The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by 741892f69b, 2021-03-26 17:46:13

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

250 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

yüzden de yargılanmasının sonunu beklemeye gücünün
yetip yetmeyeceği, buna dayanıp dayanamayacağı sorusu,
Yedigey'i kaygılandırıyordu...

Z arife, kocasının durum unu öğrenm ek için ilgili m a­
kamlara birkaç defa dilekçe yazmıştı, onunla görüşmek
için izin de istem işti. A m a bugüne kadar hiçbir cevap al­
ınış değildi. Bu sessizliğin, cevap gelmeyişin sebebini dü­
şünen Yedigey ve K azangap, bunu, B oranlı’ya posta ula­
şımının çok zor ve seyrek oluşuna bağladılar. Boraıılrya
doğrudan doğruya posta gelmiyordu. Buradan gönderile­
cek m ektuplar ya K um bel’e götürülüp postaya verilir, ya
da oraya giden birine verilirdi. Gelen m ektuplar da yine
böyle dolaylı olarak ulaşırdı ellerine. Ee, bu tür bir ulaşı­
ma da hızlı ulaşım denem ezdi elbet...

Ve gerçekten de bir gün bu yolla bir m ektup geldi...
Şubat ayının sonlarında Kazangap, oğlu Sabitcaıvı
K um bel’deki yatılı okula götürm üştü. Deve sırtında yap­
mışlardı bu yolculuğu. Ç ünkü kış m evsim inde yük treni­
ne binip KumbePe gitmek zordu. Vagonlara binmek ya­
saktı ve o soğukta sahanlıkta da durulamazdı. Buna kar­
şılık, sıkıca giyinip güçlü bir deveye bindin mi, sabah gi­
der, akşam dönersin. Bu arada şehirde bazı işlerini de
halledersin.
O söylediğimiz gün Kazangap, KumbePden Boran-
lı'ya döndüğünde, Yedigey onu devesinden inerken gör­
dü ve hem en o anda anladı K azangap’ın çok sıkıntılı, ke­
yifsiz olduğunu. Ya Sabitcan okulda yaram azlıklar yap­
mış, ya da Kazangap yorulm uştur, diye düşündü ve uzak­
lan ona seslendi:
- Nasıl, yolculuk iyi geçti mi?
Kazangap devenin sırtından eşyaları indirirken sö­
zün gelişi bir cevap verdi:
- Eh, iyi geçti.
Bunu boğuk bir sesle söylemişti. Biraz duruladıktan
sonra dönüp sordu:

GlIN OLUR ASRA BEDEL / 251

- Az sonra evde misin?
- Evet, evdeyim, bir şey mi var?
- Seninle bir şey görüşeceğim.
- Olur, bekliyorum.
Az sonra K azaııgap karısı Bikey’i de alıp Y edi-
gey’lerin evine yollandı. Kendisi önde, karısı birkaç adım
geride yürüyordu. İkisi de dalgın görünüyorlardı. Kazan-
gap’ın suratı allak bullak, boynu da iyice incelmiş, u za­
mış, omuzları her zam ankinden biraz daha fazla çökm üş­
tü. Bıyıklan da aşağı sarkıyordu. Bikey ise, yorulup tıkan­
mış gibi sık sık nefes alıyordu.
Ukubala onları böyle görünce, biraz gevşemeleri için
gülümsedi ve takıldı:
- Hayır ola? Yüzünüzden düşen bin parça.. Kavga
ettiniz de barışmaya mı geliyorsunuz yoksa? Buyrun..
buyrun..
Bikey güçlükle nefes alarak:
- Ah keşke kavga etseydik, dedi.
Kazangap evin içinde etrafa göz gezdirerek:
- Kızlar nerde? dedi.
- Z arifeler’e, çocuklarla oynam aya gittiler. Niçin so r­
dun?
Kazangap, Yedigey ile U kubalam n yüzlerine uzun
uzun baktı ve mırıldandı:
- H aberler kötü, dostlarım , kötü! Şimdilik çocuklar
duymasın.. Büyük felâket! Bizim A butalip ölmüş!..
Yedigey yerinden sıçradı. U kubala’nın yüzü bir anda
kireç gibi oldu:
- Ne diyorsun!?
Bikey hırıltılı bir sesle:
- Ölmüş! Ölmüş! Vah zavallı yetimler! Bu da mı ge­
lecekti başlarına!
Yedigey’in benzi de sapsarı olm uştu. K ulaklarına
inanam ıyordu. Korku ile K azangap’a sokuldu:
- Ölmüş mü? Nasıl öğrendin?

252 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

- İstasyona bir yazı gelmiş.
Herkes başını öne eğip susmuştu. Sonra Ukubala
başını iki eli arasına alıp inlemeye, ağlamaya başladı:
- Ne felâket A llah’ım! N e felâket! diyordu.
Yedigey nihayet ağzını açabildi:
- Hani, nerde o yazı?
- Yazı Kıımbel istasyonunda. Verdiler de almadım.
Yatılı okuldan sonra istasyonun bekleme salonundaki
küçük dükkâna uğram ak istedim. Bikey sabun almamı is­
temişti. Tam kapıya gelmiştim ki istasyon şefi Çernov ile
karşılaştım. Birbirimizi uzun zam andan beri tanırız. Se­
lâm laştık. B ana "Seninle karşılaşm anı iyi oldu, dedi, b e­
nim odaya gel de sana bir m ektup vereyim, B oranlı’ya
götürürsün." Odasının kapısını açtı, içeri girdik. M asası­
nın üzerinden daktiloyla yazılmış bir zarfı aldı ve sordu:
"Abutalip Kuttubayev... sizin orada böyle biri çalışıyor
muydu?". "Evet, dedim , niçin?". "Bu m ektup iiç gün önce
geldi, am a B oranlı’ya giden birini bulam adım . Sen götür
de karısına ver bari. Gönderdiği dilekçelerin cevabını bu­
lacak orada. A dam ölm üş., öyle yazıyor". Bir de ‘enfark­
tüs’ diye bir şey söyledi. Bu hastalıktan ölmüş. "Enfarktüs
de ne demek?" dedim. "Kalbi durmuş, yüreği patlamış
yani", dedi. Neye uğradığımı şaşırdım. Başıma bir darbe
yemiştim sanki. Oturduğum yerde donakaldım. Kulakla­
rıma inanam ıyordum . Kâğıdı alıp okudum. Şunlar yazı­
lıydı: "Kumbel İstasyon Şefliği’ne.. Boranlı durağı şefine
bilgi verin.. V atandaş, filanın dilekçelerine cevaptır..."
Yazıda, "Hakkında soruşturm a açılan Abııtalip Kutluba-
yev kalb durm asından ölmüştür.." diyordu. A k kâğıt üze­
rindeki kara yazılar bunlardı işte. Kâğıdı masanın üzeri­
ne bırakıp, ne yapacağım ı bilem eden Ç ernov’un yüzüne
şaşkın şaşkın baktım. "Bütün bildiklerim bu kadar, bu
m ektubu karısına götür" dedi bana. "Hayır, dedim, böyle
yapmayalım. Kara haber taşıyıcısı olmak istemem. Ç o­
cukları daha çok küçük. Bunu nasıl söylerim onlara? H a­

GÜN Ol.UR ASRA BEDEL / 253

yır. götürem em . Boranlı'ya gidince durum u arkadaşlarla
görüşürüz. Sonra belki aramızdan biri özel olarak bunu
alm aya gelir, sonra m ünasip şekilde duyururuz bu acı
olayı. Ölen bir serçe değil, insan! Belki karısı Zarife Kut-
tubayev’in kendisi gelir, o zam an meseleyi siz anlatırsınız
ona...". O da bana "Nasıl istersen öyle yap, dedi, ama ben
ona ne diyebilirim, ne anlatabilirim ki? Burada yazılan­
dan başka hiçbir şey bilmiyorum, benim görevim m ektu­
bu sahibine ulaştırm aktan ibaret". "Kusura bakmayın, bu
yazı şimdilik sizde kalsın, ben olayı arkadaşlara duyuru­
rum, toplanıp bir karar veririz" dedim. Çernov da bana
"Peki, bildiğin gibi yap" dedi. Bundan sonra oradan ayrıl­
dım. Deveyi yol boyunca hep koşturdum. Yüreğim parça
parça oldu. Ne yapacağımızı, bu kara haberi duyurmaya
kimin cesaret edebileceğini düşündüm durdum...

Kazangap sustu. Y'edigey de, sanki om uzlarına bir
dağ çökmüş gibi, belini bükmüştü.

Kazangap sessizliği bozarak:
- Şimdi ne olacak, ne yapacağız? dedi.
Buna kimse bir cevap vermedi. Bir süre sonra Yedi­
gey başım iki yana sallayarak üzüntülü bir sesle:
- Biliyordum böyle olacağını, dedi, çocuklarından ay­
rı kalmaya yüreği dayanam adı zavallının. Bundan korku­
yordum zaten. Ayrılık acısı korkunç bir şeydir. Bakın ço­
cuklarına baba acısıyla nasıl yanıp tutuşuyorlar. Yüzleri­
ne bakamıyor insan. Başka türlü bir adam olsaydı, her­
hangi bir sebeplen hapse girip mahkûm olsa bile, iki-üç
yıl sonra yine sağ-salim çıkardı oradan. Savaşta Alm an-
lar’a esir düşlii ve esir kam plarında çekm ediği sıkıntı kal­
madı. Partizanlar arasında da çok sıkıntılar çekti, yıllarca
savaştı. A m a yıkılm adı. Ç ünkü o zam an evli değildi, ço­
cukları yoktu. Ama bu defa onu en değerli varlıkları olan
çocuklarından ayırdılar, canından et kopardılar. İşte bu
yüzden geldi bu felâket...

254 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

- Haklısın, dedi Kazangap. Bir insanın ayrılık acısın­
dan öleceğine pek inanmazdım ama, şimdi inanıyorum.
G enç bir adamdı, bilgili, akıllı idi. Beklese, suçsuzluğu
anlaşılacak, beraat edecekti belki, bunu biliyordu. Çünkü
hiçbir suçu yoktu. Kafasıyla bunu anlıyordu ama yüreği
ayrılık acısına dayanamadı. İki oğlunu öylesine severdi
ki.. D ayanam adı bu acıya. Bu düşkünlük felâket getirdi...

Uzun süre oturdular, düşünüp taşındılar ama Zari-
fe’yi bu habere nasıl alıştıracaklarını bilem ediler. D önüp
dolaşıp ayni noktaya geliyorlardı: Aile babasız kalmıştı,
Zarife dul, çocuklar yetim... Sonunda en tutarlı teklifi
U kubala yaptı:

- Öyle bir yolunu bulun ki, Z arife şehire gitsin ve bu
m ektubu kendisi alsın. Bu darbeyi orada göğüslesin, ço­
cuklardan uzakta atlatsın o ilk korkunç anları. Nasıl dav­
ranacağına, olayı çocuklara söyleyip söylemeyeceğine,
dönüş sırasında düşünüp karar verebilir. Belki çocuklar
büyüyünceye kadar haberi onlardan gizİemek ister. O za­
mana kadar babalarını daha az hatırlarlar. Ne yapacağı­
na o karar versin.

Yedigey karısını onayladı:
- Çok doğru, çocuklara bildirip bildirmemeye, ya da
nasıl bildireceğine en iyi kararı anaları verir. Ben öyle bir
şeyi söyleyemem o çocuklara...
Yedigey daha fazla konuşam adı. Dili dolanıyor, bo­
ğazına bir yumru gelip tıkanıyor ve boğazını açmak için
öksürüyordu.
M ektubu Z arife’nin alm ası konusunda fikirbirliğiııe
varınca U kubala, K azangap’a bir tavsiyede d ah a bulun­
du:
- Kazake, siz Z arife’ye, K um bel İstasyon Şefliği’ne
onun adına bir mektup geldiğini söylersiniz. Dilekçeleri­
ne cevap gelmiş, bunları ancak sana verebilirlermiş, der­
siniz. Bununla beraber onu istasyona yalnız göndermek
olm az. K um bel’de ne akrabası var ne de bir tanıdığı. H e ­

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 255

le böyle bir felâket karşısında yalnız kalması hiç doğru
değil. Yedigey, sen de onunla gitmelisin. Böyle bir du­
rum da yanında olmalısın. N e yapacağı, ne olacağı hiç bi­
linmez. İstasyonda bazı işlerin olduğunu söylersin ona.
Çocuklara ben bakarım.

Yedigey karısının söylediklerini pek uygun buldu:
- Peki, yarın Abilov’a Zarife'yi hastahaneye g ö tü re­
ceğimi söylerim. Geçen trenlerden birini bir dakikalığına
durdurur.
Bu konuda anlaştılar. A m a K um bel'e ancak iki gün
sonra gidebildiler. M art’ın 5’iydi ve Yedigey o günü hiç
unutam ayacaktı.
Kompartımansız, topluca oturulan bir vagona bin­
mişlerdi. Bazılarının ailece, çoluk-çocuk doluştuğu, kala­
balık bir vagondu. U cuz votka kokusu kaplamıştı havayı.
O turan, kalkan, dolaşan., karmakarışık bir durum .. Bazı­
ları kâğıt oynuyor, kümeleşip aralarında sohbete dalan
kadınlar geçim sıkıntısından, kocalarının sarhoşluğun­
dan, evlenmelerden, boşanmalardan, ölüm lerden söz
ediyorlardı. Y olculukları uzun süreceği için gerekecek
her şeyi almışlardı yanlarına.. Zarife ve Yedigey, kendi
dertleri içinde, kısa bir süre için onlara katılmışlardı.
Zafife, yol boyunca ağzını açmamış, kara kara dü­
şünmüştü. İstasyona gelen yazının ne olduğu çıkmıyordu
aklından. Bu durum da Yedigey de pek konuşamadı.
Bazı duyarlı, anlayışlı insanlar vardır ki, insanın m ut­
suzluğunu, derdini yüzüne bakar bakmaz anlarlar. Zarife
oturduğu yerden kalkıp pencerenin yanma giderken, Ye­
digey’in karşısında o tu ran yaşlı bir R us kadını, vaktiyle
mavi am a şimdi solmuş gözleriyle bakarak sordu:
- Neyiniz var evlât, karınız hasta mı?
Yedigey yerinden toplayarak:
- Karım değil, dedi, kız kardeşim o, hastahaneye gö­
türüyorum .

’ 56 / O Ü N OLUR /\SRA BEDEL

- Zavallının çok üzüntülü olduğu belli. Çok zayıf ve
gözlerinden derin bir üzüntü yansıyor. Sanırını çok da
korkuyor. Ilaslahanede kötü bir hastalığının çıkmasın­
dan korkuyordur belki. Hayat bu işte! Eğer dünyaya gel­
mezsen hiç bir şey görmezsin, ama gelirsen dertten kur­
tulamazsın. Am a Allah esirgeyicidir. Kardeşiniz hastalı­
ğını atlatır inşallah, daha genç...

Yaşlı kadın, istasyona yaklaştıkça Z arife’ııin yüzü­
nün daha da karıştığını, üzüntüsünün arttığını anlamıştı.

