Penisilin türünden iğneler yapılırsa çıbanın yan tesirleri yok edilmiş olabilir. B vitamini bakımından çok
zengin olan bira mayası ve B kompleksi vitaminleri alınırsa fayda verir. 50 gram kükürtle 100 gram
tereyağdan elde edilen merhem çıban için çok faydalıdır.
Şirpençe: Birkaç tâne kan çıbanı bir arada bulunur ve çevreye, derinlere doğru genişlerse buna
”Karbonkül” veya halk arasında “Şirpençe” ismi verilir. Buradaki çıbanların hepsi tek imiş gibi görülür.
Tahta sertliğindedir. Özellikle dokunmakla çok ağrılıdır. Hastanın genel durumu bozulur, ateş, titreme,
halsizlik başağrısı bulunur. Birkaç gün sonra bütün mihrak yumuşar ve dışarı iltihap boşalır. Çoğu
hastalarda bütün çıban bölgesi deriden ayrılarak geriye zamanla kapanacak olan geniş bir yara sathı
kalır. Ağır seyreden durumlarda mikroplar kana karışır ve hasta ölebilir. Osmanlı pâdişâhlarının en
meşhurlarından Yavuz Sultan Selim Han da bu hastalıktan vefât etmiştir.
Sathî ve derideki çıbanlarda ilk yapılacak iş kabukları kaldırmaktır. Cerâhatlenme veya sulanma
geçinceye kadar antiseptik sıvılarla pansuman yapmak lâzımdır. Çıban olan bölgeye günde birkaç defa
sıcak sulu kompreslerin uygulanması faydalı olur. Daha sonra antibiyotikli merhemler kullanılır.
Başlamakta olan çıbanlarda kara merhem kullanmak çok defa çıbanın bir an önce yumuşamasını
sağlar. Çok gergin ve derin şirpençeleri cerrâhî olarak açmak hastayı rahatlatır. Hastaya ayrıca
antibiyotik de verilmelidir. Sık sık tekrarlayan çıban durumunda buna sebeb olabilecek durumlar
araştırılmalıdır. Şeker hastalığı, aşırı zayıflık, kaşıntı yapan durumlar (parazit, müzmin iltihabî odaklar,
allerjiler vb.), derinin uzun süre suya mâruz kalarak yumuşaması, vücudun bağışıklık sisteminin bozuk
olması çıbanların ortaya çıkmasını kolaylaştırır.
Şark çıbanı: Yıl çıbanı, Halep çıbanı, deri layşmanyozu gibi isimleri de vardır. Hastalığa dünyâda
belli iklim bölgelerinde, bu arada memleketimizde de en sık Doğu ve Güney Anadolu illerimizde
rastlanmaktadır. Hastalığın sebebi “Leischmania tropica” ismi verilen bir hücreli, kamçılı mini bir
parazittir. Hastalık doğrudan doğruya veya tatarcıklarla bulaşır. 15 günden altı aya kadar süren bir
kuluçka devrinden sonra tatarcık sineği tarafından ısırılan yerde küçük pembe bir leke husûle gelir. İki
üç gün sonra bu leke biraz daha kabarır ve giderek belirginleşerek rengi pembe-esmer bir hâl alır. Bu
kabartı sertçedir. Bâzı kimselerde hastalık bu şekilde bir yıl devâm edip sonra iz bırakarak iyileşir.
Bâzan da yara hâline gelir. Şark çıbanı yarası üzerindeki kabuk kaldırılırsa kabuğun altında bir takım
çıkıntılar görülür ki, buna “Hulûsî Behçet çivi belirtisi” ismi verilir. Bu ismin verilmesinin sebebi ilk târif
edenin meşhur Türk hekimi “Hulûsî Behçet” olmasıdır. Yara hâline gelmiş bir şark çıbanı da genellikle
bir yılda iz bırakarak iyileşir. Bâzan hastanın direncinin kırık olması hâlinde hastalık yıllarca sürebilir,
yerinde çirkin bir iz kalır.
Hastalık başlangıcından 3-4 ay sonra başlayan ve ömür boyu devâm eden bir bağışıklık
bırakmaktadır. Çıban, alın, burun, çene, yanaklar, boyun, el, önkol ve bacaklar gibi açık bulunan
yerlerde yerleşmektedir.
Teşhis için yaranın üzerinden alınan sıvıda parazitin aranması veya kültürünün yapılması gerekir.
Bâzan yaradan parça alıp incelemek de gerekebilir. Tedâvisi için yara çevresine emetin, atebrin
şırıngaları tatbik edilir.
ÇIĞ
Alm. Lawine (f), Fr. Avalanche (f), İng. Avalanche. Yüksek dağların tepesinden kopup eğimi fazla
yamaçlardan yuvarlanarak büyük kütleler hâline gelen kar yığınları, dağlardan kopup yuvarlanan buz
parçaları veya kütle hâlinde kayan karlar. Bunlar, senenin hemen hemen aynı mevsiminde meydana
gelir ve umûmiyetle çığ oluğu denen yolları tâkip ederek önlerine rastlayan ağaçları söküp binâları
yıkar. Bağ, bahçe gibi yerleri tahrip eder. Hatta can kaybına sebeb olurlar. Türkiye’de Cilo, Munzur,
Zigana vb. yüksek dağlarda, İsviçre’nin sarp dağlarında bunlara çok sık rastlanır. Çığlar bâzan o kadar
çok büyük yığınlar meydana getirirler ki, hacimleri yüzbin metre küpü geçer. Bâzan bir milyon metre
küpü geçenlere de rastlanır. Geçmişte ağaçları söküp, evleri yıkan ve can kaybına yol açan pekçok çığ
hâdisesinin netîcesinde insanlar bunların tehlikesinden korunma çârelerine başvurmuşlardır. Bu gâyeyle
yüksek duvarlar yapılmış, karların koptuğu ve çığların başlangıç yerleri kazıklarla, toprak yığınlarıyla
kaplanarak kaymaya karşı engeller teşkil edilmiştir.Ormanlık yerlerde kazıkların çürüyüp kaybolmasına
karşı fidanlar dikilerek onların yerine geçmesi bile sağlanmıştır.
Çeşitli tahribâta yol açan çığların teşekkülünün pekçok sebebi vardır. İlkbahar yağmurları,
dağların tepesinden eteklerine doğru esen rüzgârlar, karların erimeye başlaması, gök gürlemesi gibi ses
titreşimleri çığın başlaması için birer sebeb olabilirler. Sıcak havalarda eriyerek donan karların üzerine
sonradan yağan toz hâlindeki karların, donmuş tabaka yüzünden kolay kayması, kuru kar çığları diye
adlandırılan çığların ana sebebidir.
Bu çığların tesiri kar kütlesinin kaymasına dayanır. Asıl çığ diye adlandırılan ve karların erime
zamânı hâsıl olan çığlar ise, kar altındaki taş ve toprakları da berâberinde toplayarak büyük yığınlar
meydana getirirler. Önlerine rastlayan ağaç, binâ gibi her türlü engeli tahrip ederler. Yüksek dağlarda
bulunan buzlardan kopan büyük buz parçalarının meydana getirdiği buz çığlarının da buna benzer tahrib
edici tesirleri vardır.
ÇIKARMA
Alm. Subtraktion (f), Fr. Soustraction (f), İng. Subtraction. Geriye doğru saymanın kısaltılmış
şekli. Bir çıkarmada iki terim vardır. Birinci terime eksilen, ikinci terime çıkan, sonuca fark veya kalan
denir. Çıkarma işleminde eksilen, çıkandan büyük olmalıdır.
Çıkarmanın özellikleri:
1. a - b = (a + c) - (b + c)
2. a - b = (a - c) - (b - c)
3. a - (b + c) = a - b - c
4. a - b + c = (a + c) - b
5. a - b - c = a - (b + c)
6. a - (b - c) = (a + c) - b = (a - b) + c
ÇIKIK
Alm. Verrenkt, Fr. Déboité, luxation, İng. Dislocateda, luxation. Bir eklemi meydana getiren bağ
ve kemiklerin arasındaki yapısal ilişkinin bozulması. Eklem yüzeylerinin birbiriyle hiç temâsı kalmamışsa
tam çıkıktan, yüzeylerin temâsı kısmî olarak devâm ediyorsa yarı çıkıktan söz edilir.
En çok çıkıklar, omuz, kalça, diz, dirsek gibi geniş hareketli eklemlerde olur. Ayak ve el bileğinde
çıkık seyrek görülür.
Sınıflandırılması:
1. Doğuştan olan çıkıklar: Sık görülen bir şekli doğuştan kalça çıkığıdır. Diz eklemi çıkığı da
görülebilir.
2. Hastalıklara bağlı çıkıklar: Eklemlerde iltihâbî hâdiselere ve tümörlere bağlı çıkıklar
görülebilir. Müzmin eklem iltihaplarında eklem kapsülü çok zayıflar ve ufak bir zorlamayla dahi çıkık
olabilir.
3. Felçlere bağlı çıkıklar: Kasların felci sonucu eklemin dayanıklılığı bozulur, çıkık yavaş yavaş
gelişir. Çocuk felci ve beyin felcinde bu tip çıkıklar görülür.
4. Darbe ve zorlamalara bağlı (travmatik) çıkıklar: Darbeler sonucunda olur. En sık omuz
eklemlerinde görülür.
5. Tekrarlayan çıkıklar: İyi tedâvi edilmeyen çıkıklarda, zamanla eklem etrâfındaki yumuşak
dokular tam iyileşmediği için eklem kapsülünde bollaşma olur. Bâzı pozisyonlarda çıkık olur. Hasta,
çıkığı kendisi yerine koyar.
Çıkıklarda eklem içinde kan, sıvı birikir. Kıkırdak dokusunda harabiyet olur. Dizde menisküslerde
yırtık olabilir. Eklemi meydana getiren kemiklerde kırık olabilir. Eklem kapsülü zedelenebilir, kopabilir.
Damar sinir ve kas harâbiyeti olabilir. Dirsek ve diz eklemi çıkıklarında sinir, damar zedelenmesi sık
görülür.
Çıkık olan bölgede ağrı ve hareket kısıtlılığı en başta gelen belirtilerdendir. Çıkık olan eklem şişer,
ısı değişikliği olur. Eklem etrâfında his kusuru, dolaşım bozukluğu olabilir.Hastaya grafiler çektirilerek
teşhis konur.
Çıkıkların tedâvisi âcildir. Her geçen sürede, çıkık olan bölgenin dolaşımı bozulabilir. Eklem
kıkırdağının beslenmesi bozulur. Yumuşak doku yapışıklıkları çıkığın tedâvisine engel olabilir. Yumuşak
dokuların iyileşmesi için çocukta 2-4, büyükte 4-6 hafta eklemin hareketi engellenir. Bunun sonucunda
eklemde sertlik olabilir.
Çıkığın yerine konulması, hekim tarafından çıkığın şekline göre yapılır. Bâzı durumlarda çıkık,
ameliyatla yerine konulur. Düzeltilen eklem bandaj veya alçı ile yerine tesbit edilerek bir süre
oynatılmaz, zorlanmaz, daha sonra ekleme eski hareketliliği kazandırılmaya çalışılır. Çıkıklar ilerde kas
ve eklemlerde kireçlenmelere sebeb olabilirler.
Doğuştan kalça çıkığı erken dönemde fark edilirse bebeğin altına bol ara bezi konularak
düzeltilebilir. Aksi takdirde tedâvisi zor ve uzun sürelidir.
ÇIKRIK
Alm. Wellrad, Fr. Treuil, poulie, İng. Spinning wheel. Ağır yükleri kolayca kaldırabilmek
maksadıyla kullanılan âlet. Çok eski zamandan beri bilinen çıkrık, özellikle kuyulardan su çekmek ve
ağır yükleri kaldırmak için kullanıldığı gibi, günümüzde de değişik maksatlarla pekçok yerde
kullanılmaktadır.
Prensip olarak; dönme eksenleri aynı, yarıçapları farklı olan iki silindirden meydana gelir.
Kaldırılacak olan yük, küçük silindire sarılı olan ipin ucuna asılır. Büyük silindire sarılı bir başka ipin
ucuna da F kuvveti tatbik edilir. Büyük silindir, kol veya motor ile de döndürülebilir.
Büyük silindirin yarıçapı a, küçük silindirin yarıçapı b ve kaldırılacak yükün ağırlığı G ise, çıkrığın
dengede kalabilmesi için gerekli kuvvet F= (b/a).G’dir. Kuvvet kazancı ise; a/b=G/F’dir.
Zamânımızda kullanma sahalarına ve yapılış şekillerine göre isimlendirilen çeşitli çıkrıklar
mevcuttur.
ŞEKİL VAR ! (1)
ŞEKİL VAR ! (2)
ÇINAR (Platanus)
Alm. Platane (f), Fr. Platana (f), İng. Plane tree. Familyası: Çınargiller (Platanaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Akdeniz bölgesi.
Uzun boylu, kalın dallı, dik veya kıvrık gövdeli, yaprakları el ayası biçiminde ve 3-5 parçalı,
parçaları sivri, gayri muntazam sûrette dişli, parlak yeşil renkte ve çınargiller familyasına bağlı ulu
ağaç.
Ormanlarda, bilhassa dere içlerinde ve nehir yataklarında rastlanır.
Çınar ağaçları çabuk büyüme özelliğine sâhiptir. Ulu ağaç hâlini alarak kalınlaşan gövdenin içerisi
çürüdüğü hâlde, yaşamalarını sürdürürler. Kütük sürgünü verme özelliğine de sâhiptirler. Yetiştirilmeleri
tohumla olur. Çiçekleri bir cinsli, erkek ve dişi çiçekler sık küre şeklinde toplanmışlardır. Tozlaşmaları
rüzgâr aracılığıyla olur. Birkaç türü vardır. Memleketimizde tabiî olarak tek türü bulunur.
Doğu çınarı (Platanus orientalis): Doğu Akdeniz memleketlerinden, Himalaya’ya kadar olan
bölgelerde yetişir. Türkiye’de bulunan tek türüdür. Boyu 30 m’ye, gövde çevresi bâzan 10 m’ye ulaşır.
Türkiye’de orman bölgelerindeki dere içlerinde nehir yataklarında tabiî olarak bulunduğu gibi,
şehir, kasaba ve köylerde su başlarında, yol kenarı, park ve bahçelerde süs bitkisi, gölge ağacı olarak
da rastlanır. Başta İstanbul ve Bursa olmak üzere Türkiye’nin birçok yerlerinde ulu çınar ağaçları vardır.
Bunların bâzıları târihi öneme sâhiptir ve “tabiî anıtlar” olarak korunmaktadır. Uzun seneler yaşayan
çınar, yurdumuzun pekçok yerinde târihî eser olarak muhâfaza edilmektedir. Kalınlaşmış gövdesi, etrafa
dal budak salmış, yapraklandığında koyu gölge meydana getirmiş hâliyle nesillerin altında oturduğu bir
târih olarak görülmektedir.
Bilhassa Osmanlılar zamânında belli başlı şehirlerin meydanlarında, câmi avlularında en çok
rastlanan bir ağaçtır. Uzun ömrü ve ihtişamla görünüşü meşhurdur. Osmanlı Türk medeniyetlerinin
tabiata âit unsurlarından biridir. Edebiyâtta ve diğer sanat kollarında da isim ve şekil olarak çok sık
rastlanır.
Anayurdu Kuzey Amerika olan Amerikan veya Batı çınarı (P. occidentalis) en uzun boylu türdür.
Bâzılarının boyu 50 m’yi aşar.
Kullanıldığı yerler: Park ve bahçelerde dekoratif süs bitkisi, gölge ve yol ağacı olarak da
yetiştirilir. Çınar ve yaprakları toz ve gazdan fazla etkilenmez. Onun için, büyük şehirlerde ve endüstri
merkezlerinde çok rastlanır.
ÇINGIRAKLIYILAN (Crotalus Horridus)
Alm. Klapperschlange, Fr. Crotale des bois, İng. Timber rattle snake. Familyası:
Çıngıraklıyılangiller (Crotalidae). Yaşadığı yerler: Amerika’da, Güney Kanada ile Kuzey Arjantin
arasında. Özellikleri: Çok zehirli olup, kuyruğunda halkalı bir çıngırağı vardır. Ömrü: 20-30 yıl.
Çeşitleri: Çıngıraklı, sessiz çıngıraklı, çöl çıngıraklı, kırmızı çıngıraklı, küçük çıngıraklı, Tibet çıngıraklı
vs.
Pullu-sürüngenler takımından, anavatanı, Yenidünyâ kıtası olan çok zehirli bir yılan. Amerika
kıtasına yayılmış olup, özellikle ABD ve Kuzey Meksika’da rastlanır. Siyah, beyaz, kahve, portakal,
pembe, yeşil, mâvi renkli olanları olup, çoğunlukla sarımtrak kahverengidirler. Güneydoğu Asya’da da
vardır. Tibet çıngıraklıyılanı bunlardandır. Kuyruğunda bulunan deri ve oynak pullardan meydana gelen
halkalı kısmını sallayarak çıngıraksı bir ses çıkardığından çıngıraklı adını almıştır. Çoğu 1,5-2 m boyunda
ve çocuk bileği kalınlığında olmasına rağmen 60 cm boyunda olanları da vardır.
Başlarının her iki yanında gözleri ile burun delikleri arasında bulunan ince zarlı bir çift çukurcuk
bunlar için tipiktir. Bu çukurcuklar sıcakkanlı hayvanların vücutlarından yayılan ısı dalgalarını (infrared)
tesbit eder. Bu biyolojik dedektörle, karanlıkta yaklaşan avların vücutlarından yayılan ısıyı hisseder ve
onları görmeden tâkip edebilirler. Bu tabiî infrared dedektörleri (kızıl ötesi ışınları seçebilen araç), yalnız
boa, çıngıraklı ve çukur engerek yılanlarında bulunur.
Sabah erkenden faaliyete geçerek gece düşen çiğ ile yıkanır, öğleye kadar güneşlenir. Aşırı
sıcakta gölgeye çekilir. 30°C çevre sıcaklığında avlanır. Avların iriliğine göre zehirlerini ayarlayabilir.
Zehir dişleri sivri olup, hayvanların korkup çekindiği tehlikeli bir yılandır. Avlarına sâniyede 200 m gibi
korkunç bir hızla atılır, zehirini şırınga eder. Zehirlenen avını ancak öldükten sonra yutar. En çok fâre,
sincap, tavşan gibi kemiricileri avlarlar, kuş ve kertenkele de yerler. Üst çenelerinde oluklu iki çift zehir
dişlerini kullanmadıkları zaman ağız tabanına paralel yapıştırırlar. Sürünürken yumuşak ve çatallı
dillerini ağızları kapalı olduğu halde üst çenelerindeki bir delikten hızlı ve sürekli bir şekilde çıkarıp içeri
sokarlar. Diğer yılanlar gibi dilleriyle koku alırlar. En zayıf kokular bile dilin çatallı uçlarına sinerek
hissedilir. Çeneleri ile kulak arasında kemik bağlantı olup, üzerinde bulunduğu toprağın yansıttığı
sarsıntıları kolayca işitirler. Çenesini yere koyan çıngıraklı bir yılan çok uzaktan geçen bir atın ayak
seslerini kolayca duyabilir. Her yıl deri değiştirme devrelerinde çıngırağa yeni halkalar ilâve edilir.
Vücuttan soyulan deri yeni halkalara katılır. Çıngıraklarını avını korkutmak ve durdurmak için kullandığı
gibi, iri hayvanların ayakları altında ezilmemeleri için bir uyarı organı olarak da kullanırlar. Çıngırağı
sâniyede 50-70 defâ titreştirerek ıslıklı bir ses çıkarırlar. En büyük düşmanları insan, atmaca, kartal ve
baykuştur.
Genellikle iki yılda bir kere 3-4 yumurta yumurtlayarak üreyenleri olduğu gibi, çoğu yavrularını
doğururlar. Bu gerçek bir doğum olmayıp yumurtaların ana karnında açılması (ovoviviparite)
şeklindedir.
Çıngıraklıyılanlar iki çift zehir dişleri, ısı algılayıcıları, dört çeşit sürünme sitili ve kuyruklarındaki
çıngırakları ile tipik olup, diğer yılanlardan rahatlıkla ayrılırlar.
