The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by 741892f69b, 2021-03-26 17:46:13

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

ÖTÜKEN



Cengiz Aytmatov
GÜN OLUR
ASRA BEDEL

Çeviren:
Refik Özdek

ÖTÜKEN

YAYIN NU: 231
EDEBİ ESERLER: 118

1. Basım : 1991
2. Basım: 1993
3. Basım: 1995
4. Basım : 1996
5. Basım: 1997
6. Basım: 1998
7. Basım: 1999
8. Basım: 2000
9. Basım: Ekim 2000
10. Basım: 2 0 '”

ISBN 975-437-053-2

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.

İstiklâl Cad. Ankara H an 9 9 /3 80060 Beyoğlu-İstanbul
Tel: (0 2 1 2 ) 251 0 3 5 0 Faks: (0 2 1 2 ) 251 0 0 12
İnternet: w w w .otuken.com .tr
E-posta: otuken@ otuken.com .tr
Kapak Tasarım ı: grataN O N grata.
Dizgi - Tertip: Ö tüken
Kapak Baskısı: Birlik O fset
Baskı: Ö zen er M atbaası

Ve bu kitap benim vücudum ,
Ve bu söz benim ruhum .

Grigor Narckatsi
"Acılar Kitabı" X. yiizyıl

-I-

K u r u m u ş sel yataklarında, çırılçıplak kalmış vadi
yam açlarında av aram ak, büyük bir sabır işiydi. Y eraltı
yuvalarında yaşayan kazıcı hayvanların bıraktığı karm a­
karışık izler, ava çıkmış aç tilkinin başını döndürüyordu.
Bazen gücünü toplayıp bir tarla faresinin yuvasını eşeli­
yor, bazen de, yağm urların iyice m eydana çıkardığı bir
taşın kovuğundan küçük bir araptavşam nın sıçrayıp çık­
masını um utla, sabırla, uzun uzun bekliyordu. Böyle bir
şey olsa hem en üzerine atılacak, işini bitirecekti onun.
Aç tilki, av araya araya dem iryoluna yaklaşmıştı. Bozkır
boyunca, koyu, düz bir şerit gibi uzanan demiryolu onu
hem korkutuyor, hem de kendine çekiyordu. Bu yolun
üzerinde her iki yönde trenler büyük bir uğultu ile yeri
sarsarak gelip geçer, rüzgârın savurduğu kara dumanlar
ve keskin kokular bırakırdı.

Akşam üzeri, tilki, telgraf hattının hem en yakınında,
sık, kuru kuzukulaklarının bulunduğu bir dereye girdi.
Burada, koyu kırmızıya çalan bol tohum lu sapların ara­
sında, boz bir yumak gibi kıvrılıp yattı. Sinirli sinirli ku-

6 / GÜN o l u r a s r a b e d e l

laklarını oynatarak, hafif esen yelin kuru otlarda çıkardı­
ğı hışırtıyı dinleyerek, sabırla gecenin gelm esini beklem e­
ye koyuldu. Telgraf direkleri de vınlıyor, acı acı inliyordu,
ama bu onıı korkutm uyordu. Direkler hep oldukları yer­
de durur ve onu kovalamazlardı.

Gelip geçen trenlerin kulak patlatan gürültüsünden
nefret eder, tren geçerken nefesini kısıp büzüşür, altında
yerin uğuldayıp sarsıldığını bütün kaburgalarıyla hisse­
der, cılız vücudu zangır zangır titrer, o pis kokulardan
tiksinir, korkar am a yine de kaçıp gitmez, gecenin gelm e­
sini beklerdi. Çünkü geceleri dem iryolunun daha sessiz
olacağını bilirdi.

Tilki buralara çok seyrek, ancak açlıktan kıvrandığı
zamanlarda gelirdi.

Tren gelip geçtikten sonra bozkıra tam bir sessizlik
çökerdi. Yer göçmesinden sonra duyulan sessizliğe ben­
zerdi bu sessizlik. İşte o sessizlik içinde de tilki, havadan,
uzaktan uzağa, pek anlaşılmayan, belki de kendi kalbin­
den gelen başka bir ses duyardı. Alaca karanlığa bürünen
manzarayı yalayarak gelen bu ses onu kuşkulandırır, kor­
kuturdu. Çünkü hava akımlarının bir oyunu olan bu ses,
havanın değişeceğine işaretti. Hayvan bunu içgüdüsü ile
anlar, üzüntü içinde bir süre donup kalırdı olduğu yerde.
Yaklaşmakta olduğunu hissettiği biiyük felâket karşısın­
da olanca sesiyle ulumak, ağlamak isterdi. Ancak, içinde­
ki açlık, doğanın bu uyarılarını da bastırıyor, boğuyordu.

Tilki, koşmaktan şişen, sızlayan tabanlarını yalaya
yalaya, hafif hafif inlem ekten başka bir şey yapamıyordu.

O günlerde akşamlar soğuk olurdu. Sonbahar yakla­
şıyordu çünkü. G eceleyin hava iyice soğur, sabaha karşı
kırağı düşer, toprak bembeyaz bir tuzla halinde görünür,
güneş doğunca kırağı erir ve her yer açılırdı. Bundan
sonra da bozkır hayvanları için kıtlık, kaygı dolu günler
gelirdi.. Yazın bile az görünen av hayvanları şimdi hiç
görünm ez olmuşlardı. Bazıları sıcak ülkelere göçmüş, ba-

GÜN ÖLÜR ASRA BEDEL 17

zıları yeraltındaki yuvalarına kapanmış, bir bölümü de
kum luklara çekilmişlerdi. Şimdi her tilki, bu ıssız bozkır­
da tek başına dolaşarak bir lokma yiyecek arıyordu.

Bu yıl doğan yavru tilkiler büyüm üş, dağılmış, herbi-
ri bir yana gitmişti. Çiftleşme mevsimine daha vakit var­
dı. Kış gelince bir yerlerde buluşup toplanacaklardı. E r­
kekler dişileri için, dünya dünya olalı yaptıkları gibi, bir-
birleriyle kıyasıya dövüşeceklerdi.

G ece karanlığı çökünce tilki sindiği dereden çıktı.
Bir süre durup çevreyi dinledikten sonra dem iryoluna
doğru koştu. Rayların bir sağına bir soluna geçiyor, yol­
cuların vagon pencerelerinden altıkları artıklar arasında
yiyecek bulmaya çalışıyordu. Epeyce koştu yol boyunca.
Ö nüne çıkan her şeyi koklayıp yokladı. Bir lokma yiyecek
bulabilm ek için iyice yoruldu. Pis, iğrenç kokular veren
şeylere dokunm adı. Y olun iki yanı, çeşitli kâğıtlarla, to ­
mar tom ar gazetelerle, kırık şişelerle, sigara izmaritleriy­
le, ezilip bükülm üş konserve kutularıyla ve işe yaram az
öteberi ile doluydu. Bir defasında, kırılmamış am a ağzı
açık bir şişeyi kokladı da başı döndü, boğulacak gibi ol­
du. Birkaç defa rastladı ’’^ 'le şişelere ve h er defasında
tiksindi ve bir daha onlara hiç bakm adı. Pis kokular çıka­
ran o şişeleri görür görm ez yolııııu değiştirip onun uza­
ğından geçiyo du.

Açlık idi o. - bu yola düşüren. A m a bunca çabaya,
uğrunda korkusun, bile yenerek bunca yorulmasına rağ­
m en bir lokma yiyeceK ''ulam am ıştı. Yine de ümidini yi­
tirmiyor, dişe dokunur bir şev bulabilm ek için, yolun bir
sağına, bir soluna geçiyor, koşuyor ha koşuyordu.

Tilki birden durdu. Baskına lığınmış bir insan gibi,
bir ayağı havada, bir süre öylece donup kaldı. O kıpırtısız
haliyle, pek yüksekte olan solgun ay ışığında bir gölge gi­
bi görünüyordu. Ona kuşku veren gürültü devam ediyor­
du ama henüz uzaktaydı. Kuyruğunu yine dik tutarak,
havadaki ayağını basıp öbürünü kaldırarak, yoldan çık­

8 / GÜN OI-UR ASRA BEDEL

makla çıkmamak arasında tereddüt ediyordu. Sıçrayıp
kaçmaya hazırdı. Sonra, demiryolu setinden ayrılmadan
yürümeye devam etti. Yine yolun bir o yanma, bir bu ya­
nma geçiyordu. Yüzlerce tekerleğin dem ire sürtünm esin­
den çıkan sesi çok iyi işittiği halde kaçmadı. Ç ünkü o d a ­
kikada aradığını bulacakm ış gibi bir his vardı içinde.
Ama tam bu sırada dönem eçten çıkan trenin arka arkaya
bağlanm ış iki lokom otifinin güçlü farları ışıldayıp k aran ­
lığı yardı, göz kam aştıran ışıklar bozkırı aydınlattı ve til­
ki, ateş görm üş pervane gibi, ne tarafa kaçacağını bile­
meden çırpınmaya başladı. Tren korkunç bir hızla yakla­
şıyordu. Havayı toz dum an ve boğucu bir koku kapladı,
şiddetli bir yel estirdi lokomotifler.

Tilki güçlükle kendini yana attı. Arkasına baka baka
ve yere yapışırcasına uzaklaştı oradan. O ışıklı canavar
büyük bir uğultu ile geçti ve tekerleklerin takırtısı uzun
zaman devam etti. Şimdi hayvan, kaçıp durduğu yerde
çırpınıyor, am a yine de, olanca hızıyla kaçıp kurtulacağı
yerde oradan pek uzaklaşmak istemiyordu.

Durup biraz soluk aldı, gücünü topladı. Demiryolu
yine çekmeye başlamıştı onu. Çünkü, açlığını biraz olsun
giderecek şeyi ancak orada bulabilirdi. Ama, karşıdan yi­
ne ışık göründü, yine iki lokomotifin çektiği uzun bir tren
geliyordu jizerine doğru.

Tilki bunu görünce bozkıra daldı, geniş uir yay çize­
rek koşmaya başladı. Trenlerin geçmediği başka bir yer­
den yine dem iryoluna çıkacaktı...

Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gi­
der gelir... gider gelirdi..

Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin,
san kum lu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar giderdi.

Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden
başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre he­
saplanırdı.

GÜN OLUR ASRA BEDEL/9

Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.,
gider gelirdi...

*

G ece yarısında, biri, hızlı adım larla dem iryolu m a­
kasçı kulübesine doğru ilerliyordu. Önce yolun üzerin­
den yürüyordu ama trenin geldiğini görünce yol settin-
den indi. Elini yüzüne tutarak ve hızlı giden trenin çıkar­
dığı rüzgârdan savrulan toz-dum andan korunarak yürü­
dü (Bu, özel bir ekspres idi. Bu trenler, özel bekçiler ta­
rafından korunan bölgeye, Sarı Özek-1 kosm odrom una
(uzay alanına) giderler, ileride özel demiryoluna sapar­
lardı. Bu trenlerin vagonları her zaman branda bezleriyle
örtülü olur, sahanlıklarda da silahlı m uhafızlar bulunur­
du).

Yedigey, gelenin karısı olduğunu ve çok önemli bir
haber getirdiğini hem en anladı. Önemli bir sebep olmasa
o saatte gelmez, öyle yürümezdi. Karısının getirdiği ha­
beri tahm in etm işti ve tahm ini de doğru idi. A m a iş b a ­
şında olduğu için yerinden kımıldayamazdı. Son vagon
da gelip geçtikten ve o son vagonun sahanlığındaki me­
m ura elindeki fenerle "her şey yolunda" işaretini verdik­
ten sonra, dönüp hızlı adım larla karısının yanm a geldi:

- Hayır ola? dedi.
Kadın heyecanlı, üzüntülü idi. D udaklarını kım ılda­
tıp bir şeyler söyledi. Yedigey onun söylediklerini işitme­
se de ne dem ek istediğini anlamıştı. İçine doğmuştu söy­
leyecekleri.
- Rüzgârın karşısında durma, dedi ve onu kulübeye
götürdü.
Daha önce hissettiği ve karısının ağzından da duya­
cağı şey önemliydi am a o anda onu şaşırtan başka bir şey
oldu. Karısının yaşlandığını, artık kocadıklarını evvelce
de farketm işti. Ne var ki bu defa karısının biraz hızlı yü­

10 'G Ü N O L U R ASRA BEDEL

rümekten nefesinin tıkandığını, göğsünden hırıltılar çık­
tığını, soluk aldıkça zayıf omuzlarının inip inip kalktığım
görünce, pek üzüldü, yüreği parçalandı. Beyaz duvarlı
kulübenin güçlü elektrik ışığında karısı U kubala’mn m o ­
rarmış yüzündeki derin kırışıklıklar pek belirgin görünü­
yordu (Oysa, onun buğday renkli yüzü ne kadar düzgün,
ne kadar lekesizdi., gözleri de her zam an ışıl ışıldı). D iş­
siz ağzı da dikkatini çekti. Bu durum , kocamış bir kadı­
nın dişsiz kalm am ası gerektiğini gösteriyordu (O nu çok­
tan istasyona götürüp ‘m etal’ denilen dişlerden tak tırm a­
sı gerekirdi: A rtık genç, yaşlı herkes m etal diş taktırıyor­
du). Onun, başından kaymış yazmasının altından çıkarak
yüzüne dağılan ap-ak olmuş saçları da yüreğini yaraladı.
Karısının böyle yaşlanmasında sanki suç onunm uş gibi,
"Vah çileli karım, nasıl da ihtiyarlattım seni!" diye geçirdi
aklından. Yedigey, karısına büyiik şükran, mimıetdarlık
duygusuyla susuyordu. H er şey için m iıınetdardı- ona:
Birlikte geçirdikleri uzun yıllar için, kocasına duyduğu
bağlılık ve saygıdan dolayı geceyarısı istasyonun en uzak
noktasına kadar uzun bir yol yürüyerek K azaııgap’ın
ölüm haberini getirdiği için... Çünkü Ukubala, uzak ya­
kın hiçbir akrabalığı olm asa da, herkes tarafından terke­
dilmiş bu zavallı ihtiyarın ölümüyle yalnız onun içten ilgi­
leneceğini bilirdi.

