100/G Ü N OLUR ASRA BEDEL
K aranar iyice azgınlaşmaya, yanına hiç kimseyi sok
mamaya başlamıştı. Çevresine korku salıyor ya da başını
alıp gidiyor, günlerce kayboluyordu. İşte o zaman Y edi
gey bu hayvanı iğdiş etm ek ya da zincire vurm aktan baş
ka çare kalmadığını düşünmüş ve ne yapacağını Kazan-
g ap ’a sorm uştu. K azangap da şu cevabı verm işti ona:
- Bu senin bileceğin bir iş. E ğer başın dinç olsun, ra
hatın bozulmasın diyorsan, iğdiş et. Yok, anlı-şanlı bir
deven olsun istiyorsan, dokunm a. Ama bu durum da bü
tün sorumluluğu üstlenm en gerekir. Gücün kuvvetin ye
terse ve sabredersen, üç-dört yıl içinde azgınlığı geçer,
sonra boyun eğer, tıpış tıpış gelir ardından..
Yedigey, K aran ar’ı iğdiş etm edi. D aha doğrusu g ö n
lü razı olm adı, eli varmadı. Onu atan (damızlık) olarak
bıraktı. Ama öyle zam anlar oldu ki K aranar ona kan kus
turdu...
-V-
Bu yerlerde irenler doğudan batıya, batıdan doğuya gelir gider...
gelir giderdi. ..
Bu yerlerde dem iryolunun her iki yanında ıssız, engin, san
kum lu bozkırlann özeği San -Ö zek uzar giderdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlı
yorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir., gider
. gelirdi..
*
Sabah erk en d en her şey hazırdı. K azangap’ın naaşı
bir keçeye sımsıkı sarılmış, yün iplerle bağlanmış ve bir
traktörün röm orkuna yerleştirilmişti. Naaşın konduğu
yere önceden biraz talaş, yonga ve bir kat temiz ot ser
mişlerdi. Akşamın beşine, altısına kadar işlerini bitirip
dönebilm eleri için bir an önce yola çıkmalıydılar. Otuz
kilometre gidiş için, bir o kadar da dönüş için yol yürüye
ceklerdi. Ölüyü göm m e işi de epey zam an alırdı. Bu d u
rum a göre ölüyü anm a için verilecek aş ancak altıda ye
nebilirdi ve öyle kararlaştırıldı. İşte bu yüzden acele et
meliydiler. H er şey hazırdı. Yedigey bir gün önceden
eyerleyip donattığı K aranarın yularını tutmuş, acele et
melerini söylüyordu oradakilere. O, bütün gece hem en
hemen hiç uyumadığı, bu yüzden yüzü biraz soluk olduğu
hâlde, dimdik ayakta, vakur idi. Sinekkaydı tıraş olmuş,
bıyıklarını düzeltm iş, önem li günler için ayırdığı en güzel
102 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
elbisesini giymişti: Siyah ceket, beyaz gömlek, kadife şal
var ve ayaklarında meşin çizmeler, başında demiryolcu
şapkası.. Cephede kazandığı madalyalarım, nişanlarını ve
beş yıllık plan uygulam asında başarılı işçilere verilen ni
şanım da takmıştı yakasına. Kıyafeti ona yakışıyordu ve
görünüşü de heybetliydi. K azangap’ııı cenaze töreninde
böyle olması gerekirdi zaten.
En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün Boranlı-
lar orada, cenazeyi taşıyan röm orkun hareket etmesini
bekliyordu. Kadınlar durm adan ağlıyorlardı. Yedigey,
hiç hazırlanm adan, nasıl olduğunu kendisi de bilmeden,
cemaate dönerek konuşmaya başladı:
- Şimdi, S arı-Ö zck’in en eski, en kutsal mezarlığı
olan A na-Beyit’e gideceğiz. M erhum Kazangap buna lâ
yıktır. Zaten oraya gömülmeyi vasiyet etmişti (Biraz du
rup söyleyeceklerini düşündükten sonra devam etti). D e
m ek ki dünyada tuz-ekm ek ve su kısmeti bu kadarm ış.
M erhum bizim bu Boranlı istasyonunda tam kırk d ört yıl
hizmet etti. Bir öm ür geçirdi burada. O burada çalışmaya
başladığı yıllarda şu su tulumbası yoktu. Suyu haftada bir
defa tankerlerle getirirlerdi. Ne kar küreyen makineler
vardı ne de başka bir makine. Şimdi onu son m ekânına
götürm ek için bindirdiğim iz şu traktör de yoktu. A m a
trenler vardı ve gelip geçiyorlardı. Yolların her zaman
açık ve bakımlı olması gerekiyordu. O, bir öm ür harcaya
rak, bu işi dürüstlükle ve büyük bir çaba ile yerine g etir
di. Ç ok iyi bir insandı. B unu hepiniz biliyorsunuz. Haydi,
şimdi yola çıkalım. Hepinizin gelmesine gerek yok, zaten
herkesi götürecek araç da yok. Hem, durakta, makasta
yapılacak işler var. Oraya altı kişi gideceğiz. O rada yapıl
ması gereken her şey yapılacaktır. Kalanlar cenaze aşını
hazırlasın ve bizi beklesinler. M erhum un çocukları adı
na, burada bulunan kızı ve oğlu adına, hepinizi cenaze
aşına davet ediyorum.
GUN OLUR ASRA BEDEL / 103
Yedigey'in böyle bir niyeti olmadığı halde, bu ko
nuşması küçük bir cenaze töreni olmuştu. Bundan sonra
yola koyuldular. Boranlılar cenaze arabasının ardından
bir süre yürüdüler, sonra, köyün çıkışında, topluca dur
dular. Gidenler bir süre daha duydular kadınların ağla
masını. Ayzade ve U k u b ala’nın ağıtları da işitiliyordu.
Artık hıçkırıklar duyulm az olduğu ve altı adam de
miryolundan uzaklaşıp Sarı-Özek bozkırına daldığı za
man, Yedigey kendini biraz rahatlam ış hissetti. Şimdi ce
nazeyi götürenlerle başbaşa kalmıştı ve ne yapacağını bi
liyordu.
Güneş ufukta yükselmeye, Sarı-Özek bozkırını bol
ve tatlı ışıklarıyla doldurm aya, okşamaya başlamıştı.
Ama hava hâlâ serin sayılırdı ve bu yüzden de yolculuk
larını zorlaştıran bir durum yoktu. O geniş düzlükle, ses
ulaşmaz yükseklikte süzülen iki çaylaktan, arada bir Ye-
digey’iıı ayakları dibinden fırlayıp çıkan çayırkuşlarından
başka bir'şey yoktu görünürlerde. Çayırkuşları ürküp ka
çıyor, aklam aları ve kanat sesleri duyuluyordu. Yedigey
bir an gözlerinin önüne kar yağışını, kar üzerinde bu kuş
ların uçuşluklarını gelirdi. "Yakında giderler.. Kar düşer
düşmez toplanıp terkederler buraları" diye düşündü. Ay
ni anda, bir gece önce dem iryoluna kadar gelen tilkiyi
hatırladı ve sanki onu oralarda bir yerde görüverecekm iş
gibi, kimseye belli etmemeye çalışarak sağa sola bakındı.
Hem en sonra, o gece fırlatılan ve bir ateş topu gibi Sa-
rı-Özek göklerinde yükselen roketi getirdi aklına. Böyle
tuhaf şeyleri düşünm esine kendisi de şaştı ve bunları
unutmaya çalıştı. Gidecekleri yol uzun olsa da, böyle şey
leri düşünm enin sırası değildi...
Yedigey, K aran ar’a binmiş, en önde gidiyor, A na-
Beyit’iıı yolunu gösteriyordu. K aranar, adım larını geniş
leterek yavaş yavaş uzun yol ritm ine girmişti. A nlayanlar
için çok güzel, çok çalımlı bir yürüyüştü bu. Boynunu gu
rurla yukarı uzatmış, adım attıkça dalgalanıyor, am a yine
104 / GÜN OI.UR ASRA BEDEL
de, o uzun boynun tepesindeki baş hiç kımıldamadan du
ruyordu sanki. Uzun, kalın dam arlı ve yorulm ak bilm e
yen bacakları ise, ölçülü adım larla havayı yarıp ilerliyor
du. Yedigey, devenin iki hörgücü arasına kurulm uştu.
Yeri sağlam, rah at ve güvenliydi. K aranar sahibinin iş
leklerini içgüdüsüyle anlıyor, onun işaretine, kom utuna
gerek bırakm adan tam onun istediği gibi yürüyordu. H a
fif sarsıntıdan Yedigey’in göğsündeki m adalyalar, nişan
lar şangırdıyor, güneş ışığında pırıl pırıl parlıyor, am a bu
onu hiç rahatsız etmiyordu.
Yedigey'in ardından "Belarus" marka traktör ve
onun çektiği röm ork geliyordu. Sabitcan, genç traktör sü
rücüsü Kalibeğ'Ie birlikte, şoför mahallinde oturm uştu.
Dün bir hayli içmiş, telsizle yönetilen insanlardan, daha
birçok şeylerden söz ederek B oranlılar ın kafasını şişir
mişti am a şimdi ağzını açmıyordu. T raktör sarstığı için
başı bir o yana gidiyordu, bir bu yana. Yedigey onun bu
durum unu görünce gözlüğünün bir yere çarparak kırıl
m asından korkm aya başladı. A yzade’nin kocası röm ork
ta, K azaııgap’m naaşı yanında idi. Ç ok üzüntülü görünü
yordu. Güneşten gözleri kamaşıyor ve arada bir etrafına
şaşkın şaşkın bakıyordu. Bu ayyaş, beş para etm ez adam,
ne olduysa, akşam ağzına bir dam la içki alm am ıştı, doğ
rusu çok iyi davranıyordu. İçm em ekle de kalm am ış, fay
dalı olmak için elinden geleni yapmış ve tabut röm orka
konurken en çok o om uz vermişti. Yedigey ona kendisiy
le birlikte K a ran ar’ııı sırtına binm esini teklif ettiği zaman
da "Hayır, demişti, ben kaynatamın yanında oturacağım,
m ezara kadar yanından ayrılmayacağım." Yedigey ve bü
tün Boranlılılar onun bu cevabını, bu tavrını pek beğen
diler. B oranlı’dan ayrıldıktan sonra en çok ağlayan yine o
idi ve şimdi ölünün başında da o oturuyordu. O nun bu iyi
davranışı Y edigey’i um utlandırdı: "Keşki hep böyle d e
vam etse, ayyaşlığı bıraksa, Ayzade için de, çocukları için
de büyük m utluluk olurdu bu" diye düşündü.
GL'N Ol. t İR ASRA BEDEL / 105
Issız bozkırda ilerleyen bu küçük ve tuhaf cenaze
alayının başını, süslü takımlı bir deveye binmiş Yedigey
çekiyor, onun ardından röm orklu traktör geliyor, en geri
de de yine Belarus m arka bir ekskavatör (yol açma m aki
nesi) bulunuyordu. Yol açma makinesinin sürücüsü, bir
zenci kadar esm er olan Cıımali idi. Onun yanında da
Uzun Adilbay oturuyordu. Cumali genel olarak, yol kaz
ma makinesiyle demiryolu şantiyelerinde çalışırdı ve Bo-
ra n h ’ya yakınlarda gelm işti. B urada ne kadar kalacağı
belli değildi. Yanında oturan ve kendisinden bir baş boyu
daha uzun duran A dilbay’la hararetli bir konuşm aya dal
mışlardı.
Cenaze için elinde bulunan bütün araçları vermiş
olan istasyon şefi O sm an’dan Allah ıazı olsun. G enç is
tasyon şefinin bu yardımları olmasaydı o kadar uzağa git
mek ve m ezar kazmak hiç de kolay olmaz ve akşama dö
nemezlerdi. Mezar, müslüman geleneğine göre derin ka
zılarak, çukurun dibine yanlamasına bir"girinti açılacak,
tabut oraya gömülecekti.
Başlangıçta O sm an ’ın teklifi Y edigey’e biraz tuhaf
göründü, yol açma makinesiyle m ezar açma fikrini pek
beğenm em işti. O sm an ’la yüzyüze bu konuyu konuşurken
kuşkuya kapılmış, kaşlarını çatıp suratını asmıştı. M eza
rın ancak kazma kürekle ve kol gücüyle kazılacağım dü
şünüyordu o. Am a Osm an onu razı edecek bir yol buldu:
- Bak Yedike, bana hak vereceksin. Önce kazma kü
rekle başlarsınız işe. Üst kısmını öyle açarsınız. Gerisini
makine ile bir çırpıda bitirirsiniz. Biliyorsunuz, Sa-
rı-Özek toprağı kaya gibi serttir. M akine ile istediğiniz
derinliğe indikten sonra kazanakı yine kol gücüyle açar
sınız. Böylece hem geleneklere uymuş, hem de zaman
kazanmış olursunuz.
Kazanak: M ezarın dibinde, yan tarafa doğru açılan ve naaşııı yerleştiril
diği girinti.
106 / G UN OLUR ASRA BEDKI.
Şimdi, bozkırda ilerledikçe Yedigey, O sm an’a daha
çok hak veriyor, hatta kendisinin bunu düşünmemiş ol
m asına şaşıyordu. A na-B eyit’e varınca, inşallah öyle ya
pacaklardı. Ö nce rahm etlinin başı kutsal K abe’ye dönük
olacak şekilde, uygun bir yer bulmalıydılar. Sonra, trak
törle getirdikleri kazma küreklerle mezarın üst kısmını
açacaklar, bundan sonra da kazma makinesini çalıştıra
caklardı. Yeteri kadar derine inince, kazma küreklerle
kazanak, yani dipteki yan girinti, tabutu yerleştirecekleri
yuva açılacaktı. Böylece geleneğe uymuş, işi çabuk ve ge
reği gibi yapmış olacaklardı.
Altı kişiden oluşan cenaze alayı işte bu amaçla, Sa-
rı-Özek bozkırında, bazen yayvan bir tepenin üzerinde
görünerek, bazen alçak bir vadide gözden kaybolarak ve
bazen düzlükte yürüyerek Ana-Beyit'e doğru ilerliyorlar
dı: En önde, devesine binmiş Yedigey, onun ardında
trak tö r ve röm ork, en geride ise kalın tırnağı ile bir böce
ğe benzeyen, önünde buldozer bıçağı, arkasında ters çev
rilmiş kepçesiyle Belarus m arka kazma makinesi..