Korkunç şöhretlerine rağmen oldukça zayıf bünyeli hayvanlardır. 20 dakikadan fazla güneş altında
kaldıklarında bayılır, dikey durumda kalpleri kanı pompalayamadığından ölürler. Kolleksiyoncular
tarafından yakalanırken çok hırpalanan yılanların, bir şey yemediklerinden bir müddet sonra öldükleri
bilinmektedir.
ÇIRAĞAN SARAYI
İstanbul’da Beşiktaş ile Ortaköy arasında deniz kıyısında bulunan büyük saray.
“Çereğan” Lâle Devrinde (1718-1730), mum ve kandil ışığında yapılan gece eğlencelerine denir.
Sarayın bulunduğu yerde de bu eğlenceler yapıldığı için, saraya “Çırağan Sarayı” denmiştir. Beşiktaş’la
Ortaköy arasında, Lâle Devrinin sadrâzamı Dâmâd İbrâhim Paşa ile zevcesi Fâtımâ Sultan tarafından
yaptırılmıştır. Daha önceleri “Kazancıoğlu Bahçesi” denilen bu yerde yaptırılan sarayın yanında bir
Mevlevîhâne bulunmaktaydı. Sultan Birinci Mahmud (1730-1754), Üçüncü Selim (1789-1807)
dönemlerinde tâmir ve eklemeler yapılan saray, Sultan Abdülmecîd tarafından yeniden yaptırılmak
üzere yıktırıldı (1859). Ancak sarayın yeniden inşâsı Sultan Abdülazîz Han devrinde gerçekleşti.
Dolmabahçe Sarayında kullanılan plânın daha ileri bir örneğini teşkil eden Çırağan Sarayının
plânlarını Nikoğos Balyan hazırladı. İnşâat 1861’den 1865’e kadar 4 yılda tamamlandı. Deniz kıyısında
750 metre uzunluğundaki bu saray, beyaz mermerden yapılmıştı.
Çırağan Sarayının salonlarının döşenmesine Dolmabahçe Sarayından daha fazla îtinâ gösterildi.
Burada kullanılan malzeme de son derece kıymetli cinstendi. Bunun için dış cephesine nazaran iç
süslemeleri pek muhteşemdir.
Sultan Beşinci Murad Han, 1876’da tahttan indirilince, arzusu üzerine, Çırağan Sarayı kendisine
ve âilesine ikâmetgâh olarak verildi ve 1904 yılında burada vefât etti.
20 Mayıs 1878’de Ali Suâvî’nin tertiplediği Sultan Beşinci Murad’ı yeniden tahta geçirmek için
yapılan darbe teşebbüsü, burada cereyân ettiğinden, târihte “Çırağan Vak’ası” olarak bilinmektedir.
İkinci Meşrûtiyette saray, Sultan Reşâd’ın karşı koymasına rağmen, 14 Kasım 1909 gününden
başlayarak Meclis-i Meb’ûsân ve Meclis-i Âyâna tahsis edildi. Üst kattaki üç büyük salondan biri
milletvekillerine, öteki senatörlere ayrıldı. Üçüncüsüne de, pâdişâh için bir taht konuldu. Yıldız
Sarayından getirilen bir takım değerli eşyâlar da buraya yerleştirildi.
20 Ocak 1910’da çıkan bir yangın sonucu tamâmen yandı. Son yıllara kadar sarayın bahçesi Şeref
Stadı kayıkhâne bölümü ise Et ve Balık Kurumunca depo olarak kullanıldı.
1946’da çıkarılan bir kânunla İstanbul Belediyesine devredilen Çırağan Sarayının çeşitli târihlerde
onarılması düşünülmüş fakat bir netîceye varılamamıştır. Nihâyet 1986 yılının Şubatında, Türk
hükûmeti tarafından bir sözleşmeyle, yabancı yatırımcılara, 49 yıllığına kirâya verilmiştir. Yap, işlet,
devret modeliyle kirâlanan saray beş yıldızlı otel olarak işletilmeye açılmıştır. Kayıkhâne bölümünde de
yabancı devlet adamlarını misâfir etmek için bir devlet konuk evi yapılmıştır.
ÇIRAĞAN VAK'ASI
Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad’ı tekrar tahta geçirmek için
yapılan baskın.
Sultan Abdülazîz Han zamânında yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ali Suâvî, uzun bir müddet yurt
dışında kaldı. Sonra memlekete dönüp, Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tâyin edildi. Mîzâc olarak
meşhur olmaktan ve büyük mevkılere gelmekten çok hoşlanırdı. Her renge girerek çeşitli vazîfeler
almayı denemiş, fakat başarısızlığı sebebiyle her seferinde vazîfesinden atılmıştı. Kendisi gibi, Sultan
Abdülhamîd Han zamânında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrâfında toplandılar. Düşünceleri;
hastalığı sebebiyle tahttan indirilen Sultan Murâd’ı tekrar tahta geçirmekti. Filibeli muhâcirlerden
etrâfına topladığı epeyce bir kalabalıkla 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayına girmeyi başardı. Sultan
Murâd bu sarayda olduğu için onu dışarıya çıkarmaya çalıştı. Bu sırada Beşiktaş’ın inzibat işleriyle
görevli komutanı Mirliva Hasan Paşa topladığı askerlerle derhâl isyancıların üzerine yürüdü. Hasan Paşa,
elindeki bastonu Ali Suâvî’nin başına vurarak onu öldürdü. İki taraf da silah kullanınca kan döküldü.
Silah sesleri Yıldız Sarayından duyulunca Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan Sarayına asker sevk
etti ve Sultan Murâd’ın kılına dokunulmamasını emretti. Ali Suâvî’nin adamlarından yirmi bir kişi ölüp,
on yedi kişi yaralandı. Olay iki saat içerisinde bastırıldı.
Ali Suâvî’nin yalısında bulunan defter ve vesîkalar İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından,
cemiyetine, hükûmet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak saldırı sırasında sağ ele
geçenler dîvân-ı harbe verilerek muhtelif cezâlara çarptırıldılar.
Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak Sultan Abdülhamîd’i sıkı emniyet
tedbirleri almaya sevk etti. Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesâfede karargâh kurmuş,
mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşmasını
bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa’yla mücâdele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından
indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamîd Hanı fevkalâde şaşırttı. Sultan
alelâde bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesine inanamamıştı. Bu hareketin yurt dışında önemli
bir teşkilâtın emri veya muvâfakatiyle yapıldığı tahmin edilmektedir.
Ali Süâvî’nin başarısızlıkla sona eren bu isyânından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hâdisesi
daha meydana geldi. Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzunda Sultan Murad,
ikinci defâ Çırağan Sarayından kaçırılmak istendi. Bu komite, Sultan Beşinci Murad’ın hal’inden kısa bir
süre sonra kurulmuştu. Komitenin birinci reîsi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının
üstâdı âzamı idi. Üyelerinin büyük bir kısmı Sultan Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur
sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Kleanti, velîahdlığı zamânından beri Beşinci
Murad’ın dostu idi ve saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi Sultan
Murad’ın annesinin câriyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Masonların îtimâdını kazanan İbrâhim Edhem
Paşanın sadrâzamlıktan azl edilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet ileri
gelenlerinden bâzılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı.
Kleanti, Sultan Murad’la Çırağan Sarayında görüştü. Beşinci Murad’ın, durumundan şikâyet ederek
milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite
harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde duvarlara Sultan Murad lehine beyânnâmeler yapıştırıldı.
Bir ara bu komite, Sultan İkinci Abdülhamîd’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi.
Şubat 1878’de hazırlanan plâna göre su yollarından Çırağan Sarayına girilerek Sultan Murad, önce
komite üyelerinden Aziz Beyin evine getirilecek, oradan da halk ile bîat merâsiminin yapıldığı yerlerden
birine gidilerek, ilgili ulemâ ve devlet erkânı da dâvet edilerek Sultan Murad tahta geçirilecekti.
Komite bu plânını gerçekleştirmek için müsâid bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vak’ası
meydana geldi. Başarısızlıkla netîcelenen bu vak’a komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi.
Sultan Murad’ı kaçırmak çârelerini araştırmak için Aziz Beyin evinde çalışmaları hızlandırdılar. Bu sırada,
Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ komiteyi ifşâ etti. Komite üyeleri kaçırma hâdisesini hazırladıkları bir
toplantı esnâsında iken Aziz Beyin evi zaptiyeler tarafından basıldı. Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali
Şefkati yurt dışına kaçtılar. Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı berâberinde götürdü. Diğer üyeler
yakalanarak serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler. Dîvân-ı harbin verdiği karâra göre
Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Âgâh Efendi îdâma mahkum edildiler. Fakat Padişâh
tarafından af olunarak cezâları on beş sene kalebentliğe çevrildi. Diğer âzâlar, komite ile irtibâtları ve
faaliyetlerine göre sürgün ve hapis cezâlarına çarptırıldılar.
Birinci ve İkinci Çırağan vak’alarında ortak noktalar mevcuttu. İki olay da SultanMurad’ı tahta
geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulemâ, ordu ve devlet erkânının iştirâki olmadan tertip edilmiştir. Ali
Süâvî olayında rol sâhibi olan üç kişi aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir. Ayrıca Ali Süâvî ve
Kleanti masondurlar. Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan hâdisesinin yurt dışında önemli bir teşkîlâtın emri
veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir.
ÇIYAN (Scolopendra Cingulata)
Alm. Gürtelskdopender, Fr. Scolopendre, İng. Scolopendra. Familyası: Çıyangiller
(Scolopendridae). Yaşadığı yerler: Nemli sahalarda, çürümüş kütük, yaprak ve taşlar altında.
Özellikleri: Çok ayaklı, zehir çengelli, gececi, etçil eklem bacaklılar. Ömrü: 6 yıl kadar. Çeşitleri: Ev,
Brezilya ve Bermuda çıyanları meşhurlarıdır.
Eklembacaklıların, çokbacaklılar (Myriopoda) sınıfının bir türü. Geniş ve yassıca vücutludur. Genel
uzunluğu 5-10 cm, genişliği ise, 5-9 milimetre kadardır. Avrupa’daki bireylerin boyu 9 cm’yi aşmaz.
Tropik bölgelerde ise 17 cm kadar olanlarına rastlanabilir. Hızlı ve hareketlidir. Taşların altında barınır.
Böcek ve örümcek avlar. Çıyangiller âilesinin tipik örneğidir.
Çıyanlarda vücut, belirgin bir baş ve çok sayıda benzer halkalardan (segment) meydana gelmiştir.
Başlarında bir çift anten, üç çift ısırıcı çiğneyici ağız parçası bulunur. Ev çıyanında iki adet bileşik göz,
tipik çıyanlarda iki küme (her iki yanda dörder) basit (osel) göz vardır. Bâzı türlerde ise göz bulunmaz.
Her halkadan (son iki halka hariç) bir çift yürüme bacağı çıkar. Ayak uçlarında pençeye benzer bir
tırnak bulunur. En son uzun bacaklarını kıskaç gibi kullanabilir. Birinci segmentin bacakları bir çift zehir
çengeli (keliser) şeklindedir. Keliserlerin içi kanallı olup, bir çift zehir bezine açılır.
Çıyanlar sıcak ve ılıman bölgelerde yaşayan kara hayvanlarıdır. Scolopendridae, Scutigeridae,
Lithobidae gibi familyaları mevcuttur. Renkleri genellikle sarı, kahverengi, yeşil vs.’dir. Boyları 2-3
santimetreden 26,5 santimetreye kadar değişen türleri vardır. Hepsi etçil ve gececi hayvanlardır.
Gündüzleri taşlar, çürümüş kütükler, yapraklar ve bodrum gibi nemli yerlerde gizlenir, gece avlanmaya
çıkarlar. Koklama duyuları çok hassastır. Antenleri dokunma ve hassas koklama tüyleriyle bezenmiştir.
Gece avlarını kokularından tesbit ederler. Çok sayıdaki ayaklarıyla hızlı hareket eden tırmanıcı eklem
bacaklılardır. Ev çıyanı (Scutigera coleoptrata) 2 cm uzunluk ve 3,5 mm genişlikte olmasına rağmen,
çok uzun olan bacakları sâyesinde sâniyede 50 cm yol alır. Türlerde bacak sayısı 15 çiftten 173 çifte
kadar değişir. Bu hayvanlarda her zaman tek sayıda bacak çifti olur. Çoğunda 35 çifttir. Ev çıyanında ve
Brezilya çıyanında (Dev çıyan= Scolopendra gigantea) 21, Geophildis’te 173 çift bacak vardır.
Böcekler gibi dallanmış borucuklar sistemi (trakea) ile solunum yaparlar. Her halkada bir çift
nefes deliği vardır. Yumurta ile ürerler. Dişi yumurtalarını topraktaki oyuklara bırakır. Bâzıları
yumurtaları korur ve yavrulara bir süre bakar. Doğan yavrular erginlere benzerse de halka sayıları daha
azdır. Her deri değiştirmede halka sayıları artarak büyürler. Ormanlık bögelerde, seralarda, bahçelerde,
çürük yaprak ve saksılar altında bol rastlanan 2-3 cm boyundaki “Lithobius” cinsinin yumurtadan çıkan
yavrularında 7 segment (halka) bulunur.
Çıyanlar, gece faaliyete geçerek; hamam böceği, yaprak biti, kitap böceği, sümüklü böcek, toprak
solucanı ve hattâ küçük kertenkele ve fâreleri zehir çengelleriyle ısırarak felce uğratır ve yerler. Tropik
bölgelere gidildikçe boy ve zehirleri artar. 15 cm boyundaki “Bermuda çıyanı” ısırdığı insanı birkaç gün
ateşler içinde bırakır. Güney Amerika ve Hindistan’da bol rastlanan 26,5 santimetrelik dev çıyanın zehiri
insanı öldürebilir. Mutfakta, lavabo yakınlarında, duvar ve bodrumlarda bol rastladığımız kıl gibi ince
antenli ve uzun bacaklı ev çıyanı; hamam böceği, örümcek ve böcekleri avladığından insanlar için
faydalıdır. Zehiri insanlar için önemsiz olup, yanma yapar.
Çıyanlar gece ayakkabı, çadır, çaydanlık ve su testilerine girerler. Testiden su içildiği takdirde
insanın boğazını ısırıp ölümüne sebeb olabileceğinden sakınmak lâzımdır. Çay pişirmeden önce,
çaydanlıkların içini dikkatle kontrol etmeli, ayakkabıları giymeden önce ters çevirmelidir.
ÇİÇEK
Alm. Blume (f), Fr. Fleur (f), İng. Flower. Bir bitkinin üreme organlarını ihtivâ eden ve sonradan
meyve hâlini alan kısmı.
Tohumlu bitkilerin en önemli özelliği, çiçek denen üreme organıyla tohum meydana getirmeleridir.
Eşeyli üremeye yarayan ve buna uygun şekilde değişikliğe uğramış yapraklar taşıyan sürgün veya
sürgün kısımları çiçek adını alır. Bu kısım sınırlı büyüme gösterir ve çoğunlukla diğer sürgünlerden kesin
olarak ayrılır. Döllenme ve ekseriyâ yavru bitkinin ilk gelişmesi burada olur.
Bir çiçek, başlıca çiçek örtüsü (Periant), erkek organları (Andrökeum) ve dişi organlardan
(Ginekeum) meydana gelmiştir. Erkek ve dişi organlar aynı çiçek üzerinde bulunursa, böyle çiçeklere
erşelik (hermafrodit) denir. Erkek veya dişi organlardan biri bulunmazsa, böyle çiçeklere de bir eşeyli
(monoklin) denilmektedir. Bu durumda erkek ve dişi çiçeklerden bahsolunur. Erkek ve dişi çiçekler aynı
bitki üzerinde bulunduğu takdirde bitki monoik, yâni tek evciklidir. Erkek ve dişi çiçekler ayrı ayrı
bitkiler üzerinde bulunuyorsa, bitki dioik, yâni iki evciklidir.
Çiçeğin yapısı: Gelişmiş bir çiçek dıştan içe doğru dâireler teşkil edecek şekilde dizilmiş olup, şu
kısımlardan meydana gelir:
Çiçek örtüsü (Periant): Çiçeğin en dış kısmını teşkil eder. Vazîfesi iç kısımları muhâfaza ve
döllenmeyi sağlayan böcekleri çekmektir. Çiçek örtüsünü teşkil eden örtü yaprakları ya birbirine benzer,
yâni tek örtü hâlindedir veya örtü yaprakları birbirinden farklıdır ve çift örtü meydana gelir. Böylece
çiçek örtüsü tek örtüden ibâretse perigon adını alır ve herbir yaprağına tepal denir. Çiçek örtüsü çift ise
dıştaki örtüye çanak (kaliks), her bir çanak yaprağına da çanak yaprağı (sepal) adı verilir. Çanak
yaprakları genel olarak yeşil renklidir. İç dâireyi teşkil eden örtüye taç (korola) ve her bir taç yaprağına
da taç yaprağı (petal) denilir. Taç yaprakları çeşitli renklerde olabilir. Çanak veya taç yaprakları ya
serbest haldedir veyahut da kısmen veya tamâmen birleşmişlerdir.
Erkek organlar (Andrökeum): Çiçek örtüsünden sonra erkek organ (Stamen)lardan müteşekkil
bir veya birkaç dâire gelir ki, bunların toplamına anrdrökeum denilir. Bir erkek organ (Stamen), ipçik
(Filament) ve başçık (Anter) olmak üzere iki kısımdan ibârettir. Tipik bir anter ikişer lokulus (Çiçek tozu
kesesi-Polen kesesi) ihtivâ eden 2 tekadan müteşekkildir. İki tekayı birbirine ve aynı zamanda filamente
bağlayan verimsiz doku konnektif adını alır. Çiçek tozu (Polen), çiçek kesesinde (Polen kesesi) çiçek
tozu ana hücreleri tarafından meydana getirilir ve olgunlukta lokulusların açılması ile dışarı atılır.
Dişi organlar (Ginekeum): Çiçeğin en iç dâiresini teşkil eden kısımdır. Kapalı tohumlu bitkilerde
dişi organlar açık tohumlu bitkilerden daha iyi gelişmiş durumdadırlar. Kapalı tohumlularda, açık
tohumlulardan farklı olarak tohum taslakları ovaryum (yumurtalık) adını alan bir muhâfaza içinde
gelişmiş olmasıdır. Dişi organlar pistil (dişi organ)lerden müteşekkildir. Bir pistil; ovaryum (yumurtalık),
stilüs (boyuncuk) ve stigma (tepecik) olmak üzere başlıca üç kısma ayrılır.
Ginekeum dolayısıyle ovaryum çiçeğin diğer kısımlarından yukarıda, aşağıda yâhut bunlarla aynı
hizâda olabilir. Buna göre üç ovaryum ve çiçek tipi ayırt edilir:
1. Ovaryum üst durumlu; çiçek hipogin,
2. Ovaryum orta durumlu; çiçek perigin,
3. Ovaryum alt durumlu; çiçek epigin.
Çiçekler ya münferit olarak bulunurlar veya birçok çiçeğin bir araya gelmesiyle hâsıl olan ve çiçek
durumu (infloresans) adını alan topluluklar teşkil ederler.
Münferit çiçekler ya yapraklı bir sürgünün uç kısmında, yâni terminal olarak bulunabilirler. Lâle,
gelincik gibi. Veya koltuk sürgünü hâlinde yanda bir yaprakçığın koltuğunda bulunabilirler. Menekşede
olduğu gibi.
Çiçek durumlarında ya ana eksen büyümesine devam ederek, üzerinden yan dallara hâkim
gelişme gösterir (kasemoz çiçek durumu). Salkım, başak, şemsiye çiçek durumları bunlara misâl
verilebilir. Yâhut da ana eksen büyümesine son verdiği halde yan eksenler büyümeye devâm ederek
ana eksenin yerini alır (kimoz çiçek durumları). Orak, yelpâze, helezon çiçek durumları bunlara misâl
verilebilir.
ÇİÇEK HASTALIĞI
Alm. Variola Blatter, Poclcen, Fr. Petite veriole (f), İng. Smallpox. Geçmişte, yaptığı salgınlarla
insanları çok korkutan, bulaşıcı, ateşli, ağır bir virüs hastalığı. Deride irinli döküntüler meydana getirir.
Öldürücü de olabilen hastalık, deride özellikle yüz derisinde iz bırakarak iyileşir.
