The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by 741892f69b, 2021-03-26 17:46:13

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

300 / GON o l u r a s r a b e d e l

m utlaka yaparım. O nun için iş işten geçmeden gel ve
onu götür!

A k-M oyııaklı in i’in Kospan."

İşler böylesine ciddi bir durum almıştı. M ektuptaki
ifade biraz tuhaftı am a, Yedigey ve Kazangap, işin şakası
olm adığına, Yedigey’in bir an önce A k-M oynak’a gitm e­
sine karar verdiler.

Ama, söylemesi kolay, yapması zor bir işti bu. Önce
A k-M oynak’a gidilecek, o rad a bozkıra dalıp K aran ar’ı
yakalayacak, sonra da onu bu soğukta, her an kopması
beklenen tipide, geri getireceksiniz! İşin kolay yanı, sıkı­
ca giyinip bir yük trenine atlayarak A k-M oynak’a kadar
gitm ek, o rada bir deveye binerek K aran ar’ı aram aya ko­
yulmaktı. Ama K aranar azgını, harem ini bozkırın hangi
köşesine alıp götürm üştü? M ektuptaki ifadeye göre
Ak-M oynaklar ona çok kızmışlardı ve üzerine binip Ka-
ra n a r’ı aram aya çıkması için bir deve verm eyebilirlerdi.
O zaman yayan-yapıldak yollara düşecek, karda-soğukta,
bilm ediği yerlerde K aran ar’ı bulm aya çalışacaktı.

Yedigey sımsıkı giyindi. U kubala’nın hazırladığı yi­
yecek torbasını aldı ve erkenden yola koyuldu. Pamuk
astarla pantolonunu, kışlık ceketini, onun üzerine koyun
kürkünden paltosunu, ayaklarına da keçe çizmesini giydi.
H içbir taraftan rüzgâr geçirm eyen tilki postundan yapıl­
mış mala-kayını * başına geçirdi. Boynu, başı kürk için­
deydi. Bundan sonra koyun derisinden yapılmış eldiven­
leri de geçirdi ellerine. A k-M oynak’a deve ile gitmeye

İni: Küçük kardeşlere, yaşça küçük erkek akrabalara, yeğenlere, hemşe-
rilere ve tanıdıklara denir. Yaşça büyük akraba, hem şeri ve tanıdıklara
da aka, ağa., denir. En yaşlı erkeklere ise "aksakal" diye hitap edilir. (Ç e­
virenin notu)
M alakay: Ü ç parça hâlinde dikilm iş kulaklı bir kalpaktır. Arka tarafı en­
seyi iyice örter. U çları ensiz ve uzun olduğu için boyuna dolanır. (Çevi­
renin notu)

GÜN OLUR ASRA BEDEL 1301

arar vermişti. Bineceği dişi devenin havutunu vururken
A butalip’in çocukları D aul ile E rm ek koşarak yanm a gel­
diler. Daul, el örgüsü yün atkıyı uzatarak:

- Yedigey amca, dedi, bunu annem boynunu üşüt­
m em en için verdi.

- Boynumu mu? Yani boğazımı dem ek istiyorsun.
Yedigey atkıyı aldı, sevindi ve çocukları kucakladı.
Çok duygulanmıştı. Bir çocuk gibi, sevinçten uçuyor­
du.. Ç ünkü Z arife’nin onu düşünüp kaygılandığını göste­
ren ilk işaret idi bu.
- Annenize söyleyin, dedi, gecikmeden döneceğim,
inşallah yarın burda olurum, sonra hep beraber toplanır,
çay içeriz.
Böylece yola koyuldu. Bir an önce o uğursuz Ak-
M oynak’a gidip gelm ek, Z arife’nin gözlerine bakarak,
özenle katlayıp iç cebine koyduğu bu atkıyı verişinin m â­
nasını anlam ak için can atıyor, büyük bir heyecan duyu­
yordu. Yola koyulduktan sonra bir ara geri dönm em ek
■için kendini zor tuttu. C ehennem e kadar yolu vardı o la­
net K aran ar’ın. K ospan denilen adam kurşunu kafasına
sıksın ve dediği gibi derisini ona göndersindi. K ader onu
böyle cezalandırırsa, buna yanıp yakılmasının ne gereği
vardı! Hakketm işti o bu cezayı! Ama, yoldan dönm ek
utanç verici bir şey olurdu ve o da dönm ekten vazgeçti.
Dönerse rezil olurdu. U kubala ve Zarife ne derlerdi?
Asıl dönüş sebebini nasıl anlatırdı onlara?
Y apm ası g ereken en iyi işin bir an önce A k-M oynak’
a varmak ve oradan olabildiği kadar çabuk dönm ek oldu­
ğuna karar verdi. Başka çıkar yolu yoktu. Devesini sürdü.
Hava soğuktu. Rüzgâr sürekli esiyor, bıçak gibi de kesi­
yordu. Yüzünü gözünü kırağı kaplamıştı. Tilki postundan
yapılmış malakayınm tüyleri de bembeyaz olm uştu. D e­
venin burnundan çıkan buğular da kırağılaşmış, hayvanın
boynunu kaplamıştı. Besbelli, kış bütün şiddetiyle gelip

302 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

yerleşm işti Sarı-Ö zek bozkırına. Y edigey henüz sisli böl­
geye ulaşm am ıştı. A m a uzaktan, bütün ufku kaplayan sis,
yürüyüp ona sokuldukça açılıp yol veriyor gibiydi. O kış
gününde, bembeyaz bir örtüyle kaplanmış, soğuk rüzgâ­
rın yaladığı, ıssız Sarı-Özek bozkırı daha korkunç görü­
nüyordu.

Y edigey’iıı bindiği dişi deve, henüz pek genç olsa da,
yorulm adan yol alıyor, bu sakin alanlarda mesafeleri ka­
patıyordu. Ama, böyle de olsa, K aranar'm gidişine, onun
hızına alışan Yedigey için, bu dişi deve pek yavaş gidiyor­
muş gibi geliyordu. Eğer altındaki deve K aranar olsaydı
böyle mi giderdi? O nun soluk alışı da, adım atışı da bam ­
başka idi ve bu deve ile onu karşılaştırm ak mümkün de­
ğildi. Eskiler boş yere dememişler:

- Bu atın o attan üstünlüğü ne?
- Güzel yilriir, hızla gider, yol alır.
- Bu yiğidin o yiğitten üstünlüğü ne?
- Hem akıllı, hem bilgili, erdemli.

Yol uzundu, insanlarla karşılaşacağı yere ulaşabil­
m ek için daha bir hayli gidecekti. E ğer Z arife’nin verdiği
atkı olmasa, Yedigey bu uzun yolda sıkıntıdan patlardı.
Pek değerli bir şey değilse de, yol boyunca göğsünde
onun sıcaklığını duydu. B unca yıl yaşamıştı, sevdiği bir
kadından gelen böyle küçük bir şeyin insanın yüreğini bu
kadar ısıtabileceğine bir türlü inanamıyordu, ama ısıtı­
yordu işte. A ra sıra elini koynuna sokuyor, Z arife’nin a r­
mağanı olan atkıyı okşuyor, dudaklarında mutlu bir gü­
lümseme beliriyordu. Am a hem en ardından yine kara
düşüncelere dalıyordu. Ne olacaktı bu işin sonu? Tam bir
çıkm azda görüyordu kendini. İnsanın yaşamak için bir
amacı, bu am aca ulaşm ak içiıı tutacağı bir yol olurdu.
Ama onun ne amacı vardı, ne yolu!

GÜN OLUR ASRA B E D E L /303

Böyle zam anlarda, engin, ıssız Sarı-Ö zek bozkırları­
nı kaplayan soğuk sis bulutları gibi, Y edigey’in gözlerini
de üzüntü dolu bir sis buruyordu. Sorduğu sorulara bir
cevap bulamıyor, mutsuz, umutsuz, acılar içinde kıvranı­
yordu. Ama az sonra yeni bir hayale kapılıyor, yeni bir
umutla heyecanlanıyordu...

Bu ıssızlık, bu sessizlik içinde, döne döne o karam sar
düşüncelere gelip saplandı. Niye böyle bir hayat düşm üş­
tü ona? Niçin S arı-Ö zek’e çakılıp kalm ıştı? K ara talihin
yerden yere vurduğu o mutsuz aile de nerden düşm üştü
B oranlı’ya? B ütün b u n lar olm asa, daha rahat, daha gü­
venli yaşardı. Ama onun gönlü uslanmıyor ve hep im kân­
sızı istiyordu.. Bir de şu azgın K aranar belâsı vardı başın­
da. O da ayrı bir yük, feleğin ayrı bir sillesiydi onun için.
Gerçekten şanssız bir adamdı. Şu dünyada rahat yoktu
ona..

Yedigey, A k-M oynak’a ancak akşam üzeri ulaşabi­
lirdi. Yol uzundu, üstelik de kış olduğu için, durm adan
yürüyen dişi deve iyice yorulmuştu.

Ak-M oynak da Boranlı gibi küçük bir makas, bir yol
ayırma istasyonu idi. Yalnız burada köyün bir kuyusu
vardı. Başka hiçbir farkı yoktu. O da S an -Ö zek ’te oldu­
ğuna göre, başka ne farkı olabilirdi ki?

Yedigey, A k-M oynak’a geldiğinde, sokak başında
rastladığı bir çocuğa K ospan’ın evini sordu. O sırada
Kospan dem iryolunda işinin başındaymış. Bunun üzerine
Yedigey de istasyon şefliğine gitti. Tam nöbetçi kapısın­
dan içeri gireceği sırada, orta boylu, tıknaz am a çevik,
kurnaz kurnaz gülümseyen bir adam çıktı karşısına. Sır­
tında ona pek uymayan bir gocuk, ayağında yıpranmış
keçe çizmeler, başında yana kaymış eski bir kalpak vardı.
Yedigey’i g örür görm ez tanıdı ve yaklaştı:

- Vay Yedigey Aga! Saygıdeğer Boranlı Yedigey
Ağamız! Geldin dem ek? Seni sabırsızlıkla bekliyor, gel­
meyeceksin diye korkuyorduk..

304 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

Yedigey güldü:
- Yazdığın o tehdit m ektubundan sonra gelmeyip de
ne yapacaktım?
- Başka türlü yapamazdık Yedigey Aga, hem bu
m ektup derdin sadece yazısıdır, bir kâğıt parçası... ama
önem li olan senin bir an önce bizi o azgm K aran ar’dan
kurtarm alıdır. K uşatm a altına alınmış gibiyiz, bozkıra
adım atamıyoruz. Daha uzaktan görünce saldırıyor insa­
na. Korkunç bir belâ bu. Böyle bir devenin sahibi olmak
kolay iş olm asa gerek..
Susup, devenin üzerinde oturan Yedigey’i şöyle bir
süzdü ve sordu:
- Vallahi, bu azgm hayvanla nasıl başedeceğini anla­
mıyorum, çıplak elle mi?
- Çıplak elle olur m u? Silahım var, işte burada.
Yedigey heybenin bir gözüne soktuğu ve sapm a sa--
rılmış kamçıyı gösterdi.
- Bu kamçıyla mı yola getireceksin o canavarı?
- Ne yani! Top mu alsaydım?
- Biliyor m usun, biz tüfekle bile yaklaşamıyoruz ya­
nma. Belki sahibi olduğun için senin sözünü dinler.. Ama
korkarım ki bu kafayla seni bile tanım az o, gözünü kan
bürüm üş..
- Eh, göreceğiz bakalım . M adem ki sen K ospan’ın ta
kendisisin, beni K aran ar’ın olduğu yere götür, sonrasını
ben hallederim. Boş yere vakit kaybetmeyelim..
Kospan etrafa bir göz attı ve sonra saatine baktı:
- Gideceğimiz yer hiç de yakın değil, biz oraya varın­
caya kadar akşam olur. Sabahm şerri akşamın hayrından
iyidir. Hem senin gibi saygıdeğer konuklar da pek sık
geçmez buradan. Bu akşam konuğumuz olursun. Sabah­
leyin de canın nasıl istiyorsa öyle yaparsın.
D oğrusu Y edigey’in hiç beklem ediği bir şeydi bu.
O nun hesabına göre, eğer K a ran ar’ı yakalarsa bu gece

GÜN Ol.CK ASRA BEDEİ. / 305

K um bel’e gidecek, o rada istasyon yakınında oturan bir
ahbabının evinde geceyi geçirecek, sabahleyin erkenden
yola çıkacaktı. Ama Yedigey'in kalmaya niyetli olmadığı­
nı gören K ospan kestirip attı:

- Bak Yedigey Aga, bu iş senin dediğin gibi olm az.
Yazdığım o m ektuptan dolayı özür dilerim, başka çare­
miz yoktu. Çok zor durum daydık. Am a seni bu gece bı­
rakmam . Allah gösterm esin, bu kış günü ve gece vakti o
ıssız bozkırda başına bir şey gelirse, Sarı-Ö zek'te kim se­
lerin yüzüne bakam am bir daha. Bu akşam bizde kalır,
sabahleyin nasıl istersen öyle yaparsın. Evim köyün şu
ucunda ve işimin bitmesine de sadece birbuçuk saat kal­
dı. Git, kendi evin gibi yerleş. Deveyi ağıla bırak, yemi,
suyu, her şeyi var. Bizim suyumuz boldur.

Hava çabuk karardı. Ne de olsa kış günüydü, gün­
düzler kısa sürüyordu. K ospan ve ailesi ne iyi insanlarm ış
meğer! Karısı, yaşlı annesi, beş yaşındaki oğlu (daha bü­
yük yaşta olan kızı K um bel'de yatılı okuldaymış) ve Kos-
paıı’ın kendisi konuklarını ağırlam ak için dört döndüler.
Ev sıcaktı ve Y edigey’in gelişi de bir canlılık getirm işti.
M utfakta et kaynıyordu. Et pişinceye kadar çaylarını içti-
ieı. Yaşlı kadın bir yandan Yedigey’in çayım tazelerken,
bir yandan da ona ailesini, çocuklarını, B oranlı’daki h a­
yatlarını, havaların nasıl geçtiğini, asıllarının hangi yöre­
den ve hangi kabileden olduğunu soruyordu. Kendileri­
nin A k-M oynak’a nasıl saplanıp kaldıklarını da anlattı.
Yedigey neşelenmişti. Bütün sorulan cevaplıyor, kendisi
de bir şeyler soruyor, bir yandan da sıcak bazlamaları eri­
tilmiş taze tereyağına banıp atıştırıyordu. Sapsarı inek te­
reyağı koym uşlardı ve S arı-Ö zek’te inek yağı çok az bulu­
nan bir şeydi. Koyun, keçi ve deve sütünden alınan yağlar
da fena değildi am a inek sütünden yapılan tereyağının
yerini tutam azdı bunlar. İnek tereyağı gerçeklen nefisti.
Bu yağı onlara Ural eteklerinde oturan akrabaları gön­
dermiş. Yedigey, tereyağına bandığı bazlamaları atıştırır­

306 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

ken, bu yağda, yemyeşil çayırların can veren kokusunu
duyduğunu söyleyince, ninenin ağzı sevinçten kulaklarına
varıyordu. Nine biiyük bir coşku içinde, doğup büyüdüğü
Yayık* topraklarını, onların otlarım , orm anlarını, d erele­
rini anlattı..

