The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by 741892f69b, 2021-03-26 17:46:13

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

200 / GÜN Ot.U R ASRA BEDEL

Am a kuşkulanacak bir şey yoktu ki! İstasyona bölge
m üfettişlerinden biri gelmişti ve bu pek olağandı. H er yıl
sonunda bir müfettiş gelirdi. Elindeki bir program a göre,
istasyondan istasyona, duraktan durağa dolaşır, denetle­
m elerde bulunurdu. Bazen bir-iki gün kaldığı da olurdu.
İşçi ücretlerinin ödenip ödenm ediğini, m alzem elerin ye­
rinde kullanılıp kullanılmadığını, eksikleri, ihtiyaçları
olup olmadığını araştırırdı. Sonra da bir tutanak düzen­
ler, bunu kendisi, istasyon şefi ve orada çalışan işçilerden
biri imzalardı. Bundan sonra da çıkıp giderdi. Boranlı gi­
bi küçük bir istasyonda bu işler çok çabuk biterdi. Bu tef­
tiş raporlarını birkaç defa Yedigey de imzalamıştı.

Bu defa m üfettiş B oranh’d a tam üç gün kaldı. O na,
istasyon şefinin çalışma odasının ve haberleşme sistemi­
nin bulunduğu binada yatacak yer ayırdılar. Bu üç gün
içinde istasyon şefi Abilov, onu rahat ettirm ek için elin­
den geleni yapmış, sabahtan akşama kadar çaydanlıkla
çay taşımıştı. Çünkü müfettişin kaldığı yerde semaver
yoktu. Bir ara Yedigey de gelip bir m erhaba dedi. Adam,
şefin odasında, önündeki kâğıtlara gömülmüş, durm adan
sigara içiyordu. Yedigey adamın daha önce gördüğü m ü­
fettişlerden olmadığını, yeni olduğunu anlamıştı. Kırmızı
yanaklı, seyrek dişli, kır saçlı ve gözlüklüydü. Bakışların­
da tuhaf ve sabit bir gülümseme vardı sanki.

Yedigey onunla akşam üzeri, işten dönerken bir de­
fa daha karşılaştı. Adam orada, bir fenerin altında, bir
aşağı bir yukarı dolaşıyordu: Paltosunun astrakan yakası­
nı kaldırmış, başında kürklü şapkası, kum lar üzerinde
çizmeleriyle gıcırtılı sesler çıkararak ve sigarasının dum a­
nını savurarak dalgın dalgın..

- İyi akşam lar! Bir sigara molası verdiniz galiba?
Çok yoruldunuz herhalde? dedi Yedigey gülümseyerek.

M üfettiş de yarım bir gülüm sem e ile:
- Evet, doğrusu yoruldum , kolay değil..

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 201

Böyle dedikten sonra o yarım gülümseme tekrar gö­
ründü dudaklarında.

- Anlıyorum, tabiî sizin işiniz kolay değildir..
- Yarın sabah gideceğim, dedi müfettiş. On yedi nu­
maralı katar burada bir dakika duracak -Tekrar gülümse­
meye çalıştı. Sesi boğuk gibiydi. Kelimeler dudakların­
dan zorla çıkıyor, ona gözucuyla bakıyordu-. Yedigey
Cangeldi sizmisiniz?.
- Evet, benim.
- Ben de öyle tahm in ettim . Eski savaşçı... 1944’ten
beri buradasınız, buradaki demiryolcular size Boranlı
adını taktılar..
Bunları söylerken ne dediğini bilen bir adam oldu­
ğunu belli etm ek istercesine, sigarasından derin bir nefes
çekerek dumanını savurdu.
- Çok doğru, dedi Yedigey saf saf.
Bu adamın kendisi hakkında bu kadar çok şey bil­
mesi onu gururlandırm ıştı. Ama ayni zamanda bütün
bunları nereden öğrenmiş olabileceğini ve kendisini niçin
oyaladığını m erak etti.
M üfettiş, Y edigey’in aklından geçenleri tahm in e t­
miş gibi yine yarım gülümsedi:
- Hafizam çok kuvvetlidir. Ben de yazı yazarım, tıpkı
şu sizin Kuttubayev gibi..
Böyle derken, sigarasından yeni bir nefes çekerek
dum anını A butalip’in evinin penceresi yönünde üfledi.
Abutalip her zamanki gibi pencerenin kenarında ve lam ­
ba ışığında yazılarını yazıyordu.
Müfettiş devam etti:
- Ü ç gündür görüyorum. D urm adan yazıyor. Onu
çok iyi anlıyorum . Ben de yazıyorum çünkü. A m a ben şiir
yazarım. Bölge demiryolcularının, antrepocuların yüksek
tirajlı aylık dergisinde yayınlanır şiirlerim. A rkadaşlarla
bir Edebiyat Derneği kurduk. Ben yönetiyorum bu der-

201! ÜÛN Ol-UR ASRA BEDEL

ııeği. Ayrıca bölge gazetesinde de iki şiirim çıktı. Biri 8
M art bayramında, öteki de I Mayıs bayramında.

M üfettiş sustu. Am a Yedigey izin alıp ayrılacağı sı­
rada bir soru sordu:

- O, Yugoslavya ile ilgili yazılarını mı yazıyor?
- Doğrusu pek bilm iyorum . Sanırım Yugoslavya’da
Partizanlarla birlikte birkaç yıl beraber yaşamış. Ç ocuk­
ları için yazıyor o.
- Ben de öyle dediklerini işittim. Abilov ile de ko­
nuştum onun hakkında. Savaşta esir olmuş. Bir süre öğ­
retm enlik yapmış. Şimdi de kalemiyle ün yapmaya, gücü­
nü göstermeye çalışıyor ha! (vızıltı gibi sesler çıkararak
güldü). Ama bu o kadar kolay bir şey değildir. Ben de
büyük bir eser m eydana getirm ek istiyorum. C ephede ve
cephe gerisinde olanları anlatm ak niyetindeyim. Ama hiç
zamanım olmuyor. O rdan oraya gitmekle geçiyor öm ­
rüm...
- Onun da vakti yok. Bütün gün çalışıyor ve ancak
akşamları yazabiliyor, dedi Yedigey.
Yine sustular. Am a Yedigey yine gidemedi. M üfettiş
bu defa A bu talip ’in penceredeki karaltısını işaret ederek
ve sırıtarak:
- Bak. nasıl da kendini işe vermiş! Başını hiç kaldır­
madan yazıyor!
- Ee, onun da bir şeylerle uğraşması gerek. Okumuş,
kültürlü bir adam o. Hem buralarda kimseler yok, yapıla­
cak başka bir şey de yok. O da yazı yazıyor.
- İyi fikir doğrusu.. H içbir şey yok (G özlerini kısmış,
bir şeyler düşünür gibiydi). Evet, evet, karışanı görüşeni
yok, kendi başına buyruk., iyi fikir., istediğini yapar tabiî.
Bundan sonra ayrıldılar. Sonraki günlerde Yedigey
m üfettişle araların d a geçen konuşmayı A butalip’e an lat­
mayı düşündü am a bunun için bir fırsat bulamadı. Sonra
da olayı tam am en unuttu gitti.