İnsanlara vermiş olduğu dehşetten dolayı ilk tanınan hastalıklardan biridir. Elde edilebilen bilgilere
göre zamânımızdan yaklaşık bin yıl önce Çin’de târif edilmiştir. Hastalığın ilk kaynağı Asya ve Afrika’dır.
Mısır’da mumyalar üzerinde tipik çiçek bozukluklarına rastlanmıştır. Çiçek hastalığını ve belirtilerini Ebû
Bekir Râzî çok güzel târif etmiştir. Ebû Bekir Râzî’den daha sonraları Roma’lı Frekastor çiçeği yeniden
târif etmiştir. Yurdumuzda eskiden beri bilinen korunma çâreleri olarak “hasta gömleği giydirme” ve
“çiçek cerâhatini deriyi çizerek sürmek” usülleri uygulanmaktaydı. 1721’de Lady Mary W. Montague
İstanbul’da çocuklarını aşılattırmış ve bu tekniği İngiltere’ye yazmıştır. Hıristiyanlığın en revaçta olduğu
ortaçağda, büyük tıb âlimleri yalnız Müslümanlardı. Garplılar Endülüs’te tıb tahsil etmeye gelirlerdi.
Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar Müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak
1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak “çiçek aşısını bulan bilgin” ünvânını aldı. Halbuki
tam bir zulmet diyârı olan o zamanki Avrupa’da insanlar hastalıktan kırılıyordu. Fransa Kralı Onbeşinci
Louis 1774’te çiçekten öldü.
Çiçek hastalığının kuluçka dönemi 8-12 gün arasında olup, baş ağrısı, titreme, ürperme, sırtta ağrı
ve kusma ilk belirtileridir. Bu sırada ateş 40-41 dereceye kadar yükselir. Hastalığın ilk iki günü hastanın
karnında ve vücûdunda kabarcık şeklinde döküntüler belirir. 3-4 gün bu kabarcıklar yüzde de
görünmeye başlar. Daha sonra bileklerde, kollarda, karında, yüzde ve bacaklarda içi su toplayarak
çoğalan benekler özellikle yüzde çok acı verir. Kabarcıkların hepsi aynı yaştadır; yâni birisi
kabuklanırken yeni bir kabarcığın su dolu olarak ortaya çıkması söz konusu değildir. Vücûdun her
tarafındaki döküntüler sırayla; toplu iğne başı kadar kırmızı döküntüler, deriden az kabarık döküntüler,
deriden kabarık içi berrak sıvı dolu döküntüler, içi cerahat dolu döküntüler ve kabuklanma safhalarından
aynı zamanda geçerler.
Kabarcıkların çıkışı sırasında düşen ateş, içlerinin cerâhat dolmasıyla tekrar yükselebilir.
Kabuklanmanın başlaması ile ateş yeniden düşer. 12-14 günden sonra kabuklar dökülmeye başlar.
Kabuklar döküldükten sonra yerinde “çiçek bozuğu” denilen izler kalır. Çiçek hastalığı geçtikten sonra
ömür boyu bağışıklık bırakır.
Çiçek, günümüzde koruyucu aşısı sâyesinde hiç görülmez olmuştur. Son yıllarda çiçek aşısının
mecbûrî olma durumu tamâmen kaldırılmış ancak salgın şüphesi olduğu zamanlarda yapılmaktadır.
ÇİÇEKÇİLİK
Alm. Blumenzucht (f), Fr. Floriculture (f), İng. Floriculture. Çiçek ve süs bitkilerini yetiştirme
sanatı. Bu bitkilerin fide, fidan, saksı içinde veya kesme olarak tarla hâlinde üretilmelerine çiçekçilik
veya süs yetiştiriciliği denir.
Birçok çiçeklerin adları târihte önemli devirlere isim olmuştur. Osmanlı târihinde 17. yüzyılda
başlayıp bir yüzyıl süren devreye bir süs bitkisi olan “lâle”nin ismi verilmiştir. Bu devirde her tarafta lâle
bahçeleri düzenlenmiş ve lâle soğanları yetiştirilmiştir. Avrupa lâleyi 1789 yılında Hollanda’ya götürülen
lâle soğanı tohumları vâsıtasıyla tanımıştır. Osmanlıdan aldığı bu lâleyi geliştiren Hollanda bugün
dünyânın sayılı lâle soğanı ihraç eden ülkelerinden olmuştur.
Çiçekçilik küçük işletmeler hâlinde yapılabildiği gibi, değişik ısı ihtiyâcına göre seralarda, çiçeğin
dekoratif güzelliği bakımından ağaçlık hâlinde (leylak, mimoza gibi), yaprak güzelliği bakımından
saksılarda yapılmaktadır.
Çiçekler, kırları, bayırları, bahçeleri ve parkları süsleyen kıymetli bitkilerdir. Saksı çiçekleri,
evlerde küçük bir bahçecik gibidir.
Saksı çiçekçiliğinde, toprak ve ağaç saksılar, çiçek yetiştirmeye en elverişli olanlardır. Mâdenî ve
teneke kaplar, hava ve rutûbeti geçirmediklerinden elverişli değildir. Toprak saksının dış kısmı sırlanır
veya yağlı boya ile boyanırsa kısa bir zaman sonra çiçeğin solduğu görülür.
Bir saksıya yeni dikilen bitki ilk zamanlar rahatça gelişmesine rağmen, zaman geçtikçe köklerinin
o kabı tamâmen doldurduğu görülür. Bu sebepten, Begonya ve Sardunya gibi çiçekler her sene bir veya
iki defâ saksı değişimine tâbi tutulmalıdır. Saksı değiştirme işlemini ilkbaharda yapmalıdır. Yaz
ortasında mecbur kalmadıkça saksı değiştirmesi yapmamalıdır. Kaktüs, kuşkonmaz ve palmiye gibi
çiçeklerde, saksı değişimi iki, üç senede bir defâ yapılabilir. Saksı değiştirmesi yapılacak çiçekler 8-10
gün sulanmaz ve toprağın kuruması beklenir. Toprağı ile birlikte aktarılabilmesi için bu işlem yapılır. Bir
saksıyı değiştirmek için, o saksı başaşağı çevrilir ve dikkatlice dip kısmına yumruğumuzla birkaç defa
vururuz. Böylece çiçek toprağı ile birlikte saksı kalıbı şeklinde elimize geçer. Saksı değişimi yaparken
toprağını da değiştirmek lâzımdır. Zîrâ, saksı bitkinin gıdâ alma kâbiliyetini sınırlar. Bunun için elimize
geçen bitki köklerinin etrâfındaki toprağın bir kısmını dikkatlice atar, köklerden bir kısmını da keseriz ki,
yeni kökler çıkartabilsin.
Bundan sonra ilk saksıdan biraz daha büyük bir saksı alırız. Dibinde bir veya iki delik bulunmalı ki,
sulama esnâsında fazla su akabilsin. Sulamada fazla suyun süzülebilmesi için saksının dip kısmına
kırılmış kiremit veya yıkanmış çakıl döşenir. Bundan sonra saksının içine üçte bir nisbetinde iyi evsaflı
çiçek toprağı konulur ve değiştirilecek çiçek saksının tam ortasına gelecek şekilde yerleştirilir. Etrâfına
çiçek toprağı konulur ve hafifçe bastırılır. Hafif sulama yapılır ve birkaç gün gölgeli bir yere bırakılır.
Bâzı hallerde çiçeğin bulunduğu saksı kâfi büyüklükte olmasına rağmen çiçekte bir durgunluk görülür,
bu ya gıdâ noksanlığından veya köklerde toprak kurtları bulunmasından ileri gelir. Bu takdirde,
toprağını değiştirmek gerekir.
Bitki yaprakları güneş ışınlarına yönelir. Işık durumuna kendilerini uydurmuş bitkilerin yön ve
yerlerini sık sık değiştirmek doğru olmaz. Saksıların ışığa bakan kısmına bir işâret koymalıdır.
Odadan kalkan tozlar yaprakların solunum deliklerini tıkar. Onun için, büyük ve sert yapraklıları
ılık suya batırılmış yumuşak süngerlerle yıkamak iyi olur. İnce yapraklıları pülverize şeklinde
yıkamalıdır.
Isı ve havanın köklere ulaşabilmesi için saksı toprağını 10-15 günde bir çubukla hafifçe
kabartmalıdır. Bitkinin üzerinde bulunan, açıp geçen çiçekleri kesmelidir.
Gövdeleri odunsu olan ve fazla boylanan saksı çiçeklerine şekil verebilmek için budama yapılır.
Budama ekseriya ilkbahar ve sonbaharda çeşide göre 3 göz üzerinden budanır.
Yurdumuzun batı bölgelerinde çeşitli çiçekçilik işletmeleri kurulmuş ve İstanbul, Ankara ve
İzmir’de çiçek ticâreti hayli artmıştır.
ÇİÇEKLİ BİTKİLER (Phanerogamea)
Alm. Phanerogamen, Blütenpflanzen, Fr. Phanerogames (pl.), İng. Phanerogamia plants. Erkek
ve dişi organların açıkça gelişmiş olduğu ve bir tohum teşekkülü görülen bitkilere verilen ad. Tohumlu-
çiçekli bitkiler (Spermatophyta) olarak da bilinirler. Açık tohumlular (Gymnospermea) ve kapalı
tohumlular (Angiosperea) olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Bu tür bitkiler, bitkilerin en gelişkin
olanlarıdır. Boyları birbirinden farklı olan bu bitkiler çevremizde gördüğümüz bitkilerin büyük bir kısmını
teşkil ederler. Yapıları, birbirinden farklılık arz etmesine rağmen hepsinde de klorofil mevcuttur.
Besinlerini fotosentez yoluyla yaparlar. Tohumlarını meyve (yemiş) denilen kapların içine saklarlar.
Ekseriyâ her çiçeğin dışında onu kuşatan “çanak yaprağı” denilen birçok yeşil yaprak bulunur. Bu
yapraklar bâzı çiçeklerde birbirine yapışmış da olabilir. Çanak yapraklar, çiçeği daha tomurcuk
hâlindeyken diğer bölümleri çevreleyerek muhâfaza ederler. Bitki çiçek açtığı zaman çanak yapraklar ya
dökülür veya geriye doğru kıvrılırlar. Çanak yapraklarının içinde diziliş, şekil ve renk bakımından büyük
farklılıklar gösteren “taç yapraklar” bulunur. Umûmiyetle bu taç yapraklar birbirleriyle birleşmiş iri ve
parlak renklidirler. Haşereleri bitkiye çekme vazîfesi görürler. Taç yaprakların içinde iğneye benzeyen
ipçik (stamen), başçık (anter)tan meydana gelen erkek organlar vardır. Bu organların vazîfesi “polen”
denilen sarı çiçek tozunu hazırlamaktır. Çiçeklerin ortasında bir veya birden fazla “karpel” denilen
meyve yaprakları ve bunların iç kenarlarına tutunmuş sonradan tohum hâline gelen bir çok yumurtacık
(tohum taslağı) bulunur. Meyve yapraklarının boru gibi bükülüp kenarlarının bitişmesinden dişi organ
(pistil) meydana gelir. Bu organ genelde sürahi biçiminde olup, ortada şişkince bir yumurtalık
(ovaryum), stilus denen bir boyuncuk ve üstte stigma denen bir tepecik bulunur.
Ekserî çiçeklerde dişi organ ile erkek organlar berâber, bâzılarında ise ikisinden birisi bulunur.
Meselâ kabakta her ikisi birden bulunmaz. Bâzı bitkilerde ise erkek ve dişi çiçekler başka başka
bitkilerde olabilirler. Bunlara misâl olarak söğütleri, çoban püsküllerini zikredebiliriz.
Bir çiçeğin tohum verebilmesi için, “tozlaşma” tâbir edilen uygun türde çiçek tozlarının meyve
yapraklarının tepecikleri (stigma) üzerine düşmesi gerekir. Bu tozlaşma bâzı çiçeklerde kendi kendine
olabildiği gibi, dış tesirlerle de olabilmektedir. Tozlaşması kendi kendine olan çiçeklerde, çiçek tozları
başçıklardan aynı çiçeğin tepeciklerine düşerler.
Bâzı çiçekler daha tepecikler hazır olmadan olgunlaşarak çiçek tozlarını saçarlar. Bu durumda
tozlaşma meydana gelmez. Bu çiçeğin tozlaşabilmesi için başka bir bitkinin çiçek tozları gerekmektedir.
Bu da rüzgâr veya böcekler vâsıtasıyla olmaktadır. Allahü teâlâ çiçeklerde böcekleri çeken balözleri
yaratmıştır. Böcekler bu balözünü almak için çiçeğe konarlar. Böcekler balözüne ulaşmak isterken ilâhî
bir düzenle yerleştirilmiş olan çiçeğin tepecikleri, ipçikleri, böceğe sürtünürler. Böylece üzerlerine
yapışan çiçek tozları diğer bitkiye taşınarak tozlaşma meydana gelmiş olmaktadır.
ÇİFTÇİLİK
Alm. Feldbestellung (f), Landwitschaft, Fr. Agrieulture de profession, İng. Farming. İnsan gücü
ve çeşitli makinalardan faydalanılarak toprağın işlenmesi, ekilmesi, mahsulün elde edilip
değerlendirilmesini içine alan üretim bölümü. Bugünkü çifçilik daha genel mânâda olup, hayvancılık ve
kültür balıkçılığı da uğraştığı işler içinde mütâlaa edilmektedir. Eskiden çiftçilik teriminden bir çift
hayvanın çektiği saban veya pullukla yapılan zirâat anlaşılırdı. Bugün en modern makinalarla yapılan
fennî usûllerin uygulandığı çifçilik, ekonominin temelidir ve bu başlıbaşına bir ilim sayılmaktadır. Bu
kadar geniş ve dalları olan çiftçiliği şu ana bölümlere ayırmak mümkündür:
1. Zirâat bitkileri: İnsanlara lüzumlu olan ana gıdâ maddelerinin üretimi bu bölüme girer. Diğer
bölümlere göre en fazla toprak ile uğraşan koldur. Bu kısımda yetişen bitkilerin hepsi yıllıktır. Yâni bir
sene içinde ekilir, toplanır. Özelliklerine göre dört ana gruba ayrılır:
a) Hububat: Buğday, arpa, yulaf, çavdar, mısır , darı çeltik gibi bitkiler olup, hepsi yurdumuzda
yetişmektedir.
b) Baklagiller: Bakla, bezelye, fasulye, nohut, burçak, mercimek vb.’dir. bunlara eskiden
bakliyat denirdi. Hepsinin memleketimizde bol miktarda zirâati yapılır.
c) Endüstri bitkileri: Yağ, dokuma, şeker, sigara endüstrisinin ham maddesini meydana
getirirler. Çeşitleri memleketimizdeki değişik bölgelerde bol olarak elde edilir. Bunların başlıcaları:
Tütün, pamuk, haşhaş, şekerpancarı, keten, kenevir, susam, ayçiçeği, yer fıstığı, anason ve patatestir.
d) Otlak ve yem bitkileri: Bunlar hayvanlara yem olarak yetiştirilir. Bilhassa sulak arâzide bol
miktarda ekimi yapılır. Yazın yaş olarak, kışın da kurutulmuş olarak hayvanlara verilen otlak ve yem
bitkileri memleketimizde bol olarak yetiştirilir. Çeşitli çayır otları, yonca, fiğ, bu bitkilerin en
önemlilerindendir.
2. Bağ-bahçe bitkileri: Büyük emek ve devamlı bakım isteyen bu bitkiler dört ana bölüme
ayrılır:
a) Meyvecilik: Çok çeşitli meyvelerin yetiştiği yurdumuzda 50’den fazla türde ağacın ekimi,
bakımı yapılıp, meyvesi alınmaktadır. Bunların başlıcaları elma, erik, armut, şeftâli, kayısı, kiraz, vişne,
zeytin, kestâne, çam fıstığı, ceviz, fındık, kiraz, portakal, limon, greyfurt ve muzdur.
b) Bağcılık: Doğu Anadolu’nun yüksek yerleri, yaylaları, Karadeniz bölgesinin bol yağış alan
yerleri hâriç, Anadolu’nun her yerinde yetiştirilir. Ege bölgesi, Orta Anadolu önemli bağcılık bölgeleridir.
Bir kısmı ihraç edilen üzüm, yaş olarak yendiği gibi, pekmez yapılarak ve kurutulmak sûretiyle kışın da
tüketilmektedir.
c) Sebzecilik: Tâze olarak yendiği gibi konserve ve kuru olarak da kullanılan bitkilerin zirâatı
memleketimizde bol miktarda yapılmaktadır. Son yıllarda seracılığın gelişmesi iklimi müsâit olan
yurdumuzda her mevsim tâze sebze bulunmasını mümkün hâle getirmiştir. Çiftçiliğin bu bölümünde az
topraktan bol mahsul elde edilir.
d) Çiçekçilik ve süs bitkileri: Bâzı memleketlerin ihraç ederek milyarlar kazandığı zevkli, özel
bilgi isteyen bir daldır. Park ve bahçeleri, evleri süsleyen ve seralarda özel olarak yetiştirilen çiçeklerin
binlerce türü vardır.
3. Hayvancılık: Çiftçiliğin temel konusudur. Hayvanlardan elde edilen süt, yoğurt, peynir,
yumurta, et, gibi gıdâların yanında deri, yün ve gübrelerinden de istifâde edilmektedir. Bir kısmı binek
olarak kullanılmaktadır. Hayvancılık üç ana bölüme ayrılır:
a) Büyük baş hayvanlar: Bu hayvanlar ahır ve çayırlarda sürü hâlinde yetiştirilir. Başlıcaları at,
sığır, eşek, katır ve devedir.
b) Küçük baş hayvanlar: Koyun, keçi ve bunların çeşitleri bu üretimin içine girerler.
c) Evcil hayvanlar: Tavuk, kaz, ördek, tavşan, hindi daha ziyâde küçük işletmeler hâlinde
yetiştirilir. Son senelerde adetleri artan tavuk çiftlikleri bol miktarda yumurta ve et üretmektedirler.
4. Pazarlama: Yetiştirilen ürünlerin tâze ve kuru olarak pazarlama bölümüdür. Yolların ve sevk
edilecek vâsıtaların bulunması ürünlerin pazarlanmasını kolaylaştırmaktadır. Fabrikalar kurularak
hammaddeler işlenmekte, insanların kullanacağı hâle getirilmektedir. Şeker, yağ, dokuma, süt, peynir,
un fabrikaları en önemlileridir.
5. Tarım hastalıkları: Tarlada, bahçede, bağda, ahırda, depo edilen yerlerde alınacak koruyucu
tedbirler, ilâçlamalar, ürünleri hastalıktan korur. Bunlar zamanında, bilgili olarak yapılacak olursa verim
artar, daha iyi ve bol mahsul elde edilir. Tarım Bakanlığının kuruluşları, çiftçilere bu konuda yardımcı
olarak bol ürün elde etmelerini sağlamaktadır.
6. Toprağın sulama, bakımı ve gübrelenmesi: Çiftçiliğin en önemli koludur. Bunların fennî
usûllerle yapıldığı zaman verim o kadar fazla olur. Yağmur sularının ve rüzgârların aşındırması bunlara
karşı alınacak tedbirler de bu bölümün içine girer.
7. Tarım makinaları: Çiftçilikte bol miktarda makina kullanılmakta, böylece daha fazla ürün
alınmaktadır. Bu tarım âletleri; toprağın hazırlanması, ekimin yapılması, bitkilerin bakımı, ürünlerin
toplanması, ambalajlanması gibi değişik yerlerde kullanılan tür ve çeşitleri vardır. Çok miktarda olan bu
makina ve âletlerin bakımı, onarılması, tarım makinaları bölümünü meydana getirmiştir.
ÇİFTE MİNÂRELİ MEDRESE - Sivas
Anadolu’nun en ünlü târihî yapılarından. Sivas, Medreseler Sokağında İzzeddîn Birinci Keykâvus
Şifâhânesi’nin karşısındadır.