Yolculuk birbuçuk saat sürdü. Vagonu dolduran
öbür yolcuların hangi bölgeden geçtikleri umurlarında
değildi. Sadece geldikleri istasyonun adını soruyorlardı.
Sarı-Özek bozkırı karla kaplıydı. Issız, sessiz, uçsuz-bu-
caksız.. Ama, kışın gitmekte olduğunu belli eden izler de
yok değildi. Bazı yerlerde çıplak yamaçlarda, karlar eri­
meye, to p rak görünm eye başlam ıştı. D erelerin kıvrım-
kıvnm uzanan kenarlarında kar suları ince ince akıyor,
tepelerde kara benekler görünüyor, kar kümelerinin de
yum uşadığı anlaşılıyordu. Ç iinkü bozkırdan nisbeten ılık
bir rüzgâr esmeye başlamıştı ve bu da karların yakında
tam am en eriyeceğini haber veriyordu. Bununla beraber,
güneş, hâlâ suyla dolu olduğu anlaşılan alçak, kara bulut­
ların ardından kendini gösterem iyordu. Kış canlıydı da­
ha: Yum uşak ya da sulu kar yağabilirdi, fırtına tehlikesi
de büsbütün uzaklaşmış değildi...

Yedigey oturduğu yerden kalkm adan pencereden
dışarı bakıyor, arada bir yaşlı kadınla konuşuyor, Zari-
fe’nin yanına gitm iyordu. P encere kenarında ayakta d u ­
ran Z arife’nin kendi başına kalıp düşünm esinin belki d a­
ha iyi olacağını sanıyordu. Belki o sırada Z arife, bir önse­
zi ile, K um bel’de büyük felâketle karşılaşacağını anlıyor,
kimbilir, belki de geçen sonbaharda iki aile çoluk-çocuk
karpuz-kavun alm ak için gittikleri günü hatırlıyordu. Ne
kadar m utlu, ne kadar sevinçliydiler o gün! Kendisi de
dün gibi hatırlıyordu o günü: Hava biraz rüzgârlıydı.

GUN O l.U R ASRA B ED EL! 157

Abutalip ile birlikle yarı açık bıraktıkları kapının önüne
oturmuş, tatlı bir sohbete dalmışlardı. Çocuklar başların­
da dönüp duruyor, tren hızla yol aldıkça geriye doğru
akıp giden bozkıra hayran hayran bakıyor, coşuyorlardı.
Ukubala ile Zarife de kendi aralarında günlük işlerden,
şundan bundan konuşarak ne güzel vakit geçirmişlerdi!
Kum bel’e varınca çarşıda gezmiş, alış-veriş yapm ışlardı.
Daha sonra sinemaya, berbere de gitmişlerdi. Çocuklar
dondurm a da yemişlerdi tadını çıkara çıkara. İşin en
acıklı, ayni zam anda en komik yanı berber dükkânında,
E rm ek’iıı b erb er koltuğuna oturduğu zam an olm uştu.
Berberin saç kesme makinesini saçlarına değdirmesinden
çok korkmuştu Erm ek. Yedigey, Abutalip içeri girer gir­
m ez çocuğun onun kucağına nasıl atıldığını, A b u lalip ’in
de onu bağrına basarak korum ak durum unda kaldığını
getiriyordu gözlerinin önüne. Abutalip, çocuğun şimdilik
tıraş edilm ekten vazgeçilmesini, biraz daha büyiiyünceye
kadar bekleyebileceklerini söylemişti. Bunları da hatırla­
dı Yedigey. Kara kıvırcık saçlı Erm ek büyüyor.. Am a saç­
ları hâlâ kesilm edi ve E rm ek ’in babası yok arlık...

Yedigey, defalarca yaptığı gibi, şimdi de A b u talip ’in
soruşturma sonucunu bekleyememe sebebini anlamaya
çalışıyor,, am a her defasında ayni sonuca varıyordu:
Onun kalbini durduran, çocuklarından ayrılmış olm anın
dinmez, dayanılmaz acısıydı. Issız, sessiz Sarı-Özek boz­
kırında, o küçük Boranlı istasyonuna terkedilmiş yavrula­
rının ona verdiği dayanılmaz ayrılık acısının ağırlığını
kimse anlayamaz, onun çocukları olm adan yaşayamaya­
cağını bilemezdi. O nu öldüren böyle bir acıydı işte.

Yedigey bunları, istasyonun yanındaki küçük mey­
danda bir sıranın üzerine oturup Zarife'yi beklerken dü­
şünüyordu. Kendisine gelen yazıyı alm ak için istasyona
giden Z arife’yi bu rad a bekleyecekti. Öyle anlaşm ışlardı.

Öğle olmuştu ama hava hâlâ çok fenaydı. Alçak kara
bulutlar bir türlü dağılmıyor, ara sıra yüzüne kar taneleri

258 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

ya da yağmur dam laları düşüyordu. Bozkırdan hafif,
nemli bir rüzgâr esiyor, erimeye başlayan kar kokusunu
getiriyordu. Y edigey’in o m eydandaki durum u da hiç iyi
değildi. Üşüyordu. Aslında o, istasyondaki o kalabalığa,
o itiş-kakışa karışıp dolaşm aktan hoşlanırdı. Kendisi
uzun bir yolculuğa çıkmayacağı, bunun telâşında olm adı­
ğı için, her tarafa koşuşan kalabalığı uzaktan seyretm ek­
ten zevk alırdı. Bir film gibi seyrederdi onları: T ren gel­
diği zaman film başlar, gittiği zaman da bitmiş olurdu.

Şimdi ise o kalabalık hiç ilgilendirmiyordu onu. İn ­
sanların kayıtsız, suratsız, yorgun oluşlarına şaşıyordu.
Nasıl da dünyalarına küsmüş, nasıl da birbirinden bu ka­
dar uzak ve yabancı idiler! Üstelik hoparlörden m ono­
ton, gıcırtılı bir müzik de duyuluyordu. Bağırm aktan kı­
sılmış, hırıltılı, hüzün veren, huzursuzluk veren bir müzik
idi bu. Niçin durm ad an bu bıktırıcı melodiyi çalıyorlardı?
Niçin sesleri çın çın çınlayan spikerler konuşmuyordu?
Niçin sonu gelmiyordu bu bıktırıcı havanın?.

Z arife’yi bu sıranın üzerinde o tu rarak bekleyecekti.
Öyle sözleşm işlerdi. G eçen defa K um bel’e geldikleri za­
man da Abutalip ve çocuklarla birlikte bu sırada oturup
dondurm a yemişlerdi. Zarife gideli yirmi dakika olmuş,
hâlâ gelm em işti. Bu durum Yedigey’i korkutm aya başla­
dı. Tam gidip bakm aya karar vermişti ki onu kapı önün­
de gördü. Elinde olm adan irkilmiş, duralam ıştı. Etrafın­
daki kalabalığa rağmen her şeyden öyle uzak, öyle yalnız­
dı ki, o giren çıkan kalabalığın içinde koyu bir leke gibi
duruyordu. Farkedilm em esi mümkün değildi. Yüzü, ölü
yüzü gibi soluktu. B akm adan, görm eden, uyur-gezer gibi
yürüyordu. Kimseye dokunmuyor, çarpmıyor, dudakları­
nı sıkmış, üzüntülü am a başı dik.. Çölde yürüyen bir kör
idi sanki. Zarife yaklaşırken Yedigey ayağa kalktı. Ka­
dıncağız kendinde miydi? Boş gözlerle, korkutacak kadar
ağır adımlarla oraya gelmesi ne kadar uzun sürüyordu
Yedigey için. H iç bitmeyecek kadar, sonsuzluk kadar

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 259

uzun, soğuk, uçurum kadar karanlık bir bekleyişti bu.
Kadıncağızın elinde kalınca bir zarf vardı ve K azangap’ın
dediği gibi üzeri daktiloyla yazılmıştı. N ihayet Yedigey’in
yanına gelince, sımsıkı kapadığı dudaklarını güçlükle ara­
layarak:

- Biliyordun değil mi? dedi.
Yedigey başını yavaşça eğdi.
Zarife sıranın üzerine çöktü, elleriyle yüzünü kapat­
tı. Patlam asından, parça parça olup dağılm asından kork­
tuğu başını vargücüyle sıktı ve hüngür hüngür ağlamaya
başladı. İçine kapanmış, dayanılmaz acısına gömülmüştü.
Yum ak gibi toplanm ış, ayağı yerden kesilmiş, derdinin
dipsiz derinliğine, sonsuz acılara dalmıştı.. Yedigey tıpkı
A butalip’i alıp götürdükleri zam an olduğu gibi, bu kadını
o büyük acılardan korum ak için bütün üzüntülerini üze­
rine almaya, onun yerine bu acıları çekmeye hazırdı.
Am a yine de, felâketin ilk sersem letici dalgası vurup geç­
m eden onu yatıştırmasının, acısını hafifletmesinin m üm ­
kün olam ayacağını çok iyi biliyor ve bu yüzden hiçbir şey
söylemeden oturuyordu yanında.
Zarife, istasyon yanındaki o parkta, uzun uzun, hıç-
kıra hıçkıra ağladı. Sonra birden, elinde sımsıkı tuttuğu,
içinde o felâketi bildiren uğursuz yazının bulunduğu zar­
fı, fırlatıp attı. A butalip hayatta olm adığına göre kara h a ­
beri veren o kâğıt nesine gerekirdi? Fakat Yedigey usul­
ca eğilip zarfı aldı, cebine koydu ve sonra, Z arife’nin p a r­
maklarını güçlükle açarak mendilini eline tutuşturdu.
Yüzünü, gözünü silmesini istiyordu. Ama bunun da hiç­
bir yararı olmadı.
İstasyondaki hoparlörlerde, radyonun o ağır, matem
havasını andıran müzik devam ediyordu. Sanki radyo Z a ­
rife’nin yaslara göm üldüğünü biliyordu da çalıyordu o
matem havasını. Bu arada, nem yüklü kara M art bulutla­
rı tepelerinde süzülüyor, rüzgâr soğuk soğuk esiyordu.
Gelip geçenler Z arife ile Y edigey’e tuhaf tu h af bakıyor,

260 t GÜN OLUR ASRA BEDEL

karı-koca arasında kavga olduğunu, erkeğin kadını biraz
fazla üzdüğünü düşünüyorlardı herhalde... Biraz sonra
böyle düşünmeyenlerin bulunduğu da anlaşıldı. Yanıbaş-
larında üzgün bir ses onlara:

- Ağlayın ey iyi insanlar, ağlayın! B abam ızı yitirdik,
şimdi ne yapacağız, başımıza neler gelecek? diyordu.

Yedigey başını kaldırıp baktı ve böyle konuşarak ge­
çen kadını tanıdı. Ü zerinde eski bir asker kaputu vardı
kadının. Koltuk değnekleriyle yürüyordu. Çünkü bir ba­
cağı kalçasından kopuktu. Bacağını cephede yitirmişti ve
şimdi istasyonda biletçi olarak çalışıyordu. Kadın gözyaşı
döküyor ve ayni cümleleri tekrar ediyordu: "Ağlayın, ağ­
layın! Ne yapacağız biz şimdi?.." Kadın ağlaya ağlaya,
koltuk değneklerini tak tak vurarak ve değneklerin ara­
sından tek bacağını sürükleyerek uzaklaştı. Değneklerin
vuruşları arasında sürüklenip daha yalpak bir ses çıkaran
ayağında, eskimiş bir asker postalı olduğu belliydi.

Yedigey o sözlerin anlamını, istasyon kapısında bir
kalabalığın toplandığını görünce anladı. Birkaç adam bir
m erdivene çıkarak Stalin’in asker elbiseli büyük bir res­
mini kapıya asıyorlardı. Resim kara bir yas tülü ile çevre­
lenmişti.

Radyodan yayınlanan o m onoton yas müziğinin se­
bebini de anlıyordu şimdi. Başka bir zamanda olsa o da
yerinden kalkar, o kalabalığa karışır, o büyük adama, o
olmazsa dünyanın da sonu olacağına inanılan adama ne
olduğunu öğrenmek isterdi. Ama o gün onun derdi ona
yeterdi ve ağzım açıp kimseye bir şey sorm adı, yerinden
bile kalkmadı. Zarife de hiçbir şeyle, hiç kimseyle ilgile­
necek durum da değildi...

T renler her zamanki gibi geliyor, gidiyorlardı. Ne
olursa olsun yollarına devam edecekti onlar. Yarım saat
sonra 17 num aralı yolcu tren i de geçecekti. B ütün yolcu
trenleri gibi bu tren de Boranlı gibi küçük istasyonlarda
durm adan geçerdi. Am a Yedigey o trene binmeyi ve ne

GÜN OLUR ASRA B E D E L /261

olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu B oranlı’da d u rd u r­
mayı kafasına koymuştu. Sükûnetle ve kesin olarak ver­
mişti bu kararı. Z arife’ye:

- Az sonra gitmek zorundayız, ancak yarım saatimiz
var. Ne yapm an, nasıl davranm an gerektiğine iyice düşü­
nüp karar vermelisin. Çocuklara babalarının öldüğünü
söyleyecek misin yoksa daha sonraya mı bırakacaksın?
Bu konuda sana öğüt vermek istemiyorum. Buna yalnız
sen karar verebilirsin. Artık çocukların hem anası, hem
babası sensin. Yolda bunu düşün. Eğer çocuklara bildir-
meyeceksen, kendini tutmalı, onların yanında ağlamama-
lısın. Bu gücü görüyor musun kendinde? Kararını bize de
söylemelisin, biz de ona göre davranacağız çünkü. İşte
mesele bu.. Anlıyor musun?

- Evet, evet anlıyorum, dedi Zarife gözyaşları arasın­
da. Yol boyunca kendimi toplamaya, düşüncelerimi bir
düzene sokmaya çalışacağım. Hele bir aklımı başıma top­
layayım sana kararım ı söylerim..

D önüş yolculuğunda da gelişlerinde olduğu gibi va­
gonlar bozkırı bir baştan bir başa geçecek insanlarla ve
sigara dumanıyla doluydu.

Bu defa kompartımanlı vagonda yer bulabilmişlerdi.
Kalabalık daha azdı. Vagonun girişinde, pencerenin ya­
nında durdular ve kom partım ana girmediler. Böylece
başkalarını rahatsız etmeyecek, daha rahat konuşabile­
ceklerdi. Yedigey, koridorun duvarındaki açılır-kapanır
oturm a yerini Z arife’ye verm ek istedi am a Z arife ayakta
durup dışarısını seyrederek oyalanmayı tercih etti.

- A yakta dursam d aha iyi olacak, dedi.
Zarife, arada bir hıçkırıklarını salıverse de kendini
toplamaya, om uzlarına çöken büyük felâketin ağırlığına
dayanmaya çalışarak pencereden bakıyor, bu yeni haya­
tın, dulluk hayatının hiç olmazsa başlangıcının ne olaca­
ğım düşünm eye çalışıyordu. O güne kadar um udunu ta­
mamen yitirmiş değildi. Kocasının yargılanması sonunda

2621C.ÜN OLUR ASRA BEDEL

bir yanlış anlam a olduğu ortaya çıkacak, er ya da geç
Abutalip dönüp gelecek diye düşünm üştü. O müthiş olay
bir kâbus gibi gelip geçecek, yine bir arada olacaklar, ne
kadar güç olsa da hayatlarını devam ettirecek ve çocukla­
rını yetiştireceklerdi. Şimdi bu um udu da yok olmuştu..
A rtık h er şeyi enine boyuna düşünmeliydi.

