmit hattı:Toplam 7 iskelesi vardır.
E. Araba vapur hattı:Toplam 15 iskelesi vardır.
Küçükçekmece-Trakya arasındaki hattın doğusunda kalan Marmara Bölgesi ile Karadeniz Boğazı
ve Haliç’te 18 rüsum tonilatodan yukarı makinalı ve motorlu araçlarla yolcu nakli ve araba vapurları ile
yük ve araç nakli işlerini şehir hatları işletmesi yapmakla görevlidir.

D. Demir Yolları İzmir (Körfez) İşletmesi:
Filo, 8 adet yolcu vapurundan meydana gelmiş olup, filo kapasitesi 8.068 yaz, 6.911 kış yolcudan
ibârettir. Hattın toplam 6 iskelesi vardır.
D. Demir Yolları Van Gölü İşletmesi:
Filo mevcudu gemi sayısı 7 olup, bunların 4’ü tren ferisi, 2’si römork, 1’i de yük gemisidir.
Filo kapasitesi 960 adet yolcu ve 1800 ton yük feribot (11-15 yük vagonu veya 7 yolcu vagonu)
Liman İşletmeciliği Sektörü:
İşletilmekte Olan Limanlar

Limanlar Rıhtım Boyu
Açık Saha (m2) Kapalı Saha (m2) Kapasite (ton)

(m)

İstanbul 2.016 269.571 ....89.903 1.800.000

Tekirdağ .418 8.476 (.) 365.000

İzmir 2.746 149.389 ...30.606 1.500.000

Kuşadası .239 (.) (.) 300.000

Antalya 1.880 426.532 ...3.007 730.000

Trabzon .714 130.981 ....6.046 700.000

Hopa .935 28.960 .3.000 500.000

Giresun .648 62.290 2.325 330.000

Ordu .165 6.089 (.) 220.000

Kıyı Emniyet İşletmesi Kapasitesi

Kıyı Emniyet İşletmesi Türkiye kıyılarında kurulmuş bulunan ve ileride kurulacak olan fenerleri,

radyoforları, deniz işâretlerini, sis düdüklerini ve cankurtaran istasyonlarını tekel olarak işletmekle

görevlidir.

Bu işletme, faaliyetinden faydalanan her türlü yerli ve yabancı bütün gemilerden milletlerarası

kurallara göre gelir sağlamakta olup, ülke döviz kazancına katkıda bulunmaktadır.

Gemi Kurtarma İşletmesi Filo mevcudu gemiler

Kurtarma gemisi 2 adet

Yangın gemisi 1 adet

Dalgıç romorkörü 1 adet

Gemi Kurtarma İşletmesi, Karadeniz’de Şile Feneri ile Karaburun Feneri arasındaki Türk karasuları

ile Ege Denizinde Bozcaada ve İmroz Adası sâhilleri de dâhil olmak üzere Bababurnu ile Saroz

Körfezinde Kilimli mevkii arasındaki Türk karasularında ve bu iki hudud arasında kalan Karadeniz ve

Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi (İstanbul Boğazı dâhil) ve Akdeniz’de kazaya uğrayan savaş
gemileri hâriç 300 rüsum tonilatodan yukarı gemilerin ve yüklerinin kurtarma ve yardım işlerini tekel
olarak yapmakla görevlidir.

Türkiye Gemi Sanâyi A.Ş.:
1984 yılı sonunda uzmanlık alanlarına göre yeniden reorganize edilen faaliyetleri içinde
tersânelerin çalışmaları Türkiye Gemi Sanâyi A.Ş. GenelMüdürlüğü tarafından gerçekleştirilmektedir.
Tersâneler:
1. Haliç Tersânesi (tersâne alanı: 75.000 m2)
2. Câmialtı Tersânesi (tersâne alanı: 72.000 m2)
3. İstinye Tersânesi (tersâne alanı: 26.214 m2)
4. Alaybey Tersânesi (hâlihazır: 70.000 m2, genişletildikten sonra: 80.000 m2)
5. Pendik Tersânesi (tersâne alanı: 953.000 m2)

DENİZALTI

Alm. Unterseeboot (U-Boot) (n), Fr. Sous-Marin (m), İng. Submarine. Deniz sathının altında
seyredebilen deniz vâsıtası. Denizaltı târihi çok eski zamanlara dayanır. Makina devrine geçilmeden
önce insanoğlu su içinde dalma ve seyir yapabiliyordu. Denizaltının ilk olarak resmini çizen Leonorda da
Vinci’dir. William Bourne 1580 senesinde denizaltı dizaynını gerçekleştirdi. Çok basit de olsa Cornelius
Von Drebnel ilk olarak denizaltıyı tatbik sâhasına koydu. Drabnel, 1620 yılında küçük üstü kapalı bir
tekne yaparak, nehrin 4-5 metre derinliğinde, yürütmeyi başardı.

1653 yılında Fransuva de Son adında bir Fransız’ın aynı biçimde bir tekne ile yaptığı başarılı
denemelerden sonra, 1720 yılında Simons adında bir İngiliz daha geliştirilmiş bir tekne kullandı. Aynı
yıllarda Türk mühendisleri de İstanbul’da pâdişâh Üçüncü Ahmed’in huzûrunda bir çeşit denizaltı
denemesi yapmışlar ve başarılı olmuşlardır. 1776 yılında David Busnell adında bir Amerikalı,
kaplumbağa adını verdiği yumurta biçiminde biri yatay biri dikey olmak üzere iki pervaneli, pervaneleri
içeriden elle döndürülen bir tek kişilik denizaltısıyla denemeler yaptı. Nihâyet buharlı gemiler üzerinde
yıllarca çalışmış olan Fultan Naytilus, kendi adını verdiği, gerektiğinde suya dalabilen bir buharlı
denizaltı yaparak Fransız İmparatoru Birinci Napolyon’a armağan etti.

Savaş gemisi olarak ilk defâ 1887’de İspanyol J. Peral batarya ile çalışan denizaltısını yaptı. Bunu
1888’de Fransız Zede takip etti. 1902’de ise Almanlar en başarılı denizaltıyı yaptılar.