İlhanlıların büyük veziri Sâhip Şemseddîn Cüveynî tarafından 1271-1272 (H.670) târihinde
yaptırılmıştır. Medresenin mîmârının Kölük bin Abdullah olduğu ileri sürülüyorsa da isim
okunamadığından yapan kesin olarak belli değildir. Anadolu’da yapılmış en âbidevî medreselerden biri
olan ve Dârülhadîs adıyla da tanınan Çifte Minâreli Medrese ne yazık ki büyük yıkıma uğramış, bugün
çok az bir kısmı ayakta kalabilmiştir. Harab olması sebebiyle 1882’de ilk önce hastahâne, sonra okul
hâline getirilmiştir. Ön cephesi Halil Edhem Beyin çabasıyla yıkılmaktan kurtulabilmiştir. İki katlı, dört
eyvanlı bir yapıdır. Taçkapının üzerindeki tuğla minâreler çini bezemelidir. Bitkisel ve geometrik
motiflerle süslü taşkapı ile yanlarındaki mukarnaslı nişler yapıya hareketli bir görüntü kazandırmıştır.
Köşelerde yivli yarım kuleler vardır.
Son yıllarda yapılan kazıların da ortaya koyduğu gibi, Çifte Minâreli Medrese, yalnız medreseden
ibâret olmayıp, çevresinde diğer bâzı yapıları da içine almaktaydı.
ÇİFTE MİNÂRELİ MEDRESE - Erzurum
(Bkz. Hâtuniye Medresesi)
ÇİFTKANATLILAR (Diptera=Sinekler)
Alm. Zweiflügler, Fr. Dipteres , İng. Flies. Böceklerin kanatlılar (Pterygota) alt sınıfının bir
takımına verilen ad. Bunlara “ikikanatlılar” da denir.
İnce yapılı veya tıknaz yapılı böceklerdir.Hareketli başları ince bir boyunla gövdeye (toraks)
bağlıdır. Bir çift antenleri kıl gibi ince uzun veya kısadır. Erginlerde ağız “delip emici” tiptedir. Nâdir
olarak bâzılarında “yalayıcı emici” tiptedir. Başlarında iki petek göz ve üç basit (osel) göz bulunur. Bir
karasineğin petek gözlerinde 4000, at sineğinde 6000 osel göz vardır. 360 dereceye yakın bir görüş
alanı olup, en ufak hareketi fark ederler.
Gövdeleri üç bölümlü olup, her birinden bir çift bacak çıkar. Diğer bütün böcekler gibi altı
bacaklıdırlar. Ayak uçları iki çengelli ve iki tüy yastıklıdır. Tüy yastıklar vantuz gibi yapışma özelliğine
sâhiptir. Çengeller ve tüy yastıklar sâyesinde cam ve tavan gibi düz zeminlere rahatça tutunur ve
yürürler. Sâdece birinci çift kanatları gelişkin olup, arka kanatların yerinde bir çift tokmakçık mevcuttur.
Halter adını alan bu tokmakçıklar uçuş esnâsında dengeyi sağlarlar. Yön değiştirmede de rol oynarlar.
Geniş olan ön kanatlar cam gibi şeffaf ve damarlıdır.Uçuş esnâsında kanatlar vızıltı hâlinde ses
çıkarırlar. Arka kanatların tokmakları da titrer.
Dişi sineklerin karın kısmının (abdomen) sonunda yumurta koyma borusu bulunur. Başkalaşım
(metamorfoz) tamdır. Yumurta, larva, pupa ve ergin devreler birbirini sırasıyla tâkip eder. Yumurtadan
çıkan larvaların (tırtıl) bacaksız oluşu tipiktir. Çoğunda larvalar, başsız ve gözsüzdür. Başlı olanlarında
gözler, antenler ve çiğneyici ağız organları vardır. Çoğunda pupalar fıçı şeklinde ve hareketsizdir.
Dişilerin çoğu yumurtlayıcı (ovipar)dır. Bir kısmında yumurtalar vücut içinde larva ve pupa dönemine
kadar gelişerek doğururlar. Böyle doğuruculara “larvipar” veya “pupipar” denir.
Çift kanatlılar dünyânın her tarafına yayılmıştır. 100.000’e yakın türü bilinir. Birçok hastalık
mikroplarını taşıdıkları için zararlıdırlar. Evsineği, karasinek, atsineği, kirazsineği, evsivrisineği, sıtma
sivrisineği, çeçesineği ve tatarcık bu takımın en çok bilinen türleridir.
ÇİFTLİK
Alm. Bauernhof, farm, Fr. Ferme, İng. Farm. Zirâat yapılan ve farklı şekillerde işletilen muayyen
büyüklükteki toprak parçaları. Osmanlı Devletinin son zamanlarında toprak hukukunda kullanılan bir
ıstılah olup, dört çeşittir:
1. Reâyâ çiftliği: Osmanlı Devletinde mîrî topraklar, bir takım parçalara bölünür, peşin kira
demek olan tapu bedeli karşılığında işleyecek kimselere verilirdi. Böylece irsî ve devamlı olan bir kira
mukavelesi (sözleşmesi) yapılarak, çiftçi bu toprağı işlemekle mükellef olurdu. İşletmediği takdirde
toprak elinden alınıp, başkasına verilebildiği gibi, çiftçiye bâzan toprağın boş bırakılmasından doğan
zararları ödeme mâhiyetinde “resmî” veya “levendlik akçesi” adı verilen bir tazminat da ödetilirdi.
Reâya çiftliklerinin sahası verime göre muhtelif miktarlarda olmaktaydı.
2. Hassa çiftliği: Osmanlıların bilhassa ilk devirlerinde sipahi timarlarında doğrudan doğruya
sipahiler tarafından işletilen ve kılıç yeri denilen çiftlikler ve çayırlardır. Ayrıca hassa olarak bağ, bahçe
ve değirmen kayıtlarına da rastlanmaktadır. Sipahiler, bizzat, kendisi ve âilesi toprak işleri ile uğraşmak
istemedikleri takdirde kiraya vermekte serbest idiler. Bu şekilde kira ve kiraya veriş, örf ve âdetlere
göre ayarlanan bir nevi ortakçılık idi. Bununla beraber böyle çiftlikler, sipahinin mutlak mülkü olmayıp
sipahi bunları kimseye satamazdı. Satsa bile bu satış ancak kendi zamanı için muteber tutulmakta,
sonra gelen sipahi bu satış muamelelerini feshedebilmekteydi. Bu çiftlikler 19. yüzyılda devletin diğer
toprakları arasında kaybolmuş veya husûsî mülkler şeklinde şahıslara mâl edilerek, son devrin büyük
çiftliklerinden bazılarının teşekkülüne sebeb olmuştur.
3. Askerî çiftlikler: Askerî maksatlı çiftliklerdir.Timarlı sipahilerden ayrı olarak, çiftçi askere
verilen topraklardır. Bu çiftlikleri işleyenler vergilerden muaf olup, aralarında nöbetleşe sefere
giderlerdi. Yaya, atlı ve yörüklerin ellerinde bulunan çiftlikler böyle çiftliklerdendir.
4. Büyük zirâî çiftlikler: Osmanlı Devletinin son zamanlarında zengin kimselerin sahib oldukları
çiftliklerdir. Çiftlik sahibi, ortağa verdikleri bu çiftliklerden gelen mahsulü ortakçılarıyla paylaşırdı.
ÇİĞDEM (Colchicum)
Alm. Krokus, Fr. Colchique (m), İng. Crocus. Familyası: Zambakgiller (Liliaceae). Türkiye’de
yetiştiği yerler: Farklı türlerde Türkiye’nin hemen hemen her tarafında.
Toprak altında, üzeri ince veya zarımsı birkaç pul ile örtülü, bir yumru taşıyan çok senelik bir bitki.
Yaprakları çimen yaprağına benzer. Çiçekler genellikle 1-3 tâne veya türüne göre daha fazla olup, mor,
beyaz-pembe sarımtrak renklerdedir. Çiçek taç yaprakları tüpsü olup, uç kısmında huni şeklinde
genişlemiş ve 6 parçalıdır. Meyveleri çok tohumludur.
Avrupa ve Akdeniz bölgesine yayılmış, 40 civârında türü vardır. Bunun da 20 kadarı Türkiye’de
bulunur. Genel olarak zehirli alkaloitler taşıyan bitkilerdir.
Çiğdem türlerinin bir kısmı ilkbaharda, diğer bir kısmı ise sonbaharda çiçek açmaktadır. Çok güzel
olan çiçeklerinden dolayı da bir süs bitkisidirler. Daha çok kullanılanı ve tıbbî olarak bilineni sonbahar
veya güz çiğdemi (Colchicum autumnale)dir. Bu da ağustos-ekim ayları arasında çiçek açan yumrulu bir
bitkidir. Yaprakları ilkbaharda meydana gelir. Çiçekleri ise sonbaharda olup, pembemsi-mor veya
beyazdır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı tohumları ve yumrusudur. Tohumlarında sâbit yağ,
sakkaroz ve kolsisin isimli bir alkaloit bulunur. Yumrularında da kolsisin, inulin, yağ, nişasta, sakkaroz
bulunmaktadır.
Çiğdem tohumu ve yumrusundan hazırlanan preparatlar uzun zamandan beri damla hastalığına
karşı kullanılmaktadır. Kolsisin bir ara kansere karşı kullanılmışsa da, hayvansal hücreler için çok zehirli
olduğundan hâlen terk edilmiştir. Kolsisinin hücre bölünmesini durdurması etkisinden faydalanılarak,
poliploit mutasyonlar elde etmek için zirâatte kullanılmaktadır. Poliploit organizmalar genellikle
normalden daha fazla olan büyüklükleri ile göze çarparlar. Bu metod sâyesinde ekonomik değer taşıyan
bu bitkilerin yaprak veya meyve ürünlerini arttırmak mümkün olmaktadır.
ÇİKLET
Alm. Kaugummi (m), Fr. Chewing-gum, gomme, İng. Chewing-gum (Chiclet’s) . Çiğnemek için
küçük tabletler hâlinde hazırlanan şekerli ve şekersiz hoş kokulu bir sakız. Achras sapoto adlı ağaçtan
elde edilen lateks, kimyâsal yollarla temizlenir. Temizlenen lateks maddesine, şeker, nişasta ve koku
verici maddeler konularak modern usûllerle çiklet yapılır. Günümüzde çok çeşit ve kalitede yapılan
çikletler, mis kokulu damla sakızının tadını veremediği gibi, yerini de tutmamaktadır. Fiyatının çok ucuz
oluşu bilhassa çocukların fazla kullanmasına sebeb olmaktadır. Çok yaygın olarak kullanılmasına
rağmen bilhassa boya ve aromalı çikletlerin sıhhî bakımdan mahzurlu olduğunu uzmanlar
bildirmektedir.
ÇİKOLATA
Alm. Schokolade (f), Fr.Chocolat (m), İng. Chocolate. Kakao kabuğunun içinden çıkarılan
çekirdeklerin kurutulduktan sonra kavrulup öğütülmesiyle elde edilen, kuvvetli bir besin maddesi.
Kakao, dönerli fırınlarda kavrularak tatları ve kokuları güzelleştirilir. Kavrulan çekirdekler kırma
makinasında ufalanıp küçük kırıntı hâline getirilir. Kırılma anında çekirdekten ayrılan ince kabuklar,
makinanın sağladığı yel sâyesinde bir tarafa ayrılır. Fırında yakıt olarak kullanılır. Elde edilen kakao
kırıntılarından çikolata yapılır. Kırıntılar ağır çelik değirmen taşları arasında öğütülerek yarı sıvı bir
hamur hâline getirilir. Öğütme ânında meydana gelen ısı, kırıntılarındaki bitki yağını eritir, hidrolik
cendereler kakao yağı denen bu yağı hamurdan ayırır. Yağdan ayrışan hamur, kalıplara dökülerek,
soğuduktan sonra, acı çikolata elde edilmiş olur. Kalıplar hâlinde elde edilen madde ince olarak
öğütülür, piyasada satılır. Çikolataya biraz şeker, süt, kakao yağı, vanilya, tarçin katılarak özel bir tat
verilir. Bunlar hususî bir makinada karıştırıldıktan sonra sıcak bir yerde bir müddet bekletilir. Daha
sonra özel makinalardan geçirilerek bildiğimiz çubuklar hâlinde çikolata elde edilir.
Çocuklar tarafından çok sevilen çikolata, fazla yendiğinde hırçınlık yapmakta, vitaminsizliğe sebep
olmaktadır. Ayrıca migrenli hastalara tavsiye edilmemektedir.
ÇİL
Alm. Sommersprosse (f), Fr. Tache (f), de rousseur, İng. Freckle. Deride toplu iğne başı
büyüklüğünden mercimek, hattâ küçük düğme büyüklüğüne kadar değişebilen çoğu açık kahverengi
lekeler. Çiller en çok sırtta, yüzde ve boyunda görülür.
Irklar arasında çillerin görülmesi bakımından farklılık vardır. Rengi açık olan insanlarda çillere
daha sık rastlanır. Özellikle renkleri kızıla çalan kızıl saçlı insanlarda olması sıktır.
Çiller genellikle güneş ışınları, sun’î kaynaklardan gelen ultraviole ışınları, sıcak ve arsenik
etkisinde çoğalırlar. Çillerin bu sebepten kesin tedâvisi yoktur. Bâzı merhemler ve güneş ışığından
kaçmak, çilleri azaltabilir. Çillerin meydana gelmesinde derinin melanosit denilen hücreleri rol oynar.
Melanositlerde melanin adlı boya maddesinin birikmesi lekeleri ortaya çıkarır. Güneşin etkisinden başka
bâzı kansızlık türleri, bâzı hormonal bozukluklar ile irsiyetin de çil teşekkülünde rolü vardır. Çocukluk ve
yetişme çağında daha çok görülür. Bahar ve yaz aylarında ve gebelikte artar. Ancak gebelikte olan çiller
genellikle geçicidir, yâni doğumdan sonra azalır hattâ kaybolur.
Çilleri derinin üst tabakasını soyan ilaçlarla tedâvî etmek tehlikelidir. Çünkü bu gibi ilaçlar
genellikle toksik (zehirli)tir. Tedâvi dâimâ sebebe yönelik olmalıdır.
Tavuk, keklik gibi hayvanların tüylerinde bulunan lekelere de çil denilmektedir. Çilli tavuk, çilli
keklik isimleri bu sebeple verilmiştir. Osmanlı devrinde parlak gümüş paralara da çil denirdi. Çil akçe,
çil lira buradan gelmektedir.
ÇİLEK (Fragaria)
Alm. Erdbeere (f), Fr. Fraıse (f), İng. Strawberry. Familyası: Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de
yetiştiği bölgeler: Ege, Marmara, Karadeniz bölgesi.
Koltuklarından verdiği saplarla yerlerde sürünen, meyveleri kokulu ve renkleri kırmızı, pembe ve
beyaz olan, gülgiller familyasına bağlı 8 kadar türü bulunan, çok yıllık bitki.
Nisan-haziran aylarında, beyaz renkli çiçekler açan 5-30 cm boyunda, çok senelik bir bitkidir.
Gövdeleri sürünücü ve tüylüdür.Yaprakları 3 parçalıdır. Yaprakçıklar oval şekilli, kenarları dişli, alt
yüzleri grimsi tüylüdür. Meyveleri olgunlukta etlenip pembemsi bir renk almış olan çiçek ekseninin
üzerinde, çok sayıda, küçük siyahımsı renkteki tohum gibi kısımlardan ibârettir. Çileğin bir çok tür ve
çeşitleri ıslah edilerek önemli kültür bitkileri şeklini almıştır. Yabânî orman çilekleri çeşitli iklimlerde
yetişmesine rağmen, kültür çilekleri genel olarak ılık iklimleri severler. Tınlı, kumlu, süzek ve humusca
zengin topraklarda iyi yetişir.
Memleketimizde, en çok Marmara, Ege, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde zirâatı yapılır. Bursa,
İstanbul, Karadeniz Ereğlisi, Antalya ve Mersin’de yetiştirilen çilekler tanınmıştır.
Yetiştirilmesi: Çilek üç şekilde çoğaltılır: 1) Tohumla çoğaltma: Tohumlar ılık ve sıcak
yastıklara ekilir. Fideler 3-4 yapraklı olunca şaşırtılır. Sonbaharda, tarlada hazırlanan tavalara 30 cm
aralıkla ikişer ikişer dikilir. 2) Daldırma ile çoğaltma: Çilekçilikte en çok bu usûl kullanılır. Çilek
bitkisinin sürgün ve kolları üzerinde, 2-4 yapraklı ve aynı zamanda köklü fidecikler meydana gelir. Yaz
mevsimi sonunda veya sonbahar mevsimi başlangıcında bu fidecikler sağdan ve soldan kesilerek çilek
tarlasına dikilir. 3) Köklü fideleri ayırıp dikmek sûretiyle: Çilek bitkisi kuvvetli topraklarda bol kök
salar. İlkbahar veya sonbaharda ana bitkiler ayrılarak, her birinden köklü fideler elde edilir.
Çilek tarlasının hazırlanması: Çilek 4-5 yıl aynı yerde kalacağından, toprağının temiz ve iyi
işlenmiş olması lâzımdır. Çilek dikilecek toprak, 30-40 cm derinliğinde bellenir veya sürülür.
Sonbaharda çilek yeri hazırlanırken dönüme, 5-6 ton eski çiftlik gübresi, 30 kg fosforlu ve 30 kg da
potaslı sun’î gübre verilir ve toprakla karıştırılarak kapatılır. İlkbaharda çilekler çapalanırken dönüm
başına 30 kg da azotlu bir sun’î gübre verilir.
Çilek fidelerinin dikim zamânı: Kışı ılık geçen yerlerde (ekim-kasım) aylarında, soğuk yerlerde
ise, ilkbahar donları geçtikten sonra (nisan-mayıs) aylarında dikmelidir. İyi hazırlanmış tarlaya,
birbirinden 75-80 cm aralıklarla, uzun ve derin çizgiler açılır. Çilek fideleri, bu çizgilerin meydana
getirdikleri tesviye edilmiş balık sırtlarının üzerine 25-30 cm aralıklarla ikişer dikilir. Çilek fideleri
dikildikten 4-5 hafta sonra, toprak çapalanır. Yazı kurak ve sıcak geçen yerlerde her 15 günde bir defâ
salma su verilmelidir. Kışı donlu geçen bölgelerde, kıştan evvel çilek bitkilerinin üstüne samanlı gübre
serilir.
Hasattan sonra çilek ana bitkisinin sürgün ve kolları kesilmelidir. Bu kesilme işi yapılmazsa, bitki
kuvvetten düşer ve çayır hâlini alır. İyi bakım yapılan çilek tarlalarından 4-5 yıl normal mahsul
alınabilir. Bir dönümden, çeşit ve bakım durumuna göre 300-1500 kg kadar çilek elde edilir.
Çilek meyveleri hergün erkenden toplanır ve küçük sepetler veya derin olmayan kutular içerisinde
pazara gönderilir.
Kullanıldığı yerler: Çileğin kök, yaprak ve meyveleri kullanılmaktadır. Kök ve yapraklarında
tanen bulunur. Kök ve yapraklarının kabız edici, kan temizleyici, iştah açıcı, idrar söktürücü özelliği
vardır. Meyvelerinin, bileşiminde şeker, pektin, organik asitler, aromatik maddeler ve C vitamini
bulunur. Tâze meyvelerden reçel yapılır.
ÇİM
Alm. Rasen, Gras dacke, Fr. Gazon (m), Pelouse, İng. Garden grass, lawn. Bahçelerde,
parklarda, spor sahalarında sun’î çayır yapımında kullanılan çok yıllık bitki. Park ve bahçelerde, çim
sahaları üzerindeki bitki grupları göze daha güzel gözükür. Onun için çim yetiştirme önemlidir.
Kâide olarak bir süs bahçesinin 3/5 kısmı çim sahası olmalıdır. Bu oran arâzinin durumuna göre
değişebilir. Çim sahasının şekli, etrâfını çeviren yollara, binânın ve plânlamada yerleştirilen ağaç ve
çiçek bitkilerinin durumuna göre ayarlanır. Geometrik veya başka şekiller verilir.
Çimlendirilecek saha derince işlenir. En iyisi 30-45 cm derinliğine krizma (belleme)
yapılmalıdır.Toprak işlenirken, toprak içindeki yabânî otlar, taş ve ağaç kökleri temizlenir.