Az sonra istasyon şefi Ernefes de gelip katıldı sohbe­
te. Kospan, Boranlı Y edigey’in gelişi şerefine onu da d a ­
vet etmişti. O nun gelişiyle sohbet konusu değişti. Pek ta ­
biî olarak demiryolu işlerinden, hatların kardan sık sık tı­
kanm asından ve benzeri m eselelerden sözettiler. Yedi­
gey bu adamı eskiden de az-çok tanırdı. İkisi de uzun yıl­
lardan beri dem iryollarında çalışıyorlardı çünkü. Yedi-
gey’den birkaç yaş büyüktü ve savaşın bitim inden beri
Ak-M oyııak’ta istasyon şefliği yapıyordu. B uralarda sevi­
len, sayılan bir insandı.

Gece olm uştu. Tıpkı B oranlı'da olduğu gibi, burada
da trenler gelip geçtikçe evlerin camları zangırdıyor, rüz­
gâr estikçe de kapı ve pencere aralarından uğulduyor,
içeri sızıyordu. S arı-Ö zek’te dem iryolu hatları hem en h e­
men ayni olsa da, burası Yedigey için pek değişik geliyor­
du. Buraya o gözü kararm ış K aranar yüzünden gelmişti
ama, kendisini baş köşeye oturtulan, çok saygı gören bir
konuk olarak bulmuştu.

E rnefes’in gelişinden sonra Yedigey’in keyfi daha da
arttı. Çünkü E rnefes, K azak elinin geçmişini çok iyi bi­
len, güzel de konuşan, neşeli bir adam dı. Sohbet iyice ko­
yulaştı ve konu eski günlere, geçmişin ünlü kişilerine ve
ağızdan ağıza anlatılagelen hikâyelerine, efsanelerine
geldi. Yedigey, Ak-Moynaklı bu yeni dostlar arasında
gerçekten mutluydu. Onları çok sevdi. Bunda konuşm a­
ların, o güzel sohbetin rolü büyüktü ama kendisine gös­
terilen saygı ve sam im iyetin, nefis yemeklerin ve içkinin

Bugün 'U ral Irm ağı' olarak adlandırılan Yayık ırmağı. Kazakça Cavık
(yayılmış, geniş) şeklinde söylenir.

GÛN OLUR ASRA B E D E L /307

etkisi de az değildi. O yol yorgunluğu ve dondurucu so­
ğuktan sonra, Yedigey büyük bir bardak votkanın yarısını
içmiş, yuvarlak yer sofrasına konmuş sini dolusu körpe
deve eti ile yine genç devenin hörgücünden yapılan tuz­
lamayı afiyetle yemiş, gevşemiş, keyiflenmişti. Çakırkeyif
olunca iyice neşelendi, yüzü güldü ve dili çözüldü. Konuk
şerefine kadeh kaldıran Ernefes de coşmuş, neşelenmiş-
ti. O neşe içinde K ospan’a:

- Kospan, sana zahm et olacak ama, dedi, bizim eve
kadar git, benim tam burum u getiriver.

Yedigey buna çok sevindi ve neşe ile bağırm aktan
kendini alamadı:

- A m an ne iyi! T â çocukluğum dan beri tam bur ça­
lanlara imrenirim!

Ernefes ceketini çıkardı, gömleğinin kollarını çemre-
di:

- Ç ok iyi çaldığımı söyleyemem Y edike, am a senin
şerefine eski havalardan bir şeyler hatırlamaya çalışaca­
ğım.

Ernefes, hareketli ve kabına sığmaz bir adam olan
K ospan’a göre, d aha ağırbaşlı sayılırdı. İri gövdesi ve yü­
zünün ciddiliğiyle insanda bir güven uyandırıyordu. Kos-
p an ’ın getirdiği tam b u ru eline alınca ciddileşti. Kendisini
çalgısına vermişti ve sanki çevresindeki insanlarla arasına
bir m esafe koymuş ve onlardan, oralardan ayrılmıştı. Bir
insan, derin iç duygularını açığa vurm ak istediği zam an
hep böyle yapar. T am burunu akord ederken Y edigey’in
yüzüne uzun uzun baktı. Yedigey onun iri kara gözlerin­
de, deniz yüzeyinde yansıyan ışıklar gibi bir parıltı gördü.
Ernefes uzun ve usta parmaklarını tellere vurmaya, tam ­
burun perdelerinde gezdirmeye başlayınca Yedigey he­
men anladı o müzik ziyafetinin hiç de kolay geçmeyece­
ğini. Ernefes önce bütün parmaklarıyla vurdu tellere, bu
vuruşla dem et dem et bir ezgi doldurdu odayı. Bu ezgi
dem eti çözülüp düğüm lenerek, aranılan havayı, ahengi

308 / fi ÜN OLUR ASRA BEDEL

buluyor, seçilen türkünün havasına dönüşüyordu. O âna
kadar onu ağırlayan bu yeni dostların yanında, unuttuğu
dertleri, acıları, birden canlaıııvermiş, tam burun tellerin­
den kalkıp yine içini doldurm uşlardı. Ve o, birden kendi­
ni d ert uçurum una göm ülm üş buluverdi. Niçin kapılıver-
mişti bu duyguya? Bu besteleri yapan, bu türküleri yakan
o eski ustalar, bu seslerle onun başına neler getirecekle­
rini, onu hangi gamlı duygularda yüzdüreceklerini biliyor
olmalıydılar! Yoksa, Yedigey, E rnefes’in çalgısında, ezgi­
sinde kendini bulur, böylesine içlenir, böylesine duygula­
nır mıydı? Y edigey’in ruhu ürperdi, çırpındı, çığlıklar
atarak kanatlandı., ve ayni anda önünde evrenin bütün
kapıları açıldı: Sevinç kapıları, hüzün kapıları, düşünce,
arzu ve belirsizlik kapıları, şüphe kapıları...

Ernefes, tam buru gerçekten güzel çalıyordu. Bu
dünyadan çoktan göçüp gitmiş nice nice adam ların yürek
sızıları, çektikleri bütün acılar canlanıyordu tam burun
tellerinde. Dinleyenlerin yüreklerine de oturuyordu bu
acı. Kuru ağaçlara birbiri ardınca ulaşıp yakan bir yangın
gibi, duygu ve coşku alevleri gibi, çatır çatır, cayır cayır
seslerle yayılıyordu. Y angın Yedigey’in yüreğindeydi
şimdi. Tam buru dinlerken ara sıra elini iç cebine sokup o
atkıyı okşuyor, yeryüzünde onun da sevdiği bir kadın bu­
lunduğunu düşünüyordu. Ve bunu düşündükçe hem sevi­
niyor, hem üzülüyordu. Bir kere daha anlıyordu onsuz
yaşayamayacağını ve bu aşkın, ne pahasına olursa olsun,
sonsuza kadar ama acılarla dolu olarak süreceğini. E rne­
fes’in bir yavaşlayıp inleyen, bir coşup gürleyen tam buru
söylüyordu bunları ona. N akaratlar nakaratları, ezgiler
ezgileri izledikçe, Y edigey’in yüreği de dalgalardan d a l­
galara allayan bir kayık oluyordu. Bir hayal âlemine dalı­
yor, kendini Aral denizinde buluyordu. Aral kıyıları bo­
yunca görünm ez akıntıları seyre daldı. Bir kadın saçı gibi
gür ve uzun olan, o yana bu yana devrilen yosunlara ba­

GCJN OLUR ASRA B E D E L /309

karak akıntının yönünü anlamaya çalışıyordu. H ep suyun
aktığı yöne bakardı yosunlar. Vaktiyle U kubala’nın saçla­
rı da böyle uzundu, tâ dizlerine kadar inerdi. D enizde
yüzerken tıpkı bu yosunlar gibi bir o yana, bir bu yana sü­
zülürdü. Ukubala gülerdi, neşelenirdi, esm er yüzünü
mutluluk kaplardı...

T am burun sesi Boranlı Y edigey’i çok etkilem işti.
Duygulanmış, coşkular içinde yüzüyordu o şimdi. Yalnız
bu tam buru dinlem ek için bile bu şiddetli kışta tam bir
gün yol teperek buraya gelmeye değerdi. Kendi kendine
"İyi ki K aranar uzaklara kaçmış da tâ b uralara gelmiş,
yoksa bu güzel tam bur sesini dinlemek nasip olmayacak­
tı" diyordu. "Ernefes ne de güzel tam bur çalıyorm uş m e­
ğer, onun böyle bir hüneri olduğunu hiç bilmiyordum..".

Yedigey bir yandan E rn efes’i dinlerken, bir yandan
da kendi durum unu düşünüyor, hayatına bir göz atmaya
çalışıyordu. Cıyak cıyak bağıran bir çaylak gibi göklere
yükselmek, oradan kanatlarını iyice gerip hava akım ları­
nın üzerinde süzülerek aşağılara bakmak, yalnızlıklar
İçinde, aşağıda olup bitenleri görmek, anlam ak istiyordu.
B irdenbire, engin S arı-Ö zek’in karlarla kaplı m anzarası
canlandı gözünde. Demiryolu hattının belli belirsiz bir
dönem ecinin ötesinde, birkaç küçük ev vardı ve bazıları­
nın pencereleri ışıklıydı. Orası Boranlı idi işte. Bu evler­
den birinde U kubala ve iki kızları bulunuyordu ve belki
şu anda üçü bir arada mışıl mışıl uyuyorlardı. Tabiî U ku­
bala düşüncelere, kaygılara dalıp gözünü kırpmaz halde
değilse.. Başka bir evde de Zarife ve çocukları vardı.
Herhalde Zarife uyumuyordu. Onun yüreği dayanılmaz
acılarla doluydu ve daha nice felâketler bekliyordu zaval­
lıyı. Ç ocuklar babalarının öldüğünü hâlâ bilm iyorlardı.
Ama er-geç öğreneceklerdi gerçeği...

Yedigey, tren lerin iki yana ateşler saçarak gecenin
karanlığını yara yara, karlan savura savura büyük bir gü­
rültü ile geçtiklerini de hayal ediyordu. O karanlık gece­

310 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

de, her şey gözünün önündeydi ve gece hiç bitmeyecekti
sanki. O orada tam bur dinlerken azgın deve Karanar, ya­
kınlarda bir yerde, bozkırın korkunç karanlığında, soğuk,
rüzgâr, kar dem eden, durup dinlenm eden dişi deve kova­
lıyor, çapkınlık yapıyordu. O da ne yapsın? Böyle yaratıl­
mıştı. Bütün yıl boyunca otlayarak ve güçlü çenesiyle
durm adan geviş getirerek gücünü biriktiriyordu.

Devenin hazım organı, işkembesi öyle düzenlenmişti
ki, yürürken, yatarken, hatta uyurken bile geviş getirebi­
lir.

Böylece topladığı bütün gücü hörgücünde biriktirir.
Hörgüçleri ne kadar çok yağ toplamışsa, ne kadar dipdiri
olm uşsa, erkek deve de o kad ar güçlü, kış için o kadar iyi
hazırlanmış olur. O zaman ne kardan, ne soğuktan, ne
insanlardan, hatta ne sahibinden korkar. Karşı gelinmez
bir güce kavuşur, kudurur, vahşileşir. O zaman çevrenin
hâkimi, m utlak hüküm darı olur. Ne yorulm ak bilir, ne
acımak, ne susamak. Varsa yoksa sevişmek, dişilerinin
peşinde koşm aktır işi gücü. Yıl boyunca bu am açla yaşar,
gücünü bu am açla biriktirir. Kış günlerini sabırsızlıkla bu
yüzden bekler..

Şimdi Yedigey, konuk sofrasına kurulup nefis ye­
m eklerle karnını doyurur, içkisini içerken, tam burunun
tellerinden dökülen o güzel ezgileri dinlerken, Karanar,
o fırtınalı karanlık gecede, azdıkça azarak ve dam arların­
daki kanın çağrısına uyarak, sürüden ayırıp götürdüğü
dişilerinin başında bekliyordu. Onları her türlü tehlike­
den, kurttan-kuştan, insanlardan koruyordu. Dişilerine
yaklaşacak canlılara öyle korkunç sesler çıkararak bağırı­
yor, ağzından sakalından köpük köpük salyalar çıkararak
öyle saldırıyordu ki, yaklaşanın vay hâline!

Tam buru dinlerken Yedigey işte bunları da düşünü­
yordu...

GÜN OLUR ASRA BEDEL/31 I

Müzik sesi onu daldığı geçmişten alıp bugüne getiri­
yor, sonra yarınları düşündürüyor ve yine geçmişe götü­
rüyordu. Birden içinde bütün sevdiklerini her türlü tehli­
keden korum ak için onlara kol-kanat germek arzusu
uyandı. Dünyada hiçbir şey, hiç kimse çaresiz, korunm a­
sız kalmamalıydı. Sonra, hayatları kendi hayatına bağlı
olan insanlara karşı bir suçluluk duygusu hissetti içinde.
D erin bir üzüntüye kapıldı...

Ernefes, tam burun tellerine daha yavaş vurarak sesi­
ni hafifletirken, düşünceli düşünceli Y edigey’i süzerek ve
gülümseyerek sordu:

- Hey1Yedigey, yoruldun m u? O kadar yol aldıktan
sonra yorulmuşsundur elbet. Ben de dinlenmene fırsat
vermeden, durm adan tıngırdatıyorum tamburu!..

Yedigey elini kalbinin üzerine koydu ve çok samimi
olarak:

- Yoo, Erneke, sen ne diyorsun? Tam tersine. Çok­
tandır kendimi hiç böyle mutlu hissetmedim. Eğer sen
yorgun değilsen, çal, biraz daha çal Erneke, büyük bir
zevkle dinliyorum seni.

- Aklından geçen, özellikle istediğin bir türkü var
mı?

- Sen daha iyi bilirsin E rneke. Usta, en iyi çaldığını
kendisi bilir. Ama ben daha çok eski türküleri seviyorum,
onları daha yakın buluyorum kendime. N edendir bil­
mem, o eski havalar beni daha çok duygulandırıyor ve
her çeşit düşüncelere daldırıyor...

Ernefes "anladım" der gibi başını salladı ve sonra kö­
şesinde sessizliğe dalıp gitmiş olan K ospan’a dönerek gü­
lümsedi:

- Bizim Kospan da öyle olur, bak ne hâle geldi. Be­
nim tam burum u dinlemeye başladı mı, artık buralarda
değildir o, bam başka bir adam olur.. Öyle değil mi Kos­
pan? Ama bugün konuğumuz var, ara sıra kadehlerimizi
doldurmayı unutma!