İçeri girdiler ve Yedigey karısına:
- O tur, biraz soluk al, dedi.
- Sen de otur.
O tu rd ular.
- Ne oldu? Ne var?
- Kazaııgap öldü.
- Ne zaman?
- Şimdi oradan geliyorum. Bir uğrayayım da, halini
hatırını, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorayım, dem iş­
tim. İçeri girdiğim de ışığı yanıyor, o da her zam anki ye­
rinde oturuyordu, ama sakalı dimdik, yukarı kalkık idi.

GÜN OLUR ASRA BEDEL /11

Yanına yaklaşıp "Kazake!" dedim. "Canınızın istediği bir
şey var mı, sıcak çay ister misiniz?" diye sordum . Ama
gördiîm ki o çoktan...

U kubala sözünü bitiremedi. İnce ve kızarmış gözka-
pakları arasından yaşlar boşandı, içini çeke çeke ağlam a­
ya başladı. Az sonra kendini tutarak devam etti konuş­
maya:

- Zavallının sonu bu oldu işte! Öliip gitti, yanında
gözlerini kapayacak biri olmadan...

Şimdi hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve kesik kesik konuşu­
yordu:

- Kimin aklına gelirdi böyle kimsiz, kimsesiz ölece­
ği...

U kubala, "sahipsiz bir sokak köpeği gibi ölüp gitti..."
demek istemiş, am a dilini tutup bunu söylememişti. A pa­
çık anlaşılan bu durum u sözle de belirtm esine gerek yok­
tu zaten.

Yedigey, savaştan döndüğü günden beri Boranlı is­
tasyonunda, bu küçük durakta çalıştığı için yörede Bo-
raıılı Yedigey olarak anılıyordu. Şimdi duvar dibindeki
küçük sıraya oturm uş, kütük gibi ellerini dizlerinin üzeri­
ne koymuş, yüzü bulut gibi kararm ış halde, sessizce karı­
sını dinliyordu.

Eskimiş ve yağ içinde kalmış demiryolcu şapkasının
siperi de gölgeliyordu gözlerini. Ne düşünüyordu acaba?

- Şimdi ne yapacağız? dedi Ukubala.
Yedigey başını kaldırıp acı bir gülümseme ile karısı­
na baktı:
- Ne mi yapacağız? Ne yapılır böyle durum larda?
Gömeceğiz tabiî (Kesin kararını vermiş insanın tavrıyla

Kazake: K azangap ake (K azangap am ca) nın kısa söylenişi. Ake (ağa),
Kırgızca ve Kazakçada yaşça büyük erkeğe hitap tarzıdır. Ç ok defa ismin
son hecesi yeri 'ke' şekline dönüştürülerek söylenir. Yedigey-Yedike,
B oston-M oske. Bazarbay-Bazake... gibi. (Çevirenin notu)

12 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

ayağa kalktı). Sen şimdi hem en eve döneceksin, ama ön­
ce söyleyeceklerimi dinle..

- Dinliyorum..
- V arır varm az O sm an’ı uyandır. Bizim şefim iz oldu­
ğuna aldırma. Bunun hiç önemi yok. Ölüm karşısında
herkes eşittir. K azangap’ın öldüğünü söyle ona. A dam
burada tam kırk d ö rt yıl çalışıp çürüttü kendini. Kazan-
gap burada çalışmaya başladığı zaman Osman daha doğ­
mamıştı bile. O zam anlar dünyanın altınını versen kimse
gelip çalışmazdı b u rad a. S arı-Ö zek’te diri diri göm ülm ek
istemezdi. İti bağlaşan bile durmazdı bu bozkırlarda. O
çalıştığı süre buradan gelip geçen trenlerin sayısı başın­
daki kıllardan bile fazladır.. Hele bunu bir düşünsün. Ay­
nen söyle.. D ur, bir şey daha söyleyeceksin.
- Dinliyorum.
- H er evin penceresini tıklat, herkesi tek tek uyandır.
Zaten bir avuç insanız., parm akla sayılacak kadar az,
topu topu sekiz hane. Kazangap gibi bir adam ın öldüğü
gün kimse uyumamak, herkes ayağa kalkmalı.
- Rahatsız olmak, kalkmak istemezlerse?
- Bizim işimiz haber verm ek, gerisini kendileri bilir.
Uyanmalarım benim istediğimi söyle. İnsan iseler
vicdanları da olmalı.. Ha, bir şey daha..
- Dinliyorum.
- Önce nöbetçi m em ura koş, bugün Şahm erdan nö­
betçi. O na durum u anlat, ne yapması gerektiğini düşün­
sün.
Belki benim yerim e bir gün için başka birini koyar.
Bunu yapacaksa bana da bildirsin. İyice anladın mı söyle­
yeceklerini? Anlat ona.
- Sen m erak etm e, hepsini söylerim.
U kubala d ö n ü p gitm ek üzere iken en önem li şeyi
unutmuş gibi birden durdu:
- Peki, çocuklarına haber vermeyecek miyiz? Ö len
babaları.. Önce onlara haber vermemiz gerekm ez mi?

GL'N OLUR ASRA BEDEL /13

Yedigey’in suratı asıldı, kaşları çatıldı ve bir şey söy­
lemedi. Ukubala bu sözünden kocasının hoşlanmadığını,
canı sıkıldığını anlamıştı. Yine de kendini haklı göster­
mek için:

- İyi de olsalar, kötü de olsalar, ölenin çocukları o n ­
lar, haber vermeliyiz, dedi.

Yedigey elini havada sallayarak cevap verdi:
- Biliyorum, biliyorum.. Onları düşünm edim mi sanı­
yorsun? O nlar gelm eden olmaz elbet.. Am a bana kalsa,
hiçbirini sokmazdım rahm etlinin yanına..
- Bak Yedigey, nasıl evlatlar oldukları bizi ilgilendir­
mez. H aber verelim gelsinler, babalarının cenaze töre­
ninde bulunsunlar, sonra yıllarca kurtulamayız dillerin­
den.
- Gelm esinler mi diyorum ben? Gelsinler.
- Oğlu şehirde, epeyce de uzak, nasıl yetişecek?
- İsterse yetişir. Önceki gün Kumbel istasyonuna git­
tiğimde bir telgraf çektim ona. Babasının ağır hasta oldu­
ğunu, ölüm döşeğinde olduğunu bildirdim. D aha başka
ne yapabilirim, m adem ki çok akıllı geçiniyor, olanı anla­
mış olmalı..
Ukubala biraz rahatladı ama onu düşündüren başka
bir şeyi de söylemeden edemedi:
- T elgraf çekm ekle iyi etm işsin ya, gelini de getirse
bari, ne de olsa ölen yabancı değil, kaynatası..
- Bunu da kendileri düşünsün, küçük çocuk değiller
ya!
- Orası doğru, kendileri düşünmeli, dedi Ukubala.
Kadın yine de tereddüt ediyordu. Bir süre sustular.
- Pekâlâ, dedi Yedigey, hadi artık fazla gecikme de

git-
U kubala’nın söylem ek istediği bir şey daha vardı:
- Peki, Kumbel istasyonunda sarhoş kocası ve çocuk­

ları ile m utsuz bir hayat süren zavallı kızı Ayzade de gel­
meyecek mi babasının cenazesine?

14 / g ü n o l u r a s r a b e d e l

Yedigey yine acı acı gülümsedi ve karısının om uzuna
hafifçe vurdu:

- Eh, hatun, hepsinin derdini üzerine almak istiyor­
sun. Ayzade el uzatsan değecek kadar yakınımızda sayı­
lır. Sabahleyin istasyona giden biri haber verir ona. Ama
şunu bilesin ki, A yzade’nin de, onun erkek evlâdı olm ası­
na rağm en S abitcan’ın da bize bir yardım ı olm ayacaktır.
Gelmesine gelecekler, ama birer yabancı, birer misafir
gibi uzakta duracaklardır, ölüyü göm m e işi bize kalacak­
tır. Haydi şimdi git ve dediklerimi herkese anlat.

Ukubala kapıya yöneldi. Kararsızdı, biraz duraladı
ama bir şey söylem eden yürüyüp gitti. Yedigey ardından
seslendi:

- Ö nce nöbetçi Ş ahm erdan’a uğra! Y erim e birini
göndersin. Sonra fazla mesai yapar, öderim bunu. Ölü,
ıssız bir evde tek başına yatıyor, başında bir bekleyeni
yok, olmaz böyle şey... Bunu anlat ona..

Kadın "peki" der gibi başını salladı ve gitti. Tam bu
sırada sinyal sesi duyuldu, işaret lam basının kırmızı ışığı
yandı: Boranlı istasyonuna yeni bir tren geliyordu. Nö­
betçi memuru uyarısına göre o treni yedek yola alması,
karşı yönden gelen başka bir trene yol vermesi gerekiyor­
du. H er zaman karşılaştığı bir dunım du bu. Gerekeni
yaptı. Trenler kendi yollarında giderken Yedigey dönüp
dönüp hat boyunca ilerleyen karısına bakıyordu. Söylen­
mesi gerekeli bazı şeyleri unutmuştu sanki. Elbette unut­
tuğu şeyler olabilirdi, insan cenazenin kaldırılm ası için
gereken şeylerin hepsini birden hatırlayamazdı. Am a dö­
nüp dönüp bakm asının asıl sebebi bu değildi. Karısının
şu son zam anlarda ne kadar ihtiyarladığını, kam burlaştı­
ğını, hat boyundaki sarı ışıklar altında daha iyi farkedip
anlam ası idi o bakışlarının sebebi.

"Demek, ihtiyarlık iyice om uzlarım ıza çöktü artık"
diye düşündü. "Şimdi iki ihtiyarcık olduk işte." Sağlığın­

GÜN OLUR ASRA R F.D E L /15

dan şimdilik bir şikâyeti yoktu. Doğuştan sağlam bir in­
sandı. Nice gençler su dökemezdi eline. Ama yaşı ilerli­
yordu. Altmışını bitirmişti, altmış birine basmış bulunu­
yordu. "Dikkat et ha! İki-üç yıl sonra seni em ekliye ayıra­
caklar!" dedi kendi kendine. Am a çok iyi biliyordu ki ye­
rini alacak yeni bir gözcü, yeni bir tamirci bulm aları ve
onu emekliye ayırmaları o kadar kolay olmayacaktı. Bel­
ki bu m ahrum iyet bölgesinde, bu susuz topraklarda çalı­
şanlara verilen ek ödemeye tamah eden biri çıkabilirdi
ama bu da zayıf bir ihtimaldi. Bugünün gençleri arasında
bu bozkırda çalışmak isteyen pek çıkmazdı.

S an -Ö zek ’te yaşamayı göze alm ak için yürek isterdi.
Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçücüktür. İnsan çok
güçlü ve hünerli olmalıydı burada. Yoksa çürüyüp gider­
di kısa zam anda. Sizin iyi ya da kötü durum da olm anız,
bozkırın um urunda değildi. Ama insanın çeşitli tutkuları,
arzuları olurdu! Başka yerlerde, başka insanların arasın­
da daha iyi bir hayat sürebileceğini, buraya onu kör tali­
hin sürüklediğini düşünürdü... Uçsuz-bucaksız ve um ur­
sam az bozkınn karşısında insan, Ş ahm erdan’m üç tek er­
lekli motosikletindeki akü gibi, durduğu yerde boşalır gi­
derdi. Şahm erdan motosikletine ne kendi biner, ne de
başkasını bindirirdi. Bir işe yarayacağı zam an da çalış­
mazdı. Çünkü çalışmayan m otor paslanıp kalmış olurdu.

Sarı-Özek bozkırının bu küçücük istasyonunda yaşa­
yan insan da, kendini işe vemezse, bozkıra kök salıp tu­
tunm azsa, Ş ah m erd an ’ııı m otosikleti gibi durduğu yerde
erir, tükenirdi. Tren geçerken pencereden bakan yolcu­
lar başlarını elleri arasına alır, "Aman Tanrım, insan bu­
rada nasıl yaşar, nereye baksan bozkır, develerden başka
canlı yok!" derlerdi.

Buralara gelenler, sabır ve güçlerine göre en çok
üç-dört yıl dayanırlardı. D ördüncü yıl alacaklarını alır ve
çekip giderlerdi..

16 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

K azangap’la Boranlı Y edigey’den başka b u ra d a tu ­
tunup kalabilen görülmemişti. O nlar işlerini sürdürürler­
ken niceleri gelip geçmişti buradan! Kendisi hakkında
bir hüküm veremezdi ama, asla kendini bırakıvermediği­
ni, güçlüklere yenik düşm ediğini söyleyebilirdi. Kazan-
gap’a gelince, buraya kırk d ö rt yılını verm iş olması, baş­
kalarından daha değersiz, daha budala oluşundan değil­
di. On kişiye değişm ezdi onu. İşte o Kazangap yoktu ar­
tık. Ölmüştü...

İstasyonda karşılaşan trenler birbirlerinin yanından
geçip biri doğuya, biri batıya gitti. Boranlı istasyonu bir
süre bom boş kaldı. Boşalır boşalmaz da m anzara açıldı.
Şimdi karanlık gökyüzünde sanki yıldızlar daha canlı ışıl­
dıyor, hat boyunca koşan rüzgâr traverslere ve çakıllara
sürtünüp sesler çıkarıyor ve hızını arttırıyordu.