Yedigey de ayni şeyleri düşünüyor, bu ailenin gele­
ceği için kaygılanıyordu. Yine de genç kadına biraz gü­
ven verebilm ek için kendine her zam ankinden daha çok
hâkim olm alı, sakin görünm eye çalışmalı, Z arife’yi karar
vermesi için sıkıştırm am ak, üstüne pek varmamalıydı.
Öyle yaptı ve iyi de etti. Ç ünkü ağlaya ağlaya boşanan
kadın, sonunda kendiliğinden konuşmaya başladı. Konu­
şurken gözyaşlarını geri çevirmeye çalışıyor, sesi sık sık
kesiliyordu:

- Babalarının öldüğünü çocuklardan gizlemek şimdi­
lik en iyisi.. Bunu şimdi söyleyem em onlara. H ele-E rm ek’
e hiç söyleyemem. Nasıl da bağlılar babalarına! Korkunç
bir şey bu.. Nasıl yok ederim um utlarını? Sonra ne olur
yavrularıma? H er gün, her dakika babalarının gelmesini
bekliyor, bu umutla yaşıyorlar. Artık buralardan gitmek
gerek. Biraz daha büyüsünler. O zaman söylerim. Ermek
dayanamaz buna. Zaten zaman geçince kendileri de an­
larlar. Ama şimdi olmaz, hiç olmaz.. Dayanamazlar. O la­
yı onun kardeşlerine, kendi kardeşlerim e yazacağım. A r­
tık neyimizden korkacaklar? Um arım bir cevap verirler,
yanlarına gitmemize de yardım ederler.. Sonrasına baka­
rız. Artık A butalip yok. Bana düşen onun çocuklarını ye­
tiştirm ek tir...

Boranlı Yedigey, Z arife’yi dinlerken, her sözünün,
onun kafasından kasırgalar gibi geçen düşüncelerin an­
cak dışa vuran kırıntıları, bir şimşeğin ışıltıları olduğunu
da çok iyi anlıyordu. Böyle bir durum da insan bütün dü­
şündüklerini söyleyem ezdi.. O nun için de, Z arife’nin bu

01 :N OLUR ASRA BEDEL /263

konuşmaya koyduğu sının aşmamaya gayret ederek şu
cevabı verdi:

- H aklısın Z arife. E ğer çocuklarını çok iyi tanım a-
saydım, söylediklerini belki şüpheyle karşılardım. Ama
tanıyorum. Senin yerinde olsam ben de cesaret edem ez­
dim gerçeği söylemeye. Biraz bekleriz. Akrabalarından
bir haber gelinceye kadar biz de hiçbir şeyi belli etm em e­
ye, eskisi gibi davranm aya çalışacağız. Hiç kuşkun olm a­
sın. Sen işinde çalışmaya devam edersin, çocuklar bizde
kalırlar. Biliyorsun, U kubala onları öz çocukları gibi sevi­
yor. Sonra bakanz Tanrı ne gösterir...

Zarife derin bir iç çekerek devam etti konuşmaya:
- Hayat böyleymiş! H er şey korkunç, karışık, anlaşıl­
maz.. İşin bir başı bir de sonu var, ortasında ise herkes
kaderini yaşıyor. Çocuklar olmasaydı, Yedigey, yemin
ederim ki bir dakika beklem ez, hayatım a son verirdim .
Böyle yaşamak neye yarar, ne gereği var?. Ama çocuklar
var, beni onlar tutuyor. Onlar benim hem kurtuluşum,
hem kaderim . Beni asıl korkutan bir gün onların gerçeği
Öğrenmeleri değil, gerçeği nasıl olsa öğrenecekler. Beni
korkutan ondan sonrasıdır. Ondan sonra ne olacakları­
dır. Babalarının başına geleni hayatları boyunca unuta­
mayacak, bir yürek yarası olarak taşıyacaklar. O kulda, iş
hayatında, her yerde, bir iş tuttukları, bir işte yükselip
ilerlemek isledikleri zaman taşıdıkları soyadı aşılmaz bir
engel olarak çıkacak karşılarına. Bu ad yüzünden bütün
yollar kapanacak... İşte bunları, hayatımızda her zaman
aşamayacağımız bir engelle karşılaşacağımızı düşünerek
korkuyorum ben. A butalip ile bu konulan çocukların ya­
nında hiç konuşmazdık. Birbirimizi uyarır, korurduk.
A butalip olsaydı, çocuklarım ızı çok iyi yetiştireceğine,
mükemmel insanlar olarak yetiştireceğine inanırdım. Bi­
ze güç veren, her türlü sıkıntıya katlanmamızı sağlayan
işte bu um ut idi.. A m a artık ne olacağını bilemiyorum.
Ben onun yerini tutam am . Çünkü o A butalip idi.. O ba­

261 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

şarırdı.. O, kendi bedeninden çıkıp çocukların içinde ya­
şıyordu, onlarla bütünleşm ek istiyordu. Onu çocukların­
dan aldıkları, ayırdıkları için öldü o. Ölüm sebebi budur
işte..

Yedigey, Z a riie ’yi cankulağı ile dinliyordu. Bir insa­
nın ancak en yakınına, en güvendiği kişiye söyleyebilece­
ği gizli düşüncelerini ona açm ası Yedigey’i duygulandırı­
yor, onda ayni samimi karşılığı vermek, onu korum ak,
yardım etm ek duygularını uyandırıyordu. Ama ayni za­
manda çaresizliğini, güçsüzlüğünü anlayarak, içten içe
öfkeleniyor, eziliyor, öylece susup duruyordu.

B oranlrya yaklaşıyorlardı. Nice yazlar, nice kışlar
gelip geçtiği bu yerlerin m anzarasını çok iyi bildiği için
B oranlı’ya yaklaştıklarını da hem en anlam ıştı..

- H azırlan Zarife, dedi. Geliyoruz. Anlaştığımız gibi,
şimdilik çocuklara tek kelime söylemek yok. Sen de bir
şey belli etm em ek için kendine bir çeki-düzen ver. Şimdi
sahanlığa git ve kapının önünde dur. Tren durur durm az
hiç telâş etm eden, gayet sakin ineceksin. Aşağıda beni
bekle. Sonra beraber gideceğiz.

- Ne yapmak istiyorsun?
- H içbir şey. Sen düşünm e ve m erak etm e. Trenden
inmeye hakkın var elbet!
17 num aralı yolcu treni sem afora yaklaşınca hızını
biraz keser, am a hiç durm adan geçip giderdi. Yine öyle
yapacaktı. Ama tam bu sırada, istasyona girerken, acı bir
fren gıcırtısıyla vagonlar sarsıldı, tren yavaşladı, sonra va­
gonların tamponları birbirine çarparak durdu. Yolcular
oturdukları yerden fırlayıp korkuyla, telâşla pencereler­
den baktılar. Bağrışıp çağrışıyor, her kafadan bir ses çıkı­
yordu:
- Ne oluyor? Niçin durduk?
- İmdat kolunu mu çektiler?
- Kim çekti?
- Hani nerde?

GÜN OLUR ASRA BEDEL 7265

- Kompartımanlı vagonda.
Yedigey bu sırada kapıyı açtı, Z arife’nin inm esine
yardım etti. Sonra kendisi vagon sahanlığında durarak
hareket m em uru ile kondüktörün gelm elerini bekledi.
- D ur bakalım! İm dat kolunu kim çekti?
- Ben çektim.
- Sen de kimsin? Ne hakla yaparsın bunu?
- Öyle gerekiyordu.
- Ne dem ek öyle gerekiyordu? M ahkemeye mi düş­
mek istiyorsun? H apse mi girmek istiyorsun?
- M ahkem e um urum da değil benim. İşte belgelerim.
Tutanağı göndereceğiniz mahkemeye ya da başka yere
bildirin: Eski savaşçı dem iryolu işçisi Yedigey Cangeldi.
Y oldaş Stalin’in öldüğü gün, im dat kolunu çekmiş, yas
tutulm ası için yolcu trenini B oranlfda durdurm uştur, d e­
yin.
-Ne.dedin? Ne dedin? Staliıı mi öldü?
- Evet, radyo söyledi. Duymanız gerekirdi.
- Aa, o zam an iş başka. B una bir diyeceğimiz ola­
maz. Pekâlâ, gidebilirsin..
A dam lar Y edigey’i bıraktılar.
Birkaç dakika sonra 17 num aralı yolcu treni yoluna
devam etti.

*

**

Trenler yiııe doğudan batıya, batıdan doğuya gelip
gidiyordu..

Bu yerlerde, demiryolunun her iki yanında, ıssız,
engin, sarı kum lu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar gi­
derdi.

266 / CıÛN OLUR ASRA BEDEL

Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridye­
ninden başlıyorsa, bu yerde de mesafeler demiryoluna
göre hesaplanırdı.

Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider
gelir., gider gelirdi..

1953 yılının yazı ve sonbaharı B oranlı Y edigey’in h a­
yatında en acılı günler oldu. Ne o güne kadar ne ondan
sonra karların yolları tıkam ası, ne S arı-Ö zek’in susuz, k a­
vurucu yaz günleri, hatta Köningsberg cephesinde çektiği
sıkıntılar (C ephede bin defa ölebilirdi, yaralanabilir, sa­
kat kalabilirdi. Öyle günleri çok olm uştu), o 1953’ün son­
baharı kadar acı vermemişti ona.

Afanasi îvanoviç Yelizarov bir gün Boranlı Yedi-
gey’e toprak kaym alarının sebebini anlatm ıştı. Bu kay­
m alar sonunda dağların yamaçlan, bazen de dağın kendi­
si, karşı konulm az bir güçle göçer, yerin altını üstüne ge­
tirir, kocaman yarıklar açarlarmış. İnsanlar o olayı ancak
gözleriyle gördükleri zaman ayaklarının dibinde ne bü­
yük felâketler saklı olduğunu anlarlar. Bu olayın özelliği,
yeraltı sularının kaya diplerini uzun zam anda, yavaş ya­
vaş oyarak kimsenin farketmediği şekilde erozyonu ha­
zırlamasıdır. Altı oyulan dağlar, yamaçlar, hafif bir dep­
rem, bir gök gürlemesi ya da şiddetli bir yağmur sonun­
da, yavaş yavaş kaymaya başlar. Kopan kayalar ya da çığ
yuvarlanması ansızın olur ve biter. Ama toprak kaymala­
rı herkesin gözü ö n ünde korkunç bir güçle ilerler ve onu
hiçbir şey durduram az...

Böyle korkunç olaylar bazen insanların başına da ge­
lebilir. Üstesinden gelemediği çelişkilerle başbaşa kalan
insan, moral bakımından derinden derine sarsılır ama
bunu kimseye söyleyemez, çünkü ona kimse yardım ede­
mez. Bu korkunç bir yer kayması gibidir, tehlikeyi görür­
sünüz, am a bir şey yapamazsınız.

GÜN OLUR ASRA BEDEL /267

Yedigey böyle bir sarsıntıyı, içindeki böyle korkunç
bir kaymayı, Z arife ile birlikte K um bel’e gidip gelm esin­
den iki ay sonra hissetmiş ve nasıl bir şey olduğunu çok
iyi anlam ıştı. O gün bazı işleri için yine K um bel’e gitm iş­
ti. G iderken Z arife’ye, postaya bakm ak, onun adına
m ektup varsa alıp getirm ek için söz vermişti. M ektup
gelmemişse onun adına üç telgraf çekecekti. Zarife akra­
balarından hâlâ m ektuplarına bir cevap alamamıştı ve
şimdi tek istediği m ektuplarının ellerine geçip geçm edi­
ğini öğrenm ekti. Telgrafların üçünde de ayni şeyi, yani
m ektubunun alınıp alınmadığının bildirilmesini istiyordu.
Anlaşıldığına göre ne kendisinin ne de A butalip’in kar­
deşleri, mektupla olsun bir bağlantı kurm ak istem iyorlar­
dı onunla.

Yedigey, sabah erk enden devesi K a ran ar’a binip yo­
la çıktı. Akşam karanlık basm adan dönm ek istiyordu.
Yalnız olduğu ve yanında bir yük bulunm adığı için onu
her trenin m akinisti yanm a alırdı, böylece K um bel’e bir-
buçuk saatte ulaşırdı. A m a A butalip’in çocukları yüzün­
den, son zam anlarda trene binmekten çekiniyordu. Ço­
cuklar demiryolu kenarından pek ayrılmıyor ve hep ba­
balarının dönüşünü bekliyorlardı. Babalarını beklemek
hayatlarının aslı, başta gelen amacı olm uştu onlar için.
Oyunlarda, konuşm alarda, bulmacalarda, resimlerde,
günlük hayatın bütün hareketlerinde hep babaları, baba­
larının dönüşü vardı. Ve o günlerde onların gözünde tar­
tışmasız en önemli kişi de Yedigey am caları idi. Yedigey
amcaları her şeyi bilir, her konuda yardım ederdi onlara.

Yedigey, kendisinin B oranlı’da bulunm adığı zam an­
larda çocukların kendilerini terkedilmiş ve daha mutsuz
hissettiklerini de anlam ıştı. O nun için boş vakitlerini on­
lara ayırıyor, onlara o boş um utlarını olabildiği kadar
unutturm aya çalışıyordu. H em A butalip’in vasiyetini de
unutm uş değildi. "O nlara Aral D enizi’ni anlat" dem işti
A butalip. O nun için Aral kıyısında geçen kendi çocuklu­

268 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

ğunu bütün ayrıntılarıyla hatırlam aya çalışıyor, A ral’la il­
gili gerçek ve uydurm a hikâyeleri anlatm aktan geri kal­
mıyordu. Bu hikâyeleri çocuklar anlasın diye basitleştiri­
yordu am a her defasında onların kavrayışına, duyarlılığı­
na, hafıza güçlerine şaşıp kalıyordu. Ama bundan mem­
nundu. Çünkü babalarının onları eğitm ek için harcadığı
çabanın boşa gitmediğini görüyordu. Hikâyelerini daha
çok çocukların en küçüğü olan E rm ek ’e göre ayarlıyor,
uyarlıyordu ama Erm ek ötekilerden hiç de geri kalmıyor­
du. İki ailenin dört çocuğu arasında bir ayrıcalık tanım a­
maya çalışsa da en çok E rm ek ’e bağlanıyor, ona ilgi d u ­
yuyordu. O nun anlattıklarıyla en çok ilgilenen, anlayan,
yorumlayan Erm ek idi. A nlatılan hikâyenin konusu ne
olursa olsun, bu hikâyedeki her olayla babası arasında bir
bağlantı kurabiliyordu Erm ek. H er olayda, her sözde,
her harekette babası da vardı onun için. M eselâ şöyle bir
hikâye anlatırdı Yedigey:

- A ral’ın kıyılarında sık kamışlı birçok gölcük vardı.
Avcılar tüfekleriyle gelip bu kamışların arasına sak­
lanırlar. İlkbaharda ördekler işte buralara gelir. Biliyor­
sunuz, kış mevsimini daha sıcak olan başka göllerde geçi­
rir ördekler.
Ama, hava ısınmaya, buzlar çözülmeye başlar başla­
maz, hemen kanat açar, gece-gündüz dem eden büyük sü­
rüler hâlinde gelirler buralara. Çünkü bu yerler onların
vatanıdır ve vatanlarını çok özler bu hayvanlar. G elir gel­
mez de suya dalıp yüzmek, yıkanmak, böylece yol yor­
gunluğunu çıkarm ak isterler. Bunun için alçalır, kıyıya
yaklaşırlar. İşte bu sırada kamışlar arasında bum! bum!
sesler duyulur. Avcıların tüfek sesleridir bunlar. Ö rdek­
lerden bazıları cıyak bağrışarak suya düşer, ötekiler kor­
karak denizin ortasına doğru uçarlar ve ne yapacaklarını,
nereye gideceklerini bilemezler. Çünkü onlar kıyıya ya­
kın yerlerde uçmaya alışıktırlar ve şimdi de kıyıda avcılar
var!..

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 269

- Yedigey amca, ördeklerden biri hemen geriye, gel­
diği yere döner, derdi Erm ek.

