350 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
- Dur! Ö ldürm e hayvanı!
Fakat geç kalmıştı. Bıçağın altından fışkıran sıcak
kan, yüzüne çarptı ve gün ortasında bastıran karanlık gibi
gözlerine doldu. Sarala'nın kanına bulanmış olarak sen-
deleye sendeleye ayağa kalkan Raymalı-Aga aşağılanmış
olm anın mahzun sesiyle ve gömleğinin ucuyla yüzünü gö
zünü silerek:
- Ne yaparsanız yapın, engel olamazsınız! Yürüyerek
de, sürünerek de olsa gideceğim!
Abdilhan, atın kesik boğazı üstünden başını kaldırdı
ve sırıtarak:
- Hayır, yaya da gidemeyeceksin! dedi, hiçbir yere
adım atamayacaksın. Hey! Yakalayın onu! Görmüyor
m usunuz, delirmiş! Bağlayın elini kolunu, yoksa birimizi
öldürür!
Bağrışmalar, çağrışm alar oldu. H erkes birbirine gir-,
di.
- İpi ver!
- Kıvır kollarını!
- İyice sık!
- Aman Tanrım! Delirmiş gerçekten!
- Vallahi oynatmış!
- Şu kayın ağacına götürün!
- Çek, çek! Sürükle!
- Çabuk olun, çabuk!
Ay tâ yukarılara kadar yükselmişti. Yeryüzü, gökyü
zü sessizlik içindeydi. Bu sırada birtakım şam anlar çıka
geldi. Ortaya bir meydan ateşi yaktılar ve bu ateşin etra
fında vahşi danslarını yaparak büyük yırcının aklını karış
tıran, zihnini karartan kötü ruhları kovmaya çalıştılar.
Raymalı-Aga ise elleri arkasına, kendisi kayın ağacı
na sımsıkı bağlı, öylece duruyordu.
Sonra molla geldi. Delirdiği söylenen Raymalı-Aga
için dualar okuyarak onu selam ete erdirm esini diledi
Tanrrdan.
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 351
Raymalı-Aga, elleri arkasına, kendisi kayın ağacına
sımsıkı bağlı, öylece duruyordu.
Öylece, ağaca bağlı dururken, kardeşi A bdilhan’a şu
türküyü söyledi:
Gece biterken son karanlığını da alıp götürür,
Güneş doğar, gündüz olur yeniden,
A m a benim ışığım yok artık, hiç olmayacak,
Sen söndürdün güneşimi, içi kara m utsuz kardeşim
Abdilhan!
Beni, öm rüm ün kışında Tanrı’nın lütfettiği o
aşktan m ahrum ettin diye övünme, sevinme!
Yüreğimin son atışma, son nefesine kadar
duyacağım mutluluğu,
Sen ne bilir, ne anlarsın Abdilhan!
"..-Ellerimi, kollarımı şu ağaca sımsıkı bağladın
A m a orda duran ben değilim, sadece bedenimdir,
Zavallı kardeşim Abdilhan!
".. Benim ruhum rüzgâr olup uzaklara gitti,
Sonra yağmur olup toprağa karıştı,
Sevgilimden asla ayrı değilim,
Ben onun saçlarıyım, nefesiyim..
".. Sevgilim gün doğarken uyandığında
Bir dağkeçisi olup ineceğim dağlardan..
Bir kayaya çıkıp dikilecek,
Onun çadırdan çıkmasını bekleyeceğim.
".. O ocağı yaktığı zam an ateşinin dum anı
olacağım,
Çevresinde dolanacağını!
Atını dörtnala sürüp giderken
352 / CÜN OLUR ASRA BEDEL
Dere geçidini geçerken
Sıt olup alının toynakları altında sıçrayacağını.
Yüzüne, ellerine serpileceğim..
Sevgilim ti'trkii söyleyende
O nun sesi, türküsü olacağım..."
Şafak sökerken başının üzerindeki ağaç yaprakları
nın hafif hışırtısını duydu. Sabah olmuş, ortalık aydınlan
mıştı. R aym alı-A ga’nın aklım oynattığını işiten komşu ve
akrabaları m erak edip geldiler, atlarından inmeden, bi
raz uzağında durup ona baktılar.
R aynıalı’m n elbisesi lime lime olm uştu. Kolları arka
sına, gövdesi kayın ağacına sımsıkı bağlıydı.
Karşısında durup kendine bakanlan görünce, sonra
dan büyük bir üne kavuşacak, dilden dile dolaşacak olan
şu şarkıyı söyledi:
Kara kara dağlardan göç inende
Çöz ellerimi kardeşim Abdilhan.
Morlu morlu dağlardan göç inende
Bırak beni gideyim kardeşim Abdilhan.
Ah... nerden bilirdim, nasıl bilirdim
Ellerimi senin bağlayacağını!
A yaklanm ı senin bağlayacağını!
Kara kara dağlardan göç inende
Morlu morlu dağlardan göç inende
Çöz ellerimi kardeşim Abdilhan
Ben göklere çıkacağım o zaman...
Kara kara dağlardan göç inende
Panayıra gelemedim Begimay!
Morlu morlu dağlardan göç inende
Beni panayırda bekleme Begimay
Seninle birlikte panayırda
GÛN OLUR ASRA BEDEL / 353
Mani söyleyemeyeceğiz...
N e ben geleceğim oraya ne Sarala..
Kara kara dağlardan göç inende
Morlu morlu dağlardan göç inende
Panayırda beni bekleme Beginıay,
Ben uçmağa varacağını Beginıay...
İşte Raymalı-Aga efsanesi budur.
Y edigey, A na-Beyit yolunda K azangap’ı son yolculu
ğuna uğurlarken, nice anılarla birlikte bu efsaneyi de ha
tırlamıştı.
-X I-
B u yerlerde İrenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.,
gider gelirdi..
B u yerlerde dem iryolunun her iki yanında ıssız, engin, sa n
kum lu bozkırlann özeği S an -Ö zek uzar giderdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlı
yorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, bandan doğuya gider gelir., gider
gelirdi..
Büyük M alakum dıçap deresinin kızıl kumlu yatağım
geçtikten sonra, bir zam anlar N aym an-A na’nın m ankurt
oğlunu aradığı yerlere gelm işlerdi. A rtık A na-B eyit’e çok
yakın idiler. Yedigey sık sık saatine ve sonra Sarı-Özek
üzerinde dikili duran güneşe bakıyor, şimdilik her şeyin
uz gittiğini düşünüyordu. Bu gidişle ölüyü zam anında
defnedecek, cenaze aşına da rahat rahat yetişeceklerdi.
T ab iî o n lar B oranlı’ya geldikleri zam an akşam olacaktı
am a, işlerin gündüz bitmesi önemliydi ve öyle olacağı an
laşılıyordu. N e tuhaftı şu hayat! K azangap A na-B eyit’de
yatacak, o nlar ise köye dönüp cenaze aşı yerken iyi sözler
söyleyip onu anacaklardı!
Ayni düzende ilerliyorlardı: E n önde K aranar’ın süs
lü eyerine kurulm uş Yedigey, onun ardında arabalı trak
tö r ve sonra Belarus m arka ekskavatör vardı. Bu cenaze
alayı M alakum dıçap vadisinden çıkıp Ana-Beyit ovasına
girm işti. C enaze alayının biraz açığında, yanda, kızıl tüy-
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 355
lü Y olbars koşuyordu. Dili bir karış sarkm ıştı Yol-
bars’ın.. Birden karşılarına hiç beklenm edik bir engel
çıktı: Dikenli tellerle çevrilmiş bir çit, bir duvar vardı ön
lerinde. Yedigey tel örgüyü görünce olduğu yerde şaşırıp
durdu. "Hay aksilik!" diye geçirdi aklından. Üzengiler
üzerinde doğrularak K a ran ar’ın sırtından sağa sola baktı.
Ama, sağda da, solda da dikenli telden yapılmış engel
uzayıp gidiyordu. H er beş m etrede bir toprağa sağlamca
gömülmüş dörtköşe beton direklere birkaç sıra hâlinde
sarılan dikenli teller geçit vermiyor ve bu geçit vermez
engelin ne başı görünüyordu ne sonu! Belki gerçekten
yoktu başı sonu. Bütün bir alanı çepçevre kuşatıyor ve
onlara geçit vermiyordu. Şimdi ne yapacaklar, yollarına
nasıl devam edeceklerdi?
Traktör ve yol kazma makinesi de durdu. Sabitcan
ve U zun Adilbay atlayıp indiler. Sabitcan eliyle telörgü-
leri göstererek:
- Bu dâ nesi? dedi, yoksa yanlış mı geldik?
. - Hayır, niye yanlış gelecekm işiz? Am a, bu A llah’ın
belâsı dikenli tellerin nerden çıktığını bilemiyorum.
- Daha önce yok muydu bunlar?
- Yoktu elbet.
- Peki şimdi ne yapacağız? Nereden geçip gideceğiz?
Yedigey bir cevap vermedi. O anda o da bilmiyordu
ne yapacaklarını.
Canı sıkılan Sabitcan trak.törden başını uzatıp bakan
K alıbek’e bağırdı:
- Sustursana şu m otoru, boş yere kafa şişirme!
Traktör ve onun ardından yol kazma makinesi sustu.
Büyük bir sessizlik kapladı bozkın. Çıt yoktu. Yedigey,
suratı bir karış, hâlâ devesinin üstündeydi. Sabitcan ve
Uzun Adilbay onun yanında ayakta duruyor, Kalıbek ile
Cumali, araçlarında, sürücü yerinde kımıldamadan otu
ruyorlardı. R ahm etli K azangap’ın ak keçeye sarılı cesedi
röm orkta öylece duruyor, onun kızı A yzade’nin kocası
356 / GÜN OLUR ASRA BfiDKI.
ayyaş dam at ise yanında bekliyordu. Bu fırsattan yararla
nan kızıl tüylü köpek Yolbars, traktörün tekerleğine ya
naştı ve arka ayaklarından birini kaldırdı..
Mavi gök altında uzanan engin Sarı-Özek bozkırı, o
baştan bu başa k adar hiçbir yerde A na-Beyit’e bir geçit
vermiyordu. Dikenli tel duvarın önünde şaşıp kalmışlar
dı.
Sessizliği ilk bozan Uzun Adilbay oldu:
- Yedike, gerçekten daha önce yok muydu be engel?
- Kesinlikle yoktu! İlk defa görüyorum!
- H erhalde bu bölgeyi uzay alanı için çevirmiş, ya
saklamış olsalar gerek..
- Öyle olmalı. Öyle olmasa, bunca zahm ete, bunca
m asrafa katlanıp A llah’ın çölünü ne diye dikenli telle çe
virsinler? Akıllarına her geleni yapıyor, başkalarına zarar
verebileceklerini hiç düşünmüyorlar, lanet olsun! dedi
Yedigey.
Bu arad a S abitcan’ın hom urdandığı da duyuldu:
- Şimdi bağırıp çağırm anın ne yararı var! Bu yola
düşmeden önce araştırmak, soruşturm ak gerekirdi!
Ağır, sıkıntılı bir sessizlik çöktü. Yedigey, K aranarııı
sırtından S abitcan’a ters ters baktı. Yine d e olabildiği ka
dar sakin görünmeye çalışarak:
- Bak evlat, biraz sabret, canını sıkma. Evvelce bura
da telörgii yoktu, sonradan yaptıklarını nereden bilebili
rim? Kimin aklına gelir?
Sabitcan ona sırtını dönerek mırıldandı:
- Ben de onu diyorum işte...
Yine sessizlik oldu ve bu sessizliği yine Adilbay boz
du:
- Şimdi ne olacak Yedike? Ne yapacağız? M ezarlığa
gitmenin bir başka yolu yok m udur?
GÜN OI.ÜR ASRA BEDEL / 357
- Var, var tabiî. Sağda, beş kilometre ilerde bir başka
yol var, dedi Yedigey o tarafa bakınarak. Gidelim oraya,
bir geçiş olmaması m üm kün değil..
Sabitcan tepeden bakıp yine homurdandı:
- Emin misin? G erçekten var mı bakalım? Eğer yok
sa daha beter olur, sıkışıp kalırız burada!
- Var, eminim. Hadi binin araçlarınıza da vakit kay
betmeyelim boş yere.
Yeniden yola koyularak, tel örgü boyunca, traktör ve
yol kazma makinesinin patırtılarıyla ilerlemeye başladı
lar.
Yedigey çok üzülmüş, bu beklenm edik durum onu
biraz da ümitsizliğe düşürm üştü. "Her tarafı çitle çevirir
ler, sonra da mezarlığa giden yolu belirtecek bir işaret
koymazlar!" diyor, canı sıkılıyordu. Yine de bütün ümidi
ni yitirmiş değildi. D ah a güneyde m utlaka bir geçit olm a
sı gerekiyordu.
Yanılmamıştı. Tahm in ettiği yerde gerçekten de bir
geçit vardı.
Daha çok yaklaştıkları zaman Yedigey, o geçitin açı-
lır-kapanır bir parmaklık olduğunu farketti. Ama, bes
belli, sağlam ve çok dikkatli korunan bir kapıydı bu. İki
yanında kocaman beton direkler vardı. Biraz ileride, yo
lun kenarında, tuğladan yapılmış küçük bir yapı bulunu
yordu. Y apının dışa dönük cephesi, çevreyi iyi gözetleye
bilmek için boydan boya camla kaplıydı. Ayrıca yapının
dam ında iki p ro jek tö r görünüyordu ki besbelli geceleyin
girişi ve çevresini aydınlatm ak için kullanılıyordu. Bu gi
rişten içeriye doğru asfalt bir yol uzanıyordu. Bütün bun
ları gören Y edigey’in canı sıkıldı, şüpheye, endişeye ka
pıldı.
O nlar kapıya yaklaşınca, nöbet noktasındaki sarışın
ve gencecik bir asker yanlarına geldi. Omuzunda, nam lu
su aşağıya çevrilmiş bir makineli tüfek vardı. Gömleğini
ve şapkasını düzelterek kapının önüne gelip durdu. G a
358 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
yet ciddi idi ve duruşuyla da oradan geçilemeyeceğini
belli ediyordu. Fakat Yedigey yolu kapatan engele kadar
sokulunca ona selam vermek zorunda kaldı. Açık mavi
çocuksu gözleriyle Yedigey’e bakarak askerce selam ladı:
- Selam! Kimsiniz? Nereye gidiyorsunuz?