GÜN OLUR ASRA B E D E L /203

Kışın yapılacak çok iş oluyordu. Kızışan ve bu yüz­
den zaptedilm ez hâle gelen K a ran ar’la uğraşm ak başlıba-
şına bir işti. K aıan ar öyle işler, öyle d ertler açıyordu ki
başına! İki yıldan beri K aranar bir ataıışa (yetişkin erkek
deve) idi. Başlangıçta zor da olsa bağırarak, döverek,
korkutarak onu yola getirm ek kolaydı. Aynca Boranlı de­
velerinin atanı (erkeği, sürü başı) olan K azangap’ın yaşlı
erkek devesi ona göz açtırmıyordu. Onu ısırıyor, dişi de­
velerin yanm a sokm uyordu. Yaşlı atanın bütün giiııü Ka­
ra n a n kovalamakla geçiyordu. Am a yoruluyordu sonun­
da. Genç K aranar kaçıp kurtuluyordu ondan. Bozkır ge­
nişti. Bir taraftan kurtulurken öbür yandan dişilere yak­
laşmanın bir yolunu buluyordu.

Kış bastırınca ve şiddetli soğuklar gelince, doğanın
çağrısı ile develerin dam arlarındaki kan iyice kızıştı. Ka­
ranar bu defa yaşlı atam yenerek kendisi atan oldu sürü­
ye. G ücünün doruğunda idi ve bu defa sürünün eski ata­
nı olan K azangap’ın erkek devesini o kovuyordu. Bir ara
onu bir derede sıkıştırmış, o kuytu yerde onları ayıracak
kimse de bulunm adığı için onu iyice dövmüş, ısırmış, tek­
melemiş, hırpalam ıştı. Kan revan içinde kalan yaşlı deve
yarı ölü bir hâle gelmişti. Böylece üstünlüğünü kanıtla­
yan K aran ar sürünün atam idi artık. Döl bırakm a, soy
salma sırası ona gelmişti.

Bu olay üzerine Yedigey ile Kazangap ilk defa tartış­
mış, ağız kavgası yapmışlardı. Kazangap, devesini dere
dibinde, yara bere içinde kıvranır görünce pek üzülmüş,
otlaktan suratı bir karış asık dönünce Y edigey’e çıkışmış-
tı:

- Buna nasıl izin verirsin? O nlar hayvan, ama biz in­
sanız. Azgın K aranar'ın yaptığı şey bir cinayet! Sen de
onu başıboş salıvermişsin!

204 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

- Ben mi salıverdim Kazake. Kaçıp gitmiş! Nasıl zap-
tedeyim onu? Zincire vuruyorum koparıyor! A talar boş
yere dem em işler "Küç atasın tanımaydı " diye. İşte şimdi
o böyle durum da.

- Sen de buna sevin bakalım. Bak daha ne işler aça­
cak başına! O na acıyıp bir burunduruk vurm azsan çok
çekersin. Bozkırda koşar durursun peşinden.. İşte o za­
man bu söylediklerimi hatırlarsın. Böyle azgın bir deve
bir sürü ile yetinm ez, S arı-Ö zek’te ne kadar deve varsa
hepsiyle dövüşür.

Yedigey, K azangap’a duyduğu saygıdan dolayı fazla
üstüne varmadı. Hem adam haklıydı. O nun için alttan al­
dı ve yatıştırıcı konuştu:

- K aran an bana henüz bir yavruyken kendin verdin,
şimdi de şikâyet ediyorsun. Pekâlâ, bir şeyler yaparını,
elini ayağını bağlarım onun.

Am a K aranar gibi güzel bir deveye dudaklarını dele­
rek burunduruk vurmaya, onu çirkinleştirm eye yine eli
varm adı. Sonraları K azangap’ın söylediklerini hatırladığı
günler çok oldu. Anasından emdiği sülii burnundan ge­
tirdiği zamanlarda, ona dudaklarını delip burunduruk
vurmaya yemin etti, hatta iğdiş etm eye bile karar verdi.
Fakat yine de kıyamadı hayvana. Bu düşündüklerini ya­
pam adı. Y ıllar boyu, soğuk kış günlerinde K aran ar’ın p e ­
şinden koştu durdu. Nice nice sıkıntılara katlandı bu yüz­
den...

Yedigey o kışı hiç unutm az. K a ra n a n zaptetm ek ve
kapatm ak için onu kapatacağı ahırı sağlam laştırm aya ça­
lışırken yılsonu ya da yılbaşı gelmişti. Kuttubayevler yıl­
başı ağacını donatm aya başlam ışlardı ve bu, B oranlı’daki
bütün çocuklar için çok coşkulu bir olay idi. U kubala ve
kızları bütün gün onların evinde idiler ve vakitlerini daha
çok ağacı süslem ekle geçiriyorlardı. Yedigey de işe gider-

G üç alasını tanım az (G üce, kuvvete kavuşan babasını bile tanım az).
(Y azar)

GUN OLUR ASRA BEDEL / 205

ken ve işten dönünce onlara uğrayıp ağaca bakm adan
edemiyordu. H er gün süsleniyor, güzelleşiyordu ağaç..
Kurdeleler ve elden yapma oyuncaklarla süslüyorlardı
onu. Bu işe kendilerini kaptıran Z arife ve U k u b a la’nm
hakkım yememek gerekir. Bütün hünerlerini ortaya ko­
yarak bir hayli yoruldular. Aslında önemli olan yılbaşı
ağacının kendisi değildi. Onları harekete getiren, coştu­
ran mutlu bir gelecek umudu, yeni yılda mutluluk vere­
cek değişiklikler idi. Ayrı ayrı hepsinin beklentisi buydu.

Abutalip bununla da yetinmedi. Köyün bütün çocuk­
larını evlerin önündeki açıklıkta toplayarak kocaman bir
kardan adam yaptı. Başlangıçta Yedigey bunu sadece bir
çocuk oyunu olarak gördü ama sonunda o da kaptırdı
kendini bu oyuna. Kardan adam insan boyunda idi. G öz­
leri, kaşları köm ürdendi. Kırmızı burnu, sırıtan kocaman
bir ağzı vardı. Başına K azangap’ııı tüyleri dökülm üş eski
şapkasını geçirmişlerdi. Bir eline yolun açık olduğunu
bildiren yeşil renkli bir kumaş parçası, öbür eline "1953
yılı kutlu olsun" yazılı bir levha tutturm uşlardı. D em iryo­
luna dönük, gelip geçen trenleri selamlayarak duruyor­
du. Bu gülünç kardan adam 1 O cak’tan sonra da epeyce
kaldı orada...

Yılın son günü B oranlı’nm bütün çocukları kardan
adamın yanında ve süslü çamın etrafında akşama kadar
oynadılar. İşten dönen ve nöbette olmayan büyükler de
katılıyordu onlara. E rtesi gün A butalip’in Y edigey’e an ­
lattığına göre, çocukları erkenden kalkmış. Heyecanlı,
sabırsız imişler. Güya mışıl mışıl uyuyan babalarının ya­
nma gelmişler..

Şunları anlatmıştı Abutalip:
- Atika! Atika! Ayaz-Ata (Noel Baba) nerdeyse ge­
lir, karşılamaya çıkalım, dedi Ermek.
- Peki, dedim , kalkıp elimizi yüzümüzü yıkayalım, sı­
kıca giyinelim ve karşılayalım onu. Geleceğini söylemişti
zaten. Hay Allah! Nasıl da unuttum!