Denizaltıda dikey ve yatay olmak üzere iki hareket vardır. Denizaltıda dikey hareket:Dalma ve
çıkma olarak târif edilir. Dalmak için denizaltı basınca dayanıklı sarnıçlarına su alır. Ağırlaşan denizaltı
dalışa geçer. Satha tekrar çıkabilmek için alınan su dışarı atılır. Bâzı denizaltılarda ise mukâvim tekne
dışında yer alan mukâvim olmayan dalma sarnıçları vardır. Denizaltılara yatay hareketi ise pervane
motoru sağlar. Ayrıca yatay ve dikey hareket, ufkî ve amudî dümenlerle yönlendirilir. Modern
denizaltılarda dalışı hızlandıran gemi baş tarafında yer alan burgu ufkî dümenler mevcuttur.

Ana mukâvim tekne, denizaltının dalabileceği umku (derinliği) tâyin eder. Mukâvemet denizaltı
teknesinin şekli ile de ilgilidir. Dâire kesitli sigara biçimindeki denizaltı basınca dayanıklıdır. Ceviz gibi
küre denizaltı daha mukâvim olup, çok derine dalabilir, ancak hidrodinamik yapı silindirik şekli ön plâna
geçirmiştir. Ayrıca denizaltıda mümkün mertebe az delik olmalıdır. Buna rağmen Periskop, Anten,
Şnorkel, Çıkış kaportası, Torpito kapakları gibi birçok delik vardır. Bu delikler su sızdırmaz bir şekilde
kapatılır.

Mukâvim tekne dışında kule ve dalma sarnıçları vardır. Dalma sarnıçları bâzan geminin başında ve
kıçında; bâzan da bütün bünyeyi yorgan gibi sararcasına yer almıştır. Her dalma sarnıcında iki delik
vardır. Bir delik altta olup, dalışta su bu delikten girer. Diğer delik yukarıda olup, dalış yapılacağı vakit
açılarak sarnıçtaki havanın kaçmasına yarar. Boşalan hava yerine su dolunca, denizaltı dalışa geçer.
Tekrar su üstüne yükselebilmek için yukardaki delikten sarnıca bu defâ hava üflenir. Basınçlı hava
sarnıçtaki suyu alt delikten dışarı atınca, denizaltı yukarı çıkar.

Denizaltının dalışı gemi pervânesine yol vererek, dümenler kullanarak hızlandırılır. Geminin su
altında dengeli olarak durabilmesi için gemi içinde ayrıca suyu birbirine nakleden tirim (denge)
sarnıçları vardır. Geminin aşağı yukarı hareketini hassas olarak ayarlayan bir de nazm (telâfî) sarnıçları
vardır.

Klasik denizaltılar: Klasik denizaltılarda tahrik gücü olan dizel makinalar ve bunlara bağlı
jeneratörler kullanılır. Jeneratörlerin ürettiği elektrik enerjisi denizaltı bataryalarını şarj (imla) etmekte
ve pervâne motorunu çevirmekte kullanılır. Denizaltı dalışta iken yalnız bataryasını kullanabilir. Çünkü
hava yeterli olmadığı için dizeller çalıştırılmaz. Bataryaları deşarj (tahliye) olan denizaltı tekrar satha
çıkmak mecbûriyetinde kalır. Denizaltının tamâmen satha çıkmadan dizel çalıştırabilmesi için kuleden su

sathına hava borusu uzatılır. Bu boruya şnorkel denir. Ayrıca periskopla da çevre incelenerek herhangi
bir çatışma durumunda tedbir alınır.

Nükleer denizaltılar: Şnorkel yapmadan bir denizaltının aylarca su altında kalması mümkündür.
Bu ancak denizaltıda nükleer reaktör kullanılmak sûretiyle sağlanabilir. Nükleer reaktörün yakıtı birkaç
senede bir değiştirilir. Bunlardan 1958’de servise giren USS Nautilus Denizaltısı ilk nükleer denizaltıdır.
Bu denizaltı uzun müddet su altında kalabildiği için kuzey kutbunu kaplayan buz tabakasının altından
geçmiştir.

Nükleer denizaltılar, enerjisini su soğutmalı basınçlı nükleer reaktörlerden sağlar. Reaktörün
çevresini saran basınçlı su devresi, diğer su kazanlarına girerek türbünlerde kullanılacak buharı üretir.
Bu buhar hem pervane türbününü hem de elektrik jeneratör türbününü çevirir. Bu sistem, hiç hava
gerektirmez. Yalnız personele gerekli olan hava kimyâsal yollarla temizlenir. Geminin su ve hava
ihtiyâcı, deniz suyundan özel cihazlarla temin edilir.

Denizaltıların su üstü ve su altı seyri: Denizaltılar su üstünde iken süratli gidemezler. Bunun
sebebi pervânenin su sathına yakın olması sebebiyle yeterli itme kuvveti sağlayamamasıdır. Ayrıca üst
amûdî dümen tamâmen su üstündedir. Su altında hem sessiz hem de hızlı hareket mümkündür.
Denizaltının, su altındaki derinlik ve rotası otomatik cihazlarla yapılır. Denizaltı otomatik seyir
yaptırılamadığı vakit el kumandası ile manevra ettirilir. Denizaltılarda gürültü başlıca problemdir. Bu
bakımdan makinaları çok az gürültü yaparak çalışır, pervânesi az gürültü doğuracak şekilde îmâl edilir.
Elektronik cihazların hemen hepsi pasif cihazlardır. Yâni yayın yapmadan dışardan gelen sinyalleri
alarak değerlendirme yaparlar. Meselâ denizaltılar peyklerden gelen sinyalleri değerlendirerek
bulundukları sahanın mevkıini tesbit ederler.

Denizaltı silahları: Klasik denizaltıların silahları torpidolardır. Başlığı güdümlü mermi olan
torpidolar da vardır. Bu tür torpidolarla denizaltıdan atılan torpido deniz altında bir müddet seyrettikten
sonra, baş kısmındaki füzenin ateşlenmesi ile, su sathına çıkan ve satıhtaki veya havadaki hedefi
vurabilir. Harpoonlu torpidolar böyledir. Bâzı denizaltılar mayın da dökebilirler. Nükleer denizaltılarda
nükleer başlıklı füzeler mevcuttur. Balistik füzelerden Polaris’in menzili; 4500 km, Trident’in menzili
7000 kilometredir. Kısa mesâfeli Cruise füzeleri ise 400 km menzile sâhiptir.