Yedigey hem en kulübeye dönmedi. O rada bir direğe
dayanıp düşüncelere daldı. Demiryolunun ötesinde,
epeyce uzakta, develerin karaltısı seçiliyordu. Ay ışığında
hareketsiz duruyor ve sanki sabahın olmasını, karanlığın
iyice dağılm asını bekliyorlardı. O develerin arasında, iki
hörgücü ve iri başı ile ötekilerden hem en ayırdedilen
kendi devesini de gördü. Şüphesiz Sarı-Özek bozkırının
en güçlü, en hızlı devesiydi bu. Adı "Karanar" idi bu d e ­
venin. Am a sahibi gibi önada "Boranlı" sıfatını verm işler­
di ve ''Boranlı Karanar" diyorlardı. Zaptedilm esi güç bir
deve idi am a Yedigey onunla pek övünürdü. Hayvanı he­
nüz genç iken iğdiş etm em iş, sonra da iğdiş etm ek gel­
memişti içinden.

Y arın yapacağı birçok iş arasında, K aran ar’ı getirip
eyerlemesi gerektiğini de düşündü. Cenaze törenine git­
m ek için o na ihtiyacı olacaktı. Yapacağı pek çok iş vardı
daha.

Bu sırada köydeki öbür insanlar derin uykuda ideler.
Köy denilen yerde, hepsi demiryoluna bakan, hepsi birbi­
rine benzeyen, iki inişli çatılan olan altı küçük ev ile Ye-

GÜN OLUR ASRA BEDEL /17

digey'in kendi elleriyle yaptığı evi ve birde K azangap’ın
kil sıvalı tek gözlü evciği vardı. T opu topu sekiz evden
ibaretti. B unlardan başka birkaç fırın, hayvanları barın­
dırm ak ya da başka ihtiyaçları için yapılmış kamış duvarlı
ağıllar, helalar vardı. O rtada, son zam anlarda yapılmış ve
bir yel çarkının ürettiği elektrikle çalışan bir su pompası
da vardı. Bunu, gerektiğinde elle de çalıştırırlardı. İşte bu
kadardı Boraniı köyü.

Uçsuz-bucaksız Sarı-Özek bozkırının bir kan damarı
olan demiryolu, büyük küçük birçok istasyonu, kavşak­
tan, şehirleri, köyleri birbirine bağlıyordu ve Boranlı da
bu noktalardan biriydi. Varı yoğu göz önündeydi Boran-
lı’ntn. D ünyanın bü tü n boranlarına, rüzgârlarına, özellik­
le de kış rüzgârlarına açıktı. Kış aylarında, boranlar (bo­
ralar) koptuğu zaman evler kar-buz altında kalır, yollar
yok olurdu. Bu yüzden istasyonun adına "Boranlı-Bu-
rannı" dem işlerdi. Boranlı Kazakçası idi. Burannı ise Ka-
zakçadan alınmış ve ayni anlam a gelen Rusçası...

Yedigey, karları havaya savuran ya da yolun iki yanı­
na iten m akinaların bulunmadığı zamanlarda yolu açmak
için K azangap’la neler çektiğini hatırladı. Ü zerinden çok
zaman geçmiş olsa da, şimdi ona dün kadar yakın görü­
nüyordu o günler. 1951 ve özellikle de 1952’de kışlar çok
şiddetli geçmişti. O ancak cephede görmüştü öyle güç,
öyle sıkıntılı günleri. Cephede her insan bir süngü hücu­
mu için, ya da bir tankın altına bom ba yerleştirm ek için
ölümü göze alırdı... Gerçi burada sizi öldürm ek isteyen
kimseler yoktu am a insan bu işin üstesinden gelm ek için
kendi kendini öldürüyordu sanki. K ürekle ve kol gücüyle
ne kadar yol açmışlar, çuvalla, el arabasıyla ne kadar kar
taşımışlardı! Bütün bu işleri, yedinci kilom etrede bulu­
nan bir geçitte yaparlardı. Yol hep orada tıkanırdı. H er
defasında, bunun acımasız doğa güçlerine karşı son m ü­
cadele olduğunu düşünür, acı acı düdük çalarak geçiş is­

18 . GÜN ÖLÜR ASRA BEDEL

teyen lokom otiflere yol açm ak için canlarım dişlerine ta­
karlardı.

Ama o karlar eriyip gitmiş, trenler yollarına devam
etmiş ve o yıllar gerilerde kalmıştı...

Şimdi o günler unutulm uştu, kimse hatırlamıyordu.
Bugünün yol bakıcıları bunlara inanmazdı. Birkaç
adamın kar altında kalan demiryolunu kürekle ve kol gü­
cüyle açtıklarını hayal bile edemiyor, bunu akılları almı­
yordu. H atta bunu anlattığınız zaman alay ediyorlardı si­
zinle: Niçin katlanırlardı bütün bu sıkıntılara? Niçin, ne
uğruna hayatlarını hiçe saym ışlardı? Niçin "Sarı-Ö zek’in
canı cehennem e!" dem em iş, piliyi pırtıyı toplayıp gitm e­
mişlerdi? Oysa daha başka yerlerde, meselâ şantiyelerde,
işler o kadar kötü değildi. Gitselerdi ya oralara! Ne ka­
d ar p ara verirlerse o kadar iş yaparlardı, fazla m esai için
fazladan ücret alırlardı... "Harcanmışsınız a enayiler, ap­
tal doğmuş ve aptalca öleceksiniz!" diyorlardı onlara.
Kazangap, böyle konuşanları, bu aklı verenleri hiç
dinlem ezdi. O nlara alaylı alaylı gülüm ser, "sizin aklınız
ermez" der gibi bir tavır alırdı. Yedigey ise kendini tu ta­
maz, kıyasıya çekişir, tartışırdı onlarla. Ama, sinirlerini
bozm aktan başka bir işe yaram azdı bu tartışm alar.
K azangap'la ikisi bütün bunları, bu arada özel ba-
kım-onarım vagonlarıyla gelen görevli beylerin alay ettik­
leri konulan konuşur, dertleşirlerdi. O bilgiçlerin, o geri
zekâlıların daba pantolonsuz gezdikleri zamanlarda, on­
lar bu işleri düşünür, kafa yorarlardı. Savaşın sona erdiği
1945 yılından, özellikle de K azangap'ın em ekliye ayrıl­
masından sonra bunları konuşacak vakitleri olmuştu. Ka­
zangap em ekliye ayrıldıktan sonra işi uz gitm em işti. O
zaman şehirdeki oğlunun yanına gitmiş, am a üç ay sonra
geri dönmüştü. Dünya meseleleri ve kendi durumları
hakkında en çok işte ondan sonra konuşm uşlardı. Bilge
bir adamdı Kazangap. Unutulmayacak çok şeyler söyle-

GÜN OLUR ASRA BEI3HL/ 19

inişti. Yedigey birden ve büyük bir acı duyarak anladı ki
biitün bunlar artık sadece birer hatıradır...

Yedigey telefonun zırladığını duyar duymaz kulübe­
ye koştu. Önce, kar fırtınası başlamış gibi birtakım uğul­
tular, cızırtılar geldi telefondan. Sonra güç anlaşılan bir
konuşma sesi duyuldu:

- Alo, Yedike, beni işitiyor musun? Cevap ver! diyor
du Şahm erdan hırıltılı bir sesle.
- Dinliyorum.
- İşitiyor musun beni?
- Evet, işitiyorum.
- Nasıl işitiyorsun?
- Ö bür dünyadan geliyormuş gibi..
- Niçin öbür dünyadan geliyormuş sesim?
- Hiç, öyle işte.
- Ha.. Bizim ihtiyar.. Kazangap.. şey oldu ha?
- Şey oldu ne demek?
Şahm erdan durum u anlatacak kelimeyi bulmakta
güçlük çekiyordu:
- Şey yani., ne derler., yolun sonuna geldi., öldü ya­
ni?
- Evet!
O na tek kelime ile cevap veren Yedigey "Bu hayvan
herif ölm üş bir adam a ne deneceğini bile bilmiyor!" diye
geçirdi aklından.
Şahm erdan kısa bir süre sustu. Bu arada telefondan
yine cızırtılar, hırıltılar gelmeye başladı. Sonra yine Şah­
m erdanın sesi duyuldu:
- Yedike, bak azizim., adam öldü diye başımı ağrıt­
ma benim ... ölm üşse ölmüş, ne yapalım yani? Senin işini
alacak adam yok elimde. Onun başında dursan ne ola­
cak? D irilecek değil ya!..
Yedigey hiddetlendi:
- Hiçbir şeyden anladığın yok senin! "Başımı ağırt-
tna" ne dem ek oluyor? Sen burada daha iki yıl bile çalış-

20/'GÜN OLUR ASRA REDEL

m adm , ben onunla tam otuz yıl birlikte çalıştım, anlıyor
musun! Bir yakınımız öldü, onu boş bir odada tek başına
bırakamayız, dünyanın hiçbir yerinde yapmazlar bunu!

- Şey., ölü ne bilecek tek başına olup olmadığını?
- Biz biliyoruz ya!
- Peki, peki babalık, sinirlenip bağırma!
- Bağırmıyorum, sana anlatm aya çalışıyorum.
- Ne yapayım yani? Senin yerine gönderecek adam
yok diyorum sana. Hem gece yansında oraya gidip ne ya­
pacaksın?
- Ne mi yapacağım? D ua edeceğim, Yasin okuyaca­
ğım, âdetlere uygun olarak kefene koyacağım...
- D u a mı okuyacaksın? Sen mi, Boranlı Yedigey mi
dua okuyacak?
- Evet ben! Dua etm esini bilirim ben!
- Yaa, altm ış yıllık Sovyet yönetim inden sonra hâlâ
dua mı biliyorsun?
- Bırak böyle konuşmayı Şahm erdan! Sovyet hükü­
m etinin ne ilgisi var şim di? Tâ eski çağlardan beri ölen
bir insan için dua okunur. Ö len bir insandır, hayvan de­
ğil!
- Peki peki! B ana öyle bağırma, git oku duanı! Bir
adam gönderip A dilbay’a haber vereceğim , razı olursa
gelip görevi devralır. A m a şimdi 117 num aralı katar yak­
laşıyor, onu 2 num aralı yedek yola alm aya hazır ol..
Şahm erdan cızırtılı telefonu kapattı. Yedigey makası
açm aya koşarken Adilbay’ın görevi devralm ak için gelip
gelmeyeceğini düşünüyordu. O sırada uzaktaki evlerin
pencerelerinde ışıklar yandığını görüp köpeklerin havla­
maya başladıklarını duyunca um udu arttı. "Demek ki pek
o kadar vicdansız değiller" diye düşündü. Karısı Ukubala,
B oranlılar’ı tek er tek er uyandırıyordu...
Bu arad a 117 num aralı katar gelmiş, yedek yola gir­
mişti. Ayni anda karşı yönden, tam am en sarnıçlardan

GÜN OLUR Ş.STÎA BEÖ EL,' 21

oluşan bir petrol katarı da gelmişti. İkisi de yollarına de­
vam ettiler: Biri batıya, öteki doğuya...

S aat gecenin ikisi idi. G ökteki yıldızların şavkı a rt­
mış, tek tek seçilir olm uşlardı. Ay, Sarı-Özek göklerinde
kendisine başka ışıklar ilâve edilmiş gibi daha çok parlı­
yordu. Uçsuz-bucaksız Sarı-Özek bozkırının göğü altın­
da, uzaklarda, develerin, özellikle de B oranlt’mn iki hör-
güçlü devesi K aran ar’m karaltısı ile, yakın tepelerin belli
belirsiz kenar çizgilerinden başka bir şey görünm üyordu.
Bozkır, yolun iki yanında gözalabildiğine uzanıyor, k a­
ranlıklara gömülüp yitiyordu. H enüz uykuya varmayan
rüzgâr ıslığını çalarak, dallan, yapraklan hışırdatıyordu.

Yedigey, kulübeye gire çıka, sabırsızlıkla, A dilbay’ın
gelip gelmediğine bakıyordu. Bu sırada, az ileride kiiçük
bir hayvan gördü. Bir tilki idi bu. Bir telgraf direğinin di­
binde durup ona bakıyor, gözleri yeşil yeşil ışıyor, onu
gördüğü halde ne kaçıyor ne de yaklaşıyordu.

Yedigey, parmağını ona doğru sallayarak şakadan
korkutm ak isledi:

- Senin ne işin var buralarda! Şimdi yakalarım ha!
Tilki yerinden kımıldamadı. Bu defa Yedigey "Geli­
yorum ha!" der gibi ayaklarını yere vurdu. O zaman hay­
van sıçrayıp azıcık geri çekildi. Sonra yine arka ayakları
üzerine oturup gözlerini ona dikti. Israrla, ama üzgün üz­
gün bakıyordu. Yedigey hayvanın kendisine mi yoksa
orada başka bir şeye mi baktığım pek anlayamadı. Bura­
lara nasıl gelm işti? E lektrik ışığı mı, yoksa açlık mı çek­
mişti onu buralara? Hayvanın davranışı pek tuhafına git­
ti. Koca bir taş alıp fırlatsa, kendi ayağı ile gelen bu avı
kaçırm asa... D üşündüğünü yapm ak için iri bir taş aldı
yerden, nişanladı. Fakat, olanca gücü ile fırlatacağı sıra­
da birden vazgeçti. Taşı kendi ayakları dibine bırakıver­
di. Alnını da boncuk boncuk ter bastı. Tilkiyi vurm ak is­
tediği anda tuhaf bir şey gelmişti aklına. O anda bunu
kimden duyduğunu pek hatırlayamadı. Belki oraya gelip

22 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

giden yol bakıcılarından biri anlatmıştı. Belki de hep Al­
lah’tan söz eden o fotoğrafçıdan, ya da başka birinden
dinlem işti... Ha, tam am ! Şu lanet olası Sabitcan’dan duy­
muştu. K azangap’ın oğlu, o körolası Sabitcan, herkes
kendisini dinlesin, onlara bilgiçlik etsin diye, olur olmaz
şeyler anlatırdı. Bir defasında da öldükten sonra ruhun
beden değiştirm esinden söz etmişti.