206 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

- Hangi trenle gelecek? diye sordu büyüğü.
- Hangi trenle olursa gelir. Ayaz-Ata için her tren
durur burada.
- Öyleyse hem en kalk.
Kalkıp ciddi ciddi hazırlandık.
Daul telaşla sordu:
- Peki annem ? Annem gelmeyecek mi? O da Ayaz-
A ta’yı görm ek ister herhalde?
- Elbette ister. Haydi çabuk uyandırın annenizi!
Hazırlandık, giyindik ve hep beraber evden çıktık, is­
tasyon şefliğine doğru hızlı hızlı yürüdük. Çocuklar ko­
şup istasyon binasının etrafını dolandılar. Ama Ayaz-Ata
yoktu!
Erm ek şaşkın gözlerle bakınarak sordu:
- Atika! Hani Ayaz-Ata? Niye gelmemiş?
- Siz biraz bekleyin, dedim , ben gidip nöbetçi m em u­
ra sorayım. İstasyon binasına gittim, içeri girip akşamdan
bıraktığım küçük arm ağan torbasını ve bir sözde m ektu­
bu alıp getirdim. Çocuklar bana doğru koşarak geldiler:
- Ayaz-Ata yok.mu? Ne olmuş?
- Gelmiş, gelmiş ve size şu m ektubu bırakmış. O ku­
yayım da dinleyin.. Ve okudum:
"Sevgili yavrularım D aul ve Erm ek! Sizin bu ünlü
B oranlı’ya çok erken, saat beşte geldim . Siz yataklarınız­
da mışıl mışıl uyuyordunuz. Hava çok soğuktu. A m a so­
ğuk bana hiç dokunmaz. Zaten ben de çok soğuğum. Sa­
kalımın tüyleri bile buz yündendir. Tren burada sadece
iki dakika durdu. Ancak bu m ektubu yazacak ve arm a­
ğanlarınızı bırakacak kadar zamanım oldu. Torbada köy­
deki bütün çocuklar için b irer elm a ve ikişer ceviz ■bırak­
tım. Kusura bakmayın. Çok işim var. Daha pek çok ço­
cuk beni bekliyor. O nlara da uğramalıyım. Gelecek yılba­
şında sizinle görüşmeye çalışacağım. Şimdilik hoşçakalııı.

Ayaz-Atanız"

GÜN OLUR ASRA BED EL .'207

Durun, durun, bir not daha: "Kardan adamınız çok
güzel olmuş. En güzelini siz yapmışsınız. Yanm a gidip
onun elini sıktım."

Ç ocuklar sevinçten uçuyordu. A yaz-A ta’nın m ektu­
bu onları çok etkiledi. O na hiç gücenmediler. Yalnız, ar­
mağan torbasını taşımak için aralarında biraz tartıştılar.
Bunu da anneleri halletti:

- Tartışm ayın, dedi. Daul büyük olduğu için önce o
taşıyacak, on adım gittikten sonra, taşıma sırası sana ge­
lecek Erm ek. Tam am mı?., dedi.

O gün öğleye doğru çocukları en çok eğlendiren ve
onlardan en çok ilgi gören Yedigey amcaları oldu. Ç ün­
kü Yedigey onları eski bir kızağa bindirip gezdirdi. Kıza­
ğa K azangap’ın yaşlı devesini koşm uşlardı. Bu uysal deve
çok iyi çekiyordu kızağı. K a ran ar’ı koşam azlardı. Kim
zaptedebilirdi azgın K a ran an ? Ne eğlendiler, ne eğlen­
diler! Kızağı Yedigey amcaları sürüyordu. Bir yandan
Yedigey am canın yanında oturm ak için birbirleriyle çeki-
-şirken,. bir yandan da "D aha hızlı! D aha hızlı!" diye bağı­
rıyorlardı. Abutalip ile Zarife de kayığın yanında yürü­
yor, koşuyor, yokuş aşağı giderlerken arkasına tutunuyor,
bir ucuna basıp kayıyorlardı, İstasyondan iki kilom etre
kadar uzaklaşıp bir tepeye vardıktan sonra geri dönm ek
için durdular. Kızağı çeken yaşlı deve çok yorulduğu için
biraz dinlendiler orada.

Çok güzeldi o gün. Gözalabildiğine uzanan bozkırda
kulağın duyabileceği kadar uzaklıklarda çıt çıkmıyordu
Uçsuz bucaksız bozkır esrarlı bir şekilde, dizi dizi tepele­
riyle karla kaplıydı. G ökyüzünün donuk ışığı bozkırda
yansıyor, öğle saatinin kış için ılık sayılan havası yayılı­
yordu ortalığa. Hafif bir rüzgârın uğultusu da çarpıyordu
ara sıra insanın kulağına. Aşağıda demiryolu üzerinde,
uzun bir katar göründü. A rdarda koşulm uş iki kara loko­
motifin sütun sütun dum anlar çıkararak çektiği katar
toprak rengindeydi. İşaret sem aforunun yanma gelince

’OS / GÜN OLUR ASRA BEDEL

öndeki lokom otif uzun bir düdük çaldı. Sonra ayni şekil­
de bir defa daha çaldı düdüğünü. Bu istasyonda durakla­
mayan bir katardı bu. Sem aforların ve onca boş yer du­
rurken demiryolunun hem en yakınına kümelenmiş yarım
düzine küçük evin önünden uğul uğul bir gürültüyle ge­
çip gitti. Tren gittikten sonra yine o derin sessizlik kapla­
dı ortalığı. Çevrede hiçbir hareket, hiçbir kımıltı görün­
müyordu. Yalnız evlerin bacalarından, kıvrım kıvrım m a­
vi ince d um anlar yükseliyordu gökyüzüne. G ezintiye çı­
kan çocuklar da konuşm aktan, bağrışmaktan yorulmuş,
susmuşlardı. Bir süre sonra Zarife kocasına alçak sesle:

- Çok güzel, çok güzel am a beni korkutuyor, dedi.
- Doğru, bana da öyle geliyor, dedi A butalip ayni ses
tonuyla.
Yedigey başını çevirm eden yan gözle baktı onlara.
Yanyana idiler ve birbirlerine çok benziyorlardı. Zari-
fe’nin alçak sesle am a anlaşılır biçimde- söylediği sözler
kendisini ilgilendirmediği halde bir üzüntü çöktü içine.
Bacalardan çıkan ve kıvrıla kıvrıla yükselen dum anların
genç kadına korku ve keder verdiğini hissediyordu. Ama
onlara ne yardım ı olabilirdi ki.. D em iryolunun hem en
yanındaki o küçücük evler onların sığınabilecekleri tek
yerdi.
Yedigey kamçısmı sallayıp deveyi sürdü ve kızak kö­
ye doğru kaymağa başladı...
Yılbaşı akşam ı bütün Boranlılılar Y edigeyler’in e-
vinde toplanmışlardı. Yedigey ve Ukubala birkaç gün ön­
ce karar vermişlerdi buna:
- M adem ki yeni kom şularım ız K uttubayevler çocuk­
lar için böyle güzel bir yılbaşı ağacı süslediler, biz de üze­
rimize düşeni yapmalıyız, cimriliğin hiç yeri yok! demişti
Ukubala.
Karısının bu teklifine Yedigey çok sevindi. Gerçi
herkes gelemezdi, çünkü bazıları nöbetteydiler, bazıları
da daha sonra nöbete gideceklerdi. Trenler bayram-sey-

GÜN OLUR ASRA B E D E L /209

ran dinlemez, her zaman gelir-giderlerdi. Saat dokuzda
makas başında bulunm ak zorunda olan Kazangap eğlen­
cenin ancak ilk saatlerine katılabildi. Yedigey ise ertesi
sabah saat altıda nöbete gidecekti. İş, işti. Y ine de çok
güzel, çok eğlenceli bir gece geçirdiler. Birbirlerini günde
en az on defa gördükleri halde, o gece uzaklardan gelmiş
davetliler gibi giyinip kuşanmışlardı. Pek keyifli idiler.
Ukubala güzel yiyecekler hazırlamıştı ve epeyce övdüler
onu. Bol bol içecek de vardı. Votka, şampanya, isteyen
için kınuz da çoktu. Çünkü bazı develer sütten kesilme-
mişti. K azangap’ın yorulm ak bilmeyen karısı Bikey de
bunları sağarak kımız yapmıştı.