Denizaltılar, hem silahları kullanmak, hem de normal seyrini yapmak için muhtelif cihazlardan
istifâde eder. Dalmış bir gemi sağır ve kördür. Ancak denizaltılarda kullanılan sonar cihazı geminin

su içindeki cisimleri elektronik yolla ekranda görmesini sağlar. Su içindeki cisim hareketli ise sesini
yine bu cihazla duyar. Denizaltı torpidosunu ateşlemeden önce Cayro pusuladan hedefin ve kendisinin
yönünü; sonardan umkunu (derinliğini) ve cinsini, parakete (hızölçer) den sürat ve daha bir çok bilgiyi
alarak değerlendirmek mecbûriyetindedir. Hedefin hızı, seyir açısı, denizin tuzluluk, sıcaklık ve akıntısı
da dikkate alınmaktadır. Bütün bunlara ilâveten hedef tarafından yapılan aldatıcı sinyâllerin de analiz
edilmesi gerekir. Modern denizaltılarda bütün bu bilgiler merkezî kompütürde toplanarak hâfızaya
önceden verilen harita, ses frekansları gibi arşiv bilgilerinin yardımı ile çok kısa zamanda analiz edilerek
netîce elde edilir. Modern bir denizaltı, aynı anda denizde ve havadaki hedeflerinden bir çoğuna
bünyesinde bulunan silahları aynı anda tevcih ederek onları bir anda imhâ edebilme özelliklerine
sâhiptir.

DENİZALTI AVCILIĞI

(Bkz. Su Sporları)

DENİZANASI (Aurelia Aurita)

Alm. Ohrenguale, Fr. Meduse, İng. Jelly-fish. Familyası: Ulmaridae, Yaşadığı yerler: Avrupa
ve ülkemizdeki denizlerde. Özellikleri: Vücudu peltemsi yapılı olup, şemsiye görünümündedir. Vücudu
yanlarından saçaklar hâlinde tentakül denen dokunaçlar, alt tarafından yakıcı kollar sarkar.
Planktonlarla beslenir. Çeşitleri: Çok çeşitli türleri vardır.

Sölenterlerin knidliler (Cnidaria) şubesinin, gerçek medüzler (Scyphozoa) sınıfından denizlerde
yaşayan omurgasız bir hayvan. Medüz de denir. Vücudunun % 90’dan fazlası su olup, açılmış bir
şemsiyeyi andırır. Yumuşak peltemsi ve saydamdırlar. Beyaz ve mavimtrak renktedirler. Bütün dünyâ
denizlerinde rastlanır. Şemsiye gibi açılıp kapanmak sûretiyle hareket ederler. Basit bir ağız ve sindirim
boruları vardır. Aşağı sarkan yakıcı kollarıyla balık yumurtası ve küçük deniz organizmalarını (plankton)
avlayarak beslenir. Sayısız dokunaç (tentakül), koku alma hücreleri ve denge sağlayıcı organları vardır.

Fenerler 354 adet Yukarıdan bakıldığında yazın mâvi renge boyanan
Radyofor istasyon 3 adet göze benzer, dört tane üreme organı görülebilir.
Sis düdüğü 15 adet Yumurtlayarak ürer. Çift cinsiyetli (hermofrodit) olanları
Sis çanı 4 adet da vardır. Medüzlerin üremesinde “metagenez” adı
Işıklı şamandıra 31 adet verilen döl değişimi görülür. Medüzlerin döllenmiş
Işıksız şamandıra 20 adet yumurtalarından, yüzeyi “sil” denilen kirpiksi tüylerle
Racon 2 adet kaplı “planula” larvası meydana gelir. Bu silli larva bir
Cankurtaran istasyonu 7 adet
Cankurtarma deniz
mot. 25 adet
Cankurtarma deniz
aracı 10 adet

süre serbest yüzdükten sonra kendisini bir yere tutturur. Bundan da “polip”, poliplerin eşeysiz

çoğalması (tomurcuklanma veya bölünme) ile de serbest medüzler meydana gelir. Vücutlarının çapları

2-40 cm arasında değişir. Fakat 210-240 cm çapına varan “Cyanea” cinsleri de vardır. Kuzey Kutbunda

bulunan “Cyanea aretica”, 60 metre uzunluğundaki sarkan kollarıyla en büyük deniz anasıdır.

“Cyanea capilata” türü 30-60 cm çapında olmasına rağmen, uzantıları 9 metreye varır. Yüzücüler

için büyük bir tehlikedir. Deniz analarının dokunaçlarında yakıcı hücreler olup dokunulduğunda kaşıntıya

sebeb olur. Ekvator bölgesinde bir kaç deniz anası türü öldürücü özelliğe sâhiptir.

DENİZATI (Hippocampus Hippocampus)

Alm. Seepferdchen, Fr. Hippocampe, İng. Seahorse. Familyası:Deniziğnesigiller
(Syngnathidae). Yaşadığı yerler:Sıcak ve ılıman denizlerde. Memleketimizde, Ege ve Akdeniz
sâhillerinde rastlanır. Özellikleri:Başı at başına benzer, 10-15 cm uzunlukta bir çeşit balık. Dikey
yüzer. Erkekleri doğurur. Çeşitleri: 15 kadar türü vardır. Denizatı, Avrupa denizatı, denizejderi en
meşhurlarıdır.

Akdeniz, Ege ve Atlantik Okyanusunda bol miktarda bulunan bir çeşit balık. Kemiklibalıklar
(Teleostei) takımındandır. Vücudu uzun ve testere şekilli olup, kuyruğu ince ve hareketlidir. Başı
ve vücudunun üst kısmı ata benzediğinden bu adı almıştır. Denizaygırı da denir. Vücudu sert ve
kabukludur. Su içinde dikey vaziyette yüzer. Yalnız sırtında yelpaze şeklinde bir yüzme yüzgeci vardır.
Hareket, devamlı dalgalanan bu sırt yüzgeciyle sağlanır. Gözlerini ayrı olarak hareket ettirebilir.
Sâhillerde yosun ve deniz bitkileri arasında yüzerek gizlenir. Derinlere inmez. Dinlenmek istediği
zaman, kuyruğunu bir yosun veya deniz bitkisine sarar ve kendini suyun sallantısına bırakır. Bu balığın
bir kaç çeşiti vardır. Etleri yenmez. Hattâ bâzılarının eti zehirlidir.