Toprak işlemesini, tohumun ekiminden 20-30 gün evvel yapmalıdır. İşleme sırasında toprağın
tavlı olmasına dikkat edilir. İşlemeden sonra, arâzinin tesviyesi yapılarak, saha dümdüz hâle getirilir.
Dönüme 1 ton hesâbiyle yanmış çiftlik gübresi verilir. Toprak ağır ise gübreleme ile birlikte 10-15
cm kalınlığında ince dere kumu yayılır. Bellenerek toprağa karıştırılır. Bellemeden sonra ince dişli
tırmıklarla ekim sahası düzeltilir.
Çim tohumunun ekimi serpme olarak yapılır. Ekim mevsimi memleketimizde ilkbahar ve sonbahar
mevsimi olmakla berâber, su bol olduğu takdirde yaz ayları içerisinde de yapılabilir.
Tohumu rüzgârsız ve iyi havalarda ekmelidir. Tohum içine 1/10 nisbetinde tırfıl tohumu
katmalıdır. Ev bahçelerinde 35-50 gram tohum (metrekareye) hesap etmelidir. Geniş sahalara
metrekare için 25-40 gram tohum hesaplanır. Ekime sahanın bir kenarından başlanır, geriye doğru
gidilir. Tohum ekilecek alan bastırılır. Süzgeçli kova ile sulandıktan sonra, tohum eşit şekilde muntazam
olarak toprağın yüzüne serpilir.
Çim tohumlarının serpilerek ekiminden sonra üzerinin kapatılması gerekir. Bu iş için 1/3
nisbetinde dere mili, 2/3 nisbetinde elenmiş ve yanmış beygir gübresi karışımı harc ile bir parmak
kalınlığında örtülür. Tohumların toprakla temâsını sağlamak için harcın üstü tahta tokmakla bastırılır.
Bundan sonra süzgeçli kovalar veya hortumla yağmurlama usûlü sulanır. Yağmurlama usûlü sulama
sabahleyin, öğle üzeri ve akşam üzeri olmak üzere günde 3 defâ tekrarlanır. Her an devamlı rütûbetli
olması çıkışı kolaylaştırır. Çimler ortalama olarak 8-10 cm boylandığı zamân toprağın oturması ve
çimlerin kardeşlenmesi için üzerinden hafif merdâne geçirilir ve bolca sulanır.
Biçme işlemlerinden sonra, yağmurlama usûlü ile sulamalara devâm edilmelidir. Biçme işini
akşam üzeri serinliğinde yapmak iyi olur.
ÇİMENTO
Alm. Zement (m), Fr. Ciment (m), İng. Cement. Genel anlamda bağlayıcı maddelere verilen
isim. Bunlar yaygın olarak tanınan ve kullanılan silikat hidrat esaslı portland çimentosu olabildiği gibi,
poliner esaslı plastik ve asfalt da olabilir. Genellikle bu terim günümüzde su ile karıştırıldığında su ile
kimyâsal olarak birleşerek bağlayıcılık özelliği kazanan hidrolik bağlayıcılara verilen isimdir. Havada
olduğu gibi su içinde de sertleşen çimentolar silikatlı ve alüminatlı kireç bileşiğine sâhiptir. Bâzı oksit
mineraller de hidrolik çimento özelliğine sâhipse de normal çimento ile yarışacak durumda değildir.
Hidrolik çimentoların çoğu su, kum ve çakıl ile berâber beton üretiminde kullanılır. Burada çimento
hamuru, agrega denilen ayrık elemanları birbirine bağlar.
Çimentolar üç ana grup altında incelenebilir: Tabiî çimentolar, alüminli çimentolar ve portland
çimentoları.
Tabiî Çimentolar
Tabiatta bulunan kalsiyum karbonat ve magnezyum karbonat ihtiva eden taşların 850-950°C
sıcaklıkta pişirilmesiyle sönmemiş kireç (kalsiyum oksit), daha sonra su ile muâmele edilerek sönmüş
kireç (kalsiyum hidroksid) elde edilir.
Bu, kumla karıştırılarak harç yapımında kullanılır. Burada su, işlenebilmeyi sağlar. Kum, dolgu ve
taşıyıcı iskelet malzemesi olarak görev yapar. Kireç, havadaki karbondioksitle reaksiyona girerek
nisbeten sert olan kalsiyum karbonat meydana gelir. Eğer kireç taşı % 25’e kadar kil ihtivâ ediyorsa, bu
halde su ile yavaş reaksiyona girer ve ısı çıkışı hızlı olmaz. Su altında da sertleşir, yâni hidrolik bağlayıcı
özellik gösterir. Elde edilen sertleşmiş malzeme suya dayanıklı olur, yâni suda çözünmez.
Alüminli Çimento
Üretimi 20. yüzyılın ilk dörtte birinde Fransız J. Bied tarafından gerçekleştirilmiştir. Sülfatlı yeraltı
sularına dayanıklı bir çimento ararken bulduğu bu çimento 1918’de kullanılmaya başlanmıştır. Alüminli
çimento, kireçtaşı ile boksitin (% 30 kadar) berâberce eriyinceye kadar (1700°C) ısıtılmasıyla elde
edilir. Bu sûretle ortaya çıkan malzeme su ile çabuk reaksiyona girerek su ve sülfatlı çözeltilere
dayanıklı sert bir kütle meydana getirir. Normal portland çimentosundan daha çabuk sertleştiğinden,
acele yol tâmirlerinde, özellikle soğuk iklimlerde tercih edilir. Refrakter yâni yüksek sıcaklığa dayanıklı
malzemedir. Fırınlarda kaplama olarak kullanılır. Sülfata ve asidik zemin sularına dayanıklı olmakla
birlikte alkalilere dayanıksızdır.
Portland Çimentosu
İngiltere’de Portland Adasındaki tabiî kireç taşına benzemesi sebebiyle, 1824’te İngiliz Joseph
Aspdin tarafından bu isim verilmiştir. Daha sonra bu taşın sun’î olarak da elde edilebileceği anlaşılmış
ve 1845’te “Portland Çimentosu” ismiyle piyasaya çıkarılmıştır.
Ülkemizde portland çimentosu büyük bir endrüstri hâline gelmiştir. Dünyâda üretimde önde giden
ülkeler ABD, Rusya Federasyonu, Almanya, Japonya ve Fransa’dır. Portland çimentosunun ilkel
maddeleri kireçtaşı, marn alçı ve kildir. İstenen niteliğin sağlanması için kalsiyum oksit ve silisyum,
alüminyum ve demir oksit miktarlarının öngörülen dar bir aralıkta bulunması gerekir. Bu şart bâzan
esas hammadde ocağından mevcut olandan başka kireçtaşı, kum taşı, demir cevheri gibi malzemenin
ilâve edilmesini gerekli kılar. Çimento fabrikalarında yapılan ilk iş, hammaddenin kırılarak toz hâline
getirilmesidir. Ham malzeme bâzan büyük bloklar hâlinde olabileceğinden bu önemli bir iştir. Daha
sonra bu tozlar homojen bir karışım elde edilecek şekilde karıştırılacaktır. Karıştırma kuru olarak
yapılabileceği gibi su ile çamur hâline getirilerek de gerçekleştirilebilir. Çamur hâline getirilerek
öğütülme ve karıştırılmasına “Yaş Metod”, kuru toz hâlinde karıştırıldığı üretim şekline “Kuru Metod”
denir. Her iki metodda da ince öğütülmüş olan hammadde karışımı, çapı ortalama 15 mm olan tâneler
hâline getirilir, yâni granule edilir, sonra pişirilir.
Öğütme, bilyalı değirmenlerde gerçekleştirilir. Bunların eksenleri genellikle yatay olur. Bu
değirmenlerin iç yüzeyleri özel sert ve darbeye dayanıklı çelik plakalarla kaplı ve içindeki bölümlerle
muhtelif büyüklüklerde, ceviz büyüklüğünden tenis topuna kadar çeşitli çelik bilyalar mevcuttur.
Değirmenin dönmesi sırasında çelik bilyalar hammaddeyi un hâline getirir. Kuru metodda değirmenin
bir tarafından girip diğer tarafından çekilen sıcak hava, öğütülen malzemeyi 80-90 °C’de kurutur.
Değirmenden çıkan malzeme elenir. Kalın olanlar değirmene geri verilir. Öğütülen ve kurutulan toz,
hammadde silolarına alınır ve son bileşim ayarlamaları yapılır. Bundan sonra çimento fabrikasyonunda
en önemli safha olan granüle hammaddenin pişirilmesi işlemine geçilir. Pişirme iki şekilde yapılır. Biri
eski usûl olan sâbit fırınlar, diğeri döner fırınlarda olur. Sâbit fırınlar bugün pek kullanılmamaktadır.
Döner fırınlar ise 45-80 m boyunda, 2-4,5 m çapında silindirik olup, dışı çelik içi ateş tuğlası ile kaplıdır.
Yatayla birkaç derecelik açı yapar ve tekerlekler üzerine oturur, dakikada 1-2 devir hızla dönerler.
Öğütülmüş hammadde silolarından alınan malzeme, granülasyon işleminden sonra fırına girmeden
yavaş yavaş ısıtılır. Fırına girişte sıcaklık 800°C’ye çıkmış olur. Fırının üst ucundan alınan malzeme
içeride daha çok ısınır ve 1400-1500°C sıcaklığa erişir. Bu sırada bünyede bulunan silis ve alüminin
kireç ile birleşmesinden trikalsiyum silikat (3CaO.SiO2) meydana gelir. Bu olaya klinkerleşme denir. Bu,
çimentonun en kuvvetli hidrolik özellik gösteren bir bileşiğidir. Ayrıca daha az hidrolik özellik gösteren
bikalsiyum silikat (2CaO.SiO2) ve monokalsiyum silikat (CaO.SiO2) bileşikleri de meydana gelir.
Çimento üretiminde en önemli safha budur. Sıcaklığın 1400°C’den daha düşük kalması klinkerleşmenin
olmamasına ve hidrolik bağlayıcılık özelliğinin ortaya çıkmamasına sebeb olur. Klinkerleşen malzeme
fırından çıkışta belirli bir hızla soğutulur. Klinker içinde % 3 kadar alçı karıştırılıp, ayrı bir bilyalı
değirmende tâne boyutu 0,2 mm’den az olacak şekilde öğütülür. Burada alçı kilinkerin sertleşme
süresini uzatmak için katılır. Buradan çıkan çimento kullanıma hazırdır.
Portland çimentosu klinkerinin en önemli bileşeni trikalsiyum silikat olup, çimentonun ilk zamanda
hızla sertleşmesini ve mukâvemet kazanmasını sağlar. Dikalsiyum silikat ise, yavaş yavaş kendini
gösterir ve ileri yaşlarda meselâ bir ay sonra çimento-su hamurunun mukâvemet kazanmasında önemli
rol oynar. Çimento içinde ayrıca demir ihtivâ eden tetra-kalsiyum alümino-ferrit (4CaO. Al2O3 Fe2O3)
ile magnezyum ve kalsiyum oksit (MgO ve CaO) de mevcuttur. Hidrate kalsiyum sülfat (CaSO4 2H2O)
ise çimento-su hamurunun iç yapısında bulunur.
Beton içinde su ile karıştırılmış olan portland çimentosu su ile bir seri kimyâsal tepkimelere girer.
Bunlardan en önemlisi kalsiyum silikatlerin, su ile reaksiyona girmesi, yâni hidrate olmasıdır. Böylece
meydana gelen Jel, betondaki agregayı çevreleyerek birbirine bağlar. Bu davranış çimentonun bileşim
ve inceliğine, agrega türüne ve miktarına, çimento-su oranına, zaman ve sıcaklığa tâbi olduğu gibi,
betonun sertleşirken içinde bulunduğu hava şartlarına da bağlı olacaktır.
Portland çimentosu içine giren malzemenin değiştirilmesi ile özel tür çimentolar elde edilir.
Süper Çimento (Yüksek dayanımlı portland çimentosu)
Daha önce öğütülmüş veya trikalsiyum silikat nisbeti yüksek bir tür olup, daha kısa zamanda
mukâvemet kazanır. Bunların pişirilme ve öğütülmesi daha îtinâlı yapılır. Türkiye’de PÇ 400 ve PÇ 500
bu sınıfa girer.
Cûruf Çimentosu
Portland çimentosu klinklerinde, öğütme sırasında, granüle yüksek fırın cürûfunun katılması
sûretiyle elde edilir. Sülfatlı sulara dayanıklıdır. Yavaş sertleşir. Hidrotasyon ısısı düşük olduğundan
barajlarda kütle beton üretiminde kullanılır.
Beyaz Portland Çimento
Esas olarak normal portland çimentosundaki demir oksit azaltılarak elde edilir (Demir Oksit % 1).
Mîmârî estetik görünüş istenen yerlerde kullanılır.
Ülkemizde Türkiye Çimento Sanâyinin Afyon, Ankara, Aşkale, Balıkesir, Bartın, Çorum, Elazığ,
Gaziantep, İskenderun, Kars, Niğde, Pınarhisar, Sivas, Söke, Trabzon ve Van’da çimento fabrikaları
vardır. Bu sanâyi kuruluşu ayrıca Adana, Bolu, Konya, Mardin Ünye fabrikalarına da ortaktır. Özel
teşebbüse âit Akçimento, Batı Anadolu, Bursa, Çanakkale Çimento, Çimsa, Darıca, Aslan, Eskişehir,
Göltaş, Kartal, Nuh, Yozgat, Zeytinburnu Çimento Fabrikaları mevcuttur. Bunlardan Adana ve
Akçimento 1,35 milyon ton/yıl, Çimentaş 1,05 milyon ton/yıl ile en büyük üç fabrikayı meydana
getirmektedir.
Ülkemizde 1991 yılı îtibâriyle gerçekleştirilen toplam çimento üretiminin 26.088.000 ton olduğu
tahmin edilmektedir. Kişi başına yıllık çimento üretimi ise yaklaşık 400 kg civârındadır. Bu rakam
ABD’de 900 kg’dır.
ÇİMLENME
Alm. Keimen (n), Fr. Germination (f), İng. Germination. Tohumdaki embriyonun uygun şartlar
bulunca, gelişerek ana bitkiye benzer bitki vermek üzere tohumdan çıkıp serbest hâle geçmesi. Tohum
olgunlaştıktan sonra çimlenene kadar çok az su ihtivâ ettiğinden bu esnâda hayat olayları çok yavaş
olur. Tohumun bu hâline uyku hâli de denir. Tohumlar çimlenme özelliğini kaybetmeden senelerce uyku
hâlinde kalabilirler.
Çimlenme ile birçok fizyolojik olaylar ortaya çıkmağa başlar. Meselâ 25°C’de tohumun
şişmesinden 12-14 saat sonra tohumun embriyonunda, hem hücre bölünmeleri, hem de hücre
uzamaları teşekkül eder. Çimlenmede en tipik metabolik değişmenin, solunum şiddetlenmesi olduğu
ortaya konulmuştur. Bezelye tohumlarında, şişmeden 2-4 saat sonra çok açık solunum şiddetlenmesi
gözlenmiştir. Ayrıca çimlenme ile enzimler de yüksek bir faaliyet gösterirler. Yalnız esas olarak tohumlu
çimlenmenin açık olarak ortaya çıkması için öncelikle tohum tarafından su emilmesi gerekmektedir.
Tohumun suyla şişme ve hacmin artışı sonucu tohum gömleği yırtılır. Birçok tohumlarda ise embriyo
kökçüğü tohum gömleğini yırtar ve kökçük dışa uzanarak çimlenmenin gözle görünen ilk nümûnesini
gösterir. Çimlenme ile tohumun yağ, protein gibi maddelerinde azalma görülür. Çimlenmenin biraz
ilerlemesi ile ilk kök, hızla toprakta büyür ve yan kökler ile kök tüyleri bakımından gittikçe zenginleşir.
Bundan sonra açığa çıkan fidecikte tipik dış farklılıklar görülmeye başlar.
Çimlenmeye doğrudan doğruya veya dolaylı olarak etki yapan dış ve iç şartlar vardır. Bu şartlar;
su, ısı, oksijen, tohum gömleğinin yapısı, kimyâsal madde etkileri olarak sayılabilir. Kâfi miktarda ısı,
nem ve oksijen biraraya gelmedikçe çimlenme başlamaz.
ÇİN
DEVLETİN ADI Çin Halk Cumhûriyeti
BAŞŞEHRİ Pekin
NÜFÛSU 1.149.667.000
YÜZÖLÇÜMÜ 9.572.900 km2
RESMÎ DİLİ Çince
DÎNİ Konfüçyonist, Budist, Taoist, İslâmiyet
PARA BİRİMİ Yuan
Yüzölçümü îtibâriyle dünyânın üçüncü, nüfus îtibâriyle en büyük Güney Doğu Asya ülkesi.
Doğusunda Güney Kore, kuzeydoğusunda ve kuzeybatısında Rusya, kuzeyde Moğolistan, güneybatıda
Afganistan ve Pakistan, güneyde Hindistan, Nepal, Butan, Birmanya Laos ve Kuzey Vietnam,
doğusunda ise Büyük Okyanus ile çevrilidir.
Târihi
Eski devirlere âit yapılan araştırmalar Çin hakkında devamlı yeni bilgiler vermektedir. Ülkeyi
yöneten ilk hânedân olarak Hya ve Şang sülâleleri bilinmektedir. Hya sülâlesi hakkında bilinen tek bilgi
hükümdârların isimleridir. Şang sülâlesinin, yapılan araştırmalar netîcesinde yaklaşık olarak M.Ö. 1450-
1050 seneleri arasında Çin ovalarına hâkim oldukları bilinmektedir. M.Ö. 1050-220 yılları arasında
değişik çeşitli uygulamalarla Çov Sülâlesi yönetmiştir. Şang Sülâlesini yıkarak başa geçen Çov Sülâlesi,
M.Ö. 1050-771 seneleri arasında feodal bir idâre kurdular. Ülkede, feodal devletler bağımsız devletler
hâlinde gelişmeye başladı. Bu durum hükümdârın gücünün azalmasına ve feodal devletler arasında
savaşa sebeb oldu. Batıdan gelenTürk ve Moğollar, ülkenin büyük bir kısmını fethettiler. Batı
milletlerinin eline düşmüş olan topraklarından büyük bir kısmını Çin beyi Tsin, geri aldı. Böylelikle
devleti önemli feodal devletlerden biri oldu.
M.Ö. 770-472 devri: Feodal beylerin kendi aralarında iç savaşlara giriştikleri bir devirdir. Bu
savaşlar netîcesinde yedi bey kalmış ve bunlar da kral şanını alarak Çov Sülâlesinden ayrıldılar. M.Ö.
472-221 iç savaş sonunda M.Ö. 453 senelerinde Tsin’in feodal devleti üç devlete bölündü. M.Ö. 221-
206 aralarında Tsin’in Sülâlesi memleketi mutlakiyetle idâre etti. Tekerlek dingillerinin
standartlaştırılması ve bâzı ölçü birimlerinin kullanılmaya başlaması Çin târihinin bu safhasına âit önemli
hâdiselerdir. Kuzeyden gelen saldırılardan (Hun saldırıları) korunmak için Çin Seddinin ilk şekli olan
toprak tabyalar yapıldı. Doğu Çin bölgesinde başlayan bir ayaklanma, uzun süren savaşlara sebebiyet
verdi ve bu savaşlar sonunda Han Sülâlesi yönetimi ele geçirdi ise de, bir müddet sonra idâre değişti.
M.Ö. 206 yılında yönetimi, küçük rütbeli bir asker olan Lui Ki ele geçirerek Han Sülâlesini (asiller)
kurdu. M.S. 168 senesinde meydana gelen bir hükûmet darbesi üzerine 220 senesine kadar devâm
eden iç savaşlar devri başladı. Büyük bir halk ayaklanması bastırıldı. Bu iç savaş netîcesinde ülke üçe
bölündü, kuzeyde Vey (220-264), güneydoğuda Vu (229-280), güneybatı Şu (221-263)
imparatorlukları kuruldu. Göçlerin arttığı devirde, Tsin Sülâlesinin (265-316) başa geçerek, parçalanan
Çin’i birleştirmeleri de ülkeye huzur ve istikrar getirdi. Daha önceleri ücretle kullanılan milletler bu
savaşlarda (asillerin savaşlarında) o derece kuvvetlendiler ki, bunlardan Hyung-nu’lar (Hunlar) 303’te
yeni bir devlet (Han) kurdular. Bu sülâle Çin İmparatorunu iki defâ esir almış ve 317’den başlayarak
bütün Kuzey Çin’de hâkimiyet kurmayı başarmıştır. Bunun üzerine Tsin Âilesi kuzeye inerek burada
Doğu Tsin Sülâlesini (317-419) kurdu.