Askerin çocuksu ciddiliğine hafifçe gülüm sem ekten
kendini alamayan Yedigey:
- Selam asker, yabancı değiliz, buralıyız biz. Büyük
lerimizden biri rahm ete kavuştu, mezarlığa gömmeye ge
tirdik.
Çocuk yüzlü asker, K aranarın hemen başı ucunda,
koca dişlerini göstere göstere geviş getirm esinden kor
kup geri çekilirken, başını ‘olm az’ anlam ında sallayarak:
- İzin belgeniz olm adan geçemezsiniz, dedi, burası
yasak bölgedir!
- Anlıyorum am a bizim mezarlığa gitmemiz gerek,
mezarlık şuracıkta zaten. Ölümüzü gömüp hem en döne
ceğiz.. Uzun sürmez.
- Olmaz, sizi bırakam am , yetkim yok
Yedigey, göğsündeki savaş madalyaları ve nişanları
görünsün diye devesinden eğildi:
- Bak evladım, biz yabancı değiliz. Boranlı istasyo
nundan geliyoruz. Adını duymuş olmalısın. Yerlisiyiz bu
ranın. M ezarlıktan başka yere gitmeyeceğiz ki..
- Anlıyorum am a elim den bir şey gelmez....
Böyle diyen nöbetçi om uz silkerek, nazik, samimi bir
konuşm aya başlam ıştı ki Sabitcan onun sözünü keserek
ve önemli bir adam olduğunu belirtm ek ister gibi tep e
den konuşarak sordu:
- Ne oluyor burada? Mesele nedir? Ben Sendika
Bölge Sovyeti üyesiyim. Niye durdurulduk?
- Çünkü buradan geçemezsiniz.
- Nöbetçi yoldaş, tekrar ediyorum, ben Sendika Böl
ge Sovyeti üyesiyim.
GÜN OLUR ASRA BEDEL 1359
- Kim olduğunuz beni ilgilendirmez, giremezsiniz!
- Nedenmiş o? dedi Sabitcan bozularak.
- Yasak bölge de ondan.
- Öyleyse ne çene çalıp duruyorsunuz?.
- Çene çalan kim? Devesinin üzerindeki şu saygıde
ğer beye durum u açıklıyorum, sizinle konuşmuyorum bi
le. Z aten yabancılarla konuşm am da yasak. N öbetteyim
ben.
- Demek mezarlığa gitmek imkânsız?
- Evet, imkânsız. Yalnız mezarlığa değil, hiçbir yere
gidemezsiniz buradan!
Sabitcan sinirlenm işti. Yedigey’e dönerek öfkeli ö f
keli konuştu:
- Tâ baştan biliyordum zaten, buralara kadar gelm e
nin iyi olm ayacağım biliyordum! A m a beyimiz bir A na -
Beyit tu ttu rd u , başka bir şey dem edi. Aııa-Beyit’miş! Al
sana Ana-Beyit! G ör hayrını!
Böyle dedikten sonra hiddetle yere tükürdü ve ho-
m urdana hom urdana uzaklaştı.
Yedigey, nöbetçinin yanında onun böyle davranışın
dan utanmıştı. Babacan bir tavırla konuştu:
- O nun kusuruna bakm a evlat, dedi, elbette sen gö
revini yapıyorsun. Ama biz bu ölüyü nereye gömeceğiz
şimdi. Bir odun parçası değil ki rastgele bir yere bıraka
lım!
- Siz de haklısınız ama benim elim den bir şey gel
mez. Ben bana emredilenleri yapmak zorundayım. B ura
nın başsorumlusu da değilim.
Yedigey’in canı sıkılmıştı. Bu defa başka şey sordu
ona:
- Evet evlat, çaresizlik içindeyiz desene.. Sen nereli
sin bakalım?
Genç nöbetçi böyle bir soru sorulmasına hem şaşır
mış, hem çocukça sevinmişti. Bulunduğu yörenin Rus ağ
zı ile ‘o ’ harflerini uzata uzata cevap verdi:
360 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
- Ben Vologdalıyım amca, dedi.
- Peki sizin V ologda’d a da m ezarlıklara nöbetçi ko
yuyorlar mı?
- Hiç öyle şey olur mu am ca? Bizim orada mezarlığa
istediğin zaman girip çıkarsın, kim ne karışır! Ama bura
da m esele başka.. Y asak bölge burası. G örüyorum ki am
ca, sen de askerlik yapmışsın, hatta cephede vuruşup m a
dalyalar kazanmışsın, onun için görevin ne olduğunu bi
lirsin. İslesende, istemesen de em re uyacaksın..
- Bunda çok haklısın evlat, ama biz şimdi bu ölüyle
nereye gidebiliriz?
Bir süre sustular. Sonra, mavi gözlü, sarı saçlı genç
asker başını üzüntüyle sallayarak:
- Hayır amca, dedi, geçmenize izin verem em , buna
yetkim yok.
Yedigey ona verecek cevap bulamıyordu. Üzgün bir
sesle:
- Eh, ne yapalım? diyebildi.
Sonra da şaşkın şaşkın tekledi orada. Yüzünü çevirip
arkadakilere bakm aya utanıyordu. Kızgınlığı gittikçe a r
tan Sabitcan ise, orada, yol kazma makinesinin yanında,
Uzun A dilbay’la bağıra bağıra konuşuyordu:
- Tâ başından söylemiştim! Ölüyü bu kadar uzak bir
yere getirm enin ne gereği vardı! G elenek-görenek diye
boş inançlarınızla herkesin başım derde sokuyorsunuz.
Bir ölüyü oraya ya da şuraya gömmüşsün ne farkeder!
Yoo, ille de A na-B eyit’e göm ülecek! Bir de bana "Sen
çek git işine, sen olm adan da gömeriz" demiştiniz. Hadi
gömün bakalım!
Uzun Adilbay ona tek kelime söylemeden yanından
uzaklaştı. Açılır-kapanır parmaklığın önünde duran nö
betçiye yaklaşarak:
- Bak dostum, dedi, ben de askerlik yaptım,
em ir-kom uta nedir bilirim. Kulübede telefon var mı?
- Elbette var.
GÜN OLUR ASRA B E D E L /361
- Öyleyse nöbetçi âm irine telefon et, bölge halkın
dan birkaç kişinin Ana-Beyit mezarlığına gitmek istedik
lerini söyle.
- Ne dedin? Ne dedin? Ana-Beyit mi?
- Evet, Ana-Beyit. Bizim mezarlığın adı A na-Beyit’
tir. O na telefon et dostum . Yapılacak tek şey bu. Belki o
bize izin verir. Senin de hiç şüphen olm asın ki bizi m e
zarlıktan başka bir şey ilgilendirmiyor.
Nöbetçi, alnını kırıştırdı, ağırlığım bir ayağından
öbürüne vererek düşünmeye başladı. Uzun Adilbay da
isteğini tekrarladı:
- Tereddüt edecek bir şey yok. Bu yapacağın nizam
nameye uygundur. Nöbet tuttuğun yere yabancılar geli
yor, sen de onıı nöbetçi âmirine haber veriyor, isteklerini
bildiriyorsun. Hepsi bu. Hem görevin de böyle yapmam
gerektirir.
Sen sadece görevini yapmış olacaksın, daha ne bekli
yorsun ki?
- Pekâlâ öyleyse, dedi nöbetçi, telefon ederim . Am a
nöbetçi amiri nöbet yerlerini dolaşır hep. Bölge de çok
geniş, bulmak kolay olmaz.
- Ben de geleyim telefon kulübesine. Konuşurken
sana soracağı şeylere hem en cevap veririm.
- Pekâlâ, gel öyleyse.
İkisi birden telefon etm ek için o küçük kapıya girdi
ler. Kapı açık kaldığı için dışarıda duran Yedigey de işitti
konuşulanları. Nöbetçi bir yere telefon ediyor, aradığım
orada bulamayınca başka bir yeri arıyordu:
- Hayır, hayır, nöbetçi âmirinin kendisini arıyorum.
Evet, evet kendisini., önem li bir iş için..
Onlar telefonda nöbetçi âmirini bulamadıkça Yedi
gey’in can sıkıntısı artıyor, sinirleniyordu. B irdenbire ters
gitmeye başlamıştı işleri. Bu nöbetçi âmiri de nereye kay
bolmuştu şimdi?
362 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
Sonunda buldular ve genç nöbetçi heyecanlı ve çın
çın öten bir sesle konuştu:
- Yoldaş teğmen! Yoldaş teğmen!
Sonunda nöbetçi âm irine meseleyi anlattı. Bölge
halkından birkaç kişinin cenazelerini yasak bölgedeki es
ki m ezarlığa götürm ek istediklerini söyledi. Yedigey he
yecanla dinliyordu konuşmayı. Teğm en "bırak geçsinler"
dese bitecekti bu iş. D oğrusu pek becerikliydi Uzun A-
dilbay. Kafası çalışıyordu. Ama konuşma uzadıkça uzu
yor ve nöbetçi de yalnız sorulara cevap veriyordu:
- Evet.. Kaç kişi mi? Altı kişi. Bir de ölü. yedi! Ö len
ihtiyar biriymiş... Başlarındaki adam bir deveye binmiş.
Onun ardında römorklu bir traktör, bir de yol kazma
m akinesi var.. Evet, bunları m ezar kazmak için getirm iş
ler.. Nasıl? Ne diyeyim onlara? Hayır mı diyeyim? İzin
vermiyor musunuz?. Evet, dinliyorum.. Başüstüııe..
Bu sırada ahizeyi Adilbay eline almış ve şimdi onun
sesi duyulmaya başlamıştı:
- Yoldaş teğmen, kendinizi bizim yerimize koyun..
Boranlı istasyonundan geliyoruz.. Şimdi nereye gidebili
riz ki? Biz buralı insanlarız, hiçbir kötü niyetimiz olamaz
yoldaş teğmen! Sadece ölümüzü gömmek ve hem en dön
mek istiyoruz. Nasıl? Efendim ? Tabiî, kendiniz gelirseniz
daha iyi olur. Gelin, yanım ızda bir de büyüğüm üz var, es
ki savaşçılardan. O na anlatırsınız..
Adilbay, canı sıkılmış, suratı asılmış olarak çıktı dışa
rı. T eğm enin biraz sonra geleceğini, kararını gelince ve
receğini söyledi. O nun ardından nöbetçi de gelip ayni şe
yi söyledi. G en ç nöbetçi, durum a âm irinin el koym asın
dan dolayı rahatlamıştı. Şimdi kapının önünde, nöbet yü
rüyüşü ile ileri-geri gidip geliyordu.
Yedigey düşünceli, kaygılıydı. N ereden bilebilirdi
başlarına bunların geleceğini? Şimdi teğmenin gelmesini
beklem ekten başka bir şey gelmezdi ellerinden. Devesin
den indi, hayvanı yol kazma makinesinin koluna bağladı,
Gt'lN OLUR ASRA B E D E L /363
sonra yine kapıya geldi. Sürücüler Kalıbek ve Cumali, bir
yandan sigaralarını tüttürürken alçak sesle konuşuyorlar
dı. Sabitcan ise biraz açıkta sinirli sinirli dolaşıp duruyor
du. K azangap’ın dam adı hâlâ röm orkta, cenazenin yanın
da oturuyordu. Yedigey’e seslendi:
- Ne oluyor Y edigey? Bizi bırakacaklar mı?
- Elbette bırakacaklar. Nöbetçi âmiri gelecek. Bir
teğmen imiş. Biz casus muyuz ki bırakm asınlar! Sen de
in, biraz ayakların açılsın.
S aat üçe gelmişti ve o nlar hâlâ Aııa-Beyit’e varam a
m ışlardı. Oysa çok yakım ndaydılar Ana-Beyit’in. Y edi
gey nöbetçinin yanına gitti:
- Evlat, kom utanını çok bekleyecek miyiz?
- Hayır, hayır. Y akında gelir. A raba ile gelecek,
on-on beş dakika sonra burada olur.
- İyi, bekleriz. Bu dikenli teller ne zam an çekildi?
- Epeyce oluyor. Biz çektik o telleri. Bir yıldan beri
buradayım ben. Tel örgüleri çekeli altı ay kadar oldu sa
nırım.
- Anlıyorum, ama ben bunu bilmiyorum ve bütün
mesele de bundan doğdu. Cenazeyi buraya, bizim Ana-
Beyit adını taşıyan eski mezarlığımıza göm m ekte ısrar
eden benim, onun için de kendimi suçlu sayıyorum. Ama
rahmetli Kazangap büyük bir insandı, ayni istasyonda
onunla lam otuz yıl birlikte çalıştık. O na son yolculuğun
da saygıda kusur etm eyelim dedim .. Böyle bir adam için
en iyisini yapalım, dedim...
G enç askerde Yedigey’e karşı bir saygı-sevgi uyan
mıştı:
- Bak amca, dedi ciddi bir sesle, Teğmen Tansıkba-
yey az sonra gelecek, ona meseleyi olduğu gibi anlatırsı
nız. O da insan, elinden geleni yapar herhalde. Belki yu
karıya, üstlerine bildirir, sonunda em inim ki bir izin çı
kar..
364 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
- İyi niyetin için teşekkürler.. A m a söylediğin gibi
çıkmazsa ne yapacağız? Adım ne dedin, Tansıkbayev mi?
- Evet, Tansıkbayev, tanıyor musunuz yoksa? Buraya
yakında geldi. O da buralı, belki akrabanız ya da hemşe-
rinizdir?
- Yoo, yo, tanıyacağımı hiç sanm am , diye gülümsedi
Yedigey. Sizde İvanovlar ne kadar çoksa bizde de Tan-
sıkbayevler o kadar çoktur. H er yerde rastlarsın. Yalnız
bu soyadını taşıyan birini hatırladım şimdi...