Üremeleri ilgi çekicidir. Denizatlarının erkeklerinin karın kısmında birer kuluçka kesesi odacığı
bulunur. Kese ağzı yuvarlak bir kas yardımıyla açılıp kapanabilir. Üreme devresinde dişi, erkeği ile
sarmaş dolaş olduğu esnâda yumurtalarını erkeğin karnındaki keseye döker. Erkek yeteri miktarda
yumurta toplamak için birkaç dişi ile eşleşir. Yumurtalar kese içinde döllenir ve olgunlaşır. Önceleri açık
olan kuluçka kesesi, eşleşme devresinden sonra birçok dişinin yumurtasını almış olarak kapanır. Bir
embriyo görevi yapan kesenin ağzı, yavrular iyice olğunlaşmadan açılmaz. Yavrular, babalarının
kesesinde gizlenir, kanıyla beslenir ve olgunlaşırlar. Erkek denizatının karnı yavruların gelişmesiyle
şişmeye başlar. İki ay sonra doğum sancıları çekmeye başlayan erkek, kuyruğunu bir bitkiye dolar.
Gerçek doğum kasıntılarına benzeyen kas titreşimleriyle kesenin ağzını kasarak, olgunlaşan yavrular
suya dökülür. Çıkan yavrular ergine benzer. Erkek her defâsında 200 kadar yavru doğurur.

Denizatları hortum gibi uzun ağızlarıyla küçük deniz hayvanlarıyla beslenirler.

DENİZCİLİK

Alm. Schiffahrt, Seefahrt, Nautik (f), Fr. Navigation (f), İng. Sailing, navigation, ocean
transportation. Denizlerde gemi işletmeciliği ile ilgili sanat. Çok eski zamanlardan beri insanoğlu uzak
veya yakın, başka bir yere gidebilmek için deniz seyâhatleri düzenlemiştir.

Bilinen ilk gemiyi Nuh aleyhisselâm yapmıştır. Daha sonra bilinen târihe göre, Mısırlılar ağaçdan
oyma kayıklar yaparak denemeler yaptılar ve gitgide kereste kullanarak büyük gemiler yaptılar.
Mısırlılar ilk önce Nil’den dışarı çıkmadıysa da, daha sonraları uzak seferler yapmaya başladılar.
Mısırlılardan sonra en eski gemici bir millet olan Fenikeliler ve Kartacalılardır. Yapmış oldukları güçlü
donanmalarla, çekinmeden Akdeniz dışına çıktılar.

Eski gemiciler yıldızlara ve güneşe bakarak yollarını bulup tâyin ederlerdi. Açık denizlerde karayı
bulmak için de, yanlarına almış oldukları kuşları salıp, gittikleri yöne doğru gemiyi çevirirlerdi. Ancak
13. yüzyılda pusulanın bulunmasıyla, denizcilikte büyük ilerlemeler sağlandı ve yön tâyin etmedeki
güçlükler halledilmiş oldu.

Venedikliler 16. asırda su altında kalan kısmı çok yüksek gemiler inşâ ettiler. Yapmış oldukları
ticâret gemileriyle İngiltere’ye seferler yapmaya başladılar.

On yedi ve on dokuzuncu asırlar arasında gemicilik alanında büyük gelişmelerin olmasıyla yelkenli
ve buharlı gemiler yapıldı. Denizciliğin en modern gelişmesi 20. asır içinde oldu. Bu asırda motorlu

gemiler yapıldı ve telsiz, radyo, radar gibi cihazlar yardımıyla denizciler yollarını daha kolay bulmaya
başladılar.

Gemideki kaptan, yolunu tâyin edebilmesi ve gideceği yeri bulabilmesi için şu yollardan
faydalanır:

1.Pusula, harita ve parakete.
2.Gemiciler, deniz fenerlerine, şamandıralara ve karadaki bâzı işâretlere bakarak yollarına devâm
ederler.
3.Güneş, ay, yıldız, gezegenlere bakılarak geminin yönü tâyin edilir.
4. Radar, telsiz , radyo gibi cihazlardan faydalanarak yol bulunur.
Kaptan , kara yakınlarında haritaya işâret koyar, seyir defterine de geminin bulunduğu enlem ve
boylamı kaydeder.
Türklerde denizcilik: Türklerde denizcilik Selçukîler devrinde başladı. İstanbul’u ve Marmara
adalarını kuşatmak için o zamanlar güçlü donanmalar kurmak ihtiyacı duyuldu. Gemlik’i fetheden
Selçukîler buralarda tersâneler yapmaya başlayınca, Bizanslılar bu durumu kendileri için tehlike kabul
ederek, denizden saldırıya girişerek kızakları yakıp yok ettiler. Marmara’da üstünlük sağlayamayan
Selçukîler, İzmir’i zaptederek güçlü deniz donanmaları kurdular. Selçuklu Sultanı Alâeddîn Keykubad,
Antalya ve civârını fethederek, Alâiye (Alanya)da tersaneler kurdu. Çaka Beyin idâresindeki Türk
donanması Midilli ve Sakız adalarını fethetti. (Bkz. Çaka Bey)
Selçukîlerden sonra Türklerin denize çıkışı Aydınoğullarından Umur Bey zamânında
gerçekleşmiştir. Denizcilik alanında en büyük ilerleme Osmanlılar zamânında olmuştur. On altıncı
yüzyılda dünyânın en güçlü denizci ülkesi Osmanlılardı. Hattâ Avrupa’nın birleşik
donanmasını tekbaşına yok edebilecek üstün bir güçteydi. Yıldırım Bâyezîd zamânında denizcilik
alanında büyük gelişmeler sağlanarak Ege kıyılarına hâkim olundu. Antalya’yı da ele geçiren Osmanlılar,
Akdeniz’e açılma imkânı buldular.
Fatih Sultan Mehmed Han zamânında kara kuvvetleri gibi denizciliğe de önem verilerek güçlü
donanmalar kuruldu. 1453’te Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethetmesiyle, İslâm târihinde bir
devir açılmıştır. Fetih devrinde hutbeler “Hâkimülbahreyn ve Sultânülberreyn” (Denizlerin Hâkimi,
Karaların Sultânı) diye okunmaya başlandı.