Güney Çin’de 580 senesine kadar çeşitli sülâlelerin kurduğu muhtelif devletler görülür. Suy
Sülâlesi (581-618) Çin’i birleştirmeye muvaffak oldu. Bu kısa ömürlü hânedan zamânında Çin,
Vietnam’ın kuzey ve güneyini ve Tibet’in kuzeyini ele geçirdi. Çin’in nüfûzunu tekrar Orta Asya’da
hissettirdi. Bu devrede Kuzey ve Orta Çin Ovasındaki ticârî münâsebetleri kolaylaştırmak için kanallar
açıldı. Ancak bütün bu işlerin yapılması için yabancılardan yardım istenmesi Suy Sülâlesinin sonu oldu.
T’ang Sülâlesi (618-907) işbaşına geldi. Bu hânedân devrinde (664) toprakların yeniden taksimi ve
vergilendirilmesi yapılmıştır. Müslüman Arapların saldırıları üzerine Türkistan Çin’in elinden çıktı.
Bundan sonra Türkler devlet idâresinde önemli mevkilere yerleştiler ve sık sık vukû bulan
ihtilâllerde önemli rol oynadılar. T’ang Hânedânının düşüşünden sonra 960 târihine kadar 5 küçük
hânedân iş başına geçti. Bu devirde Kuzey ve Güney Çin’de küçük eyâletler şeklinde devletler meydana
çıkmıştı. 960 târihinde iş başına geçen Sung Hânedânı zamânında Çin İmparatorluğunun birliği yeniden
tesis edilmeye çalışılmış, ancak bunda muvaffak olunamamıştır. Bu hânedân devrinde birçok şehirler
kuruldu ve barut kullanılmaya başlandı. Mîmârî, târih, şiir, resim, porselen ve bahçecilikte çok yüksek
bir seviyeye ulaştılar. Elde bulunan târihî dokümanlar bu medeniyetin yüksekliğine delil teşkil
etmektedir.
Cengiz Han, 1206-27 yılları arasında Çin’i işgâl etti ve Moğollar, 1214 yılında Sarı Nehirin kuzey
tarafındaki bölgede hâkimiyeti ele geçirdiler. 1271 târihinde Kubilay Hân, imparatorluğunu îlân etti.
Böylece Yüan Hânedânının (1260-1368) ve başşehir Yenching (Pekin)i kurdular. Moğollarla berâber
Yüan Hânedânı bütün Çin’i fethederek hâkimiyetleri altına aldılar. Bundan sonra Moğollar Çin
kültürünün etkisi altına girerek, din, örf ve âdetlerinde, giyim ve kuşamlarında Çin örf ve âdetlerini
benimsediler.
Chu Yüan Chang, Yüan Hânedânı yerine Ming Hânedânını (1368-1644) kurdu. Bu hânedân
zamânında Moğollar, Baykal Gölünün kuzey tarafına sürüldü ve imparatorluk eski kuvvetine kavuştu.
Yine bu devirde Avrupalılar Çin’e ulaştılar. Portekizliler ve İspanyollar 16. yüzyılda, Alman ve İngilizler
17. yüzyılda buraya geldiler.
Ming Hânedânından sonra işbaşına geçen Ch’ing Hânedânı (1644-1912) zamânında, Avrupalı
tüccarlar, Çin’in önemli kaynaklarını yıllarca batıya aktarıp, bundan istifâde ettiler.
Çin, uzun yıllar batıya kapalı kaldı. Çin’in batıya açılması 19. yüzyıl ortalarında başladı. Bu yıllarda
Portekiz, İngiltere, Fransa, ABD ile ticârî, siyâsî münâsebetler başladı. Bunlardan İngilizler, Hint
pamuklukları ve afyonunu, çay ve ipekle değiştiriyorlardı. Çin üst makamları bu ticâreti engellemeye
çalıştılar. Bununla ilgili olarak afyon ithâlini yasaklayan kararlar aldılar. Bunun üzerine İngilizlerle
anlaşmazlıklar çıktı ve savaşlar başladı. Ancak bu savaşlar İngilizlerin gâlibiyeti ile sona erdi (1842).
Yapılan anlaşma sonunda İngilizler daha geniş haklara sâhip oldular. Bunun netîcesi olarak beş Çin
limanı İngilizlere açıldı ve Hong Kong Adası da İngilizlere bırakıldı. Bu savaşlara “Afyon Savaşı” adı
verildi. Daha sonra yapılan anlaşmalarla ABDve Fransa’ya aynı haklar tanındı.
Zamanla anlaşmaların uygulanması aksadı. Çinliler yabancıları ülkelerinden atmak istiyorlardı.
Fakat onlar elde ettikleri imtiyazları geri vermeye niyetli olmadıkları gibi, bunları az buldular. Böylece,
on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ülkede ayaklanmalar oldu. Fakat bu ayaklanmalar yabancı güçler
tarafından bastırıldı. 1858 yılında anlaşma uyarınca İngiliz ve Fransızlar yeni haklar kazandılar. Bir
müddet sonra aynı menfaatler ABDve Rusya’ya da tanındı. Bu olaylardan sonra, Çin’de bir sükûnet
dönemi başladı.
Çin-Japon Savaşları: Çin’in Kore üzerinde hâkimiyet kurmak istemesi üzerine 1894 yılında ilk
savaş başladı. Kore’de çıkan ayaklanmayı bastırmak üzere her iki ülke de Kore’ye asker gönderdi.
Ayaklanma bastırıldı. Fakat daha sonra her iki ülke birbirleriyle savaşa tutuştular. Bu savaşlar sonunda
Çin büyük kayıplara uğradı. 1895 yılında savaş sona erdi ve Çin, Kore’nin bağımsızlığını tanıdı, ayrıca
Formoza Adasını da Japonya’ya vermek mecbûriyetinde kaldı.
1911’den sonra başa geçen Yuan Şi-K’ay monarşik bir idâre kurmaya başlamışsa da muvaffak
olmayarak 1916 ‘da öldü. Bu arada 1917’de sembolik olarak Birinci Dünyâ Savaşına girmiş ancak bir
çok şehirleri bu arada Şanghay, Japonya tarafından işgâl edilmiştir.
1925 yılında milliyetçilerin önderi olan Çiank Kayşek yönetimi ele geçirdi. Orduları ile Japonlara
karşı savaşarak bir çok yerleri geri aldı. Bu arada Şanghay tekrar ele geçirildi.
Ülkede 1920 yılında komünist partisi kuruldu ve taraftar toplamaya başladı. Bu parti, ülkede bir
çok karışıklıklar çıkardı. Çiank- Kay-Şek bir taraftan Japonlarla savaşırken, bir taraftan da bu
ayaklanmaları bastırmaya uğraşıyordu. Nihâyet 1927’de komünistlerin başına geçen Mao Çe-Tung, Çu
Enlay ve Çu Di’ ile komünist partisi güçlenerek ülke çapında teşkilâtlanmaya, hükûmet kuvvetleri ile
çarpışmaya başladı. İkinci Dünyâ Savaşı sona erince, komünistlerle milliyetçiler başbaşa kaldılar. Mao
Çe-Tung yönetimindeki komünist birlikleri ülkeye hâkim oldular. ABDmilliyetçilere yardım eder göründü.
ABD’nin Çin’e gönderdiği diplomatlar hep milliyetçilerin aleyhine çalışmış, onların komünistlerin eline
geçmesine sebeb olmuşlardır.
Yönetim tamâmen komünistlerin eline geçince, Milliyetçi Çin hükûmeti, Formoza (Tay-Van)
Adasına çekilmek zorunda kaldı. Böylece Çin ikiye ayrıldı: Çin Halk Cumhûriyeti ve Milliyetçi Çin
Cumhûriyeti.
1 Ekim 1949 yılında Mao Çe-Tung’un başkanlığında Çin Halk Cumhûriyeti kurulmuş oldu. Böylece
Çin’in Asya kıtasındaki bütün toprakları Çin Halk Cumhûriyeti’nin eline geçti. Milliyetçi Çin Cumhûriyeti
de Formoza Adasına çekildi ve orada hükûmet kurdu. Mao, 1976’da öldü. Mao’nun ölümünden sonra,
Maoizm açıktan tenkid edilmeye başlandı. Çin idârecileri ABD ve Japonya ile ekonomik iş birliği yaptı.
Mareşal Ye Cienying, Mao’nun yanlışlarını açıkladı. Eski katı durum kaldırılarak ekonomik ve siyâsî
yönde yumuşama başladı. Çin kapıları yabancı sermâyeye açıldı. Son yıllarda demokratikleşme
hareketleri kanlı bir şekilde bastırıldı.
Fizikî Yapı
9.572.900 km2lik yüzölçüme sâhip olan Çin, fizikî yapı îtibâriyle genellikle doğu, batı olmak üzere
iki bölüme ayrılır. Ülkenin batısı; güneybatı ve kuzeybatıda iki farklı yapıya sâhiptir. Güneybatı
Hindistan ve Bagnladeş ile olan sınırlarını, dünyânın en yüksek tepesine sâhip olan Himalaya Sıradağları
teşkil eder. Himalayaların kuzeyinde yer alan 1 milyon km2 yüzölçüme ve ortalama 3900 m
yüksekliğine sahip olan Tibet Yaylası, kuzeyden Astin Tagh ve Nam Şam sıradağlarıyla çevrilidir. Bu
dağlarla Himalayalar ülkenin batısında birleşirler. Ülkenin kuzeybatısını teşkil eden Astin Tagh
Dağlarının kuzeyi, Doğu Türkistan’ın tarım havzasıdır. Ülkenin kuzeybatı bölgesinde, Tiemşan Dağları,
Moğolistan sınırını meydana getiren Altay Dağları, batıda Torbagatay ve Çungarski Alatau ile çevrili
geniş Çungarya düzlüğü yer alır.
Ülkenin kuzeyini Gobi Çölünün güney kısmı kaplar. Doğusunda yüksekliği batıya göre fazla
olmayan tepeler bulunur. Bu tepeler ülkenin kuzeydoğusundan, güneybatısına doğru uzanarak dağlık
bölgeyle birleşirler. Kıngan, Çangpai ve Çangvansai dağlarıyla çevrili olan kuzey doğu bölgesi Mancurya
olarak isimlendirilir.
Doğu Çin’in kuzey kısmı Hai Ho, Hvang Ho ve Kuai Ho nehirlerinin havzalarından meydana gelen
düzlüklerden, güney kısmı ise Kuzey Burma ve Çin Hindi yarımadası sınırında yükselen yaylalardan
meydana gelir. Bu iki bölge arasında ülkenin en bereketli ovalarının bulunduğu ve nüfûsun en kalabalık
olduğu kesimdir. Toplam sınır uzunluğu 42.500 km olan Çin’in bu sınır uzunluklarının 22.500
kilometresi Büyük Okyanus iledir. Kıyıları Liatoung ve Şantung yarımadalarında genellikle yüksek, diğer
kesimlerinde alçak ve alüvyonlu ovalar hâlindedir.
Ülke topraklarının üçte biri dağlık, dörtte biri yayla, beşte biri vâdi, onda biri tepeler, yüzde on
ikisi ise ovalıktır. Akarsuları doğu ve batıda farklı özelliklere sâhiptir. Çöl ve yüksek yaylaların
bulunduğu batı kesimindeki akarsular, daha çok yeraltı veya çorak havzalar hâlindedir. Doğu
bölgelerindeki akursular ise genellikle Pasifik Okyanusuna dökülür. Çin’deki zayıf akarsuların suladığı
topraklar yüzölçümünün beşte ikisini teşkil eder. En önemli akarsular, Doğu Çin bölgelerinde bulunur.
Kuzey doğudaki Mancurya bölgesinde Sungari-Lia Ho ve doğu bölgesinde Sarı Nehir (Huanghı), orta
kısımda Mâvi Nehir (Yang-tse kiang) ve güneyde İnci Irmağı (Şi-kiang) en önemli nehirlerdir. Doğu
bölgesindeki ırmaklar yön değiştirebilme özelliğine sâhiptirler. Eriyen kar sularıyla beslenmeler,
buharlaşma, kat ettikleri yoldaki çöl şartları bu nehirlerin debileri ve yönlerinin değişmesine etki eden
en büyük faktörlerdendir. Mâvi Nehir (Yang-tse kiang) 5552 km uzunluğuna sâhib olup, dünyânın
dördüncü uzun nehridir.
Batı Çin’de seyrek rastlanan akarsular göl havzalarında veya kıraç topraklarda yeraltı suları
halinde sona erer. Ülkenin iki büyük ırmağı olan Huang-Ho (4845 km) ve Yang-tse kiang, Tibet’te
doğar. Kuzeyde Moğolistan kısmında Huang-Ho Nehri ülkenin en önemli nehridir. Batıdaki tarım
havzasında birkaç küçük göl vardır. Moğolistan’daki tuz gölleri, doğu bölgelerdeki Tung-Ting, Pu-yang
ve Tai gölleri en önemli gölleridir. Ayrıca pekçok küçük göle (daha ziyâde doğuda) sâhip olmasına
rağmen, başka önemli gölü yoktur.
İklim
Güney kesimlerinde muson iklimi hâkim olan Çin’de, özellikle kuzeybatı kesimleri sert kara
ikliminin hüküm sürdüğü bölgelerdir. Kış mevsiminde Orta Asya üzerinde bulunan soğuk, kuru ve
yüksek basınçlı hava, karalardan denizlere doğru bir rüzgâra sebep olur. Yazın bu durum tam tersine
olarak meydana gelir. Denizlerden karalara doğru esen rüzgârlar hâliyle nemli olurlar. Doğu kesimleri
bilhassa yaz aylarında musonlar sebebiyle bol yağış alır. Batı kısımları yağış yönünden son derece fakir
bölgelerdir. Kuzeybatıda senelik 50 mm civarında olan yağış ortalaması, güneydoğu kesimlerinde 3000
mm gibi çok yüksek bir rakamı bulur. Mayıs ve ekim ayları arasında yağan yağmur, senelik miktarın
yaklaşık % 80’ini teşkil eder. Kuzey bölgelerinde temmuz ve ağustos ayları yağmur mevsimleridir.
Güneyde tropikal iklim sıcaklıklarına karşı kuzeyde kara iklimine uygun sıcaklıklar görülür. Yaz
mevsiminde kuzey ve güney bölgeleri hemen hemen aynı sıcaklığa sâhipken, kış aylarında sıcaklık farkı
35°C gibi büyük bir rakama ulaşır. Kuzey bölgesi, kışın sert kara iklimi sebebiyle soğuk bir kış mevsimi
yaşarken, güneyde ılıman bir ekvatoral iklim hüküm sürer. Güneydoğuda uzun ve sıcak yazlar, özellikle
Tibet ve Tsinghai platolarında ise çok uzun ve sert kışlar hüküm sürer. Burada yazlar aksine kısa ve
sıcak geçer.
Tabiî Kaynakları
İklim ve fizikî yapısının tabiî netîcesi olarak doğu bölgeleri ormanlarla kaplı, batısı ise çayırlık,
geniş olarak da çöl bitkileri ile kaplıdır. Ormanların kapladığı alan, toplam yüzölçümün yüzde onunu
teşkil eder. Güney kesimlerde tropikal ağaçların teşkil ettiği ormanlar kuzeye gidildikçe yaprak döken
ağaçlardan meydana gelir. Biraz daha kuzeye gidilince, ülkenin orta kesimlerine gelinir ki, buralarda
yaprak dökmeyen kozalaklı ağaçlar mevcuttur.
Kuzeyde, step ve çöl bitkileri hâkimdir. Güneybatıdaki Tibet soğuklarının bulundğu bölgede nâdir
rastlanan dağınık ve bodur bitkiler yetişir. Dünyâdaki hayvanlardan kuş türlerinin % 12’si, memeli
hayvan türlerinin % 10’u, balık türlerinin de % 9’u Çin’de yaşamaktadır. Pandalar ve semenderler
Çin’de yaşıyan ve dünyâda nesli tükenmekte olan hayvanlardır.
Mâdenler bakımından pek fazla zengin olduğu söylenemez. Mevcut zengin mâden yataklarının pek
çoğu ulaşım ve teknik imkânsızlıklar sebebiyle işletilememektedir. Ülkenin özellikle kuzey ve orta
kısımları demir üretiminde dünyâda ilk sıralarda yer almaktadır. Antimon ve tungsten üretiminde de
dünyâda ilk sırayı alan Çin, kalay üretiminde ise dünyâda ikinci sırada bulunmaktadır. Molibden, civa ve
bizmuttan başka az miktarda bakır, çinko, kurşun ile krom ve nikel vardır. Kalsiyum florür, grafit,
mağnezit, talk, tuz mineralleri, asbest ve baryum rezervlerinin yanısıra, kükürt ve fosfat da kayda
değer mâdenlerdendir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Çin nüfus bakımından dünyânın en kalabalık ülkesidir. Nüfûsun çoğu, sâhil bölgelerinde, delta ve
nehir vâdilerinde, Szechwan’ın merkez platosundaki münbit arâzilerde ve Kuzey Çin’in Büyük
Vâdisindeki ekilebilir arazide yerleşmişlerdir. Bu bölgelerde nüfûsu iki milyonun üzerinde birçok büyük
şehir merkezleri bulunmaktadır. Hükûmet nüfus kontrolü ile ilgili tedbirler almasına rağmen, yıllık nüfus
artışı 15 milyonun üzerindedir. Ülkenin tabiat şartları, nüfûsun, ülkenin her yanına eşit olarak dağılımını
engellemektedir. Nüfus yoğunluğu ortalaması 109’dur. Fakat bu ortalama yoğunluk olup, batıya doğru
yoğunluk azalır ve bir kilometre kareye bir kişiden daha az düşer. Çin’in nüfus yoğunluğu bakımından
en kalabalık bölgesi, büyük şehirlerin yığıldığı kuzey doğu bölgesidir. Bu bölge Çin topraklarının %
40’ını teşkil ettiği halde, nüfûsun % 90’ını barındırmaktadır. Burada nüfus yoğunluğu kilometrekare
başına 450 kişidir. Nüfûsun geri kalanı arâzinin % 60’lık bir bölümünde yaşarlar. Bu bölgelerin başında
Çinlilerin “Yeni Arâzi” (Sömürge) dedikleri Doğu Türkistan ile Tibet gelmektedir. Komünist idâre başa
geçtikten sona doğudan birçok Çinli bu bölgelere yerleştirilmiştir. Bilhassa çok kalabalık olan şehirlerde
geçim sıkıntısı sebebiyle kırsal bölgelere göçler yapılmaktadır. Komünist idâre 1960 yılından beri doğum
kontrolü, âile planlaması, kırsal bölgelere teşvik vb. tedbirler alınmasına rağmen nüfus hızla artmakta
ve nüfus problemi çözülemeyecek hâle gelmektedir.
Çin’in büyük nüfus artışı yeni bir mesele değildir. M.Ö birinci asırda Çin’in nüfûsu 50 milyon
civârındaydı. M.S. 1200 yıllarında 100 milyona çıkmıştı. 1368’de 65 milyona düşen nüfus, 1600
yıllarında 150 milyona, 1800 yıllarında 430 milyona fırlıyordu. Bugün 1 milyarın üzerine çıkmış
durumdadır. Dünyâ nüfusunun dörtte birini teşkil etmektedir. Ülkede senede 10 milyondan fazla evlilik
olmaktadır. Bu kadar büyük nüfûsu olan Çin’de 56 etnik grup vardır. Bu etnik grupların % 94’ünü
Hanlılar teşkil etmektedir. Hanlılar asıl Çinliler demektir. Türkçedeki Han Kağan ile alâkası yoktur. M.Ö.
202-220 yılları arasındaki Hun Hânedânından adını almaktadır. Diğer 55 etnik grup da azınlıkları teşkil
etmektedir. Başlıcaları:
Türkler: Çinlilerin işgâl ederek buradaki Türk devletinin varlığına son verdikleri Doğu Türkistan’da
oturmaktadırlar. Çoğunluğu Uygur Türkleri olup, Kazak, Özbek, Kırgız Türkleri burada bulunmakdadır.