Yedigey, epeyce geride kalan B oranlfya son bir defa
bakm ak için başını çevirdiği zam an, kızıl tüylü köpeği
Y olbars’ııı da tin tin peşlerinden gelm ekte olduğunu gö
rüp şaştı. Bir bu eksikti! Köyden çıkarlarken yoktu. Ne
zaman katılmıştı peşlerine? Geleceğini bilse, bağlardı kö
peği. Kurnaz köpekti doğrusu. Yedigey ne zaman Kara-
n ar’a binip yola çıksa, o da bir yolunu bulup düşerdi peşi
ne. Şimdi de öyle yapmıştı. "Eh, ne yapalım, gelirse gel
sin" diye düşündü Yedigey. O nu geri yollam ak için vakit
kaybetmeye değmezdi. Yolbars da sanki sahibinin aklın
dan geçenleri anlamış gibi, o sırada koşup traktörü geçti
ve K a ran ar’ın hizasına geldi. Yedigey kam çının sapını
göstererek onu korkutm aya, dönmesini istediğini anlat
maya çalıştı ama köpek aldırm adı bile. Çünkü artık epey
ce uzaklaştıklarını, sahibinin bunda geç kaldığını biliyor,
sanki alay ediyordu onunla. Aslında hayvanın onlarla bir
GÜN OLUR ASRA B ED EL / 107
likte işe kalkışmasının zararı da, gelmesini önlem enin ya
rarı da yoktu artık. Güzel, güçlü bir köpekti Yolbars. G e
niş göğsü, güçlü ve uzun tüylü boynu, kesik kulakları, ze
ki ve anlayışlı bakışları ile herkesin ilgisini çekerdi.
Böylece Ana-Beyit yolunda ilerlerken, Yedigey’in
aklından bin türlü düşünce gelip geçiyordu. Ufukta yük
selen güneşe bakıp geçen zamanı ölçmeye çalıştıkça, geç
mişe ait olaylar bir bir canlanıyordu gözünde. İstasyonda,
bütün işleri K azangap’la ikisinin yaptığı ve henüz genç
oldukları bir dönem i hatırlıyordu şimdi. Başkaları Bo-
ra n h ’da tutunam ıyor, buraya yerleştikten kısa bir süre
sonra çekip gidiyorlardı. Oysa o ve Kazangap işten başla
rını kaşıyacak zaman bulamıyorlardı. Am a şimdi bunun
sözünü bile etm ek cesaret işiydi doğrusu. Çünkü gençler,
hayatlarını böyle boşa harcadıkları için onları aptal yeri
ne koyuyor, alay ediyorlardı: Niçin, ne uğruna katlanm ış
lardı biitün bu zahm etlere? Onların da kendilerine göre
sebepleri vardı elbet.
Bir keresinde, kardan tıkanan yolları açmak için du
rup dinlenm eden tam kırk sekiz saat çalışmış, geceleyin
önlerini bir lokomotifin farlarıyla aydınlatmışlardı. Kar
dinm ek bilmiyor, yine dinmek bilmeyen rüzgâr, onlar yo
lun bir yanını açarken öbür yanını karla dolduruyordu.
Soğuk desen, iliklerine işliyordu insanın. Yüzleri gözleri
şişmiş, m osm or olm uştu. A rada bir soluk almak, biraz
ısınmak için lokom otife çıkıp birkaç dakika kalıyor, son
ra yine dönüyorlardı Sarı-Ö zek’in o sonu gelmez, berbat
işine. Bir ara lokom otif bile tekerleklerinin yukarısına
kadar kara göm üldü. O nlarla b erab er çalışan üç yeni işçi,
o gece Sarı-Ö zek’e lanetler okuyarak, küfürler savurarak
işi bıraktılar. "Tutsak mıyız biz! T utsaklara bile dinlen
me, yatm a izni verilir!" dem işler, sabahleyin de bir trene
binip gitm işlerdi. G iderken ’A llaha ısm arladık’ yerine
onlara:
108 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL
- Ne hâliniz varsa görün, aptallar! Çılgınlar! ’diye b a
ğırmışlardı.
Bu yeni işçilerin K azangap’la Y edigey’e küfredip git
melerinin sebebi yalnız karla boğuşmaları değildi. Kavga
etmişlerdi. Gece yarısı artık çalışamaz durum daydılar.
Kar durm adan yağıyor, rüzgâr savuruyor ve kudurm uş
bir köpek gibi saldırıyordu işçilerin üzerine. Başlarım so
kabilecekleri bir yer yoktu. Lokomotifin farları bile yet
miyordu önlerini aydınlatmaya. Çünkü lokomotiften çı
kan bu h ar bir sis oluşturuyor ve önlerini gösterm iyordu.
Ü ç yeni işçi çekip gidince işler K azangap’la ikisine kal
mıştı. O nlar da iki deveyi bir kızağa koşarak taşımaya
başladılar yığılan karları. A m a hayvanlar da donuyor, o
göz açtırm ayan tipide yürüyem iyorlardı. Y olun iki yanın
da kar develerin göğsüne kadar yükselmişti. Kazangap
önde giderek hayvanları çekiyor, Yedige.y ise arkadan
kamçısını sallayarak Onları gayrete getiriyordu.. Böylece
gece yarısını ettiler. D eveler kara saplanıp kalıyor, adım
atamıyorlardı artık. Bu durum da tipi yatışmcaya kadar
beklem ekten başka ellerinden bir şey gelmezdi. Rüzgâr
dan korunm ak için lokomotifin yanına gelip durdular.
Yedigey, eldiveni içinde donm uş parmaklarını birbi
rine vurarak:
- Kazake, dedi, artık yeter, lokomotife çıkalım da ti
pinin dinmesini bekleyelim.
- Havanın değişeceği yok, şimdi nasılsa yine öyle ola
cak, işimiz yolu açm ak, nasıl olsa biz yapacağız bu işi.
Birşey yapm adan durm aya hakkımız yok, haydi sarılalım
küreklere!
- Biz insan değil miyiz yani?
- Böyle bir zam anda insanlar değil, kurtlar, vahşi
hayvanlar çekilir inlerine!
- Ay köpek herif! Sana göre geberip gitmeliyiz bu
havada! Tek başına kal da geber öyleyse!
GÜN OLUR ASRA BEDEL /109
Yedigey böyle derken K azangap’ın suratına bir yum
ruk indirmişti. Bunun üzerine kapıştılar ve birbirlerinin
dudaklarını patlattılar, yüzleri gözleri kana bulandı. Eğer
o sırada lokomotifin ateşçisi aşağı atlayıp onları ayırma-
sa, kimbilir nasıl biterdi bu kavga! Yaa, işte böyle, kavga
da etmişlerdi!..
Kazangap işte böyle bir adamdı. Artık onun gibileri
yoktu dünyada. Kazangap sonuncusuydu ve şimdi onu da
gömeceklerdi. Birkaç veda sözünden, duadan sonra
"âmin!" diyecek ve orada bırakacaklardı onu.
Yedigey bunları düşünürken, bir yandan da yarı ya
rıya unuttuğu duaları tekrarlayıp hatırlam aya, T an rı’ya
yönelteceği yakarışları bir sıraya koymaya çalışıyordu.
Çünkü, insan kalbinde, başlangıç ile son, hayat ile ölüm
arasındaki çelişkiyi uzlaştıran, yalnız ve yalnız, bilinm e
yen, görülm eyen Tanrı idi. D ualar işte bunun için okunu
yordu. Başka türlü T a n rı’ya sesini duyıtram azsın, niçin
yaratıp niçin öldürdüğünü soram azsın ki! D ünya kuruldu
kurulalı insanlar böyle yaşıyor, pek razı olm asa da böyle
katlanıyor kaderine. Duaların var oldukları günden beri
hiç değişmemesinin, hep ayni sözlerle tekrarlanm asının
sebebi de, teselli bulup yatışmaları, boşu boşuna sızlan
mamaları içindir. Dualar, yüzyılların okşayıp parlattığı
altın külçeleri gibi, dirilerin ölülerin başında söyledikleri
en özlü, en süzme ve son sözlerdir. Âdet, gelenek böyle-
dir.
Yedigey’in aklına şunlar da geliyordu: A llah’ın varlı
ğına ya da yokluğuna inanm ak başka şeydir. Ama insan
denen yaratık, bu şekilde davranması bağışlanacak bir
şey olm asa da, ancak başı sıkıştığı zam an A llah’ın adını
anıyor, A llah’tan yardım diliyor. "İnanm ayan insan başı
ağırmayınca A llah’ı düşünm ez.." diyen atasözü de b u n
dan doğmuş olsa gerek. Ne olursa olsun, herkes duaları
bilmelidir.
IIO /G L ’N OLUR ASRA BEDEL
Yedigey, başını döndürüp araçlarla gelen genç arka
daşlarına baktı ve onların hiçbirinin duaları bilmediğini
düşünerek caııı çok sıkıldı. Ö ldükleri zam an, birbirlerini
gömmek zorunda kaldıkları zaman ne yapacaktı bu in
sanlar? Öleni sonsuzluğa uğurlarken, hayatın başlangıcı
nı ve sonunu kapsayacak sözleri nereden bulup söyleye
ceklerdi? "Elveda yoldaş, seni unutm ayacağız" mı diye
ceklerdi? Ya da bunun gibi başka bir zırva mı?
Bir gün, şehirde bir cenaze törenine katılmış ve m e
zarlıktaki o törenin herhangi bir toplantıdan farksız geç
tiğini görünce şaşıp kalmıştı. Birtakım hatipler ellerinde
ki kâğıtlarla m erhum un tabutu başına gelmiş, nutuk o k u
muşlardı. Hepsi birbirine benziyordu bu nutukların:
M erhum un ne iş yaptığı, hangi işleri başardığı, nasıl ça
lıştığı, kime nasıl hizmet ettiğini anlatmışlardı. Sonra m ü
zik çalmış, m ezarına çiçek koymuşlardı. Konuşmacılar
dan hiçbiri hayattan ve ölüm den söz etm edi. Tâ ilk çağ
lardan bugüne kadar, insanların varlık ve yokluk, hayat
ve ölüm hakkındaki bilgilerinin doruğu, özü olan dualar
da söylendiği gibi bir söz söylenmedi. Sanki o güne kadar
dünyada kimse ölmemişti ve bundan sonra da ölmeye
cekti! Zavallılar kendilerini ölümsüz sanıyorlardı herhal
de! Gözlerinin önündeki gerçeğe rağmen de konuşmala
rını "O ölmedi, ölümsüzlerin arasına karıştı!.." diye bitiri
yorlardı.
Yedigey bölgeyi iyi bilirdi. H em , K araııar’ın sırtında
olduğu için çevresini tâ uzaklara kadar görebiliyor,
A na-B eyit’e en kestirm e yolu seçiyordu. A rada bir kestir
me yoldan biraz açılmasının sebebi, arkadan gelen araç
ları, bir çukura düşmeden kolayca geçecekleri düzlüğe
çekmek istemesiydi.
H er şey yolunda gidiyordu. Uz gitmiş, az gitmiş olsa
lar da herhalde yolun üçte birini almışlardı. Karanar yo
rulmak bilmeden geniş adımlarla yürüyor, sahibinin ko
m utunu daha ilk hecesinde anlayarak ona uyuyordu. Ka-
GÚN OLUR ASRA B E D E L /III
ra n a r’ın ardından tra k tö r ve ekskavatör büyük bir gürül
tü çıkararak ilerliyorlardı.
Fakat ilerde onları, hiç akıllarından geçirmedikleri,
geçiremeyecekleri bir olay bekliyordu. Ne kadar inanılır
gibi olm asa da, Sarı-Ö zek uzay üssünde olanlarla ilgiliydi
onların karşılaşacağı olay.
*
**
Konvansiyon uçak gemisi yerinden ayrılmamıştı. Bü
yük O kyanus’ta, A leut adalannın güneyinde, V ladivos
tok ile San-Fransisco’ya tam eşit uzaklıktaki yerinde d u
ruyordu.
Okyanusta hava değişmemişti. Günün öğlene kadar
olan saatlerinde, güneş engin denizi göz kam aştıran ışık
larına boğmuştu ve havanın değişeceğine dair hiçbir be
lirti görünm üyordu ufukta.
Uçak gemisinde pilotlar ve iç güvenlik ekipleri de
dahil olmak üzere herkes, görev başında gergin bir bek
leyiş içindeydi. Ama çevrede, alarm durum una sebep
olabilecek somut bir şey de yoktu: Sebep çevredeki olay
lar değil, uzay derinliğinde, galaksinin ötesindeki olaylar
idi.
Tram plen yörüngesindeki Parité uzay istasyonu ara
cılığıyla Om ıan-GÖğüs gezegeninden, daha doğrusu bu
gezegenle tem as kurm uş iki Parité pilotundan gelen h a
berler O rtak Yönetim Merkezi sorumlularını ve özel yet
kilerle donatılmış komisyon üyelerini tam bir şaşkına çe
virmişti. H er iki tara f öyle bir şaşkınlık içindeydi ki, ken
di çıkarlarını ve özel durum larını tespit etm ek için önce
kendi aralarında ayrı ayrı toplanmayı tercih etmişler, on
dan sonra ortak toplantı yapmaya karar vermişlerdi.
İnsanlık tarihinde o güne kadar görülmemiş bir keş
fin yapıldığını onlardan başka hiç kimse bilmiyordu yer-
112/G Ü N OLUR ASRA BEDEL
yüzünde. Dünya, Orm an-Göğsü gezegeninden ve bura
daki uygarlıktan habersizdi. En gizli yollardan haberli
bulunan iki tarafın hüküm etleri bile olayın bundan son
rasını ve nasıl geliştiğini henüz öğrenem em işlerdi. H ükü
metler, uzm anlardan oluşan tam yetkili komisyonların
toplanıp vereceği kararı bekliyordu. Konvansiyon uçak
gemisinde çok sıkı bir denetim vardı: Pilotlar da dahil
herkes görevinin başında hazır bekliyordu ve hiçbir se
beple yerlerinden ayrılamayacakları emredilmişti onlara.
Uçak gemisinin çevresinde 50 kilom etre yarıçapındaki
alan yasak bölge ilân edilmişti ve bu bölgeye hiçbir gemi
yaklaştırılmıyor, yine o bölgeden geçecek uçaklar da
Koııvansiyon’a 300 kilom etreden fazla sokulam ıyordu.
İki tarafın kom isyonları arasında yapılması gereken
ortak toplantıya ara verildikten sonra, Deıııiurg projesini
yürüten iki devletin sorum luları ayrı ayrı kendi araların-'
dan toplandılar ve Parite 1-2 ile Parite 2-1 kozm onotla
rın gönderdiği bilgileri incelediler.