Bu Sabitcan gevezesini okutup başlarına bela etm iş­
lerdi. İlk bakışta onu bir adam sanırdınız.. Çok şey dinle­
mişti. H er şeyi bilir görünürdü. Yatılı okullara, enstitüle­
re göndermişlerdi onu. Ama adam olamamış, okumuş
cahillerden biri olup çıkmıştı. Övünmeyi, içki içmeyi, ka­
deh tokuşturmayı çok sever, buna karşılık elinden hiçbir
iş gelm ezdi. K ocam an bir sıfır, bir hiçti o! B abasına hiç
çekmemişti. Ama ne gelirdi elden, katlanırdınız işte.

Sabitcan’ın anlattığına göre, H intliler, insan öldük­
ten sonra ruhunun, yaşayan başka bir canlının bedenine
girdiğine inanırlarmış. Herhangi bir hayvanın, hatta bir
karıncanın bedenine bile girebilirmiş ölen insanın ruhu.
Her insanın doğmadan önce bir kuş, bir hayvan, bir bö­
cek olduğuna da inanırlarmış. Bu inançlarından dolayı
da hayvanları öldürmezlermiş. Yollarına bir yılan, m ese­
lâ bir kobra çıkacak olsa bile ona dokunm az, eğilir, geçip
gitmesini beklerlermiş.

Çok tuhaf şeyler işitiyordu insan bu dünyada. Bunla­
rın hangisi doğru, hangisi yalan, nereden bileceksiniz?
Bu geniş dünyanın bütün sırlarını nereden bilebilirdi? İş­
te, tam taşı fırlatıp tilkiyi vuracağı sırada Y edigey’iıı aklı­
na bunlar gelmişti. Kimbilir: "Ya Kazangap'ııı ruhu bu
tilkinin bedenine girmişse?" diye geçirmişti aklından. Ö l­
dükten sonra, o evceğizinde kendisini yapayalnız, terke­
dilmiş hissederek canı sıkılmış, kalkıp tilkinin bedenine
girmiş, sonra da en yakın arkadaşını görm ek için buraya
gelmiş olam az mıydı?.. "Hay Allah! Çocuklaşıyorum gali­

GÜN ÖLÜR ASRA BEDEL / 23

ba!" dedi kendi kendine. "Nasıl uydururlar böyle şeyleri?
N eler saçmalıyorum ben?".

Y ine de yavaş yavaş tilkiye yaklaştı ve sanki hayvan
onu anlayacakm ış gibi:

- Haydi git artık, dedi, buraları sana göre değil. Boz­
kırdaki yuvana dön. Beni anlıyor m usun? Haydi git bura­
dan.

Ama o tarafa değil, köpekler var orada. Bozkıra git,
bozkıra...

Tilki dönüp oradan uzaklaşırken birkaç defa durup
geriye baktı. Sonra karanlıkta kaybolup gitti.

Bu sırada bir başka katar geldi B oranlı’ya. Y aklaş­
tıkça takırtıları hafifledi ve vagonların üzerinde savrulan
tozların arasında gelip durdu. M akinist, boşta çalışan
m otorun sesi iyice azaldığı için lokom otiften başım uza­
tarak seslendi:

- Hey Boranlı Yedike, selâmünaleyküm!
- Aleykümselam!
Y edigey selâm verenin kim olduğunu anlam ak için
başını kaldırıp baktı. Bu hal boyunda herkes birbirini ta­
nırdı. Selâm veren genç adamı da tanıdı. Ondan, Kum-
b efd eıı geçerken A yzade’ye babasının öldüğünü bildir­
mesini rica etti. M akinistin K azangap’a büyük saygısı
vardı. O nun için bunu seve seve yapacağını söyledi. Ayrı­
ca KumbeFde ekip değişeceği için, Ayzade hazırlanabilir-
se, dönüşte bütün aileyi getirebileceğini de bildirdi.
Yedigey ona güveniyordu ve böylece yapılacak işler­
den birini daha bitirdiği için rahat bir nefes aldı.
Birkaç dakika sonra tren hareket etti. Yedigey m aki­
nistle vedalaştıktan sonra hat boyunda uzun boylu bir
adamın kendine doğru geldiğini gördü. Dikkatle bakınca
onun Uzun Adilbay olduğunu anladı.

24 / GÜN ÖLÜR ASRA BEDEL

Yedigey nöbeti U zun A dilbay’a devretti. O nlar Ka-
zangap’ın ölüm ü için ah-valı ed erek onunla ilgili bazı
anılarını anlatırlarken, iki tren daha gelip geçti Boraıı-
lı’dan. B undan sonra serbest kalan Yedigey evin yolunu
tuttu. Yolda, karısına söylemeyi, daha doğrusu sormayı
unuttuğu bir şeyi hatırladı: K azangap’ın ölüm haberini
kendi kızlarına nasıl haber vereceklerini sormayı unut­
m uştu. Yedigey’in evli iki kızı, Kızıl-Orda yakınlarında
yaşıyorlardı. Büyük kızı bir pirinç sovhozunda idi, kocası
da ayni sovhozda traktör sürücüsü olarak çalışıyordu.
Küçük kızı da önce Kazanlı istasyonuna yakın bir şehirde
yaşarken sonra ailesiyle birlikte ablasının bulunduğu sov-
hoza taşınmışlardı. O nun kocası da orada şoförlük yapı­
yordu. Gerçi onların mutlaka cenazede bulunm aları ge­
rekmezdi, çünkü Kazangap akrabaları değildi. Ama Y e­
digey onu herhangi bir akrabadan daha yakın sayıyordu.
Kızları, K azangap’la birlikte çalıştıkları yıllarda doğup
büyümüş, okumuşlardı. Kumbel istasyonundaki yatılı
okula giderlerken onları K azangap’la birlikte sırayla g ö ­
türüp getirmişlerdi. Onların küçüklüklerini hatırlıyordu
şimdi. Tatile çıkarken ya da tatil dönüşü develeri Kara-
n a r’a binerlerdi. K üçüğü önde, büyüğü arkada, kendisi
de ortada oturur, mevsim kış değilse heybetli K aranar
daha hızlı gider, o yolu üç saatte alırlardı. Yedigey’in işi
olduğu zamanlar Kazangap götürüp getirirdi onları. O n­
lara ikinci baba olm uştu Kazangap. Yarın sabah onlara
bir telgraf çekmeliydi. İsterlerse gelirlerdi, ama önce Ka-
zangap’ın öldüğünü bilmeliydiler...

Y oluna devam ederken sabahleyin yapacağı ilk işin
K aran ar’ı otlaktan getirm ek olacağını düşündü. İhtiyaç­
ları olacaktı ona. Bu dünyada ölm ek zor bir işti am a öle­
nin şanına yakışır bir törenle gömülmesi de kolay bir şey
değildi... Yapılacak birçok işin olduğu son anda anlaşılır­
dı. Bakarsınız filan şey eksik, falan şey yapılmamış.. H er
şeyi kendin bulm ak zorunda kalırsın. Kefenden tutun da,

GÜN OLUR ASRA BEDEL /25

cenaze aşının pişirilmesi için yakılacak oduna kadar her
şeyi...

Yedigey tam bunları düşündüğü sırada havada bir
dalgalanma oldu. Savaş günlerinde, cephede, uzakta bir
bom banın patlam ası sırasında olduğu gibi, bastığı yerin
sarsıldığını hissetti. Ayni anda, bozkırın tâ ötesinde, "Sa-
n-Ö zek F' adı verilen uzay üssünün bulunduğunu bildiği
yerde, ateş hortum u gibi bir şeyin havaya yükseldiğini
gördü. Şaşkınlıktan dona kaldı bir süre. Bu, göğe yükse­
len bir roket idi ve bugüne kadar böyle bir şey görm em iş­
ti. Bütün Sarı-Ö zekliler gibi o da, B oranlı’nın 40 kilom et­
re kadar uzağında, belki daha yakında, Sarı-Özek 1 Kos-
m odrom unun (fırlatma üssünün) bulunduğunu, oraya
Tögrek-Tam istasyonundan ayrılan özel bir dem iryolu­
nun gittiğini biliyordu. Hatta, söylediklerine göre, orada,
bozkırın o yerinde, büyük bir şehir ve bu şehirde büyük
m ağazalarda vardı. Kozmonotların uçuşları konusunda
radyodan, konuşm alardan, gazetelerden birçok şey dinle­
miş, okum uştu. Am a, bütün bunlar şu son yıllarda oldu­
ğu halde, bu konuda daha fazla bir şey bilmiyorlardı. Bir
defa, Sabitcan'ın oturduğu büyük şehirde am atör şarkıcı­
lardan oluşan büyük bir grup konser vermişti. O şehir
buraya epeyce uzaktı, trenle birbuçuk günde gidiliyordu.
İşte orada konser veren çocuklar, dünyanın en mutlu ço­
cukları olduklarını, çünkü kozmonot amcalarının onların
topraklarından havalandığını söylemişler şarkılarında.
Ama kosm odrom u kuşatan alan yasak bölge idi. Bu yüz­
den Yedigey, çok yakın bir yerde yaşadığı halde, orası ile
ilgili bilgileri hep başkalarından duyup öğrenm işti. V e iş­
te şimdi, ilk defa, yıldızlı bir gecede, kor gibi yanan bir
roketin, çevresini şimşek gibi aydınlatarak göklere yük­
seldiğini kendi gözleriyle görüyordu. Şaşıp kalmıştı. Bu
ateş topunun içinde bir ya da iki insan nasıl bulunabilir­
di? Hem o hep buralarda yaşadığı ve şimdiye kadar uza­
ya pek çok roket gönderildiği halde, bunların birini olsun

26 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

niye görm em işti? Belki bundan önceki uzay araçları gün­
düzleri fırlatılmıştı. Güneşli bir günde 40 kilometre uzak­
ta fırlatılan bir roketi farketmemiş olabilirdi. Peki ama
bunu niçin geceleyin fırlatıyorlardı? Program gereği miy­
di? Yoksa çok özel bir durum mu çıkmıştı ortaya? Belki
geceleyin fırlatılınca hedefine gündüz aydınlıkta ulaşa­
caktı. Sabitcan, sanki bu işleri çok iyi biliyormuş, yakın­
dan görm üş gibi, uzayda gece ile gündüzün yarım şar saat
ara ile gelip geçtiklerini anlatmıştı bir defasında. O her
şeyi bilen S abitcan’a bir kez daha sorm alıydı bunu. H er
şeyi bilirmiş gibi görünm ekten, bilgiçlik taslam aktan da
çok hoşlanırdı zaten. Ee, büyük şehirde yaşıyordu ya!
Ama ne gerek vardı böbürlenmesine, kibirlenmesine?
Olduğu gibi görünmeliydi insan. Oysa Sabitcan öyle de­
ğildi. "Filan büyük adam la görüştüm , ona şöyle dedim ,
böyle dedim..." derdi hep.

İki m etre boyundaki Adilbay bir gün S abitcan’ı gör­
mek için şehre, onun çalıştığı devlet dairesine gitmiş.
O nun dediğine göre, Sabitcan, giriş kulübesi, ile beklem e
salonu arasında bir yerde telefonlara cevap vermekten,
çağrıldığı yere koşm aktan nefes bile alamıyormuş. "Dinli­
yorum Alcabar Kaharmanoviç! Başüstüna Alcabar Ka-
harmanoviç! Hem en geliyorum Alcabar Kaharmanoviç!"
demekle geçiyormuş bütün zamanı. Masasına kurulup
oturan Alcabar ise, her dakika önündeki düğmeye basa­
rak onu çağırıyor, koşturuyorm uş. Bu yüzden A dilbay’la
bir çift lâf edecek vakti olmamış...

İşte böyleymiş bizim Boranlı S abitcan’ın durum u.
Ne yaparsınız? Bu durum kendisini ilgilendirirdi ama
K azangap’ın em eklerine yazık olm uştu. Böyle de olsa,
zavallı adam , son gününe kadar bir defa olsun oğlundan
şikâyet etmemiş, aleyhinde konuşınamıştı. Emekli olduk­
tan sonra Sabitcan ve karısı çağırdılar diye onlarla bera­
ber oturm ak için kalkıp yanlarına gitmişti. H atta kendile­

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 27

ri gelip götürm üşlerdi onu. Sonra ne oldu? Bu apayrı bir
m esele idi...

Yedigey, o karanlık gecede fırlatılan roketi gözden
kayboluncaya kadar seyrederken işte bunları düşünüyor­
du. Kor gibi yanan uzay gemisi yükseldikçe, uzaklaştıkça
küçülmüş, sonunda beyaz duman renginde bir noktaya
dönüşerek görünm ez olmuştu. Ancak bundan sonra başı­
nı döndürüp köye doğru yoluna devam etti. Am a, çelişki­
li, tu h af duygular vardı şimdi içinde. H ayranlıkla seyretti­
ği bu mucize, onun için yepyeni olan bu olay, onu hem
şaşırtmış, hem korkutm uştu. Bu arada, birdenbire, de­
miryoluna kadar gelen küçük tilkiyi hatırladı. Hayvan ge­
ce karanlığında, o ıssız bozkırda, göklere yükselen o ateş
topunu görünce ne yapmıştı acaba? Herhalde çok kork­
muş, kaçıp sığınacak bir delik aramıştı...