- Peki, niçin dönsün geriye?
- Ç ünkü atika (babacığım ) onun kışı geçirdiği deniz­
de gemicilik yapmıyor m u? Sen söylemiştin ya Yedigey
amca?
Yedigey söylediğini hatırlayarak, bir gaf yapmamak
için hem en toparlanırdı:
- Doğru, öyle demiştim, ama o ördek geriye dönünce
ne olacak?
- Ö rdek geri dönünce babamı bulur, ona göldeki ka­
mışlıkta avcıların gizlendiğini, kendilerine ateş ettiklerini
anlatır. Nereye kaçacaklarını bilemediklerini, yaşayacak
yerleri kalmadığını söyler.
- Ha, bak bu doğru. Çok haklısın.
- B abam d a ona hem en B oranlı’ya döneceğini, orad a
D aul ve E rm ek adlarında iki oğlu ile Yedigey am caları­
nın yaşadığım söyler. A tikam gelince hep birlikte A ra l’a
gideriz, kamışlığa gizlenen o ördek avcılarını kovarız. Ö r­
deklerde A ral’da rah at rahat yaşarlar. Y üzer, suya dalar,
kanat çırpar, takla atarlar.. İşte şöyle şöyle yaparlar...
Yedigey anlatacakları bittikten sonra, o anda aklına
başka bir masal da gelmeyince, taş falına bakarak eğlen-
dirirdi onları. A rtık cebinde her zaman nohut büyüklü­
ğünde 41 taş bulunduruyordu. Taşlarla fala bakm ak,
uzak geçmişten kalma bir usuldü, kendine göre karışık
sembolleri, tuhaf am a anlamlı terim leri vardı. Yedigey,
bu taşları önüne serpm eden önce okuyup üfler, birtakım
tılsımlı sözler söyler, sonra onlardan ne istediğini bildirir­
di. Yeryüzünde Abutalip adında bir adam olup olm adığı­
nı, varsa nerede bulunduğunu, yakında yola çıkıp çıkm a­
yacağını, alın yazısının ne olduğunu, kalbinden neler geç­
tiğini, açıkça, dürüstçe bildirmelerini isterdi. Çocuklar
susar, taşların sıralanış biçimine dikkatle bakar, Yedigey
amcalarının söyleyeceklerini cankulağı ile dinlerlerdi.

270 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

*

Bir gün Yedigey, evdeki bölm enin ardında fısıltılı, tı-
kırtılı sesler işitti ve kendini belli etm eden oraya göz atıp
kulak verdi. Ne görsün? A butalip’in çocuklarıydı fısıltı
hâlinde konuşan. T aş falına bakıyorlardı! H em de falı
açan, okuyan E rm ek idi. Taşları tıpkı Y edigey’den gör­
düğü gibi atıyordu önüne. Am a önce her taşı alnına değ­
diriyor, dudaklarına da değdirip öpüyor, sonra dilediği
gibi dizip konuşuyordu:

- Seni seviyorum küçük taş.. Güzel, akıllı bir taşsın
sen. Yedigey amcamın taşları gibi bana her şeyi açıkça
söyle. Sakın şaşırm a, yanılma, göreyim seni güzel taş..

Sonra ağabeyine dönüyor, Y edigey’in sözlerini ay­
nen tekrarlayarak, taşların durum unu yorumluyordu:

- Bak D aul, görüyor m usun? Taşların duruşu hiç fe-
na değil. Bak şurada bir yol var. Biraz sisli, dum anlı ama
önemli değil. Yedigey amca bunların ufâk-tefek yol en­
gelleri olduğunu söylüyor. H er yolda ve her zaman olur­
muş bunlar. Babamız yola çıkmak üzere, hazırlık yapıyor,
atm a binip gelecek. Ama, eyerin kolanı gevşemiş biraz.
Onu sıkmak gerek. Bunun da anlamı, babamı geciktiren
bir şeyin olduğudur. D em ek ki biraz daha bekleyeceğiz.
Şimdi de bakalım sağ kaburgasm da ne var, sol kaburga­
sında ne var. Hırtım, bu iyi işte, kaburgalar sapasağlam .
Bir de alnına bakalım. Aa! Alnı niçin donuk duruyor öy­
le? Yüzü niçin üzüntülü? Bizi düşünüyor da ondan. Ba­
bamız bizi çok m erak ediyor Daul. Bak, şu taş tam yüre­
ğine oturm uş, yüreği sıkıntılı. Evi düşünüyor ve çok üzü­
lüyor. Yola yakında çıkacak mı? Evet, yakında. Ama atın
arka ayaklarından birinin nalı düşmüş. Bu ayağı nallama-
lı. Bu yüzden de biraz beklem em iz gerekecek. Şimdi de
heybesinde neler olduğuna bakalım. Oh, oh, oh! Neler
var, neler... Pazardan bizim için aldığı şeylerle dolu hey­
besi.. Şimdi de yıldızlara bakalım, ona yol veriyorlar mı?

GÜN OLUR ASRA B ED EL! 271

Bak Daul, şu yıldızı görüyor m usun? "Altın Kazık Yıldı­
zadır o. A rdında birtakım izler var, am a biraz silik. Çok
geçmeden atının yularını çözecek, üzerine atlayacak ve
yola düşecek...

Boranlı Yedigey, gördüklerine, duyduklarına şaşıp
kalmış, çok duygulanmıştı. O radan sessizce uzaklaştı ve o
günden sonra taş falı açm aktan kaçındı...

Ne de olsa çocuk, çocuktur. Onları oyalamanın,
avutmanın bir yolu her zaman bulunur. İnsan bunun için
yalan söylemek gibi bir günahı da göze alabilir. A m a Ye-
digey’in yüreğinde günden güne başka bir dert yuvalan­
makta, yerleşmekteydi. Zaten bu şartlarda, olayların bu
akışında, kaçınılmaz, er-geç olacak bir şeydi bu. Yüreğin­
de, bir toprak kayması gibi bir hareket başlamıştı ve bu­
nu durdurm aya onun gücü yetmiyordu...

Yedigey, Z arife için çok üzülüyor, onun için acı çe­
kiyordu. A ralarında günlük işlerden, geçim kaygısından
başka konularda söz etmezlerdi. Zarife de ona başka ko­
nuları konuşma, kendisini düşünm e fırsatı verecek bir
davranışta bulunmuş değildi. Ama Yedigey onu düşün­
m ekten kendini alam ıyordu. Ne var ki Yedigey, uğradığı
felâketten dolayı ona acıyor, üzülüyordu ama, bu sadece
bu durum a düşen bir insan için herkesin duyabileceği
acıma ve ilgiden ibaret bir duygu olarak kalmıyordu.
Böyle olsa, üzerinde durulmazdı zaten. Yedigey onu,
içinde doğan ve günden güne büyüyen bir aşkla düşün­
meye başlamıştı. Eğer Zarife, onun kendisine candan
bağlı, en çok seven bir kişi olduğunu bilse, bunu anlasa,
çok sevinirdi.

Z arife’ye karşı içinde böyle bir sevgi yokmuş, arala­
rında böyle bir şey olamazmış ve olmaması gerekirmiş gi­
bi davranması da ona büyük acı veriyordu!.

Kum bel’e giderken yol boyunca hep bunları düşün­
dü. Zihninden çıkmayan bin türlü ve çelişkili düşünceler
onda tuhaf bir ruh değişikliğine sebep oldu. Sinirleri bo­

272 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

zuldu ve yorgunluk hissetti. Bazen kendini sevinçli bir
olayın eşiğinde, bazen de şifa bulmaz bir hastalığa yaka­
lanacakm ış gibi korkular içinde buluyordu. Bu ruh hâlin­
de sık sık, kendisini yine eskisi gibi denizdeymiş gibi his­
sederdi. İnsan denizde iken, karadakine hiç benzemeyen
duygular içinde olur. Hava sakin olsa, görünür bir tehlike
olmasa bile bu böyledir. Denizde yapmanız gereken işle
meşgul iseniz de hürsüııüzdür, kürek çekip suları yara ya­
ra ilerlem ekten, doğan ya da batan güneşin su üzerindeki
yansılarından büyük bir zevk alırsınız, büyük sevinç du­
yarsınız, am a eninde sonunda kıyıya çıkacağınızı da bilir­
siniz. Şurada veya burada karaya çıkmanız gerekecektir.
K arada sizi bam başka bir hayat beklem ektedir. D enizde­
ki hayal geçicidir, am a kara oynak değildir, sapasağlam
durur. İnsan karada yanaşacak, çıkacak uygun bir yer bu­
lamazsa, bir ada bulur ve oraya yerleşir...

Yedigey böyle bir ada canlandırm aya çalıştı gözün­
de. Zarife'yi ve çocukları götürebileceği bir ada. O rada
onlara denizciliği öğretirdi. Engin suların ortasındaki o
adada canları hiçbir şeye sıkılmaz,-ölünceye kadar mutlu
yaşarlardı. Z arife’yi istediği zam an görebilirdi. O na en
yakın, vazgeçilmez olmak, onun tarafından sevilmek, is­
tenm ek, ne büyük bir m utluluk olurdu kendisi için...

Böyle düşünürken birden kendine geliyor, büyük bir
utanç duyuyor, çepçevre yüzlerce kilometre uzaklıkta
kim seler bulunmadığı halde yüzü pancar gibi kızanyordu.
Körpe bir delikanlı gibi, bir çocuk gibi m utluluklar adası
hayal etm ek de ne oluyordu? Kendi ailesi, çocukları,
işi-gücii ve sorum lulukları yok muydu? Şu Sarı-Özek
bozkırına, demiryoluna, kendisi bile farkına varm adan
onu sımsıkı kuşatan, kolunu ayağını sımsıkı bağlayan bu
bölgeye bütün ruhuyla saplanıp kalmış değil miydi? Öyle
hayaller kurmaya nasıl cesaret edebilirdi? Hem sonra,
Z arife’nin ona gerçekten ihtiyacı var mıydı? Gerçi kadın
büyük sıkıntılar, dertler içindeydi, bu durum da kendisini

O UN OLUR ASRA BEDEL / 273

sevebileceğini nereden çıkarıyordu? M ecbur muydu onu
sevmeye? Onu istemeye? Çocuklara gelince, onların Y e­
digey amcalarını çok sevdiklerinden hiç kuşkusu yoktu.
Ona çok bağlıydılar. Am a Zarife niçin sevecekti? Ne
hakla böyle düşünceler geçiriyordu aklından? Uzun yıl­
lardan beri yerleşip kaldığı ve besbelli hayatı boyunca ka­
lacağı bu ortam da o saçmalıkları nasıl düşünürdü?..

Karaııar bu yollardan çok gelip geçtiği için, sahibinin
onu mahmuzlayarak uyarmasına gerek kalmadan rahvan
bir gidişle, bazen inleyerek, öfkeli sesler çıkararak, kuru­
muş bir tuz gölü olan Sarı-Özek bozkırının düzünü bayı­
rını, bahar kokusu yayılmaya başlamış vadileri, o ölçül­
mez mesafeleri geniş adımlarıyla aşıp gidiyor, daha gidi­
lecek ne kadar yollan olduğunu da biliyordu. Devesinin
üzerine kurulan Yedigey ise, bir m ahkûm gibi sıkıntı çe­
kiyordu ve kendi m eselelerine, çıkış vermeyen düşünce­
lerine dalmıştı. O na azap veren öyle çelişkili duygular
içindeydi ki o geniş Sarı-Ö zek bozkırı bile ona bir sığınak
olamıyor, dar geliyordu..

İşte bu duygular içinde, bu ruh haliyle K um bel’e gel­
di. E lb ette Z arife’nin hısım -akrabasından m ektup gelmiş
olmasını, yazdığı m ektuplara cevap almasını istiyordu.
Am a bu akrabaların, babalarını yitirmiş aileyi yanlarına
çağırmaları ya da gelip almaları ihtimalini düşündükçe,
yüreği sıkılıyor, büyük bir üzüntüye kapılıyordu. Postaha-
nenin ‘P ost-restan t’ gişesine gitti. Zarife Kuttubayev adı­
na hiç m ektup gelmemişti. Bunu öğrenince tuhaf bir se­
vinç doldu yüreğine. Hiç de vicdanlı, dürüst olmayan bu
hâline kendisi de şaştı. Ü züntü ile sevinç, acım a ile kötü
düşünce arasında çelişkili duygular içinde kaldı. Sonra
üstlendiği görevi yerine getirerek Zarife adına üç telgraf
çekti ve akşam üzeri B o rşnlı’ya döndü...

274 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

Bahar geçmiş, yaz gelmiş, Sarı-Özek kırları sararıp
solmaya başlamıştı. Yeşillikler tatlı bir rüya gibi gelip
geçmiş, bozkır yine sarı rengine bürünm üştü. Hava git­
tikçe ısınıyor, yakıcı, kavurucu günler yaklaşıyordu. Z ari­
fe’nin akrabalarından hâlâ bir haber yoktu. Ne m ektup­
lara cevap gelmişti ne de telgraflara. İr e n le r eskisi gibi
B oranlı’dan gelip geçiyor, hayatın akışı devam ediyor­
du...

Zarife artık akrabalarından bir cevap alamayacağını,
onlara güvenemeyeceğini anlamıştı. M ektuplarla, yardım
istekleriyle onların başını ağırtmayacaktı artık. Buna ka­
rar verdikten sonra, suskunlaştı, um utsuzluklar içinde
içine kapandı. Nereye gidecek, ne yapacaktı? Çocuklara
babaları hakkında ne diyebilirdi? Yıkılan bir hayatı nasıl
düzeltecek, yeni hayata işin neresinden başlayacaktı?
Şimdilik bu soruların hiçbirine cevap, bir çözüm yolu bu­
lamıyordu...

Yedigey’in üzüntüsü d ah a az değildi. O nların d u ru ­
m una belki Z arife'den de fazla üzülüyordu. Gerçi bu
aileye B oranlılılar’ın hepsi acıyordu am a, Yedigey’in d u ­
rum u başka idi. Bu ailenin başına çöken felâket, onun
için ayrı bir felâkete dönüşm üştü. Artık kendini onlardan
ayıramıyor, Z arife’ye ve çocuklarına gün geçtikçe daha
çok bağlanıyordu. Bu ailenin geleceğini düşündükçe kay­
gıları artıyor, hiçbir çıkar yol görem ediği için de um ut­
suzluğa göm ülüyordu. H em sonra Z arife’ye karşı nasıl
davranacak, Z arife’yi isteyen iç duygularına nasıl gem.
vuracaktı? Dayanılmaz acılar içindeydi.. Bir gün böyle
bir durum la, içinden çıkılmaz bir mesele ile karşılaşaca­
ğını aklının ucundan bile geçirmemişti ve söyleseler inan­
mazdı...

Yedigey kendi kendine, birçok defa, Z arife’ye açıl­
maya, onu nasıl sevdiğini onun bütün sıkıntılarını paylaş­
maya, güçlüklerini üzerine almaya hazır olduğunu söyle­
meye, artık onlardan ayrı yaşamayı düşünmediğini açık­

GÜN OLUR ASRA B E D E L /275

lamaya niyet etmiş, karar vermişti. Ama nasıl yapacaktı
bunu? Bunu yapsa bile Zarife onu anlayabilecek miydi?
O nun başında dert yokmuş gibi bunca felâketin altında
ezilmesi yetmiyormuş gibi, bir de onun aşk duygularıyla
mı uğraşacaktı? O durum da bulunan bir kadına bunları
söylemesi neye yarardı?

Bütün bunları kara kara düşünüyor, çaresizlikler
içinde kıvranıyordu. Bu yüzden herkes gibi davranm aya
çalışsa da, bunu pek beceremiyor ve som urtuyordu.