O sırada telefon çaldı ve nöbetçi cevap verm ek için
içeri koştu. Yedigey kapının önünde yalnız kalmıştı. Kaş
larını çattı ve kaygılı bir yüzle, kapalı kapının öbür tarafı
na, bir gelen olup olmadığını anlamak için baktı. Sonra
birden "Bu teğmen Tansıkbayev sakın o akdoğan bakışlı
Tansıkbayev’in oğlu filan olm asın?" diye geçirdi aklın
dan.. "Yok canım, neden öyle olsun? Bu da nerden geldi
aklıma? Soyadı Tansıkbayev olan binlerce insan var.. O
olam az. O nun defteri çoktan dürüldü zaten. En iyisi ak
lımdan çıkarmalıyım onu.. EveL ne de olsa, yeryüzünde
bir gün geliyor, hak yerini buluyor, kimsenin yaptığı kö
tülük cezasız kalmıyor. H ak ve adalet var., ve dünya yok
olup gidinceye kadar da hep olacak...".
Yedigey bir kenara çekildi. Cebinden mendilini çı
karıp göğsüne taktığı savaş madalyalarını, nişanlarını ve
başarı şeritlerini parlatm aya başladı. Teğmen Tansıkba-
yev geldiği zaman bir bakışta gözüne çarpmalıydı.
-XII-
A k d o ğ a n bakışlı T ansıkbayev’le hesaplaşm aları şöy
le olm uştu:
1956 baharının sonunda, K um bel’de, dem iryolların
da çalışanların büyük bir toplantısı oldu. Bu toplantıya
çevredeki büyük küçük bütün istasyonlardan çağrılan iş
çiler katılmış, yalnız o gün işlerinin başında bulunm ak
zorunda olan nöbetçiler gelememişlerdi. Boranlı Yedi
gey o güne kadar birçok toplantılara katılmıştı am a bu
kadar kalabalık olanını hiç görmemişti ve bu toplantıyı
hiç unutm uyordu.
Toplantı, istasyonun büyük lokomotif onarım atelye-
sinde oldu. O koca atelye tıklım tıklım dolmuş, katılanla-
rm bazıları tavan kirişlerine tırm anıp orada oturm ak zo
runda kalmışlardı. Fakat asıl önemli olan, o güne kadar
duymaya alışmadıkları konuşm alardı. Konuşmacılar, Be
nci aleyhinde söylenm edik söz bırakm adılar. Bu kanlı cel
ladı nefretle, lanetle kötülediler ve mahkûm ettiler. Suç
layıcı konuşm alar akşama kadar sürdü. Kürsüye dem ir
yolcuların biri indi, biri çıktı. Dinleyicilerin hiçbiri kalkıp
gidemedi ve sonuna kadar mıhlanmış gibi kaldılar orada.
Binanın çatısı altında, bir orm anda olduğu gibi, uğul uğul
insan sesi vardı: Konuşanların, alkışlayanların coşkulu
sesleri. Yedigey, yakınında bulunan birinin tam Rus şive
siyle "Büyük fırtınayı haber veren deniz kabarması" dedi-
366 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
ğini işitti. G erçekten de öyleydi. Cephede büyük hücuma
geçmeden önce de yüreği öyle küt küt atardı heyecan
dan. Birden susadı, ağzı iyice kurum uştu. Am a o kalaba
lıktan nasıl çıkacaktı su içmek için? Çaresiz konuşm alara
ara verilmesini bekleyecekti. Konuşmalara ara verilince
yerinden kalktı, kalabalığı yara yara, atelyenin parti sek
reterliğine getirilen Ç ernov’un yanına gitti. Çernov,
Kumbel eski istasyon şefi ve parti üyesiydi. Şimdi de top
lantı başkanlık kurulunda bulunuyordu.
- Andrey Petroviç, dedi Yedigey, kürsü de ben de
konuşabilir miyim?
- İstiyorsan buyur konuş!
- Evet çok istiyorum, am a önce bir danışayım dedim.
Bizim istasyonda çalışan K uttubayev’i hatırlıyor m usun?
Abutalip Kuttubayev. İstasyona gelen m üfettişlerden bi
ri, Yugoslavya ile ilgili anılarını yazdı diye aleyhinde bir.
rapor düzenlemişti. Abutalip orada Partizanlarla birlikte
çarpışmıştı da.. Bu müfettiş, onun aleyhinde birçok şey
ler uydurdu ve sonra B eria’nın iki adam ı ile geldi, onu
alıp götürdüler. Kuttubayev bu yüzden ve hiç yere öldü.
H atırladın mı?
- Evet, evet, hatırlıyorum . Karısı onunla ilgili m ektu
bu almaya gelmişti.
- T am am , işte o. Sonra ailesi de B oranlı’dan ayrıldı.
Biraz evvel konuşm aları dinleyince aklıma geldi: Şimdi
Yugoslavya ile dostuz, aram ızda bir anlaşmazlık yok. Öy
leyse suçsuz insanlar ne diye acı çeksinler? A butalip’in
çocukları büyüdüler, artık okula gidecekler. Eğer üzerle
rine sıçratılan pislik temizlenm ezse, herkes onları kötü
tanıyacak. Oysa bugüne kadar yeterince acı çektiler, üs
telik babaları da yok artık. D aha fazla baskı altında yaşa
masın yavrucaklar...
- D ur bakalım Yedigey, bu konuda mı söz almak isti
yorsun?
- Evet, bu konuda.
GÜN CH.UR ASRA B E D E L /367
- O müfettişin adı, soyadı neydi?
- Şu anda hatırlamıyorum, ama öğreniriz, o günden
sonra onu hiç görmedim.
- Kimden öğrenebilirsin ki? Hem sonra raporu onun
verdiğine dair sağlam kanıtlar var mı elinde?
- E lbette o yazdı, başka kim yazacak?
- Bak dostum, böyle durum larda sağlam kanıt gere
kir. O raporu yazan ya o değilse? Ciddi bir konu bu. Bak
ne diyeceğim: Sen A lm a-A ta’ya bir m ektup yazıp bütün
bildiklerini anlat. M ektubu cumhuriyetin parti merkez
komitesine gönderirsin. Bu meseleye kısa zam anda bir
açıklık getirirler. Parti şu günlerde bu gibi olaylara büyük
önem veriyor. Kendin de görüyorsun zaten..
O gün toplantıda, herkesle birlikte Yedigey de "Ya
şasın partimiz! Partimizin tutum unu candan destekliyo
ruz" diye bağırm ıştı. Salonun dibinde birinin "E nternas
yonal" m arşını söylediği duyuldu. Y anındaki birkaç kişi
de ona katıldı, derken, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanla
rın marşı olarak bilinen bu marşı hepsi birden söylemeye
başladılar. Yedigey o güne kadar böyle büyük bir kalaba
lıkla ne bir türkü söylemişti ne de marş. Toprağın tuzunu
ve terini oluşturan kişilerden biriydi, onlarla beraberdi ve
onlarla acıyı da, sevinci de paylaştığının bilincindeydi. Ve
kendisini denizin dalgaları gibi kabarmış, coşmuş hissedi
yordu. Kalabalık marşı okumaya devam ederken yürek
ler coşmuş, büyük çoğunluğun mutluluğu için m ücadele
güçleri, cesaretleri artm ıştı. Yedigey, çok heyecanlandığı
zam anlarda olduğu gibi, bu defa da kendini A ral’ın sula
rında hissetti. H ür ufuklarda kanat açan, A ral'ın alabaş
ları (köpüklü dalgaları) üzerinde süzülen bir m artı idi
sanki.
Eve döndüğü zaman heyecanı, sevinci geçmemişti
daha. Çay içerken K um bel’deki toplantıyı bütün ayrıntı
ları ile anlattı U k u b ala’ya. Bu arada kendisinin de konuş
mak istediğini, buna karşılık parti sekreteri Ç ernov’un
568/G Ü N OLIJR ASRA BEDEL
önerisini de söyledi. Ukubala onu cankulağı ile dinliyor,
bir yandan da durm adan çay dolduruyordu. Yedigey ise
ara verm eden içiyordu çayları. U kubala buna şaştı ve gü
lümseyerek:
- Ne oldu sana? Bak bütün semaveri içtin! dedi.
- Haklısın Uku, toplantıda çok susamıştım. Heye
candan olsa gerek, am a o kalabalıkta kımıldamak, su
bulmak ne mümkün! Toplantıdan sonra içimdeki yangını
söndürm ek için bir yerden su bulup içeyim derken bizim
tarafa hareket etmek üzere olan bir yük katarı gördüm.
Makinistini de tanıyordum o trenin. Öz halkımızdan, Tö-
gerek-Tamlı Candost idi. Hem en bindim C andost'un ya
nma. O ndan biraz su alıp içtim am a içimdeki yangını
söndürm edi.
Ukubala kocasının çayım tazelerken:
- Bak ne diyeceğim, o ra d a A butalip’in çocuklarını
hatırlam an ve o işi konuşm an çok iyi olm uş. M adem ki
artık devir değişti, zulüm-işkence olm ayacak diyorsun, bu
yetim lerin acısı da dinm elidir biraz. O m ektubu hem en
yazmalısın. A m a m ektubun iyi bir şekilde yazılması, gön
derilmesi, sonra birinin onu okuyup meselenin üzerine
eğilmesi epey zam an alır. İyisi mi bir m ertlik daha yap,
A lm a-A ta’ya kendin git, her şeyi anlat yetkili kişilere..
- D em ek A lm a-A ta’ya gitm em in daha iyi olacağını
söylüyorsun? Yetkili kim ise ona benim anlatm am ı isti
yorsun?
- Neden olmasın? Ona anlatacağın şeyler çoktur
herhalde! Hem orada çok sevdiğin eski bir dostun var:
Yelizarov her defasında adres bırakıp seni çağırmıyor
mu? Sen yalnız gitmelisin, ben gelemem, çocukları bıra
kacak, onlara bakacak kimse yok çünkü. Hiç vakit kay
betm e, izin al ve git. Hem yıllardan beri de izin kullandı
ğın yok. Kullanmadığın izin günlerini toplaşan yıllar eder
vallahi. G it, A lm a-A ta’daki o büyük adam lara kendi ağ
zınla anlat olanları.
GÜN OLUR ASRA B E D E L /369
Yedigey karısının bu görüşüne, bu akıllı önerisine
şaştı doğrusu.
- H atun, çok doğru söylüyorsun, şimdi bu işi nasıl ya
pacağımızı bir düşünelim.
- Uzun uzun düşünüp vakit kaybetmeye gerek yok.
Ne kadar acele edersen o kadar iyi olur. A fanasi İvano-
viç (Yelizarov) yardım eder sana. Bu işin yolunu yorda
mını bilir o.
- Haklısın.
- Vakit kaybetme. H em oraya gitmişken ev için bazı
şeyler de alırsın. Kızlarımız büyüdü. S aule’nin so n b ah ar
da okula başlaması gerek. Bunu düşündün mü? Onu ya
tılı okula verecek miyiz? V erm eyecek miyiz? B unları d ü
şündün mü hiç?
- Düşündüm, düşündüm elbet.
Böyle dedi am â büyük kızının okula başlayacak ka
dar büyüdüğüne, artık okula gitmesi gerektiğine pek şa
şırdı. Bu şaşkınlığını belli etm em eye çalıştı.
Öyleyse, önce yetkililere gidip, yıllarca acısını çek
tiğimiz o üzücü olayı anlatırsın. Bu yetim lere, hiç olm az
sa babalarının temize çıkarılmasıyla bir yardım yapılm a
sını istersin. Bundan sonra vaktin kalırsa dükkânları do
laşıp kızlara ve bana bir şeyler alırsın, gerçi ben de artık
genç değilim am a yine de gerekiyor, diye hafifçe içini
çekti.
Yedigey başını kaldırıp karısına baktı ve kendi ken
dine: "Tuhaf, dedi, insan sürekli yanyana olunca bazı şey
leri farketmiyor, ya da birdenbire farkediyor". Karısı ar
tık genç değildi am a, yaşlı da sayılmazdı. Yine de gözle
rinde ışıldayan bilgeliği, saçlarına düşen ilk kırları g ö rü n
ce, ona karşı yeni, o güne kadar bilmediği bir şeyler duy
du. Şakağında aklaşan sadece üç-dört kıl vardı am a, yal
nız onlar bile o güne kadar neler gördüğünü, neler çekti
ğini anlatm aya yeterdi...
370 / C ÜN OLUR ASRA BEDEL
İki giin sonra Yedigey bir yolcu sıfatıyla K um bel’de
bulunuyordu. K um bel, A lm a-A ta’ya göre aksi yönde idi
ama yolcu trenine binebilm ek için oraya kadar gitmesi
gerekiyordu. H em sonra Y elizarov’a da bir telgraf çek
meliydi ve bunu da B oranlı’dan çekem ezdi.
Kum bel’de M oskova - A lm a-A ta trenine bindi. K u
şetli bir vagonda, üst ranzada idi yeri. Buraya eşyalarını
yerleştirdikten sonra koridora çıkıp pencere önünde di
kildi. Kendi köylerinden, durm adan ve inm eden bir yolcu
gibi geçecekti. Doğrusu, köyüne bakm adan geçemezdi ve
bu onu duygulandırıyordu. Sonra kuşetine uzanır, istedi
ği k adar dinlenirdi. Ö nünde kırk sekiz saatlik bir yol var
dı. Fakat ikinci gün iyice sıkılmaya başladı. Hiçbir şey
yapm am ak, hareketsizlik, onun için çekilmez bir şeydi.
Ayrıca bir sürü insanın durm adan tıkınmalarına ya da
uyuşuk uyuşuk yatm alarına da çok şaşıyor, bundan hiç
hoşlanm ıyordu.