Kânûnî Sultan Süleymân zamânında Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sıgacık, Kocaeli, Mora, Karlı ili,
Rodos, Biga, Mezistre sancakları birleştirilerek merkezi Gelibolu olmak üzere Kaptan Paşa Eyâleti
kuruldu. Donanma komutanına da “kaptan-ı deryâ” ismi verildi. Ancak bu ünvan, Barbaros Hayreddin
Paşadan sonra “beylerbeyi” olarak değiştirildi. Cezâyir-i Bahr-i Sefid eyâleti beyliğine de “derya beyleri”
dendi. Birinci Abdülhamîd Han zamânında kaptan-ı deryâ ismi yerine, donanma kumandanına “bahriye
nâzırı” ismi verildi.

On altıncı yüzyılda dünyâya hükmeden Osmanlılar, kapasitesi çok büyük gemiler yaptılar. Savaş
gemilerine “Baştarda” adını verdiler. 1710 senesinde İstanbul’da yapılan ve “kalyon” ismi verilen savaş
gemisi 3300 kişilik bir donanmaydı. O zamanları dünyânın en güçlü donanmasına sâhib olan Osmanlılar
Avrupa devletlerinin ısmarladıkları savaş gemileri ile ticâret gemilerini de yaparlardı.

Dünyânın en büyük tersâneleri İstanbul Haliç ve Gelibolu’daki tersânelerdi. Hattâ Venediklilerin
vermiş olduğu gemi siparişi, Türk mühendislerinin gerçekleştirdiği planlarla bu tersânelerde yapılmıştır.

Osmanlılar denizcilik ilmi konusunda da dünyânın en ileri ülkesiydi. 1515 senesinde Pîrî Reis
tarafından, ceylan derisi üzerine çizilerek yapılan harita, Amerika kıyıları hakkında gerçeğe çok yakın
ayrıntılı bilgi verir. 1528’de Glole Dore tarafından çizilen Amerika kıtasıyla ilgili haritası, Pîrî Reis’in
çizmiş olduğu haritanın yanında çok basit kalır.Topkapı Müzesindeki Pîrî Reisin haritasını görenler
hayretler içinde kalmaktadırlar. Hâlen mevcûd olan ve 1461 senesinde İbrâhim Reis tarafından çizilen
harita da, Osmanlıların o devirde kesinlikle ilim alanında Batıdan üstün olduğunu gösterir.

Donanmada çok güçlü olan Osmanlılar deniz nakliyatında ve ticâretinde de çok ileri idiler. 800
yolcu taşıyan gemiler de yapılmıştır. Bahriye nezâreti teşkilâtı içinde Şirket-i Hayriye ve Haliç şirketleri
vardı.

1843 senesinde kurulan Fevâid-i Osmaniye Şirketinin 108 senelik faâliyetine ve 1851 senesinde
kurulan Şirket-i Hayriye’nin 94 senelik faaliyetine, 1913 senesinde kurulan Haliç hattındaki İtalyan
Şirketinin 22 senelik faaliyetlerine son verilerek, 1944 senesinde Devlet Deniz Yolları ve Limanları
İşletme Umum Müdürlüğüne devredilmişlerdir. Çeşitli isim değişiklikleriyle bugüne kadar faaliyetlerini
sürdüren kuruluşlar Türk denizciliğinin gelişiminde önemli rol oynamışlardır.

1984 yılından îtibâren uzmanlık alanlarına göre yeniden yapılanmaya giderek; gemi yapım ve
onarımları Türkiye Gemi Sanâyi olarak ayrı genel müdürlük, hizmet alanları da Türkiye Denizcilik

İşletmeleri olarak ayrı bir genel müdürlük olarak sermâyenin tamâmı devlete âit olarak hizmet
vermektedir.

DENİZGERGEDANI (Monadon Monoceras)

Alm. Narwal (m), Fr. Narval (m), İng. Narwal. Familyası: Küçük-yüzgeçli-yunusbalığıgiller
(Delphinapteridae). Yaşadığı yerler: Kuzey kutup denizleri. Özellikleri: Erkeklerinde 2.5 m uzunlukta
ileri uzanan bir savunma dişi vardır. Ömrü: Çok avlandığından 25 yılı aşmaz. Çeşitleri: Tek türdür.

Kuzey yarım kürenin kutup denizlerinde yaşayan bir balina. “Narbalinası” da denir. 4-6 metre
boyundadır. Erkeklerin üst çenesinde 3 metre uzunluğa varan tipik bir tos dişi vardır. Bunu boynuz gibi
savunma organı olarak kullandığından “denizgergedanı” adını almıştır. Başları yuvarlak, ağızları küttür,
sırt yüzgeçleri yoktur. Sürüler hâlinde dolaşır. Eti ve yağı için avlanırlar.

DENİZHIYARLARI (Holothuroidea)

Alm. Seewalzen, Fr. Hoothurides, İng. Sea cucumbers. Derisidikenlilerin “Holothuroidea”
sınıfından omurgasız hayvanlar.

Vücutları, ağızla anüsten geçen eksen istikametinde uzamış olup, sosis veya hıyara benzer. Ağız
ve anüs karşılıklı iki uca yerleşmiştir. Diğer derisidikenlilerden, kutuplar yönünden geçen eksenin
uzamasıyla farklılaşmıştır. Bu uzama hayvanın yan yatmasına sebeb olur. Ağız çevresinde çelenk
şeklinde 10-30 kadar duyu, dokunma ve av yakalamaya yarayan tentaküller (dokunaçlar) vardır.
Genellikle 3-27 cm boyundadırlar. 60 cm uzunlukta olanları da vardır. 900 kadar türü bilinmektedir.