3121GÜN OLUR ASRA BEDUL

- Tabiî! Hemen., hemen!
Kospan canlandı ve kadehlere votka koydu. İçkileri­
ni yudumlayıp biraz meze yediler. Ernefes tam burunu
yeniden akord ettikten sonra şöyle dedi:
- M adem ki sen eski havalan seviyorsun, sana çok es­
ki bir hikâyeyi anlatayım. Yaşlıların çoğu bilir bunu, sen
de bilirsin. H em sizin orda K azangap gibi usta bir anlatı­
cı var. A m a o ve başkaları sadece anlatırlar, ben ise hem
söyler, hem çalarım. Benim kisi bir tiyatro gibi olur. Bu­
gün senin şerefine, Yedike, "Raymalı Aganm Kardeşi A b-
dillıan’a Yalvarması" hikâyesini söyleyip çalacağım.
Yedigey m em nun olduğunu belli ederek başını salla­
dı ve Ernefes tam burun tellerine dokundu. O ünlü hikâ­
yenin giriş m elodisi döküldü tellerden. V e Yedigey’in gö­
nül telleri de titremeye, yüreği sızlamaya başladı. Çünkü
bu defa her olay, hikâyenin her bölümü, onun ruhunda-
özel yerini buluyor, yankılanıyordu.
T am bur, güm bür güm bür ötüyor, E rnefes’in gür sesi
de tam buruna eşlik ediyor, ünlü cırav Raymalı Aganm
acıklı hikâyesine çok uygun düşüyordu.
Raymalı Aga, on dokuz yaşındaki şarkıcı kız Begi-
m ay’a âşık olduğu zam an altm ışını geçiyordu. Bu şarkıcı
kız onun karşısına bir yıldız gibi çıkmış, hayat yolunu ay­
dınlatmıştı. Daha doğrusu, asıl âşık olan kızın kendisiydi,
Raym alı A ga’ya vurulan o idi. Çok serbest, dilediği gibi
hareket eden, canı ne isterse onu yapan bir kızdı Begi-
may. A m a söylentiler başkaydı. Kızın Raymalı A ga’ya
değil, altm ışından sonra azan Raymalı A ga’nın ona vu­
rulduğunu söylüyorlardı. O günden beri ağızdan ağıza
söylenegelen bu aşk hikâyesinde, Raym alı A ga’nın tarafı­
nı tutanlar da, ona kızan ve karşı olanlar da vardır. Karşı
olanlar adının unutulm asını isterler, onu tutanlar ise,

Cırav: Y ıra, halk ozanı, âşık.
R aym alı Aga: R ah im Ali A ganm K azakça’da söylenişi.

GÜN OLUR ASRA BEDEL/313

acıklı hikâyesini, yırlarını ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa
aktararak geleceğe ulaşmasını sağlarlar. Böylece bu efsa­
neyi herkes öğrenm iştir, onunla herkes ilgilenir. Sevenle­
ri de çoktur, sevmeyenleri de...

Yedigey o gece A butalip K uttubayev’in yazıları a ra ­
sında "Raymalı A ga’nın K ardeşi A bdilhan’a Yalvarması"
hikâyesini de bulan akdoğan bakışlı adamın nasıl kızıp
küplere bindiğini, bu hikâyenin nasıl dile alınmaz kötü
bir şey olduğunu söyleyerek onu suçladığını da hatırladı.
A butalip Kuttubayev ise büyük bir değer veriyordu bu
halk hikâyesine. O na "Bozkır Goethe'sinin şiirleri" diyor­
du. Aa, evet, A lm an lar’ın d a çok ünlü bir şairleri de ko-
camış yaşında genç bir kıza âşık olmuş. Şiirlerinden anla-
şılıyormuş böyle olduğu. Abutalip, Raymalı Aga hikâye­
sini K azangap’tan dinleyerek kalem e almıştı. Ç ocuklar
büyüyünce bunu okusunlar istiyordu. Abutalip, bazı za­
m anlarda, bazı kişilerin hayat hikâyelerinin, anıların,
çektikleri acıların, kitlelere malolduğunu, o acıların kala­
balıklar tarafından paylaşıldığım, yana-yakıla anıldığını
söylüyordu. Toplum onlardan ders alır, çok şey öğrenir,
bir insanın çektiği sıkıntılarda bütün bir devri görürdü.
Sonra da bunu, bu büyük dersi, gelecek kuşaklara, yüzyıl­
lar sonrasına aktarırdı...

Y edigey’in karşısında o tu ran Ernefes, kendini bu
acıklı konuya vermiş, hem çalıyor, hem söylüyordu. D e­
miryolu hattında bir bölümün sorumlusu olan bu m em u­
run, uzak geçmişe ait bu efsane ile, Raym alı A ga’nm
acıklı hikayesiyle ne ilgisi olabilirdi? O nun, kendini Ray-
malı A ga’nın yerine koyması, acılarını aynen duyarak
yansıtması şaşılacak şeydi doğrusu. Yedigey büyülenmiş
gibiydi: "İşte gerçek müzik, işte gerçek ve güzel türkü..
Ve işte hüner! diyordu. ‘Öl ve sonra kendi küllerinin ara­
sından yeniden doğ!' deseler, hiç tereddüt etm eden ölür
insan... Keski insanın yüreğinde böyle bir ışık yansa da

314 i GÜN OLUR ASRA BEDEL

ruhunu aydınlatsa, serbest ve sağlıklı olarak en yiice duy­
gularla kaygısızca düşünebilse...".

Yedigey yatağa girm eden önce dışarı çıkıp biraz ha­
va almıştı. Ev sahipleri beklenm edik konukları için her
zaman hazır bulundurdukları teiniz çarşaf ve döşeği ser­
mişlerdi, ama yine de yatınca hem en uyuyamadı. Yatağı
pencere dibine serilmişti, o yüzden dışarıda rüzgârın
uğultusunu, pencereleri zangırdatm asını, trenlerin iki yö­
ne gelip gitmeleri dinledi bir süre. Şafak söker sökmez
âsi K aranar’ı aram aya çıkacak, onu yakalar yakalam az
B oranlfnın yolunu tutacaktı. O rad a onu çocuklar, iki
evin çocukları., bekliyordu. M utluluklarını amaç edindi­
ği, ayrım gözetm eden hepsini çok sevdiği çocuklar...

Ama şu azgm K a ran an nasıl yola getirecekti? Niçin
başka develere benzemezdi bu hayvan? Niçin develerin
en kudurganı, zaptedilm esi en güç olanı idi o? O ndan o
kadar korkuyorlardı ki vurmayı büe düşünüyorlardı. Bir
hayvana neyin iyi, neyin kötü olduğunu nasıl anlatirsınız?
Onu buraya kadar koşturup getiren, ona bu emri veren
doğanın düzeni, yaradılış kanunu idi. Dev gibi büyük,
hiçbir engel tanım ayan, karşısına çıkan her şeyi ezip ge­
çecek güçte bir hayvandı.. Böyle bir hayvanla nasıl başe-
decek, ona nasıl diz çöktürecekti? Bir kere yakaladıktan
sonra ayaklarına zincir vurmalı, ağıla kapatmalıydı onu
ve bütün kış bağlı tutmalıydı. Çünkü bu gidişle, Kospan
değilse bile, bir başkası onu vurur, hayatına son verebilir­
di. Yedigey de hiçbir şey yapam azdı bu durum da...

Bunları düşüne düşüne nihayet uykuya dalacağı sıra­
da tam buru yanık yanık konuşturm asını bilen E rnefes’in
hem çalıp hem söylemesini bir kere daha hatırladı. Ona
böyle giizel bir akşam geçirttikleri için sevinçliydi. Âşık
bozkır ozanının acılarını dile getiren o müzik, onun yüre­
ğinde de yankısını bulmuş, bu acıları ona da duyurmuştu.
Kendisiyle Raymalı Aga arasında bir ortak yan yoktu

C.ÛN OLUR ASRA HF.UEL./3I5

am a yine de kendi durum u ile Raymalı Aga hikâyesi a ra ­
sında uzaktan uzağa bir benzerlik, birbirine çağrışım yap­
tıran bir özellik buluyordu. Yüz yıl kadar önce yaşamış
ihtiyar cırav (yırcı) Raymalı A ga’nın çektikleri, onun gibi
bir Sarı-Özekli olan Y edigey’in ruhunda yankılanm ıştı.
Yatağında bir o yana bir bu yana dönerek için için inle­
meye başladı. M utsuzdu. Bilinmezlikler, um utsuzluklar
içinde kıvranıyor, kalbi sıkışıyordu. Nereye gidecekti, ne
yapacaktı? Z arife’ye neler söyleyecek ve U kubala’ya ne
cevap verecekti? Yook, yoktu bir çıkış yolu!

Sonunda uykuya daldı ve dalar dalmaz da kendini
Aral kıyılarında buldu. A ral’ın koyu m avisinden ve şid­
detli rüzgârdan başı dönüyordu. Eskiden, tâ çocukluk yıl­
larında olduğu gibi, kendini suya attı. Köpüklü dalgaların
üzerinde kanat çırpan bir martı idi sanki. O engin deni­
zin yüzeyinde, m utluluklar içinde süzülüyor, süzülüyor­
du. Ve bu arada E rn efes’in tam buru inim inim Raym alı
A ga'nııi acıklı hikâyesini çalıyordu. Sonra ‘altın m ek re’
balığını Aral sularına salıverişini gördü. Balık iriydi, kıv­
raktı. Onu suya götürürken hayvanın kıpır kıpır canlılığı­
nı, bir an önce sulara dalıp kendi dünyasına kavuşm ak
için çırpınışlarını hissetti. Yedigey yuvarlana yuvarlana
gelen dalgaların üzerinden yürüyor, yüzüne çarpan rüz­
gâra gülüp geçiyordu. Sonra ellerini gevşetti. Altın m ek­
re, denizin koyu maviliğinde pırıl pırıl parlayarak, sulara
daldı gitti... U zaklardan bir müzik geldi kulaklarına.. Ve,
biri, kara talihi için yanıyor, yas döküyordu..

*

O gece, buz gibi soğuk ve şiddetli bir rüzgâr kol gezi­
yordu bozkırda. Soğuk gittikçe daha da artıyordu. Kara-
nar’ın sürüden seçip ayırdığı ve korum asına aldığı d ö rt
dişi deve, bir küçük tepenin kuytusuna çekilmişlerdi.
Hayvanlar, rüzgârın savurduğu kardan korunm ak için,

316 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

büzüşerek, başlarını birbirinin boynuna koyarak ısınmaya
çalışıyorlardı. O durum da bile, doymak bilmez vahşileş­
miş K aranar bir rahat vermiyordu onlara. Çevrelerinde
koşup dolanıyor, hiddetle bağırıp hırıltılar çıkarıyordu.
Kimden, neden kıskanıyordu dişilerini? A rada bir bulut­
ların ardında g ö rünen A y’dan mı? Çift hörgücünü hopla­
ta hoplata, uzun boynunu uzata uzata, ağzından köpük­
ler saçarak, buz tutmuş karları çatır çatır ezerek koşuyor,
tehditler savuruyor, dişilerin boynunu, bacaklarını ısıra­
rak birbirlerinden ayırmaya çalışıyordu. Doğrusu, bu ka­
darı da fazlaydı artık. Dişileri gündüz boyunca isteğine
gönüllü olarak boyun eğmişlerdi. Ama şimdi geceydi,
yorgundular ve üşüyorlardı. O nun için onlar da bağırıyor,
onu yanlarına sokmak, hiç olmazsa geceleyin rahatsız
edilmek istemiyorlardı.

Sabaha karşı K aranar da biraz yatıştı. Dişilerinin ya­
nında dikiliyor, biraz kestirmeye çalışırken yine naralar
savurur gibi ses çıkarıp çevresine bakıyordu. O nun sakin­
leşmesi üzerine dişilerde yine birbirlerine sokularak kar­
ların üzerine yattılar, boyunlarını uzatıp yere koydular ve
uyumaya başladılar. Uyurken doğacak yavrularını gördü­
ler düşlerinde. N ereden çıkıp geldiğini bilmedikleri, sü­
rünün öbür erkek develerini döverek kendilerini kaçıran
bu kara buğra (erkek deve) dan gebe kalmışlardı. Yavru­
larını doğurm aya hazırlanacaklardı artık. Sıcak yaz gün­
lerini, kokulu pelinleri, yavrularının m em elerine doku­
nan yumuşak dudaklarını da gördüler düşlerinde. Bu on­
lara, m emelerinin sütle dolacağı günleri de düşündürdü.
O günleri özlüyorlardı. O nlar düş dolu uykularında iken
Karanar başlarında dikilip duruyor, onları belirsiz tehli­
kelerden koruyor ve rüzgâr onun uzun tüyleri arasında
vınlıyordu...

Evrenin rüzgârlarıyla yıkanan yerküre, kendi ekse­
ninde ve güneşin etrafında dönmeye devam ediyordu.

GÜN OLUR ASRA B E D E L /317

Belli bir konum a geldiği zam an ortalık aydınlandı ve Sa-
rı-Özek bozkırında sabah oldu. İşte o zaman gördü Kara­
nar bir dişi deveye binm iş iki kişinin kendisine doğru çı­
kageldiğini. Yedigey ve K ospan idi bunlar. K ospan’ın
elinde bir tüfek vardı.

Boranlı K aranar birden kızdı, köpürdü. H ırsından
tepinerek, köpükler saçarak bangır bangır bağırmaya,
böğürmeye başladı. İnsanlar ne caseretle yaklaşırlardı
onun egemenlik alanına! Kızıştığı dönem de ne cesaretle
ve ne hakla sokulurlardı dişilerinin yakınına! Yeri göğü
inleterek böğürüyor, uzun boynunun ucundaki başını iki
yana sallıyor, masal ejderhası gibi dişlerini gösteriyor ve
gıcırdatıyordu. B urnundan çıkan buğular ânında kırağıya
dönüşüp yeieshîeDyapışıyordu. Tahrik edilm ekten, heye­
candan işemek isteği geldi ve dört ayağını birden açarak
rüzgâra karşı işedi. Keskin bir sidik kokusu kapladı o rta­
lığı. Savrulup hem en donan sidik parçacıklarından b irk a­
çı gelip Y edigey’in yüzüne çarptı.

Yedigey hem en yere atladı, kürkünü çıkarıp yere bı­
raktı. Sırtında ceket, ayaklarında pamuk astarlı pantolon
vardı. Yalnız, heybeden kamçısını çıkardı, sapma sarılmış
sırımını açtı.

Kospan tüfeğini doğrultarak seslendi:
- Bak Yedike, seni güç durum da bırakırsa vuracağım
onu!
- Yoo, sakın ateş etm e. O nunla başa çıkmasını bili­
rim ben. Ama sana saldıracak olursa o zaman serbestsin,
çekersin tetiği!
- Pekâlâ öyle olsun, dedi Kospan ve deveden inmedi.
Yedigey kamçısını havada sallaya sallaya ve şaklata
şaklata azgm K a ran ar’ın üzerine doğru yürüdü. O nun
üzerine doğru geldiğini gören K aranar da büyük bir öfke
ile ağzından salyalar, köpükler saçarak ve korkutucu ses­
ler çıkararak onun üzerine koştu. Bu sesler dişi develeri
de uyandırmış, ürkütm üştü. Dişiler kaçıp dağıldılar.

318 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

Yedigey kamçısını şaklatmaya devam etti. Onu kar
kızağına koşup yüreklendirm ek, korkutm ak için şaklattı­
ğı gibi şaklatıyordu kamçıyı. Bir yandan da yüksek sesle
konuşarak kendisini tanıtm aya çalışıyordu:

- Karanar! Karanar! Aptallık etme! Kör müsün!
Bak, benim , ben! Sahibini tanım adın mı! D ur orda, yak­
laşma!..