Yine de, ilk günün ilk saatleri çok mutlu idi. Pence
renin önünde dikilip dışarısını seyrederken büyük bir he
yecan duruyordu. Başında bu yolculuk için K um bel’den
satın aldığı bir şapka, üzerinde tertem iz gömlek ve düğ
melerinin yarısı iliklenmiş uzun bir ceket vardı. Savaş za
manından kalma bu uzun ceketi ona Kazangap vermiş,
bu cekette madalya ve nişanlarının çok güzel duracağını,
dar paçalı pantolonu altında dana derisinden ince uzun
asker çizmesi de pek uyacağını söylemişti. Yedigey bu
çizmelerini az giyiyordu am a çok seviyordu. Bir erkeğin
yakışıklı ve ciddi görünm esi için güzel bir şapka ile güzel
bir çift çizmenin şart olduğuna da inanırdı. İşte o gün,
yeni şapkası da. güzel çizmeleri de vardı. Fakat zaman
ilerledikçe, evden ilk defa bu kadar uzun kalacağı aklına
geldikçe biraz kaygılanıyordu.
P encerenin yanında dikilip duran Y edigey’i koridor
dan gelip geçenler şöyle bir süzüyor, ona çarpmamaya
dikkat ediyorlardı. G erçekten de Yedigey giyimi, kuşamı,
GÜN OLUR ASRA B E D E L /371
gururlu duruşu ve yüzüne vuran heyecanı ile öbür yolcu
lardan farklı görünüyor ve bir saygı uyandırıyordu.
Tren, baharın yeşerttiği engin Sarı-Özek bozkırında
olanca hızıyla koşuyor, önünde kaçan ufuk çizgisini yaka
lamaya çalışıyordu. İleri bakınca, dünya iki şeyden ibaret
görünüyordu: Mavi gökyüzü ve sonsuz bozkır. Gökyüzü
ve bozkır uzakta bir noktada birleşiyor ve tren de bütün
hızıyla işte o noktaya kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşu
yordu.
Ve işte Boranlı topraklarına girdi tren. Yedigey bu
raları avucunun içi gibi bilirdi. Bütün taşlarını, bütün kö
şe bucaklarını biliyordu. Köye yaklaştıkça bıyık altından
gülümsemeye, sanki yıllarca uzak kalmış da o gün dönü-
yormuş gibi heyecan duymaya başladı.. İşte istasyon, on
ların istasyonu! Semafor, evcikler ve küçük küçük yapı
lar, istasyon deposu ve önünde yığılmış ray ve travers
ler... Bütün bunlar tren hızla geçerken, ıssız çölün orta
sından gelip dem iryoluna yapışmış gibi görünüyordu.
H atta Yedigey, kendi kızlarım da gördü. Kuşkusuz kızla
rı o gün batıdan doğuya geçen bütün yolcu trenlerini
gözlüyor, babalarını görm ek için sabırsızlanıyorlardı. Sa-
ule ve Şerafet, dikkat çekmek için oldukları yerde zıplı
yor, el-kol sallıyor, vagonlara bakıp neşeli neşeli gülüyor
lardı. Örgülü saçları da onlar zıçladıkça gülünç bir şekil
de oynuyor, gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Yedigey iradesi
dışında bir hareketle pencereye yapıştı, onlara el salladı,
tatlı sözler m ırıldandı. Ama tren hızla geçtiği için kızları
onu görememiş ya da tanıyamamışlardı. Olsun! Kızları
nın onu görm eye'çıkm aları büyük bir m utluluktu onun
için. Pencerenin cam ına bakarak gülümseyen, bir şeyler
mırıldanan bu adamın, kendi kızlarının, kendi evinin
önünden geçtiğini, yıllardır çalışıp istasyondan geçtiğini,
yolculardan hiçbiri bilemezdi. Hele istasyonun ötesinde,
bozkırda dolaşan sürünün arasında onun ünlü devesi Ka-
3T2 / GÜN Ol.U R ASRA BEDEL
ra n a r’m da bulunduğunu hiç bilem ezlerdi. O ise K ara
n a n tâ uzaktan görüp tamdı ve gözleri ışıldadı.
Boranlfdan birkaç durak daha uzaklaştıktan sonra,
Yedigey, kuşetine yatıp uyudu. Tekerleklerin m onoton
takırtıları ve yolcuların alçak sesle konuşm aları arasında
geçen tatlı bir uyku oldu bu.
Ertesi gün, öğleye doğru, Ç im kent’ten başlayıp Se-
mireçye eyaletine doğru uzanan Ala Tav (A ladağ)’ın, te
peleri göründü. Ne güzel, ne görkemli bir görünüm!
Gözlere ziyafet! Yedigey, demiryolu boyunca, Alma-
A ta ’ya kadar uzanan karlı tepeleri sıkılm adan hayran
hayran seyretti. Bozkır insanı için bu m anzara bir muci
ze, bir harika idi. Ala Tav (A ladağ)lar onu heybetleriyle
büyülüyor, ayni zam anda düşündürüyordu. Gözlerini
dağlardan ayırmadan tanımadığı yetkili kişilerle karşılaş
tığı zam an onlara ne söyleyeceğini düşünüyordu. Ş üphe
siz ona, geçmişteki hataların bir daha tekrarlanm ayacağı
nı söyleyeceklerdi. O nlara, A butalip'in ve ailesinin başla
rına gelenleri anlatm ak istiyordu bir an önce. Bu işi açık
lığa kavuşturm ak, haksızlığı telafi etm ek onlara düşüyor
du. Abutalip ölmüştü, onu geri getiremezlerdi ama, artık
çocuklarını kimse incitmemeli, onlar bir suçlunun çocuk
ları olarak görülmemeli, önlerinde hiçbir engel bulunm a
malıydı. Büyük oğlan Daul sonbaharda okula başlaya
caktı. Hiçbir şeyden bıkmadan, çekinmeden, gizleyecek
bir şeyi olm adan gitmeliydi okula. Nerdeydi bu çocuklar?
Nasıl geçiniyor, hangi zorluklarla karşılaşıyorlardı? Z ari
fe nasıldı?
Bunları hatırlayınca Y edigey’in yüreğini bir keder
kapladı. Oysa, bunca zaman geçtiğine göre, duyguları,
üzüntüleri biraz yatışmış olmalıydı. Zaten Zarife de artık
onu düşünm ekten vazgeçmesi için çekip gitmişti. Ama
Yedigey’in onu düşünm ekten vazgeçip vazgeçm ediğini,
ne derece düşünüp ne derece hatırladığını ancak Allah
bilirdi. Uzun süre kendini yatıştırmaya, kaderine razı
GÜN OLUR ASRA BEDEL 373
olup unutm aya çalışmıştı. Derdini kime açar, kime anla
tırdı? Anlatsa kim dinler, kim anlardı? Belki ancak başı
göklere değen şu dağlara anlatabilirdi derdini! Hayır, ha
yır, onlara da anlatam azdı. Onlar, insanların dertleriyle
ilgilenemeyecek kadar yüksek, yüce idiler. Hem bu hey
betli dağlar bunun için vardılar, bunun için yüceydiler.
İnsanlar doğarlar ve ölürlerdi, o yüce dağlar ise ebedî
idiler. Birçok insan onlara bakarak hayran kalacak, dü
şüncelere dalacak, onlar ise mutlak bir suskunluk içinde
hep öyle duracaklardı...
Yedigey bir şey daha hatırladı. Abutalip, "Rayma-
lı-Aga’nın kardeşi A bdilhan’a yalvarması" efsanesini, Ka-
zangap’ın ağzından dinleyip yazdıktan sonra ona şöyle
demişti: "Raymah-Aga ve Begimay gibi insanlar hayat
yolunda karşılaştıkları zaman, birbirlerine m utluluk ka
dar üzüntü de veriyorlar. Çünkü birbirlerini çıkışı olm a
yan, kurtuluşu olm ayan bir dram a sürüklüyorlardı. Bu
dramın .kaynağı da başka insanların onlar hakkında hü
küm vermesidir, bundan kurtulamamalarıdır. Rayma-
lı-Aga’nın yakınları d a sözde ona iyilik etm ek isterken en
büyük acıyı çektirmişler..." O zaman bu sözler Yedigey
için sadece akıllıca söylenmiş sözlerdi, çünkü bu sözler
deki derin anlamı anlayacak bir tecrübe geçirmemiş, böy
le bir acı çekm em işti. Yıldızlar yeryüzünden ne kadar
uzaktaysa, Yedigey ile Zarife arasındaki olay da, Rayma-
lı-Aga ile Begimay arasındaki olaya o kadar uzaktı, arala
rında bir şey geçmiş değildi. Yalnız Yedigey onu çok se
viyor ve çok düşünüyordu. Fakat Zarife, çıkmaza saplan
mamak, uçurum a düşm em ek için ilk darbeyi kendi üzeri
ne çekmişti. Kararını bıçakla kesip atar gibi vermiş ya da
tırnağı etten ayırmıştı. Ama bu kararım uygularken Ye-
digey’e ne acılar çektireceğini düşünm em iş, bunun Yedi-
gey’e neye m alolacağını kendisine sorm am ıştı. Yedigey o
kadar çok acı çekmişti ki ölm ediğine, sağ kalabildiğine
şükrediyordu şimdi. Ama, bugün bile bazen öyle özlem
374 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
acıları çekiyordu ki Z arife’yi görebilm ek için, bir kerecik
olsun sesini duyabilmek için dünyanın tâ öbür ucuna ko
şup gitmeye razıydı...
Yedigey, A bu talip’ten duyup öğrendiği bir şeyi daha
hatırlayınca gülüm sedi, A butalip, A lm anya’da yaşamış
Goethe adında çok büyük, çok ünlü bir şairden söz et
mişti. "Goetlıe" kelim esinin okunuşu K azakça’da pek hoş
bir anlam a gelmez, am a önem li olan bu değildi. Bu bü
yük Alman şairi yetmişinden sonra genç bir kıza âşık ol
muş, kız da sevmiş onu. Olayı herkes biliyormuş, yine de
kimse G o e th e ’yi bir ağaca bağlam am ış, kimse onu deli
yerine koymamış... B ir de R aym alı-A ga’ya yaptıklarına
bakın! İyilik ediyoruz diye onurunu kırmış, hayatını m ah
vetmiş, aşağılamışlardı onu... Zarife de kendine göre Y e
digey’in iyiliğini istem iş ve bu konuda vicdanının sesine
uym uştu. B unun için Z arife’yi suçlam ıyor, ona kızm ıyor
du. Z aten insan sevdiğine kızam azdı ki! D aha çok kendi
sini suçluyor, kendini kusurlu buluyordu. Sevdiği kadın
acı çekeceğine kendisi çcksindi. Bırakıp gitmiş olsa bile
onu hep sevgiyle anardı...
Y edigey’i yol boyunca m eşgul eden konular işte bun
lar olm uştu. Z arife’yi aşkla, A butalip ve yetim lerini de
acıma ile düşünm üştü...
T ren A lm a-A ta’ya iyice yaklaştığı sırada birden Yeli-
zarov’un bulunm am ası ihtim alini düşündü. Yelizarov Al-
m a-A ta’da değilse işi gerçekten çok zor olacaktı. Hay Al
lah! Niçin daha önce aklına gelmemişti bu? Ukubala da
unutm uştu bu ihtimali. H erhalde herkesin kendileri gibi
S arı-Ö zek’e saplanıp kaldıklarını ve oradan hiç ayrılm a
dıklarını sanıyorlardı! Oysa Yelizarov pekâlâ Alma-
A ta’da olm ayabilirdi. A kadem ide çalışıyor, her tarafa d a
vet ediliyordu. O nun gibi büyük bir adam ın işi de çok
olurdu elbet. Belki görevle ve uzun süre için bir yere git
mişti. O zam an ne yapardı Yedigey? Biraz kaygılandı,
ama düşününce büsbütün çaresiz kalmayacağını da anla
GÜN OI.UR ASRA BEDEL / 375
dı. A lm a-A ta’da çıkan gazetelerden birine giderdi. H e r
gazetede idare yerinin adresi de vardı nasıl olsa. G azete
yi çıkaranlar ona yardım cı olabilirlerdi. N ereye gideceği
ni, kime başvuracağım söylerlerdi. G azeteciler de bil
mezse kim bilirdi bu tür işleri? Konuyu evde konuşurlar
ken mesele ne kadar kolay görünm üştü? Ama yolun so
nuna yaklaştıkça bir kaygıdır aldı Yedigey’i. Bir atasözü
vardır; "Kötü avcı ancak evinde, durduğu yerde avlanır"
der. Yedigey de işte o kötü avcı durum una düşm üştü. Şu
farkla ki o, çok iyi tanıdığı Y elizarov’a güveniyordu. Bu
eski dostu onu B oranlı’da sık sık ziyaret etm işti ve A bu
talip Kuttubayev olayını da biliyordu. Hem Yelizarov d a
ha ağzını açar açm az anlardı Yedigey’in anlatm ak iste
diklerini. Am a o yoksa, konuyu başkalarına nasıl anlata
caktı? M ahkem ede olduğu gibi ifadesini mi alacaklardı?
Bir rapor mu vermesi gerekecekti? Hem bakalım onu
dinleyecekler miydi? Kimdi, kimin nesiydi? A butalip
K uttubayev’in nesi oluyordu? K ardeşi mi, kayınbiraderi
mi, uzak-yakın bir akrabası mı?
T ren A lm a-A ta’nın k enar m ahallelerine gelmiş, yol
cular eşyalarını indirip koridora çıkarmış, kapıya yaklaş
maya başlamışlardı bile. Yedigey de hazırdı. Nihayet bü
yük istasyona geldiler. Peron, inenleri karşılamaya, bine
cekleri uğurlamaya gelenlerle hıncahınç doluydu. Tren
iyice yavaşlayınca Yedigey birden çocuk gibi sevindi.
Ç ünkü o kalabalıkta Y elizarov’u görüp tanım ıştı. Sevgili
eski dostu şapkasını çıkarıp "hoşgeldin" anlam ında sallı
yor, onun bulunduğu vagona doğru yürüyordu. Yeliza-
rov’un onu karşılam aya geleceğini pek üm it etm eyen Y e
digey, "çok şanslıyım" diye geçiriyordu aklından. Birbirle
rini geçen sonbahardan beri görmemişlerdi ve bu da
uzun bir süre sayılırdı.