Bir gün, bir imâda bulunm ak cesaretini gösterdi.
Demiryolunda rayları teftiş etmiş dönerken, uzaktan Za-
rife’yi gördü. T an k ere su almaya gidiyordu Z arife. A dım ­
ları dosdoğru ona götürdü Y edigey’i. Kovalarını taşıya­
caktı am a bu onunla konuşm ak için bir bahane değildi.
Ç ünkü, iki günde bir, yolda birlikte çalışıyorlardı ve o za­
man istediği gibi rahat rahat konuşurdu. Onu Zarife ye
götüren, karşı koyamadığı bir arzu idi: Gidip sevgisini
açıklamak arzusu. O anda yanına gidip duygularını açık­
lam ası en iyi yol olarak göründü ona. K adın onu anlayış­
la karşılam az da reddetse bile, o içini döktüğü için rahat
eder, hafifler ve sonra yüreğindeki koru söndürm eye ça­
lışırdı...

Z arife’nin sırlı ona dönüktü. Yedigey’in yaklaştığını
görmedi ve işitmedi. Dolan kovayı alıp yana çekmiş, ikin­
ci kovayı koym uştu m usluğun altına. O ikinci kova da
dolmuş, taşıyordu. Sonuna kadar açılan musluktan şarıl
şarıl akan su, köpüklene köpüklene kovanın yanında göl­
cük oluşturm aya başlam ıştı. Z arife ise tankere yaslanmış,
üzüntüler içine dalıp gitmişti ve kovanın dolduğunu far-
ketmiyordu bile. Üzerinde geçen yaz sağnak altında coş­
ku içinde hoplayıp zıplarken giydiği entari vardı. Er-
m ek’inki gibi kıvırcık saçları şakaklarından, kulaklarının
ardından ensesine sarkıyordu. Boynu ipince, omuzları
çökmüş, besbelli yüzü de süzülmüştü. Zarife öylece du­
ruyor ve Yedigey de ona hayran hayran bakıyordu. Kadı­

276 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

nı büyüleyen suyun şarıltısı mıydı? Bu şarıltı ona Semi-
reçye’deki ırm akların dağdan çağıl çağıl akışını mı, sula­
ma kanallarını mı hatırlatm ıştı da öyle dalıp gitmişti,
yoksa acı düşüncelerde mi yüzüyordu? Bunu ancak Allah
bilirdi. Yedigey onu böyle görünce yüreği parçalandı. G i­
dip onu kucaklamak, sımsıkı bağrına basmak, kendisi
için eşsiz değerdeki bu varlığı her türlü sıkıntı ve belâdan
korum ak arzusu duydu. Yanıp tutuşuyordu bu istekle.
Ama böyle bir şey yapmaya ne hakkı vardı, ne cesareti.
Eğilip boşa akan musluğu kapattı sadece. İşte o zaman
Z arife başını kaldırıp ona baktı. A m a hiç şaşırm adı ve
ona sanki çok uzaklardaymış gibi uzun uzun baktı.

Yedigey sakin, yumuşak bir sesle:
- Niye öyle duruyorsun Zarife? Ne oldu sana? dedi.
Zarife bir cevap vermedi, ancak dudaklarının ucuyla
hafifçe gülümsedi, gözleri parladı ve kaşlarını oynattı. Bu
hareketiyle sanki "Hiç, öyle duruyorum işte" dem ek iste­
mişti.
- Kendini iyi hissetm iyor m usun? dedi Yedigey.
- Evet, öyle, dedi Z arife derin bir iç çekerek.
Yedigey omuzlarını oynattı. Şaşırmıştı. D üşündükle­
rini söyleyemedi, başka şeyler söyledi:
- Niye kendini böyle yeyip bitiriyorsun? D aha ne ka­
dar sürecek bu hâlin? Hem bunun ne yararı olur? Seni
böyle gördükçe biz de çok üzülüyoruz (ben de çok üzülü­
yorum dem ek istemişti), çocuklar da üzülüyor. Bu böyle
sürüp gidemez. Bir şeyler yapmalısın (Ona öyle kelim e­
ler bulup söylemek istiyordu ki bunlar dünyada en çok
onun için üzüldüğünü ve en çok onu sevdiğini anlatsın).
Bak, düşün biraz, m ektuplarına cevap vermediler, varsın
verm esinler. C anları cehennem e! Ö lecek değiliz ya! Biz
burada hepimiz bir aile gibiyiz. H er zaman senin yanın­
dayız (Senin yanındayım dem ek istemişti)? Asla cesareti­
ni yitirm e. Çalış ve kendini koyverme. Ç ocukların hep bi­
zimle (benim le dem ek istemişti) olacak, her şey yoluna

GÜN OLUR ASRA BEDF.L/277

girecektir. Başka yere gitmene ne gerek var? Burada,
kendi evinde, yakınlarının arasında sayılırsın. Bana gelin­
ce, çok iyi biliyorsun ki, çocuklarını görm eden edem iyor,
onlardan hiç ayrılmak istemiyorum.

Yedigey o durum da biraz fazla ileri gittiğini düşüne­
rek sustu.

- Hepsini biliyorum, anlıyorum Yedike, dedi Zarife.
Bütün yaptıklarınıza şükran borçluyum. B urada bizi ihti­
yaç içinde bırakmayacağınızı da biliyorum. Ama yine de
gitmeliyiz bu rad an . G idelim ki çocuklar b u ra d a olup bi­
tenleri unutsunlar. Gerçeği onlara bundan sonra söyle­
rim. Biliyorsun ki bu böyle devam edem ez. Bunun için de
ne edeceğimi, nasıl gideceğimizi düşünüp duruyorum...

Yedigey ister istemez ona hak verm ek zorunda kal­
dı:

- Haklısın Zarife, yalnız pek acele etm e. İyice düşün.
İki küçük çocukla nereye gideceksin, nasıl geçineceksin?
Bunları düşündükçe bağrım yanıyor, siz gidince ne yapa-
-cağımı bilemiyorum..

G erçekten de onlar için. Zarife ve çocuklar için çok
üzülüyordu. Ancak onların uzun süre burada kalamaya­
caklarını da çok iyi biliyordu.

Bundan birkaç gün sonra beklenm edik bir olay dola-
yısiyle, Yedigey aklından geçenleri ağzından kaçırdı, her
şeyi olduğu gibi söyleyiverdi. Sonra da öyle üzüldü, öyle
pişm an oldu ki ne yapacağını bilemedi. Nasıl öyle dav­
randığına, öyle konuştuğuna kendisi bile inanam adı.

E rm ek ’in, berb erin tıraş m akinesinden korkarak saç­
larım kestirm em ek için çırpındığı o unutulm az Kumbel
yolculuğundan bu yana aylar geçmişti. O zam andan beri
de, daha da uzayan, gür, kara, kıvırcık saçlarıyla dolaşı­
yordu. Doğrusu, bu iri kıvrımlı uzun saçlar çok da yakışı­
yordu çocuğa. Yedigey onu kucağına aldığı zam anlar,
burnunu gür saçlarının arasına sokuyor, onun çocuksu
kokusunu içine çekiyordu. Ama bu inatçı küçük korkağın

27S / GÜN OLUR ASRA BEDEL

saçları da kesilmeliydi artık. Yele gibi om uzlarına kadar
sarkan bu saçlar koşmasına, oynamasına engel olmaya
başlamıştı. Böyle de olsa. Erm ek, büyüklerin onun saçla­
rım kesmek istem elerine hep karşı çıkıyor, köşe bucak
kaçıyordu saçlarını kesmek istedikleri zaman. Bunun
üzerine işi Kazangap üstlenm işti. Çocuğu razı etm ek için
ufak birde yalan uydurm uştu. "Oğlaklar uzun saçlı çocuk­
ları hiç sevmez, uzun saçlı bir çocuk görecek olsalar geri­
lip öyle bir tos vururlar ki.." dem işti.

Z arife’nin sonradan anlattığına göre, çocuk gönül­
süz bir şekilde razı olmuş, ama tıraş etmeye başladıkları
zaman yine kıyameti koparmış. Cıyak cıyak bağırarak ye­
ri göğü inletiyor, K azangap’ın elinden kurtulm ak için çır-
pmıyormuş. Kazangap dinlememiş, onu bacakları arasın­
da sımsıkı tutarak bütün saçlarını kırkıvermiş. Olanca se­
siyle bağırarak ağlamaya devam eden çocuğu yatıştırmak
için, Bikey bir ayna tutm uş yüzüne, "Bak şimdi ne kadar
güzel oldun" demiş. Ama çocuk aynaya bakınca kendisini
tanıyamamış, daha da korkmuş, yine yeri-göğü inletmeye
başlamış.

Yedigey, saçları kesildiği için, bangır bangır bağıran
çocuğunu elinden tutup K azangap’ın evinden dönen Z a ­
rife ile yolda karşılaştı.

Ermek, gerçekten tanınmaz olmuştu. Saçları kökün­
den kesilince çıplak boynu incecik kalmış, kulakları fırla­
yıp açılmıştı. Y edigey’i görünce annesinin elinden kurtul­
duğu gibi kendini onun kucağına attı:

- Yedigey amca, bak bunlar bana ne yaptı! Bak saçı­
mı nasıl kestiler! dedi.

Yedigey, başına böyle bir iş geleceğini önceden söy­
leseler inanmazdı.

Çocuğu kaldırıp kucağına aldı, sımsıkı bağrına bastı.
Korku ve um utsuzluktan kaçıp kendisine sığınan, kendi­
sine güvenen bu çocuğun üzüntülerini olanca ağırlığıyla
kendi yüreğinde duydu. Sanki felâket E rm ek ’e değil, ona

GÜN OLUR ASRA B E D E L /279

gelmişti. Yüreği oynayarak çocuğu öpücüklere boğarken,
acıma ve üzüntü dolu, sevgi dolu bir sesle, neler söyledi­
ğini kendisi bile anlam adan konuşmaya başladı:

- Ağlama güzel yavrum, ağlama! Ağlama gözümün
nuru! Ben varken kimse el sürem ez sana! Baban gibi se­
verim ben seni. Ağlama yavrum!

O arada gözü Z arife’ye ilişti. Kadın, olduğu yerde
donup kalmıştı sanki. Onu böyle görünce sınırı aştığını
anladı ve ne yapacağını bilem edi. E rm ek’i kucağından in­
dirm eden hemen uzaklaştı oradan. Uzaklaşıp giderken
ayni sözleri tekrarlıyordu durm adan:

- Ağlama sen! Bak ne yapacağım o Kazangap amcayı
ben! G örür o! Sana nasıl el sürerlermiş! G österirim ona
ben!

Bu olaydan so n ra birkaç gün Z arife’nin gözüne hiç
görünm edi. Z arife’nin de onunla karşılaşm aktan kaçındı­
ğını anlamıştı. Hiçbir suçu olmayan, kendi derdi başın­
dan aşmış o kadına böyle davranmış, akimdan geçenleri
olduğu gibi söyleyivermiş olm aktan büyük bir utanç ve
üzüntü duyan Yedigey gerçekten şaşkındı. Niçin böyle
davranmıştı, niçin derdine dert katmıştı kadıncağızın?
Bu saçma lâflarla onun acısını niçin arttırm ıştı? Bu saç­
malığından, bu aptalca davranışından sonra kendisini
hiçbir zaman affetm edi. Zorla, ağlata ağlata saçını kes­
tikleri için kendine sığınan küçük çocuğun acısını kendi
yüreğinde duyuşunu, onu baba sevgisiyle bağrına basışı­
nı, iç duygusunu dillendirerek ağzından kaçırdığı sözlerle
Z arife’yi nasıl şaşırttığını, çığlık atan, acılarla kıvranan
gözlerle kendisine bakışını uzun yıllarca, belki de son ne­
fesine kadar hiç unutamayacaktı.

Bu olaydan sonra Yedigey bir süre sakinleşti, kalbi­
nin gizli özlemini ve ağrılarını bastırıp, bu duyguları ve
sevgiyi de çocuklara yöneltti. Başka bir çare bulam adığı
için bütün boş vakitlerini onlara ayırıyordu. O nlara deni­
zi, güzel anılarını ya da unuttuğu hikâyeleri tekrar hatır-

280 ,'GÜN OLUR ASRA BEDEL

iavarak anlatıyordu. M artılardan, balıklardan, göçmen
kuşlardan, başka yerlerde soyları tükendiği halde Aral
adalarında hâlâ bulunan kuş türlerinden sözediyordu.
Çocuklara anılarını anlatırken çok özel bir anısını da sık
sık hatırlar olmuştu. Bu olaydan hiç kimseye tek kelime
söz etmemişti. Olayı yalnız kendisi ve Ukııbala biliyordu
ama bu konuyu kendi aralarında da konuşmuyorlardı.
Konu, ölen oğullarıyla ilgiliydi. Oğulları yaşasaydı, Bo-
raıılı köyünün bütün çocuklarından, hatta K azangap’ın
oğlu Sabitcan’dan da d ah a büyük olacaktı. Sabitcan’dan
iki yıl önce doğm uştu. N e yazık ki çocuk yaşamam ıştı..
Doğacak her çocuk umutla beklenir, çok uzun ömürlü
olacağı, hatta ölmeyecekmiş gibi uzun öm ürlü olacağı
ümid edilir. Bu ümit olmasa, insanlar dünyaya çocuk ge­
tirm ede bu kadar istekli olurlar mıydı?.

Savaştan biraz önce, balıkçılık yaptığı zam anlarda;
Yedigey ile karısı U kubala arasında geçen bir olaydı bu.
Herhalde insanın başına öm rü boyunca ancak bir defa
gelebilecek bir olay.

Evlendikten sonra Yedigey, balık avından çabuk
dönmeyi âdet edinmişti. Karısını çok seviyordu ve karısı
da onu çok sevdiği için dört gözle bekliyordu gelmesini.
U kubalayı m erakta bırakm ak istemediği için çabuk dö­
nüyordu balıktan. Karısından başka kimseyi düşünmez,
ondan başkasını gözü görm ezdi. Balığa çıkar çıkmaz ka­
rısını düşünm eye başlar, bir an önce eve dönm ek isterdi.
Bazen ona öyle gelirdi ki o bu dünyaya onun için gelmiş­
tir, onu düşünm ek, onu m utlu etm ek için, denizden ve
güneşten topladığı enerjiyi ona taşım ak, ona verm ek için
yaşamaktır. Yaşam asının aslı, amacı budur. O zam an de­
niz ve güneş onların m utluluk kaynağı idiler ve bunun
için vardılar sanki. O nları çevreleyen bütün öteki varlık­
lar onların sevinç ve m utluluğunu tamamlayacak, arttıra­
cak ilâvelerden başka bir şey değildir. Ukubala kendinde
birtakım değişiklikler hissedip, hamile kaldığını anlayın­

GÜN OLUR ASRA B E D E L /281

ca, Yedigey’in bir an önce karısının yanında bulunm ak
için gösterdiği sabırsızlık daha da arttı. İlk çocuklarının
dünyaya gelmesini de büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla
bekliyordu çünkü. Kısacası, o zamanlar, hayatlarının en
mutlu dönemiydi, bulutsuz, karartısız, pırıl pırıl bir dö­
nem.

Sonbaharın sonlarında, kışın hem en başında, Uku-
bala’nın yüzünde, ancak yakından bakılınca ve onu iyi ta­
nıyanların farkedebileceği küçük, kara lekeler görünm e­
ye başladı. Kamı da büyüyor, yuvarlaklaşıyordu. Bir gün
Y edigey’e "Altın m ekre" denilen balığın nasıl bir balık ol­
duğunu sordu. "Böyle bir balıktan söz edildiğini duydum
ama hiç görmedim" dedi. Yedigey ona bunun çok az rast­
lanan, m ersinbalığına b enzer iri bir cins olduğunu, derin
sularda yaşadığını, en çarpıcı özelliğinin ise güzelliği ol­
duğunu söyledi: "Hem en hemen her yeri mavimsi benek­
lerle süslü, başının üst kısmı, yüzgeçleri ve sırtı, baştan
kuyruğuna kadar altın renginde bir balık, saf altın gibi
-parlıyor, bu yüzden ‘altın m ekre’ dem işler", dedi.