Nüfûsu yaklaşık 19-20 milyondur. Bu bölge 1867 yılında kesin olarak Çin’in sömürgesi olmuştur. İslâm
dîni ve Türk gelenekleri yasaklanmış, câmiler ve medreseler kapatılmıştır. (Bkz. Türkistan)
Türklerden sonra gelen başlıca azınlıklar: Şuanglar, Hueiler, Tibetliler ve Moğollardır. Şuangların
nüfûsu 10 milyon kadar olup, Orta Çin’in güney kesimlerinde, Kuang-si Şuang eyâletinde
yaşamaktadırlar.
Tibetliler: Nüfûsü 4 milyon kadar olup, Yüksek Tibet yaylalarında dağınık bir şekilde
yaşamaktadırlar.
Huei’ler: Ning-hsia-huei eyâletinde yaşamaktadırlar. 5 milyon civârında nüfusları vardır.
Moğollar: İç Moğolistan’da yaşamakta olup, iki milyon civârında nüfusları vardır.
Çin’de Sina-Tibet dil âilesine bağlı çeşitli lehçeler konuşulur. Ancak resmî dil Kuzey Çin’in
konuştuğu Mandarin lehçesidir. Bölgelere göre lehçeler değişmekte ve farklı telaffuzlar ile mânâ
bozulmaktadır. Ancak kullanılan yazı dili herkes tarafından anlaşılmaktadır. Çincede harfler heceyi
gösterdiğinden dolayı, 4 binden fazla harf vardır. Son zamanlarda bu sayı indirilmeye çalışılmaktadır.
Azınlıklar ise kendi aralarında kendi dillerini kullanmaktadırlar. Çin’in resmî bir dîni yoktur. Ancak halk
Taoizm, Konfüçyonizm, Budizm, İslâm, az miktarda Hıristiyan dînine mensupturlar.
Halkın başlıca gıdâları arasında kuzeyde buğday, güneyde pirinç ve çeşitli sebzeler ile balık başta
gelir. Halk yakın zamâna kadar geleneksel âile düzenini muhâfaza etmekteydi. Âileler birçok akrâbaları
ile berâber yaşamaktadırlar. Komünist idâre bunları komünlere dönüştürmektedir. Halkın eğlencelerinin
başında uçurtma uçurtmak, millî geçit törenlerinde yapılan ateş oyunları ve kukla ejderler ile güreş
başta gelmektedir. Son senelerde dünyâya yayılan Kung-fu sporu da buradan çıkmıştır. Çin son
zamanlarda milletlerarası spor müsâbakalarına katılmaktadır. Haberleşme tamâmen komünist idârenin
kontrolü altındadır.
Çin eski târihlerde birçok önemli teknolojiye beşiklik yapmıştır. Bunların başında porselen, kâğıt
yapımı, demir dökümü, blok baskı, barut ve mağnetik âletleri sayabiliriz. Günümüzde ise Çin üçüncü
süper güç hâline gelmiş bulunmaktadır. Bloksuz ülkeler safında yer alır.
Eğitim, komünist idâre tarafından rejimin maksadına uygun olarak düzenlenmektedir. Diğer
komünist ülkelerden farklı olarak iş okulları da kurulmuştur. Önemli şehirleri: Pekin, (başşehir),
Şanghay, Tientsin, Kanton, Shenyan, Wu-han, Urumçi’dir.
Siyasî Hayat
20 Eylül 1954 târihli bir anayasa ile komünizm idâresi kurulmuştur. İktidara ülkenin tek siyâsî
partisi olan Komünist Parti hâkimdir. Ülkede yaşama ve yönetim 1227 üyeli senede bir defa toplanan
Milli Halk Kongresinin elindedir. Seçmen yaşı 18’dir. Senede bir gün toplanan Millî Halk Kongresinin
yürütme meclisi olan Dâimî Komisyon veya Devlet Meclisi, Kongre üyeleri tarafından kendi aralarından
seçilen bir başkan, 13 temsilci, bir genel sekreter ve 65 milletvekilinden teşekkül eder. Yürütme yetkisi
başbakan, 12 temsilci, 32 bakan veya bakan seviyesindeki komisyon başkanları ve genel sekreterden
teşekkül eden hükûmete âittir. Yürütmenin bir kolu olan devlet başkanı kongre tarafından dört yıl için
seçilir. İdârî bakımdan 28 eyâlete ayrılmış olup, bunların 5’ini muhtar eyâlet, 21’ini eyâlet ve 2’sini de
birer şehir olan iller teşkil eder.
Ekonomi
Tarım: Ekonomik bakımdan az gelişmiş, fakir ve dolayısıyla refah seviyesi çok düşük bir ülkedir.
Çin için büyük sıfatı, nüfusunun ve topraklarının çokluğu sebebiyle kullanılmaktadır. Ekonomisi esas
itbâriyle tarıma dayalı olan ülkede, komünizm idârelerinin her yerde uyguladığı gibi, arâzi, tarım
araçları, fabrika, işletmeler tamâmen devlete âittir. Ülke yüzölçümüne nisbeten az olan ekime elverişli
topraklarda ürettiği besin miktarı bakımından dünyâda başta gelen ülkelerden olmasına rağmen kendi
ihtiyâcını karşılayamaz. Yetişen önemli tarım ürünlerinden pirinç, mısır, arpa, darı, soya fasulyesi,
susam, fıstık, ceviz, şekerkamışı, tütün başta gelmektedir. Her çeşit meyvenin yetiştirildiği ülkede
pamuk, kenevir, kayda değer tarım ürünlerindendir.
Ormancılık: Orman ürünleri oldukça fazla olup, bu hususta dünyânın önde gelen ülkelerindendir.
Dünyâ devletlerine nisbeten üretim çok olmasına rağmen, kendi ihtiyâcını karşılamaya yetmez. Bu
sebepten köylerde kereste yerine bambu ağaçları kullanılmaktadır.
Hayvancılık: Kuzey ve kuzeybatıdaki step bölgelerde daha yaygındır. Küçük ve büyükbaş
hayvanlardan, at, deve, eşek en çok yetiştirilen hayvanlardandır. Doğu Türkistan, Şing-Hay ve İç
Moğolistan’daki halkın geçim kaynağı hayvancılıktır.
Çin denizlerinde 1500’den fazla balık çeşidi bulunur. Senede ortalama 8.5 milyon ton civârındaki
balık, ülke hakının en önemli protein kaynağıdır.
Pek fazla zengin olmayan mâden kaynakları çok iptidâî olan teknoloji sebebiyle yeteri kadar
işletilememektedir. Ürettiği petrol, ülke ihtiyâcını karşıladığı gibi ihraç da edilir. Halkının refah seviyesi,
son derece düşük olmasına rağmen, yapılan yatırımlar, nükleer bomba, sun’î peyk, bilgisayar, askerî
araç ve gereç îmâli yönünde yapılmaktadır. Bu yöndeki sanâyi yatırımlarında büyük ölçüde dış yardım
kullanılmaktadır. El sanatları dünyâca meşhur olan bir ülkedir. Bilhassa ipekçilik, porselencilik,
oymacılık ve benzeri el sanatları son derece ileridedir.
Ticâretinde, ithâlâtı ihrâcatından daha önemlidir. Pamuk, çay, ipek, porselen ihraç ettiği ürünlerin
başında gelir. İthal ettiği malların başında ise makina ve sanâyi mâmülleri ile buğday ve diğer gıdâ
maddeleri yer alır.
Ulaşım: Çin’de kara ve demiryolu ulaşımına büyük önem verilmiştir. 982.243 km’yi bulan
karayolunun % 83’ü asfalttır. Küçük üretim birimlerine bağlanan yerel hatlarla birlikte demiryollarının
uzunluğu 64.960 km’yi bulmaktadır. Akarsuların büyük bir kısmında ulaşım yapılabilmektedir. En işlek
akarsuları Yongtzo, X’i Huai ve Huang ırmaklarıdır. Uzun bir deniz kıyısı olan Çin’in 20 kadar açık deniz
limanı vardır. Engebeli bir arâziye sâhip olan Çin’de en uygun ulaşım hava yoludur. Ülke çapında 80
hava alanı vardır.
ÇİN SEDDİ
Alm. Grosse Nouer, Chinesische Mauer, Fr. La Grande Muraille de Chine, İng. Great Wall. M. Ö.
221-210 yılları arasında, Çin İmparatoru Si-Huangti tarafından yaptırılan sed, Sarı Denizin kuzeyindeki
Liaotung Körfezi kıyılarından başlar, dağları ve boyun noktalarını tâkib ederek Kansu eyâletine kadar
devâm eder. 5000 km uzunluğunda ve 5-10 m yüksekliğinde, 5-8 m genişliğinde, kalın ve yüksek
duvarlardan ibâret olan bu surların üstünde her 200 adımda bir 12 m yüksekliğinde kuleler bulunur.
Ayrıca başlıca karayollarına tesâdüf eden geçit yerlerinde de 40 kadar âbidevî kapısı vardır. Çinliler Türk
ve Moğolların istilâsından korktuğu için bu seddi yapmışlardır. Bu seddin yapılmasına rağmen Türk ve
Moğolların akınlarıyla Çin ülkesi istilâ edilmiştir ve Çinliler yapılan saldırıları engelleyememişlerdir. M.Ö.
211 senesinde Hun Türkleri tarafından aşılan Çin Seddi, ikinci defâ 1644’teki Mançu istilâsında da
aşılmıştır. Çin mîmârlığının en eski ve büyük eseridir. On beş ve on altıncı asırlarda önemli tâmir gören
Çin Seddi günümüzde turistlerin çok ilgisini çekmektedir.
ÇİNAKOP (Temmodon Saltator)
Alm. Blauffisch, Fr. Temnodon sauteur, İng. Bluefish. Lüferin 10-15 santimetrelik orta boylu
olanlarına verilen ad. Beyaz etli olup, az yağlıdır. Izgarası makbul olup, 100 gramının besin değeri 137
kaloridir. Türk denizlerinde bol avlanır. (Bkz. Lüfer)
ÇİNGENELER
Alm. Zigeuner (pl.), Fr. Bohemiens, 2. Tzganes tzigaris (pl.), İng. The Gypsies. Hemen hemen
dünyânın her yerine dağılmış bulunan ve göçebe hayâtı sürdüren bir kavim. Bâzı âlimlere göre
çingenelerin menşei Hindistan olup, M.S. 9. yüzyılda buradan yayıldıkları söylenir. Ana yurtlarından
ayrılan çingeneler iki ayrı kolda yayılmıştır. Birincisi Rusya’ya, Avrupa’nın güneydoğusuna ve orta
kısımlarına; ikincisi Suriye, Filistin, Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya gitmişler ve burada kalabalık bir
nüfus meydana getirmişlerdir.
Çingeneler 13 ve14. yüzyılda çeşitli bölgelerde büyük gruplar hâline gelmişler; 1322’de Girit’te,
1347’de Korfa’da, 1417’de Romanya’da, İngiltere’de, Macaristan’da, Almanya’da, 1471’de ise İsviçre’de
görülmüşlerdir. Çingenelere; Arabîde Gacarî, Fransa’da Tsigunes, Yunanlılar’da Atbinganoi,
Macaristan’da Chiganz, İtalya’da Zingasi, Almanya’da Zigenner, İngiltere’de Gypsy, İspanya’da Gitona,
Romanya’da Faraon, Rusya’da Tsigan isimleri verilir. Doğu Anadolu’da Karaçi, Boşa isimleri de verilir.
Avrupa’daki çingenelerin dili Hint’deki Sayayan ve Dolamanların diline benzer, Ön Asya’ya
yerleşenlerde Sâmi dillerini, Hint ve Avrupa dillerini kullananlara rastlanır. Bulundukları ülkenin dillerini
de bilirler. “O Del” veya “O Beng” gibi tanrılara inanırlar. İslâm dînini ve Hıristiyanlığı kabul edenler de
vardır. Çingeneler geldikleri yer olan Hintlilere benzer. Kara saçlı, kara gözlü, tenleri koyu esmer veya
kumraldırlar.
Çingeneler genellikle çadırlarda göçebe hayâtı yaşar. Avrupa’nın bâzı bölgelerinde ise mesken
olarak çadırlı arabaları tercih ederler. Kış mevsiminde şehir yakınlarına toplanırlar. Çingeneler kendi
aralarında kabîle veya soylara ayrılırlar. Her kabîlenin gidilecek yerleri, yapılacak işleri tanzim eden bir
reisi ve anası bulunur. Çingeneler bir evli olup, çok çocukludurlar. Çocuklarını her türlü hayat şartlarına
alıştırırlar. Hattâ küçük çocukları soğuğa alışıp çeliklenmesi için, soğuk suyun içerisine sık sık sokup
çıkarırlar. Kendi aralarında suçluya para cezâsı verirler veya kabîle içerisinden kovarak yalnız yaşamaya
sevk ederler.
Çoğu zaman bir araya gelen çingeneler aralarındaki anlaşmazlık yüzünden birbirlerine girerler ve
kavgaları günlerce devâm eder. Göçebe hâlinde yaşayan çingenelerin erkekleri gözer, kalbur, elek,
sepet, maşa, kürek gibi âletleri yapar, kadınları da dolaşıp bunları satar. Yaşlı kadınları fala bakar.
Bâzıları bulundukları yerde zurna ve davul çalıp oynar.
Osmanlılar zamânında İstanbul’daki çingeneler, ahlâksızlıklarıyla halkı rahatsız ettikleri için
Anadolu’ya sürülür, gittikleri yerlerde aynı ahlâksızlıkları devâm ettirdikleri için şiddetli cezâlara
çarptırılırlardı.
ÇİNİ ve ÇİNİCİLİK
Alm. Fayencekunst, Majolikaarbeit, Keramik (f), Fr. Faincerie, ceramique, İng. Ceramic Tile. Aslı
toprak olan, üzeri sırlanarak çeşitli şekillerle nakışlanıp, pişirilmek sûretiyle, meydana getirilen bir sanat
eseri ve bunu gerçekleştirme sanatı. Başka bir ifâdeyle çini, porselen ve kaolin’in özel olarak
pişirilmesiyle elde edilen seramik ve fayans işlerine denir. Bugünkü Türkistan, Orta Asya ve İran’da ise,
“sertleşmiş Toprak” anlamına gelen ve “Kâşî” diye adlandırılan çini, porselen ve fayansların ilk defâ
Çin’den getirilmiş olmasından dolayı, “Çin işi” anlamında ortaya çıkmış bir kelimedir. Çin’de bu sanatın
şâheser örneklerini veren büyük ustalar yetişmiştir.
Çinicilik pek eski olup, târih bakımından tâ Asurlular zamânına varan bir doğu sanatıdır. Orta
Asya’da Turfan, Aşkar ve Koça bölgelerinde yapılan araştırmalarda, nefis Türk çini ve resimlerinin ele
geçirilmiş olması, Türlerin çok eski devirlerde, 8. yüzyıldan önce, bu sanat dalında da ne kadar ileri
gitmiş olduklarını göstermektedir.
Orta Asya’dan itibâren asırlar boyu âbideleşen Müslüman-Türk sanat eserlerinin tezyinâtında,
Güzel Sanatların çeşitli dallarından faydalanılmış, bu arada çini ve çinicilik sanatının şâheser örnekleri
sergilenmiştir.
Türklerde çinicilik: İlk olarak Türkler, Orta Asya’da çini îmâl etmişlerdir. Orta Asya’daki Kâşân
şehrinden dolayı çiniye “Kâşî” denildiği bilinmektedir. Kâşân şehrinde yapılan kazılarda bulunan fırın
artıkları ve parça çiniler gösteriyor ki, çini, Türkler tarafındn bir sanat olarak değerlendirilmiş ve
birbirinden güzel eserler verilmiştir.
Orta Asya’daki Hunlar, Karahanlılar, Uygurlar, Gazneliler çini ve seramik sanatını kitâbelerde ve
binâlarda yapı malzemesi olarak kullanmışlardır. Aralarında ihtilaflar olmasına rağmen Türkler genellikle
aynı sanat anlayışı ve üslûp içinde yapmışlardır. Mengüçler, Selçuklular, Eratnaoğulları,
Germiyanoğulları, Karamanoğulları ile Ramazanoğullarına âit eserlerde teknik ve desen bakımından
birçok benzerlikler bunu açıkça meydana koymuştur.
Türk Boyları yapmış oldukları eserlerde cephe kaplanması olarak sırlı tuğlayı kullanmışlardır.
İslâmiyet öncesi Türk toplulukları içinde seramik san’atı Göktürklerle berâber Kırgız Türklerinde de
görülmektedir. Kırgız seramikleri mâdenî kapkacağın taklididir. Bu seramikler üzerindeki çalışmalar
M.S. 1209’da Kırgızlar ile birlikte Moğollarda da son bulur. Türk kavimleri içinde Karluklar özel bir yer
tutar. Tek renkli Karluk çini ve seramiklerinde insan ve hayvan figürlerine geniş yer verildiği dokuz ve
onuncu yüzyılda görülmüştür. Daha sonra Samanoğullarının elinde İslâmî dekorlar işlenmiştir. Anadolu;
Samanoğulları, Abbâsîler, Karahasanlılar, Gazneliler, Fâtımîler ve özellikle Selçuklular devirlerinde çini
ve seramik sanatının en çok yapıldığı yer olmuştur. Orta Asya’dan gelen Selçuklular 1037 târihinde
Sûriye’yi almakla yeni bir stil geliştirmişlerdir. Selçuklular îmâlâtta birkaç değişiklik yaparak çini mozaik
îmâl etmişlerdir. Bunun yanında ayrıca kitâbeler ve pano bordürleri, üçgen, dörtgen ve kabartma
çinilerle mezâr kitâbeleri yazmışlardır. Bu îmâlâtta siyah, beyaz, türkuvaz, koyumâvi renklerde yaldız
çok kullanılmıştır. Çini merkezleri olarak, Konya, Sivas Tokat en önemlileridir. Osmanlılar döneminde
buralar merkez olmaktan çıkıp, yerini İznik ve Kütahya’ya bırakmıştır.
İlk gelişmiş Türk çinisi örnekleri 13. yüzyılda Kılıçarslan’ın Konya’daki sarayında görülmektedir.
Selçuklu mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi, Osmanlı çinilerine bir başlangıç olmuştur.
Bu durum Osmanlılar devrinde renk ve desenlerin artışıyla devâm etti. İznik, Osmanlı Devletinin
kuruluş yıllarında çiniciliğin merkezi olmuştur.
Osmanlı çini sanatının şâhâne üslûbu, Bursa’da Yeşil Câmi ve türbe ile başlar (1421-24). Yine
Osmanlı çini sanatının getirdiği ilk büyük yenilik çok renkli sır tekniği olmuştur. Diğer bir yenilik ise sır
altı tekniği ile yapılan mâvi-beyaz çinilerdir.
On dört ve on beşinci yüzyılda yapılan en büyük kısmı mâvî ve beyaz renkte olan Kütahya çinileri
ile ilk “Haliç çinisi” mâmüllerine, Bursa’da Sultân Mustafa Türbesi, Yeşil Türbe ve Cem Sultân Türbesi ile
Edirne’de İkinci Murad Câmiinde rastlanır.
On altıncı yüzyılda ise sırlı ve renkli duvar çinilerine rastlanmaktadır. İstanbul’da renkli sır
tekniğinde yapılan çinilerin ilk örnekleri, 1522-1523 yılları arasında inşâ edilen Yavuz Sultan Selim
Câmii ve Türbesindedir. Bu çeşit çinilerin son şâheserleri, İstanbul Şehzâdebaşı’ndaki Şehzâde Mehmed
Türbesini (1548) süslemektedir. Ayrıca Hadice Sultan Türbesi ve Haseki Hürrem Sultan Medresesinin
duvar çinileri bunlardandır.
1550’li yıllardan sonra renkli çini tekniği terkedilmiş ve çini sanatında sıraltı tekniği hâkim
olmuştur. İkinci ve en büyük üslûbtaki çiniler, ilk olarak Süleymâniye Câmiinin (1557) kıble duvarını
süslemekte kullanılmıştır. Yine bu dönemde yapılan Rüstem Paşa Câmiinin (1561) çinilerinde 41 çeşit
lüle motifi vardır. Ayrıca çinicilik sanatında bir çığır açan üstün kaliteli bu çiniler, bugün İstanbul’da
Kânûnî Sultan Süleymân Türbesi (1566), Sokullu Mehmed Paşa Câmii (1572), Piyâle Paşa Câmii (1574)
ile Topkapı Sarayı’ndaki Üçüncü Murâd Han Dâiresinin duvarlarını süslemektedir.