Am a K aran ar’ın aldırdığı yoktu onun bağırm alarına
ve kamçısına. Hörgüçlerini hoplata hoplata, tehdit dolu
patlak gözlerini kocaman açarak, bütün cüssesiyle geli­
yordu Yedigey’in üzerine. Yedigey korktu. K aran ar’ın
hiç şakası olmadığını anlamıştı ve kamçıyı olanca gücüyle
kullanm aktan başka çaresi kalmamıştı. Bir eliyle kalpağı­
nı başına sıkıca bastı ve başladı kamçıyı savurmaya. Kalın
sığır gönünden kesilmiş, örülm üş ve katranlanm ış kam çı­
nın uzunluğu yedi m etre idi. Yedigey’in üzerine bir dağ
gibi gelen deve, besbelli onu ayakları altında ezmek ya da
dişleriyle parçalam ak niyetindeydi. Ama Yedigey kam çı­
sını ustaca savuruyor, sağa sola kaçarak onu şaşırtıyor,
bir yandan da kendisini tanısın diye durm adan sesleni­
yordu. Birbirlerinin açığını kollayarak uzun zam an dö­
vüştüler. İkisi de kendi bildikleri gibi dövüşüyordu. İkisi
de kendi yönlerinden haklıydılar. Yedigey, azgın devenin
aradığı, bulduğu m utluluğu yitirmemek için gösterdiği
zaptoluıımaz istek ve kararlılık karşısında biraz sarsıldı.
O bir buğra idi, atan deve idi ve sahibi onun m utluluk
hakkını elinden alm aya kalkıyordu! A m a Y edigey’in de
yapacağı başka bir şey yoktu. Kamçıyı gözüne isabet et-
lirmemeye çalışarak savurmaya, onu dize getirmeye çalı­
şıyordu. Uzunca bir dövüşten sonra, kazanan Yedigey ol­
du. Kamçısıyla kendini koruya koruya ve bağıra bağıra,
azgın hayvana yaklaştı ve ani bir hareketle üzerine atılıp
üst dudağına yapıştı, öyle asıldı ki neredeyse koparacaktı
hayvanın dudağını. Bundan sonra, yanında hazır tuttuğu
burunduruğu geçirmesi pek zor olmadı. Karanar bağırdı,

GÜN OLUR ASRA BEDEL'319

dudaklarının acısıyla inledi. Gözleri korkudan ve acıdan
kocaman açılmıştı. Yedigey, bir aynaya bakarm ış gibi
kendi aksini gördü o gözlerde.. G ördü ve iirperdi. Az da­
ha geri çekilip mücadeleyi bırakacaktı. Çünkü bir anda,
hayvanın gözbebeklerinde gördüğü yüzü, insanlıktan çık­
mıştı. T er içinde korkunç derecede çirkinleşmiş, vahşileş­
mişti. Dövüşürken, yerdeki kar örtüsünü çiğneyip eşeler
gibi, aktarır gibi bozduğunu da farketmişti o gözlerde.
K aranar'a diz çöktürm ek, eziyet etm ek için girmişti o hâ­
le. Ne suçu vardı K a ran arın ? Böyle yaratılm ış olması
onun suçu muydu? Bir an, onu bırakıp gitmek istedi.
A m a yapam azdı bunu. B oranlı’da ikisini de bekleyenler
vardı. Onu burada bırakıp gidecek olsa Ak-M oynaklılar
vurup öldürürlerdi. O nun için, bir zafer kazanmış gibi
nara atarak deveyi ıhtırmaya başladı. Ağzına burunduruk
vurulm uş K a ra n a rın da Y edigey’e boyun eğm ekten baş­
ka çaresi kalm am ıştı. G erçi hâlâ hom urdanıyor, bağırı­
yor, köpüklü ağzından çıkan buğulu nefesini sahibinin
yüzüne savuruyordu ama, yenilmişti artık.

Yedigey, K ospan’a seslendi:
- Kospan, o havutu buraya getir, sonra da şu dişi de­
veleri tepenin ardına sür ki gözü görm esin onları!
Kospan, bindiği devenin semerini ona getirdi ve son­
ra K aranarın dişilerini tepenin ardına sürdü. Bundan
sonra da Yedigey kısa zam anda K aranarın sırtına havu­
tu vurdu, K ospan’ın karların üzerinden alıp uzattığı kür­
kü giydi ve K a ran ar’ın sırtına atladı.
Karanar hâlâ homurdanıyor, sahibinin sürdüğü tara­
fa değil, dişilerinin bulunduğu yöne gitmek istiyor, bu
arada başım geriye uzatıp Yedigey’in bacağını ısırmaya
çalışıyordu. A m a Yedigey işini biliyor, K aran ar’ın h o ­
murdanmasına, öfkeli kükreyişine aldırmadan, onun ka­
dar inatla, karlı düzlüklerde sürüyordu onu. Bir yandan
da kamçısı ile devesini yatıştırmaya, aklını başına getir­
mesine çalışıyordu:

320 /G Û N OLUR ASRA BEIJIH.

- Yeter arlık Karanar! Yeter! Geri dönebileceğini,
buralarda kalabileceğini aklından çıkar artık! Sana ger­
çekten kötülük yaptığımı mı sanıyorsun sen? Acımadığı­
mı mı sanıyorsun? Ben olm asam seni çok zararlı vahşi bir
hayvan gibi vurup geberteceklerdi! Buna ne diyorsun p e­
ki? Kudurdun sen, kudurdun! Hangi hayvan yapar senin
yaptığım? Kendi süründeki dişiler yetm edi mi? Buralara
kadar gelm ene ne gerek vardı? Bak beni iyi dinle! Şimdi
eve gidiyoruz, oraya varınca seni zincire vurup ahıra ka­
patacağım . Bak bakalım o zam an kaçabilecek misin!

Yedigey böyle konuşmakla, her şeyden önce bu dav­
ranışını kendi gözünde haklı çıkarmaya çalışıyordu. Yok­
sa, K aran ar’ı Ak-M oynaklı dişilerinden zorla ayırm ak
haksızlıktı doğrusu. Eğer biraz uysal bir deve olsa bunlar
gelir miydi başına! M eselâ binip geldiği dişi deveyi bura­
da bırakacaktı, birkaç gün sonra K ospan, B oranlı’ya gö­
türecekti onu. O bir dert açıyor muydu başına? Başkala­
rına belâ oluyor muydu? Am a bu lanet Karanar herkesin
başını derde sokuyordu!..

Bir süre sonra Karanar, sırtında havut olduğu ve sa­
hibinin egemenliğini kabul etm ek zorunda kaldığı için
sakinleşmişti. Şimdi daha az bağırıyor, daha düzgün ve
hızlı yürüyordu. Sonunda koşmaya, her zam anki gibi Sa-
rı-Özek bozkırını arşınlamaya başladı. Yedigey de yatış­
mış, kendine gelmişti. K a ran ar’ın yaylanan hörgüçleri
arasına rahatça kurulm uştu. R üzgârdan korunm ak için
kürkünün etekleriyle önünü kapatm ış, kalpağını iyice
bastırm ıştı. Bir an önce B oranlı’ya ulaşm ak istiyordu
şimdi.

Hava pek fena sayılmazdı. Biraz rüzgârlı, biraz da
bulutluydu. Geceleyin kar fırtınası patlak verebilirdi ama
şimdilik korkulacak bir şey yoktu. Bununla birlikte, Bo-
raıılı’ya k adar d aha epeyce yol vardı önünde.

Yedigey, K aran ar’ı yakalayıp geri getirm ekten m em ­
nundu am a onu asıl sevindiren, m utlu kılan, K ospan’ın

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 321

evinde E rnefes’in tam burunu dinleyerek unutulm az bir
gece geçirmiş olmasıydı.

Bunları hatırlayınca, farkına varmadan düşünceleri
onu, hayalının acılarına sürükleyip getirdi sonunda. Se­
vincin yerini üzüntü aldı. Başkalarına acı verm eden ken­
di gizli derdini nasıl açıklayacaktı? Zarife'ye açıkça nasıl
"Seni seviyorum!" diyebilecekti? A butalip’in çocukları
ileride "Kuttubayev" soyadını taşıdıkları için bazı güçlük­
lerle karşılaşacaklarsa, Yedigey onlara kendi soyadını
verm eye hazırdı. Bunun için Z arife’nin ‘evet’ dem esi ye­
terdi. Kendi soyadı Daul ve E rm ek ’in işine yarayacaksa,
onları aşamayacakları güçlüklerden koruyacaksa, bundan
gerçekten m utluluk duyardı. Böylece çocuklar, güçleri ve
çabalan oranında başarı şansını elde ederlerdi.

K a ra n a rın sırtında yol alırken Boranlı Y edigey’in
kafasından işte bunlar geçiyordu.

Vakit öğleyi çoktan geçmişti. Yorulm ak bilmeyen
K aranar, M lâ ara sıra öfkesini belirtmekte, hom urdan­
m akta ise de, sahibini hızlı hızlı götürüyordu. Ö nlerinde
B oranlı’nın develeri, karla kaplı vadileri görünm eye baş­
lamıştı. İşte büyük tepe ve onun hem en ardında Boranlı
istasyonu ve işte demiryolu dirseğinin içinde, bacaları tü ­
ten küçük evler.. Yedigey, iki aileyi, o çok sevdiği insan­
ları m erak ediyor, "ne d u nundalar acaba?" diyordu kendi
kendine. O nlardan sadece bir gün ayrı kalmıştı am a bir
yıl ayrı kalmış gibi m erak ediyordu. En çok çocukları öz­
lemişti. Boranlı evlerini görünce K aranar da adımlarını
sıklaştırdı. T er içinde kalmıştı. Burnundan halka halka
buhar çıkıyordu. Yedigey evine ulaşıncaya kadar iki yük
katarı geldi ve istasyonda karşılaştılar. Bunların biri batı­
ya, öteki doğuya gitti...

Yedigey her şeyden önce K aranar’ı ağıla kapatm ak
ve kaçmasını önlem ek için evinin arkasında durdu. B ura­
da deveden inip ön ayaklarına zincir köstek vurdu. Havu-
tunu hemen çıkarmadı, teri kuruduktan sonra çıkaracak­

322 / GUN OLU R ASRA BEDEL

tı. Bir an önce eve girm ek için sabırsızlanıyordu. Belinin
ve bacaklarının uyuşukluğunu giderm ek için gerine geri­
ne ağıldan çıkacağı sırada büyük kızı Saule koşup yanına
geldi. Yedigey de kürkünün içinde güçlükle hareket ede­
rek kızını kucakladı, öptü. Kızı hafif giyimli olduğu için:

- Eve gir yavrum, üşüyeceksin, dedi, ben de şimdi ge­
liyorum.

Saule babasına iyice sokularak:
- Baba, Daul ile E rm ek gittiler, dedi.
- Nereye gittiler?
- Temelli ayrıldılar, anneleriyle birlikte trene binip
gittiler..
- Temelli mi gittiler? Ne zaman?
Yedigey kızının söylediklerini tam anlamış değildi.
Gözlerinin içine bakarak sorm uştu soruyu..
- Bu sabah gittiler, dedi Saule.
- Yaa, dem ek gittiler? Sen koş eve gir, ben de şimdi
geliyorum.
Saule köşeyi dönünce Yedîgey, ağılın kapısını kapa­
mayı dahi u n u tarak ve kürkünü çıkarm adan Z arife’nin
evine yürüdü. Kızının söylediklerine inanamıyordu, her­
halde yanılmış olmalıydı Saule. Böyle bir şey olamazdı.
A ncak, evin sundurm asına gelince birçok ayak izi gördü.
Kapıyı dış m andalından tutup hızla çekti, içeri girdi. Ev
boştu. Bomboştu! Buz gibi de soğumuştu. İşe yaramayan
bir sürü ıvır zıvır atılmıştı oraya buraya. Ne Zarife vardı,
ne çocuklar!..
Evin içinde dolanıp duruyor, gerçeği bir türlü kabul
edem iyordu.
- Nasıl olur? Nasıl giderler?., diye söyleniyordu kısıl­
mış sesiyle. Gitmişler! G itm işler ha!..
Kendini hiçbir zaman bu kadar kötü hissetmemişti.
Ayakta, soğuk sobanın başında dikilip duruyor, bu acıya,
sevdiği insanları yitirmenin üzüntüsüne nasıl dayanacağı­
nı, ne yapacağım soruyordu kendi kendine. Büyük bir

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 323

haksızlığa uğradığını, iyice ezildiğini düşünüyordu. P en ­
cerenin ö n ü n d e E rm ek ’in almayı unuttuğu faltaşlarm ı
gördü. Zavallı çocuklar bu kırk bir taşla, çoktan ölmüş
bulunan babalarının ne zam an döneceğini anlam ak için
fal açarlardı. İki kardeşin um ut taşları, sevgi ve özlem
taşlarıydı bunlar. Yedigey taşları avucuna aldı, okşar gibi
sıktı. İşte onlardan geriye kalanlar sadece bu taşlardı.
Sonra duvara döndü. Ü züntüden ateş gibi yanan alnını
buz gibi soğuk duvara dayadı ve hıçkırıklarını tutam adı.
Ağlarken taşlar birer birer kayıp düşüyordu parm akları­
nın arasından. Taşları tutm ak istiyordu ama titreyen elle­
riyle bunu yapamıyor, düşen taşlar döşem ede tok sesler
çıkarıyor ve boş odanın içinde yuvarlanıp dört bir yana
gidiyordu...

Şimdi de sırtını döndü duvara, yavaşça kayarak yere
çömeldi. Sırtında kürkü, başında kulaklarını da örten
kalpağı ile, duvara yaslanıp kaldı. Sarsıla sarsıla ağladı.
Sonra, Z arife’nin bir gün önce verdiği atkıyı cebinden çı­
karıp gözyaşlarını sildi...

Terkedilm iş baraka-evde, olanları anlamaya çalıştı.
Anlaşıldığına göre Zarife çocukları da alıp gitm ek için
onun B oranlı’d a bulunm ayacağı bir günü beklem işti. Y e­
digey’in gitm esine izin verm eyeceğini, engel olacağını bi­
liyordu elbet. G erçekten de Yedigey dünyada bırakm az­
dı onu. E ğer B oranlı’da olsaydı trene binm elerine kesin­
likle engel olurdu. Yazık ki geç kalmıştı buna. Z arife de,
çocuklar da gitmişlerdi. Nasıl dayanacaktı onların yoklu­
ğuna? Burda olsaydı hiç bırakır mıydı onları? Zarife
onun yokluğundan yararlanıp gitmeye karar vermiş, böy­
lece gidişini kolaylaştırmıştı am a, B oranlfya dönen Yedi­
gey’in onların evini bom boş bulunca ne hâle geleceğini,
ne dayanılmaz acılar çekeceğini düşünmüş müydü hiç?

Peki, istasyonda trenin durm asını kim sağlamış, bi­
nip gitmelerine kim yardım etmişti. H erhalde Kazangap
yapmıştı bunu! O ndan başka kim olabilirdi? Evet oydu,

324 'G L 'N OLUR ASRA BEDEL

oydu bunu yapan! T abiî o, S talin’in öldüğü gün, Y edi­
gey’in yaptığı gibi im dat kolunu çekerek durdurm uş d e ­
ğildi treni. Durm adan geçip gitmesi gereken bir trenin
orada bir-iki dakika durm ası için istasyon şefini razı et­
mişti. Sersem herif!. U k u b ala’nın da parm ağı olmalıydı
bu işte. Zarife ve çocuklarının buradan bir an önce git­
melerini istiyordu herhalde! Vay hainler vay!.

Böyle düşünen Y edigey’in beyni öç alm a duygusuyla
yanıyor, gözleri kinle, hiddetle kararıyordu. Birden, bü­
tün gücünü toplayıp, Boranlı denen bu lanet köyü, bu la­
net istasyonu yakıp yıkmak, yerle bir etm ek düşüncesi
geçti aklından. Boranlfyı yakıp yıkmak, sonra da Kara-
n ar’a binip onu Sarı-Ö zek bozkırına sürm ek, o ra d a yal­
nızlıklar içinde, açlıktan, soğuktan geberip gitme isteği...
Aklından bunlar geçiyordu ama. o boş evde, güçsüz, ça­
resiz, umutsuz, yığılıp kalmıştı. O ev de, bütün dünya da
yıkılmıştı başına. Bir soru hiç çıkmıyordu aklından: "Ni­
çin gitti, nereye gitti?. Niçin gitti, nereye gitti?.."