U kubala bir başka gün Yedigey’e, rüyasında bir "al­
tın mekre" balığı gördüğünü söyledi. Balık yambaşında
yüzüyor, o da onu tutm aya çalışıyormuş. Onu yakalayıp
sonra da bırakm ak için yanıp tutuşuyormuş. Altın nıekre-
yi eline alm ak, altın renkli vücuduna dokunm ak, onun
kokusunu alm ak isteği o kadar büyükm üş ki, rüyasında
balığın ardından koşup durmuş. Ama yakalanmıyormuş
balık. Ukubala uyanınca bunun bir düş olduğunu anlıyor-
muş am a bir türlü heyecanı geçmiyormuş. Ç ünkü ‘altın
mekre'yi çok önemli bir amaç, onu kaçırmasını da bu
amaca ulaşamamak şeklinde yorumluyormuş.

Ukubala rüyasına hem gülüyor, hem de o altın m ek­
re balığını eline alamadığı için üzülüyor ve bu istekten
vazgeçemi yordu.

Yedigey ise bir türlü aklından çıkarm ıyordu karısı­
nın gördüğü rüyayı. O nun rüyasında göriip unutam adığı.

2B21 GÜN OLUR ASRA BEDEL

gerçekten de o balığı görm ek, tutm ak istediğini anlam ış­
tı. D enizde ağını çekerken hep bunu, bu altın mekreyi
nasıl tutacağını düşünüyordu. U kubala’mn ‘talgak’ı, yani
karşı koyamadığı güçlü isteği, ham ile kadınların aşermesi
gibi bir istek idi. Hamilelik dönem inde kadınların böyle
şiddetli istekleri olurdu. Am a bu talgak, bu aşermesi, ek­
şi, tuzlu, acı bir şey, ya da kızarmış av eti, kuş eti yemek
isteği gibi gösterirdi kendini. Bunu bilen Yedigey. karısı­
nın talgakına hiç şaşmıyordu. U kubala bir balıkçı karısıy­
dı ve talgakı da kocasının mesleğiyle ilgiliydi. O balığı
gözleriyle görmek, altın renkli sırtını elleriyle tutmak isti­
yordu. Tanrı vermişti bu isteği. Yedigey, hamile bir kadın
talgakına kavuşmazsa, bunun doğacak çocuk için bir za­
rar getireceğini de işilmişti.

U kubala’nııı talgakı hiç de olacak gibi değildi. Bu
yüzden altın mekreyi çok istediğini kocasına söylemiyor,-
Yedigey de bunun lâfını etm ek istemiyordu. Bununla be­
raber onu nasıl yakalayacağını düşünüyordu bütün gün.
Yakalarsa getirip karısına gösterecekti.

A ral'da en çok balık tutulan dönem Temmuz-Kasım
ayları arasıydı ve bıi av mevsiminin sonu gelmişti. Soğuk
rüzgârlar ısırmaya başlamıştı ve Balıkçılar Kooperatifi
kış avına hazırlanıyordu. Kışın çevresi bin beşyüz kilo­
m etreyi bulan A ral’ın h er tarafını kaskatı buz kaplardı. O
zam an gölün üzerinde büyük büyük delikler açılır, bu de­
liklerden, ucuna ağırlık bağlanmış ağlar sarkıtılırdı. G e­
reği kadar bekledikten sonra ağ bocurgatlarla o delikten
çıkarılır, başka bir deliğe taşınırdı. Ağları, bocurgattan
çekip götürm e işi develere düşerdi. Y azda kışta, bozkır­
ların eşsiz traktörleri idi develer. A ra l’da, kışın buz gibi
bir rüzgâr eser, karları savururdu. Yüzeye çıkarılan ba­
lıklar, kıpırdanmaya bile fırsat bulam adan, takır takır buz
kesilirdi. Yedigey, yazda kışta, Balıkçılar Kooperatifi adı­
na sayılamayacak kadar çok ava çıkmış, değerli değersiz
sayılamayacak kadar balık tutm uş, am a bir dcfacık "altın

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 283

mekre" takılmamıştı ağlarına. Çok nadir de olsa bazen
bir balıkçının zokasına altın mekre takılır ve bu büyük bir
olay olarak uzun süre anlatılırdı. Zaten ancak gümüş ka­
şığa benzeyen bir zoka ile tutulabilirdi bu balık. O nu ya­
kalayan şanslı balıkçıya herkes imrenirdi.

O gün Yedigey erkenden kalktı ve denize açıldı.
A ral’ı buzlar kaplam adan ev için biraz balık tutm ak iste­
diğini akşam dan karısına söylemiş, karısı da onu bu fik­
rinden caydırmaya çalışmıştı:

- Ev balık dolu, ne gereği var, bu soğukta çıkılır mı?
dem işti.

Ama Yedigey kafasına koymuştu bir kere, vazgeç­
medi:

- Evdeki balıklar evin, ama sen kendin söyledin Sa­
ğın halanın hastalanıp yatağa düştüğünü. O nun için en
iyi ilâç taze balık haşlam ası, sıcak balık çorbasıdır. İhtiyar
kadının balık getirecek kimsesi yok ki.

İşte böyle bir bahane ile Yedigey altın mekre avla-
-naak için denize açıldı. Av malzemesini, gerekli her şeyi

akşamdan hazırlamış, sandalın burun kısmına yerleştir­
mişti. Kalın elbiselerini giymiş, başlıklı yağm urluğunu da
almıştı.

Sonbaharla kış arasında her zaman görülen kapalı,
güvenilmez bir hava vardı. Yedigey dalgaları aşa aşa, gö­
lün ortasına altın m ekre balığının bulunabileceğini dü­
şündüğü yere doğru açıldı. E lbette her şey şansa bağlıydı.
Zaten balık tutm ak, hele oltayla avlanmak, tam am en bir
şans işiydi. K ara avcılığında ise durum başkaydı. Avcı
avının yerini, orada ne durum da olacağını az çok bilir,
ona pusu kurar ya da usulca sokulurdu. Sonra uygun anı
bekler, beklediği an gelince de saldırıya geçerdi. Oysa
balık avcılığı kör bir avcılıktı. Oltayı atacak, balığın o ra­
lardan geçmesini, oltaya vurmasını bekleyeceksin.

O gün Yedigey şansına güveniyordu. Çünkü her za­
manki işini yapm ak için çıkmış değildi balığa. Hamile ka­

284/G Ü N O LU R ASRA BEDEL

rısının, T an rı’nm takdiri ile görm eyi, eline almayı çok is­
tediği altın m ekre balığını tutm ak için çıkıyordu.

Yedigey sağlam yapılı, güçlü-kuvvetliydi. Küreklere
asıldı. Yandan vuran kıvrım kıvrım dalgaları yara yara,
hiç yorulm adan, A ral’ın ortaların a geldi. A ral balıkçıları
bu düzensiz, kıvrıla eğrile gelen dalgalara "İyrek tolkıın"'
derlerdi. İyrek tolkun fırtına habercisiydi ama fırtınadan
önceki halleri tehlikeli sayılmazdı. O nun için korkm uyor­
du Yedigey.

Bir süre sonra kıyının killi sarp yam açları ve dalgala­
rın kayalara çarparak çıkardığı beyaz köpükler iyice
uzaklaştı. O gölün ortalarına vardığı zaman, kıyılar belli
belirsiz bir şerit hâlini aldı, puslar içinde göze görünmez
oldu. Bulutlar gittikçe alçalıyor, rüzgâr dalgalan yalaya­
rak geçiyordu.

İki saat sonra sandalı durdurdu, k ü rek ler yukarı al­
dı, dem ir attı ve oltaları hazırladı. İki m akara sağlam sici­
mi vardı ve bunları özenle kendisi sarmıştı. Sandalın kı­
çındaki makarayı gevşetti ve yüz m etre kadar saldıktan
sonra yirmi m etre de yedek bıraktı. Sicimi yüzüncü m et­
resinde çatal bir sopaya bağlamıştı. İkinci makarayı da
ayni şekilde sandalın burnuna yerleştirmişti ve onu da
suya saldı. Sonra kürekleri tekrar indirdi. Akıntıyı, rüzgâ­
rı hesaba katarak, özellikle de sicimleri karıştırm am aya
dikkat ederek sandalı uygun duruşta tutm aya çalıştı.

Sonra beklemeye geçti. Altın m ekre denilen o nadir
balık, ona göre bu sularda bulunmalıydı. Bilgiden, tah­
m inden ziyade bir sezgiydi bu. G elecekti altın mekre,
gelmeliydi! Onu tutm adan dönem ezdi. Av tutkusu için,
zevki için değil, hayatında en büyük önem i verdiği birinin
isteğini karşılamak için istiyordu bunu.

Balıklar yavaş yavaş oltaya vurmaya, geldiklerini bel­
li etm eye başladılar. Ö nce bir levrek yakaladı. Yedigey

İyrek lolkun: Eğri dalgalar (Çevirenin notu).

GÜN OLUR ASRA BEDEL/2S5

daha çekerken anlamıştı bunun altın mekre olmadığım.
Altın mekre bir çekişte yakalanmazdı oltaya. Zaten bu
kadar kolay yakalansa ilginç de olmazdı. Yedigey ise güç­
lükten çekinirdi ve beklem ekten bıkardı. İkinci olarak
tuttuğu balık büyük bir bıyıklı balık idi. Bu, A ra l’ın en
lezzetli balıklarından biriydi. Onu sersem letip sandalın
dibine attı. Böylece hasta Sağın hala için gerekli balığı
fazlasıyla tutm uş sayılırdı. Sonra oltaya bir Aral çapağı
takıldı. G enel olarak yüzeye yakın yerlerde bulunan bu
çapak ne arıyordu o kadar derinde? Neyse, o da nasip­
miş. Bundan sonra uzun uzun bekledi. Hiçbir balık vur­
muyor ama Yedigey de um udunu yitirmiyordu. "Hayır,
bekleyeceğim , diyordu kendi kendine. U kubala’ya söyle­
medim am a yine de benim altın m ekre avlamak için çık­
tığımı biliyor. Tutm alıyım bu balığı, yoksa doğacak çocu­
ğumuz mutsuz olur. Çocuğumuz istiyor onun o güzel al­
tın mekreyi görm esini ve ona dokunmasını. Bebeğin bu­
nu niçin istediğini kimse bilemez, ama o istiyor diye an­
nesi de ayni istekle yanıp tutuşuyor. Ben de baba olduğu­
ma göre bu isteklerini yerine getirmeliyim."

Kararsız, güvensiz dalgalar olan "iyrek tolkunlar"
sandalı bir o yana bir bu yana çeviriyor, onunla oynuyor­
lardı sanki.. H areketsiz durduğu için Yedigey üşümeye
başlamıştı, ama yine de gözünü sicime bağladığı ve suda
yüzen çatal sopadan ayıramıyordu. Onun kımıldamasını,
sürüklenmesini bekliyordu her dakika. Ama hayır, gelmi­
yordu balıklar. Ne burundaki oltaya ne de kıçtakine. Yi­
ne de sabırla um utla bekliyordu. Ö nünde-sonunda gele­
cekti altın m ekre. B una inanıyordu. Y eter ki fırtına baş­
lamasın, patlam ak için acele etmesin.. A m a dalgalar da­
ha şiddetli savrulmaya başlamıştı. Kötüye mi işaretti bu?
Yoksa fırtına kopm ak üzere miydi? Yoo, fırtına öyle bir­
denbire gelmez, deniz birdenbire kudurmazdı. Alabaşlar,
o ak başlı, alacalı, yüksek ve uğultulu dalgalar, olsa olsa
ancak akşama doğru çıkarlardı. O zaman Aral, bir baştan

2S6 /G Ü N OLt.'R ASRA BEDEL

öbür başa uğul uğul kabarır, her yanını beyaz köpükler
kaplar, kimse denize açılmaya cesaret edemezdi. Ama
şimdi öyle bir durum yoktu, öyle olmasına da zaman var­
dı daha...

Soğuktan tüyleri diken diken olsa da, üşüyüp titrese
de, gözlerini oltalardan ayırmıyor, o sevgili balığın gel­
mesini bekliyor ve zihninden onunla konuşuyordu: "Hay­
di balığım nazlanma, gel artık! Korkma, gel. Yemin ede­
rim ki korkacak bir şey yok. G el, seni yine sulara ataca­
ğım.. Bunu hiçbir balıkçı yapm az diyorsun değil mi?
Yaptığını düşün.. Ben seni yem ek için avlamıyorum ki..
Ev, her çeşit yiyecek, her çeşit balıkla dolu. Ü ç tane de
şimdi tuttum , işte kayığın dibinde duruyor. Eğer yemek
için olsaydı bu kadar bekler miydim? Bak, altın mekre,
bizim ilk çocuğum uz olacak, sen karım ın rüyasına girm iş­
sin. Seni rüyasında göreli rahatı, huzuru kalmadı. Bunu
kendisi söylemiyor ama ben anlıyorum. Sebebini anlata­
m am, am a biliyorum ki ne pahasına olursa olsun seni
görmek, elleriyle tutm ak istiyor. Söz veriyorum, karım
seni görsün, sana dokunsun, sonra bırakacağım denize.
Az bulunur bir balıksın sen. Başın, kuyruğun, yüzgeçle­
rin, sırtın boydan boya altın renginde, pırıl pırıl parlayan
altın sarısı.. İşte bunun için görm ek istiyor seni. Anlam a­
ya çalış.. Seni görmek, sana dokunm ak istiyor. Sadece bir
balık olduğunu, insanlarla bir ilişkin olamayacağını söy­
leme sakın. Evet, bir bakılsın ama, öz kardeşi gibi özlem
duyuyor, hasretle bekliyor seni. Çocuğumuz dünyaya gel­
m eden m utlaka görm ek istiyor. İnan, karnındaki bebek
de çok sevinecek buna. İşte bütün mesele bu! K urtar bizi
bu durum dan altın m ekre. Haydi yaklaş artık, söz ver­
dim, sana bir şey yapmayacağım. Eğer niyetim kötü ol­
saydı bunu hissederdin. H er iki oltanın ucuna birer parça
et geçirdim. Kokusunu tâ uzaktan alasın diye, kokan bir
et seçtim. Yemli çengel yerine dem ir zoka bağlasaydım
dürüstçe hareket etmiş olmazdım değil mi? Seni daha

GUN OLUR ASRA BEDF.L/2S7

sonra tekrar denize attığım zaman karnındaki o ağır de­
mir parçasıyla nasıl yaşardın? Öyle yapsam seni aldatm ış
olurdum. Ama ben sadece çengel taktım, dudakların ha­
fifçe yaralanacak am a, hepsi o kadar işte. Hiç m erak e t­
me, yanımda kocam an bir deri tulum da getirdim . İçini
su dolduracağım . Seni yakalar yakalam az tulum un içine
koyacağım. Ölmeyeceksin, tekrar denize dönünceye ka­
dar orada kalacaksın. Bu denizden seni almadan gitmem,
bunu da bilmiş ol. Pek vaktimiz de kalmadı ha! Fırtına
beklemez! Dalgaların hırçınlaştığını, rüzgârın şiddetlen­
diğini hissetmiyor m usun? İlk çocuğumuzun babasız ye­
tim doğmasını mı istiyorsun yoksa? Bııııu düşün ey güzel
balık! Bana yardım et!..