Bu gece uzay roketinin fırlatılışına tanık olan Boran-
lı Yedigey, elbette, içinde tek kozm onot bulunan bu uzay
gem isinin, hiçbir tören ve açıklam a yapılm adan, uzay is­
tasyonu "Parite"de m eydana gelen olağanüstü bir durum ­
dan dolayı ve olağanüstü bir görevle gizlice gönderildiği­
ni bilem ez, bilmesi de gerekm ezdi. "Parite", A B D ve Sov-
yetler Birliği’ııin o rtak program ına göre hazırlanm ış ve
birbuçuk yıl önce "Tramplen" adı verilen yörüngeye yer­
leştirilmiş bir uzay istasyonu idi. Bütün bunları nereden
bilecekti Yedigey? Bundan başka o, bu olayın onun ken­
disini de ilgilendireceğini, bu ilginin bütün insanlar ara­
sındaki ilişkilerden ibaret olmayıp, doğrudan doğruya
onun hayatıyla da ilgili olacağını bilem ezdi elbet. B ile­
mediği daha başka şeyler de vardı: Uzay gemisinin Sa-
rı-Ö zek’ten fırlatılışından az sonra, gezegenim izin öbür
ucunda bulunan N evada’daıı, ayni am açla bir A m erikan
uzay gemisi de fırlatılmıştı. O da. Tram plen yörüngesin­
deki Parite istasyonuna, ama öbür uçtan ulaşacaktı.

İki uzay gem isinin böyle alelacele gönderilm esi, Sov­
yet-A m erikan o rtak "Demiurg" projesine göre yüzer üs

2« / GÜN ÖLÜR ASRA BEDEL

görevi yapan "Konvansiyon" adlı bilimsel araştırm a uçak
gemisinden verilen bir em ir üzerine gerçekleşmişti.

‘Konvansiyon U çak G em isi’, Pasifik O kyanusunda,
Aleut adalarının güneyinde, San Fransisco ile Vladivos-
tok’a eşit uzaklıkta bir bölgede bulunuyordu. H iç yer d e ­
ğiştirmeden duruyordu orada. O anda OYM (O rtak Yö­
netim M erkezi) uzaya gönderilen iki geminin Tram plen
yörüngesine doğru yol alışlarını dikkatle izliyordu. Şimdi­
lik işler yolundaydı. K enetlenm e m anevrasına başlam ak
üzereydi gemiler. İşin en zor, en önemli yanı kenetlenm e
olacaktı.

Çünkü uzay gemileri birbiri ardınca değil, istasyo­
nun iki ucuna ayni an d a kenetleneceklerdi.

Parite, on iki saatten fazla bir süreden beri Konvan-
siyon’daki O Y M ’nin sinyallerine cevap verm iyordu. Ayni
şekilde kenetlenmeye hazır uzay gemileri de sinyajlerine
bir karşılık atamıyorlardı. Parite Uzay İstasyonunda ne
olmuştu? N eler gelmişti orada bulunanların başlarına?

-li­

fli/ yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.,
gider gelirdi..

Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, san
kum lu b o zhriann özeği San-O zek uzar giderdi.

Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlı­
yorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.

Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir., gider
gelirdi.

*

B o r a n i . fnm otuz kilometre kadar uzağında Ana-
Beyit mezarlığı vardı. N aym an'ların atalarından kalan bir
mezarlık idi bu. Am a, bozkırda yolunuzu şaşırm ak iste­
miyorsanız, bir süre demiryolu boyunda ilerler, sonra sa­
pardınız mezarlık tarafına. O zaman da yol uzardı. Ç ün­
kü Kısıkçay deresini dolanıp büyük bir yay çizmeniz ge­
rekirdi. Bunlardan başka bir yol yoktu zaten. Kestirme
yoldan gitm ek isteseniz bile, gidiş için otuz, geliş için de
yine otuz kilom etre yürüm eniz gerekirdi.

B oranlı’da A na-B eyit’e giden yolu Yedigey’den baş­
ka bilen yoktu. O atalardan kalma mezarlık hakkında ya-
lan-gerçek bir sürü hikâye anlatıldığı halde oraya kimse
gitmemiş ya da gitm ek için bir fırsat bulamamıştı. Sekiz
küçük evden oluşan Boranlı köyünde ise uzun yıllardan
beri ilk kez bir adam ölm üş, ilk kez bir ölü göm m e olayı
ile karşılaşm ış bulunuyorlardı. Birkaç yıl önce de küçük

30/G Ü N O LU R ASRA BEDEL

bir kız çocuğu nefes darlığından ölm üştü am a ana ve ba­
bası onu, doğum yerleri olan U rallar’daki kendi köyleri­
ne götürüp gömmüşlerdi. Yine yıllar önce ölen Kazan-
gap’ın karısı Bike h atun ise Kum bel m ezarlığında yatı­
yordu. Öldüğü zaman Kumbel hastahanesindeydi. Cena­
zeyi K um bekden B oranlı’ya getirm enin bir anlam ı yoktu.
Çünkü Kum bel bölgenin en büyük istasyonu idi ve Ka-
zangap’ın kızı Ayzade ile kocası da o rad a oturuyorlardı.
Gerçi dam at beş para etm ez ayyaşın biriydi am a bu ka­
dar yakınları olan birinin mezarına göz-kulak olurlardı.
O zaman Kazaııgap sağ olduğu için karısının nereye gö­
müleceğine de kendisi karar vermişti.

Oysa şimdi, K azangap’ı nereye göm eceklerine bir
türlü karar veremiyorlardı.

Yedigey kendi görüşünde ısrar etti ve gençlere şöyle
çıkıştı:

- Bırakın bu boş lalları, ne biçim yiğitlersiniz siz!
Böyle bir adamı atalarının yattığı yer olan Ana-Beyit'ten
başka bir yere gömemeyiz. Zaten kendisi de bunu iste­
mişti. Bırakın konuşmayı da işimizi yapalım. M ezarlık ya­
kın değil, sabah erkenden çıkmalıyız yola...

Yedigey’in k arar verm ekte haklı olduğunu hepsi ka­
bul ediyordu. Hiçbiri itiraz etmedi.

Doğrusunu söylemek gerekirse Sabitcan biraz itiraz
edecek olmuştu. Yolcu trenleri B oranlrda durmadığı
için bir yük trenine atlayıp gelmişti Sabitcan. Babasının
ölüp ölmediğini de henüz bilmiyordu yola çıktığı zaman.
Çıkıp gelmesi ve cenazeye yetişmesi Yedigey'i duygulan­
dırmış, sevindirmişti. Kucaklaşıp ortak üzüntüleri için ağ­
lam ışlardı. Yedigey, S abitcan’ı kucaklayıp bağrına bas­
masına, ona sevgi gösterm esine kendisi de şaşıp kalmıştı
sonradan. O nu kucaklayıp yüksek sesle ağlarken "İyi ki
geldin evlat, iyi ki geldin!" diyordu ona. Sanki onun gel­
mesiyle K azangap dirilecekmiş gibi... Yedigey niçin öyle
gözyaşı döktüğünü de anlamıyordu. O güne kadar hiç ağ­

Gl.'N O L l R ASRA BEDEL 31

lamamıştı çünkii. Kazangap'ın şimdi tek göz ıpıssız evce-
ğizinin önünde, ayakla durarak uzun uzun ağlamışlardı.
Y edigey’iıı içinde bir şeyler uyanmış, hatıralar canlan­
mıştı. Sabitcan’ın çocukluğunu, oıııın babası için sevinç
kaynağı olduğu yılları hatırlam ıştı. Kaç defa K um bel’deki
yatılı okula götürm üştü onu! Tatil günlerinde, Kazan-
gap’la birlikte bir trene ya da bir deveye biner, yatılı oku­
la onu görmeye giderlerdi. O nun ne durum da olduğunu,
arkadaşlarıyla iyi geçinip geçinm ediğini, derslerine iyi ça­
lışıp çalışmadığını, öğretm enlerini m em nun edip etm edi­
ğini düşünür, öğrenm ek isterlerdi... Yarıyıl tatillerinden
sonra kaç defa derslerinden geri kalmasın diye, bozkırın
m üthiş soğuğunda üşütm em ek için kürklere sararak, o ya
da Kazangap, deve sırtında okula götürmüşlerdi onu.

O günler gerilerde kalmış, bir rüya gibi silinip git­
mişti. Şimdi önünde duran patlak gözlü, güler yüzlü koca
adam, o küçük çocuğu ancak hayal meyal hatırlatıyordu
ona. Şimdi onun gözlerinde gözlük, başında basık bir
şapka, boynunda iyice eskimiş bir kıravat vardı. Şehirde
bir iş tutm uştu, ağır sorum lulukları bulunan önem li bir
kişiymiş gibi görünm ek isterdi hep. Ama hayat hiç de ko­
lay değildi. Kendisini kollayıp kayıran dost ya da nüfuzlu
akrabaları olm ayınca insanın işinde ilerlem esi, iyi bir ye­
re gelmesi pek zordu. Bunu kendisi de anlamış ve bir gün
acı acı dert yanmıştı. Kendisinin sadece küçük Boranlı
köyünde yitip giden biçare Kazangap'ın oğlu olduğunu
söylemişti. Zavallı çocuk! İşte şimdi o baba da yoktu! En
işe yaram az am a hayatta olan bir baba, en ünlü am a öl­
müş bir babadan bin kere daha iyidir.

Az sonra gözyaşları dindi, yapmaları gereken işler­
den söz etm eye başladılar. İşte o zaman anlaşıldı ki, Ka-
zaııgap'ın bu bilgiç oğlu meğer oraya babasının cenaze
töreni için değil, onu hem en orada bir çukura bırakıp bu
işten sıyrılmak ve bir an önce gerisin geriye dönm ek için
gelmiş! Ne diye gideceklermiş uzak Ana-Beyit mezarlığı­

32 /Ü U N OLUR ASRA BEDEL

na? Engin Sarı-Özek bozkırında bir ölüyü gömecek yer
mi yokmuş? Köyün yakınında, demiryolu boyunda bir
tümseğe göm ebilirlermiş onu. Böylece ihtiyar, öm ür bo­
yu çalıştığı bu yerde, tren seslerini dinleye dinleye huzur
içinde yatar, buna m em nun olurmuş. Bu arada, sözleri­
nin araşm a eski bir atasözünü de sıkıştırmaktan geri kal­
madı. "İnsan ölür, hem en gömülür, bekletilmemeli" dedi.
Niçin vakit kaybediyorlarmış, ne önem i varmış göm üle­
cek yerin? Bir an önce gömmeliyınişler...

Sabitcan bir yandan böyle konuşurken bir yandan da
ertelenm esi imkânsız acele işleri olduğundan sözediyor-
du. Bilinen şeymiş, mezarlığın uzak ya da yakın oluşu
m üdürünü ilgilendirmezmiş. Şu gün, şu saatte işinin ba­
şında olacaksın, der, başka bir şey dinlemezmiş. Böyley-
miş şehirde işler. Şehir şehirmiş, m üdür de m üdür...

Yedigey onun böyle konuştuğunu görünce "ne aptal­
mışım ben!" diye geçirdi aklından. Bu herifi görünce duy­
gulanm ıştı, şimdi ise, rahm etli K azangap’ın oğlu da olsa,
böyle bir adam la kucaklaşıp gözyaşı döktüğü için kendi­
sinden utanıyor, kendisine kızıyordu. Ama yine de kendi­
ni tuttu. Böyle bir günde ve herkesin gözü önünde onu
aşağılayacak bir şey söylemek istemedi. M erhum un anısı­
na olan saygısından dolayı şunları söylemekle yetindi:

- M esele yer bulm ak ise, yer çok. İstediğiniz kadar
yer var. Ama, insanlar yakınlarının ölülerini rastgele bir
yere gömmek istemezler. Bunun da sebepleri var elbet.
Bir avuç toprağı ölüden esirgeyen kim (Yedigey sustu,
B oranlılar onu sessizce dinliyorlardı)? Siz yine de bir dü­
şünün, kararınızı verin. Ben de gidip işlerin ne durum da
olduğuna bir bakayım.

Yedigey suratını asıp kaşlarını çatarak onların yanın­
dan ayrıldı. Bazen birdenbire bora gibi patlayan sert bir
adamdı. O na Boranlı lâkabını vermelerinin asıl sebebi de
bu idi zaten. E ğer orada yalnız Sabitcan ile ikisi olsaydı,
o utanm aza dem ediğini bırakm az, yerin dibine batırır ve

GÜN OLLR ASRA B E D E L /33

unutamayacağı bir ders verirdi ona. Ama Yedigey konu­
yu kadınların diline düşürm ek de istemedi. Z aten kadın­
lar fısıldaşıp duruyorlardı: Ne biçim oğuldu bu, babasının
cenazesine m isafir gibi gelmiş, cenaze aşı için bir paket
çay bile getirmemiş! M erhumun gelini olan o şehirli ka­
dın da zahm et edip cenazeye gelem ez mi, birkaç dam la
gözyaşı döküp duaya katılam az mıydı! Ne utanm az arlan­
m az insanlardı bunlar! R ahm etli sağ iken, iki sağm al d e ­
vesi ve beş-on koyunu ile oldukça rahat bir hayal yaşar­
ken sık sık ziyaret etmişti onu. Adamcağıza hayvanlarını
sattırıp şehre, yanlarına götürmüşlerdi. Hayvanların pa­
rasıyla evlerinin mobilyasını düzmüş, bir de araba satın
almışlardı. Adamı beş parasız bıraktıktan sonra da öylece
ortada bırakmış, yüzüne bile bakmamışlardı! Kadınlar
bütün bunları ve daha başka şeyleri yüksek sesle söyler­
lerdi am a Yedigey susturuyordu onları: Susun, ölenin ru­
huna saygısızlık olur, böyle bir günde konuşulacak şeyler
değil bunlar, karışmayın işlerine! diyordu.