Sonunda evine döndü. Ukubala hiç konuşm adan
onun kürkünü, kalpağını, keçe çizmelerini çıkarıp bir kö­
şeye koydu. Yedigey’in taş kesilmiş donuk yüzünden ne
düşündüğü, ne yapacağı anlaşılmıyordu. Kör kör bakı­
yordu donuk gözleriyle. Kendini koyvermemek, içinden
neler geçtiğini açığa vurm am ak için nasıl insanüstü bir
çaba gösterdiğini belli etm iyordu gözleri.

U kubala kocasını beklerken sem averin ateşini birkaç
kez yakmıştı. Semaver şimdi közleşmiş köm ürde fokur
fokur kaynıyordu.

- Çay hazır, sıcacık., diye sessizliği bozdu.
Yedigey karısının uzattığı çayı alırken sessizce yüzü­
ne baktı. Kaynar çayı yudum larken ağzının yandığını bile
farketm iyordu. İkisi de gergindi ve ikisi de konuşmaya
önce karşısındakinin başlam asını istiyordu.
Sonunda Ukubala başladı konuşmaya:
- Zarife çocuklarını alıp gitti.

GÜN OLUR ASRA B ED EL' 325

Yedigey yüzünü içtiği çaydan kaldırm adan kısaca:
- Biliyorum, dedi.
Yine gözlerini çay bardağından ayırmadan sordu:
- Nereye gitti?
- Gittiği yeri söylemedi bize.
İkisi de sustular. K aynar çayuı ağzını yakm asına al­
dırm ayan Yedigey’in aklında tek şey vardı: Kendini koy-
vermemek, her şeyi belli ederek, kendini tutam ayarak re­
zil olm am ak ve bu eve m utsuzluk getirm em ek.
Çayını içtikten sonra dışarı çıkmak için tekrar giyin­
meye başladı. Keçe çizmelerini giydi, kürkünü sırtına,
kalpağını başına geçirdi.
- Nereye gidiyorsun? dedi Ukubala.
- Hayvanlara bakacağım, dedi Yedigey kapıdan çı­
karken.
Kısa süren kış günü sona ermişti. Hava ilerdeyse
gözle görülecek şekilde lıızla kararıyordu. Soğuk da git­
tikçe sertleşiyor, şiddetli bir rüzgâr karları süpürüp savu­
ruyordu. Yedigey suratı bir karış asık, kaşları çatık ola­
rak, hızlı adım larla ağıla yürüdü. Zincirini koparm aya ça­
lışan K a ra n a r’a öfkeyle, hınçla baktı ve sesinin vargiicüy-
le bağırdı:
- Hâlâ ne bağırıyorsun sen! Durup dinlenmek bilmez
misin? Artık uzun uzun konuşacak değilim seninle! Bak
ne yapacağım sana! B urnundan fitil fitil getireceğim yap­
tıklarını. G örürsün sen!
Sonra küfürler savurarak K aranarın böğrüne bir
yumruk indirdi, sırtındaki havutu çıkarıp attı, ayağındaki
zinciri çözdü. Sonra, bir eliyle uzun kamçıyı, öbür eliyle
devenin yularını tutarak, onu kırlara doğru aldı götürdü.
Y edigey’in yedeğinde gelen deve durm adan bağırı­
yor, inliyordu. Bıktırıcı, sinir bozucuydu. Yedigey birkaç
kere geriye dönüp ona kamçısını gösterdi, yularını sarstı,
am a K aran ar susm uyordu. Bunun üzerine ‘tüh saııa!’ di­
ye yere tükürdü ve onun bağırm alarına aldırış etm em eye

326 / C.ÛN OLUR ASRA BEDEL

çalıştı. Kalın bir kar örtüsünün üzerinde, rüzgâra karşı ve
göz gözü görmeyen bir karanlıkta yürüyor, devenin ba­
ğırm alarına aldırmıyordu. Suratı bir karış asık, cinleri te­
pesinde, derin derin soluyarak ve hızını hiç yavaşlatma­
dan yürüyordu. Epeyce yürüyüp yakın tepeleri de aştık­
tan sonra durdu. Şimdi K a ran ar’la hesaplaşacak, onun
cezasını verecekti. Kürkünü çıkarıp karların üzerine bı­
raktı. Devenin yularını beline bağladı. Böylece K aranar
elinden kaçıp kurtulam ayacak, kamçıyı kullanm ak için
iki eli de serbest kalacaktı. İki eliyle yapıştı kam çının sa­
pına ve sonra söylene söylene, küfürler savurarak olanca
gücüyle başladı vurmaya. Uğradığı felâketten onu so­
rumlu tutuyor, vuruyor., ha vuruyordu.

- Al sana! Al bakalım! Lanet hayvan. Bütün bunlar
senin yüzünden geldi başıma! Suçlu sensiıı, tek suçlu sen-
sin! Kaçmak istiyorsun değil mi? Kaç, kaç ama önce bir
yerini sakat bırakayım da sonra salacağım seni! Al sana!
Al! Başını alır gidersin değil mi? Köppoğlu! Ben senin
peşinde koşarken o da çocuklarını alıp gitti işte! Kimin
um urunda benim başıma gelenler, benim acılarım! Be­
nim dünyam ın yıkılışı! Kimsenin um urunda değil ha!
Kimseler de benim um urum da değil öyleyse! Al sana!
Köpek, al sana!

K aranar kamçı darbeleri altında inliyor, korkudan
ve acıdan kendini o yana bu yana atıyor, bar bar bağırı­
yordu. Sonunda çılgına döndü, yularını hızla çekti, Yedi-
gey’i devirerek kütük gibi sürüklem eye başladı. Sahibin­
den kurtulm ak, onu zorla getirdikleri yere gitmek istiyor­
du.

K arlar içinde sürüklenen ve güçlükle nefes alan Y e­
digey kısılan sesiyle bağırıyordu deveye:

- Dur! Dur diyorum sana! Dur!
Kalpağı başından uçup gitti. Buzlaşan kar yüzüne
çarpıyor, koynuna doluyordu. Kamçı eline dolandığı için
deveye vuramıyor, yuları da çekemiyordu. Çılgına dönen

GÜN O L l'R ASRA BEDEL / 327

K aranar ise selam eti kaçm akta bulduğu için koşuyor, ko­
şuyordu.. Neden sonra hayvanın yularını bağladığı kendi
kemerinin tokası gevşemeseydi, sürüklene -sürüklene
kimbilir ne olurdu? K ar yığınları arasında sürüklenm ek­
ten boğulurdu belki. Kemeri gevşetince yuları tekrar ya­
kaladı've çekti. Deve de biraz sonra durm ak zorunda kal­
dı.

Yedigey doğruldu, sendeleye sendeleye yürüdü. Y ü­
zü kıpkırmızı olmuştu ve güçlükle soluyordu. Yine küf­
retm eye başladı K a ran ar’a:

- Alçajt! Bana bunu yaparsın ha! Pekâlâ, defol git
öyleyse! Seni gözüm görm esin bir daha! Ne cehennem e
gidersen git! N erede geberirsen geber! Kuduz köpek gibi
vurup gebertecekler seni! Git geber, ben de kurtulayım!

K aranar A k-M oynak’a doğru koşm aya başladı. Y e­
digey de peşinden kamçısını şaklata şaklata, küfürler sa-
vura savura koşuyordu. Sonunda, o kadar cezayı yeterli
görmüş yâ da bitkin düşm üş olacak ki durdu. Ama K ara­
nar koşmaya devam ederken o arkasından hâlâ bağırı­
yordu:

- Defol git artık! Git geber oralarda! Beynine bir
kurşun sıkarlarsa hiç um urum da değil!

Karanar, gittikçe kararan bir havada, bozkırda koş­
maya devam etti ve bir süre sonra rüzgârın savurduğu
kar bulutu içinde görünm ez oldu. Ancak, kükreyişi andı­
ran bağırmaları, korkunç naraları andıran sesi hâlâ duyu­
luyordu. Yedigey, yorulm ak nedir bilmeyen bu azgm
hayvanın A k-M oynak’ta bıraktığı dişilerine kavuşm ak
için bütün gece koşacağını düşünüyordu.

K aranar uzaklaştıktan sonra Yedigey bir an ardın­
dan bakarak:

- Tüh sana! diye tükürdü.
Sonra geri döndü, sürünürken kar üzerinde bıraktığı
geniş izde yürümeye başladı. Sırtında kürkü, başında kal­
pağı yoktu. Yüzünün ve ellerinin derisi alev alev yanıyor­

328 ı GÜN OLUR ASRA RLI5KI.

du. Kamçısını siirükleye sürükleye yavaş yavaş ilerledi.
Birden içinde büyük bir boşluk, bir güçsüzlük hissederek
dizleri üstüne çöktü. Başını elleri arasına alarak sessizce
ağladı, ağladı... Sarı-Özek bozkırında, böylece diz çök­
müş ağlarken, rüzgârın ıslığını, hortum hortum savrulan
karların hışırtısını işitiyordu. Havaya tem as edince bel-
li-belirsiz bir sürtünm e sesi çıkaran milyonlarca ve mil­
yonlarca kar tanesinin her biri ona hep ayni şeyi, onun
bu ayrılık yükünü kaldıramayacağını, sevdiği kadından ve
onun nice babaların sevemeyeceği kadar çok sevdiği ço­
cuklarından ayrı kalarak yaşamasının hiçbir anlamı olm a­
dığını söylüyordu sanki. O rada ölüp kalmak istedi.. Ö l­
mek ve karlara gömülüp kalmak istedi.

- T anrı yok! Yok! M adem ki o bile insan hayatı ile il­
gilenmiyor, insanın derdinden anlamıyor, başkalarından
ne beklersin! Yok işte! Tanrı yok!

Sarı-Özek kırında, karanlıklar içinde ve yapayalnız,
yüreği kan ağlarken, böyle isyan etmişti. O güne kadar
hiç böyle sözler çıkmış değildi ağzından. H atta, her za­
man örnek aldığı Yelizarov, bir bilim adamı olarak Tan-
rı’nın olam ayacağım söylediği zam an o n a karşı çıkmış,
inancından asla vazgeçmemişti. Ama işte bugün böyle is­
yan ediyor ve Tanrı'nın olmadığım bağıra bağıra söylü­
yordu.

Yerküre, evrenin ebedî rüzgârlarında yıkana yıkana
dönmeye devam ediyordu. O, güneşin etrafında döne-
dursun, o saatlerd e soğuk, beyaz ve ıssız bir çölde diz çö­
küp oturan bir adam da dönüyordu onunla birlikte. Hiç­
bir kıral, hiçbir im parator, hiçbir hüküm dar devletini yi­
tirdiği için Boranlı Yedigey kadar umutsuzluğa düşm e­
miş, onun kadar acı duymamış ve ağlamamıştı.

Dünya ise dönm eye devam ediyordu...
Aradan üç gün geçti. İstasyon deposunda rayların
onarım ı için kanca ve travers aldıkları bir sırada Kazan-
gap, Yedigey’i d urdurdu:

ClCN Ol UR ASRA I1KDF.I. 'S29

- Hey Yedigey, birdenbire vahşileşmiş gibisin, be­
nimle karşılaşmak, konuşm ak istemiyorsun gibi geliyor
bana! dedi.

Bunu, malzemeyi tamir arabasına koyarken, önem ­
siz bir şeymiş gibi söylemişti.

Yedigey öfkeli bakışlarını K azaııgap’a çevirdi:
- Konuşmaya başlarsak boğarım seni! Bunu biliyor­
sun!.
- Anlıyorum, ama benimle yetinmeyecek, daha baş­
kalarını da boğacaksın. Bu hiddet, bu öfke niye?
Yedigey, üç günden beri ona huzur vermeyen, işken­
celer, acılar içinde kıvrandıraıı olayı olduğu gibi söyleyi­
verdi:
- Onu burdan gitmeye siz mecbur ettiniz, gitmesine
siz yardım ettiniz!
K azaııgap’ın yüzü kızgınlıktan ya da utançtan pancar
gibi kızardı ve başını ağır ağır sallayarak cevap verdi:
- Bak beni iyi dinle! Olaya bu açıdan baktığına göre,
yalnız bizim için değil, Z arife için de kötü düşündüğün
anlaşılıyor! Bu kadın senin gibi akılsızlık etmediği için
T an rı’ya şiikretm elisin. Senin kafanla hareket etseydi bu
işin sonu nereye varırdı? Bunu düşündün mü hiç? Am a o
düşündü ve daha vakit varken, iş işten geçm eden, gitm e­
ye karar verdi. G itm esi için benden yardım isteyince, yar­
dım ettim elbet. Nereye gittiğini ne ben sordum , ne o
söyledi. Kaderinin götürdüğü yere gitti o, anlıyor musun?
Giderken kendisinin ve senin karının onuruna gölge dü­
şürebilecek tek söz söylemedi. Birbirleriyle dostça, insan­
ca helâllaşıp ayrıldılar. Seni büyük bir felâketten kurtar­
dıkları için ayaklarına kapanıp teşekkür etm en gerekirdi.
Hem insan. U kubala gibi bir kadını hayatta ancak bir ke­
re bulabilir. O nun yerinde başka bir kadın olsaydı dünya­
yı d ar ederdi sana, sığınacak bir delik bulm ak için K ara-
n ar’dan da uzaklara, dünyanın öbür ucuna kaçardın...

330 / GÛN OLUR ASRA BEDEL

Yedigey bir cevap verm edi. Ne cevap verebilirdi ki?
K azangap’ııı söyledikleri çok doğruydu. A m a yine de Y e­
digey onun bir şeyleri anlam adığına, bu olayda onu aşan
bir şeylerin olduğuna inanıyordu. Hiddetle yere tüküre­
rek K azangap’a kaba bir cevap verdi:

- Pekâlâ, öyle olsun bakalım. Dediklerini işittik akıl
deryası! Yirmi üç yıldan beri, şurada çürümüş bir ağaç
gibi hiç kım ıldam adan duruşunun sebebini de anladık.
Sen ne anlarsın ki böyle şeylerden! T am am artık, seni
dinleyip vakit kaybedecek değilim!

Bundan sonra tartışmayı kestiler ve Yedigey hızlı
adımlarla oradan uzaklaştı. Kazangap da onun ardından:

- Sen bilirsin, istediğini yap! diye seslendi.
Bu konuşm adan sonra Yedigey B oranlı’dan ayrılm a­
yı düşünm eye başlam ıştı. B urası çekilm ez olm uştu onun
için. H uzurunu iyice yitirmişti ve onu huzursuz eden şeyi
aklından çıkarmıyor, yüreğini durm adan kemiren o derdi
unutam ıyordu. Z arife olm ayınca, Z arife’nin çocukları ol­
mayınca, hiçbir şeyin tadı kalmamış, her şey boş, her şey
çekilmez olm uştu, onun için çekip gitmeliydi buralardan.
Bunun için de istasyon şefliğine bir dilekçe yazmaya, acı­
larından kaçmak için ailesini alıp olabildiği kadar uzak
bir yere gitmeye karar verdi. Burada kalmasın da nereye
giderse gitsindi. T a n rı’nın bile unuttuğu bu B oranlı’ya
zincirle bağlanmış değildi ya! Birçok insan şehirlerde,
başka köylerde yaşıyordu. Onların hiçbiri bir gün bile da­
yanam azdı bu B oranlı’ya. O niye bütün öm rünü burada
geçirsindi? Ne günahı vardı burada yaşamak için? Y eter­
di bu kadar kaldığı. Çekip gidecekti. Aral denizine mi
olur, K aıaganda’ya mı, A lm a-A ta’ya mı? N eresi olursa
olsun. Gidilecek yer mi yoktu dünyada? İyi, çalışkan bir
işçiydi. Eli-ayağı yerinde, sağlıklı, aklı başında bir insan­
dı. Ne diye ayni düşünceleri geveleyip duracaktı burada?
B ütün mesele, tek m esele, konuyu U kubala’ya açm akta
idi. Konuyu nasıl açacak, onu nasıl razı edecekti? Onun

GÜN OLUR ASRA BED EL,'331

rızasını aldıktan sonra gerisi kolaydı. O nunla konuşmak
için uygun bir ânı beklerken tam bir hafta geçti. Ve bir
halta sonra, döve döve kovduğu K aranar çıkageldi...