Denizlerin kıyılara yakın sığ yerlerinde rastlanır. Ambulakral tüp ayaklarla yavaş hareket ederler.
Tüp ayaklarını duyu organı olarak da kullanırlar. Tüp ayakları olmayan deniz hıyarları diplerde “U”
şeklindeki oyuklarda yaşarlar. Solunumları vücut boşluğunda uzanan bir çift “suakciğeri” veya
“solunumağacı” denen organlarla sağlanır. Kendilerini yenileme özelliğine sâhiptirler. Yumurtlayarak
ürerler, erkek ve dişilerinin şekli birbirine çok benzer. Bâzıları hermofrodit (çift cinsiyetli)dir.
Tentakülleriyle yakaladıkları plankton ve çamurlardaki organik maddelerle beslenirler. Çeşitli renkte
veya cam gibi saydam olanları da vardır.

Güneydoğu Asya ve Avustralya sâhil insanları deniz hıyarlarını deniz suyunda pişirip, kurutur.
Yeneceği zaman tatlı suda kaynatıp, özellikle çorbasını yaparlar.

DENİZKESTÂNELERİ (Echionidea)

Alm. Seeigel, Fr. echinoides, İng. Sea urchins. Sölomlu hayvanlardan ikincil ağızlılar şubesinin,
derisidikenliler alt şubesinden bir sınıf.

Vücutları küre veya disk şeklinde, vücutlarının üzeri dikenli deniz hayvanlarıdır. Çoğunlukla
kayalık deniz sâhillerinde yaşar. Akdeniz sâhillerinde bol miktarda bulunur. 800 kadar türü
bilinmektedir. Vücutlarının üzerindeki kalker plakalar birbirine kenetlenerek bir kabuk meydana
getirirler. Bu kabuk hayvanın örtüsüdür. Ağızları karın tarafında olup, kama şeklinde beş dişe sâhiptir.
Kabukların üzerinde koruyucu sivri dikenler vardır. Kasların kasılmasıyla hareket eden dikenler, kısa ve
kuvvetli olabildiği gibi, ince ve sivri olanları da vardır. Dikenlerin arasında zemine tutunmaya yardımcı
kıskaç biçimli yapılar gözlenir. Sindirim sistemi “Aristofeneri” denilen özel bir çene sisteminin içinden
geçer. Fenerin uzantılarına bağlı kasların kasılmasıyla dişler hareket eder, deniz kestaneleri, yosun,
yumuşakçalar, küçük deniz hayvanları, çürümüş maddelerle beslenirler. Dikenlerden daha ileriye
uzanan ince uzun tüp ayakların uçları vantuzludur. Bu emeçlerle zemine tutunarak hareket ederler. Yer
değiştirmede hareketli dikenler de kullanılır. Ayaklar su kanalları sisteminin (ambulakral) basıncın
değişmesiyle uzayıp kısalır. Dikenler ise kasların kasılmasıyla hareket ettirilir.

Yumurtlayarak ürerler. Sperm ve yumurta hücresi suda birleşerek döllenir. Birkaç tür hariç, deniz
kestanelerinde erkek ve dişi ayrı cinstendir. Hareketli larvaları, diplerde yaşayarak olgunlaşır. Diğer
hayvanlar tarafından yenilmeyerek hayatta kalanlardan denizkestâneleri meydana gelir.

DENİZLÂLELERİ (Crinoidea)

Alm. Seelilien, Fr. Crinoides, İng. Sea lilies. Derisidikenlilerin, “Crinoidea” sınıfından deniz
hayvanları. “saçyıldızları” veya “denizleylakları” olarak da anılırlar. Vücutları bir sap ile buna bağlı
kollardan yapılmış bir çiçeği andırır. Kadehe benzeyen taç kısmındaki kollar beşli bir yapı gösterir.

Hayvanın vücut yapısı lâleye benzediğinden bu ad ile anılır. Denizlâlelerinin sapsız olanları bir yere
tutunmadan kas bağlantılı kollarıyla serbest olarak yüzerler. Saplılar, saplarıyla bir yere bağlı olarak
yaşarlar. Sapın kâide kısmı genişlemiş veya kök şeklindedir. Sap uzunluğu 65 cm kadar olanları vardır.
Su kanalları sistemindeki tüp ayaklar harekette değil, solunumda kullanılır.

Sperm ve yumurta hücresi suda birleşir. Döllenmiş yumurtadan, serbest yüzen kirpikli larva
teşekkül eder. Bundan da kendini bir yere tespit eden saplı larva meydana gelir. Bu da gelişerek
serbest yaşayan veya kendini zemine tespit eden saplı denizlâlesi meydana gelir.

Besinleri, küçük plankton organizmaları veya organik artıklardır. Bunlar hareketli kollarıyla
yakalanarak taç bölgesinde bulunan ağıza aktarılır. İskeletleri iğnesiz kalkerli plaklardan meydana gelir.
Sarı, kırmızı yeşil, beyaz gibi renkleri olup, toplu yaşarlar. Deniz dibi çiçeklerini andırırlar. Sığ yerlerden
250 metre derinliklere kadar bulunabilirler. Kopan parçalarını yenileme kâbiliyetleri yüksektir. En çok
paleozoik devrinde gelişen denizlâlelerinin bugün 800 kadar yaşayan türü bilinmektedir.

DENİZLİ

İlin Kimliği

Yüzölçümü: 11.874 km2

Nüfusu : 750.882

İlçeleri : Merkez, Acıpayam, Akköy, Babadağ, Baklan, Bekilli, Beyağaç,

Bozkurt, Buldan, Çal, Çameli, Çardak, Çivril, Güney, Honaz, Kale, Sarayköy, Serinhisar, Tavas.

Pamukkalesi, horozu ve sularının bolluğu ile meşhur bir ilimiz. İl toprakları 28°30’ ve 29°30’ doğu

boylamları ile 37°12’ ve 38°12’ kuzey enlemleri arasında kalır. Ege ve Akdeniz bölgeleri arasında bir

geçit yeri durumundadır. İlin büyük kısmı Ege bölgesinde bulunur. Muğla, Aydın, Manisa, Uşak, Afyon

ve Burdur illeri ile çevrilidir. Yüzölçümü 11.874 km2dir. Trafik kod numarası 20’dir.