Yedigey hızlı adım larla ağıla, K aran ar’ı otlaktan ge­
tirip bağladığı yere doğru yürüdü. K aranar arada bir öf­
keli öfkeli böğürüyordu. Başına buyruk olmayı seven dev
bir deve idi o. Ö bür develerle birlikte iki-üç kere kuyu­
dan su içmeye gelişi dışında, gece gündüz, bütün hafta
otlakta kalırdı. Şimdi de bağlı durmayı istemiyor, koca
ağzını açıp dişlerini göstererek bağır bağır bağırıyordu.
Eski meseldi: H ür yaşamaya alışan köleliğe kolay kolay
alışamaz.

Yedigey devesinin yanına geldiği zam an, S abitcan’la
yaptığı konuşm anın etkisinden, kızgınlığından kurtulm uş
değildi. Böyle bir durum la karşılaşacağını önceden anla­
mıştı zaten. Adam öz babasının cenazesine gelm ekle Bo-
ra n lılara iyilik ediyordu sanki. Bu onun için bir yük, bir
külfetti ve bundan bir an önce kaçıp kurtulmak isliyordu.
Yedigey boş yere çene çalmak istememişti onunla. Nasıl
olsa bu işi kom şularıyla birlikte o olm adan da yapabilir­

34 / GÜN 01.UR ASRA BEDEL

lerdi. Zaten kom şular kend.. dne düşen işleri yapmaya
başlamışlardı. Dem iryolunda görevli olanlar dışında her­
kes, cenazenin kaldırılması ve sonra verilecek yas yemeği
için hazırlık yapıyordu.

Kadınlar evlerden kap-kacak topluyor, semaverleri
oğup parlatıyor, ham ur yoğurup ekmek pişiriyorlardı.
E rkekler ise su taşıyor, işe yaram az eski traversleri kırıp
yakacak odun haline getiriyorlardı. Issız bozkırda b u n ­
dan iyi yakacak bulam azlardı. Y alnız Sabitcan bir iş yap­
madan gezinip duruyor, üstelik çalışanları da gereksiz
konuşm alarıyla engelliyordu. Şehirde kimin ne iş yaptığı­
nı, rütbelerinin ne olduğunu, işten çıkarılanları ya da ter­
fi ed enleri anlatıyordu onlara. Karısının cenazeye gelm e­
miş olması da um urunda değildi. Güya karısının bir kon­
feransı varmış, yabancılarda davetliymiş, o konferansa...
Peki, torunlar niçin gelmemişlerdi? O nlardan hiç söz et­
miyordu. Am a belliydi. O kula gidiyorlardı onlar. D iplo­
m a alabilm ek ve yüksek okula, gidebilm ek için iyi notlar
almalı, bunun için de okuldan bir gün bile geri kalm am a­
lıydılar! Yedigey "Niç biçim insanlar bunlar!" diye söylen­
di nefretle. "Ne hale gelmiş bu nesil? H er şey önemli
ama ölüm önemli değil!" Ve, kendi kendine soruyordu:
"Eğer ölüm ün onlar için hiçbir önem i yoksa, yaşamanın
da yoktur. Öyleyse niçin ve nasıl yaşıyor bu insanlar?"

Öfkeyle devesine bağırdı:
- Ne böğürüp duruyorsun kara timsah! Kes sesini
yoksa dişlerini kırarım ha!
Yedigey çok kızdığı zam an devesine "Kara timsah!"
diye küfrederdi. O na bu adı, iri dişli ağzını açıp bağırı­
vermesinden ve huysuzluğundan dolayı demiryolcular
koymuştu.
Deveye havut vurm ası gerekiyordu ve bu işi yapm a­
ya çalışırken hiddeti geçti. Heybetli devesine hayran hay­
ran baktı. Boranlı K araııar, dev gibi, dağ gibi bir deveydi
doğrusu. Yedigey uzunca boylu olduğu halde, eli hayva­

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 35

nın boynuna yetişmiyordu. Güçlükle de olsa deveye bo­
yun eğdirdi. Kamçısının sapı ile nasırlı dizlerine vura vu­
ra ve bağıra bağıra hayvanı ıhtırdı. Hayvan direnip bö­
ğürse de sonunda sahibinin isteğine uyarak çöktü ve sesi­
ni kesti. Yedigey de onu havutlam a işine koyuldu.

Deveyi kusursuz şekilde havutlamak ev yapmak ka­
dar zor bir iştir. H er defasında iyice yerleştirm eniz g ere­
kir. Bu da, hele K aranar gibi iri bir deve sözkonusu ise,
büyük güç ve beceri ister.

Boranlrnın devesine boşuna Karanar dememişlerdi.
Kapkara, kabarık tüylü bir başı vardı. Kulaklarının dibin­
den başlayan kara sakalı omuzlarına, yelesi dizlerine ka­
d ar iniyor, sırtında iki hörgücü kule gibi yükseliyordu.
Bir erkek deve için en iyi süs sayılan vahşi, kabarık tüyle­
ri vardı. Bu güzelliği tamamlayan güdük kuyruğunun uç­
lan da kapkaraydı. Geri kalan tarafı -boynunun üst kışını,
göğsü, böğürleri, ayakları, karnı- açık kestane rengindey-
di.

Karanar, hem heybeti hem de tüylerinin rengiyle ün­
lüydü. Ayrıca, henüz otuz yaşında, yani en güçlü çağın-
daydf.

D eveler çok yaşarlar. Bunun için olsa gerek, ancak
beş yaşına gelince erginliğe ulaşır ve iki yılda bir doğum
yaparlar. Gebelik süreleri de öbür hayvanlara göre daha
uzundur. G ebe kaldıktan 011 iki ay sonra d o ğ u ru rlar yav­
rularını. Yavru deve bir, bir buçuk yaşına kadar korun­
maya muhtaçtır. Soğuktan, bozkır rüzgârlarından korun­
ması gerekir. Büyüyüp geliştikten sonra ne soğuktan kor­
kar, ne sıcaktan, ne de susuzluktan.

Yedigey bu işleri çok iyi bilirdi. B unun için K ara-
n ar'a çok iyi bakm ıştı. Hayvanın taş gibi sağlam iki hör­
gücü de onun gücünün, sağlamlığının bir göstergesiydi.

K aranarı ona uzun zaman önce, cepheden dönüp
Boranlı'ya yerleştiği ilk yıllarda Kazangap hediye etmişti.
O zam an K aranar, ördek yavrusunuııki gibi yumuşacık

36 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

tüyleri olan bir yavru idi. Yedigey de gençti ve burada
saçları ağarıncaya kadar kalacağını aklına bile getirm ez­
di. Bazen, gençliğinde çekilmiş resim lere bakıyordu da,
kendini tanıyam ıyordu. Şimdi saçı-sakalı h atta kaşlan iyi­
ce ağarmıştı. Kuşkusuz yüzii de çok değişmişti, ama, yaşlı
insanların çoğu şişmanladığı halde o dinç idi.
Saç-sakalının ağarması kendi kendine, hissettirmeden ol­
muştu. Yaşı ilerleyince önce bıyık bırakmış, sonra sakalı­
nı uzatm ıştı. Şimdi sakalını bıyığını kesecek olsa, kendisi­
ni çırılçıplak hissederdi herhalde.

B oranlı’ya geldiği zam andan bu yana köprülerin al­
tından çok sular akmıştı.

Şimdi, çöktüğü yerde, uzun boynunu iki yana çevire
Çevire, kara yelesini savurarak arslan gibi kükreyen d e­
veyi havutlam aya çalışırken ve elini sallayıp söylenerek
onu itaate zorlarken, bu uzun geçmişi düşünüyor, dalıp
gidiyor ve sonra kendine geliyordu.

Deveyi havutlam ak epeyce zamanını aldı. Havutu
vurup yularını geçirince, K aranar'ın üzerine onun en gü­
zel örtüsünü serdi. Elvan nakışlı, geleneksel motiflerle
süslü bu çok güzel örtüyü Ukubala kıskançlıkla saklar,
ancak önemli günlerde ortaya çıkarırdı. Bu örtüyü son
defa ne zaman kullandığım da hatırlam ıyordu Yedigey.
Ama şimdi tam sırasıydı...

K a ran ar’ın havutlanıp donatılm asından sonra Y edi­
gey onu ayağa kaldırdı ve yaptığı işi pek beğendi. İki hör­
gücü arasına ustaca yerleştirilmiş havutu ve o şahane ör­
tüsü ile K araııar şimdi daha gösterişli, daha görkemli idi.
Gençler, özellikle de Sabitcan, şeref ve haysiyetiyle yaşa­
mış bir adam ın cenaze töreni için hazırlanm anın bir kül­
fet olmadığım, bunun önemli bir olay olduğunu, üzücü
de olsa, şatafatlı bir sevgi gösterisinde bulunm ak gerekli­
ğini görüp anlasınlardı. Bazıları müzik çalar, bayrak çe­
ker, bazıları havaya ateş eder, bazıları da çiçekler saçar,
çelenk götürürlerdi...

GÜN OLUR ASRA B E D E L /37

O, Boranlı Yedigey, yarın sabah, püsküllü örtüsü ile
süslediği K a ran ar’a binecek, cenaze alayının ö nünde gi­
derek, çok sevdiği K azangap’ı, son ve ebedî dinlenm e ye­
rine, Ana-Beyit mezarlığına uğurlayacaktı... Issız Sarı-
Özek bozkırını geçerlerken hep onu düşünecek, bu dü­
şüncelerle, hayatta iken söz verdiği gibi, onu atalar m e­
zarlığında toprağa verecekti. Evet, ona söz vermişti. Yol
ne kadar uzun olursa olsun, onu bu kararından hiç kim­
se, rahmetlinin öz oğlu bile caydıramazdı...

B unun başka türlü olam ayacağını, K a ran ar’ı bunun
için süsleyip havutladığım gençler anlamalıydı.

Yedigey, herkes görsün diye, K aranar’ı yularından
tutup köyün içinden geçirdi ve sonra rahm etlinin evceğizi
önüne getirip bağladı. Herkes görüp anlasmdı. Boranlı
Yedigey sözünde durmazlık edemezdi.

Y edigey’in endişesi boşunaydı. Çünkü onun Kara-
n ar’ı hazırlam aya gidişini fırsat bilen Uzun Adilbay, Sa-
bitcan'a sokularak:

Gel şu gölgeye çekilelim de biraz konuşalım senin­
le, demişti.

K onuşm aları uzun sürm edi. Adilbay, Sabitcaıı’ı razı
etm ek için uzun uzun lâfa gerek görm eden kesin konuş­
tu:

- Beni dinle Sabitcan, rahmetli babanın Boranlı Ye­
digey gibi bir dostu bulunduğu için A llah'a şükretm elisin.

Onu âdetlerimize göre Ana-Beyit'e gömmemize en­
gel olmaya çalışma sakın. Acele işin varsa, gitm ek istiyor­
san, seni burada tutan yok. Çek git. Senin yerine de bir
avuç toprak atarım ben!

Sabitcan bir şeyler söylemek istedi:
- Ama, ölen benim babam ve ne yapacağıma...
Adilbay sözünü bitirmesine fırsat vermedi:
- Baban olmasına baban, ama sen kendinde değil­
sin!.

3S GÜN OLUR ASRA BEDEL

- Sen de abartıyorsun... dedi Sabitcan, -Ama karşı
gelemeyeceğini anlayarak sözünü değiştirdi- Pekâlâ, böy­
le bir günde tartışacak değiliz. A na-B eyit’e göm ülse ne
çıkar, sadece biraz uzak olduğunu düşünmüştüm...

Konuşm aları bu kadarla bitmişti. Yedigey, K a ran ar’ı
herkesin görmesi için evin önüne bağladıktan sonra gelip
Boranlılar'a: "Tartışmayı bırakın, ne saygısız gençlersiniz
siz! O nun gibi bir insanı ancak A na-B eyit’e göm ebiliriz"
demişti. O na kimse sesini çıkarmadı. Herkes kabul et­
mişti.

O akşam ve geceyi bütün kom şular rahm etlinin evi
önünde geçirm eye k arar verdiler. Hava iyiydi. A m a, son­
bahar yaklaşıyordu. Gündüzün sıcaklığı geçtikten sonra
Sarı-Özek bozkırının birdenbire çıkan serinliği sardı or­
talığı. Alaca karanlığı büyük bir sessizlik kaplam ıştı ve
bir nefeslik rüzgâr bile esmiyordu. Bu arada, sabah veri­
lecek ölü aşı için bir koyunu kesip parçalam ışlar, şimdi,
semaverin başına oturup çaylarını içiyor, havadan sudan
konuşuyorlardı.. Hazırlıklar hemen hemen bitmişti. Sa­
bahı bekleyip A na-B eyit’e gitm ekten başka işleri kalm a­
mıştı. Saatler sessiz, hareketsiz akıp gidiyordu. İhtiyar bir
insanın öm rü de böyle gelip geçerdi. Artık ağlamak,
üzülmek neye yarar...

Boraıılı istasyonuna her zamanki gibi trenler gelip
gidiyordu. Doğudan ve batıdan geliyor, sonra aksi yönde
yollarına devam ediyorlardı...

Kısacası, A na-B eyit’e gidecekleri günün öncesinde,
her şey yolunda görünüyordu, ama, gel gör ki tatsız bir
olay çıktı az sonra...

K azangap’ın kızı Ayzade ile kocası, bir yük trenine
binerek cenazeye gelmişlerdi. Ayzade trenden iner in­
mez hüngür hüngür ağlayarak geldiğini belli etti. Bunun
üzerine köy kadınları da onun etrafına toplaşıp ağlam a­
ya, sesine ses katm aya başladılar. Ayzade ile birlikte en
çok U kubala ağlıyor, dövünüyordu. U kubala, A yzade’ye

GÜN Ol.UR ASRA BEDEL 139

çok acıyor, gözyaşlarını dindirem iyordu bir türlü. Y edi­
gey, ölenle ölünemeyeceğini, kadere karşı konulam aya­
cağını söyleyerek onu yatıştırmaya çalıştı ama yatıştıra­
madı.