Evin arkasında köpek durm adan havlıyordu. Besbel­
li bir şeyler vardı orada. Hayvan havlıyor, hırlıyor, ileri
geri gidip geliyordu. Yedigey gidip bakmak gereğini duy­
du: Ağılın yanında bir hayvan vardı. Bir deve idi bu, ama
ne deve! Ayakta zor duruyordu, kımıldayacak hâli kal­
mamış... İyice yaklaşıp bakınca bunun K aranar olduğunu
anladı ve şaştı kaldı:

- Şensin ha! Vah! Vah! Ne oldu sana? Bu hallere na­
sıl düştün, ayakta duracak gücün kalmamış...

O anlı şanlı K aranar, birden bir kem ik idi şimdi. İyi­
ce içine çökm üş bir çift donuk göz, ipince olm uş boynu­
nun üzerinde sallanan kocaman bir kafa, dizinden aşağı­
ya doğru saçak saçak inen tüyleri takma saç gibi duruyor.
Kara kaleler gibi dik duran hörgüçleri ise şimdi bir koca­
karının mem eleri gibi yana sarkıyordu.. D aha dün dene-
_cek bir zam ana k adar bastığı yeri titreten K aranar o d e­
ğildi. Öyle güçsüz, öyle bitkin idi ki ağıla kadar ancak
dinlene dinlene yürüyordu. Yürüyor değil, sürünüyordu.
Kanının son damlasına, son molekülüne kadar bütün gü­
cünü vermişti çiftleşm ek için..

Yedigey alaylı alaylı güldü:
- Keh! keh! keh! G ördün mü ne hallere düştün? Kö­
pek bile tanım adı seni! N erde o yenilmez gücün? Sen
miydin o azgın buğra? Ne cüretle geri geliyorsun şimdi?
Utanmıyor musun? Hayaların yerinde duruyor mu bari?
Erkekliğinden bir şey kaldı mı? Bacakların pislik içinde,
nasıl da pis kokuyor biliyor musun? Güçsüzlükten ayak­
larına işemişsin. Arkan da buz tutmuş neıdeyse. Tam bir
serseri, bir sefil olm uşsun.. Vah zavallı vah!
G erçekten bir canlı cenaze gibiydi K aranar. Y ürü­
meye bile gücü kalmadığı için kımıldamadan duruyordu
orada. Başını bile güç tutuyordu.

332 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

Yedigey devesine acıdı. Eve gidip bir leğen dolusu
en iyisinden yemeklik buğday gelirdi. Bunun üzerine bir
avuç da tuz serpti:

- Al, ye bakalım , dedi. İyi gelir, biraz kendini toplar­
sın. Sonra da seni ağıla götürürüm . Y atar dinlenirsin gü­
cünü toplayıııcaya kadar.

Ayni gün Yedigey, K azangap’ın evine gitti. Kazan-
gap’la konuştu:

- Bak Kazangap, seninle bir meseleyi konuşm ak için
geldim. Ama sakın daha dün konuşm ak bile istemezken
bugün tıpış tıpış geldi diye düşünm e. Bugün iş ciddi. Ka-
ra n a r’ı geri alm anı istiyorum senden. O nu bana bir köşek
iken vermiştin. Büyüdü ve çok işime yaradı. Bundan do­
layı sana m innettarım . G eçenlerde onu kovm uştum , çün­
kü bana çektirmediği kalmamış, sabrımı iyice taşırmıştı.
Ama bugün çıkageldi. Bir deri bir kemik kalmış, ayakta
duracak gücü yok. Şimdi ağılda yatıyor. İyi yem verilir,
bakılırsa, iki hafta içinde eski hâline döner..

- D ur hele, diye sözünü kesti Kazangap, taşı nereye
attığını görelim , asıl am acın ne senin? K aran arı niçin
vermek istiyorsun? Onu senden isteyen mi var?

Bunun üzerine Yedigey ona her şeyi anlattı. Sonun­
da "buradan ailem i alıp gitm ek istiyorum , Sarı-Ö zek’te
kalmayacağım artık" dedi. D aha fazla gecikmeden gitme­
sinin iyi olacağını söyledi.

Onu dikkatle dinleyen Kazangap şu cevabı verdi:
- H erhalde kendi işini en iyi yine kendin bilirsin.
Am a bana öyle geliyor ki, sen ne istediğini pek bilmiyor­
sun. Diyelim ki bu radan gittin. G itm ekle kendinden k a­
çıp kurtulacağını mı sanıyorsun? Nereye gidersen git,
üzüntülerin de seninle beraber gelecektir. Hayır Y edi­
gey, kaçmakla kurtulam azsın. Yiğitlik kaçmakta değildir.
Eğer yiğit isen, bildiğim Yedigey isen, burada kalıp üste­
sinden gelmelisin o meselenin. Herkes gidebilir, herkes

GÖN OLUR ASRA B E D E L /333

Jcaçabilir ama, herkes kendine hâkim olamaz, herkes
kendine karşı zafer kazanamaz..

Yedigey onun görüşünü tam am en kabul etm em ekle
beraber tartışm ak istemediği için susmuştu. O turduğu
yerde, derin derin içini çekerek hep ayni şeyi düşünüyor­
du: "Belki çeker giderim , başka yerlere yerleşirim. Ama
derdim i unutabilir miyim? Hem niçin unutm ak zorunda
kalayım? Ne olacak bu işin sonu?"

Düşünmekten kendini alamıyor, düşündükçe de
üzüntüsü artıyordu. "Ya o ne durum dadır şimdi? Çocuk­
larını alıp nereye gitti? Gittiği yerde bir dostu, bir yakını
olacak mı? Bir yardım edeni bulunacak mı? U kubala’nm
derdi de benimkinden az değil. G ünlerden beri surat as­
mama. buz gibi soğuk davranm am a rağmen, tek kelim e
söylemeden katlanıyor bu hayata..."

K azangap, Y edigey’in aklından neler geçtiğini bili­
yordu. Havayı yum uşatm ak, gerginliği giderm ek için bir
şeyler söylemek gereğini duydu. Bunun için de öksürüp
onun dikkatini çekti. Yedigey yüzünü ona çevirince şöyle
dedi:

- Bak Yedigey, ben senin aklını çelmeye çalışmıyo­
rum. Bunda benim hiçbir çıkarım olmaz. Bunu düşün­
me.. Durum u sen de en az benim kadar biliyorsun, yap­
m an gerekeni de yine en iyi kendin bilirsin. Ne sen Ray-
malı A ga’sın, ne de ben A bdilhan’ım. Öyle olduğum uzu
farzetsek bile, yüz kilom etre çevremizde seni bağlayacak
bir kayın ağacı bulamam. O nun için dilediğin gibi hare­
ket edebilirsin!

Yedigey, K azangap’ın bu sözlerini uzun süre u n u ta­
madı.

-X -

R a y m a u -a g a kendi zam anında çok tanınm ış bir cı-
rav (yırcı), bir ozan idi. D aha küçük yaşta ün kazanmıştı.
Tanrı vergisi bir yetenek ve kişiliğinin üç güzel özelliği
sayesinde bozkırın en ünlü yırcısı, âşık ozanı olmuştu:
Güftesini kendi yazar, bestesini kendi yapar ve güzel se-'
siyle bunları hem çalar, hem söylerdi. Dinleyenler ona
hayran kalırlardı. Güzel bir türkünün doğması, yankı
yankı yayılması için onun sazının tellerine dokunması ye­
terdi. O anda m eydana gelen R aym âlı-A ga’nm o türküsü
hem en ertesi gün ağızdan ağıza, obadan obaya yayılır gi­
derdi. O zam anlar, yiğitlerin dilinden düşmeyen şöyle bir
türküsü vardı:

Dağdan, kırdan koşup gelen küheylan
Serin bulak suyunun tadını bilir.

Yiğidi serinleten yar dudağıdır
Her lezzeti, her sevinci onda bulur
Ve dünyanın en m utlusu olur onu öperken.

Raymalı-Aga her zaman güzel, renkli elbiseler giyer­
di. O nun için güzel giyinmek sanki bir Tanrı buyruğu idi.
En iyi, en güzel kürklerden yapılm ış şapkalara pek düş­
kündü. H er mevsim için çeşit çeşit şapkaları vardı. Doru

GÜN OLUR ASRA B E D E L 335

donlu Sam la isimli bir de atı vardı ki bunu hiç yanından
ayırmazdı. ‘A k h al-T eke' cinsinden olan bu atı ona, bir zi­
yafet sırasında T ü rk m en ler arm ağan etm işti. S arala’nın
şanı şöhreti, sahibininkinden aşağı değildi. Attan anla­
yanlar bu hayvanın görkemli ve zarif yürüyüşüne hayran
kalırlardı. O yüzden de şakadan hoşlananlar "Rayma-
lı-Aga’nın b ü tü n zenginliği tam burunun sesi ile Sara-
la’nın yürüyüşüdür" derlerdi.

G erçekten de öyle idi. Çünkü Raym alı-Aga bütün
ömrünü, tam buru elinde at sırtında dolaşarak geçirmişti.
Şöhreti çok, serveti yok idi. Mayıs bülbülü gibi toydan to­
ya, şölenden şölene koşar, her gittiği yerde sevgi saygı
görürdü. A tm a da çok iyi bakar, tım ar eder, beslerlerdi.
Bununla beraber, bazı varlıklı, rahat geçinen kişiler onu
pek sevm ezlerdi. Ovada esen rüzgâr gibi serseri, savruk
bir hayat sürdüğünü söyler, eleştirirlerdi onu.

Raymalı-Aga bir toya varıp tam burunu çalmaya baş­
ladı mı, herkes susup onu dinler, gözünü kulağını ondan
ayıramazdı. Yalnız sevenleri değil, onun serseri bir hayat
sürdüğünü söyleyip eleştirenler de büyülenirdi o tam bu­
runu çalarken.. Gözlerini onun ellerinden ayıramazlardı,
çünkü bu eller tam burun tellerine dokununca gönüller­
deki en giizel duyguları uyandırır, coştururdu. Gözlerini
onun gözlerinden de ayıramazlardı, çünkü ruh ve düşün­
celerinin bütün gücü, alev alev gözlerine, bakışlarına
yansır ve durm adan değişirdi. Gözlerini onun yüzünden
de ayıramazlardı, çünkü o ilhamlı güzel yüzün hatları,
çok rüzgârlı bir günde deniz yüzeyi gibi dalgalanır, deği­
şirdi...

Evlendiği kadınlar onun yolunu gözlemekten, gel­
mesini beklem ekten bıkar, um utsuzluğa düşer ve onu
terkedip giderlerdi. Nice kadınlar da vardı ki, ge-
ce-gündüz onun aşkıyla yanar, gündüz hayallerinde, gece
düşlerinde onu görür, gizli gizli gözyaşı dökerlerdi.

336 / GÜN ÖLÜR ASRA HİZDI I.

İşte böyle geçiyordu onun hayatı.. Türküden türkü­
ye, toydan toya, eğlenceden eğlenceye koşarken koca bir
öm ür geçti gitti. Farkına varm adan ihtiyarlık gelip çattı.
Ö nce bıyıklarında birkaç kıl beyazlaştı, sonra saçı-sakalı
ağardı. Sarala bile çok değişmişti: Yelesi, kuyruğu seyrel­
miş, vücudu çökmüş, beli bükülm üştü. Ancak, yürüyüşü­
ne bakanlar, onun bir zamanlar harika bir at olduğunu
anlıyorlardı. Raymalı-Aga, gururlu yalnızlığında, dalları
kuruyan koca bir çınar gibi, öm rünün kışına gelip çatm ış­
tı... Bir gün ansızın anladı acı gerçeği: Ne çadırı vardı ne
yuvası, ne koyunu vardı ne kuzusu, ne eşi vardı ne işi! O
zam an küçük kardeşi Abdilhan onu yanma'aldı. Ama ön­
ce yakın akrabaların ve kabile ileri gelenlerinin bulundu­
ğu bir toplantıda ondan şikâyetlerini bildirdi, acı sözler
söyleyip arlık aklını başına toplam ası gerektiğini anlattı.
Sonra, ağabeyi için ayrı bir çadır kurdurdu. Burada, ça-.
maşırının yıkanması, yemeğinin hazırlanm ası gibi ihtiyaç­
larını karşılayacak tedbirleri de aldı.

Raymalı-Aga bundan sonra ihtiyarlık üzerine türkü­
ler söylemeye, ölümü düşünmeye başladı. O günlerde
hüzünlü ama ölümsüz güzel türküler besteledi. Artık ge­
zip dolaşmadığı için, derin konuları düşünüyordu. Bütün
çağlarda bütün düşünürlerin aklına takılan düşünceyi o
da soruyordu kendisine: İnsanın dünyaya geliş sebebi ne­
dir? Niçin yaratılmıştır?

Artık vaktini toylarda, şenliklerde değil çadırında
geçiriyor, bu yüzden de daha çok üzüntülü türküler söy­
lüyordu. Anılarla yaşıyor, yaşlı insanlarla bu ölümlü dün­
yanın boşluğu üzerinde sohbetler yapıyordu.

Allah şahittir ya, öm rünün son mevsiminde onu al­
lak bullak eden o olay olmasaydı, hayatını huzur içinde
bitirip gidecekti.

Bir gün dayanam adı, em ek tar S arala’yı eyerleyip, bi­
raz oyalanm ak, can sıkıntısını giderm ek için, büyük bir
şenliğe gitti. Ne olur ne olm az diye, tam burunu da almış-

GÜN OLUR ASRA B E D E L /337

tı. Onu toya çağıranlar köyün ileri gelenleri ve çok saygı­
değer kişilerdi. Tam bur çalmasa bile şeref konuğu olarak
bulunması için ısrar etm işlerdi. Raymalı-Aga da bu ra­
hatlıkla ve çabucak dönm ek niyetiyle yola hazırlanmıştı.

R aym alı-A ga’yı büyük bir saygı ile karşıladılar.O nu
ak kubbeli en güzel yurt(çadır)a götürüp başköşeye
oturttular. Saygıdeğer insanlarla sohbet edip onlarla bir­
likte kımız içti, yakınları için en iyi dileklerini bildirdi.