İki kozm onotun sesi, uzayın akıl almaz uzaklıktaki
bir noktasından, o güne kadar varlığı bile bilinmeyen bir
gezegenden geliyordu:
"Dikkat! Dikkat!
Bu yıldızlar arası yayın diinya içindir!
Dünyalıların dilinde adları bile olmayan şeyleri
anlatm ak çok zor, yine de bizim gezegenimizle birçok
ortak nokta bulunmaktadır.
Orman gezegenliler insana benzeyen yaratıklar,
aslında, bizim gibi insanlardır. Yaşasın dünya evrimi!
Hominidlerin (insan türünün) evrimi, burada da ev
rensel prensiplere göre gelişmiş ve diinyadışı hominid-
lerden güzel, m ükem m el bir insan örneği meydana gel
miş. Buradaki insanlar esmer tenli, m avi saçlı,
mor-yeşil gözlü. Kirpikleri ince ince, yum uşak ve bem
beyaz.
GÜN OLUR ASRA B ED EL/ 113
Yöriinge istasyonumuza yanaştıkları zaman onları
tamamen saydam bir tulıtm-elbise içinde gördük. Uzay
gemilerinden bize gülümsediler ve gelmemizi işaret etti
ler.
Ve biz, bir uygarlıktan öbürüne geçtik.
Peıvaneli uçuş aracı istasyondan ayrıldı. A raç ışık
hızı ile uçuyor ve biz içinde olduğumuz halde bunu his
setmiyorduk. Böylece zaman akışını yenerek uzayın de
rinliklerine daldık. Bizi ilk şaşırtan şey ağırlığımızın de
ğişmemiş olmasıydı ve bu bizi rahatlattı. B unu nasıl
başardıklarını anlayamadık. Bize ilk söyledikleri İngi-
lizce-Rıısça karışımı 'Welcome ııaş Svezda’ (Galaksi
mize hoş geldiniz) oldu. Bu sözleri duyunca, az bir ça
ba göstererek onlarla konuşabileceğimizi anladık. M a
vi saçlı bu yaratıkların boyları iki metreye yakındı.
Dördü erkek biri kadın olm ak üzere beş kişiydiler. K a
dın da erkekler kadar uzundu ve erkeklerden boyu ile
değil vücudunun kadınım sı biçimi ve renginin biraz
ilaha açık oluşuyla ayrılıyordu. Orman-Göğsii insanla
rının rengi, Kuzey Afrika Arapları’nın rengini andırı
yor. İşin önem li yanı, daha ilk karşılaşmamızda onlara
büyük bir güven duymuş olmamızdır.
Erkeklerden iiçii, uçan aracın pilotu, dördüncü
erkek ve kadın ise dünya dillerinin uzm anı idiler. Bu
uzmanlar bizim uzay araçlarımızdan telsizle yaptığımız
konuşmaları zaptetmiş, İngilizce ve Rusça kelimeleri
derleyerek incelemiş, sistemleştirmiş ve bu iki dilin bir
sözlüğünü yapmışlar. Onlarla karşılaştığımız zam an
2,500 ’den fazla kelim e ve deyim biliyorlardı. İşte onla
rın bu kelime birikimi sayesinde, anlaşmamız kolaylaş
tı. Kendi dilleri bizim dillere hiç benzemiyor, yalnız ses
lileri bakım ından İspanyolca 'yı andırıyor.
Parite’den ayrılışımızdan on bir saat sonra G üneş
sisteminin dışına çıktık.
114 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
Kendi yıldız sistemimizden çıkıp başka bir sisteme
geçtiğimizin farkına bile varmadık. Çiinkii evrenin ya
pısı her yerde ayni (Herhalde o anda öteki sistemlerde
ki gezegenlerin konumları öyle olduğu için). Ö nüm üz
de, gittiğimiz yönde, gittikçe büyüyen kızıllıklar gördük.
Yangını andıran bu kızıllıklar genişliyor, uçsuz bucak
sız al şafaklar hâlinde yayılıyordu. Bir tarafı karanlık,
öbür taraf aydınlık gezegenlerin yakınından geçtik.
Görüş alanımızın içinde birçok güneş ve ay vardı.
Sonra, birdenbire, geceden gündüze çıkmış gibi ol
duk, ııçsıız-bııcaksız, göz kamaştıran bir aydınlığa dal
dık. O güne kadar görmediğimiz o parlak gökyüzünü,
çok büyük, çok güçlü ışık saçan bir güneş aydınlatıyor
du.
Dil lam anı kadın:
- Şimdi bizim galaksideyiz. Bakın şu gördüğünüz
bizim 'İye ’miz, câzibya da kıralyıldızımız, yani güneşi
niizdir. A z sonra bizim gezegenimiz olan O rm a n -
Göğsü ’ne varmış olacağız.
Gerçekten de, uzayın akıl almaz yüksekliklerinde,
onların ‘İye’ adını verdikleri ve bizim için yeni olan o
büyük güneşi gördük. Bu güneş, hem ışıklarının par
laklığı. hem de boyutları bakım ından bizim güneşimizi
kat kat geçiyordu. Orman-Göğsii gezegeninde bir gün
28 saat sürüyor. Bu dünya ile bizim dünyam ız arasın
daki bir dizi jcobiyolojik farklılıkların bundan ileri gel
diğini sanıyoruz.
B ütün bu konularla ilgili bilgileri size ilaha ayrıntı
lı olarak, bundan sonraki bağlantıda ya da Parite’ye
döndüğümüz zam an verebileceğimizi sanıyoruz. Şim
dilik birkaç önem li bilgiyi vermekle yetiniyoruz. Or-
man-Göğsü gezegeni, uzaktan, tıpkı bizim dünyamız
gibi görünüyor. Dünyayı olduğu gibi onun çevresini de
atmosfer tabakaları kuşatmış. Gezegene beş-altı bin
metre yaklaştığımız zaman, rehberlerimiz bizim için ge-
GÖN OLUR ASRA BEDEL / 115
zegeııleri etrafında ö zel bir tur yaparak, Orman-Göğ-
sii'nii panoram ik olarak seyrettirdiler. Manzara çok,
çok giizel, olağandışı idi. Sıra sıra dağları, büyük dağ
ların doruklarını gördük. Dağlar, tepeler koyu yeşil or
manla kaplıydı. Denizler, göller, nehirler de çoktu. G e
zegenin bazı yerlerinde, özellikle kutup bölgelerinde,
çıplak, ıssız alanlar da vardı ve buralarda sürekli kum
fırtınaları esiyordu. A m a bizi en çok şaşırtan, en çok
etkileyen, şehirler ve kasabalar oldu. Gezegenin tabiî
güzellikleri arasında yükselen bu yüksek yapılar, orada
şehirciliğin, şehirleşmede ulaştıkları düzeyin çok y ü k
sek olduğunu gösteriyordu. Mavi saçlı uzaylıların şehir
leri yanında, M anhattan bile çok söniik kalır.
Bizim anladığımıza göre Orman-Göğııslüler’in,
evrendeki akıllı yaratıklar arasında, çok orijinal, çok
üstün bir yeri var. Burada kadınların gebeliği on bir ay
sürüyor. Tabiî Orman-Göğsiı gezegeninin on bir ayı.
Ortalama insan ömrü de oldukça uzun. Yine de onlar
için en büyük mesele, en önem li mesele, insan ömrünü
uzatm ak imiş. Ortalama insan ömrü 130-140 yıl. A m a
içlerinde 200 yıl yaşayanlar da var. Gezegenin toplam
nüfusu 10 milyarı aşmış.
Şim dilik size bu mavi saçlı insanların hayat lam ,
bu uygarlığın özellikleri ve seviyesi hakkında, az da ol
sa sistemli bir bilgi verebilecek durumda değiliz. A n
cak, bizi en çok şaşm an şeyleri bölüm bölüm anlatm a
ya çalışacağız.
Güneş enerjisinden, daha doğrusu İye’nin enerji
sinden yararlanıyor, ısı ve elektrik elde ediyorlar. S a n
trallerinin verimlilik oranı da bizim hidroleknik usulde
elde ettiğimiz orana, göre çok daha yüksek. Bundan da
önemlisi, gece ile gündüz arasındaki ısı farkını da ener
jiye döniıştüriip biriktirebiliyorlar.
M an h attan : N ew -Y o rk ’u n m erk ezinde m o d ern planı ve gökdelenleriyle
ünlü semt.
116 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
İklimi denetim altına almayı da öğrenmişler. Bize
gezegenlerini tanıtm ak için yaptırdıkları uçuş sırasında,
uzay gemisinin öniine çıkan sis ve bulutlan bir unda
ışınlayıp dağıtıverdiler. Ayrıca, yoğun hava akımlarını,
d en k ve okyanuslardaki su akıntılarını yönlendirdikle
rini, böylece gezegenlerindeki havanın nem oranını ve
ısısını ayarladıklarını da öğrendik. Bundan başka yer
çekimini de denetim altında tutabiliyorlar ki bu da on
lara yıldızlar arası uçuşlarda büyük kolaylık sağlıyor.
Bütün bunlara karşılık bizim yeryüzünde henüz
karşılaşmadığımız bir problemleri var. İklim i denetle
yip kuraklık meselesini çözmüş olmalarına, nüfusları
dünya nüfusunun iki katı olduğu halde, besin azlığı ve
ya beslenme güçlüğü gibi sıkıntıları da bulunm am ası
na rağmen, üstesinden gelemedikleri bir mesele ile kar
şı karşıya bulunuyorlar: Gezegenlerinin bir bölüm ü y a
vaş yavaş yaşanm az hâle geliyor, o bölüm de bütün
canlılar ölüp gidiyormuş. Kendilerinin ’iç kuraklık’ d e
dikleri bir olaydan ileri geliyormuş bu durum. Gezege
nin üzerinde tanıma uçuşu yaparken, güneydoğu böl
gelerini büyük kum fırtınalarının kasıp kavurduğunu
guniıüşıük. Açıkladıklarına göre bu fırtınalar, gezege
nin merkezinden gelen ani reaksiyonlardan doğuyor-
mıtş. Belki hu reaksiyonlar bizim dünyamızdaki vol
kan püskürm esi gibi bir şeydi. A m a burada yavaş y a
vaş ve yaygın bir radyasyon olayı olarak ortaya çıkıyor,
gezegenin kabuğunu dağıtıp bozuyor, toprağı oluştura
cak elementleri yok ediyormuş. Orman-Göğsii gezege
ninin o bölümünde, her yıl, Biiyük Sahra’dan daha ge
niş bir çöl, adım adım genişliyor, m avi saçlıların hayat
veren topraklarını kaplıyormuş. Onların karşı karşıya
bulundukları en büyük felâket bu imiş.. Gezegenin de
rinliklerinde meydana gelen bu olayı denetim altına
ulumıyorlarmış. Bu korkunç iç kuraklık afetiyle m üca
dele için gezegenin en büyük bilginleri, bilimsel, teknik,
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 117
pratik bütün imkânları seferber edilmiş. Onların geze
geninin bizim A y ’ım ız gibi bir ııydıısıı yok. A m a bizim
A y'ı biliyorlar. Hatta A y'a inmiş, inceleme yapmışlar.
Söylediklerine göre A y da, şim di onların gezegeninde
karşılaşılan türden bir felâkete uğramış. Bu bizi bir
hayli düşündürdü. Çünkü A y dünyamıza çok yakın.
Biz de ayni felâketi göğüslemeye hazır mıyız? Olayın
bir iç, bir de dış yönü var. Biz, uygarlıklarla buluşm a
ya, anlaşmaya hazır mıyız? İnsanlar, sonu gelmez çe
kişmeler, kavgalar yüzünden ne kadar geri kaldıklarını,
entellcktiiel gelişme bakımından ne kadar zararlı çık
tıklarını anlayabilecekler mi?
Şim di O rm an-G öğsii’nde, bilim çevrelerinde, ge
zegen çapında bir tartışma var: İç kuraklığın sırrını
çözm ek ve kurum ayı durdurmak, böylece felâketi önle
m ek için çalışmaları arttırmak nu daha yerinde olur,
yoksa, evrende uygun bir gezegen bulup Orman-Gö-
ğüslüler’i zam an içinde oraya göçetmeye, orada uygar
lıklarını sürdürmeye hazırlamak mı?
Şimdilik böyle bir gezegen bulup bulmadıklarını
ya da hangi gezegene gitmeyi düşündüklerini bilmiyo
ruz. İşin bizi çok şaşırtan yanı şu: Orman-Göğüsli'tler
gezegenlerinde daha milyonlarca yıl öyle bir tehlikeye
m aruz kalm adan yaşayabilirler. Buna rağmen, sanki
gezegende yaşayanlar o tehlike ile bugün karşı karşıya
imişler gibi, bıınıı en önem li mesele sayıyor ve önlem ek
için kolları sıvamış bulunuyorlar. Bu gezegende yaşa
yanlardan herhangi birinin aklından ‘Benden sonra tu
fa n !’ gibi haince bir düşüncenin geçmemiş olması
m üm kün miidiir? Am a, gezegende yıllık brüt gelirin
önemli bir bölümünün, iç kuraklığın yayılmasını önle
m ek masraflarına ayrıldığını öğrenince, biz, bunu aklı
mızdan geçirdiğimiz için utandık.. Şimdilik, sinsi sinsi
genişleyen çölün çevresinde binlerce kilometre uzunlu
ğunda engelleme duvarları yapmayı tasarlıyorlar. Bu-
118 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL
nıın için, çok derin kuyular açacak, hu kuyuları çok
dayanıklı nötr maddelerle dolduracak ve iç kurumayı
azaltacaklarmış.
Şüphesiz onların da sosyal hayatta insan mantığı
nı tâ ilk çağlardan beri ağır baskı altında tutan, çok
düşündüren, ahlâkî, fikrî konular da büyük problemle
ri var. Uygarlık ve refah düzeyi ne kadar yüksek olursa
olsun, on milyardan fazla insanın bir arada, hiçbir m e
seleleri olmadan yaşayabilmesi o kadar kolay bir şey
değil. Bununla beraber, karşılaştığımız bir gerçek bizi
büyük bir şaşkınlık içinde bıraktı: Bu gezegenin insan
ları, devlet denilen kurum un ne olduğunu bilmiyorlar.