Engin mavi deniz, kış öncesinin soğuk, puslu havası­
na bürünm üştü ve şimdi de akşam iyice yaklaşm ış, hava
kararmaya başlamıştı. Sandal dalgalarla yükselip alçala­
rak, dalga tepesinde görünüp sonra dalga çukuruna gö­
mülerek, güçlükle kıyıya yaklaşmaktaydı. Deniz gittikçe
daha da kabarıyor, rüzgâr uğul ıığul esiyor, dalgalar gül­
dür güldür yuvarlanıyordu. Dalga uçlarından püsküren
sular Yedigey’in yüzüne çarpıyor, ktirek çeken elleri so­
ğuktan ve ıslanm aktan şişip kabarıyordu.

Ukubala, kıyıda, bir o yana bir bu yana gidip geliyor­
du. Kocası gecikince endişeye kapılmış, onu karşılamak
için çıkmıştı kıyıya. Bir balıkçıyla evlenmeye karar verdi­
ği zam an, bozkırda hayvancılıkla geçinen ailesi, hısım ak ­
rabaları ona: "İyi düşün, dem işlerdi, balıkçıyla evlenm ek
denizle evlenm ek gibidir.. Z or bir hayatı seçiyorsun.. Bir­
çok gün, deniz kıyısında yaşlı gözlerle dualar okuyarak
kocanı beklem ek zorunda kalacaksın..." demişlerdi. O yi­
ne de Yedigey’le evlenm ekte ısrar etm iş, "Kocam ın k a t­
landığı güçlüklere ben de katlanırım" diye cevap vermişti
onlara.

Yakınlarının dediği gibi oldu, ama Ukubala da dedi­
ğini yaptı ve kocasının sıkıntılarına katlandı. A m a şimdi,

288 I GÜN OLUR ASRA BEDEL

Balıkçılar Kooperatifimdeki arkadaşlarıyla değil, tek ba­
şına bekliyordu sahilde. Ve hava kararmış, deniz de ku­
durmaya başlamıştı.

Ukubala, birden, köpükler arasında inip kalkan kü­
rekleri fırlattı, sonra dalganın üzerine çıkan sandalı gör­
dü. Şalına iyice bürünerek kıyıya daha da yaklaştı. Karnı
epeyce şişmişti. O rada durup bekledi.

Yedigey yaklaşmıştı. G eriden gelen büyük bir dalga
sandalı kumsala itti. Yedigey de hem en atlayıp indi san­
daldan. Bir boğayı çekip götürür gibi, sürükleye sürükle-
ye onu karaya çıkardı. Sonra doğruldu. Tuzlu suya bat­
mış, sırılsıklam olm uştu. U kubala kocasına yaklaştı. Kol­
larını soğuktan kaskatı olmuş muşambanın altından geçi­
rip kocasının boynuna sarıldı:

- Baka baka gözlerim karardı, niye böyle geciktin?
dedi.

- Sabahtan beri bekledim gelmedi, ancak akşam
olurken geldi.

- Ne diyorsun? Yoksa altın mekreyi avlamaya mı git­
miştin?

- Evet ya, çok yalvardım, sonunda razı ettim onu be­
nimle gelmeye. Bak..

Yedigey sandaldan su dolu büyük deri tulumu çıkar­
dı, ağzını çözdü. Altın m ekreyi, su birikintili kıyı çakılla­
rının üzerine bıraktı. İri, güçlü ve güzel bir balıktı. Çır­
pınmaya, altın renkli kuyruğunu oynatarak çakılları sıç­
ratm aya başladı. Pem be ağzım kocaman açıyor, anayur­
du olan denize bakıyor, besbelli yakınına kadar gelen
dalgalara kavuşmak istiyordu bir an önce. Sonra, kısa bir
an olduğu yerde donup, gerilip kaldı. Sanki birdenbire
kendini bulduğu bu yalancı dünyaya, bu bambaşka orta­
ma uyum sağlamak ister gibi bakıyordu o parlak ve yus­
yuvarlak gözleriyle. O kış öncesi donuk ve soğuk günün­
de, akşamın alaca karanlığı bile onun gözlerini kam aştı­
ran bir aydınlık gibiydi. Ayni anda balık, üzerine eğilmiş

GÜN O l.U R ASRA BED EL; 2E9

iki insanın gözlerindeki ışıltıyı, deniz kenarını, gökyüzü­
nü, uzakta ve denizin üzerinde seyrek bulutların ardında,
batan güneşin onun için son derece parlak son ışıklarını
gördü. Sonra tekrar kendini yerden yere vurmaya, suya
ulaşmak umuduyla, çırpınmaya, debelenmeye başladı.
Ama Yedigey onu yüzgeçlerinden tutup kaldırdı ve U ku-
b a l a ’ya:

- Haydi uzat ellerini, al onu, alttan tut, dedi.
U kubala balığı, yeni doğmuş bebeği kucağına alır gi­
bi tutup göğsüne baktı:
- Nasıl da diri! Nasıl da çevik! K ütük gibi de ağır,
ama deniz kokusu var vücudunda.. Ne kadar da güzel bir
balık yarabbi!. Yedigey, al onu artık, gördüm ve kucakla­
dım onu. Bu kadar yeter. İsteğim oldu çok şükür. Onu yi­
ne denize bırak...
Yedigey altın mekreyi aldı, dizlerine kadar batarak
suda biraz yürüdü ve sonra eğilip balığı usulca kaydırı-
verdi. Balık suya düşer düşmez, başından kuyruğuna ka­
dar altın yaldızlı rengiyle, suyun mavi derinliğinde ışılda­
dı, sonra kıvrak vücuduyla suları yararak, dalıp gözden
kayboldu.
O gece büyük bir fırtına koptu geldi bir yerlerden.
Kıyılara çarparak kükreyen dalgaların sesi sabaha kadar
devam etti. Yedigey dalgaların kükreyişini dinlerken iy­
rek tolkunların gerçekten de hiç yanılmayan fırtına ha­
bercisi olduklarını söylüyordu kendi kendine. Vakit gece-
yarısıydı. Yarı uyur yarı uyanık dalgaların sesini dinleyen
Yedigey, o güzel altın mekreyi düşünerek gülümsüyordu.
O güzel balığın hâli niceydi şim di? İnşallah iyi d u ru m d a­
dır, diyordu, fırtına şiddetli olsa da suyun derinlikleri çal­
kantılı olmazdı. Şimdi o güzel altın balık, suyun derinlik­
lerinde, yüzeyde koşuşturan dalgaların gürültüsünü dinli­
yor olmalıydı. Bunu düşününce dudaklarında m utlu bir
gülümseme belirdi ve elini usulca karısının karnına koya­
rak gözlerini yumdu. Am a birden elinin altında bir kımıl­

290 /G Ü N Ol.UR ASRA BEDEL

tı, bir h areket hissetti. Bu, doğacak ilk çocuklarının, orda
olduğunu belli edercesine attığı bir teknıe idi. D udakla­
rında tekrar bir gülümseme belirdi ve sakin, mutlu, bir
uykuya daldı.

O olaydan sonra bir yıl bile geçmeden büyük savaşın
başlayacağını, hayatının m utlu akışını tersine çevireceği­
ni, onu artık yalnız anılarında canlandırıp, anılarında ya­
şayacağını nereden bilecekti?.. Özellikle de onu hep böy­
le acılı günlerde hatırlayacağını aklına getirir miydi hiç...

*
**

Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğu­
ya gider gelir... gider gelirdi..

Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız,
engin, sarı kum lu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar gi­
derdi.

Yedigey için çok zo r geçen 1953 yılının kış mevsimi
de çok erken gelmişti. S arı-Ö zek’te kış hiçbir zam an bu
kadar şiddetli olmamış, bu kadar erken gelmemişti.
Ekim sonlarında kar yağmaya başladı ve hemen, ardından
şiddetli soğuk da gelip yerleşti. İyi ki erken davranıp
K um bel’e gitmiş, kendilerine ve Z arife’nin ailesine kışlık
patates getirmişti. Sanki kışın erken geleceği malûm ol­
muştu ona. Vagonun dış sahanlığına koymak zorunda ol­
duğu patateslerin donm asından korktuğu için son bir d e ­
fa K aran ar’la gitmişti. D onm uş patates kimsenin işine
yaram azdı çünkü. Kum bel de iki büyük çuvalı doldurdu.
Çuvallar o kadar ağırdı ki ancak başkalarının yardımıyla
yükleyebildi onları devenin sırtına. Sonra üzerlerini keçe
ile örttü. Rüzgâr açmasın diye keçeyi çuvalın kenarlarına
sarkıtıp, kendisi de iki çuvalın ortasına kuruldu. Sanki
devesine değil, bir file binmişti. Geçen sonbaharda Kum-

GÜN OLUR ASRA BEDEL . 291

bel’e bir H int filmi gelmişti. Ü lkede gösterilecek ilk H int
filmi olduğu için K um bel’de en küçüğünden en büyüğü­
ne kadar herkes gitmişti o filmi görm ek için. Çok güzel
bir belgesel idi. O güne kadar Boraıılı’da hiç kimse in­
sanların filler üzerinde seyahat ettiklerini bilmiyordu.
Filme, sonu gelm ez yerli şarkıları ve danslarından başka,
fillere binilerek çıkılan kaplan avı da gösterilm işti. Fler-
kesle birlikte tabiî Yedigey de seyretmişti o filmi. Yedi­
gey ve istasyon şefi, dem iryolcular sendikası bölge top­
lantısına Boranlı delegeleri olarak katılmışlardı. Toplantı
bilince H int filminin gösterilmesi de orada oldu ve her
şey işte o zam an başladı. Sinem adan çıkarken herkes
film hakkındaki görüşünü anlatıyordu birbirine. D em ir­
yolcular en çok fillere binilm esine, fil sırtında seyahat
edilmesine şaşmışlardı. O sırada kalabalığın arasından
biri şöyle seslendi:

- Şaşılacak ne var b unda? Boranlı Y edigey’in K ara­
n a n filden aşağı kalır mı yani? En ağır yüklere bana mı­
sın demiyor!

- Evet, öyle, K araııar’ın yanında fil de neym iş? Filler
ancak sıcak ülkelerde yaşar, kış günlerinde S arı-Ö zek’e
gelsinler de görelim onların hâlini!

- Hey Yedigey baksana! Hindistan zenginleri gibi
sen de niye K aran ar’ııı üzerine küçük bir köşk k o ndur­
muyorsun? İçine ne güzel kurulur, gezersin onlar gibi.

Yedigey güldü. O na takılıyor, alay ediyorlardı ama,
dolaylı olarak devesini de övmüş oluyorlardı. O da bun­
dan gurur duyuyor, pek zevk alıyordu.

A m a o kış K a ran ar’ııı yüzünden çekm ediği kalm adı
Yedigey’in. Başına neler neler geldi, ne sıkıntılı günler
geçirdi...

Bütün bunlar şiddetli soğukların bastırmasından
sonra başladı. K um bel’den patates getirdiği gün, yolda
yılın ilk karı ile karşılaştı. Gerçi daha evvel de biraz ser-
piştirmişti ama kar tanecikleri yere düşer düşm ez erimiş­

292 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

ti. Oysa o gün bir başladı ve bir d ah a hiç dinm edi. Sa-
n -Ö z ek ’i baştan başa karanlık kapladı. S onra rüzgâr da
çıktı. İri kar taneleri savrula savrula iniyordu. Hava so­
ğuk değildi ama insanı yapış yapış bırakan, nefes aldır­
mayan pis bir havaydı ve göz gözü görm üyordu. Ne yap­
sın Yedigey? Sarı-Özek yolunda başını sokacak bir yer
yoktu ki oraya sığınıp hava düzelinceye kadar beklesin!
Yapabileceği tek şey K aran arın gücüne ve sezgisine gü­
venm ek ve kendini onun güdüm üne bırakm ak idi. Öyle
yaptı. Onun tutacağı yönde tam am en serbest bıraktı. Pa­
pağını başına iyice bastırıp yakalarını kaldırdı, papağın
üzerine paltosunun başlığını da geçirdi. Bundan sonra kı­
m ıldamadan oturarak çevresine dikkatle göz gezdirmeye
başladı. Ama kaim bir kar perdesinden başka bir şey gö-
remiyordu. K aranar hızını yavaşlatmadan ilerliyordu. Sır­
tında sessizce oturan sahibinin artık ona hükm etm ekten,
vazgeçtiğini sezmişti. Bu karlı havada, böyle.şine ağır bir
yükü koşturarak taşıdığına göre olağanüstü bir güce sa­
hipti bu hayvan. B urnundan buğular çıkıyor, pofurduyor,
ara sıra da vahşi bir hayvan gibi kükrüyordu. Sonra dur­
madan birtakım m onoton sesler çıkarmaya başladı. Bu
sesler, gidişin ayrılmaz gürültüsü, hırıltısı hâline geldi.
Am a yavaşlamıyor, hızını kesmiyordu. Hiç yorulmadan
karları yara yara ilerliyor, ilerliyordu..

Yol, Y edigey’e hiç bitm eyecekm iş gibi uzun görünü­
yordu ve öyle bir havada bunun şaşılacak bir yanı da yok­
tu. "Şimdiye kadar varmış olmalıydım" diye düşünmeye
başladı Yedigey. Evdekilerin durum unu m erak etmeye
başlamıştı. Böyle bir havada geç kalmasından dolayı kuş­
kusuz en çok Ukubala endişe edecekti ama o bunu pek
belli etmezdi. Aklından geçenleri başkalarına söylemezdi
o. Belki Zarife de m erak ediyordu. Evet evet, kesinlikle
m erak ediyordu. A m a o da U kubala’dan daha az içine
kapalı bir kadın değildi. Hem bugünlerde kendisiyle baş-
başa kalmamaya özellikle dikkat ediyordu Zarife. Ne di­

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 293

ye yapıyordu bunu? Böyle davranmasını gerektirecek ka­
dar önemli miydi olanlar? Yedigey, ne konuşmasıyla ne
de davranışlarıyla başkalarını şüphelendirecek bir şey
yapm am ıştı ki! Belki hayat yolunda bir an karşılaşm ış, bu
karşılaşmada doğru hareket edip etm ediklerine şöyle bir
bakmış, sonra da ayrı yollarda gitmeye karar verm işler­
di... Ama bundan sonra çektiği acılar ancak kendisini il­
gilendirirdi. D oğrusu kader onu iki ateş arasında bırak­
mıştı. O kaderine katlanacaktı ve buna başkalarının üzül­
mesi gerekmezdi. Hem bir çocuk değildi ya, elbette bu
kör düğümü çözecek, kendi hatası yüzünden düştüğü bu
sıkıntıdan kurtulacaktı.

Bu korkunç düşünceler onu kahrediyor, yeyip bitiri­
yordu. S arı-Ö zek’e kış bütün ağırlığı ile çökm üştü, za­
m an geçiyordu am a o düşüncelerinde, ne Z arife’yi unu­
tabiliyor, ne de U k u b ala’dan vazgeçebiliyordu. İşin kö tü ­
sü, ikisini birden istemesi, ikisine birden ihtiyaç duym a­
sıydı. Sanki onlar da bunu biliyorlarmış gibi, olayların
hızlanıp gelişmesine hiçbir katkıda bulunmuyor, onun
kesin bir karara varmasına yardım etmiyorlardı. G örü­
nüşte her şey eskisi gibi devam etmekteydi. Zarife ve
U kubala iki iyi arkadaştılar, iki evin çocukları yine bir
ailenin çocukları gibi bir arada büyüyorlardı. Bazen onla­
rın, bazen kendi evlerinde, ama her zaman dördü bir ara­
da... Böylece yaz ve sonbahar gelip geçti...