Avılda (köyde) toy töreni büyük bir neşe içinde sü­
rüp gidiyordu. Gençlerin şen kahkahaları, şarkıları duyu­
luyordu her tarafla. Yeni evlenenlerin şerefine düzenle­
nen at yarışı için büyük hazırlık yapılıyor, aşçılar ocak
başlarında koşuşuyor, uzaktan yılkıların kişnemesi duyu­
luyor, kaygısız köpekler oynaşıyordu. Ve bozkırdan esen
bir rüzgâr çiçek açmış otların kokusunu getiriyordu...
Ama, öbür yurtlardan yükselen müzik sesleri, şarkılar,
Raym alı-Aga’nın fazlasıyla dikkatini çekiyor, hele arada
bir genç kızların kahkahaları duyulunca onlara kulak ka­
bartmaktan kendini alamıyordu.

Yaşlı ozan, hüzünlü bir özlem, heyecan içinde kalı­
yordu onları dinlerken. Yanındaki yaşlı insanlara bir şey
söylemiyor, belli etm em eye çalışıyordu ama, geçmişe,
gençlik günlerine dalıp gitmişti. Genç, yakışıklı olduğu,
çevik S arala’ya binip yollara düştüğü günlerde... O za­
m anlar geçtiği yerlerde o tlar S arala’nın toynakları altın­
da ezildikleri için ağlar ya da güler, onun türkülerini din­
leyen güneş ona doğru koşar gelirdi. Esen rüzgârı bağrı
ile karşılar, tam burunun sesini dinleyenlerin yüreklerin­
de odlar tutuşurdu. Ağzından çıkan her şey havadan ka­
pılırdı. O zam anlar sevmeyi de, acı çekmeyi de, ölüp ölüp
dirilmeyi de bilirdi. Üzengide doğrulup vedalaşırken göz­
yaşı dökmeyi de bilirdi. Niçindi bütün bunlar? Şu ihtiyar­
lık çağında pişm an olm ak, boz küller altında korların sö­
nüp gitmesi gibi, gençlik yıllarının geçip gittiğini görerek
acı duymak için mi?

338 / CON OLOR ASRA BEDEL

Raymalı-Aga gittikçe mahzunlaşıyor, suskunlaşıyor,
düşüncelere dalıyordu. Birden çadıra yaklaşan ayak ses­
leri duydu. Kulaklarına konuşm a sesleri, gerdanlık şakır­
tısı, ancak kadın elbiselerinin eteklerinden çıkan hışırtı­
lar geliyordu. Derken, çadırın işlemeli kapı örtüsü tâ yu­
karıya kadar kalktı ve eşikte, tam burunu göğsüne bastı­
rarak tutan bir genç kız göründü. Kızın yüzü ay gibi, kaş­
ları yay gibiydi. Ok gibi saplanan bakışı ve bir meydan
okuyuşu vardı. K öm ür kara gözlü, selvi boylu, T an rı’nm
özenerek yarattığı bir güzeldi. Boyuna bosuna, yüzünün
hatlarına, giyim kuşam ı da pek iyi düşüyordu. A rkasında
kız arkadaşları ve birkaç yiğit de bulunan genç kız, çadır­
daki saygıdeğer konuklardan, ansızın gelip rahatsız ettiği
için özür diledi. Sonrada onların tek kelime söylem eleri­
ne fırsat bırakm adan, tam burunun tellerine dokunarak
Raym alı-A ga’ya hitap etti:

"Vahaya can atan bir keman gibi, selama geldim ben,
selamlar olsun. Giirıdtii patırtı yaparak geldik, bizi kınama.
Toy-diiğün olanda coşku olm az m ı? Coşuyoruz..

"İçimde gizli bir korku, bir ürperti ile okuyorum bu tür­
küyü.. Bu türkü ile aşkım ı açıklıyorum diye sakıtı şaşırma,
cüretimi de bağışla. Bir tüfek nasıl barutla dolarsa, ben de
öyle cesaretle dolduruldum..

"Günlerimi hür yaşadım toylarda, şölenlerde. A m a arı
gibi damla damla biriktirdim balımı.. bugün için sakladım.
Vaktim gelince açm ak için gonca oldum, bekledim, işte va­
kit geldi, goncanın açtığı gündür bugiin.."

Raymalı-Aga, şaşakalmış, dona kalmıştı. Eğilip sela­
mını almıştı ama, "Kimsin sen güzel yabancı?" diye sora­
mıyor, onun şarkısını kesm ek istemiyordu. Yalnız, hay­
ran hayran bakıyordu. Kınamasalar, kolunu kanadını
açıp koşacaktı ona. Ruhu allak-bullak olmuştu. Kanı kay­
namaya, yüreğini tutuşturm aya başlamıştı. Eğer oradaki­
lerin özel bir görm e yetisi olsaydı, her şeyi görebilseydi,
onun yüreğinin canlanıp çırpındığını, sonra büyük bir

GUN OLUR ASRA BEDEL .'339

kartal gibi kanatlanıp yükseldiğini görürlerdi. Gözleri ye­
niden canlanıyor, parlıyor, uzun süreden beri beklediği o
sesi gökyüzünden duyunca kulak kesilmişti. Rayma-
lı-Aga, şimdi geride bıraktığı yılları, kocamışlığını unuttu
ve başını dikleştirdi.

Genç kız şarkısını söylemeye devam ediyordu:
"Derdimi bilesin ey ulu âşık, adımımı nasıl attım,
ayağına nasıl geldim ben bugün. Küçüklüğümden beri se­
viyorum seni Raymalı-Aga, ey Tanrı vergisi, ey H ak âşı­
ğı! Seni her yerde izledim, sesin nerden gelse oraya koş­
tum, alını nereye sürsen oraya gittim. Senin gibi, senin
bugün de olduğun gibi ünlü bir ozan olm ak idi em elim ,
bu emelimden dolayı beni kınama Raymalı-Aga, ey tür­
künün eşsiz ustası. Gölge gibi ardına düştüm senin, ezgi­
lerini ilâhî gibi, dua gibi, manilerini sihirli sözler gibi ez­
berledim. Güzel bir günde huzuruna çıkıp aşkımı itiraf
etm ek, hayranlığımı belirtm ek için yaktığım türküleri sa­
na okum a cesareti, sana ulaşım gücü versin diye, ge-
ce-gündüz T an rı’ya yalvardım . T anrı cüretim i bağışlasın,
senin gibi bir müzik ustası ile atışmak, yarışmak istedim.
Ey Raymalı-Aga, ey eşsiz üstad, başkalarının gerdek ge­
cesini beklemesi gibi bekledim ben bu günü. Yenilsem
ne çıkar, ram olsam ne gam! Ama ben çok küçüktüm,
sen ise çok büyük, çok ünlü ve herkes tarafından sevilen,
sayılan idin. Şan-şeref kuşatm ıştı çevreni. O büyük kala­
balıkta, toylarda, şölenlerde, benim gibi küçücük bir kızı
nasıl farkederdin? İçim den utanç duysam da, türkülerin­
le sarhoş oluyor, senin aşkınla yanıp tutuşuyordum . Gizli
gizli hep seni düşledim ben, seni sevdim, senin karın ol­
mayı istedim hep. Buna cüret ettim işte. Söz sanatında
senin kadar usta olmak, müziğin sırrını senin kadar bil­
m ek ve senin gibi çalabilmek için, yemin ettim ey üsta­
dım.. Tâ ki senin bakışlarından korkmayayım, sana bu
övgüleri söyleyebileyim, aşkımı önüne serip, sana mey­
dan okuyayım. İşte geldi o gün, karşındayım. G ör beni!

340 / GÜN OLUR ASRA HhDKL

Yargıla beni! Bugüne ulaşm ak için bir an önce büyüm ek
istiyordum, vakit benim için çok yavaş geçti ve ancak bü­
yüdüm. Sonunda, bu baharda erdim on dokuzuma. Ve
sen, ey Raymalı-Aga, seni düşlediğim çocukluk çağımda
nasıl idiysen yine öylesin. Yalnız saçların biraz kırlaştı, ne
gam! Saçlarına ak düşmemiş olanları sevmek zorunda ol­
madığım gibi, ak saçlıları sevm em e de kimse engel ola­
maz.. Ve işte karşındayım! B enden hiç çekinme, apaçık
söyle. Beni eş olarak, karın olarak kabul etmeyebilirsin,
am a seninle yarışmaya gelmiş yırcı olarak reddedem ez­
sin!. Sana meydan okuyorum, büyük üstad. haydi, söz se­
nin! Konuşsun tambur!."

Raymalı-Aga ayağa kalktı:
- Kimsin sen? N erden geldin? Adın ne?
- Benim adım Begimay.
- Begimay dem ek? Peki, bugüne kadar ilerdeydin?
Niye geciktin? N ereden çıkageldin?.
Bu sözleri istemeden kaçırmıştı ağzından. Üzgün,
karam sar, başını eğdi.
- Az önce söyledim Raymalı-Aga, küçüktüm, büyü­
meyi bekledim...
Raymalı-Aga başını sallaya sallaya cevap verdi:
- H er şeyi anlıyorum da, yalnız bir şeyi anlam ıyorum .
Benim kaderim , alın yazım, niçin böyle yazılmış? Senin
gibi baharını yaşayan bu kadar güzel bir kızı, felek niçin
ben kışa girerken, son günlerim i yaşarken çıkarıyor karşı­
m a? Bugüne kadar gördüklerim in bir hiç olduğunu, boş
bir hayat yaşadığımı, bir gün senin gibi bir güzeli görünce
anlıyayım diye mi? K ader bana niçin böyle acımasız dav­
ranıyor?
- Acı acı sitem etm ene hiç gerek yok Raymalı-Aga!
Talih beni karşına çıkardı diye, benden şüphe etme! B e­
nim için en büyük m utluluk seni mutlu etm ektir. G enç
kız sevgisiyle, şarkılarımla, tertem iz aşkımla, en tatlı ok­
şayışlarımla m utlu kılacağım seni. Bana inan, bana güven

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 541

Raymalı-Aga. Eğer şüphelerini yenemezsen, sevgi yolu­
nu, gönül kapını yüzüme kapatsan bile, sana olan aşkım
kalbimden çıkmayacaktır. Senin gibi bir söz ustası ile ya­
rışmayı, sınanmayı da şereflerin en büyüğü sayacağım.

- Ne diyorsun Begimay? Sen ne diyorsun? Sözde,
sazda yarışm ak, sınanm ak d a neymiş ki! İçinde yaşadığı­
mız düzenle pek bağdaşmayan aşk gibi korkunç bir sınır
varken, sazda sözde sınanm ak neymiş ki! Hayır Begimay,
hayır, seninle güzel söz söylemede yarışmam ben. Y arışa­
cak gücüm kalmadığı için değil, kelime hâzinem in kuru­
muş olm asından değil, sesimin kısılmasından, körleşm e­
sinden değil, sana hayran olmaktan başka bir şey istem i­
yorum. Hayranım sana! Seninle ancak aşkta yarışırım
Begimay, sevgide yarışırım!.

Raymalı-Aga bu sözleri söyledikten sonra tam buru­
nu aldı, tellerini yeniden akord etti ve usta parmaklarıyla
dokundu.. Eski günlerde olduğu gibi coşkulu, duygulu,
çalmaya başladı. Bazen, otları hışırdatan hafif bir yel olu­
yor,, bazen ak bulutlu gökyüzünde uğuldayan bir fırtına..
O günden beri yeryüzünde söylenegelen "Begimay türkü­
sü" işte böyle doğdu:

".. Uzaklardım bulak başına susuzluğunu gider­
m ek için gelmişsen, ben de rüzgâr gibi eser gelir, ayak­
larına kapanırım Begimay!

Kaderimde bugünün son günüm olduğu yazılıysa,
ölm em ek için direnirim Begimay!

Bugün değil, yarın değil, sen var oldukça biç öl­
mem Begimay!

Ölürsem dirilirim, ölür ölür yine dirilirim Begi­
may!

Hep sensiz kalm am ak için yaşarım, sensiz kalm ak
kör olmaktır, gözsüz olmaktır..."

Raymalı-Aga "Begimay Türküsü"ııü böyle okudu.

K Î/G Ü N OLUR ASRA BEDEL

O giinü, Raym alı-A ga ve Begim ay’m karşılaştıkları o
günü, insanlar hiç unutam adılar. Herkes onlardan söze-
diyor, başka bir şey konuşmuyordu. Bütün oba toy şenli-
ğindeydi. Beyaz çadırlar süslenmiş, herkes bayramlık el­
biselerini giymişti. Atlılar da, atlar da pırıl pırıl idiler. Ve
gelin alayı güveyin evine doğru yola çıkmıştı. Rayma-
lı-Aga ve Begimay alayın en önünde idi. T am bur çalıyor,
kaval çalıyor, şarkı okuyor, yanyana, atlarının üzengileri
birbirine değerek ilerliyor, T an rı’dan Peygam ber’den
genç evliler için m utluluk diliyorlardı. Biri bırakıyor, biri
alıyordu. Biri bırakırken öteki çalıyordu...

Onları dinleyen insanlar hayran kalıyor, m utlu olu­
yorlardı. Onların ayakları dibinde otlar açılıyor, gülüyor,
kır ateşlerinin dum anları çevreye yayılıyor, yanlarında
kuşlar uçuşuyor, cıvıl cıvıl ötüşüyordu. Küçük çocuklar
taylara binmiş, iki âşığın etrafın d a fır dönüyorlardı...

Raymalı-Aga, bu yaşlı ozan, tanınm az olmuştu. Sesi
eskisi gibi çınlıyordu, hareketleri eskisi kadar çevikti ve
gözleri, yeşil çayırın ortasına kurulm uş beyaz bir çadırın
ışıklı iki penceresi gibi parlıyordu. E m ektar atı Sarala bi­
le canlanmış, gençleşmiş, çevikleşmişti. Başını gururla,
dimdik kaldırıyordu.

Ama, o coşkulu sahneyi nefretle karşılayanlar, Ray-
m alı-A ga’nın yüzüne tükürm ek isteyenler de vardı kala­
balığın arasında. Bunlar daha çok onun yakın akrabaları,
onun mensup olduğu Barakbay aşiretinden idiler. Toyda
bulunan Barakbaylılar bunu bir çılgınlık, yüz kızartıcı bir
davranış olarak görüyorlardı. Ö m rünün kışında, saçı sa­
kalı ağardıktan sonra çıldırmış mıydı bu adam! Bazıları
hem en R aym alı-A ga’m n kardeşi A bdilhaıra haber saldı­
lar ve ona kafa tuttular: "Raymalı denen bu kocamış kö­
pek bizi böyle rezil ederse, seni nasıl bucak başkanı seçe­
riz? Seçim sırasında öbür aşiretler bu olayı ortaya alıp bi­
zimle alay etm ezler mi? O nun toyda, genç bir tayın kiş­
nemesi gibi bağıra bağıra türkü söylediğini, kahkaha alıp

O UN OLUR ASRA BEDEL '343

güldüğünü işitmedin mi? Ya yanındaki o kıza, o körpe
kancığa ne demeli! Herkesin gözü önünde birbirlerine
neler diyorlar, neler! Ne utanç verici, ne yüz kızartıcı bir
şey! Kız onun aklını başından almış, iyice baştan çıkar­
mış. Nasıl katılır böyle bir kaltağa! Olay bütün avıllara
yayılmadan R aym alı’yı yola getirm elisin!.."

Abdilhan kocaymcaya kadar, eğlenceden eğlenceye
koşan, serseri bir hayat yaşayan ağabeyine zaten çok kızı­
yordu. A m a artık iyice yaşlandığına göre aklım başına
toplamıştır diye düşünüyordu. O böyle düşünürken Ray-
m alı’nm B arak b ay ları rezil etm esi onu da çileden çıkar­
dı. Atına atladığı gibi, kalabalığı yara yara düğün alayına
yaklaştı. Bir yandan da kamçısını havada sallayarak bağı­
rıyordu: "Akimı başına topla! Yaşını başını bil! D ön
eve!".