Para, savaş, silah gibi şeylerden haberleri bile yok. Bel
ki uzak geçmişlerinde savaşmış, devletler kurmuş, para
kullanmışlardır. Bunun sonucu olarak başka sosyal
davranışlar içinde bulunmuşlardır. A m a bugünkü aşa
mada, devlet gibi zorlayıcı bir kuruluşu, savaş gibi m ü
cadele biçimlerini bilmiyorlar. Eğer onlara, bizim geze
genimizde ardı ardına, kesilmeyen ve yıkıma, götüren
silahlı çatışmaların olduğunu söylesek, anlatmaya kal
kışsak, şüphesiz bunu pek saçma bulacak ya da mese
lelerin çözüm ü için çok barbarca, çok vahşi bir usûl
olarak göreceklerdir.
Onların gezegeninde hayat, bambaşka ilkelere,
esaslara göre kurulmuş, ve biz dünyalılar kendi düşün
ce tanım ızla bunu kolay kolay anlayamayız.
Orman-Göğiislüler öyle yüksek düzeyde bir ortak
yaşama bilincine varmışlar ki, savaşı bir kavga, bir
mücadele şekli olarak kesinlikle reddediyorlar. Bu d u
rumda, evrenin kavrayabildiğimiz sınırları içinde en
yüksek uygarlığın onların uygarlığı olduğunu düşünü
yorsunuz. Belki onlar, zam an ve uzamın (vüsatin) in
sanın denetimi altına alındığı ve bunun akıllı yaratık
lar için başlıca yaşama sebebi, yaşama amacı sayıldığı
çok yüksek bir bilim düzeyine ulaşmış bulunuyorlar.
GÜN OLUR ASRA BEDEL /119
Ve bu gelişme, bıı evrim, yeni, üstün, sonsuza kadar
sürecek bir aşamaya girmiş bulunuyor.
Biz, birbiriyle karşdaştırdması m üm kü n olmayan
şeyleri karşdaştırmaya kalkıyoruz. Zam anla dünyalılar
da ilerleyip bu düzeye geleceklerdir. Şimdiden bu u m u
du ve övüncü veren belirtiler var. Yine de bizi karam
sarlığa iten şu düşünceden karınlamıyoruz: Ya yeıyii-
ziindeki insanlar, trajik bir yanılma ile tarihin ancak
bir ‘savaşlar tarihi’ olduğuna kendilerini inandırırlar
sa? O zaman tâ başından beri yanlış, çıkmaza sürükle
yen bir yol tutmuş olmuyor muyuz? Bu durumda nere
ye gideriz? Sonum uz ne olur? İnsanlar, tuttukları yolun
felâkete götürdüğünü, mertçe kabul etmek cesaretini
gösterebilecekler mi?
Biz ikimiz, kaderin lûtfııyla, dünya dışı bir toplum
hayatının ilk tanıkları olduk ve şimdi karmakarışık
duygular içindeyiz: Dünya için hem umutlanıyor, hem
de korkuya kapılıyoruz. Umutlanmamızın sebebi, ev
rende, bizim ancak silahlı çatışmalarla çözmeye ka l
kıştığımız, düzeltmeye çalıştığımız çelişkili durumların
tamamen dışında kalarak, üstün bir sosyal hayat düze
nini kuranların, bu örneği sunanların bulunmasıdır.
Orman-Göğüslüler, onlar için uzayın epeyce uzak
bir noktasında Dünya gezegeninin bulunduğunu biliyor
ve Dünyalılarla sık temaslar kurmayı, ilişkiler içinde
bulunmayı çok istiyorlar. Bu onlarda sadece bir m erak
değil, temas kurmayı sırf meraklarını gidermek için d ü
şünmüyorlar. Onlar bunu, iki uygarlık arasında tecrü
be alış-verişi yapm ak, ortak yarar için düşünce ve ru
hun gelişmesinde yeni bir çizgi başlatmak, akıl ve m a n
tığın zaferini kutlam ak için istiyorlar. Onların dünya
ile temas kurm ada, bizim hayal bile edemeyeceğimiz
beklentileri var. Evrensel aklın iki ayrı dalındaki geliş
melerini birleştirerek, evrende insanların sonsuza k a
dar varolma yolunu bulabileceklerini düşünüyor, bunu
120 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
umuyorlar. Çi'mkii gezegenlerde, önünde sonunda her
tür enerjinin tükeneceğini ve bir tedbir alınmazsa, geze
genin ve o gezegendeki hayatın sona ereceğini düşünü
yorlar.
İşte böyle, milyarlarca yıl öncesinden, 'dünyanın
so n u ’problem i üzerinde duruyor ve şimdiden, evrende
bulunan bütün canlılarla ilişki kurmak, bütün canlıla
rın bekasını suçlam ak amacıyla bir uzay haberleşme
üssü kurmaya hazırlanıyorlar...
İsteseycliler, ellerinde bulunan ışık hızındaki gem i
lerle, dünyaya çoktan çıkabilirlerdi. A m a bunu, Diin-
yahlıır’ın rızası ve daveti olmadan yapm ak, davetsiz
konuk olm ak istemiyorlar. Çoktan heri bizlerle temas
kurm ak istediklerini anlamış bulunuyoruz. Bizim uzay
istasyonlarımız uzun şiire yörüngede kalmaya başlayın-,
ca, temasa geçme zam anının geldiğine karar vermiş,
bunun için uzun uzun hazırlanmış ve sonunda teşeb
büse geçmişler. Kısmet bizimmiş. Yörünge istasyonun
da sinyalleri ilk defa algılayıp değerlendiren biz olduk...
Bizim Orman-Göğsii gezegenine gelişimiz burada
büyük bir heyecan yarattı. Bizim gelişimiz dolayısiyle
ancak çok önem li günlerde ve olaylarda devreye so ku
lan, televizyonla bölgelerarası uzaktan temas sistemi
kuruldu. Çevremizi kuşatan aydınlık havada, aslında
binlerce kilometre uzağımızda bulunan insanları ve
nesneleri hemen yanıbaştmızda, karşımızda gördük.
Yalnız görmekle kalmadık, onlarla konuştuk, el sıkış
tık, gülüştük, şakalaştık, sevinç çığlıkları attık. Or-
man-Göğiislüler güzel insanlar doğrusu. Birbirlerinden
çok farklılar. Bölgelere göre saçlarının rengi de koyu
maviden açık maviye kadar değişiyor. Yaşlıların saçları
bizde olduğu gibi ağarıyor. H er bölge ayrı bir etnik
gruptan oluştuğu için, insan tipleri de bölgeden bölgeye
değişiyor.
g On o i.u r a s r a B E D E L /121
Bütiin bunları ve bize şaşırtıcı gelen daha nice k o
nuları Parite’ye ya da dünyaya dönüşüm üzde uzun
uzun anlatacağız. Şimdi en önemli konuya geliyoruz,
Orman-Göğiislüder’in bizden bir ricaları var, bunu size
Parite’nin haberleşme sistemiyle iletmemizi istediler.
Bizden istedikleri şudur: Dünyalıların uygun gördükleri
bir zamanda, gezegenimize gelip gezmek istiyorlar. Bu
arada, Orman-Göğsü ile Dünya yolunun tam ortasın
da, gezcgenlerarası bir istasyon kurma çalışmalarına
başlamayı öneriyorlar.. Bu istasyon başlangıçta ön gö
rüşmeler, buluşmalar için kullanılacak, sonra da iki
gezegen arasında geliş-gidişler için sürekli bir üs ola
cak. Onların bu önerisini size iletmeye söz verdik. A n
cak bu konuda bizi çok kaygılandıran noktalar var.
Biz Dünyalılar böyle bir buluşmaya, karşılaşmaya
hazır mıyız? Bu buluşmayı, bu görüşmeyi yapabilecek
olgunlukta mıyız? Toplamlarımız arasında bunca u-
yuşmazlık, sürtüşme, çatışma sürüp giderken, Dünya
adına, bütün insanlık adına hareket etmek, onları tem
sil etmek yetkisine sahip miyiz? İnsanlar, milletler ara
sında yeni bir uyuşmazlık, yeni bir üstünlük kavgası,
üstünlük yarışı çıkm am ası için, size çok rica ediyoruz,
lütfen bu konuyu Birleşmiş Milletler Teşkilatı’ndan
başka bir kuruluşa götürmeyin. Şunu da önemle dili
yoruz ki, meseleyi BM T'na götürdüğünüz zam an her
hangi bir devletin veto hakkını kullanması, daha doğ
rusu kötüye kullanması önlensin. Hatta veto hakkı bu
seferlik tamamen kaldırılsın. Uzayın uzak bir yerinde
bulunduğum uz sırada böyle şeyleri düşünm ek bize çok
acı geliyor. A m a biz dünyalıyız ve dünyalıların huyunu
suyunu çok iyi biliyoruz.
Son olarak yine kendimizden, niçin böyle davran
dığımızdan söz etm ek istiyoruz. Bizim birdenbire kay
boluşum uzun sebep olduğu şaşkınlığı, bununla ilgili
olarak ne sıkı tedbirlere başvurduğumuzu tahmin edi-
/ C.ÛN OLUR ASRA BEDEL
yorıtz. Sizi bu duruma düşürdüğümüz içiıı üzgünüz.
Ama, dünya tarihinde eşi görülmedik bu olayda, bize
düşen bu misyonu yerine getirmek zorundaydık. Bunu
reddetmeye hakkım ız yoktu. Biz öyle düşünüyoruz.
Onun için, talimatnameye, disipline sıkı sıkıya bağlı ol
m am ız gerektiği halde, biz disiplini bozarak böyle dav
randık. Bu davranışın tam olarak bilincindeyiz ve bu
yüzden bize verilecek cezaya razıyız. Bırakın bu vicdan
sızısını çekelim, kendi cezamızı da kendim iz verelim..
Şim dilik bir yana bırakalım bunları. Bizi iyi dinle
yin: Size evrenin öbür ucundan bir mesaj gönderdik.
Size, bugüne kadar bilmediğimiz 1İye’güneşinin galak-
lik sisteminden haber ulaştırdık. Mavi saçlı Orman-
Göğiisliiler çağdaş uygarlıkların en yükseğini yaratmış
lar. Onlarla buluşup görüşmek, bizlerin bütün hayatını
ve insanlığın kaderini değiştirebilir. Her şeyden önce
dünyanın çıkarlarını düşünerek böyle bir işe cüret ede
bilecek miyiz?
Yabancı gezegende yaşayanların, Omıan-Göğüs-
liılerin, bizim için asla bir tehlike, bir tehdit oluşturm a
dığına inanıyoruz. Onların tecrübelerinden yararlan
masını bilirsek, dünyadaki hayatımızı değiştirebiliriz.
Dünyamızı kuşatan maddelerden enerji elde etmesin
den tutun da, silahsız, zorlanıasız, savaşsız yaşamaya
kadar çok şey öğrenebiliriz. ‘Savaşsız yaşam ak' deyimi
belki size tuhaf, saçm a gelebilir. A m a biz burada akıllı
yaratıklar olan Orman-Göğüslüler’in böyle yaşadıkla
rına tanık olduk. Jeobiyolojik yapısı bakımından D ün
yamıza çok benzeyen bu gezegenin insanları işle böyle
yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşmışlar ve akıllı yara
tıklar oluşumuz bakımından akraba saydıkları Dünya
lı kardeşleriyle, her iki tarafın yararına olacak, onuru
nu koruyacak şekilde buluşup görüşmek istiyorlar.
Dünya dışı bir uygarlıkla şaşkına dönen, gözleri
kam aşan ve etkilenen bizler, yine de, bir an önce Dün-
CON OLUR ASRA B E D E L ' 113
yamıza dönmek, galaksimiz dışında İye güneşinin ge
zegenlerinden birinde gördüklerimizi anlatmak için sa
bırsızlanıyoruz.
Orman-Göğsii gezegeninden tam yirmi sekiz saat
sonra, yani bu telsiz haberimizden bir gün ve bir gece
sonra, Parité İstasyonıı'na dönmek. Ortak Yönetim
M erkezinin emrine girmek niyetindeyiz.
Şimdilik hoşça kalın. Güneş sistemine doğru yola
çıkm adan önce, size varış saatimizi bildireceğiz.
Orman-Göğsii gezegeninden yaptığımız ilk yayın
burada sona eriyor. Yakında görüşmek üzere..
Bizim için endişe etmemelerini ailelerimize bildir
m enizi çok rica ediyoruz.
K ozm onot P arité 1-2
K ozm onot Parité 2-1
*
"Konvansiyon" uçak gemisinde olağanüstü yetkilerle
donatılm ış kurulların, P a rite ’de olanlarla ilgili ayrı ayrı
yaptıkları toplantılar sona ermişti. H er iki kurul kendi
üst m ercilerine danışm ak için uçak gemisinden ayrılmaya
k arar verdiler. U çaklardan biri San-Fransisco’ya, ondan
birkaç dakika sonra da öteki uçak V ladivostok’a doğru
hareket etti.
Konvansiyon, Büyük O kyanus’ta, A leut adalarının
güneyindeki yerinde, kımıldamadan duruyordu. Gemide
çok sıkı denetim ve güvenlik tedbirleri alınmıştı.. H erkes
görevinin başında, piir dikkat bekliyordu. Hiç kimse tek
kelime konuşmuyor, çıt çıkarmıyordu.
124 / G C N o l u r a s r a b e d e l
Bit yerlerde irenler doğudan batıya, batıdan doğu
ya gider gelir... gider gelirdi...
Bu yerlerde demiryolunun lıer iki yanında ıssız,
engin, san kum lu bozkırların özeği Sart-Özek, uzar gi
derdi...
*
Aııa-Beyit’e giden yolun üçte birini alm ışlardı. Bir
defa ufuktan kendini gösterince çok çabuk yükselen gü
neş, şimdi bozkırın tepesinde bir noktada hareketsiz du
ruyor gibiydi. G ündüzün kavurucu sıcağı başlamıştı.
Boranlı Yedigey, arada bir saatine, güneşe ve göza-
labildiğine uzanan düzlüklere bakıyor, iyi yol aldıklarını,
şimdilik her şeyin uz gittiğini söylüyordu kendi kendine.
O yine en önde, devesinin sırtında gidiyordu. O nun ar
dından röm orklu trak tö r, röm orkun da ardından ‘B ela
rus’ m arka yol kazma makinesi. Kızıl tüylü Yolbars da tin
tin koşuyordu yanlarında.