Boranlı Yedigey, bu karlı günde kendini yurtsuz-yu-
vasız bir yetim gibi hissediyordu. Çevrede kimsecikler
yoktu ve fırtına şiddetini artırıyordu. K aranar arada sıra­
da başını sallayıp biriken karları silkeliyor, hom urtular
çıkarmaya, bağırm aya devam ediyordu. Yedigey ise
umutsuzluk, karam sarlık içinde, ne yapacağını bilemiyor,
kesin bir k arara varam ıyordu. Ne Z arife’ye açılabiliyor
ne de U kubala’dan vazgeçiyordu. K endisine kızmaya,
bütün suçun kendisinde olduğunu söyleyip yine kendine
küfretmeye başladı: "Hay aptal, hayvan herif! Sersem ka­

294 / GÜN OLLÍR ASRA BEDEL

fa! Şu altındaki deveden hiç farkın yok senin! Beyinsiz
herif! Köpek!" Kendini aşağılıyor, yumruklarını sıkıyor,
ayılmak, aklını başına toplam ak ve davranışı hakkında
kesin bir karara varm ak istiyordu. Ama hiçbir yararı ol­
muyordu bunların. İçinde o korkunç toprak kayması baş­
lamıştı ve onu durduram ıyordu.

Tek sevinci, yüreğini yatıştıran tek avutucusu çocuk­
lardı. Çocuklar onu olduğu gibi kabul ediyor ve hiçbir
önemli mesele çıkarmıyorlardı. Onlara yardım etm ekten,
isteklerini yerine getirm ekten, şimdi olduğu gibi Kara-
ııar’a yükleyip o n lara yiyecek taşım aktan büyük bir m ut­
luluk duyuyordu. Kış için yakacak da sağlamıştı onlara.
Çocukları düşünm ek, onlara yardım etm ek, onun için bir
sığınaktı ve ancak bu yolla kendisiyle barışıyor, biraz hu­
zur duyabiliyordu. B oranlı’ya varınca geldiğini duyan ço­
cukların koşup kendisini karşılayacaklarını, soğukta çık-'
malarını istemeyen annelerini dinlem eden çevresinde zıp
zıp zıplayacaklarını "Yedigey am ca geldi! K aranar’la gel­
di! P atates getirdi!" diye bağrışacaklarını hayal ediyor,
seviniyordu. O zaman o da yüksek sesle bağırarak Kara-
narın ıhlamasını em redecek, hayvan dizleri üstüne çö­
künce atlayıp inecekti. Sonra üstündeki karı silkeleyecek,
çocukların başlarını onayacak, çuvalları indirecekti de­
venin sırtından. Eğer Zarife oradaysa, ona şöyle bir ba­
kacak, ama hiçbir şey söylemeyecekti. Zarife de konuş­
mayacaktı onunla. A m a onu görm ek yetecekti Yedigey’i
mutlu etm eye. Ayni zam anda yüreği sıkılacak, bu işin so­
nu nereye varacak diye düşünecek, üzülecekti. Bu arada
çocuklar çevresinde dört dönecek, devenin bağırmasın­
dan korkarak ona sokulacak, sonra ona yardım etmeye
çalışacaklardı. İşte çektiği bütün sıkıntılara, işkencelere
karşı çocukların bu davranışı en büyük ödül olacaktı
ona...

A butalip'in çocuklarıyla bir an önce karşılaşm ak için
de can atıyordu. Bu masal oburu çocuklara bu defa ne

GÜN OLUR ASRA B E D E L /295

anlatacaktı? Yine Aral denizini mi? Çocukların en çok
sevdiği hikâyeler de A ral’la ilgili olanlardı. B unlara ço­
cuklar da hayallerinde bir şeyler katıyor, onda babalarına
da kaçınılmaz olarak bir yer veriyorlardı. Böylece, farkı­
na varmadan, babalarıyla düşüncelerinde bir bağ kurm a­
ya, onun anılarını yaşatmaya da devam ediyorlardı. Am a
Yedigey, A ral’la ilgili olarak bildiği bütün hikâyeleri, uy­
durmaları, anıları anlata anlata bitirmişti. Bildiklerini
tekrar tek rar anlatm ıştı. A nlatm adığı yalnız ‘altın m ekre’
olayı idi. Ama bunu nasıl anlatacaktı onlara? Bu eski ola­
yın kendisi için ne anlam a geldiğini çok iyi biliyordu am a
bunu çocuklara nasıl açıklayacaktı?

O karlı günde, yol boyunca bu düşünceler, bu kuşku­
lar, bir an bile aklından çıkmadı.

Sarı-Ö zek’e erken gelen ve daha ilk günden d o n d u ­
ran kış, işte o yolculuk sırasında yağan yoğun karla başla­
dı ve bir d a h a da gitm edi.

Soğuklar başlayınca K aranar da azdıkça azdı. Erkek­
lik gücü şahlandı. A rtık onun başını alıp gitm esine kim ­
seler engel olamazdı. Yalnız başkaları değil, sahibi Y edi­
gey bile onun yanına yaklaşmaktan korkuyordu böyle za­
manlarda.

O ilk kardan üç gün sonra, soğuk bir rüzgâr Sa-
rı-Ö zek’i kasıp kavurdu. Fırtınadan hem en sonra, soğuk,
kaskatı bir pus, bir ayaz kapladı bozkırı. İnsanların kar
üstünde yürürken çıkardıkları takırtılar, trenlerin teker­
lek tıkırtıları ve düdük sesleri tâ uzaklardan duyuluyor­
du. O gün sabaha karşı, Yedigey, uyku arasında Kara-
n ar’ın acı acı kükrediğini, kaçışını engelleyen çiti dişleriy­
le çatır çatır kırdığını işitti. K aranar’ın onun başına yeni
bir iş açtığını anlam ıştı. Kalkıp giyindi, dışarı fırladı ve
devenin bağlı olduğu yere koştu. Ayaz diken gibi boğazı­
na batıyordu am a yine olanca sesiyle bağırdı:

296 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

- Ne oluyor sana! Ne istiyorsun? Kanımı içeceksin
benim kahrolası hayvan! Sesini çıkarma da dur durduğun
yerde! Niye o kadar erken kızıştın bu yıl? Daha çok er­
ken değil mi? Herkesi kendine güldürm ek mi istiyorsun?

Yedigey’in bağırıp çağırm ası boşanaydı. İyice kızış­
mış, gözünü kan bürüm üş deve sahibine itaat edecek hal­
de değildi. Dürtüleri onu zorluyor, o da pofurdayarak,
bağırarak ve dişlerini gıcırdatarak kalın parmaklıkları
kırmaya çalışıyordu.

Yedigey ona biraz hak veriyormuş gibi hiddeti bıra­
kıp sitem etmeye başladı:

- Demek bir şeyler hissettin? Anlaşıldı, anlaşıldı, bir
an önce sürüye katılmak istiyorsun! Buralarda kızışmış
genç bir kaymança" olduğunu mu söylediler sana? Bir
türlü anlamıyorum, Ulu T anrı sizi niçin yılda bir defa o
da kışın kızışır yaratm ış? Bunu her gün, sessizce, bir re­
zalet çıkarmadan, kimsenin başına dert açmadan.yapsa­
nız olm az mı? Hayır! İlle de dünyayı başımıza yıkacaksı­
nız!

Yedigey bunları lâf olsun diye söylemişti. Yoksa ça­
resiz olduğunu, elinden bir şey gelmeyeceğini çok iyi bili­
yordu. Hiçbir işe yaram ayacaktı bu sözler. Yapacağı tek
şey, kapıyı açıp deveyi salıverm ekti. O da öyle yapacaktı.
Kalın ağaçlarla yapılmış, sağlam bir zincirle bağlanmış
insan boyundaki kapıyı henüz aralam ıştı ki K aranar bir
çığlık atarak fırladı, az d ah a Y edigey’i de ezecekti. Kıv­
rak, uzun bacaklarını açarak, dik. kara hörgüçlerini hop­
latarak koştu gitti. Göz açıp kapayıncaya kadar da kendi­
sinin çıkardığı kar bulutu arasında gözden kayboldu.

Yedigey onun ardından öfkeyle bakarak yere tükür­
dü:

- Tüh sana! G eç kaldın değil mi? Koş bakalım, koş!
Sakın geç kalma!

Kaymança: G enç dişi deve (Y azarın nolu).

GÛN OLUR ASRA BEDEL / 297

O sabah erkenden nöbete gideceği için deveyle bir
işi yoktu. O nun için serbest bırakm ıştı hayvanı. O nun
yokluğunda K a ran ar’Ia kini başedebilirdi? A m a, so n ra­
dan başına gelecekleri bilseydi, ölürdü de bırakmazdı
onu. Ne yapsın? K aranar gibi azgın bir devenin üstesin­
den ondan başkası gelemezdi. Bu yüzden onu serbest bı­
rakırken kendi kendine: "Ne cehennem e giderse gitsin,
dişilerle buluşunca belki kızışması, kudurganlığı geçer de
yatışır biraz.." demişti.

*

Öğleyin K azangap, YedigeyMn yanm a geldi. Y üzün­
de alaylı bir gülüm sem e vardı:

- İşler kötü Beğ, dedi. Biraz önce otlaktaydım. Senin
K aran ar’a buradaki kaym ançalar yetm em iş galiba, anla­
dığıma göre büyük bir sefere çıkmış..

- Ne seferi? Nereye gitmiş? Şakanın sırası mı şimdi?
- Hiç de şaka değil. Başka sürülere gitmiş.. Bir koku
almış olsa gerek. D önüşte büyük derenin oradan geçiyor­
dum. Bozkırdan dörtnala gelen bir hayvan gördüm. Yeri
göğü sarsıyordu koşarken. Senin K aranar idi bu. G özü­
mü dört açarak baktım ona. Bar bar bağırıyor, ağzından
salyalar akıyordu. G özleri yuvalarından oynamıştı. Sisin
arasına bir lokom otif gibi dalıyor, ardında bir kar bulutu
bırakıyordu. Y anım dan yel gibi geçti. Sanki beni görm e­
mişti. M alakum dıçap tarafına doğru koşuyordu. O rada,
vadinin aşağısında, bizimkinden daha kalabalık sürüler
var.. Ee, seninkisi gücünün doruğunda, buraları dar geli­
yor ona!
Y edigey’iıı çok canı sıkıldı. Kimbilir başına ne işler
açacaktı bu deve. O güne kadar da az çekmiş değildi. Ka­
zangap onu yatıştırmaya çalıştı:

298 / G ÜN o l u r a s r a b e d e l

- Pek o kadar üzülme, kızmana gerek yok. Oralarda
öyle güçlü atan lar var ki K a ran ar’ı bile yıldırırlar. Senin-
kisi dayak yemiş köpek gibi d önüp gelir.

Ertesi gün, cepheden savaş haberleri gelir gibi Kara-
n ar’ın dövüşleriyle ilgili h aberler gelmeye başladı. Hiç de
iyi h ab erler değildi bunlar. B oranlı’da bir tren durm aya-
görsün, makinist, ateşçi ya da kondüktör önlerine çıkan
herkese K aran ar’ın karıştırdığı haltları sayıp döküyor,
geçtikleri durakların yakınındaki sürülere onun verdiği
zararları anlatıyorlardı. Söylediklerine göre Karanar,
M alakum dıçap’ta iki atanı öldüresiye dövmüş, dört kişiyi
sürüden ayınp kaçırmış, deve sahipleri canlarım Kara-
n ar’dan zor kurtarm ışlar. K orkutm ak için havaya ateş e t­
mişler am a yine de başedem em işler onunla. Bundan baş­
ka K aranar dişi devesine binip giden bir adamı devirmiş
ve devesini elinden almış. A dam orada, K aranar işi bitin­
ce devesi serbest kalır, o da biner gider diye iki saat ka­
dar beklemiş. Z aten dişi deve de pek istekli değilmiş Ka-
ra n a r’dan ayrılmaya. A dam artık işleri bitti diye devesini
alm ak için yaklaşırken K aranar ona öyle bir saldırm ış ki,
kendini dar atmış bir çukurun içine. O rada canını kurtar­
dığına şükrederek, bir sıçan gibi litreye litreye saklanmış.
B iraz sonra aklını başına toplam ış ve K a ıa n ar’ın gözüne
görünm eden arka taraftan kaçıp gitmiş evine.

Sarı-Ö zek'in bu tiir telsiz telefonları ile ağızdan ağı-
za K a ran ar’ın çılgınlıkları ile ilgili birçok haber geldi.
A m a bunların en önem lisi ve en korkuncu, Boranlı gibi
küçücük bir istasyon olan A k-M oynak’tan geldi. Bu defa
haber sözlü değil, yazılıydı. Elden gelen bu m ektupta ya­
zılanlar inanılır gibi değildi. A k-M oynak’a nasıl gitmişti
bu lanet hayvan!

M ektubu gönderen Kospan adındaki adam hiç de iyi
şeyler yazmıyordu.

M ektup şöyleydi:

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 299

"Selâm saygıdeğer Yedigey Aga!
Şüphesiz sen Sarı-Ö zek’te tanınm ış bir kişisin.
A m a yine de şıt tatsız sözleri duymaktan kurtulamaya­
caksın. Ben seni daha akıllı bir adam sanırdım. Bu
Karanar canavarını nasıl serbest bırakırsın? Hiç böyle
bir şey beklemezdik senden! Burada bize kan kusturu­
yor! Erkek develerimizi sakatladı ve en iyi üç dişi deve­
mizi kaçırdı. Ayrıca havutla bir dişi deve de Karanarin
peşinden gitti. Yolda sahibinin altından zorla alm ış o
deveyi. Yoksa hayvan ne diye havıttu ile gezsin? Bizim
dişi develeri sürüp götürdü bozkıra. Yanına ne insan
yaklaşabiliyor ne hayvan. Onu serbest bırakm ak iş m i
yani! Kaburgaları kırılan erkek develerimizden biri ö l­
dü. Havaya ateş edip Karanar'ı korkutm ak istedim
ama işe yaramadı. Hiçbir şeyden korkmuyor. Ö nüne
çıkanı paramparça etmeye hazır! İşi gücü sevişmek..
Keyfini kaçırmasınlar da ne olursa olsun! Yemiyor, iç­
miyor, ama bir dişinin üstünden inip ötekine biniyor.
Bu işi yaparken öyle böğüriiyor, çığlıklar atıyor ki, yer-
yerinden oynuyor. Ve bu işi öyle vahşice yapıyor ki tik­
sinti veriyor! Bağıra çağıra bütün bozkırı inletiyor. S a ­
nırsın dünyanın sonu gelmiş! Ömrümde böyle bir ca­
navar görmedim ben. Köyümüzde kadın-erkek, ço-
lıık-çocuk, kimse evden uzaklaşamaz oldu. İşte bunun
için hemen gelmeni, hu canavarı götürmeni istiyorum
senden. Sana bir gün süre veriyorum. Bir gün sonra bi­
zi bu lanet hayvandan kurtarmazsan o zaman olacak­
lardan dolayı kusura bakına Yedigey Aga. Nam lu çapı
geniş bir tüfeğim var. Onunla bir ayıyı kolayca deviri­
yorum. Herkesin gözü önünde onun koca kafasını bu
tüfekle delik deşik edeceğim, derisini de yüzüp sana
göndereceğim. O nun ünlü Karanar’ın postu olması vız
gelir bana! Ben sözüm ün eri bir adamım, söylediğimi


Click to View FlipBook Version