Mezeleri atıştırıp ilk kadehleri yuvarladıktan sonra
türkü söylemeye başladılar ve eğlence de asıl bundan
sonra başlamış oldu. Konukları m emnun etm e çabası
içinde olan ev sahipleri de gevşedi. Kimse kimsenin ku­
suruna bakm adan tatlı bir sohbete daldılar. H er gün gö­
rüştükleri, birbirlerini çok iyi tanıdıkları halde, o gün bir­
birleri hakkında yeni yeni şeyler öğreniyorlardı. Şenlik­
ler, bayram lar böyledir. İnsan biribirine daha iyi görünür,
birbirini daha çok sever. Bazen bunun aksi de olur ama,
o kötü hava B oranlı’da pek görülm ez. Çünkü, Sarı-Ö zek
gibi bir yerde yaşayan bir avuç insanın birbiriyle çekişm e­
si, uyuşmazlığı olacak şey değildir...

Yedigey biraz çakırkeyif olmuştu. Oıuın bu hâlini bi­
len ve bundan hiç kaygı duymayan Ukubala da ara sıra
ona takılıyordu:

- Saat altıda işbaşı yapacaksın, unutm a ha!
- Biliyorum Uku, biliyorum, merak etme.
U kubala’m n yanında oturuyor, karısının boynuna
sarılıp türkü söylüyordu. Notaları yanlış çıksa da, gür se­
siyle ve içinden gelerek söylediği için kendisiyle birlikte
herkesin neşesini arttırıyordu. Durgunlaşan zekâ ile duy­
guların coşkusu birbiriyle uyum sağlayan bir ruh halin­
deydi. Şarkı söylerken gülen gözlerini konukların yüzle­

210 / GÜN Ol.UR ASRA BEDEL

rinde gezdiriyor, onların da kendisine ayni yakınlık, iç­
tenlikle baktığını görüyor, onları sevinçli gördüğü için
kendi sevinci daha da artıyordu. O zam anlar, kara saçla­
rı, kara bıyıkları, ışıl ışıl kahverengi gözleri, sağlam beyaz
dişleriyle, yakışıklı bir adam dı. Yedigey’in yaşlılıkta nasıl
bir görünüm alacağını, hayal gücünüz ne kadar çok olur­
sa olsun, tahm in edemezdiniz. İşte o Yedigey, kom şuları­
nı teker teker ağırlam ak, onları m em nun etm ek için çırp­
mıyor, K azangap’ın karısı Bikey’e büyük saygı gösteriyor,
onun "B oranlılafın anası" olduğunu söylüyor, şerefine
kadeh kaldırırken, Am uderya kıyılarında yaşayan bütün
Karakalpak halkını da selamlıyordu. Bu arada, Kazaııgap
işi dolayısiyle erken kalkıp gitti diye üzülm em esini, neşe­
sini yitirmemesini söylüyordu. Bikey de gülerek:

- Aman, bıktım ondan, bıktım, biraz da ayrı kalalım..
diye takılıyordu.

Yedigey o gece karısının adını hiç kısaltmadan asıl
anlam ı ile Uku Balası (K uku Yavrusu) diye çağırdı hep.
H erkes için böyle hoşa gidecek bir isim buluyor, öyle hi­
tap ediyordu. B oraıılı’da bulunan herkes onun kardeşi,
bacısı idi. S arı-Ö zek’ten kurtulm ak için başka bir yere
atanm ayı sabırsızlıkla bekleyen istasyon şefi Abilov’a,
onun, ham ile olduğu için yakında K um bel’deki doğum
evine gidecek olan karısı Sakirıe’ye kadar herkese ayni
gözle, akraba-kardeş gözüyle bakıyordu. Buna, çevresin­
deki bütün bu insanların en yakınları olduğuna yürekten
inanıyordu. Başka türlii nasıl olabilirdi?

Türkü söyleyenler gözlerini bir an kapattığı zaman,
karla örtülü engin Sarı-Özek bozkırını ve burada yaşayan
bir avuç insanı bir tek aile gibi kendi evinde toplanm ış
görüyordu. En çok da A butalip ve Zarife için seviniyordu
o gece. Haksız da değildi. Zarife, şarkı-türkü söylüyor,
mandolin çalıyor, bir ezgiden ötekine süratle geçiyordu.
Pürüzsüz, şakrak bir sesi vardı. A butalip de göğsünden
gelen derin, hazin bir sesle ona uyuyor, karı-koca, Tatar

GÜN OLUR ASRA BEDEL /2 II

usulünde türkülerle, manilerle karşılıklı söyleşmek d e­
m ek olan ‘çın çınlıyorlardı’. Ö tekiler de katılıyordu o nla­
ra. Eski yeni birçok çın, birçok türkü hatırlayıp söylüyor,
yorulm ak şöyle dursun, coştukça coşuyorlardı. H erkes
eğleniyordu, herkes sevinçliydi. Yedigey, Zarife ile A bu ­
talip’in tam karşılarında idi. Gözlerini onlardan ayıram ı­
yor, onlara baktıkça da yüreği sızlıyordu. "Onlara göz aç­
tırmayan kara talihleri olmasaydı, işte hep böyle neşeli
olacaklardı" diye geçiriyordu aklından. Yazın korkunç sı­
cağında, yangından çıkmış fidan gibi kavrulmuş olan Za-
rife’nin saçları diplerine kadar yanık rengini almış, d u ­
dakları da kararıp çatlamıştı. Ama şimdi Zarife, o Zarife
değildi sanki. K ara gözleri ışıl ışıldı. Asyalı kadınının
açık, temiz, düzgün yüzüyle güzel bir kadın oluvermişti.
Onun iç duygularını en çok ince kaşları belli ediyordu:
Eski türkülerin, çınların havasıyla kanatlandıkça, kaşları
da kâh yay gibi geriliyor, kâh kederle çatılıyordu... A bu­
talip de, başını iki yana sallaya sallaya, söylediği tü rk ü ­
nün her kelimesini, anlaşılır biçimde telaffuz ederek ona
karşılık veriyordu:

Yorga atta yegerin yağır yeritek
Silinmez könlüm den suretin senin.

Zarife parm aklarını tellerin üzerinde gezdiriyor, yıl­
başı için bir araya gelen bu kiiçiik toplulukta, m andolini
konuşturuyor, inletiyor, türküler içinde yüzüyordu. Yedi­
gey onun kendinden geçtiğini; çok uzaklarda, yüksekler­
de uçtuğunu, S arı-Ö zek’in karlı düzlüklerinde, ciğerlerini
doldura doldura nefes alarak dolaştığını görüyordu san­
ki. Elinde m andolini, sırtında leylak renkli hırkası, kıvrıl­
mış, küçük beyaz yakası ile kırlarda koşuyor, koşuyordu.

Yorga alın sırtındaki eyer izleri gibi.
Aşkımız da hiç silinm ez ve senin hayalin gönlüm den hiç çıkmaz.
(Çevirenin notu)

212 /G Ü N OLUR ASRA BEDEI

Geçtiği yerlerde iki tarafa açılarak ona yol veren karan­
lıklardan geçip, tâ uzaklarda, sisler arasında kayboluyor,
ama m andolinin sesi hâlâ duyuluyordu. Sonra birden,
B oranlı’da sevdiği insanlar olduğunu hatırlıyor, onsuz
kalınca pek üzüleceklerini düşünüyor, dönüp geliyor,
masaya oturarak başlıyordu türkülerini söylemeye...