D em ek ki insanın beyni bir dakika düşünm eden
duram ıyor, o garip başı öyle yaratılm ış ki istese de iste
mese de düşünceler ard arda geliyor, bir düşünceden
öbürü doğuyor, herhalde ölünceye kadar böyle devam
ediyor bu..." Yola çıktıkları andan beri, denizin dalgaları
gibi birbirini kovalayarak başını dolduran anılar ve dü
şünceler karşısında işte böyle bir keşif yapmış oldu. Ço
cukluğunda, rüzgârlı havalarda sık sık Aral kıyısına gelir,
birbirini doğurarak ve birbirini kovalayarak gelen köpük
lü dalgalara uzun uzun bakardı Dalgaların kabarıp mey
dana gelişleri ve sonra yok oluşları bir canlı varlık olan
denizden doğup ölmelerine benzeyen bir hareketti. O za
m anlar çocuk hayaliyle bir m artı olup kanatlanmak, ha
valanm ak, o büyük A ral’ı, onun çırpınan köpüklü dalga
lanın yukarıdan seyretmek isterdi.
GÜN OLUR ASRA BEDEL /125
S onbahar eşiğinde, Sarı-Ö zek’in insanın yüreğini hü
zünle d o lduran ıssız, suskun m anzarası ve devesinin ölçü
lü adım ları Y edigey’i düşünceden düşünceye siirüklüyor-
du. Ö nlerinde yürünecek uzun, engelsiz bir yol olduğu
için, varsın dolaşsındı düşünceler kafasında.
H er uzun yolculukta olduğu gibi, K aranar bu defa
da terlemeye, keskin bir misk kokusu yaymaya başlamış
tı. Devenin boynundan ve ensesinden gelen bu koku Ye-
digey’in bu rn u n a doluyordu. Bundan keyiflenen Yedigey
gülümsedi. "Ha, işte yine ter içinde kaldın, dedi. Paçala
rından köpük akıyor. Yaman bir atansın sen, atanların en
giiçlüsü! Benim güçlü dostum!"
Yedigey, geçmişi, Kazangap’m genç ve dinç olduğu
günleri hatırladı. D erken, birdenbire acı bir olay, sanki
beynini sarsarak canlandı gözünde. Okuduğu dualarla da
zihninden uzaklaştıram adı o acı olayı. Ayni acıları duy
maya başladı. D uaları ard arda, tekrar tekrar ve yüksek
sesle okuyor, yine de dindirem iyordu içindeki acıyı. S ura
tı asıldı. H iç gereği yokken, topuklarıyla hafif hafif sırtına
vurdu. Şapkasının siperini iyice gözlerine indirdi ve bir
daha da dönüp arkadan gelenlere bakmadı. Niye baka
caktı? Arayı açmadan peşinden gelsinlerdi. Hem o genç
ler, o çocuklar ne anlardı o acıdan. O olayın verdiği sı
kıntıdan? Bu eski olayı hiç kimseye, karısına bile anlat
mamıştı. Ama, bu konuda Kazangap, her zamanki ağır
başlılığı, dürüstlüğü ve bilgeliğiyle, konuyu onunla tartış
mış, yol gösterm iş, ona destek olmuştu. Bu açık fikirli,
her şeyi bilen Kazangap olmasa, Yedigey çoktan Boran-
lfyı teıkedip gitmiş olacaktı.
1951 yılının sonunda, kışın tam ortasında, B oranh'ya
yeni bir aile gelm işti. Karı-koca ve iki de erkek çocuktan
oluşuyordu bu aile. Büyük çocuk Daul beş yaşında, küçü
ğü E rm ek ise üç yaşındaydı. Aile reisi Abııtalip K utluba-
yev, Y edigey’le ayni yaştaydı. Savaştan önce, henüz bir
delikanlı iken, köy okullarından birinde bir yıl öğretm en-
126 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
iik yapmış, 1941 yılında, savaşın daha ilk günlerinde cep
heye gönderilmişti. Karısı Zarife ile savaştan hemen son
ra evlenm işler. B oranlı’ya gelm eden önce Z arife de bir
ana okulunda öğretmenlik yapıyormuş. Kader onları Sa-
rı-Ö zek’in B oranlı’sm a atm ış.
Onların buraya isteyerek gelm edikleri pek belliydi.
A butalip ve Zarife, öğretm en olduklarına göre başka
yerde de iş bulabilirlerdi. D em ek ki buraya gelm ekten
başka çareleri kalmamıştı. Boranlılılar onların burada
uzun zaman kalamayacaklarını, yakında çekip gidecekle
rini, buradan kaçacaklarını düşündüler. O nlardan önce
başkaları da gelmiş, ama dayanamamış, gitmişlerdi.
Yedigey ve Kazangap da öbür Boranlılılar gibi düşü
nüyorlardı. Bununla birlikte, Abutalip ailesine kısa za
m anda ısındılar, onlarla çok iyi ilişkiler kurdular. A ğır
başlı, kültürlü insanlardı. H erkes gibi onlar da, karı-koca
çalışıyor, kan ter içinde kalarak h er işi yapıyorlardı. D on
durucu soğuğa aldırm adan kar kürüyor, traversleri taşı
yor, demiryolu işçilerinin yaptığı her işe koşuyorlardı.
O n lar da dem iryolu işçisiydi artık. İyi, uyumlu, çalışkan
insanlardı. Tek dertleri, A b u talip ’in savaş sırasında bir
süre A lm anlar’ın elinde esir kalm ış olmasıydı. Oysa o yıl
larda, savaş yıllarının taşkın suçlamaları kalkmış, ortalık
yatışmıştı. Esir düşenleri vatan haini ya da düşman ola
rak görm üyorlardı artık. B oranlılılar’ın böyle şeylerle hiç
kafa yormaya niyetleri yoktu. Adam savaşta esir düşmüş
se ne olm uştu yani? Sonunda zafer kazanılmıştı işte! Bu
korkunç dünya savaşında insanların neler çektiğini yalnız
AJlah bilirdi. Savaşın kâbusunu üzerinden atamayan bir
sürü insan bu geniş dünyada serseri serseri dolanıp dur
muyor muydu?.. İşte böyle düşünen Boranlılılar yeni ge
lenlere birtakım sorular sorarak onların canlarını sıkma
dılar. Adam ın çektikleri yetm iyorm uş gibi ne diye bir de
onlar dertlerini depreştireceklerdi?
GÜN OLUR ASRA BEDEL ■127
Giin geçtikçe Yedigey ile A butalip arasında sıkı bir
dostluk kuruldu. A butalip zeki bir insandı. Çok güç bir
dııruında olmasına rağmen acınacak durum a düşmüyor,
kaderine küsüp dert yanmıyordu. Alnı açık, başı dik, gu
rurluydu. Olayları olduğu gibi kabul ediyordu. İşte Yedi-
gey’i ona bağlayan bu özellikleri, bu hareketleri idi. H e r
halde Abutalip yeryüzündeki kısmetinin bu olduğuna
inanmıştı. Karısı Zarife de bunun bilincinde ve böyle dü
şünüyor olmalıydı. Kaderlerine razı, cezalarını çekmeye
hazır, birbirlerine bağlı, tam bir dayanışma içinde idiler.
Bu derin bağlılık, bu karşılıklı fedakârlık hayatlarına an
lam ve güç veriyordu. Yedigey sonradan çok iyi anlam ıştı
onları ayakta tutan, onlara, zamanın şiddetli fırtınaların
dan kendilerini ve çocuklarını savunma azmi veren gü
cün bundan geldiğini. Özellikle Abutalip, çocuklarından
bir gün olsun uzak kalmazdı. Çocukları onun her şeyiydi
ve işten arta kalan her dakikasını onlara verirdi. O nlara
okuma-yazma öğretir, masallar, bulmacalar uydurur,
- oyunlar bulur ya da icad ederdi. Başlangıçta, baba ve an
ne sabahları işe gittikleri zaman, çocuklar barakada, yal
nız kalırlardı. A m a U kubala’nın buna yüreği dayanm adı
ve iki çocuğu yanm a aldı. O nların evi daha sıcaktı ve o
günlerde yeni gelenlere göre daha rahat yaşıyorlardı. Bu
olay iki aileyi birbirine daha da yaklaştırdı. O zam anlar
Yedigey’in iki küçük kızı da A butalip’in çocuklarıyla ayni
yaştaydılar.
Bir gün A butalip dem iryolundaki işini bitirip çocuk
larını almaya geldiği zaman şöyle dedi:
- Bak ne diyeceğim Yedigey, senin kızlarına da be
nim çocuklarla birlikte okuma-yazma öğreteyim. Ne der
sin? Ç ocuklar iyi arkadaş oldular, hep b erab er oynuyor
lar. G ündüzleri sizde kalırlar, akşamları ise bize gelirler
ve ben onlara ders veririm. Benim bu isteğim, yapacak
işim olm adığından değildir, bunu anlarsın. Burası uzak,
kuytuda unutulm uş bir yer, her şey kısıtlı, bunun için de
128 ' GÜN OLUR ASRA BEDEL
çocuklarla çok ilgilenm ek gerek. Öyle bir çağa geldik ki
herkesin birçok şeyi küçük yaştan öğrenmesi gerekiyor.
Bugünün bir karış çocukları, dünün koca adamlarından
daha çok şey bilmek zorunda. Yoksa doğru dürüst eğitim
yapamaz, bilgili olamazlar.
A butalip’in bu çırpm ışım , bu çabalarının asıl sebebi
ni, Yedigey ancak o felâketten sonra anlayabildi. İlk za
m anlar onun, B oranlfnın köreltici hayat şartları içinde
bir eski öğretm en olarak, çocuklarına ancak böyle yar
dımcı olmaya çalıştığını sanmıştı. M eğer adam, başına
gelecekleri biliyormuş gibi, çocuklarına kendinden ola
bildiği kadar çok şey vermek, onların zihninde, hafızasın
da daha çok yer etm ek ve onlarda yaşamak istiyormuş...
A butalip akşam işten döndüğü zaman karısı Zarife
ile birlikte, kendi çocukları ve Yedigey’in kızları için evi
bir çocuk bahçesine dönüştürürlerdi. Çocuklar harfleri,
heceleri öğrenirler, oyun oynar, resim yapar, masal din
ler, şarkı söylerlerdi. Bazen bir yarış hâline getirirlerdi
bunları. Yedigey bu ders saatlerini pek ilginç bulur ve
bazen o da gelirdi. Ukubala da ara sıra bir bahane uydu
rur, o da gelirdi kızlarının ne yaptıklarını, nasıl çalıştıkla
rını görmeye. Boranlı Yedigey, onları görünce çok heye
canlanır, duygulanırdı. İşte, okumuş insan, öğretm en
böyle olurdu, böyle yapardı! Çocuklarla nasıl candan ilgi
leniyor, nasıl çocuklaşıyor, ama ayni zam anda büyük
adam olarak kalmayı nasıl biliyorlardı! Akşamları onlara
uğradığı zam an, onları rahatsız etm em ek için usulca bir
köşeye çekilip otururdu. Ama daha önce içeri girerken
şapkasını çıkarır:
- İyi akşam lar, işte çocuk bahçenizin beşinci öğrenci
si geldi! derdi.
Çocuklar onun ara sıra gelip dersleri dinlemesine
alışmışlardı. Kızları onu görünce çok sevinir, daha dik
katli, daha gayretli olurlardı. Akşam ders yaptıkları za
man içerisi sıcak olsun diye, U kubala ile Yedigey, gün
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 129
düzden ve sırayla A bu talip’in barakasındaki sobayı ya
karlardı.
İşte, o yıl B oranlı'ya gelip sığman aile, böyle bir ai
leydi. T u h af olan şu ki, böylelerinin şansı pek iyi gitmez,
hatta hiç iyi gitmez.
A butalip K uttubayev’in talihsizliği yalnız A lm anlar’a
esir düşm esinde değildi. Bir grup savaş esiriyle birlikte,
1943’te, Güney B avyera’daki esir kam pından kaçtıktan
sonra kendini Yugoslav partizanlarının arasında bulmuş,
onlarla birlikte savaşın sonuna kadar çarpışmıştı. Bu
onun şansı ya da şansızlığı olmuştu. Bu arada vurulup ya
ralanmış, tedavi görm üş ve Yugoslav savaş madalyasıyla
onurlandırılm ıştı. Bundan dolayı Partizan gazetesinde
onunla ilgili yazılar çıkmış, resim leri basılmıştı. 1945’te
savaş bitince yurduna dönm ek istediği zaman, kontrol,
eleme-ayıklama sırasında bu yazıların çok yararı oldu.
Bavyera-esir kam pından kaçan on iki kişiden yalnız d ör
dü sağ kalmıştı. Şans Abutalip bu defa da gülmüş, Sov-
yetler'in d en etlem e kom isyonu, A butalip’in de b ulundu
ğu bir Yugoslav kurtuluş ordusu birliğine gelmişti. Y u
goslav ordusunun kom utanları da, eski sovyel savaş esir
lerinin moral üstünlükleri ve partizanlar safında faşistle
re karşı savaşırken gösterdikleri yararlıklar konusunda
yazılı belge vermişlerdi.
Sonunda, iki ay süren soruşturm a, yüzleştirm e, d e
netleme ve beklem elerden, nice um utlar ve um utsuzluk
lardan sonra, A butalip ana yurdu olan K azakistan’a d ö n
dü. Elde etliği hakları yitirmemişti ama, cepheden nor
mal dönenlere tanınan ayrıcalıklardan mahrum bırakıl
mıştı. Bundan dolayı kimseye darılm adı, üzülmedi. C ep
heye gitmeden önce coğrafya öğretmeniydi, dönüşte yine
ayni okulda öğretm enlik verdiler. İşte o şehir m erkezin
deki okulda, ilk sınıflara ders veren gencecik öğretm en
Zarife ile karşılaştı. İki tarafa da m utluluk getiren evlilik
130/G Ü N O LU R ASRA BEDEL
ler azdır ama vardır. Hayatta bazen bunun örneklerine
rastlarız.
Zaferin ilk yıllarındaki coşkular geride kaldı, zafer
sevincinin ardından soğuk savaş havaları esmeye, bu sa
vaşın ilk kar taneleri düşmeye başladı. Sonra kar yoğun
laştı. Dünyanın birçok yerinde, hassas noktalarda, savaş
sonrası bilincinin yayları gerildi...
Coğrafya derslerinden birinde, gerilen bu yaylardan
bir tanesi salıverildi. Şöyle ya da böyle, şurada veya bura
da, bu, olacaktı zaten. Bu iş onun başına gelm ese bile,
geçmişi onunkine benzeyen başka birinin başına gelecek
ti.