Yaşına rağmen Afanasi İvanoviç Yelizarov değişm e
mişti. H er zamanki gibi zayıf, çevik, hareketliydi. Kazan-
gap ona bu yüzden "Arganıak" yani "cins yarış atı" lâkabı
376 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
nı takmıştı ve "Argamak Afanasi" diye hitap ederdi. Yeli
zarov bunun bir iltifat olduğunu bilir, gülümseyerek "Ka-
zangap, nasıl hoşuna giderse öyle de! Gerçi ben biraz
yaşlı argam akım am a, yine de ‘argam ak’ olm ak iyi bir
şey, sağ ol" derdi.
Yelizarov S arı-Ö zek’e geldiği zam anlar genellikle iş
elbisesini, sun’i deriden yapılmış çizm elerini ve eski kas
ketini giyerdi. Am a onu karşılamaya geldiği o gün koyu
renkli güzel bir elbise giymiş, kıravat takmıştı. Elbisesi
ağarmış saçlarıyla da uyum sağlıyordu.
Afanasi İvanoviç, tren duruncaya kadar Yedigey’in
bulunduğu vagonla öne doğru yürüdü. Ona bakıp bakıp
gülümsüyordu. Aklaşmış kirpikleri ve ela gözleri pırıl pı
rıl parlıyor, dostunu görm ekten duyduğu sevinci belli
ediyordu. Y edigey’in kaygıları, şüpheleri bir anda uçup
gitti. Yüreği heyecanla, sevinçle çarpmaya başladı. "Sonü
da çok iyi olur inşallah" diye düşünüyordu.
- Vay dostum vay! Sen de gelirm işsin dem ek! M er
haba Yedigey, hoşgeldin aziz dostum, lıoşgeldin Boranlı
dostum benim!.
İki eski dost, sevinçle, hasretle kucaklaştılar. Sevinç
ten ve kaynaşan kalabalıktan Y edigey’in biraz başı d ö n
dü. Peronlardan çıkıp istasyon önündeki meydana geldi
ler ve Yelizarov, Y edigey’i soru yağm uruna tuttu. Kazan-
g ap’ı, U kubala’yı, Bikey’i, çocukları, yeni istasyon şefinin
kim olduğunu, herkesi tek tek sordu. H atta K aranar’dan
bile söz etti:
- Peki, senin K aranar ne yapıyor? dedi gülerek, yine
öyle güçlü kuvvetli mi? Yine arslanlar gibi kükrüyor mu?
- H ep öyle, kudurup duruyor, bar bar bağırıyor, ge
zip tozuyor keyfince. S arı-Ö zek’te yer mi yok? D aha ne
isteyecek?
Büyük, güzel bir otomobilin yanına gelip durdular.
Y epyeni, pınl pırıl, siyah bir otom obildi bu. 1950Tİ yılla
GÜN OLl.'R ASRA BEDEL t İTİ
rın en güzel arabası olan Z.I.M .. Yedigey o güne kadar
böylesini hiç görmemişti.
Yelizarov bu arabanın ön kapısını açarak:
- İşte benim K a ran ar’ım, dedi, geç otur.
- İyi am a kim sürecek bu arabayı?
- Ben tabiî, dedi Yelizarov direksiyona yapışarak. İh
tiyarlık çağım da kendim e bir iyilik yapayım dedim . Böy-
lece A m erikalılara imrenmeyiz!
Yelizarov kendinden emin insanların tavrıyla kon-
takt anahtarını çevirdi ve arabayı hareket ettirm eden ön
ce gülerek sordu:
- Vay dostum vay! N ihayet gelebildin A lnıa-A ta’ya.
H er şeyi anlat bana, çok kalacak mısın burada?
- D urum a bağlı, iş için geldim buraya A fanasi Ivano-
viç. A m a önce sizin görüşlerinizi, tavsiyelerinizi almam
gerek.
- Tabiî... Tabiî, işin düşmezse o bozkırdan kimse çe
kip alamazdı seni! Pekâlâ Yedigey. Şimdi dosdoğru bize
gidiyoruz. Bizde kalacaksın. PIiç itiraz istem em , sakın
otel m otel gibi şeyler getirm e aklına. Benim özel konu-
ğumsun! Sarı-Ö zek’te ben nasıl senin özel konuğun ol
muşsam, burada da öyle, sen benim konuğum olacaksın.
Ee, K azakça’da ne diyordunuz: "Saydın sayı bar", anlam ı
"saygıya saygı var" değil mi?
- Evet, aşağı yukarı öyle.
- Tam am öyleyse, karar verilmiştir. Hem beni yalnız
lıktan da kurtarm ış olacaksın. Karım Julya M oskova’ya
oğlumuzun yanına gitti. İkinci torunum uz dünyaya geldi
de, sevincinden fazla bekleyemedi.
- D em ek ikinci defa büyük baba oluyorsunuz, kutla
rım sizi!
Yelizarov buna kendisi de şaşmış gibi om uz silkti:
- Evet ya, bunun ne dem ek olduğunu vakti gelince
sen de anlarsın! Tabiî daha gençsin, vaktin çok. Ben se
nin yaşındayken elim işte gözüm oynaşta idi hep. Am a,
378 / GÜN O l.U R ASRA BEDl:l.
tuhaftır, aramızdaki yaş farkına rağmen birbirimizi çok
iyi anlıyor, anlaşıyoruz. Pekâlâ, haydi yola koyulalım şim
di. Bir baştan öbür başa şehri geçip tâ karşı yamaca tır
manacağız. Şu karlı dağları görüyor musun? İşte o dağla
rın eteğindeki M edeo'ya gideceğiz.. Sanırım sana, şehrin
çıkışında köy gibi bir yerde oturduğum uzu söylemiştim.
- Hatırlıyorum Afaııasi İvanoviç, evinizin küçük bir
derenin kıyısında olduğunu, her zaman derenin şarıltısını
duyduğunuzu söylemiştiniz.
- Bunu şimdi gözlerinle göreceksin. Gidelim! K aran
lık basm adan şehre iyice bak. İlkbaharda çok güzel olur,
her taraf rengârenk çiçeklenir.
Şehrin bir başından öbür başına dimdik uzanan yol.
kavakların, parkların arasından geçip yukarılara doğru
çıkıyordu. Yelizarov arabayı yavaş sürüyor ve önemli yer
leri gösteriyordu Yedigey’e. Resm î binaları, m ağazalarî
ve konutları işaret ederek, bunların son yıllarda arttığını
da söylüyordu. Şehrin ortasına gelince, büyük bir meyda
nın ortasında duran görkemli binayı hem en tanıdı. R e
sim lerini çok görm üştü o binanın. H üküm et konağı idi
orası. Yelizarov da tam o sırada ayni binayı göstererek:
- İşte M erkezî Komite orada, dedi.
Bu binanın yanından geçtiler. Ama bir gün sonra
oraya geleceklerini ikisi de bilmiyordu. O radan sola sap
tıkları zaman, Yedigey, yine resim lerinden, Kazak O pe
rası binasını da tanıdı. S onra evlerin iki blok ötesinde yi
ne dağlara, M edeo’ya doğru uzanan yola girdiler. Şehir
merkezini geride bırakarak, özel şahıslara ait bahçeli ev
lerin, sulama arklarının arasından ilerlediler. Arkların
suyu o karşıki dağlardan geliyordu. İki yanda uzanan
bahçeler çiçeklerle doluydu.
- Ne kadar güzel! dedi Yedigey.
- Bu mevsimde gelmiş olm ana seviniyorum. Al-
m a-A ta’nın en güzel olduğu günlerdir bu günler. Kışı da
GÜN OLUR ASRA BEDEL .'379
pek fena sayılmaz ama ilkbaharda insanın yüreği coşku
larla doluyor, ruhu kanatlanıyor!
- Bu da sizin m utlu olduğunuzu gösterir, dedi Yedi
gey-
Eski dostunun öyle olmasına sevinmişti. Yelizarov
ona iri ela gözleriyle şöyle bir baktı, bir anda ciddileşti,
ama hemen ardından, gülümseyerek, yüzünde tatlı kırı
şıklıklar oluşturdu.
- Bu bahar başka bahar, söylediğim o coşku başka
coşkudur Yedigey. Hayat değişmelerle, yenilenm elerle
doludur. H er değişim öm rün geçip gittiğini gösterse de,
hayata anlam kazandırır ve insan yaşamak ister. Senin de
başına gelm edi mi, insan hastalanır ve sonra iyileşir, iyi
leşince hayatın değerini daha iyi anlar, ondan yeni bir tad
alır.
Yedigey içtenlikle cevap verdi:
- Böyle bir şeyi pek hatırlamıyorum, ama o beyin ra
hatsızlığından sonra...
- Sen bir boğa kadar güçlüsün Yedigey, benim söyle
mek istediğim başka. Bu yenilik için bu bah ar ilk adımı
P arti’nin kendisi attı. Beni m utlu eden, coşturan yenilik
budur.
Şahsen bir çıkarım olmayacak ama böyle bir değiş
me beni um utlandırıyor. Tıpkı gençliğimde olduğu gibi
um ut doluyum. Belki ihtiyarladığım için böyle düşünüyo
rum. Ne dersin?
- Ben de buraya tam işte bu yenileşm e olayı ile ilgili
olarak geldim Afanasi İvanoviç.
Yelizarov aldığı cevabı pek anlayamadı:
- Niçin, nasıl yani?
- A butalip K uttubayev’i hatırlıyor m usun? O ndan si
ze söz etmiştim.
- Tabiî, çok iyi hatırlıyorum . D em ek o işi kökünden
halletmeye kararlısın? Dem ek buraya onun için geldin?
Çok iyi, kutlarım seni!
3S0 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
- Beni değil, U kubala’yı kutlayın. Fikri veren o. Y al
nız bu iş için ne yapacağım ı, nereye başvuracağım ı bile
miyorum.
- Bu işi enine boyuna konuşuruz seninle. Evde çayı
mızı içerken rahat rahat düşünür, bir karara varırız.
Sustular. Biraz sonra Yelizarov şu pek anlamlı sözle
ri söyledi:
- G örüyor musun Yedigey zaman nasıl değişiyor?
D aha üç yıl önce bu m esele için buraya gelmeyi aklına
bile getiremezdin. A m a bugün korkm adan konuya eğili
yor ve buraya geliyorsun. Doğrusu, olması gereken de
budur. İstisnasız herkes adalete güvenmeli, ondan yarar
lanmalıdır. Hiç kimseye ayrıcalık, üstünlük tanım am alı
dır. Ben böyle düşünüyorum.
- Siz b u rad a h er şeyi daha iyi görüyorsunuz ve o k u
muş bir insan olduğunuz için de bizden daha iyi anlıyor
sunuz.
Bu konuyu D em iryolcular T oplantısı’nda biz de ta r
tıştık. O zam an ben hem en A butalip’i hatırladım . Çünkü
o olay yüreğim de dinm eyen bir sızı idi, kapanm ayan bir
yara.. Konuyu o toplantı sırasında ortaya atm ak istedim
am a, m esele sadece A butalip’in haksızlığa uğradığını o r
taya çıkarm ak değildi. A butalip’in büyüm ekte olan ço
cukları var, büyüğü bu sonbaharda okula başlayacak...
- Peki, şimdi nerde yaşıyor bu aile?
- Bilmiyorum Afanasi İvanoviç. Ü ç yıl önce göç etti
ler ve o zamandan beri bir haber alamıyoruz.
- Orası pek önemli değil, nerede olduklarını nasıl ol
sa öğreniriz. Şimdi önem li olan, hukukçuların deyimi ile;
Abutalip dosyasını yeniden ele almaktır.
- Evet, tam öyle, durum u anlatan, açıklayan kelimeyi
hem en buldunuz. Ben de buraya, sizinle bunu konuşup
tartışmaya geldim.
- Sanırım boş yere gelmiş olmayacaksın dostum.
GÜN OLUR ASRA BEDEL/381
Yedigey döndükten üç hafta sonra, adresine bir res
mî yazı geldi. Ak kâğıda dökülen o kara yazıda, hakkında
soruşturm a açılan ve soruşturm a sırasında ölen eski de
miryolu işçisi A butalip K uttubayev’in, eylem lerinde hiç
bir suç unsuru bulunmadığı, tam amen suçsuzluğuna ka
rar verildiği, aklandığı söyleniyordu. Ayrıca bu beraat ya
zısının, mağdurun çalıştığı yerde topluluk içinde okun
ması da tavsiye ediliyordu. Yedigey bu resm î yazıyla he
m en hem en ayni gün Y elizarov’dan da bir m ektup aldı.
Yedigey için öyle değerli bir m ektup idi ki bu, onu, ço
cuklarının doğum belgeleri, cephede kazandığı kahra
manlık madalyası, yaralandığı için aldığı nişanlar, işinde
ki başarısından dolayı aldığı belgeler arasında sakladı...
Afanasi İvanoviç Yelizarov bu uzun m ektubunda,
Y edigey’in dostu A b u talip ’in dosyasının bu kadar çabuk
ele alınmasından, sonra da beraat etmesinden duyduğu
sevinci belirtiyor, b unun iyi bir dönem e girildiğinin işare
ti olduğunu, kendim izin yine kendimize karşı bir zafer
kazandığımızı yazıyordu.
Yelizarov bu m ektubunda, Yedigey’in A lm a-A ta’
dan gidişinden sonra, beraber gittikleri o resmî dairelere
bir daha uğradığını ve önem li şeyler öğrendiğini de yazı
yordu. Ö ğrendiği önem li şeylerin ilki, A butalip’i tu tu k la
tan Tansıkbayev adlı sorgu yargıcının görevden alınması
idi. Bütün yetkileri kaldırılmış, rütbesi indirilmiş, nişan
ve madalyaları alınmıştı. Hakkında kovuşturma da açıl
mıştı. İkinci önem li şey, A butalip K uttubayev’in ailesinin
P avlodar’a (am an T anrım ne kadar uzak bir yer!) yerleş
tiğiydi. Zarife orada öğretm enlik yapıyormuş. M edeni
hâline gelince: Yeniden evlenmiş. Oturduğu yerden ge
len resmî yazıda veriliyormuş bu bilgiler. Yelizarov, m ek
tubunda, A butalip’i ihbar edenin Yedigey'in kuşkulandı
3821GÜN OLUR ASRA BEDEL
ğı o m üfettiş olduğunu da söylüyordu. A butalip’in dosya
sı incelenirken onun yazdığı raporu bulm uşlar...