On altıncı yüzyıl, Osmanlı çinicilik sanatının en yüksek seviyeye eriştiği devredir. İznik
atölyelerinin büyük bir teknik başarısı olan kabarık parlak mercan kırmızısının çinilerde kullanılması bu
zamanda gerçekleşti. Fîrûze, mâvi, koyu bir tatlı yeşil, kırmızı, açık lâcivert, beyaz ve bâzan görülen
siyah olarak yedi rengin bu çinilerde sır altına tatbiki, dünyâ çini sanatında benzeri görülmemiş bir
teknik gelişmedir. Bu devir çinilerinde kullanılan motiflerde, karanfil, sümbül, lâle, şakâyık, nar çiçeği,
bahar yâni çiçek, açmış erik ve kiraz dalları ile, artık tamâmiyle tabiî örnekler hâkimdir. Hançer gibi
kıvrılan iri yeşil yapraklar, çiçeklerin arasını doldurmaktadır. 1600 târihinde yapılan Sultan Üçüncü
Murad türbesiyle bu büyük üslûbun devri de kapanır.
İstanbul’da Tekfur Sarayında 1725’ten sonra bir çini atölyesi kurulmuş ve Sultan Ahmed Çeşmesi
ile Hekimoğlu Ali Paşa Câmii bu çinilerle süslenmiştir. Fakat bu atölyenin de ömrü uzun olmamıştır.
Sâdece Kütahya atölyeleri günümüze kadar varlığını devâm ettirebilmiştir.
İslâm seramiklerinin önemli bir merkezi 833-884 târihlerinde kurulan Samarra şehridir. Perdah
tekniği ile yapılan ilk seramikler, Samarra’da ortaya çıkmıştır. Plaka çini yapımı ilk defâ burada
gerçekleştirilmiştir. İslâm seramik sanatının çok çeşitli kalite ve formda zengin örneklerini Selçuklularda
fîrûze, yeşil, kobalt, mâvisi, kahverengi, renkli ve transperent sırlı örnekler çok bol bir şekilde
görülmektedir. Anadolu seramikleri arasında İslâm seramik sanatının geleneksel kırmızı hamurlu
gevşek hamur yapısında vazo, sürâhî, kâse ve büyük küpler yapıldığı görülür.
Ne yazık ki, bu çok değerli güzel sanat dalı 17. yüzyıl başından itibâren, gerilemeye, sonra da
sönmeye yüz tutmuş ve çini yapımevleri peşpeşe kapanmıştır.
Muhteşem devirler yaşayan Türk çinicilik sanatı, eski gücünden çok şey kaybetmiş olmasına
rağmen, bugün de hayâtiyetini sürdürme gayreti içerisindedir.
Günümüzde çinicilik Kütahya başta olmak üzere Çanakkale, İzmit, İstanbul gibi illerimizde
yapılmaktadır. Artık iptidâî usüller yavaş yavaş bırakılarak teknolojiden faydalanılmaktadır. Ayrıca
Kütahya’da Türk-Alman işbirliği ile “Çini-Koop” adı altında bir tesis kurulmuştur. 1980 yılında temeli
atılıp, 1982 yılında faâliyete geçen tesiste modern cihazlar ve laboratuvar bulunmaktadır. Yılda
ortalama 1000 ton çini çamuru, 160 ton sırça, 6 ton boya, ayrıca günlük kapasitesi 7200-7500
civârında olan tam otomatik karopresi (plâka çini) üretilmektedir. Bunlardan ayrı olarak Anadolu
Üniversitesine bağlı Meslek Yüksek Okulunda Seramik Bölümü açılmıştır. Beş aylık çini kursları açılarak
yeni yetişen elemanların ve çinicilerin daha da bilgili olmaları sağlanmakta, böylece çini ve
seramikçiliğin gelişmesine çalışılmaktadır. Kütahya’ da bulunan bir çini atölyesi ihrâcâta dönük iş
yapmakta, talep çokluğundan piyasaya mal yetiştirememektedir.
Çini yapımı hazırlanışı: Çini yapmak için ilk önce çini hamuru elde etmek gerekmektedir. Çini
çamuru: Kaolin, tebeşir, kil-maya karıştırılarak hazırlanır. Ögütmek için değirmenlere verilir. Motor veya
kol kuvveti ile sulu değirmenlerde iyice çalkalanırlar. Mâyi, pütürsüz hâle gelince ince bakır tel elekten
süzülerek alınır. Daha sonra bez elekten geçirilir. Çini çamuru burada koyu boza kıvâmında olur. Bu
çamurun bir kısmı döküm atölyelerine gönderilerek burada kullanılırlar. Bir kısmı çinici tornasına (çark)
göndermek için süspansiyon haldeki çamurun içine kuru alçı, tuğla parçaları atılır veya alçı
tencerelerine konarak nemi büyük ölçüde düşürülür. Günümüzde bu işlem “Filter Pres” denilen makina
tekniğinden faydalanılmakta ve çini çamuru istenilen nemde çıkarılmaktadır. İşlenecek hâle gelen çini
çamuru Çark, Kalıp, Pres atölyesine gönderilir. Çark atölyesinde ustalar yılların verdiği alışkanlık ve
mahâretle çamura istedikleri şekli verirler. Burada her şey ustanın tecrübesinde ve ustalığındadır. Kalıp
atölyesine gelen çini çamurları belirli kalıplar üzerine bastırılarak yayılır. Kalıp uçları dönen kalıba
yaklaştırılarak şekil verdirilir. Pres atölyesine gidecek olanlar kurutma tünellerinden geçirilerek veya
dışarıda bırakılarak kurutulurlar. Kuruyan çini çamuru kuru öğütücülere gönderilerek burada tekrar
öğütülürler. Öğütülen hammadde nemlendirilerek hidrolik preslerde sıkıştırılıp basılarak plâka çini elde
edilir. Daha beyaz ve çini yüzeyinin düzgün olması için astar çekilir. Bu işlem püskürtme tabancası veya
fırça ile tatbik edilir. Astar çekildikten sonra kurutularak “birinci bisküvi pişirimi” denen fırınlamadan
geçirilir. Bu fırınlama 930-950°C’de gerçekleştirilir.
Fırından alınan çini ve seramiklerin bozuk ve çatlağı ayrılarak kalan parçaların tozdan arındırılması
için temiz sert bir fırça ile fırçalanır ve kurutulur. Temizlenen parçalar üzerinde süsleme yapılacak ise;
istenen motif ve kompozisyonlar ince kâğıt üzerine çizilerek buralar bir iğne vâsıtasıyle delinir.
Mâmülün üzerine konarak odun kömür tozu sürülür. Kömür tozu ile belirlenen yerler siyah boya ile
çizilir. Çizme işlemini yapan fırça, özel olarak merkep kılından yapılır. Renklenecek yerler mâdenî
boyalar ile boyanarak sırlama ünitesine gönderilir. Sırça ile iyice kaplanan çini ve seramikler 950°C’de
fırında ısıtılır. Ateşhâne kısmında, sıcaklık 1200-1250 °C civârında bulunur. Fırındaki özel rafların
üzerine konan çinilerin olup olmadığını anlamak için çeşni deliği denilen özel deliklerden bakılır. Fırından
çıkarılan çinilerin bozukları ayrılarak diğerleri ambalajlanır ve satışa sunulur.
ÇİNİLİ CÂMİ
Üsküdar Nuhkuyusu Caddesi Çinili Mescid Sokağındaki câmi. İki avlu kapısı olan câminin, kuzey
kapısının üstünde şâir Fevzî’nin on iki mısralık târih manzumesi vardır.
Câmi, mektep, çeşme, sebil, hamam ve dâr-ül-kurrâdan meydana gelen külliye, Sultan Birinci
Ahmed Hanın zevcesi, Dördüncü Murad Hanın ve Sultan İbrâhim’in vâlidesi Kösem Mahpeyker Vâlide
Sultan tarafından, 1640-41’de yaptırılmıştır. Mîmârı, diplomatlığı ile de meşhur olan Kâsım Ağadır.
Câminin avlusunda sekiz sütunlu bir kubbenin altında mermer şebekeli şadırvan bulunmaktadır.
Üç tarafını yirmi mermer sütunlu bir saçak örtmektedir. Muntazam kesme taşla yapılan câminin
minâresinin şerefe altında akant yapraklarından süsler mevcuttur. Birkaç basamakla çıkılan son cemâat
yeri çinilerle kaplıdır. Ancak bunların çoğu alınmış ve yerlerine başka başka çiniler oturtulmuştur.
Câmi kapısının üstünde iki satır hâlinde sülüs yazı ile şâir Himmet’in târih manzûmesi vardır. Câmi
tek ve sağır kubbelidir. İçi, kubbe kasnağına kadar, Sinan Mektebi devrinin muhteşem çinileriyle
kaplıdır. Milletlerarası süsleme târihinde önemli bir yer alan câminin çinileri incelendiğinde, Osmanlı
Türklerinin ilk çinicilik devrinin, 16. yüzyılın ilk yarısına kadar devâm ettiği ve ikinci yarısından sonra
renk ve desen bakımından büyük bir tekâmüle eriştiği görülür. Bu câmideki çinilerde beyaz, siyah,
kırmızı renklerde, karanfil, lâle, gül, erik çiçeği ve papatyaların ahenkli birleşmesi göze çarpar.
Taş işçiliğinin bütün inceliklerini toplayan minberin külâhı Kadırga’daki Sokullu Câmiinde olduğu
gibi tamâmen çini ile kaplıdır Câminin çöken son cemâat yeri ile medresesinin tâmiri sırasında, büyük
gelen çerçeveleri yerine oturtmak için pencere altında dolaşan, muhteşem çini pano, keser darbesiyle
parçalanmıştır.
Mihrabın içi tamâmen çini kaplıydı. Mihrapta, sağındaki çini yazılardan “besmele” yazılı olanı
tamâmen, mihrabın solundaki sıradan da iki parça vaktiyle çalınmıştır. Pencere kapakları üzerinde
Kasîde-i Bürde yazılıdır.
ÇİNİLİ KÖŞK
İstanbul’un Sarayburnu’nda Topkapı Sarayı çevresi içinde, Arkeoloji Müzesi karşısında bulunan
Fâtih devrinden kalan önemli bir yapı. Sırça Köşk, Sırça Saray olarak da tanınan, 1473 yılında yapılmış
olan bu köşk, köşegenvâri plânlı, eyvanlı, hareketli örtü sistemine sâhip bulunan bir yapıdır. Yapıdaki
zengin çini ile bezemeler, Fâtih devrinde bu işe verilen önemi göstermektedir.
Şüphesiz Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı devrinde yapılan bütün köşk ve sarayların hepsi bu
sınırlar içinde kalmıyor. Yıkılmış olanların dışında, belirli bir oranda varlıklarını koruyan örnekler de
bulunmaktadır. Özellikle Alanya ve çevresinde karşımıza çıkan köşkler bu durumu isbatlamaktadır.
Dursun Bey, Çinili köşk için; “Tavr-ı Ekâsire üzre bir sırça sarây-ı can- feza...” târifini kullanmıştır;
yâni, Kisrâlar tarzına uygun bir sırçalı, çinili saraydır, der. Kisrâ Tarzı tâbirinden herhâlde Bağdat
yakınında Selman Pâk’ta olan adıyla sanıyla Tâk-ı Kisrâ’yı kasdetmiş olsa gerektir. Kisrâ adı da
Sâsânilere kadar olan İran hükümdarlarına verilir. Onların yapıları içinde tonozlu, eyvanlı olan yalnız bu
olduğundan, mevzûbahis ettiği odur. Tâk-ı Kisrâ pek kocaman büyük tonozlu, çok katlı bir saraydır.
Çinili Köşkte de eyvan vardır. Fakat insan ölçüsünden az derin ve zariftir. Köşkün dört iç eyvanı ve
bunları birleştiren tek bir kubbesi, köşelerde dört, mihverde bir olmak üzere beş odası vardır. Odaların
geride olan ikisi daha basit tutumlu, hizmete mahsus yerlerdir. Birisinde bodruma inen merdiven vardır.
Asıl odalar önde olan üç tânedir. Bunlar birbirinden çok başka renk ve şekillerde, bir kısmı yaldızlı
hârikulâde çinilerle kaplıdır. Orta odanın kubbesinin ve köşeliklerinin alçı tezyinâtı emsalsizdir. Binâ Eski
Eser Müzesi yapıldığı zaman ara duvar sökülmüş, iki taraf birleşmiştir. Son tâmirde bu duvar ihyâ
edilmiş olmakla berâber, dış eyvanı örten camekân yerinde bırakılmıştır. Bütün eyvanlar gibi, açıkta
olanlar da çini kaplıdır.
Bodrumun yalnız Gülhâne Parkı tarafı açıktır. Üç tarafı toprağa gömülüdür. Bu sebeple üç tarafa
boş dehlizler yapılarak su ve rutûbete karşı odalar muhâfaza altına alınmışdır. Köşkün giriş cephesinde
dar bir ara katı çıkarılmıştır. Binânın üstü aslında taraçadır. İçlerde olduğu gibi, revak cephesi ve eyvan,
nefis çinilerle kaplıdır. Bu kısmın çinileri daha ziyâde kesme mozayiktir; içdekiler levha hâlindedir.
Çinili Köşk tam bir zevk ve safâ mekânı olup, dört evyanlı Türk plânında, nev’i şahsına münhasır
bir yapıdır. Noksansız bir Osmanlı Türk zevkini temsil eder. İleride İran’ın Safevî köşklerinde misâl teşkil
etmiş ve çini kaplamada da mozayik usûlünün tatbik edildiği son binâ bu olmuştur.
ÇİNKO
Alm. Zink (n), Fr. Zinc (m), İng. Zinc. Gümüş gibi beyaz renkte olan metalik bir element.
Târihi
Çinko hakkındaki doğru bilgiler ancak son 200 yılda öğrenilmiştir. Bunun sebebi çinkonun çok aktif
bir element oluşu ve bunun sonucu olarak filizlerinin metabolik bir hâle dönüştürülmesindeki
zorluklardır. Çinko 2000 yıl önceleri bile Romalılar ve bâzı Ortadoğu ile Uzakdoğu medeniyetleri
tarafından pirincin (sarı) bir bileşimi olarak kullanılmıştır. Ancak çok uzun yıllar sonra bunun ayrı bir
metal olduğu tesbit edildi. Philippus Aurealus Paracelsus (1493-1541) kurşun-gümüş eritme fırınlarında
üretilen bir maddeyi sahte bakır addederek çinko (zinc) ismini verdi. 1721’de Alman Johann Friedrich
Henckel (1679-1744) çinkoyu ayırdı. Böylece batı dünyâsı bu târihi, çinkonun keşfi târihi olarak kabul
etti. Elementel çinko 3000 yıldan önce Çin ve muhtemelen Hindistan’da kullanılmıştır. Yine şüphesiz
bâzı doğu kaynaklı işleme bilgileri İngiltere’ye ulaşmış ve 1740’ta Wiliam Champion, Bristol’da çinkoyu
eritmeye başlamıştı. Mamafih ancak 1907’de ilk başarılı operasyon Belçika’da yapıldı. Çinko ilk olarak
Amerika Birleşik Devletlerinde 1935 yılında New Jersey cevherinden üretildi.
Özellikleri: Kimyâda Zn sembolüyle gösterilen çinko, periyodik sistemin IIB elementlerindendir.
Bileşiklerinde +2 değerliklidir. Atom numarası 30, atom ağırlığı 65.37, yoğunluğu 7.133 gr/cm3, erime
noktası 419.5 °C, kaynama noktası 906 °C, spesifik ısısı 0.092 cal/gr/derece’dir. İzotopları 64Zn
(%50.9), 66Zn (% 27.3), 67Zn (%13.9), 68Zn (% 17.4) 70Zn (% 0.5)dir. Oda sıcaklığında ihtivâ ettiği
demire bağlı olarak büküm işleri için kırılgandır. Biraz yüksek sıcaklıkta işlenebilirliği çok iyidir. Çinko
aktif olduğu için asid ve kuvvetli bazlarla reaksiyon verir. Anfoter metaldir.
Zn+H2 SO4 ZnSO4+H2
Zn+2Na OH Na2 ZnO2+H2
Kendisinden pasif olan metal tuzlarında çözünür, iyonu serbest hâle geçer. Çinko oda sıcaklığında
havadan pek etkilenmez. Fakat 225 °C’nin üstünde oksidasyonu hızlıdır. Rutûbetli havada
oksitlendiğinde üzerinde filim tabakası hâlinde bazik karbonat (ZnCO3Zn (OH)2) meydana gelir ki,
bunun koruyucu özelliği çinkonun çürümesini önler.
Tabiatta bulunuşu: Yer kabuğunun tahmînî olarak % 0.013’ünü teşkil eden çinko tabiatta çok
dağılmış olarak bulunur. Volkanik kayaların hemen hemen hepsinde bulunur. Tabiatta serbest halde
bulunmayan çinkonun en önemli minerali çinko blendi denilen sfalerettir. (Zn S) çinko metalinin en az
% 90’ı bu mineralden elde edilir. Diğer mineralleri çinko sülfat (gaslârıt) (Zn SO4. 7H2 O), çinko spatı
(kalamin), (Zn CO3) (Buna simitsonit de denir). Willemit (Zn2 SiO4), franlinit (Fe, Zn, Mn) (Fe
Mn)2O4 zinkit (ZnO)tir. Çinko minerallerinin en bol bulunduğu memleketler Amerika, Polonya, Rusya,
Belçika ve Fransa’dır.
Elde edilişi: Mineralleri çinkoca fakir olduğundan önce zenginleştirme işlemi yapılır.
Zenginleştirme işlemi genellikle flatasyon (yüzdürme) şeklinde olur. Zenginleşen cevher kavurma
işlemine tâbi tutulur. Bu işlemde çinko oksit ve çinko sulfat meydana gelir. Kavurmadan sonra
indirgeme işlemi yapılır.
1. Karbon ile olan indirgeme:
2. ZnO + C 2Zn + CO2
2. Elektroliz ile indirgeme: ZnO (çinko oksit) sulfat asidi ile reaksiyona sokulur ve çinko sulfat
çözeltisi meydana gelir ki, bu da elektrolize tâbi tutulur. Katotta saf çinko metali elde edilir. Karbon ile
olan indirgemede ele geçen çinko % 98-98.5 saflıktadır. Eloktroliz ile ele geçen çinko ise % 99
saflıktadır.
Bileşikleri: Çinkonun tuzlarının çoğu suda çözünür. Çinkonun, karbonatı, sülfürü, fosfatı, silikatı
ve oksalatı çok az veya hiç çözünmez.
Çinko asetat: Çinko oksidin asetik asit ile muâmelesinden elde edilir. Formülü
Zn(CH3COO)2 olup, boyacılıkta mordan olarak % 1-4’lük çözeltileri deri mukoza hastalıklarının
tedâvîsinde ve porselen üzerinde sır yapmakta kullanılır.
Çinko oksit (ZnO): Suda çözünmez. Beyaz olup, sıcakta sarı renk gösterir. Asit ve bazda
çözünür. Kauçuk endüstrisinde, pigmentlerin elde edilmesinde, seramik yapımında ve tıpta merhem
yapımında kullanılır.
Çinko klorür (Zn Cl2): Susuz halde elde edilmesi oldukça güçtür. Çinko metali ile kuru klor
gazının veya çinko sülfat ile sodyum klorür karışımının ısıtılması ile elde edilir. Çok kolay olarak, metalik
çinkonun hidroklorik asitte çözünmesiyle elde edilir.
Çinko klorür koku giderici ve mikrop öldürücü (dezenfektan) olarak kullanılır. Fenol veya
kromatlarla galvaniz yapımında amonyum klorür ile berâber lehimcilikte kullanılır. Aktif kömür elde
edilmesinde, ateşe dayanıklı eşyâ yapımında, dişçi alçılarının yapımında, parşömen kâğıt îmâlinde,