Bundan sonra A butalip, Sırb partizanlardan öğren­
diği bir dansı gösterdi. O nları da kaldırdı. Bu dansı yap­
mak için ellerini birbirlerinin om uzlarına koyuyor, ayak­
larını çalınan bir havaya uygun bir şekilde öne atıyorlar­
dı. Zarife m andolinle hızlı tem poda bir dans havası çalı­
yor, Abutalip yüksek sesle söylüyordu. H ep birden halka
olup dönerken "oplya! oplya!" diye bağırıyorlardı.

Sonra yine türkü söylediler, içtiler, kadeh tokuştur­
dular, birbirlerine yeni yılın uğur getirm esini istediler. Bu
arada nöbet geldiği için gidenler, işleri bittiği için gelen­
ler oldu. İstasyon şefi ile hamile karısı, Sırb dansı başla­
madan gitmişlerdi.

Bir süre sonra Zarife temiz hava alm ak için dışarı
çıktı, onun ardından A butalip de kalktı. Terli terli dışarı
çıkıp üşüm esinler diye, Ukubala üzerlerine kalın şeyler
almaya mecbur ediyordu çıkanları.

Zarife ile A butalip uzun zaman gelmeyince Yedigey
m eraklandı. O da kalktı onlara bakm ak için. O nlar olm a­
yınca eğlencenin de pek tadı olmuyordu. Ukubala, Yedi­
gey’e:

- Öyle çıkma, terlisin, sıkı giyin, yoksa üşütürsün! de­
di.

- Şimdi döneceğim , diye cevap verdi kocası.
Yedigey kapıdan fırladı. Ayazlı-beyazlı bîr geceydi.
Etrafa bakınarak "Abutalip! Zarife!" diye seslendi.
Sesine bir karşılık almadı am a evin arkasından ko­
nuşm alar duydu ve kararsızlık içinde biraz durakladı. Ne
yapacaktı? G eri mi dönsün yoksa onların yanma mı git­
sin? H erhalde bir şeyler olmuştu aralarında.

GÖN OLUR ASRA BEDEL / 213

Zarife hıçkırıklar arasında:
- Senin görmeni istemedim, affedersin, diyordu. Bir­
den duygulandım, kendimi tutam adım , özür dilerim...
A butalip de onu yatıştırmaya çalışıyordu:
- Anlıyorum , anlıyorum . A m a yalnız ben değilim ki..
Ne yapalım , ben böyleyim işte. Yalnız benim le ilgili
olsaydı mesele yoktu. O zaman ha bir eksik, ha bir fazla..
Hayata böyle sımsıkı sarılmazdım!
Abutalip bir süre sustuktan sonra ilâve etti:
- Çocuklarımız kurtulacak hiç olmazsa, tek ümidim
bu benim...
K onuşm aların ne ile ilgili olduğunu anlam ayan Ye-
digey, soğuktan büzüşerek geri döndü. O dadan içeri gir­
diği zam an herkesin donaklaştığım, şenliğin sona erdiğini
anladı. Yeni yıl eğlencesi de böylece bitmiş oldu.



5 O cak 1953 günü, saat 10.00’da, Boranlı istasyonun­
da bir yolcu treni durdu. Şaşılacak şeydi trenin durması.
Yollar açık olduğuna göre her zamanki gibi, durm adan
geçip gitmesi gerekirdi. Sadece birbuçuk dakika durdu ve
bu kadarı yeterdi. Vagondan üç adam indi ve üçünün de
ayaklarında birbirinin aynısı olan siyah deri çizmeler var­
dı. Hiç konuşm adan, sağa-sola bakm adan istasyon bina­
sına doğru yürüdüler. Kardan adamın yanından geçerken
bir süre d u ru p kontrplak levhanın üzerindeki yeni yılı
kutlam a yazısını okudular, kardan adamın başındaki Ka-
zangap’ın tüyleri dökülm üş eski şapkasına baktılar. S on­
ra da istasyon binasına gittiler.

Bundan bir süre sonra istasyon şefi Abilov binadan
fırlayıp çıktı. Az daha kardan adam a çarpacaktı. Bir kü­
für savurarak, daha önce hiç yapmadığı şekilde kaçarca-
sma hızla yürüm eye başladı. O n dakika geçm em işti ki iş
başından aldığı A butalip’le birlikte soluk soluğa geri gel­

214 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

diği görüldü. A butalip’in beti benzi atmıştı. Şapkasını eli­
ne alıp Abilov’un peşinden içeri girdi. Az sonra da A bu­
talip ve siyah çizmeli adam lardan ikisi dışarı çıktılar ve
bu defa A butalip K uttubayev’in oturduğu barakaya doğ­
ru yürüdüler. O rada da çok kalmadılar. A ralarında A bu­
talip, ellerinde birtakım kâğıtlarla çıktılar ve istasyon bi­
nasına döndüler. Sonra bir sessizlik çöktü ortalığa. İstas­
yon binasına ne giren oldu ne çıkan.

Yedigey olanları U k u b a la’dan öğrendi. U kubala,
Abilov’un isteği üzerine 4. kilom etrede onarım işinde ça­
lışan Y edigey’e durum u hab er verm eye gelmişti. Kocası­
nı bir kenara çekerek:

- A butalip’i sorguya çekiyorlar, dedi.
- Kim çekiyor?
- Bilmiyorum., istasyona gelen adamlar. Eğer sor­
mazlarsa, yılbaşı gecesini A butalip ve Zarife ile birlikte
kutladığımızı söylemememizi istiyor.
- Ne varmış bunda?
- Bilmiyorum. Abilov böyle söylememi istedi. Saat
ikide sen de orda olmalıymışsın. A butaiip’le ilgili olarak
sana da bazı şeyler soracaklarmış.
- Benden ne öğrenmek istiyorlar?
- Ne bileyim ben. Abilov pek telaşlıydı, özünü-sözü-
nü yitirmişti sanki. Çabuk git bunları söyle, dedi. Ben de
geldim.
Yedigey zaten hemen her gün saat ikide yemeğe gi­
derdi. Yol boyunca ve evine vardıktan sonra hep düşün­
dü ve olanları anlamaya çalıştı. Am a bir türlü aıılayamı-
yordu. Geçmişiyle, savaşta tutsak edilmesiyle mi ilgiliydi
acaba? Bunun hesabı çoktan verilmişti. Neydi öyleyse?
H uzuru kaçmış, endişesi artmıştı. Erişteden bir-iki kaşık
aldıktan sonra tabağını kenara itti. Saatine baktı. İkiye
beş vardı. Saat ikide gelmesini istediklerine göre tam za­
m anında orada olmalıydı. Evden çıktı. Abilov istasyon

GÜN OLUR ASRA BED EL/ 2 IS

binasının önünde bir ileri bir geri gidip geliyordu. Acına­
cak bir haldeydi doğrusu. Ezilmiş, yıkılmıştı.