Yedigey m ektubuna şöyle devanı ediyordu: "... Bu
adamın böyle ağır bir suç işlemesine sebep ne olabilir?
Onu tahrik eden nedir? Senin bana anlattıklarını ve ben
zer olayları hatırlayarak bu konuda çok düşündüm ve bu
som lara bir cevap aradım . O nun niçin böyle davrandığını
anlam aya çalıştım. F akat yazık ki tatm in edici bir cevap
bulam adım . A b u talip ’ten böylesine nefret etm esine, hiç
tanımadığı bu adam a kin beslem esine sebep ne? Belki de
bu, tarihin bazı dönem lerinde insanlara musallat olan bir
hastalık, bir salgındır. Belki de, her insanın içinde bulu
nan gizli bir kıskançlık duygusunun, bir hırsın, onu gizli
gizli kemirmesi ve böylesine korkunç bir suça ilmesidir.
Am a, anlam ıyorum , A butalip’in nesi, hangi özelliği onda
böyle bir kıskançlık duygusunu uyandırmış olabilir? Bu
nu bir türlü çözemiyorum. Bir insanı iftira ile lekelemek,
karalamak meselesine gelince, bu, dünyanın kendisi ka
dar eski bir usuldür. Bu konuyu burada bulunduğun gün
lerde çok tartıştık. Bir zam anlar bir insana ‘dinsizdir’ di
ye kara çaldın mı, onu B uhara pazarında taşa tutarak öl
d ürür, ya da A vrupa’da, diri diri yakarlardı. Şimdi, A bu
talip’in dosyası tek rar incelenip gerçeklerin ortaya çık
m asından sonra bir kere d ah a ve kesin olarak inandım ki,
insanoğlunun kıskançlık, başkalarını çekememe hastalı
ğından kurtulması, daha çok zaman alacaktır. Bu zam a
nın ne kadar uzun olacağını bilem em am a, yeryüzünde
kötülüklerin, ağır haksızlıkların sürekli gizli kalam ayaca
ğını, adaletin, gerçeğin yok edilemeyeceğini bilmek beni
rahatlatıyor ve sevinmem için yetiyor.. G erçek ve hak, bir
defa daha galip geldi. Şüphesiz bu zaferin bedeli çok ağır
oldu, ama zafer kazanıldı. Dünya durdukça da bu böyle
olacaktır! Hiçbir çıkarın olmadığı halde, Yedigey, hakkı
savunduğun, gerçeği ortaya çıkardığın için, m utluluk du
yuyor ve seni kutluyorum...".
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 383
Yedigey bu mektubun etkisinden günlerce kurtula
madı. Yine bu m ektuptan sonra kendisinde bir değişme,
içinde bir duruluk ve aydınlanma hissederek, buna pek
şaştı. Ve, hayatında ilk defa, büyük adım larla yaklaşan
ihtiyarlık çağına hazırlanması gerektiğini düşündü...
Yelizarov’un m ektubu, Y edigey’in hayatını, m ektup
tan önce ve sonra olm ak üzere, ikiye ayıran bir sınır oldu.
M ektuptan önceki dönem , ya da o zamana kadarki dü
şünceleri, kayıkla denize açılınca uzaklaşan kıyılar gibi,
sisler içinde kaybolup gidiyordu. M ektuptan sonraki ha
yatı ise, günden güne sakinleşen bir akışla devam ediyor
du. Bu akışın sonsuz olmadığı ama uzun bir süre devanı
edeceği belliydi. Y ine bu m ektuptan öğrendiği ve onu en
çok sarsan bir haber de, Zarife'ıün tekrar evlenmiş olm a
sıydı. Bu haber onun eski acılarını depreştirdi, üzdü.
Ama daha fazla üzülmesini, allak-bullak olmasını önle
yen şey, Z arife’nin evlenmiş olabileceğini önceden d ü
şünm esi, bunun içine doğm uş olm ası idi. Z arife’nin ve
çocuklarının nerede bulunduklarını, nasıl yaşadıklarını
bilmese de, onun yeniden evlendiğinden emindi. Bunları,
trenle A lm a-A ta’dan B oranlı’ya dönerken düşünm üş,
üzülmüştü. Nerden gelmişti aklına böyle bir düşünce?
Bunu bilemiyordu. Oysa trene binip hareket ederken hiç
de üzüntülü değildi, aksine çok neşeliydi. Morali yüksel
miş, um udu artm ıştı. Ç ünkü Y elizarov’la birlikte gittikle
ri her yerde güleryüzle, anlayışla karşılanm ışlar, bu da
onun doğru yolda oldukları inancını ve iyi bir sonuç ala
cakları um udunu arttırm ıştı. Bunda yanılmadığım sonra
dan anlayacaktı.
Yedigey A lm a-A ta’dan ayrılacağı gün Yelizarov onu
öğle yemeği için gar lokantasına götürm üştü. Trenin kal
kış saatine epeyce vakit olduğu için burada yeyip içerek
ve içlerini dökerek saatlerce oturm uşlardı. Birbirlerinden
ayrılm adan önce, Yedigey, Y elizarov’un başkalarına hiç
açmadığı güçlü düşüncelerini ona açtığını anlamıştı. Eski
384 /G Ü N OLUK ASRA BEDEL
bir Moskovalı komsomol (K om ünist Gençlik Birliği üye
si) olan Afanasi İvanoviç Yelizarov, 1920'Ierde, basnıaç-
lara karşı vuruşm ak için T ü rk istan ’a gelmiş sonra da bu
ralara yerleşip kalmış ve kendisini jeoloji (yerbilim) çalış
m alarına vermişti. Gençliğinde Ekim devrimine inanmış,
ona ümit bağlamış, ama yapılan yanlışların, beceriksizli
ğin bedelini çok pahalı ödem işler am a denenm em iş bir
yolda başlattıkları o hareket yine de durmamış, tarihin
özü, anlamı da bu akışta imiş zaten. Yine Y elizarov'un
dediklerine göre bu hareket şimdi yeni bir güç kazanmış,
yeni bir safhaya gelmiş ki bunun da güvencesi toplum un
kendi kendini düzeltm esi, tem izlem esi imiş. "Şimdi bu
konuyu açıkça konuşabilir hâle gelmiş olmamız da göste
riyor ki iyi bir yola girm iş bulunuyoruz, dem ek ki gelecek
için yeter gücüm üz var" dem işti Yelizarov. Evet, o gün
yemek yerken hep bu konular üzerinde sohbet etmişler
di.
Boranlı Yedigey onu S arı-Ö zek’e götürecek trene
bindiği zaman işte bu haldeydi: Neşeli, umutlu, mutlu.
Dönüş yolunda Yediçay (Semireçye) ovası boyunca
uzanan karlı, heybetli Ala T a v la n bir kere daha seyre
koyuldu. Ve onları seyrederken A lm a-A ta’da geçen gün
lerini düşünmeye başladı. Ve işte tam o sırada içinden
gelen bir ses Z a rife ’nin yeniden evlendiğini söyledi ona.
Yedigey, heybetli karlı dağlara, dağların berisinde
uzanan ve bahar yeşiline bürünen düzlüklere bakarken,
bu dünyada Yelizarov gibi özü sözü doğru kişilerin bu
lunduğunu, onlar olmasa hayatın daha da güçleşeceğini
düşündü. A butalip’in işi için her şeyi yapmış, her kapıyı
vurm uşlardı ve iyi de karşılanm ışlardı. A m a yine de, ça
buk geçen, çabuk değişen, kısa ve oynak zamana güveni
lip güvenilemeyeceğini de aklına getirmiyor değildi.
Abutalip sağ olsaydı, iftiralardan, aslı olmayan suçlam a
lardan kurtulur, belki çoluğu çocuğu ile mutlu bir hayat
yaşamağa devam ederdi. Sağ olsaydı!.. Bu söz çok şeyi
GÜN OLUR ASRA B E D E L /385
anlatıyordu.. Eğer sağ olsaydı, hiç şüphesiz Zarife onu
son gününe kadar beklerdi. O nun gibi bir kadın her şeye
göğüs gerer, ne pahasına olursa olsun beklerdi kocasını.
Ama, bekleyecek kimsesi olmayan yalnız bir kadın niçin
evlenmesin? Genç bir kadın öm rünü niçin yapayalnız ge
çirsin? Karşısına iyi biri, uygun biri çıkarsa evlenirdi el
bet! İşte bu düşünce Y edigey’i pek sarstı. Bunu düşün
m em ek için aklına başka şeyleri getirm eye, başka şeyler
le meşgul olmaya çalıştıysa da bunu pek başaram adı. Bu
nun üzerine kalkıp lokantalı vagona gitti.
Yolun henüz başlangıcı olduğu için vagon-resto-
randa kimseler yoktu ve bu yüzden havası sigara dum a
nıyla bozulm am ıştı, m asalar da tertem izdi. Pencere ke
narında bir yere tek başına olurdu ve oyalanmak için bir
şişe bira getirtti. B urada otururken de seyredebiliyordu
dağları, bozkırı ve gökyüzünü. Bir yanda göklere yükse
len karlı dağlar, bir yanda ve gözlerinin önünden kayıp
geçen çiçekli ve yeşil düzlükler, onun derdini yine dep
reştirdi, yine kuruntulara, hüzün dolu bir umutsuzluğa
kaptırdı kendini. Y ürek acısını giderecekmiş gibi çok iç
mek istedi ve bu defa bir şişe votka getirtti. Birkaç kadeh
içtiği halde ne acısı dindi ne de sarhoş oldu. Bunun üze
rine bir şişe bira daha ısmarladı. Birayı içerken de düşün
celere daldı gitti.
Epeyce vakit geçmemişti ve akşam karanlığı çökmek
üzereydi. O bahar akşamının saydam havasında, dem ir
yolunun iki yanında to p rak hızla akıp gidiyordu gerilere
doğru. Köyler, bağlar, yollar, insanlar, hayvan sürüleri
Yedigey’in gözleri önünden hızla geçip gidiyorlardı. F a
kat bunların hiçbiri onu pek fazla ilgilendirmiyordu. G it
tikçe artan iç acısı, geçmişin kapanıp gittiğini ve bir daha
yakalanamayacağını da hissettiriyor, bu da ayrı bir üzün
tü veriyordu ona.
R aym alı-A ga’nm veda sözlerini bir kere daha h atır
ladı:
386 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
Kara kara dağlardan göç inende,
Morlu morlu dağlardan göç inende
Panayırda beni bekleme Begimay..."
Ve Yedigey, kendisini kayın ağacına bağlanmış, aşa
ğılanmış, m ahvedilm iş R aym alı-A ga’nın yerinde hisset
ti...
Lokantalı vagonda dışarısı iyice kararm caya kadar
oturdu. Z aten içerisi iyice dolm uş ve sigara dum anından
soluk alınmaz olmuştu. Yedigey öbür yolcuların neden
böyle kayıtsız, kaygısız olduklarına, ipe sapa gelmez lâf
larla niçin bağıra bağıra konuştuklarına, bu kadar çok iç
ki ve sigara içm elerine şaşıp kalıyordu. O lokantalı vago
na erkeklerle gelen kadınlar da hiç hoşuna gitmiyordu.
Bunların yüksek sesle arsız arsız gülüşleri çileden çıkarı
yordu onu.
Oturduğu yerden sendeleye sendeleye kalktı, elinde
tepsiyle gürültülü masalar arasında dolaşan garsonu bu
lup hesabı ödedi, kendi kom partım anına doğru yürüdü
ve yerine ulaşıncaya kadar, trenle birlikte iki yana sahana
sahana birçok vagon geçti. Bu arada kendini daha m ut
suz, talihsiz, yapayalnız hissediyordu.
Niçin yaşamalıydı bu dünyada, ne işi vardı onun bu
tren yolculuğunda?
N ereden gelip nereye gittiği, niçin gittiği, gecenin
karanlığında hızla ilerleyen bu trenin nereye ulaşmak is
tediği pek ilgilendirmiyordu onu. Sahanlıklardan birinde
durdu, yanan alnını kapının serin camına dayadı, sağa so
la bakm adan, gelip geçen yolculara aldırm adan öylece
bekledi.
Tren, ırgalana ırgalana yoluna devam ediyordu. Y e
digey isteseydi o kilitli kapıyı kolayca açardı. Çünkü bü
tün dem iryolcularda olduğu gibi onun cebinde de bu ka
pıyı açacak bir anahtar vardı... Kapıyı açar ve adımını atı-
verirdi... Bozkırın karanlıklarında, tâ uzaklarda bir yerde,
CON O I.IR ASRA BEDEL / 3S7
iki ışık gördü. O na gel! gel! diyorlardı sanki. Uzun süre
gözden kaybolmadı bu ışıklar. T enhada tek başına bulu
nan bir evin iki penceresi miydi bunlar, yoksa çoban ateşi
mi? M utlaka birileri vardı orada! Kimdi onlar? O tenha
yerlerde ne işleri vardı? Zarife ve çocukları olabilir miy
di? Eğer onlarsa, trenden atlar, bir solukta yanlarına ko
şar, Z arife’nin ayaklarına kapanır, yüreğinde biriken acı
ları, üzüntüleri dışa akıtarak, hiçbir utanç duym adan
hüngür hüngür ağlardı...
Uzaklaştıkça silinm ekte, kaybolmakta olan iki ışığa
gözlerini diken Yedigey hıçkırıklarını boğarak sessiz ses
siz ağlamaya koyuldu. Y anan aim kapının camına dayalı
idi, gelip geçen gürültülü yolculara aldırmıyordu. Yüzü
gözü ıpıslaktı... İsteseydi kapıyı açar ve atlayıverirdi...
Tren, iki yana saliana sallana ve hızla ilerliyordu.
"... Kara kara dağlardan göç inende
Morlu morlu dağlardan göç inende
Panayırda beni bekleme Begimay..."
*
**
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğu
ya gider gelir., gider gelirdi.