Abutalip Kuttubayev sekizinci sınıf öğrencilerine
Avrupa coğrafyasını anlatıyordu. Söz sırası geldiği için,
bir gün esir kam pında iken, taş kırmak için Bavyera Alp-
leri’nin güneyine götürüldüklerini, orada A lm an m uha
fızları etkisiz hâle getirip kaçarak Yugoslav partizanları
ile birleştiklerini de anlattı. Savaş içinde olan Avrupa kı
tasının yarısını yürüyerek geçliğini, Adriyatik ve Akdeniz
kıyılarına ulaştığını, o bölgelerin iklimini, orada bulunan
insanların yaşayışını ve daha başka özellikleri okul kitap
larında ayrıntılı olarak anlatm anın mümkün olmadığım
söyledi. Bunları söylerken, bir öğretm en olarak kendi
gözleriyle gördüklerini anlatm ak suretiyle öğrencilerin
bilgilerini arttıracağını düşünüyordu.
G österm e sopasının ucu, sınıf tahtasına asılmış mavi,
yeşil, kahverengi Avrupa haritasının üzerinde geziniyor;
dağlardan, ovalardan, ırm aklardan geçiyor, kış-yaz, ge-
ce-giindüz çarpışm alara katıldığı, şimdi bile rüyasına gi
ren o korkunç yılları hatırlıyordu. Sopasının ucu belki,
bir düşm an makineli tüfeğinin yandan açtığı ateşle vurul
duğu, haritada görülmeyen o küçük tepenin bulunduğu
yerden, akan kanı ile olları, taşları boyayarak kaydığı ya
maçtan da geçiyordu. Akan kanı, tahtaya asılmış haritayı
baştan başa boyayabilirdi. Bir an, gerçekten kanı tahta
GÜN OLUR ASRA B ED EL/ 131
nın üzerine akıyormuş gibi göründü gözüne. Vurulduğu
ânı, gözlerinin karardığını, yere yuvarlanırken dağların
başaşağı döndüğünü ve yıkıldığını görür gibi oldu. Kendi
siyle birlikte taş ocağından kaçan Polonyalı bir arkadaşı
nı yardım a çağırdığını, Kazimir! Kazimir! diye ona ses
lendiğini... Ama arkadaşı onu duymamıştı. Çünkü, olan
ca gücüyle bağırdığını sansa da, ağzından tek kelime çık
mamıştı, ancak partizanların hastanesinde kan verildik
ten sonra gözlerini açmış, kendine gelmişti.
Abutalip, öğrencilerine Avrupa coğrafyasını anlatır
ken, bunca olaydan sonra, yalnız coğrafya dersiyle ilgili
basit konuları, heyecansız ve kupkuru olarak anlatmasına
kendisi de şaşıyordu.
İşte bu sırada, ön tarafta oturan öğrencilerden biri,
sert bir hareketle doğrulup parm ak kaldırdı ve onun sö
zünü kesti:
- Ö ğretm en, d em ek ki siz A lm anlar’a esir oldunuz?
Böyle diyen öğrenci, sert, soğuk bakışlarını öğretm e-
-ne dikmişti. Ayakta, hazır ol duruşunda dikilen genç, ba
şını hafifçe arkaya atmıştı. Alt dişleri üst dişlerini örten
bu çıkık çeneli çocuğu, Abutalip hep o haliyle hatırlaya
cak, hiç unutm ayacaktı artık.
- Evet, ne olmuş esir düşmüşsem?
- Niçin beyninize bir kurşun sıkıp kendinizi öldürm e
diniz?
- Niçin öldürecekmişim kendimi? Yaralıydım zaten!
- D üşm ana tutsak olmak yasaktı, kesin em ir veril
mişti bu konuda!
- Kim vermiş bu em ri?
- Yukarıdan verilmişti.
- Sen nerden biliyorsun?
- H er şeyi bilirim ben. Bizim eve A lm a-A ta’dan, h at
ta M oskova’dan gelenler olur. D em ek ki siz em irlere
karşı geldiniz?
- Pekâlâ, senin baban savaşa katıldı mı?
132/G Ú N OLUR ASRA BKDGL
- Hayır, o asker toplam a işiyle görevlendirilm işti.
- Öyleyse bizim seninle anlaşmamız biraz zor. Yalnız
sana şunu söyleyebilirim ki, başka çıkış yolum yoktu.
- Ne olursa olsun em irlere uyacaktınız.
O sırada başka bir öğrenci yerinden kalkıp ona kar
şılık verdi:
- Sen neler karıştırıyorsun, niye mesele çıkarmak is
tiyorsun? Öğretmenimiz Yugoslav Partizanlarının safın
da çarpışmış. D aha başka ne yapsındı yani?
Ö bür çocuk kesin ve inatlı konuştu:
- Ne olursa olsun em irlere uymak zorundaydı!
Az öncesine kadar çıt çıkmayan sınıfta büyük bir gü
rültü oldu. Herkes birbiriyle konuşmaya, tartışmaya baş
lamıştı: "Emre uymalıydı!", "Hayır yapamazdı bunu!",
"Yapabilirdi!", "Yapamazdı", "En doğrusunu yapmış!",
"Doğru yapmamış!"...
Öğretm en yumruğunu masaya vurarak bağırdı: •
- Susun! Susun! Biz burda coğrafya dersi yapıyoruz.
Benim nasıl savaştığım, ne yaptığım sizi değil başkalarını
ilgilendirir ve onlar da bunu biliyorlar. Şimdi hepiniz ha
ritaya bakın ve dinleyin!
Öğretmen ayakta duruyor, gösterme sopasının ucu
nu haritada görünmeyen bir noktada tutuyordu. Ö ğren
cilerin hiçbiri bakmadı o noktaya. Oysa oradan bir maki
neli tüfek daha ateş açmış, onu biçmiş, yam açtan aşağı
ağır ağır yuvarlanıışlı. Ö ğretm enin akan kanı, mavi-yeşil-
kahverengi haritanın üzerine yayılıyordu. Hiçbiri görm ü
yordu bunu...
Bu olaydan birkaç gün sonra öğretm eni il yönetim
m erkezine çağırdılar. Savunmasına fırsat bile bırakm a
dan, görevinden ayrılmak istediğine dair bir dilekçe im
zalattılar ona. Eski bir savaş esirinin yeni yetişen nesle
öğretm enlik yapacak moral değerlere sahip olmayışı ay
rılma gerekçesi olarak gösteriliyordu.
C.UN 0 1 .UR ASRA BEDEL /133
A butalip K uttubayev ile karısı Z arife, ilk çocukları
küçük D au l'u yanlarına alarak il m erkezinden epeyce
uzak başka bir bölgeye, bir köy okuluna gittiler. Oraya
tayin edilmişlerdi: Bu yeni okulun şartlarına uyum sağla
yarak çalışmaya devam ettiler. Çalışkan ve yetenekli bir
öğretm en olan Zarife kısa bir süre sonra burada başöğ
retm en oldu. A m a, o sıralarda Yugoslavya ile ilgili 1948
olayları patlak verdi. Şimdi Abutalip yalnız bir eski savaş
esiri değil, uzun zaman düşman ülkede kalmış şüpheli bir
insan olarak da görülüyordu. Yalnız Partizan yoldaşların
safında çarpıştığını söyleyip kanıtlayarak kendini savun
ması hiçbir şeyi değiştirm edi. H erkes onu anlıyor, bazıla
rı bu durum a çok üzülüyor, am a onu savunmak için kim
se ağzını açıp tek kelime söylemeye cesaret edemiyordu.
O nu il yönetim m erkezine birdefa daha çağırdılar, şahsî
sebeplerle ve kendi dileğiyle görevinden ayrıldığına dair
bir diİekçe daha imzalattılar...
A butalip K uttubayev’in ailesi, işle böyle oradan o ra
ya birçok yer dolaştıktan sonra, 1951 yılının sonlarında,
Sarı-Özek bozkırındaki Boraıılı istasyonuna geldi.
*
1952 yılının yazı, herzam ankinden daha sıcak ve bu
naltıcı geçti. Güneş gökten alaz alaz od yağdırıyordu san
ki. T oprak öyle kızmış, bozkır öyle kurum uştu ki, k erte n
keleler bile kuruyan boğazlarını şişire şişire, ağızlarını
iyice açıp dillerini uzatarak, insanlardan hiç korkm adan
evlerin kapılarına kadar sokuluyor, başlarını sokacak bir
serinlik arıyorlardı. Çaylaklar da yine serinlik arayarak,
olabildiğince yükseğe çıkmış, görünmez olmuşlardı. O n
ların çok yükseklerde, kavurucu, yakıcı, sessiz sıcak dal
gaları arasında yitip gittikleri, arada bir attıkları çığlıklar
dan anlaşılıyordu.
13-1 .'GÜN OLUR ASRA Bl-DF.I
A m a iş işti ve her zam anki gibi yapılacaktı. T renler
yine doğudan batıya, batıdan doğuya gidip geliyordu, ka
tarlar yine her zam anki gibi çoktu ve B oranlı’da kavuşup
ayrılıyorlardı. Devletin bu ana demiryolu hatlında gelip
gitmelerini cehennem i sıcaklık da durduram azdı.
Hayatın akışı devam ediyordu. Demiryolunda, kalın
eldiven takm adan çalışmak imkânsızdı. Eldivensiz ne ta
şa dokunabilirsiniz ne dem ire. Güneş tepede kor ateşli
bir m altız idi sanki. Su, her zam anki gibi tankerle uzak
tan taşınıyor ve Boranlfya gelinceye kadar neredeyse
kaynayacakmış gibi ısınıyordu. İnsanın üzerindeki elbise
de iki gün içinde kavrulup yırtılıyor, lime lime oluyordu.
D oğrusu S arı-Ö zek’te kış hayatı, bundan daha kötü d e
ğildi. Bu sıcakta yaşam aktansa en şiddetli soğuklarda ya
şamayı tercih ederdi insan.
Boranlı Yedigey, o m üthiş sıcakların olduğu günler
de, sanki bunun sorum lusu, suçlusu kendisiymiş- gibi,
A butalip’i biraz yüreklendirm ek, avutm ak istedi:
- Burada her yaz böyle geçmez. Bu defaki yaz sıcağı
görülmemiş bir şey. On beş-yirmi gün daha dayanırsak
hava serinler, bizi m ahveden bu lanet sıcaklar biter. Ba
zen S arı-Ö zek’te, yaz sonuna doğru hava birden değişir
ve çok güzel bir hava kışa kadar devam eder. Hayvanlar
canlanır, semirir, güçlenirler. Birçok belirtiler var, hisse
diyorum , bu yıl da so n bahar öyle güzel olacak, biraz daha
sabret!..
Abutalip gülümsedi:
- Kesin mi bu söylediğin?
- H em en hem en kesin.
- U m ut verdiğin için sağol. Bak, ham am a girmiş gibi
ter içindeyim. Ben kendim için kaygılanmıyorum. Zarife
ve ben sıkıntının bundan beterini de gördük. Katlanırız.
Ben çocukları düşünüyorum . H allerine baktıkça içim
parçalanıyor.
GÜN OLUR ASRA BEDEL 135
Boraıılı’mn çocukları o yaz perişandılar. Y üksek ısı
onları kavuruyor, halsiz düşürüyor, zayıflatıyordu. O bo
ğucu sıcaklarda başlarını sokacak bir serin köşe bulamı
yorlardı. Ne bir yeşil ağaç vardı ne de ufacık bir dere...
Baharda bozkır canlanıp dereler, yamaçlar kısa bir süre
için yeşerince, çocukların keyfine diyecek olmaz. O za
man top koşturur, saklam baç oynar, kırda koşup sünıbül-
kıranları (gelenileri) kovalarlar. Uzaktan onların bağrış
malarını duymak insanı neşelendirir, zevklendirir..
Fakat o yazın sıcağı çocukları pek mutsuz etmişti.
En hareketli, en taşkın çocuklar bile o dayanılmaz sıcak
tan ezilmiş, sus-pus olm uşlardı. Gün boyunca, dışarıda
evlerin gölgeli tarafında oturuyor, ancak tren geçerken
çıkıyorlardı oradan. T renler tek eğlenceleriydi. K atarla
rın kaçının o yana, kaçının bu yana geçtiğini, herbirinde
kaç yük. kaç yolcu vagonu olduğunu sayıyor, eğleniyor
lardı. Bir yolcu treni kavşaktan geçerken biraz yavaşlaşa,
çocuklar onun duracağı um uduna kapılıyor, güneşten ko
runm ak için minik ellerini kaldırarak olanca hızlarıyla
koşuyorlardı. Sanki trene binip gidecek, bu kavurucu sı
caklardan kurtulacaklardı. Ama vagonlar uzaklaşınca, ar
kadan gıpta ve üzüntüyle bakakalırlardı. Onların bu hâli
ni görm ek yüreğini parçalıyordu insanın. Kapıları, pence
releri ardına kadar açılmış vagonlarda giden yolcular da
bunalıyordu sıcaktan. Pis kokular ve sinekler yüzünden
bayılacak gibiydiler. Am a onların bir um utları, sabır güç
lerini arttıran bir güvenceleri vardı. En çok iki gün içinde
serin suları, yeşil orm anları bulunan bir bölgeye gelecek
lerini biliyorlardı.
O yaz bütün büyükler, analar-babalar, çocuklar için
çok üzülüyorlardı. Ama A butalip'in neler çekliğini Zari-
fe'den başka yalnız Yedigey anlıyordu. Bir gün Zarife ile
Yedigey arasında bu konuda bir konuşma geçti ve Yedi
gey onların geçirdiği sıkıntılar, talihsizlikler hakkında bi
raz daha bilgi edinm iş oldu.
136 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
O gün hat boyunca çalışıyor, yola çakıl döşüyor ve
bunu titreşimden gevşeyen rayların, traverslerin altına
sokuyorlardı. Trenler gelip geçtikçe, aralarda yapıyorlar
dı bu işi. G üneşin altında, ağır, zor bir işti bu.. Öğleye
doğru, Abutalip boş bir bidon alarak sözde o sıcak sudan
getirm ek için tankerin yanına gitti. Asıl amacı orada du
ran çocuklara bir göz atmaktı.
O m üthiş sıcağa rağm en, dem iryolunda hızlı hızlı yü
rüyordu. Aklı çocuklardaydı ve bir an önce görm ek isti
yordu onların ne durum da olduklarını. Kirli, terli fanile-
si, kemiği çıkmış om uzlarına yapışm ıştı. Başında, saçak-
lanmaya başlamış bir hasır şapka, ayaklarında bağsız bir
ayakkabı vardı. Pantalonu, iyice zayıflamış bacaklarında,
yürüdükçe iki yana sallanıyordu. E trafına hiç bakm adan,
ayakkabılarını sürüye sürüye traverslerin üzerinden yürü
yor, o sırada arkadan gelen bir trenin sesini duymuyor,
dönüp bakmıyordu bile.
- Hey A butalip, çekil dem iryolundan, sağır mısın,
tren geliyor! diye bağırdı Yedigey.