- Ne var? Ne oldu? dedi Yedigey.
- F elâket Y edike, felâket! K uttubayev’i tutukladılar.
Böyle derken korka korka kapıya bakmıştı. D udak­
ları titriyordu.
- Peki, niçin tutukladılar?
- Evinde yasaklanmış bazı kitaplar bulmuşlar. A k­
şamları oturup bazı şeyler yazıyordu ya... Oysa hepim iz
biliyoruz neler yazdığını. Başına belâ oldu bu yazılar..
- Bunları çocuklar için yazıyordu.
- Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. Haydi gir içeri,
seni bekliyorlar.
İstasyon şefinin sözde büro denilen küçük odasında
Yedigey’i bekleyen adam , hem en hem en onunla ayni
yaşlarda, belki biraz daha gençti. O tuzunda gösteriyordu.
Koca kafalı, tıknaz idi. Saçları kısa kesilmişti. İri delikli,
etli burnu terlemişti. H erhalde çok meşguldü önündeki
yazılarla. Bir şeyler okuyordu. Bir an durup geniş alnını
yukarı kaldırdı, buruşturdu ve mendilini çıkarıp burnu­
nun terini sildi. Konuşm a süresince hep yapacaktı bunu.
Sonra m asanın üzerinde duran "Kazbek" m arka paketten
bir sigara çıkardı. Bunu elleri arasında yuvarlayıp yum u­
şattıktan spnra dudaklarına götürüp yaktı. Sonra, başını
kaldırıp, kapının ö n ünde ayakta bekleyen Yedigey’e, ak ­
doğan bakışlı, parlak sarımsı gözleriyle baktı. Em ir veren
bir sesle:
- Otur! dedi.
Yedigey masanın yanındaki tabureye oturdu.
- Bak, hiçbir şüphen kalmasın!
Böyle diyen akdoğan bakışlı memur, ceketinin göğüs
cebinden kahverengi kaplı bir kimlik belgesi çıkararak
açtı ve hem en tekrar kapatıp cebine koyarken "Tansıkba-
yev" ya da "Tıssıkbayev" gibi bir isim söyledi. Y edigey iyi
anlayamamış, sonra da hiç hatırında tutmamıştı.

216 / GÜN 01 .UR ASRA BEDEL

- Anlaşıldı mı? diye sordu akdoğan bakışlı adam.
- Anlaşıldı, dem ek zorunda kaldı Yedigey.
- Öyleyse başlayalım işimize. K uttubayev’in en iyi a r­
kadaşı şenmişsin, öyle mi?
- Olabilir, neden?
Akdoğan bakışlı adam "Kazbek" sigarasından bir ne­
fes çekerek:
- Olabilir ha.. Öyle olsun, her şey gayet açık..
Sonra birden alaylı bir gülüm sem e ve cam gibi par­
lak gözlerinde şim diden duymaya başladığı bir zevkin
ışıltısıyla sordu:
- Pekâlâ dostum , bir şeyler yazıyor muyuz?
- Ne yazıyormuşuz?
- İşte ben de bunu öğrenm ek istiyorum ya.
- Neden söz ettiğinizi anlamadım.
- G erçekten mi? Amlamadm m ı? İyi düşün bakalım !-
- Evet, anlam adım neden söz ettiğinizi.
- Peki Kuttubayev neler yazıyor?
- Bilmiyorum.
- Nasıl bilmezsin? H erkes biliyor da sen bilmiyorsun-
ha?
- Bir şeyler yazdığını biliyorum, ama neler yazdığını
n ereden bileyim? H em bana ne bundan? Canı yazm ak is­
temiş yazıyor, kim ne karışır?
Akdoğan bakışlı adam mermi gibi delici gözlerini
Y edigey’e çevirerek, şaşkınlık içinde yerinden fırladı:
- Kim ne karışır da ne demek! H erkes her istediğini
yazabilir miymiş yani! Bunu o mu soktu senin aklına?
- Kimse benim aklıma bir şey sokmuş değil.
Akdoğan bakışlı adam onun cevabına hiç aldırmadı.
İyice hırslanmıştı:
- Bak, işte düşm an kışkırtması diye buna derler!
Herkes aklına geleni yazarsa ne olur? Bunu düşündün
mü hiç? H erkes aklına geleni yazacak ha! Sonu neye va­
rır bunun? Bu yanlış fikirleri nereden aldın sen? Hayır

GÜN OLUR ASRA B E D E L /217

dostum , hayır! Böyle şeylere izin verecek değiliz. Karşı
devrime izin vermeyiz!

Yedigey, başına sağnak sağnak boşanan bu lâf kala­
balığı karşısında sersem e dönm üştü. Yine de çevresinde
hiçbir şeyin değişmemiş olmasına şaştı. Hiçbir şey olm a­
mıştı sanki. Pencereden bakınca Taşkent treninin geç­
m ekle olduğunu gördü ve bir an vagonların içini getirdi
gözlerinin önüne: Vagonlarda oturan yolcular çay ya da
votka içiyor, aralarında konuşuyorlardı. Ama bunların
hiçbiri, küçük Boranlı istasyonunda o sırada bir adamın,
bir yerlerden çıkıp gelen akdoğan bakışlı bir mem urun
karşısında ter döktüğünü bilmiyordu. Yüreğine sızan acı­
lar içinde az daha dışarı fırlayıp o trenin ardından koşa­
cak, kendini trene atacak, tren nereye giderse o da oraya
gidecekti. Y eter ki o odadan çıksındı bir an önce.

Akdoğan bakışlı adam sormaya devam etti:
- Ne dediğimi anlamaya başladın mı sen?
- Anlıyorum, anlıyorum ya, öğrenm ek istediğim bir
şey var: Adam, oğlu için anılarım yazıyor, cephede başına
gelenleri, Partizanlar arasında geçen yıllarını anlatıyor.
Ne kötülük var bunda?
- Çocuklar için yazıyor ha! Kimi kandırıyor? Bacak
kadar çocuklar için yazıyor ha! Bak arkadaş, tecrübeli
düşm an işte böyle çalışır. Çekilmiş ıssız bir köşeye, almış
kalemi eline, gören gözleyen yok, yaz babam yaz!.
- Yazmak hoşuna gidiyordur herhalde. Düşünceleri­
ni, kimseye anlatam adıklarını, çocukları büyüyünce oku­
sunlar diye yazıyordur. Kötülük bunun neresinde?

Akdoğan bakışlı adam suçlayıcı konuşmasına devam
etti:

- D üşündüklerini mi yazıyor? Nedir düşündükleri?
Ne dem ek düşündüklerini yazıya dökm ek? Tabiî, düşün­
celerini, kişisel fikirlerini yazıyor! Kendi kafasında ge­
çenleri.

218 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

Aslında yazdıkları hiç de onun kişisel fikirleri değil.
Boş yere dem em işler "kalemin yazdığını nacak silemez"
diye!

H erkes kendi fikrini yazacak olsa, nasıl başa çıkarız!
Yazdıklarına "Partizan D efterleri" adını vermiş. İkinci
başlığıda "Yugoslavya’da geçirdiğim geceler ve gündüz­
ler" adını taşıyor. Al, bak, kendi gözlerinle gör! (Böyle
derken, muşamba kaplı üç kalın defteri masanın üzerine
fırlattı). Korkunç bir ihanet! Sen de tutmuş, arkadaşını
savunuyorsun. Ama, maskesini indirdik onun!

- N e maskesi? Ne buldunuz ki?
Akdoğan bakışlı adam, sandalyesinde geriye doğru
kaykıldı, fırlak gözleriyle Y edigey’e alaylı alaylı baktı.
Zevkten dört köşe oluyor, sırıtıyordu:
- Bu bizim işimiz, ne bulduğum uzu biz biliriz, sana
rapor verecek değilim!
Yedigey şaşıp kalmıştı. Dili dolan? dolana:
- M adem ki öyle...
Akdoğan bakışlı adam onun sözünü kesti:
- Onun yazıları düpedüz halk düşmanlığı, çok paha­
lıya mal olacak bunlar ona!
Önündeki kâğıda bir şeyler yazdıktan sonra yine ba­
şını kaldırdı:
- Ben de seni akıllı sanırdım. Bizden yana olduğunu
düşünüyordum . Sen ki bir eski savaşçı ve şimdi örnek bir
işçisin. Bu hainin maskesini düşürm ek için bize yardım
etm ek senin de görevin!