İsminin Menşei

Denizli’nin suyu boldur. Yer yer pekçok güzel gölcükler görülür. Suları deniz suyuna benzediği için

bu ile Denizli denmiştir. Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi’nde “Kesir-i tülenha olmağula Denizli,

denmiştir.” diyor. Yâni çok sulak olduğu için Denizli denmiştir. En doğru olan rivâyet budur. Diğer bir

rivâyete göre Denizli’yi Türkmen boylarından Tonguzlu Beyi bir Türk şehri hâline getirmiştir. Tonguzlu

zamanla Dengiz, bilâhare Denizli olmuştur. Eski ismi Laodikeia ve Tonguzlu’dur. Germiyanoğulları ise

Tonguzluk demişlerdir.

Târihi

Anadolu’nun diğer bölgeleri gibi Denizli de asırlar boyunca çeşitli istilâlara uğramıştır. M.Ö. 2500

senesinde Luviler’in istilâsına uğrayan Denizli, bilâhare Hitit İmparatorluğunun toprağı olmuştur.

Hititlerin yıkılışından sonra Frikya, sonra da Lidyalılarca ele geçirilmiştir. M.Ö. 6. asırda Persler işgâl

etmiş, M.Ö. 4. asırda Makedonya Kralı İskender, Anadolu ve İran’ı istilâ edince, Makedonya

İmparatorluğuna dâhil olmuştur. İskender’in ölümü ile imparatorluk parçalanmış, bu bölge Asya

İmparatorluğu kısmında kalmıştır. Bilâhare Bergama Krallığı bu bölgeyi ele geçirmiş, bu krallık M.Ö.
130’da Roma’nın nüfûzuna geçince, bölge Roma İmparatorluğu içinde kalmıştır. Roma İmparatorluğu
M.S. 395’te ikiye bölününce, bu bölge Doğu Roma (Bizans)nın payına düşmüştür. Yedi ve onuncu
asırlarda İslâm orduları bu bölgeye pekçok akınlar düzenlemişlerdir.

1071 Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu fâtihi ve Türk Devletinin kurucusu Selçuklu Kutalmışoğlu
Süleymân Şahın başkumandanlığındaki Türk Oğuz orduları bu bölgeyi fethetmişlerdir. 1110 senesinde
Birinci Haçlı Seferinde Kommenoslar Denizli’yi geri aldılar. 1158 ve 1189’da Türkler yeniden bölgeye
hâkim oldular. Türklerle Bizanslılar arasında el değiştiren Denizli, 1206’da yeniden fethedilerek
Konya’ya bağlandı. 1255’te Bizanslılar Denizli’yi geri aldılarsa da, birkaç sene kalabildiler. Denizli
Beyleri, Lâdik Beyleri ve İnançoğulları Beyliği, Germiyanoğlu Beyliğine bağlandı. 1300-1381 arasında
İnançoğullarından dört Türkmen Beyi Denizli’de saltanat sürdü. İnançoğullarından önce Sâhib-
Ataoğulları, Denizli’yi Germiyanoğullarından almış, fakat kısa bir müddet sonra terk etmişlerdir.

1390’da Sultan Yıldırım Bâyezîd, Germiyan beyliği ile birlikte Denizli’yi Osmanlı topraklarına
katmıştır. 1402 Ankara savaşından sonra Germiyanoğulları tekrar Denizli’ye hâkim olmuşlarsa da,
1423’te Germiyan Beyliği ve Denizli tekrar Osmanlı toprağı olmuştur. 1423’ten bu yana hiçbir istilâya
mâruz kalmamıştır. Osmanlı devrinde merkezi Kütahya’da bulunan Anadolu Beylerbeyliğinin
(eyâletinin) 14 sancağı (vilâyeti)ndan biri olan Aydın’a bağlı kazâ merkeziyken, kısa bir müddet sonra
sancak olmuştur. Tanzimâttan sonra da İzmir vilâyetinin 6 sancağından biri olmuştur. Birinci Dünyâ
Harbinden sonra Menderes Nehrinin sağ yanı Yunanlılara, sol tarafı İtalyanlara verildi. İtalyanlar bu
bölgeyi işgâl etmediler. Yunanlılar 5 Temmuz 1920’de Buldan kasabasına kadar geldiler. 4 Eylül
1922’de kaçarken çok sayıda Buldanlı’yı şehid ettiler. Denizli, Cumhûriyet devrinde il olmuştur.

Fizikî Yapı
Denizli çok engebelidir. Ege bölgesinin en yüksek dağları bu bölgede yer alır. Arâzinin % 47’si
dağlar, % 25’i plato ve yaylalar ve % 28’i ovalarla kaplıdır.
Dağlar: Denizli topraklarının yarıya yakın kısmı dağlarla kaplıdır. En yüksek dağları olan Honaz
Dağı (2528 m) ve Akdağ (2300 m) zirveleri devamlı karla örtülüdür. Bu iki dağı Kazıkbel Geçidi
birbirinden ayırır. Diğer dağları ise; Gölgeli Dağları (Eren Tepe 2420), Akkaya Tepe (2268 m), Kıraç
Tepe (2446 m), Yalnızca Tepe (2030 m), Kartalkaya (1687 m).

Ovalar: Ovalar, Büyük Menderes Nehrine doğru basamak basamak inerler. Başlıca ovalar
(Sarayköy)Büyük Menderes Ovası, Buldan Ovası, Tavas Ovası, Acıpayam Ovası, Çivril Ovası, Baklan
Ovası, Kaklih Ovası, Hanbat Ovası ve Eskere Ovasıdır. 400 bin hektara yaklaşan bu ovalar çok
bereketlidir. Başlıca vâdiler ise Büyük Menderes, Çürüksu, Akçay ve Kelekçi vâdisidir.

Başlıca yaylaları; Karayayla, Çameli Yaylası, Uzunpınar Yaylası, Yoran Yaylası, Sahman Yaylası,
Süleymâniye Yaylası ve Kuyucak Yaylasıdır. Denizli’nin yüksek ovaları da yayla özelliğini taşırlar.