Abutalip onu da duymadı. Ancak trenin düdük çal
ması üzerine yavaşça yol settinden indi. Trene de bakm a
dı ve bu yüzden makinistin ona hiddetle söylenerek yum
ruk salladığını görmedi.
Ne savaş, ne esirler kampı saçlarını ağartmamıştı.
Çünkü, gencecik bir teğm en olarak cepheye gittiği za
m an 19 yaşındaydı. A m a o yaz, gür saçlarına Sarı-Ö zek
kırı düşmeye başlamıştı. Şakakları şimdiden bembeyazdı.
S an -Ö zek ’te hep böyle olurdu zaten. H ayat şartları d ü
zelse, güzel günlerde olsalar, yakışıklı, güçlü olduğu mey
dana çıkardı. Geniş alınlı, kartal burunlu, etli dudaklı,
badem gözlüydü. Gırtlağı hafif çıkıntılıydı. Boylu boslu,
gösterişli bir adam dı. Zarife bazen acı bir gülüm sem e ile
takılırdı ona: "Ah Abu, talihin olsa sahneye çıkar, Otello
rolünü çok güzel oynardın.." derdi. Abutalip de gülerek
GUN OLUR ASRA BEDEL ' 137
cevap verirdi: "O zaman da ahmaklık edip seni boğardım,
bunu mu istiyorsun!".
A butalip’in gerisinden gelen trene aldırmayışı Yedi-
gey’in canını sıkmıştı. Z arife’ye:
- Ona söyle bir daha böyle yapmasın! dedi. Tren yo
lunda yürümek yasaktır. Tren çarpsa makinist suçlu sa
yılmaz. Ama mesele o değil. Niçin kendini tehlikeye atı
yor?
Zarife içini çekti. G üneşten yanmış yüzünden akan
teri yeniyle sildi:
- O nun için çok korkuyorum .
- N için?
- Korkuyorum Yedike.. Senden niye gizleyeceğim.
Çocukları ve beni düşünüp kahroluyor. Onunla evlenme
me ailem karşı çıktı. Onları dinlemedim. Hele ağabeyim
çılgına döndü. "Aptallık ediyorsun, hayatın boyunca piş
manlık duyacaksın!" dedi. Sen bir erkekle değil, felâketin
ta kendisiyle evleniyorsun! Doğacak çocukların ve onla-
-rın çocukları da m utsuz olacak bu evlilik yüzünden. Se
nin o sevgilinin aklı olsaydı, evleneceği yerde gider ken
dini asardı. Ç ok d aha iyi olurdu bu onun için!" diye b a
ğırdı bana. Biz kimseyi dinlem edik ve evlendik. Savaş bit
tiğine göre, artık ölülerin dirilerin hesaplaşması sözkonu-
su olmaz sanıyorduk. Evlendikten sonra, hem benim
hem onun akrabalarından uzak durduk. Ama, inanır mı
sın bilmem, ağabeyim kalkıp bir dilekçe vermiş. Benim
böyle bir adam la evlenm emi engellem ek için elinden ge
leni yaptığını, engel olamadığını, o yüzden de, benimle
ve Yugoslavya’da uzun süre kalmış A butalip K uttubayev
adındaki adam la hiçbir ilişkisi kalmadığını bildirmiş.
O nun işte bu dilekçesinden sonra başımız dertten kurtul
madı. Nereye gitsek kapıdışaıı edildik. İşte şimdi de bu
radayız, gidecek başka yerimiz de yok...
Zarife sustu. Kırılmış taşları sert hareketlerle tra
verslerin altına sıkıştırmaya başladı. O sırada karşıdan
138 .'GÜN OIA R ASRA BEDEL
başka bir trenin gelmekte olduğunu gördüler, kürekleri
ve yük tezkeresini alıp yoldan çekildiler.
O insanların böylesine güç bir durum da olduklarını
anlayan Yedigey, bir şey yapm ak, onlara yardım etm ek
istiyordu. Ama elinden bir şey gelmezdi. Çünkü felâketin
kökü-kaynağı Sarı-Özek sınırlarının dışındaydı. Kadına
ancak şunları söyleyebildi:
- Biz burada uzun yıllardan beri yaşıyoruz. Siz de alı
şırsınız. Kendinizi yılgınlığa teslim etmeyin. Hayat böyle-
dir, yaşamak gerek..
Bir yandan da kendi kendine şöyle diyordu: "Eee,
böyle işte, S arı-Ö zek’in ekm eği acıdır. Kışın buraya gel
diklerinde kadıncağızın yüzü bembeyazdı, şimdi kararıp
toprak rengini aldı". Kadının kısa zam anda güzelliğini yi
tirdiğine de acıyordu. "Güzel saçları, kaşları, kirpikleri de
kavruldu, dudakları dilim dilim çatladı. Açınacak halde
zavallı. Yine de dayanıyor, koyvermiyor kendini. Dik
durm aya çalışıyor. H em , iki çocuğu varken dayanm asın
da ne yapsın. Aferin sana kadın, aferin!".
Karşıdan gelen tren, sıcak bir yel savurarak ve maki
neli tüfek gibi sesler çıkararak geçip gitti. O nlar da kü
rekleri alıp çalışmaya devam ettiler. Yedigey kadını yü
reklendirm ek ve gerçeği kabul etmesini kolaylaştırmak
için:
- Bak Zarife, dedi. Burada hayat özellikle çocuklar
için çok zor. Bunu kabul ediyorum . Kendi çocuklarıma
bakarken benim de içim parçalanıyor. Am a bu sıcak hep
böyle devam etm ez. Y akında değişir hava. H em düşün ki
yalnız siz değilsiniz S arı-Ö zek’te yaşayan. Çevrenizde
başka insanlarda var, biz varız meselâ. "Kader böyleymiş"
diye kendinizi üzmenize, yiyip bitirmenize gerek yok.
Katlanacağız!..
- Ben de ona böyle dedim Yedike. Ama onun neler
hissettiğini çok iyi biliyorum, üzüntüsünü arttırm am ak
GÜÑ OLUR ASRA BEDEL 1139
için patavatsızlık etm em eye, tek yanlış kelime kullanm a
maya çalışıyorum.
- Böyle davranm akla çok iyi ediyorsun Z arife. Ben
de bir fırsatını bulup böyle davranmanı isteyecektim sen
den. A m a sen h er şeyi biliyor ve yapıyorsun. Ö zür dile
rim akıl verm ek istediğim için.
- Doğrusu bazen canıma tak ediyor, dayanamıyo
rum. Kendime de, ona da, özellikle çocuklara da çok acı
yor, ağlıyorum. O nun hiçbir suçu yok. Yine de bizi böyle
bir yere getirdiği için kendini suçluyor, üzüntüden kahro
luyor. Bizim m em leket bambaşkaydı. Ala-Tav (Aladağ)
yaylasında, ırlaklar arasında, iklim başka, hayat başka..
Hiç olmazsa yaz aylarında çocukları oraya gönderebilsey-
dik! Ama kime göndereceğiz? Analarım ız, babalarım ız
erken öldüler. Kız ve erkek kardeşlerim ize, öbür akraba
lara gelince... Onları da suçlamıyorum. Ne yapsınlar bi
zim çocukları? Evvelce de bizden uzak duruyorlardı, şim
di büsbütün yüz çevirdiler. Bizim ne olduğum uzu bile öğ-
-renm ek istemiyorlar. Niçin alsınlar çocuklarımızı? Açık
ça sözünü etmiyorsak da, öm ür boyu buraya saplanıp
kalm a korkusu aklım ızdan çıkmıyor. A bu’nun neler his
settiğini, ııeler düşündüğünü çok iyi biliyorum. S onum u
zun ne olacağını yalnız Allah bilir...
Bundan sonra aralarına derin bir sessizlik çöktü. Bir
daha ayni konuya dönm ediler. T ren ler gelip geçtikçe işi
bırakıyor, sonra yine başlıyorlardı çalışmaya. Başka ne
yapabilirlerdi ki? O nları teselli etm ek için ne söyleyebilir,
nasıl yardım ederdi Yedigey? Kendi kendine "Büsbütün
sefalete itilmiş sayılmazlar, karı-koca çalışarak geçimleri
ni sağlayabilirler. O nları burada zorla kimse tutam az,
ama burada kalm aktan başka çareleri de yok, ne yarın gi
debilirler ne de daha sonra.." diye düşündü.
Yedigey, bu aile için bu kadar üzülüp kaygılanması
na şaşıyordu. Onların başına gelenlerle doğrudan doğru
ya bir ilişkisi vardı sanki. Nesi oluyordu bu insanlar? Bu
140 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
durum dan kendisinin sorumlu olmadığını, elinden de bir
şey gelmeyeceğini söyleyebilirdi kendisine. Hem o neci
oluyordu da hüküm vermeye, olayların gidişini değiştir
meye kalkışsın! Basit bir işçiydi. Bozkırdaki diğer işçiler
den biri. H ayatta neyin doğru, neyin yanlış olduğuna ka
rar vermeye çalışarak vicdanım harap etmeye, isyan et
meye hakkı var mıydı? K ararların çıktığı yerde, bu işleri
ondan bin kere d ah a iyi bilenler vardı. O rada, Sa-
rı-Ö zek’tekinden daha iyi, d ah a açık görürlerdi olayları.
O na mı düşm üştü bunlara kafa yorup üzülmek?.. Ama,
düşünm eden, üzülm eden edem iyordu işte. Niçin olduğu
nu pek anlam asa da en çok Zarife için sızlıyordu yüreği.
Kadının fedakârlığı, bağlılığı, dayanm a gücü, mücadelesi,
onu hem şaşırtıyor hem de saygı hissi uyandırıyordu on
da. Zarife, fırtınadan, kanatlarıyla yuvasını korumaya ça
lışan bir ana kuş idi. Onun yerinde başka kadın olsa, bir
süre ağlayıp sızladıktan sonra, akrabalarının baskısına
boyun eğer, onların yanma giderdi. Ama Zarife, savaş
yüzünden kocasının başına gelenlere, onunla birlikte,
o n u n la eşit olarak katlanıyordu. Y edigey’i en çok şaşır
tan üzen de bu idi. Çünkü bu kadın kocasına yardım ede
miyor, çocuklar için bir şey yapam ıyor ve bunun için de
sürekli bir üzüntü duyuyordu... Sonraları, kader Boran-
lı’ya böyle bir aileyi düşürdüğü, onu bu ailenin dertleriyle
dertlendirdiği için kendine acıdığı zam anlar oldu. Ne di
ye çekmişti bu acıları? O nlar gelmese, bu acıları çekmez,
eskisi gibi dertsiz, kaygısız yaşamaya devam ederdi...
-VI-
O g ü n öğleden sonra, Büyük O kyanus’ta, A leut
adalarının güneyinde deniz çırpınmaya başladı. Amerika
kıtasının düzlüklerinden kopup gelen güney-doğu rüzgârı
yavaş yavaş hızını arttırarak yönünü iyice belli etti. Koca
deniz birden kabarıp çalkanmaya, birbirini kovalayan
dalgalarda iyice yükselmeye başladı. Bu durum , bir fırtı
nanın değilse bile, denizin uzun süre dalgalı kalacağının
■bir belirtisiydi.
Okyanusun ortasında meydana gelen bu dalgalar
"Konvansiyon" uçak gemisi için bir tehlike yaratm azdı.
Başka zaman olsa duruşunu değiştirmeye hiç gerek gör
mezdi. Am a o gün, üst m ercilerin görüşünü alm ak için
giden ve olağanüstü yetkilerle donatılm ış komisyon üye
lerini taşıyan iki uçağın her an dönmesi bekleniyordu.
Onun için yan sarsıntıları azaltmak, iniş kolaylığı sağla
mak amacıyla burnunu rüzgâra çevirdi. İşler yolunda git
ti. Ö nce San-Fransisco’dan sonra V ladivostok’tan hava
lanan uçaklar güverteye indiler.
H er iki kom isyon tam kadro ile dönm üştü. D üşünce
li görünüyor ve hiçbirinin ağzını bıçak açm ıyordu. G eliş
lerinden on beş dakika sonra ortak gizli toplantıyı başlat
tılar. Toplantının başlamasından beş dakika sonra da,
İye’nin uydusu bir gezegende bulunan yörünge istasyonu
P arite’nin kozm onotları 1-2 ve 2-1’e acele bir telsiz bildi
142 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
risi gönderildi. Bildiri şöyleydi: "Yörünge istasyonu denet
leyici kozmonotları 1-2 ve 2-1'e bildiri: Giineş sisteminin
dışına çıkm ış olan Parite kozmonotları 1-2 ve 2-1’e, hiçbir
harekette bulunmamalarını duyurunuz. Ortak Yönetim
Merkezinden yeni bir emir alıncaya kadar yerlerinden ke
sinlikle ayrılmasınlar."
Bundan sonra, olağanüstü yetkilerle donatılmış ko
misyon üyeleri, bir dakika kaybetm eden, uzay bunalım ı
na bir çözüm bulm ak için, kendi görüş ve tekliflerini or
taya koymak üzere toplantıyı sürdürdüler.
‘K onvansiyon’ uçak gemisi burnunu rüzgâra vermiş,
ardı arkası kesilmeyen dalgalar arasında kımıldamadan
duruyordu. O anda bu gemide bütün dünyayı ilgilendiren
bir kararın alınm akta olduğunu kimse bilmiyordu.
*
**
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğu
ya gider gelir., gider gelirdi...
Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız,
engin, sarı kum lu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar gi
derdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridye
ninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryolu
na göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider
gelir., gider gelirdi..
*
Aııa-Beyit m ezarlığına iki saatlik yolları kalmıştı. Sa-
rı-Özek bozkırlarında cenaze alayı ayni düzende ilerli
yordu: K aran ar’ın üzerine oturm uş Yedigey en önde gi
derek yol gösteriyordu. K aranar yine yorulmak bilmeyen
ayni geniş adım larla yürümekteydi. O nun ardından trak-
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 143
tor ve trak tö re koşulu, üzerinde K azangap’ın tabutu bu
lunan röm ork vardı. R öm orkta kaynatasının cenazesi ya
nında tek başına o tu ran A yzade’niıı kocası ve m erhum un
dam adı vardı. En geride ise Belarus m arka yol kazma
makinesi. Onları, bazen öne geçen, bazen geride kalan,
bazen de kendine göre önemli bir sebeple olduğu yerde
duralayan geniş göğüslü, kızıl tüylü köpek Yolbars takip
ediyordu.
T epelerine dikilen güneş iyice kızdırıyordu ortalığı.