Yedigey suratını astı. Yavaş, ama anlaşılır, hiçbir
şüpheye yer bırakmayan bir ses tonuyla:

- Ben hiçbir yazıya imza atm am , bunu başından söy­
leyeyim, dedi.

Akdoğan bakışlı adam ona öldürücü bir bakış fırlat­
tı:

GÜN OLUR ASRA BEDEL.'219

- Seniıı imzana hiç ihtiyacımız yok. Sen imzalamaz­
san bu kadarla biter mi sanıyorsun? Böyle düşünüyorsan
yanılıyorsun. Senin imzan olmadan da ona haddini bildi­
recek kanıtlar var elimizde!

Yedigey bir aşağılanma, içini yakan bir boşluk hisse­
derek sustu. Fakat ayni zam anda bu olanlara karşı için­
de, A ral’ın d algalan gibi bir öfke, bir isyan duygusu ka­
bardı. Bir an, o akdoğan bakışlı adamın üzerine atılıp, bir
kuduz köpeği gebertir gibi onu boğazlam ak geçti aklın­
dan. Bunu kolayca yapabilirdi. Cephede elleriyle boğup
öldürdüğü bir düşm anın damarlı, kalın boynu canlandı
gözlerinde: Başka çaresi yoktu. Düşmanı savunma mev­
zilerinden söküp attıklan bir sırada, siperde, ansızın yüz-
yüze gelmişlerdi. Önce onları yandan kuşatmış, top ve
makineli tüfek ateşine tutarak, siperlere el bombası ata­
rak saldırmışlardı. Düşm anın ileri haltını tem izledikten
sonra siperlere dalmışlardı. İşte o sırada yüzyüze gelmişti
o Alman askeriyle. Besbelli bu Alman bir makineli tüfek
mişancısıydı ve bütün mermilerini bitirmişti. Yapılacak
şey onu tutsak etm ekti ve Yedigey’in aklından geçen de
bu idi. Am a Alm an askeri bıçağım çekerek atılmıştı üze­
rine. İşte o zam an Yedigey miğ»erini çıkarıp A lm an’ın
suratına indirmiş, boğazına yapışmıştı. İkisi birden yuvar­
lanmışlardı yere. Alman bir yandan onun elinden kurtul­
maya, bir yandan da yere düşürdüğü bıçağı almaya çalışı­
yordu. Yedigey her an bıçağın vücuduna saplanmasından
korkarak, hayvanımsı, insanüstü bir güçle, hom urdana
homurdana, sıkmaya başladı. Parmaklarını kıkırdakları­
na geçirmişti. A lm an ’ın boynu m osm or olmuş, ağzı çar­
pılmış ve yığılıp kalmıştı. Ayni anda, siper çukurunu bir
sidik kokusu kaplamıştı. Parmaklarını ancak bundan son­
ra gevşeten Y edigey’in midesi bulanm ış, kusmaya başla­
mıştı. Kendi kusm uklarına bulanarak, boğulur gibi sesler
çıkararak, sürüne sürüne çıkmıştı o siper çukurundan...

220 / GÜN OI.ÜR ASRA BEDEI.

Bu olayı, ne cephede ne de daha sonra hiç kimseye
anlatmamıştı. Bazen bu korkunç olay düşüne girer, kâ­
buslar içinde sıçrayıp kalkardı yatağından. Böyle gecele­
rin sabahında, ruhsuz bir insan gibi dolaşır, nereye gide­
ceğini bilemez, ölmek isterdi... Ve şimdi, akdoğan bakışlı
adamın karşısında o olayı hatırlam ış, ürpermiş, yine mi­
desi bulanmıştı. Yine kin tutm uştu onu. Bununla birlikte,
karşısındakinin kendisinden daha kurnaz, daha akıllı ola­
bileceğini de düşünüyor ve bu da ona çok dokunuyordu.
Adam masasına eğilmiş bir şeyler yazarken Yedigey
onun iddialarında birtakım boşluklar bulmaya çalıştı.
Bulmuştu aradığını. Adamın söylediklerinde bir m antık­
sızlık, bir hile ve şeytanlık vardı. "Anılar" sadece anı idi.
Bir insan "düşmanca anılar" yazmakla suçlanabilir miydi?
Bir insanın anılan ‘dost’ ya da ‘düşm an’ olabilir miydi?
Anılar geçmişte yaşanmış olaylardı ve bugünü anlatmı-,
yordu. Anılar, geçmişteki olayların olduğu gibi yazılma-
sıydı.

Heyecandan boğazı kuruyan Yedigey, yine de çok
sakin olmaya çalışarak şöyle dedi:

- Bir şeyi bilmek istiyorum. Sen diyorsun ki (adam a
kasıtlı olarak ‘sen ’ diye hitap etm işti. Böylece ondan
korkmadığını, korkup boyun eğmek niyetinde olmadığını
anlatm ak istemişti. Hem onu nereye süreceklerdi? Sa-
rı-Ö zek’ten d ah a kötü bir yer yoktu ki.. O nun için son sö­
zünü tekrar ed erek sordu).. Sen diyorsun ki düşm anca
anılar yazmış. Bunu anlamıyorum. Anıların düşmanı dos­
tu olur mu? Benim bildiğim, geçmişte olan, şimdi olm a­
yan şeylerin olduğu gibi hatırlanm asıdır anılar. Sen d e­
m ek istiyorsun ki, insan geçm işindeki iyi olayları hatırla­
sın, kötü olayları hatırlam asın. Nasıl olur bu? İnsan bir
düş görürse bunu hatırlar. Peki bu korkulu bir düşse,
başkalarının hoşuna gitmeyecekse, onu hatırlam asın mı?

Akdoğan bakışlı adam hayretle, hiddetle baktı Yedi­
gey’in yüzüne.

GÜN O l.b'R ASRA BEDEL / 221

- Hinim! Lânet şeytan! Böyle diyorsun ha! Tartışm a­
yı seviyorsun galiba. Olayı anlam ak istemiyor, inkâra kal­
kıyorsun. Buranın filozofu sen misin? Felsefe mi yapıyor­
sun? Pekâlâ, konuşalım öyleyse... (Biraz sustu.. Karşısın­
dakini ölçüp tartıyor, söyleyeceklerini düşünüyor gibiydi.
Sonra saldırıya devam etti): Hayatta tarihî olaylar, tarihî
am lar çoktur, ancak bunların neler olduğu, nasıl olduğu
önemli değildir. Önemli olan, geçmişi sözlü ya da daha
önemlisi yazılı olarak, onu bizim bugün işimize yarayacak
şekilde anlatm aktır. Hiçbir yararı olmayacak yanlarını bir
kenara bırakarak anlatmak.. İşte bu kurala uymayanlar
düşmanlık etmiş, suç işlemiş olurlar..

- Ben hiç de öyle düşünmüyorum. Senin söylediğin
gibi olamaz!