Bu yerlerde demiryolunun lıer iki yanında ıssız,
engin, san kum lu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar gi
derdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridye
ninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryolu
na göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gelir
gider., gelir giderdi..
38* 'G Ü N OLUR ASRA BEDEL
Akkuyruklu iri çaylak çevreyi gözetlem ek için Mala-
kum dıçap vadisinden havalandı. Kendi av bölgesini iki
defa gözden geçirirdi: Biri öğleden evvel, İkincisi öğleden
sonra.
Sarı-Özek üzerinde süzülen çaylak aşağıya dikkatle
bakıyor, sürünen pislik böceklerinden çevik hareketli
kertenkelelere kadar hiçbir canlıyı gözden kaçırmıyor,
daha geniş bir açıdan bakm ak için arada bir kanat çırpa
rak hafif hafif yükseliyordu. Böylece, çem berler çize çize,
asıl avlanma alanı olan yasak bölgeye yaklaştı. O geniş
alana, dikenli tellerle çevrildikten sonra tilkiler ve öteki
dört ayaklı etçil hayvanlar giremiyordu. Bu yüzden de
orada uçan ve sürünen pek çok yiyecek vardı onun için.
Tel örgüler çaylağa engel olam azdı. Bu dikenli çitlerin
ona zararı değil yararı olmuştu. Bununla beraber, o di
kenli tellere pek sokulmaması gerektiğini de anlamış bu
lunuyordu. İki gün önce, tepeden aşağısını süzerken bir
tavşan yavrusu görm üş ve hem en ok gibi dalmıştı hayva
nın üzerine. Yavru tavşan yakınında bulunan tel örgünün
altına kaçmıştı ve çaylak onu yakalayım derken az daha
tam göğsünden telin dikenine saplanacaktı. Son anda du
rumu farkedip var gücüyle kanat çırparak kendini frenle-
rnişti ama yine de göğsünden birkaç tüy telin dikenine ta
kılıp kalmıştı. O zam andan beri dikenli tellere sokulm u
yordu.
İşte şimdi yine bu yerlerin ve göklerin hakimi olarak,
kanat çırpmadan süzgün süzgün dolanıyor, yerdeki sü
rüngenlerin dikkatini çekmemeye çalışıyordu. Bu sabah,
ilk gözetlem e uçuşunda, uzay alanındaki asfalt düzlükler
de, insanların, makinelerin telaşlı telaşlı gidip geldikleri
ni gözlemişti. A rabalar hızlı hızlı gidip geliyor ve daha
çok roketlerin çevresinde dolanıyorlardı. Bu roketler
uzun zamandan beri, platform ların biraz açığında, bu
runları gökyüzüne dönük duruyorlardı. Çaylak bunları
GÜN OLUR ASRA BEDF.L / 3S9
görmeye alışmıştı. Ama bugün olağandışı bir hareket
vardı burada. İnsanlar da, arabalar da çoktu ve bunlar
hep hareket halindeydiler...
Akkuyruklu çaylak, deveye binmiş bir adamla onun
peşinden gelen gürültülü iki aracın, uzun kızıl tüylü bir
köpeğin bozkırı geçtiklerini ve sonra tel örgülerin yanma
gelip durduklarını da görm üştü. O dikenli teli aşam adık
ları için durdukları belliydi... O kızıl tüylü köpeğin insan
ların çevresinde neşeli neşeli koşturması keyfini kaçırı
yor, sinirlendiriyordu onu. Ancak bunu belli edemez, bir
köpeğin seviyesine düşemez, o kadar alçalamazdı. Onun
için yukarıda süzülerek olacaklan m erakla bekliyor, in
sanların yanında kuyruğunu oynata oynata dolaşan o kö
peği de gözden kaçırmıyordu...
Yedigey başını kaldırıp yukarı bakınca gökyüzünde
süzülen çaylağı gördü. "Büyük bir akkuyruk.." dedi kendi
kendine. "Ben de onun gibi bir çaylak olsaydım beni bu
rada kim durdurabilirdi! H em en havalanır, Ana-Beyit’
teki küm betlerden birinin üzerine konardım...".
Tam o sırada yoldan gelen bir arabanın gürültüsünü
duydu. "İşte geliyor, Allah vere de işimiz uz gide.." diye
düşündü. Jeep, tel örgülere saptı ve hızla gelip nöbetçi
nin beklediği yerde durdu. Nöbetçi de hazırola geçip teğ
m en Tansıkbayev’i selam ladı. Teğm en arabadan inince
de ona tekmil vermeye başladı:
- Teğm enim , m esele şu ki...
Teğmen bir el işaretiyle onun sözünü kesti, sonra da
parmaklığın dışında bekleyenlere dönerek sordu:
- Kim bu yabancılar? Benimle görüşm ek isteyen şi
kâyetçiler kim? Siz m isiniz? diye sordu Yedigey’e.
Yedigey hem en cevap verdi:
390; GÜN OLUR ASRA BEDEt
- Biz. bizgoy karağım. A na-B eyit'ke cetpey turıp kal
dık. Kalay da bolsa yardım deş karağım ...
Yedigey böyie konuşurken madalyaları görünsün di
ye eğilmişti ama bunun Tansıkbayev üzerinde hiçbir etki
si olm adı. O d aha sözünü bitirm eden resm î tavrını göste
rerek öksürüp boğazını temizledi ve soğuk bir sesle ve
kaşlarını çatarak Y edigey’e:
- Yabancı yoldaş, dedi, benim le Rusça konuşun lüt
fen, şu anda görevimin başındayım.
Boranlı Yedigey bu tavır karşısında neye uğradığını
şaşırdı ve kekeleye kekeleye:
- Haa, affedersin., şey., affedersin, öyle ya., hata et
tim..
Sözüne devam edemedi. Bu soğuk tavır karşısında
söyleyeceklerini de unutm uştu zaten. Onu bu güç du
rum dan Uzun Adilbay kurtardı:
- Teğm en yoldaş, izin verirseniz dileğimizi ben arze-
deyim...
- Söyleyin, ama kısa olsun, dedi teğmen.
- Bir dakika., m erhum un oğlunu da çağırsak..
Adilbay böyle dedikten sonra biraz açıkta bir aşağı
bir yukarı gezip duran S abitcan’a seslendi:
- Ey Sabitcan, sen de gel!
Sabitcan elini sallayarak:
- Kendiniz konuşup halledin! diye kaba bir şekilde
sırtını döndü.
Adilbay'ın yüzü pancar gibi kızardı:
- Affedersiniz teğmen yoldaş, işlerin bu durum a gel
m esine biraz gücendi de.. O bizim m erhum K azangap’m
oğludur. Damadı da burada, römorkta..
Kendisinden söz edildiğini işiten dam at çağrıldığını
zannederek röm orktan indi.
Biz, biziz oğlum . A n a-B eyit’e yetişe m c d en d u ru p kaldık. Nasıl olursa
yardım e t oğlum (Biz, biziz oğlum , A na-B eyit’e v aram ad an b u rad a kala
kaldık, bir şeyler yap. bize yardım et evlât).
GÜN OLUR ASRA B E D E L /391
- Bu ayrıntılar beni ilgilendirmez, dedi teğmen, siz
işin aslım, ne istiyorsanız onu anlatın bana!
- Peki.
- Kısa ve açık olarak..
- Tamam, kısa ve açık olarak..
Uzun Adilbay, kim olduklarını, buraya nereden ve
niçin geldiklerini anlatm aya başladı. O anlatırken teğm e
nin yüzüne dikkatle bakan Yedigey, onun yüz hatların
dan hiçbir hayrı, yardımı dokunmayacağını anlamıştı. O
buraya sadece form alite gereği ‘yabancı’ dediği bu kişile
rin şikâyetlerini dinlem ek için gelmişti. Yedigey’in yüreği
sıkıldı. Tansıkbayev denen bu teğmenin karşısında Ka-
zangap’ın ölüm ü ile ilgili h er şey, bütün hazırlıklar, m er
hum u A na-B eyit’e göm m eye gençleri razı etm ek için
gösterdiği bütün çabalar, onu S arı-Ö zek’e bağlayan b ü
tün değerler, hayaller, düşünceler, San-Özek tarihi, her
şey., her şey bir anda anlamını yitirmiş, sıfıra inmişti.
O rada, kalbi en ince yerinden kopmuş, kırılmış olarak,
tarifsiz kederler, içinde öylece duruyordu. Hele o korkak
Sabitban’ın o d u ruşuna hem gülm ek, hem ağlam ak geli
yordu içinden. Çünkü daha dün kadehler dolusu votka
içen, ilahlar ve robotlaşan insanlar hakkında akıl almaz
şeyler söyleyen, bilgiçlik taslayarak B oranlılar’ın cahilli
ğiyle alay etmeye kalkışan bu herif, şimdi ağzını açıp tek
kelime söylemeye cesaret edem iyordu. K aran ar’a, nakış-
h-piisküllü örtülerle süslediği, donattığı devesine bakınca
da gülmek ve ağlamak istiyordu. Bütün bunlar niçindi?
Neye yarayacaktı? A na dilini konuşmak istemeyen ya da
ana dilinde konuşmaya korkan bu küçük adam, Tansık-
bayev adlı bu küçük teğm en, K aranar’ın niçin süslendiği
ni ne bilir, ne anlardı? K azangap’ın ayyaş dam adına da
gülmek ve ağlamak geliyordu içinden. Ayyaş olsa da, dün
ağzına bir dam la içki almayan, yol boyunca sarsıla sarsıla
giden römorkta, m erhum un tabutu başında oturan bu za
vallı da şimdi röm orktan inip yanlarına geliyor ve m ezar
392/G Ü N OLUR ASRA BEDEL
lığa gitm elerine izin verileceğini sanıyordu. Yedigey, kızıl
tüylü köpeği Y olbars’a bakınca da gülm ek ve ağlam ak is
tiyordu. Bu cenaze alayında ne işi vardı onun? Şimdi niye
onların yola çıkmalarını sabırla bekliyordu? Bunun ona
ne yararı olacaktı, ne umuyordu? Ama, bilinmez, ne de
olsa sadık bir hayvandır. Belki sahibinin üzüntülerle kar
şılaşacağını sezmiştir de, o güç günlerinde onu yalnız bı
rakm am ak istem iştir! K alıbek’le C um ali’ye, araçlarında,
direksiyon başında bekleyen o iki genç sürücüye gelince,
onlara ne diyebilirdi? Bütün bu olanlardan sonra onlar
kendisi hakkında ne düşünürlerdi?
Yedigey, kalbinin en ince yerinden ve derinden yara
lanmıştı. Üzgündü, kırgındı, aşağılanmıştı. Ayni zam anda
zaptedilmesi güç bir öfke kabarıyordu içinde. H iddetten
kanı beynine sıçrıyor, şakakları zonkluyordu. Ama, çok
kızdığı zam an nasıl tehlikeli olduğunu bildiği için de,
güçlükle de olsa, kendini tutuyordu. H em sonra-, sevgili
dostu Kazangap'ın cenazesini daha toprağa bile verm e
den bu kadar kızmaya hakkı yoktu. Onun yaşında bir
adam a, hiddete kapılıp sesini yükseltmek de yakışmazdı.
Bu yüzden, sözle ve hareketle öfkesini belli etm em ek,
duygularını dışarı vurm am ak için dişlerini sıktı, sabretti...
Y edigey’in de sezdiği gibi, U zun A dilbay'la teğm en
arasındaki konuşma uzadıkça çıkmaza girmekteydi.
Teğm en, A dilbay’ı dinledikten sonra kesin cevabını
verdi:
- Size yardım edem em . Bu bölgeye yabancıların gir
meleri kesinlikle yasaktır!
- Burasının yasak bölge olduğunu bilmiyorduk teğ
m en yoldaş. Bilsek gelmezdik. Yasak olduğunu bile bile
niçin gelelim ? A m a m adem ki geldik, ölüm üzü göm m e
mize izin verm eleri için yüksek m akam a başvurmanızı ri
ca ediyoruz sizden. Buraya kadar getirdikten sonra tek
rar geri götürem eyiz ya!
GÜN OLUR ASRA BEDEL 1393
- Buraya gelmeden âmirlerime sordum ben. Ne se
beple olursa olsun kimse giremez, dediler.
- Teğm en yoldaş, sebep aram ak da ne oluyor? Sizin
bölgenizde bizi ilgilendiren ne olabilir? Ölüm üzü göm
mek istem esek bunca yolu niçin gelelim?
- Size bir defa daha söylüyorum yabancı yoldaş: Bu
raya hiç kimse bırakılamaz!
O âna kadar ağzını açıp tek kelime söylemeyen ay
yaş dam at kendini tutamayıp itiraz etti:
- Yabancı da ne dem ek? Kimmiş yabancı? Biz bu ra
da yabancı mıyız?
D am adın hiddetten yüzü kıpkırmızı, dudakları mos
mor olmuştu.
Uzun Adilbay da destekledi onu:
- Doğru söylüyor, ne zamandan beri yabancı olduk
kendi toprağımızda?
Ayyaş dam at sınırı aşm am ak için sesini yükseltm e-
meye çalışarak ve R usça’sı da zayıf olduğu için ağır ağır
-konuşarak devam etti:
- Burası bizim toprağımızdır. Burası bizim mezarlığı
mız, bizim kendi mezarlığımız. Biz Sarı-Özek insanları
nın ölülerimizi buraya gömmeye hakkımız vardır. Çok,
çok önce, Nayman-Ana buraya gömüldü.. O zaman kim
se bilmiyordu bir gün gelecek de burası yasak bölge ola
cak...
- Sizinle tartışm aya girecek değilim, dedi teğm en
Tansıkbayev, burada sorumlu nöbetçi âmiri olarak bir
daha, bir daha söyleyeyim ki, ne şimdi ne de daha sonra,
ne sebeple olursa olsun yasak bölgeye kimse giremez!
Ortalığa bir sessizlik çöktü. "Şu herifi küfür seline
tutm am ak için dişimi sıkmalıyım" diye kendini güçlükle
tutan Yedigey başını yukarıya kaldırdı. Yine o akkuyruk
tu çaylağı gördü gökyüzünde. Çaylak rahat rahat süzülü
yordu. O na imrendi, onun yerinde olmak istedi yine.