Sık sık olur böyle şeyler. Babasının ölüm ü ona doya
doya ağlamak, herkesin önünde içini dökm ek, uzun za­
m andan beri birikmiş dertlerini açığa çıkarm ak fırsatını
vermişti. A ğlam aktan gözleri şişmiş, saçı başı dağılmış,
babasının cesedine kapanıp hüngür hüngür ağlarken ka­
ra bahtına da lanetler okuyordu. Hiç şansı olmadığını,
çocuklarının sabahtan akşama kadar, başsız, gözetimsiz
istasyonda sürten serseriler olduklarını, yarın birer hay­
dut olacaklarını ve tren soyacaklarını, büyüğünün şimdi­
den içkiye başladığını, polislerin, böyle giderse onların
m ahkemelik olacaklarını bildirdiklerini bağıra bağıra
söylüyordu. Altı çocukla bir başına ne yapsındı! B abaları­
nın um urunda değildi hiçbir şey...

G erçekten de bir şey um urunda değildi kocası ola­
cak adamın. O rada bir köşede som urtup duruyor, pis ko­
kulu ucuz sigarasını tüttürüyordu sadece. Hem karısının
bu tür yakınm alarına da ilk kez tanık olm uyordu. U zun
uzun uluyacak, sonra susacaktı karısı... A m a bu defa işe
Sabitcan da karıştı ve işin tadı asıl bundan sonra kaçtı:
"Görülmüş şey mi bu yaptıkları? Babasının cenazesine
mi gelm iş yoksa kendisini rezil etm eye mi! Bir Kazak kızı
babasının cenazesinde böyle mi ağlarmış! Eskiden kadın­
lar ağıtlarıyla ölüleri yüceltirlermiş, oysa kardeşi, sızlanıp
yakınm aktan başka bir şey yapmıyormuş. Yok zavallıy­
mış, m utsuzm uş, bilmem daha neymiş!.."

Ayzade patlam ak için sanki bu fırsatı bekliyormıış
gibi açtı ağzını yumdu gözünü. Bütün hiddetiyle ve yeni
bir güçle taştı, köpürdü: "Şu bilgice, şu allam eye bakın
hele! Sen git de önce kendi karma akıl ver! Niye gelip o
dediğin ağılları öğretm iyor bize? Hani ııerde? Niye gel­
medi babamızın cenazesine? Gelip babam ız için bir dam ­

40 ! GÜN OLUR ASRA BEDEL

la gözyaşı dökseydi günaha mı girerdi? O ifritle sen kılı­
bık elele verdiniz, zavallı ihtiyarı soyup soğana çevirdi­
niz! Benim kocam ayyaş da olsa kalkıp geldi cenazeye.
Senin bilgiç hanımın hangi cehennem de?.."

Sabitcan, eniştesine bağırıp çağırarak karısının sesini
kesmesini istedi. Ama eniştesi birden hiddete kapıldı,
sessiz sessiz oturduğu köşeden fırlayıp Sabitcan’ı boğm a­
ya kalktı.

Boranlıiar birbirine giren akrabaları güç belâ ayıra­
bildiler. Hepsi çok utanmış, şaşırmışlardı. Yedigey ise
utanç ve üzüntüden ne yapacağını bilemedi. Gerçi bunla­
rın beş para etm ez insanlar olduklarını biliyordu ama
böyle bir rezalet çıkarabileceklerini aklının ucundan bile
g eçirm em işti.

Hiddetle ileri çıkarak ikisini de çok ciddi bir şekilde
uyardı:

- Birbirinizi saymıyorsanız hiç olmazsa babanızın
anısına saygı gösterin. Yoksa kimseyi dinlem em , ikinizi
de kovarım köyden! dedi.

Cenazeyi kaldıracakları günün öncesinde işte böyle
tatsız, can sıkıcı bir olay meydana geldi. Bu olaya çok
üzülen Yedigey’iıı kaşları çatılm ış ve kendi kendine so ru ­
lar sormaya başlamıştı: "Ne oluyor bu çocuklara? Nasıl
bu d urum a geldiler? K azangap’la birlikte onları yazın ka­
vurucu sıcakla, kışın fırtınasında, soğuğunda, okuyup
adam olsunlar, Sarı-Özek bozkırında çürüyüp kalmasın­
lar diye, "Bizi gereği gibi okutm adılar, eğilm ediler" d e ­
mesinler diye, KumbePdeki yatılı okula götürm em işler
miydi? Onları okula gönderirken bekledikleri sonuç bu
muydu? Um duklarının tam tersi bir sonuç almışlardı..
Niçin? Nasıl böyle olm uşlardı? Yüzlerine bakılmaz in­
sanlar halinde yetişm elerinin sebebi neydi?

Y ardım a yetişen, durvımu kurtarıp Yedigey’i biraz
rahatlatan yine Uzun Adilbay oldu. O, Yedigey'in bu du­
rum a nasıl sıkıldığını, neler çektiğini çok iyi anlıyordu.

GÜN OLUR ASRA BEDEL 14 1

Bir cenaze töreninde m erhum un evlâtları en önem li kişi­
ler sayılır. Dünya kurulalıberi bu böyledir ve böyle oldu­
ğunu da herkes bilir. Ne kadar beş para etmez, utan-
m az-arlanm az olsalar bile onları görm ezlikten gelemez,
uzakta tutam azsınız. İşte bu yüzden, U zun Adilbav, iki
kardeş arasındaki kavganın sebep olduğu rahatsızlığı gi­
derm ek için erkekleri evine davet etti:

- Avlunun ortasında durup yıldızları sayacağımıza,
bize gidelim de birer çay içelim, dedi.

Yedigey, U zun Adilbay’ın kapısından içeri adım
atınca başka bir dünyaya gelmiş gibi oldu. D aha önceleri
de Adilbay’a kom şu ziyaretinde bulunm uş ve her defa­
sında aileyi m utlu, huzurlu görerek sevinmişti. O evde
rahat hissediyordu kendini. Bugün de orada olabildiği
kadar çok kalmayı istiyordu. Böylece, yitirdiği gücü top­
layacak, kendine gelecekti. Buna ihtiyacı vardı.

Adilbay da diğerleri gibi bir dem iryolu işçisiydi ve
kazancı onlarınkinden fazla değildi. O da iki oda bir
m utfaktan ibaret küçük bir evde oturuyordu. Ama, bam­
başka bir atm osfer vardı o evde: Huzurlu, temiz, aydın­
lık. Yaptığı çay da farklı değildi. Ne var ki Yedigey’e bu­
rada içtiği çay süzülm üş bal gibi tatlı gelirdi. Adilbay’ın
karısı da her zam an çok iyi karşılardı konuklarını. İyi bir
ev kadınıydı. Çocuklar ise uslu, terbiyeli idiler... Yedigey
onların d ah a bir süre S arı-Ö zek’te kalacaklarını, sonra
başka bir yere, d aha iyi şartlarda yaşam ak için göçede-
ceklerini düşünürdü. O nlardan ayrılmayı hiç istemese de
onların iyiliği için böyle olmasını isterdi.

Yedigey, kapının önünde muşam ba çizmelerini çıka­
rıp içeri girmiş, bağdaş kurup oturm uştu. İşte o zaman
hissetti ne kadar çok yorulduğunu, acıktığını. Sırtını du­
vara dayamış, hiç konuşmadan duruyordu. Ötekiler, yu­
varlak yer sofrasının etrafında oturm uş, alçak sesle şun­
dan bundan konuşuyorlardı.

4 2 .'GÜN OLUR ASRA BF.OEl.

Sohbet az sonra garip bir konu üzerinde yoğunlaştı.
Yedigey biı gün önce fırlatılan uzay gemisini unutm uştu.
Sofradakilerin ayni olayla ilgili konuşm alarım dinlerken
hatırladı olayı. Gerçi yeni bir şey öğrenm edi ama, onları
dinlerken bu konuda ne kadar az şey bildiğine şaşap kal­
dı. Yine de pek üzülmedi, bundan bir utanç duymadı.
Çünkü onları çok ilgilendiren uzay uçuşları kendisi için
uzak bir konuydu, büyüleyici bir şey olsa da yabancısı ol­
duğu bir konu. O nun için bilmediği bir şey karşısında her
zaman yaptığı gibi, gözleriyle gördüğü bu şaşırtıcı olay
lıakkındaki konuşm aları saygıyla dinledi.

Solradakiler önce şubat, yani deve sütünden hazır­
lanmış kımız içtiler. Soğuk, köpüklü ve hafif sarhoşluk
veren güzel bir kımız idi bu (Bu istasyona gelen bakını ve
kontrol ustaları bu kımızı çok sever ve ona ‘Sarı-Ö zek bi­
rası’ derlerdi.). Bundan sonra sıcak yemekler geldi sofra­
ya. Yemekle birlikte votka da çıkardılar. Boranlı Yedigey
sofrada içkiyi geri çevirmezdi. Ama-bu defa.hem içmedi,
hem de tavrı ile onların da içmemesi gerekliğini anlatm a­
ya çalıştı. Çünkü sabahleyin önemli bir işleri olacak,
uzun yola gideceklerdi. O nların, özellikle de S abitcan’ın
kımızla votkayı karıştırıp içmeleri pek doğru olmaz, belki
kendilerini koyverirlerdi. Kımız ile votka, arabaya koşul­
muş bir çift uyumlu at gibiydi ve insanı coşturur, sarhoş
eder, alıp götürürdü. İşte onun için sırası değildi içm e­
nin. Ama bu koca koca adam ların içmesine nasıl engel
olursunuz? Kendileri anlamalıydılar durumu. Yine de bir
şey rahatlatm ıştı onu: A yzade’ııin kocası bir alkolik old u ­
ğu halde votkaya dokunm uyor, yalnız kımız içiyordu.
Eğer o da kımıza votka karıştırsa, kör kütük sarhoş olu­
verirdi. H erhalde kaynatasının cenazesinde böyle sarhoş
olm asının bir rezalet olacağını çok iyi biliyordu. A m a d a­
ha ne kadar votkadan uzak kalabileceği de bilinemezdi.

Sohbet sırasında Adilbay, kocaman kollarını kürek
gibi açarak konuklarına kımız verirken ve sofranın tize-

GÜN OI.L'R ASRA BEDEL 143

rindeıı dolu kadehi Y edigey’e uzatırken birdenbire aklı­
na gelmiş gibi sordu:

- Yedike, dün nöbeti devraldıktan sonra, siz gider­
ken gökyüzünde tuhaf bir şey oldu, sanki gök gürledi ve
ben olduğum yerde sarsıldım. Kosmodromdaıı bir füze
fırlatmışlardı. A raba oku gibi kocaman bir şey, siz de
gördü nüzmü?

- G ördüm tabiî. Ağzım açık kaldı şaşkınlıktan. Ne
güçtü o öyle! Alev alev yanıyor, yükseliyor, yükseliyordu.

Korktum doğrusu. Nice zamandır burada yaşıyorum,
hiç böyle bir şey görmemiştim.

- Ben de ilk kez görüyorum dedi Adilbay.
Sabitcan, A dilbay’ın uzun boyunu kastederek:
- Sen de görmemişsen biz nasıl görürüz?
Adilbay gülümsedi:
- O ateş topunun kükreyip gökyüzüne yükseldiğini
görünce gözlerime inanamadım. "İşte biri daha uzaya gi­
diyor, uğurlar olsun!" dedim. Belki haberini verirler diye
hep yanım da taşıdığım transistorlu radyomu hem en aç­
tım. Normal olarak uzaya adam fırlatılınca yayın yapar­
lar, spikerdfe olayı büyük bir heyecanla anlatır, dinleyenin
tüyleri diken diken olur. Uzaya kimin fırlatıldığını öğren­
mek için sabırsızlanıyordum, çünkü gözlerimle görüyor­
dum adam ın çıktığını. Ama yayın yoktu.
Sabitcan epeyce içmiş, kızarmaya, terlem eye başla­
mıştı. Bilgiç bir tavırla kaşlarını kaldırdı ve ötekilerden
önce davranarak sordu:
- Peki, niçin yayın yoktu?
- Bilmem. Hiçbir şey söylemediler. Oysa radyoyu
hep açık tuttum , tek kelime söylemediler.
Sabitcan, bir yudum votka ve ardından bir kadeh kı­
mız içerek başını salladı:
- O lm az öyle şey! Bu işte bir yanlışlık var. Uzay uçu­
şu her zaman önem li bir olaydır.. Bu işte sözkonusu olan

44 GÜN OLUR ASRA BEDEL

bizinı bilim ve siyasetteki prestijimizdir, anlıyorsunuz de­
ğil mi?

- Niçin haber vermediklerini bilemem. Son haberle-
ride özellikle dinledim, hatta gazete haberlerini özetle­
yen yayını da...