Yolun büyük bir bölümünü geride bırakmışlardı ama,
ilerledikçe bir tümseğin ardından başka bir-tüm sek çıkı
yor, engin Sarı-Özek bozkırının ufka kadar uzanan yeni
bir görüntüsüyle karşılaşıyorlardı. Şimdi, vaktiyle Sa-
rı-Ö zek:i baştan başa istilâ eden Ju an -Ju an lar’ın o tu rd u
ğu yerden geçiyorlardı. Başka yerlerden gelen ve buralar
da uzun süre kalan Juan-Juanlar kötü bir nam bırakmış
lardı. O nlarla bölgenin yerli göçebe aşiretleri arasında,
su kuyuları ve otları yüzünden ardı arkası kesilmeyen sa
vaşlar olurdu. Savaşı bazen berikiler kazanırdı bazen öte
kiler. Yenilenler topraklarından bir bölümünü kaybeder,
kazananlar ise kendi topraklarını büyütür, am a yine yan-
yana yaşamaya devam ederlerdi. Y elizarov’un anlattıkla
rına göre o zam anlar sürü beslemeye elverişli olan Sa-
rı-Özek, uğrunda savaşmaya değermiş. O zamanlar, ilk
baharda ve sonbaharda bol yağmur yağarmış, büyükbaş
ve küçükbaş hayvan sürülerini beslemeye yetecek kadar
bol ot bitermiş buralarda. Bundan başka buraya tüccarlar
gelir, panayırlar kurulur, her türlü alış-veriş yapılırmış.
Fakat bir zam an gelmiş, iklim birden değişmiş, yağm ur
lar yağmaz, otlar bitmez olmuş, kuyular kurumuş. Sürü
lerine ot bulamayan göçebeler ve buralara uzaktan gelip
işgal eden Juan-Juanlar sürülerini alıp dağılmışlar. Ju-
an-Juanlar bir daha hiç görülmemiş. Şimdi Volga denen
‘İtil’nehri boyuna gitm işler ve orada batıp yok olm uşlar.
Ne geldikleri yeri bilen var, ne gittikleri yeri. Bir söylenti
144 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
ye göre de lanetlenm işler, kargı lanmışlar. Kışın İtil'in
üzerinden geçerlerken buzlar yarılmış, çoluk-çocukları,
malları davarlarıyla buzların altında kalmışlar...
Sarı-Ö zek’in yerlileri olan K azaklar ise ülkelerini
terketm em iş. Yeni yeni kuyular kazıp su buldukları yer
lerde toplanmışlar. Yine de pek tenha imiş. Sarı-Özek
ancak savaştan sonra, su taşıyan tankerler, işe koyulduğu
zam an başlamış. T an ker sürücüsü bölgeyi iyi tanırsa, o t
lakta, üç-dört ayrı yerdeki sürülerin su ihtiyacını karşılı
yormuş. Büyük sürü sahipleri, çevredeki sovhozlar ve
kolhozlar o zam anlar buralarda m andıralar kurmayı,
böyle bir yatırımın neye malolacağını ve risklerini bile
düşünm üşler. İyi ki bunu düşünürken epey zam an kay
betmişler ve bu arada, Ana-Beyit yakınında bir şehir olu-
şuvermiş. "Posta Kutusu" diyorlardı bu adsız şehire. ‘Pos
ta K utusu'na gittim ’, ‘Posta K utusu’ndan geldim ’, 'Posta
K utusu’ndan şunu aldım ., bunu aldım ’ djyörlardı. Posta
Kutusu zamanla büyümüş, bir asfalt yolla bir yandan
uzay üssüne, öbür yandan dem iryoluna bağlanmış ve bu
raya yabancıların girmesi yasaklanmıştı. İşte, Sarı-Ö-
zek’te bu defa endüstrileşm iş bir yerleşim kurulm ası böy
le olmuştu.
O rada geçmişten kalan tek iz Ana-Beyit mezarlığı
idi. Devenin çift hörgücü gibi tıpatıp birbirine benzeyen
ve bu yüzden E kiz Tiibe (İkiz T epe) denilen iki tepenin
üzerindeydi Ana-Beyit. Bu mezarlık bölgenin en kutsal
mezarlığı sayılıyordu. Eskiden bazı aileler ölülerini bura
ya öyle uzak yerlerden getirirlerdi ki cenaze alayı geceyi
bozkırda geçirmek zorunda kalırdı. Ve ölünün yakınları
m erhum u Ana- Beyit’e göm m üş, ona böyle bir saygı gös
terebilmiş olm aktan haklı bir gurur duyarlardı. Halk için
de en çok sayılan, sevilen, bilgili, haklı bir üne sahip in
sanlar buraya göm ülürlerdi. H er şeyi bilen ve bölgeyi çok
iyi tanıyan Yelizarov bu m ezarlığa 'Sarı-Özek A nıt Kabri’
derdi.
Gl.N OLUR ASRA BEDEL ' US
O gün, Boranlı demiryolu istasyonundan çıkıp boz
kırda ilerleyen develi, traklörlü, kazma m akineli ve kö
pekti tuhaf cenaze alayı, işte oraya gitmekteydiler...-
A na-Beyit m ezarlığının bir efsanesi, Ju an -Ju a n lar’ın
bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı:
S arı-Ö zek’i işgal eden Ju an -Ju an lar tutsaklara korkunç
işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere
köle olarak satarlarm ış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü
bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine döne
rek Ju an -Ju an lar’ın yaptığı işkenceleri anlatırlarm ış.
Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satm a
dıkları esirlere yaparlarm ış. İnsanın hafızasını yitirmesi
ne, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış.
Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarır
larmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi
yatırıp keser, derisini yüzernıiş. Derinin en kalın yeri bo
yun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu
deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan
Jcazınmış başına sımsıkı sararlarm ış. Böylece sarılan deri,
bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş.
Buna "Deri geçirme işkencesi" derlerm iş. Böyle bir iş
kenceye m aruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak
ölür, ya da hafızasını tam am en yitiren, ölünceye kadar
geçmişini hatırlamayan bir mankıırt, yani geçmişini bil
meyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş-altı
kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, de
ri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtm esin diye,
bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığ
lıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, el
leri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece
birkaç gün bırakırlarm ış. Bu tutsaklar birer m ankurt ol
madan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarm a
sın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda
her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yap
mak kolay olmazmış.
146 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL
Jııan -Ju an lar’ın bir tutsağı m ankurt yaptıkları duyu
lur. öğrerilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla,
gerek fidye vererek kurtarm ak istemezlermiş. Çünkü bir
mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korku
luktan, bir m ankenden farksız olurm uş onlar için.
Bununla birlikte, bir defasında, adı tarihe Naynuın
Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına ge
lenlere dayanamamış, onu kurtarm ak istemiş. Efsane
böyle anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan ge
lir. "Ana-Beyit" ‘ana barınağı, ana huzuru'’ dem ektir.
S an-Ö zek’in kızgın güneşine ‘m ankurt’ olm aları için
bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir
ya da ikisi sağ kalırmış. O nları öldüren açlık ya da susuz
luk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin
güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp
dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi
büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına
batıyormuş. Asyalılar'ın saçları fırça gibi sert olur zaten.
Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken
gibi batarm ış. Bu dayanılm az acılar sonunda tutsak ya
ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar iş
kencenin beşinci günü, ‘sağ kalan var m ı?’ diye gelip b a
karlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, am açlarına ulaşmış
sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır,
boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek içecek verirlermiş.
Köle zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplar
mış. Ama o bir m ankurt imiş artık ve böyle bir köle, pa
zarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış.
H atta Juan -Ju an lar arasında bir gelenek varmış ki buna
göre, aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürü
lürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü
için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.
Bir m ankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi ka
bileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmez
miş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, ben
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 147
liği olm adığı için, efendisine büyük avantaj sağlarm ış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı
düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arzetm eyen bir
köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin baş
kaldırması, kaçmasıdır. Ama m ankurt isyanı, itaatsizliği
düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık,
onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen,
karnını doyurm aktan başka bir şey düşünem eyen bir ya
ratık.. En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez
işleri gık dem eden yaparlarm ış. S arı-Ö zek’in ıssız, engin,
kavurucu çöllerine ancak bir mankurt dayanabileceği
için, b uralarda deve sürülerini gütm e işi o nlara verilir
miş. Böyle yitik yerlerde, bir m ankurt birkaç kişiye bedel
miş. Y anına yiyeceğini, içeceğini verince, kış dem eden,
yaz dem eden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı
düşünm eden kalabilirmiş bozkırda. Onun için önem li
olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.
Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donm am ası için es-
ki-püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş...
Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının
uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildir
mek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı
ve başkalarının anlayamayacağı yegâne kazancı olan bi
lincini kökünden yok etm e cezası yanında hiç kalır. İşte,
göçebe Ju an -Ju an lar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli
özüne kastetm ek gibi en büyük vahşet örneğini çıkardı
lar. Tutsakların yaşayan anılarını elinden almak usulünü
bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti işlemiş ol
dular. İşte Naynuın Ana oğlunun mankurt olduğunu öğ
renince, dayanılmaz bir acı ve umutsuzluk içinde, aşağı
daki ağıtı bunun için yakmıştı:
"Oy balam, oy! Hafızan kökünden sükiılüp alı
nanda, başına sardıkları deve derisi kuruyup büzülerek
ceviz kırar gibi beynini sıkıştıranda, o görünmez çem
ber gözlerini kanlı yaşla dolduranda, Sarı-Özek'in du-
148 'G Ü N OLUR ASRA BEDEL
inansız ateşinde cayır cayır yananda, öliinı susuzlu
ğundan çatlayan dudaklarına bir damlacık yağmur
düşmedi! Oy bakım, oy! Can balam oy! Yeryüzüne ha
yat veren güneş, senin için kapkara bir yıldız oldu da
bir damla ışık vermedi! Ondan nefret etmedin m i oy
balam oy! Can balam oy!.
"Acı çığlıkların bozkırda yankı yankı yayılanda,
gece-gündiiz Tengri! deyip yana-yakıla gökyüzü boşlu
ğuna seslendiğinde, dayanılmaz acılarla kıvrananda,
kusmukların, pisliklerin, sidiklerin içinde boğulanda,
balam oy, vücudun yıkılıp üzerine sinekler üşüşende,
yavaş yavaş aklım yitirip gittiğinde, hepimizi yaratıp
sonra da kendi hâlimize salıveren Tengri’ye son gücü
nü toplayıp isyan etmedin mi? Oy balam oy! Can ba
lam oy!
"İşkenceyle sakallanan aklını karanlığın örtüsü
yavaş yavaş kapladığında, zorla elinden alman hafızan
geçmişle bağlamışını koparanda, öz anam dağ dibin
den akan ve kıyısında oyun oynadığın derenin şırıltısı
nı, kendi adını, babanın adını, sana utana utana ba
karak gülümseyen kızının adını, aralarında büyüdüğün
bacı-kardeş, hısım-yoldaş herkesin hayali gözünde sili
nende, seni karnında taşıyıp bu günleri göstermek için
doğuran anana kargışlar okum adın mı? Oy balam, oy!
Can balam, oy!.."
Bu efsane, Ju an -Ju a n lar’ın güney-doğu Asya sınırla
rından sürülünce, kuzeye akın ederek S arı-Ö zek’i ele ge
çirdikleri zam ana aittir. Buraya geldikten sonra toprakla
rını genişletm ek ve köle toplam ak için ardı arkası kesil
meyen savaşlar yaptıkları dönem le ilgilidir. İlk zam anlar
da pek çok tutsak almışlar. Bunların arasında kadınlar ve
çocuklar çökmüş ve hepsi köle yapılmış. Zam anla direniş
başlamış, yerliler toplanıp silahlanmış, bir ordu kurmuş
lar, savaşmışlar. Ama Juan-Juanlar sürülerini beslemeye
çok elverişli olan Sarı-Özek bozkırlarını terketm em işler,
GÜN 01.l ’R ASRA BEDEL / 149
buraya iyice yerleşm ek için saldırılarım dalıa da arttır
mışlar. Topraklarının elden çıkmasına razı olmayan yerli
ler de yabancıları ülkelerinden sürüp çıkarmayı hak ve
görev savdıkları için savaşlar sürüp gitmiş. Bazen bunlar
kazanmış, bazen onlar..
Savaşsız, sessiz dönem ler de oluyormuş bazen. İşte
bu savaşsız dönem lerin birinde, N aym anlar’ın ülkesine
bir tüccar kervanı gelmiş. Bu tüccarlar çay içerken, çev
resinde .luan-Juanların oturduğu kuyuların yanından
geçtikleri sırada deve sürüsü güden genç bir çobanla kar
şılaştıklarım söylemiş ve gördüklerini anlatmaya başla
mışlar. Çobanla konuşmak isteyen tüccarlar onun bir
m ankurt olduğunu hem en anlam ışlar. İlk bakışta sağlıklı
biri gibi göriinüyorm uş, onun bir m ankurt olduğu, başına
böyle bir felâket geldiği hiç belli değilmiş. Bıyıklan yeni
terlemiş, oldukça yakışıklı bir genç imiş. D aha önce akıl
lı, konuşkan olduğu da besbelliymiş. Am a, yeni doğm uş
gibi, hiçbir şey bilmiyormuş. Ne kendisinin adını biliyor
muş, ne anasının, ne babasının adını. Ju an -Ju a n lar’ın ona
yaptıklarını da hiç hatırlamıyormuş. Sorulan her soruya
ya evet, ya hayır diyor, ya da hiçbir şey söylemiyormuş.
Başına sımsıkı yapıştırdığı şapkasını da hiç çıkarmıyor-
muş. Çok ayıp, çok acı bir şey olsa da, insanlar bazen sa
katlarla alay etm ekten hoşlanırlar. Tüccarlar, bazı ıııan-
kurtların başındaki deve derisinin kendi derisine çıkma-
masıya yapıştığını bildiklerinden, onunla gülüp alay e t
meye başlamışlar. Böyle bir m ankurta "Gel başını bııhar-
layalım da o deve derisini koparalım" dem ekten daha
korkutucu bir şey olmazmış. Bu sözü duyan m ankurt ya
ban ayısı gibi tepinir, kafasına kimseyi dokundurm azm ış.
Böyleleri şapkalarını başlarından hiç çıkarmaz, ge-
ce-gündüz onunla yatıp kalkarlarmış.. Konuk tüccarların
anlattıklarına göre m ankurt ne kadar sarsak olsa da, işini
çok iyi yapıyorm uş. Tüccarların kervanı onun otlattığı
develerden uzaklaşıncaya kadar gözlerini onlardan ayır