Rayınalı-Aga coşkular içindeydi, yüreğinden gelen
manileri okuyor, m elodiler içinde yüzüyordu. Kardeşini
ne duydu ne de gördü. O na hayran atlılar çevresini ku­
şatmış, genç kızla karşılıklı deyişlerini zevkle dinliyor,
her sözünü kapm aya çalışıyorlardı. R aym alı’ya engel say­
gısız kardeşini durdurup sıkıştırdılar, atına ve kendisine
kamçılarıyla vurmaya başladılar. O kalabalıkta kimin sı­
kıştırdığı, kimin vurduğu belli olmuyordu. Abdilhan. kur­
tulm ak için atını sürüp kaçm aktan başka çare bulam adı.

Aşıklar türkü söylemeye devam ediyorlardı. Ve işte
yepyeni bir türkü daha doğmuş, dudaklarda dolaşmaya
başlamıştı:

".. A şk oduna düşen maral, sabah erken melemeye
başlayınca sesi dağlarda, boğazlarda yankı yankı duyulur.."
diyordu Raymah.

".. Kuğu kuğusundan ayrı düşende, giineş bile gözüne
kapkara bir leke olarak görünür..." diye cevap veriyordu
Begimay.

Böylece, genç evliler şerefine türküler, m aniler söy­

344 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

leniyordu.. Biri bırakıyor, öbürü alıyor, biri söylüyor,
öbürü cevap veriyordu..

A bdilhan’ın atını sürüp uzaklaştırırken duyduğu öf­
ke ve kinden R aym alı-A ga’nın haberi yoktu. B arakbay-
lar’ın ona niye kızdıklarından, o n a nasıl korkunç bir ceza
hazırladıklarından da haberi yoktu.

Âşık ozanlar çalıyor söylüyor, çalıyor söylüyorlardı...
Abdilhan, eyerin üzerine yatıp fırtına habercisi kara
bir yel gibi esti, kendi avılına geldi. Hısım akrabası kurt
sürüsü gibi etrafını sarmış, onu kışkırtıyorlardı:
- Ağabeyin aklını oynatmış! Çıldırmış! Bu ne rezalet!
Bu ne kepazelik! H em en yola getirmeli onu!
Âşıklar ise çalıyor söylüyor, çalıyor söylüyorlardı!.
Âşıkların müziğine uyarak güvey evine doğru ilerleyen
düğün alayı bir yere gelip durdu. Burada uğurlayıcılar ay­
rılacaktı. M utluluk dileklerini tekrarladılar. Raymalı-A-
ga, kalabalığa dönerek şunları söyledi:
-"... Bugünü gördüğüm için m utluyum . Ş ükürler ol­
sun, talih bana kendim gibi bir akın (âşık-ozan) olan bu
genç, güzel Begim ay’ı bir ödül olarak gönderdi. A ncak
çakmak taşı, çakm ak taşına sürtününce kıvılcım çıkar;
güzel söz söyleme sanatında da ozanlar ancak biıbiriyle
yarışarak bu sanatın sırrını kavrayabilir, ona ulaşabilirler.
Ama daha da önemlisi, batm akta olan bir güneşin son
ışıklarıyla dünyayı güzelleştirmesi gibi, ben de, hayatımın
son döneminde, hayal bile edilemeyen, bugüne kadar
görmediğim bir ruh zenginliğinin, bir ruh gücünün belir­
tisi olan bir aşkı tattığım için mutluyum, çok m utlu­
yum..."
Begimay da cevap verdi ona:
- Raymalı-Aga, ben de dileğime kavuştum, rüyala­
rım gerçek oldu. Artık senin izinden ayrılmayacağım. İs­
tediğin zaman, istediğin yere çalgımı alır gelirim; türkü­
mü türküne katmak, seni sevmek ve senin tarafından se­
vilmek için koşar gelirim. Bugün hiç tereddüt etm eden,

GÜN OLUR ASRA BEDEL . 345

hayatımı kaderim e bırakıyorum. Korkm adan, istekle,
coşkuyla...

Bu sözleri türkü oldu ve böyle okundu.
D üğün alayını oluşturan kalabalığın karşısında, iki
âşık, iki gün sonra başlayacak büyük bir panayırda buluş­
mak, her taraftan toplanacak kalabalığın önünde çalıp
söylemek için sözleştiler.
Düğün alayı işte bu güzel haberi alarak dağıldı. H a­
ber bir anda ağızdan ağıza, kulaktan kulağa ulaştı. H abe­
ri sevinçle karşılayanlar da vardı, nefretle karşılayanlar­
da..
- Panayıra! Panayıra gelin!
- Atınızı eyerleyin ve hiç durm adan panayıra gidin!
Haber, yankı yankı yayıldı:
- Ne büyük bir şenlik olacak!
- Ne eğlence! Ne eğlence!
- Çok güzel şey! B ulunm az bir olay!
- Yüz karası bir şey bu!
- - Çok güzel! Çok!
- Neresi güzel? U tanç verici! Ne saçmalıktır bu!
Raymalı-Aga ve Begimay yolun ortasında birbirin­
den ayrıldılar:
- Panayırda görüşürüz Begimay!
- Panayırda görüşeceğiz Raymalı-Aga!.
Biraz uzaklaştıktan sonra başlarını çevirip yine ba­
ğırdılar:
- Panayırda buluşuruz Begimay, hoşça kaaal!
- Buluşuruz Raymalı, hoşça kaaal!
Güneş batm ak üzereydi. Uçsuz bucaksız bozkıra, ak­
şamın sisli beyaz bulutu çöküyordu. Mevsim yazdı. O tlar
kuruyup sararm aya yüz tutmuş, kokulan çevreye yayıl­
mıştı. D ağlara yağm ur yağmış, hava hafif bir serinlik ge­
tirmişti. O güzel yaz akşam ında, güneş iyice batıp kaybol­
madan önce, çaylaklar alçaklardan uçuyor, yavru kuşlar
cıvıl cıvıl ötüyorlardı...

346 'G Ü N OLUR ASRA BEDEL

Raym alı-Aga, atı S arala’nın yelesini okşadı:
- Ne güzel bir sessizlik, C ennet kadar güzel bir hava,
dedi. Ah Sarala, em ektar yoldaşım, sanlı atım! Hayal bu
kadar güzelmiş demek! İnsan, hayatının son deminde de
âşık olur, mutlu olurmuş demek?..
Kocamış da olsa, Sarala, pofurdaya pofurdaya, sürç­
meden, yavaşlamadan gidiyordu. Bütün gün eyer altında
dolaşmıştı. Şimdi efendisini bir an önce çadırına ulaştır­
dıktan sonra, dereden serin bir su içmek, bacaklarını din­
lendirm ek ve ay ışığında otlam ak istiyordu.
D erenin dirseğini döndüler: İşte avıl, işte beyaz ça­
dırlar, ocaklardan kıvrıla kıvrıla yükselen dum anlar.
Raymalı-Aga çadırına gelince attan indi ve hayvanı
bir kazığa bağladı. H em en çadıra girmemiş, dışarıda,
ocağın başında oturup biraz dinlenm ek istemişti. İşte bu
sırada bir komşu çocuğu geldi yanına:
- Raymalı-Aga, sizi çadıra çağırıyorlar, dedi.
- Kim çağırıyor?
- Bizimkiler, Barakbaylar.
Raymalı-Aga çadıra gitti, eşikten içeri adımını atar
atm az aşiretin ileri gelenlerini gördü. Yarım ay şeklinde
sıralanıp oturm uşlardı. Kardeşi Abdilhaıı da vardı bunla­
rın arasında. Biraz kenarda kalmış, asık suratını yere eğ­
miş, öylece duruyordu. G özlerini kaldırıp bakmadı bile.
Belli ki bakışlarında gizlemek istediği bir şey vardı. Ray-
malı-Aga çadırında toplananları selâmladı:
- Selamünaleyküm.. Hayır ola? Bir şey mi var?
- Seni bekliyorduk, dedi meclisin aksakalı.
- Beni bekliyor idiyseniz, işte geldim, geçip aranıza
oturayım bari..
- D ur orada! Kapının ağzında kal, oraya diz çok ba­
kalım!
- Bu da ne dem ek oluyor? Bu çadırın sahibi benim!
- Hayır, artık sen değilsin! Aklını yitirmiş bir ihtiyar
hiçbir şeyin sahibi olamaz!

GÜN OLUR ASRA B E D E L /347

- Ne dem ek istiyorsunuz siz?
- Şunu istiyoruz: A rtık toydan toya, şölenden şölene
gitmeyecek, serseri hayatına son vereceksin. Toyda, yaşı­
na başına bakm adan, birlikte yüz kızartıcı şarkılar söyle­
diğin o kızı aklından çıkarıp atacaksın. Bizi rezil-rüsva e t­
tin. Şimdi diz çöküp pişm anlık duyduğunu söyleyecek,
bir daha böyle şeyler yapmayacağına dair yemin edecek­
sin! Bir daha asla, asla görm eyeceksin onu!
- Siz boşuna nefes tüketiyor, boyuna konuşuyorsu­
nuz. Yarm değil öbürgün onunla panayırda buluşacak,
bütün halkın karşısında çalıp söyleyeceğiz!
Aksakallar öfkeyle bir ağızdan bağırdılar:
- Bizi rezil edecek!
- D aha vakit varken sözünü geri al!
- İyice bunamış bu adam!
- Aklım oynatmış!
Aksakalların başı bağırdı:
- Susun! Bir ağızdan konuşmayın! Ey Raymalı-Aga,
bütün söyleyeceklerin bu kadar mı?
- Evet,
- Duydunuz değil mi Barakbaylar, bu günahkâr kar­
deşimizin cevabını?
- Evet, duyduk.
- Pekâlâ! Şimdi benim söyleyeceklerimi dinleyin!
Önce sana söylüyorum talihsiz Raymalı! Ö m ür boyu do­
laşıp durdun, bir baltaya sap olamadın, tek varlığın şu
kocamış atın oldu. Toydan toya, şölenden şölene koştun,
tam bur çaldın, herkesin maskarası oldun, yalnız başkala­
rını eğlendirmekle geçti günlerin. O zaman seni hoş gör­
dük "Gençtir, zam anla aklını başına alır" dedik. Am a bu­
gün ne görüyoruz!
Senin yaşında bir insanın artık köşesine çekilip ölü­
mü düşünmesi gerekirdi. Sen öyle yapmıyor, başkaları
için alay konusu, bizler için yüz karası olduğunu düşün­
m eden, yaşına başına bakm adan, bir genç kızla düşüp

348 /G Ü N O l.l'R ASRA BEDEL

kalkıyor, çapkınlık ediyorsun. Geleneklerimizi, töreleri­
mizi hiçe sayıyor, bizim öğütlerimizi de kabul etm ek iste­
miyorsun. Bundan dolayı Tanrı senin cezanı verecektir.
Suç senin, ceza da senin. Şimdi sana sesleniyorum Abdil­
han. Ayağa kalk! Sen bu adamın ayni anadan, ayni baba­
dan doğma kardeşisin; bizim de desteğimiz ve umudu-
muzsun. Biz bütün Barakbaylar seni bucak başkanı ola­
rak görmek istiyoruz.. A m a ağabeyin çıldırmış olacak, ne
yaptığını kendisi de bilmiyor ve bu davranışlarıyla da se­
nin seçilmeni zorlaştırıyor. Bu kaçık bizim haysiyetimizi
beş paralık etm eden, onun yüzünden başkaları yüzümüze
tükürm eden ve B arakbaylar’ı gülünç durum a düşürm e­
den, onu yola getirm ek için gerekeni yapmak sana düşer.
Buna hakkın vardır. O nun davranışları yüzünden sana bu
hak verilmiştir.

Raym alı-Aga, A bdilhan’dan önce atıklı ve şunları
söyledi:

- Hiçbirinizin peygamberlik, hakimlik taslamaya
hakkınız yok! Burada bulunan herkese acıyorum. Burada
bulunm ayıp sizin gibi düşünenlere de acıyorum. Tartış­
ması bile yapılamayacak bir konu hakkında karar ver­
mek, hüküm vermek gibi bağışlanmaz bir hata ediyorsu­
nuz! Siz bu dünyada gerçeğin nerede olduğunu, gerçek
mutluluğun nerede bulunduğunu bilmiyorsunuz. Duygu
bir şarkıdan başka bir şey değilse, şarkı söylemek niçin
ayıp olsun? Aşk varsa ve hele âşık olmak Allah vergisi
ise, niçin ayıp olsun? D ünyada en büyük sevinç, âşık ola­
nın sevinci, sevmek-sevilmek sevinci değil midir? Sizler
bana şarkı söylediğim için, geçkin yaşımda başıma gelen
aşkı, o yüce sevgiyi geri tepm ediğim için, çıldırmış, buna­
mış diyorsanız, ben de sizin yanınızda bir dakika dur­
mam, çeker giderim. H erkese bir yer vardır bu dünyada.
Atım S arala’ya biner, sevgilimin yanına giderim . O rdan
da on u n la birlikte başka dünyalara göçeriz, tâ ki şarkıla­

GÛN OLUR ASRA BEDEL / 349

rımız, türkülerim iz ve bizim davranışlarım ız sizi rahatsız
etm esin.

O âna kadar konuşm adan duran Abdillıan yerinden
fırladı ve bağırdı:

- Hayır, hiçbir yere gitmeyeceksin! Adım bile atm a­
yacaksın! Panayır, toy, düğün yok artık. Aklın başına ge­
linceye kadar bırakmayacağız seni!

Bunları söyledikten sonra yaşlı âşığın elinden tam ­
buru kaptığı gibi yere çaldı. Azgın boğanın bakıcısını
ayakları altına alıp üzerinde tepinmesi gibi, zıplaya zıpla-
ya parçaladı o nazik âleti:

- Al sana! Al işte! Çalgı-malgı yok artık. Hey siz, şu­
radaki o kocamış atı, S arala’yı getirin buraya!

Dışarıda bekleyen birkaç kişi biraz ileride bağlı du­
ran S arala’yı çözdüler.

- Eyerini çıkarıp atın şuraya!
Söyleneni yaptılar. Abdilhan, daha önce oralarda bir
yere sakladığı baltayı aldı ve bununla eyeri parça parça
etti.
- İşte böyle! Şimdi hiçbir yere gidemezsin!
Eyeri parçaladıktan sonra öfkesi geçmemiş, atın ko­
lanını, gemini, üzengi kayışlarını da parçalamış, etrafa sa-
vurm uştu.
Zavallı Sarala da korktu, titrem eye, olduğu yerde te­
pinmeye başladı. Kendi başına da ayni şeyin geleceğini
hissetmiş gibiydi.
- S arala’ya binecek, panayıra gideceksin ha! Git b a ­
kalım! G ör şimdi ne oluyor?
Göz kapayıp açmcaya kadar bir zamanda o birkaç
kişi S arala’yı yere devirdi, ayaklarını bir araya getirip
sımsıkı bağladılar. Abdilhan hayvanın başını tutup geriye
kanırdı ve elindeki keskin bıçağı savunmasız kalan hayva­
nın gırtlağına dayadı.
Raymalı-Aga vargücünü kullanarak kendisini tutan­
ların kollarından sıyrıldı ve ileri atılıp bağırdı:


Click to View FlipBook Version