Sabitcan yine başını salladı:
- Hinim! E ğer şimdi iş yerinde olsaydım, bu işin aslı­
nı hem en öğrenirdim . Yazık ki orda değilim işte. Bir iş
var bunda., uz gitmeyen bir şey.
Orasını bilmem ben. Bütün bildiğim, bu durum un
biraz can sıkıcı olduğudur, dedi Adilbay. Bu defa çıkanı
kendi kozm onotum gibi görüyorum . Çünkü gözlerimle
gördüm o uzay aracının yükselişini. H atta, bu gidenin
belki buralı, bizim çocuklardan biri olduğunu da düşün­
düm. Böyle olsa ne kadar sevinirdik! Sonra bir de bak­
mışsın, ileride onunla görüşüyoruz. A m m a da hoş bir şey
olurdu ha!.
Sabitcan’ın aklına birden bir şey gelm iş gibi Adil-
bay’ın sözünü kesti:
- Tam am ! Anladım şimdi, denem e uçuşu için pilot­
suz bir gemi gönderdiler uzaya.
Adilbay ona bakarak sordu:
- Nasıl oluyormuş o?
- Bir denem e uçuşu işte, bilmez misin? Bir tecrübe
yani. Pilotsuz araç başka bir gemi ile kenetlenir ya da bir
yörüngeye girer. İşin nasıl sonuçlanacağı bilmemez..
Eğer başarılı sonuçlanırsa radyo ve basın yoluyla duyu­
rurlar, aksi halde hiç sözünü etm ezler. Bilimsel bir dene­
me bu.
A dilbay’ın biraz canı sıkılmıştı:
- Ben de uzaya adam gönderdiler diye sevinmiştim..
Kısa süren bir sessizlik oldu. Sabitcan’ın açıklam a­
sıyla biraz hayal kırıklığına uğramışlardı. Konu belki bu­
rada kapanacaktı am a Yedigey istemeden bir canlılık ge­
tirdi:

GÜN OLUR ASRA B E D E L /45

- Yiğitler, anladığıma göre uzay gemisi yörüngeye çı­
kıyor am a içinde kimse yok. Kim yönetiyor öyleyse onu?

Sabitcan "ne kadar cahilsin!" der gibi elini salladı,
Yedigey’in yüzüne övüngeç baktı:

- Kim mi yönetiyor? A m m a da soru ha! Y edike, o ra ­
da her şey telsizle idare edilir. Kom utlar yerden, yönetim
merkezinden verilir ve her şey telsizle idare edilir, anlı­
yor m usun? Uzay gemisinde pilot bulunsa bile yönetim
yine telsizle olur. Pilot yönetimi ele almak istediği zaman
Y erdeki m erkezden izin verilmesi gerekir... Yaa Yedike,
senin K aran ar’ın sırtında Sarı-Ö zek bozkırını geçm ene
benzem ez bu işler.. Çok karışıktır..

- Yaa, dem ek öyle! dedi Yedigey.
Boranlı Yedigey için telsizle kom ut verm e sistemi
anlaşılır bir şey değildi. O nun için telsiz dem ek, birtakım
kelimelerin, seslerin uzayda uzak m esafelere ulaştırılm a­
sı dem ekti. Am a bunlarla cansız bir şey nasıl yönetilirdi?
Oysa gem ide bir insan varsa iş başka.. Bu adam kendisi­
ne verilen emirleri uygulardı. Yedigey daha başka bazı
şeyler öğrenm ek istedi am a ‘değm ez’ diye vazgeçti. Soru
sorm ak içinden gelmiyordu. Sustu. Çünkü Sabitcan, bil­
diklerini söylerken karşısındakini çok küçümsediğini de
belli ediyordu. Sanki, "aklınız bir şeye ermeyen cahillersi­
niz, üstelik beni adam yerine koymuyorsunuz, şu eniştem
olacak ayyaş da beni boğmaya kalkar, ama bu işleri hepi­
nizden daha iyi bildiğimi görün işte!" dem ek istiyordu.
Yedigey, "Bizim gibi okum am ışlardan elbette fazla bile­
ceksin a sersem! Seni yıllarca boş yere mi okuttuk!" diye
geçirdi aklından. Hem en ardından şunu da düşündü:
"Böyle birini başımıza geçirseler, yönetici yapsalar, ne
büyük bir felâket olurdu! Em rindekileri kendisi gibi birer
bilgiç taslağı yapmaya çalışırdı bu herif. Şimdi bile ayak
işlerine bakan bir odacıdan başka bir şey değilken, hiç ol­
mazsa burada, S arı-Ö zek’te, herkesi ağzının içine b ak tır­
mak istiyor!".

46 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

Sabitcan kendisini ayran budalası gibi ağızları açık
dinleyen Boranlıları iyice şaşırtm ak, ezmek kararındaydı.
Böylece, kız kardeşi ve eniştesiyle yaptığı kavgadan dola­
yı kendini küçük görenlere bir ders vermiş, bunu onlara
ödetmiş olacaktı. Bu yüzden âdeta coşmuş, bilimin yük­
sek başarıları ve inanılmaz mucizeleri üzerine nutuk çek­
meye başlamıştı. Bu arada sık sık votkasını yudumluyor,
hemen ardından kımız içmekten de geri kalmıyordu. Sar­
hoş olm uştu bile. Öyle saçma sapan şeyler anlatm aya
başladı ki zavallı B oranlılar hangisine inanıp hangisine
inanmayacaklarını bilemez oldular.

Sabitcan, her kımıldanışında parlayan gözlük camla­
rının gerisinden ateşli ve büyüleyici bakışlarıyla dinleyen­
lerini süzüyor ve devam ediyordu anlatmaya:

- Düşünün bir kere, bizler insanlık tarihinin en m ut­
lu kişileriyiz. Bak Y edike, içimizde en yaşlısı sensin. H er
şeyin eskiden nasıl, şim di nasıl olduğunu hepim izden iyi
bilirsin. Niçin böyle diyorum?' Bak anlatayım: Eskiden
insanlar T an rılara inanırlardı. Eski Y unanistan’daki i-
nanca göre güya bu Tanrılar Olimpus dağında yaşarmış.
Ne biçim Tanrı imiş onlar? Saçmalık işte! Ne gelirdi elle­
rinden? Durm adan birbirleriyle kavga etmek. Asıl özel­
likleri birbirleriyle didişmek, hiç anlaşam am aktı. İnsan
hayatını değiştirmek, insanın mutluluğuna en ufak bir
katkıda bulunm ak gelmezdi ellerinden. Zaten böyle bir
şey düşündükleri de yoktu. Aslında Tanrılar da yoktu.
Bir efsane, masal, uydurm a idi bütün bunlar. Am a bizim
Tanrılarımız bam başkadır ve hemen şuracıkta, Sarı-Özek
Uzay Üssünde yaşıyorlar. Ve biz bu Tanrılarım ızla bütün
dünyaya karşı övünüyoruz, gururlanıyoruz. Aramızdan
hiç kimse tanım ıyor, görem iyor onları. Y asalar buna izin
vermez. Onları göriip tanım ak da gerekmez zaten. Öyle
her önüne gelen, bir M ırkınbay bir Şırkmbay (Ali, Veli)
"M erhaba, nasılsın?" diye el uzatam az onlara. Asıl gerçek

GÜN Ol UR ASRA B E D E L /47

Tanrılardır bunlar. Bak Yedike, az önce sen, uzay gemi­
lerinin telsizle yönetildiğini öğrenince şaşıp kaldın değil
mi? Oysa o iş bir çocuk oyuncağı, hem m odası da çoktan
geçti. Gün gelecek, insanlar da telsizle yönetilecekler,
tıpkı şimdiki otom atlar gibi. Anlıyor musun, büyük, kü­
çük herkes radyo dalgalarıyla yönlendirilecek. Bu konu­
da deneylere başlandı bile. İnsanlığın yüksek çıkarları
için çalışan bilim çok önem li sonuçlar, çok önemli veriler
elde etmiş bulunuyor...

Uzun Adilbay onun sözünü kesti:
- D ur hele! Şu ağzından düşürm ediğin "insanlığın
yüksek çıkarları" sözünü pek anlayamadım ben. Yani se­
nin dediğine göre, herkes yanında transistorlu radyoya
benzeyen bir aygıt taşıyacak ve bu aygıttan aldığı em irle­
re göre mi hareket edecek? H er yerde var mı bu aygıtlar­
dan?..
- Çok tuhafsın Adilbay! O ndan mı söz ediyorum,
ben? Senin söylediğin aygıt hiçbir şey değil, bir çocuk
oyuncağı. Hiç kimse, hiçbir şey taşımayacak üzerinde. İs­
tersen sokakta çırılçıplak dolaş, biotok (canlı akım) de­
nen telsiz ya da radyo dalgaları seni yine bulacak ve bilin­
cine aralıksız olarak tesir edecek. O dalgalardan kimse
kaçıp kurtulamayacak..
- Yaa! Öyle ha?
- Ne sandın ya! İnsan ancak m erkezden verilen
program a göre hareket edebilecek. Keyfince yaşadığını,
dilediğince hareket ettiğini sanacak am a aslında her şeyi,
aldığı nefesi bile yukarıdan verilen program a uygun ola­
cak. O radan ayarlanacak her şey. Bir şarkı söylemen mi
gerek? M erkez bir sinyal verecek ve sen şarkı söyleyecek­
sin. Dansetm en, oynaman mı gerek? Başka bir sinyal ve­
recekler ve sen başlayacaksın oynamaya. Çalışmak nu is­
tiyorsun? Yine sinyalle çalışacaksın, hem de ne çalışmak!
Hırsızlık, soygun yada başka bir suç işlemek olmayacak

4* / GÜN OLUR ASRA BEDEL

artık. Biitün bunlar eski kitaplarda kalacak. Çünkü insa­
nın her davranışı, her işi, bütün düşünceleri ve istekleri,
h er şey, önceden tespit edilecek. Diyelim ki dünya nüfus
patlam ası gibi bir felâketle karşı karşıyadır, yani insanlar
hızla çoğalmakta ve bunları besleyecek kadar besin bu­
lunmamaktadır. Ne yapacağız o zaman? Yapılacak şey
belli, doğum ları azaltacağız. H erkes karısı ile ancak,
merkezden bu yolda bir sinyal aldığı zaman sevişecek.
Tabiî toplum un yüksek çıkarları için olacak bu..

Uzun Adilbay alaylı bir sesle sordu:
- Toplum un yüksek çıkarları için ha?
- Elbette. Devletin çıkarları her şeyden önce gelir.
- Peki, ya ben bu yüksek çıkarları düşünm eden ka­
rım la sevişmek, o işi yapm ak istedim, o zam an ne ola­
cak?
- Azizim Adilbay, hiç böyle bir şey olmayacak ki.
Böyle bir istek aklının kenarından bile geçmeyecek. K ar­
şına dünyanın en güzel kadınını çıkarsalar, seni negatif
lıiotoklar denilen canlı akım etkisinde bırakmışlarsa, ona
dönüp bakmayacaksın bile. Em in ol ki, bu gibi işlerde bi­
le m utlak bir düzen hüküm sürecek. M eselâ, savaşta ol­
duğumuzu kabul edelim. O rada da her şey m erkezden
verilen sinyallere göre olacak. H em en ilk safta ateşe mi
atılmak gerekiyor, atılacaksın. Paraşütle mi atlanacak,
göz kırpm adan atlayacaksın. Tankın altına sokup mayın
mı patlatacaksın? H em en yapacaksın o işi. Nasıl ve ni­
çin? diye soracaksınız bana. Anlatayım. M erkezden canlı
akımla cesaret aşılanacak ve insanda korku diye bir şey
kalm ayacak. İşte böyle olacak her şey!..
Uzun Adilbay pek şaşırmıştı. Aklından geçeni oldu­
ğu gibi söyleyiverdi:
- A m m a da palavracısın ha! Bunca yıl okuduktan
sonra bunları mı öğrendin? Başına akıl koyan olmamış
hiç!

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 49

Ö bürleri oturdukları yerde kıpırdanıyor, başlarını iki
yana sallayarak gülüyor ve bu palavralara inanm adıkları­
nı belli ediyorlardı. Am a yine de, konuyu m eraklı bul­
dukları için, sözünü kesmeden dinliyorlardı onu. Hem
sonra onun durm adan votka ve kımız içtiğini, iyice sar­
hoş olduğunu da görüyorlardı. Bıraksınlar keyfince ko-
nuşsundu. Söylediklerinin hangisi doğru, hangisi uydur­
ma diye kafa yoracak değillerdi ya. Bununla beraber Y e­
digey birden korkuya kapıldı. Bu palavracının böyle ko­
nuşması hiç sebepsiz, hiç temelsiz olamazdı. Çünkü bü­
tün bu söylediklerim uydurabilecek yeteneği de yoktu
onun. H erhalde birşeyler duymuş olmalıydı. Aslında hep
kötü haberleri aklında tutardı o. "Ya söylediklerinde ger­
çek payı varsa? Ya bazı bilim adamları Tanrı olm ak hırsı­
na kapılm ışlarsa? Kendilerini Tanrı yerine kovarak bizi
yönetmeye kalkarlarsa?" diye düşündü. Korkusu da bun­
dan ileri geliyordu.

Sabitcan, merakla dinlendiğini görünce daha da coş­
tu, attıkça attı. Gözlükleri terden buğulanmış, gözbebek-
leri karanlıkla dolaşan kedi gözleri gibi açılıp büyümüştü.
Votka ve kımız kadehlerini de sık sık kaldırıp ağzına gö­
türüyordu. Şimdi de elini kolunu sallaya sallaya, okyanu­
sun ortasında, ‘B erm uda Ü çgeni’ denilen bir yerden, bir
Berm uda Üçgeni masalından sözetmeye başlamıştı. G ü­
ya buradan geçen gemiler, buradan uçan uçaklar, esrarlı
bir şekilde kayıplara karışıyormuş...

- Bakın size bir olay anlatayım. Bizim şehirde ada­
mın biri yurt dışında bir göreve gitmek için kendini helak
edercesine uğraştı, her kapıyı çaldı, her m akam a başvur­
du. Sanki dışarı giderse bir eli yağda, bir eli balda olacak­
mış gibi. Sonunda, sırada bekleyenlerin önüne geçerek,
Paraguay mı, Uruguay mı, pek hatırlam ıyorum am a Ok-
yanus’un ö b ü r tarafında bir yere gitti. Gidiş o gidiş! B er­
muda Üçgeni üzerinden geçerken bindiği uçak kaybol­


Click to View FlipBook Version