Akarsular: Denizli su potansiyeli bakımından zengindir. Başlıca akarsuları şunlardır:
Büyük Menderes:İlin en büyük akarsuyudur. Afyon’un Dinar ilçesinden çıkarak Akdağ’ın pınarlarını
alıp Işıklı Gölüne girer. Gölün batısından regülatörle çıkar. Medele köyü yakınında Uşak’tan gelen Banaz
Çayını alır. Sarayköy yakınında Çürüksu Çayını alıp Aydın iline girer. Çürüksu:Honaz Dağı ile Kaklık ve
Kocabaş bölgelerindeki suları alıp Büyük Menderesle birleşir. Gireniz:Eşeler Dağından çıkar, Çameli
Dağlarındaki suları toplar. Kelekçi Vâdisine iner ve sonra Muğla iline girer. Dalaman Çayının Denizli’de
bulunan kısmına Gireniz Çayı denir. Akçay:Bozdağ ve Sandıras dağlarından çıkar. Yenidere Çayı ile
birleşir. Eskere Ovasında muhtelif suları alır. Muğla’dan gelen Karayayla sularını toplar ve Aydın’ın
Bozdoğan ilçesine girer.
Göller: Acıgöl (Çardak Gölü) Denizli ile Afyon arasındadır. Derinliği azdır. Sularının bir kısmı yazın
kurur. Gölde kalsiyum ve mağnezyum vardır. Balık yaşamaz. Karagöl:Çambaşı köyü yakınında çamlar
arasında birbirinden 50-60 m farklı yükseklikte 4 gölden ibârettir. Akarsularla beslenir. Çaltı (Beyler)
Gölü: Tuzludur. Bâzı şartlarda sulamada kullanılır. Işıklı Gölü:Çivril’de su taşkınlarını önlemek için
yapılmış bir baraj gölüdür. 206 milyon m3 su toplanır. Buldanlı Barajı: Sulama ve taşkınları önlemek
için yapılmıştır, 54 milyon m3 su toplanır. Derbent köyündedir. Süleymâniye Gölü:Buldan’ın
Süleymâniye Yaylasında bulunan tatlı sulu bir göldür. Turizm için önemlidir. Yazın kamp kurmaya
müsâittir.
İklimi ve Bitki Örtüsü
İklimi: Ege bölgesinin en serin ilidir. Kışlar ılık ve yazlar serin geçer. Yıllık yağış ortalaması 547
milimetredir. Kar yağışı çok azdır. +41.2° ile -11.4° arasında sıcaklık seyreder.
Bitki örtüsü: Denizli’nin yarısı % 51 ormanlarla kaplıdır. Çayır ve mer’alar % 10, ekili ve dikili
arâzi % 35’tir. Ekime müsâit olmayan kısmı sâdece % 4’tür.

İlin bitki örtüsünü çoğunlukla orman ağaçları ile Akdeniz iklimine has makiler meydana getirir.
Ormanlarda karaçam, kızılçam, sedir, ardıç, meşe, kayın, çınar ve dişbudak gibi ağaçlar bulunur.
Ormanların başladığı sınırların altında kalan dağ eteklerindeki geniş alanlar çalılık ve fundalıklarla
kaplıdır.

Ekonomi
Denizli ilinin ekonomisi tarıma dayanır. Son 15 yıldır sanâyi sektöründe mühim gelişme olmuştur.
Faal nüfûsun % 70’i tarım, balıkçılık ve ormancılıkla uğraşır. Gayri sâfi hâsılanın (bürüt gelirin) % 40’ı
tarım, % 15’i sanâyiden sağlanır.
Tarım: Denizli tarıma çok elverişlidir. Başlıca tarım ürünleri; buğday, arpa, mısır, nohut, tütün,
haşhaş, üzüm ve pancardır. Sebze istihsali ise 250 bin tondur. Üzümden sonra, kavun, karpuz, elma,
armut, vişne, kiraz, şeftali, bâdem ve nar bol miktarda yetişir.
Antepfıstığı üretimi gün geçtikçe artmaktadır. 70.000 zeytin ağacından ortalama 750 ton zeytin
elde edilir. Mevcut su potansiyeli bütün ekili arâziyi sulamaya elverişlidir. Ekili arâzinin önemli kısmı
sulanmaktadır.
Hayvancılık: Mer’a ve çayırları hayvancılığa müsâittir. Hayvan potansiyeli zengindir. Koyun, kıl
keçisi, sığır, manda, at, eşek beslenir. Arı kovan sayısı 68.000’e yaklaşmıştır. Denizli horozu, tatlı ve
uzun ötüşüyle meşhurdur. Yarım dakika devamlı öter. Tavukçuluk ileridir.
Ormancılık: Denizli’de orman varlığı önemli yer tutar. Arâzinin %51’i ormanlarla kaplıdır.
Ormanların % 40’ı normal koru, % 25’i bozok koru ve % 35’i bozuk baltalıktır. Son yıllarda park ve
yeşil alanlar ile berâber ağaçlandırma da hızla artmıştır.
133 köy orman içinde ve 113 köy orman kenarındadır. Her sene 150.000 m3 sanâyi odunu,
200.000 ster yakacak odunu, 40.000 kental çıra, 500 ton reçine ve 2 ton sığla yağı istihsal edilir.
Ormanlarda daha çok karaçam, kızılçam, sedir, ardıç, meşe, kayın, çınar, dışbudak ağaçları bulunur.
Mâdenler: Mâdencilik, tarım, hayvancılık ve ormancılık kadar zengin değildir. Başlıca mâdenleri
şunlardır:Krom, sodyum sülfat, linyit, kil ve alçıtaşıdır. Acıgölde erimiş hâlde bulunan sodyum sülfat 2
tesis ile yaklaşık 60.000 ton olarak elde edilir. Akarsu ve çayların bıraktığı gözenekli tortular
“Taravertendir” yapılarda kullanılır ve ihraç edilir. Sarı veya beyaz renklidir.
Sanâyi: Sanâyi hızla gelişmektedir. Dokuma ve metal sanâyii ön sıradadır. Başlıca büyük sanâyi
işletmeleri ise Sarayköy Pamuklu Sanâyii, Akseller Pamuklu Mensucat, Denizli Basma ve Boyama


Click to View FlipBook Version