Ama artık um ut yoktu, yapılacak bir şey de yoktu. M e
394 / GÜN OLUR ASRA BKDBİ.
zarlığa zorla girem eyeceklerine göre, çekip gitmekten
başka bir şey kalmıyordu. Çaylağa bir defa daha baktık
tan sonra teğm ene döndü:
- Bak teğmen yoldaş, dedi, biz gidiyoruz. Yalnız, ge
neraline ya da sana kim em ir veriyorsa ona şunu söyle
meni istiyorum: Bu yaptığı çok yanlıştır, hatadır. Ben es
ki bir savaşçıyım. Bu yaptığınız hiç de iyi değil! D oğru
değil!
- Doğru ya da değil, kom utanlarım ın verdiği emri
tartışmam ben. Aynca size şunu da bildirmemi istediler:
Bu mezarlık yakında tam am en kaldırılacak, yok olacak!
- Aııa-Beyit mi? dedi Adilbay şaşırarak.
- Adı böyleyse, evet.
- Niçinmiş o? Mezarlığın kime ne zararı var?
- Buraya yeni bir yerleşim birimi kuracaklar.
Uzun Adilbay’ın şaşkınlığı daha da artmıştı:
- Olur şey değil! Başka yer bulam adınız mı? Y er kıt
lığı mı var?
- Planda böyle öngörülmüş.
Boranlı Yedigey, teğm en Taıısıkbayev’in gözlerinin
içine dik dik bakarak sordu:
- Bana baksana! Baban kim senin? Babanın adını
söyler misin?
- B undan size ne? K onum uzla ne ilgisi var bunun?
- Ne ilgisi mi var? M ezarlığım ızı yıkıp m ahvetm eye
karar verdikleri zaman onları babana haber vermeliydin.
Bize değil, mezarlığımızı yıkacaklara karşı çıkmalıydın.
Senin baban, ataların ölm edi mi? Ya da bir gün sen ken
din ölmeyecek misin?
- B unun konum uzla bir ilgisi yok.
- Pekâlâ. Biz de ilgilenecek birini buluruz. Beni dinle
teğmen yoldaş, kum andanın kimse, buranın en yetkili ki
şisi kimse, beni dinlem esini istiyorum. Şikâyetlejrimi doğ
rudan doğruya o na söyleyeceğim. O na de ki Sarı-Ö zek
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 395
yerlilerinden eski savaşçı Yedigey C angeldi’nin sana bir
çift sözü var!..
- Böyle bir şey yapam am , ne yapacağımı da siz söyle
yemezsiniz bana!
Ayyaş dam at yine kendini tutamadı:
- Onu yapmaz, bunu yapmazsın. Peki ne yaparsın
sen?
Öfkeden köpürerek ilâve etti:
- Pazar yerindeki inzibat senden çok daha iyi!
Teğmenin yüzü sapsarı oldu ve sertleşti:
- Bu kadarı da yeter artık! Uzaklaştırın bu adamı bu
radan! Araçlarınızı da çekin, yolu kapamayın!
Yedigey ve Uzun Adilbay dam adın koluna girip onu
araçların yanm a götürdüler. Dam at giderken başını çevi
rip bağırdı:
- Saga col da yetpeydi! Saga cer de yetpeydi! U rdum
şendeydin avzın!
O âna kadar biraz açıkta bir aşağı bir yukarı gidip
gelen ve ağzım açmayan Sabitcan kendini gösterm enin
zamanı geldiğine karar vererek yanlarına geldi:
- Eee, ne oldu bakalım? Geriye çark ediyorsunuz de
ğil mi? Böyle olacağı belliydi zaten! Ana-Beyit! A na- B e
yit! diye tutturdunuz. Alııı size Ana-Beyit! Dayak yemiş
köpek gibi dönüyorsunuz...
Ayyaş dam at hiddetle Sabitcan’ın üzerine yürüdü:
- Kime köpek diyorsun sen! Burada bir köpek varsa
o da sensin! Pis, aşağılık! Ş urada duran herifle senin hiç
bir farkın yok. Resmî görevi olan bir adam olduğunu söy
leyerek böbürleniyorsun ama, sen bir insan bile değilsin!.
Sabitcan söylediklerini nöbetçi kulübesine de duyur
mak için yüksek sesle bağırdı:
- Kapa çeneni ayyaş herif! Onların yerinde olsam se
ni ağzından çıkanlar için öyle uzaklara sürerdim ki ne se-
Sana yol da yetmiyor, sana yer de yelmiyor! Vurayım (tüküreyim ) senin
gibilerin ağzına! (Kazakça).
396 / GÜN Ol.UR ASRA BEDEL
sin duyulurdu ne soluğun. Toplum a hiçbir yararı olm a
yan senin gibilerin kökünü kazımalı bu dünyadan!
Böyle dedikten sonra sırtını dam ada ve onu tutup
getirenlere döndü. Bu hareketiyle sanki onlardan biri ya
da onlar gibi biri olmadığını belli etm ek istiyordu. Sonra
da, sanki onların başı imiş gibi yüksekten atarak birden
em irler vermeye başladı:
- Ağzınız bir karış açık ne duruyorsunuz orada? Ç a
lıştırın motorları! Geldiğimiz gibi döneceğiz işte! C ehen
nem olup gideceğiz! D öndürün geri şu araçları! Yetti be!
Sizi dinlem ek aptallıktı zaten. D inledik de ne oldu!
Kalıbek traktörü çalıştırdı, römorku dikkatle geri
döndürm eye başladı. Ayyaş dam at da röm orka atlayıp
cenazenin yanındaki yerini aldı. Cumali, yol makinesini
çalıştırm ak için, Y edigey’in araca bağladığı K a ra n a n
çözmesini bekliyordu. O nun beklediğini gören Sabitcan
bağırıp çağırarak sıkıştırıyordu:
- Daha ne bekliyorsun? Hadi çalıştır şunu! Döndür
geri! Ölüyü ne güzel göm dük değil mi? Tâ baştan karşı
çıktım ama dinleyen kim! Yeter! Gidelim artık!
Yedigey devesini çözüp ıhtırdı, sonra havutun üstü
ne çıkıp yerleşti ve hayvanı tekrar kaldırdı. Bu arada
traktör ve yol kazma makinesi dönüş yönünde sıraya gir
m işlerdi. Sabitcan sıkıştırdığı için Y edigey’in öne geçm e
sini beklem eden hareket etm işlerdi...
Çaylak tepelerinde hâlâ süzülüyor, hareketlerine
pek sinirlendiği kızıl tüylü köpeğe dikkatle bakıyordu.
Köpeğin harekete geçen araçların peşinden niçin koşm a
dığını, niçin geride durup o adamın deveye binmesini
beklediğini, sonra niye onun ardından yürüdüğünü bir
türlü anlayannyordu.
Traktöre binenler önde, deveye binen adam onların
gerisinde ve köpek d ah a arkada, cenaze alayı S arı-Ö zek’i
bir defa daha, bu sefer aksi yönde geçmeye başlamıştı.
Malakumdıçap deresine doğru ilerlediler. Tepelerinde
GÜN OLUR ASRA BEDEL ,'397
süzülen çaylağın yuvası da oralardaydı. Başka zam an olsa
çaylak korkardı. Gözlerini onlardan ayırmaz, cıyak cıyak
bağırır, oralarda avlanan dişisini uyarır, onu, yuvalarını,
yuvalarındaki yavrularını korum ak için yardım a çağırırdı.
A m a bu defa A tkuyruk’un böyle bir korkusu, telâşı yok
tu. Çünkü yavruları büyümüş, çoktan yuvayı terkedip git
mişlerdi. K ehribar gözlü, kıvrık gagalı yavru çaylaklar
günden güne güçlenmiş, bağımsız olarak yaşamaya başla
mışlardı. Şimdi S arı-Ö zek’te kendilerine ait avlakları v ar
dı ve oraya ara sıra bir göz atm ak için gelen babalarına
bile pek iyi gözle bakm ıyorlardı.
Çaylak, kendi avlağında olan her şeyi gözetlemeye
alıştığı için, dönüş yoluna giren cenaze alayını da dikkat
le izliyordu. E n çok ilgisini çeken de insanların yanından
hiç ayrılmayan o uzun ve kızıl tüylü köpek idi. Neydi onu
insanlara bağlayan? Niye kendi başına avlanmaya gitmi
yor da, işleriyle meşgul olan o insanların peşinde kuyru
ğunu sallaya sallaya dolaşıyordu? Niçin böyle bir hayatı
seçmişti ve böyle bir hayattan ne zevk alıyordu? Çaylağın
dikkatini çeken ve onu kuşkulandıran, deveye binmiş
adamın göğsündeki parlak şeylerdi. Zaten bu parlak şey
lere bakm aktan kendini alamadığı için o adamın izden
ayrılıp yana saptığını, sonra da kupkuru topraklardan gi
derek araçların önüne çıkmaya çalıştığını farketınişti.
Adam devesini hızlandırm ak için kamçısını kaldırıp kal
dırıp indirdikçe göğsündeki parlak şeyler şıngırdayıp ışıl
dıyor, deve hızlanıyor ve köpek ona yetişmek için koş
mak zorunda kalıyordu...
Deveye binmiş adam , yandan ve kestirm eden bir sü
re gittikten sonra M alakumdıçap deresinin gerisinde
araçların önüne çıkıp durdu. Araçlar da durdu o durun
ca.
Sabitcan şoför mahallinden başını çıkararak bağırdı:
- Ne var, yine ne oldu?
398 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
- Bir şey yok, m otorları durdurun, sizinle konuşaca
ğım, dedi Boranlı Yedigey.
- Daha ne konuşacaksın? Bize vakit kaybettirm e, ye
teri kadar süründük buralarda!
- Asıl vakit kaybettiren sensin! K arar verdim, ölüyü
buraya gömeceğiz.
Sabitcan, çekiştire çekiştire paçavra hâline getirdiği
kıravatını bir daha çekti:
- Yeter saçmaladığın! O nu köye götürüp kendim gö
meceğim, başka lâf istemiyorum. Yeter!
- Beni dinle Sabitcan! Ölen senin babandı, bunun
aksini söyleyen yok. Am a bu dünyada sen tek başına de
ğilsin. îstesen de istem esen de dinleyeceksin beni. Yasak
bölgenin kapısında olanları gördün, konuşulanları dinle
din. Kimsenin suçu yok bu işte. İyi düşün: M ezara gö tü
rülen bir ölünün göm ülm eden geri getirildiğini duydun
mu sen hiç! N erede görülm üş böyle şey! Ölüyü geri gölü-
rüp elâleme rezil mi olalım?
- Um urum da değil! Canları cehenneme!
-'ŞÎThdi um urunda değil. Hem kızgın olduğun için
ağzına geleni söylüyorsun. A m a yarın pişman olursun,
utanç duyarsın. Bu şerefsizliği hiçbir şey silemez. G öm ül
mek için getirilen bir ölü göm ülm eden geri götürülm ez!
Uzun Adilbay usulca arabadan indi. Cenazenin ba
şında oturan ayyaş dam at da atladı aşağıya. Sürücü Cu-
mali de inip yanlarına geldi. K a ran ar’ın üzerinde yolları
nı kesmiş, dikilip duruyordu Yedigey:
- Beni iyi dinleyin genç arkadaşlarım , yiğit dostlarım .
Törelerimize karşı çıkmayın. Tabiat kanunlarına karşı da
çıkmayın! M ezara götürülen bir ölü asla geri getirilmez.
Cenazeyi burada gömecek, töreni burada yapacağız. Baş
ka türlü olmaz! İşte M alakum dıçap vadisi. Burası da Sa-
rı-Ö zek’in bir parçasıdır. N aym an-A na burada çok göz
yaşı döktü. Oğlu için o m eşhur ağıdını burada yaktı, bu
rada okudu. G elin bu ihtiyar Yedigey’i dinleyin. Kazan-
C.ÜN OLUK ASRA B E D E L /399
gap’ı bu rad a toprağa vereceğiz. Ve A llah’ın izniyle, öld ü
ğüm zam an beni de buraya, K azangap’ın yanm a göm m e
nizi istiyorum.
Bugün vaktimiz varken, daha fazla oyalanm adan şu
vadide rahmetliyi toprağa verelim!
U zun Adilbay, Y edigey’in eliyle gösterdiği yere bak
tı:
- Cumali, senin maşın yanaşır mı oraya? dedi.
- Yanaşır, yanaşır. Şu taraftan girerim.
Sabitcan yine atıldı:
- D ur bakalım, önce benini fikrimi almalısın!
- Peki, san a da soralım , dedi Cum ali. Y edike’nin
söylediklerini duydun. D aha ne diyeceksin?
- Ben de diyorum ki, bu saçmalıklar babam a saygı
sızlıktır, onunla alay etm ektir. H em en köye dönelim!
- Asıl saygısızlık ölüyü geri götürm ektir. M ezara gö
türülen ölü geri getirilm ez. Sen de bunu iyi düşün! dedi
Cumali.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Cumali bozdu sessizli
ği:
- Siz ne isterseniz yapın, ben gidip m ezar çukurunu
kazacağım. Benim görevim çukur kazmak. Hem de derin
bir çukur.. K aranlık basm adan bitirmeliyiz bu işi, sonra
çok geç olur. K arar sizin.
Cum ali ‘B elarus’ m arka yol kazm a m akinesinin başı
na döndü. Yerine oturup motoru çalıştırdı, yolun kenarı
na saparak onların yanından geçti, bir hendeğe indikten
sonra öbür tarafa geçip yamaca yöneldi. Uzun Adilbay,
yaya olarak onu takip ediyor, Yedigey de devesiyle peşle
rinden gidiyordu.
D am at ise trak tö r sürücüsü K alıbek’in karşısına di
kildi ve ona dereyi göstererek şöyle dedi:
- Eğer sen de onlarla beraber derenin kıyısına git
mezsen, traktörün altına atarım kendimi. Beni çiğnem e
den geçemezsin, ölm ek vız gelir bana!