- Senin nasıl düşündüğün kimsenin um urunda değil.
Sorduğun için, iyilik olsun diye anlatıyorum . Seninle ta r­
tışmaya hiç gerek yok, ihtiyacım da yok. Bırakalım bunla­
rı da konum uza gelelim . Söyler misin bana, K uttubayev
-seninle yaptığı herhangi bir konuşma sırasında, meselâ
bir içki sofrasında, bazı İngilizler’den söz etti mi, bunla­
rın adlarını söyledi mi?

- Niçin söz etsin ki? dedi Yedigey şaşırarak.
- Niçin mi? Bak öyleyse..
Akdoğan bakışlı adam böyle derken "Partizan Def-
terleri'iıden birini açtı. Altı kırmızı kalemle çizilmiş satır­
ları okum aya başladı: "27 Eylülde, bulunduğum uz yere,
bir albay ve iki binbaşıdan oluşan bir İngiliz misyonu gel­
di. O nların önünde resmî geçit yaptık. Bizi selam ladılar.
Sonra subaylar çadırında bir yemek verildi. Bu yemeğe,
aralarında benim de bulunduğum bazı yabancı partizan­
ları da çağırmışlardı. Beni İngiliz albayla tanıştırdıkları
zaman, bu albay elimi dostça sıktı ve tercüm an aracılığı
ile buraya nasıl düştüğüm ü sordu. Olayı kısaca anlattım .
Bana şarap ikram ettiler, onlarla kadeh tokuşturduk,
uzun uzun konuştuk. En çok hoşum a giden şey, İngiliz-

222 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

ler’in sade ve içteıı davranışları oldu. Albay, A vrupa’da
faşizme karşı birleşmenin büyük bir şans olduğunu söyle­
di. O na göre bu, A llah’ın bir lütfü idi. Eğer bu birleşm e
olmasaydı, H itler’le yapılan savaşın çok daha zor olacağı­
nı, belki de birleşemeyen halklar için çok kötü sonuçla­
nacağını söyledi..." vb.

Akdoğan bakışlı adam defleri bıraktı, yeni bir Kaz-
bek sigarası daha yaktı, bir süre sustuktan sonra devam
etti:

- İşte bundan anlaşılıyor ki K uttubayev, İngiliz alba­
yına hiçbir itirazda bulunm am ış, ona, A vrupa’da ne k a­
dar çaba gösterirlerse göstersinler, ne kadar partizanlık-
m artizanlık ederlerse etsinler, S talin’in yüksek dehası ol­
m adan zaferi kazanmanın mümkün olamayacağını söyle­
memiş! Bu da gösteriyor ki Staliıı yoldaşı aklına bile ge­
tirmemiş! Bunu anlıyor m usun sen?

Yedigey, A bu talip’i savunm aya çalışarak:
- Belki o İngiliz albayına bunları söylemiştir de, def­
tere yazmayı unutm uştur.
- Bunu da nerden çıkarıyorsun? Kanıtlayabilir misin
böyle b ir şey dediğini? Ü stelik bu yazdıklarını 1945’te
Partizanlar Birliği’nden dönüşünde denetlem e kom itesi­
ne verdiği ifade ile karşılaştırdık. O zam an İngiliz subay­
ları ile karşılaşm asından hiç söz etmemiş. D em ek ki bir
m aksat var, pis bir tarafı var işin! O nun İngiliz Gizli H a­
ber A lm a Servisi’yle ilişkisi bulunm adığını kanıtlayabilir
misin?
Yedigey’in yüreği acılarla burkuldu. Bu akdoğan b a­
kışlı herifin bu sözlerle ne anlatm ak istediğini, işi nereye
vardıracağını bilemiyordu.
Akdoğan bakışlı adam sordu:
- Düşün bakalım.. Kuttubayev sana bir şey söylemedi
m i? M eselâ İngilizler’in isim lerini filan? O İngiliz misyo­
nunda bulunanların adlarını bilmek istiyoruz. Bu bizim
için çok önemli!

GÜN OLUR ASRA B E D E L 223

Peki, nasıl olur İngiliz adları?
- M eselâ John, Clark, Smith, Jack...
- Hiçbir zaman böyle isimler işitmedim..
Akdoğan bakışlı adam som urttu, biraz düşündü.
H erhalde Y edigey’le konuşm asından bir y arar sağlaya­
mayacağını anlayarak keyfi kaçmıştı. Sonra biraz alçak
sesle ve gizli bir şey soruyorm uş gibi:
- B urada çocukları okutm ak için bir okul açmış, doğ­
ru mu? dedi.
Yedigey bu sözler karşısında gülmekten kendini ala­
madı:
- O kul m u açmış! O nun iki oğlu, benim de iki kızım
var. İşte okul dediğin! Büyükler beşer, küçükler de üçer
yaşında. Biz burada çocuklarımızı nasıl oyalayacağımızı
bilemiyoruz. Çevremiz çöl, karı-koca boş vakitlerinde ço­
cuklarla meşgul oluyorlar. Zaten ikisinin de asıl mesleği
öğretmenlik. Çocukları hem oyalıyor, hem de bir şeyler
öğretiyorlar. Okumayı, resim yapmayı öğretiyorlar mese-
-lâ, biraz yazmayı, sayı saymasını filan. O kul dediğin bu iş­
te!
- Nasıl şarkılar öğretiyorlar çocuklara?
- Çocuk şarkıları öğretiyorlar. Şimdi hangileri oldu­
ğunu hatırlamıyorum.
- Peki, ne yazdırıyordu onlara?
- H arfleri, birkaç da basit kelimeyi..
- Hangi kelimeleri?
- N erden hatırlayayım şimdi. U nuttum .
Akdoğan bakışlı adam önündeki kâğıtlar arasından
çocuklara ait bir defteri, kargacık burgacık yazıların ol­
duğu bir sayfayı çıkardı:
- Bak neler öğretm iş çocuklara, dedi. Ö ğrettiği ilk
kelim eleri görüyor musun, "Bizim evimiz" demiş. Niçin
"Bizim zaferimiz" diye başlamıyor. Bugün insanın dudak­
larından çıkması gereken ilk sözler neler olmalı biliyor
musun? "Bizim zaferimiz" olmalı değil mi? Ama o bunu

22 4 /GÜN OLUR ASRA BEDEL

hiç düşünmüyor, aklına bile gelmiyor bu sözler.. Oysa
"Zafer" ve "Stalin" birbirinden ayrılm az sözlerdir!

Yedigey ne diyeceğini bilemedi. Bu sorgulam a karşı­
sında, kendisini aşağılanmış görüyor, bütün çabaları ve
iyi niyetleriyle aklı bir şeye erm eyen küçük çocuklara bir
şeyler öğretm ek için çırpınan Z arife ve A butalip’e çok
acıyordu. O kadar hiddetlendi ki sesini yükselterek şu ce­
vabı verm ekten kendini alamadı:

- M adem öyle düşünüyorsun, öğretm esi gereken ilk
söz "Bizim Leninimiz" olmalıydı. Leniıı her şeyden önce
gelmez mi?

Akdoğan bakışlı adam bu çıkış karşısında şaşaladı.
Sesi, hatta nefesi kesildi. Sonra sigara dum anını savura
savura ayağa kalktı. O dada biraz gezinmek istediği bel­
liydi am a oda adım atılam ayacak kadar küçüktü. Kestirip
atm ak istercesine:

- Biz "Stalin" der, "Lenin" anlarız! dedi.
Sonra, yarış bitim inde nefeslenen atletler gibi biraz
rahatlayarak, uzlaşma arayan bir sesle:
- Pekâlâ, dedi, aram ızda böyle bir konuşm a olmadı
sayalım.
H em en yerine geçip oturdu. Taş gibi donuk yüzün­
den, akdoğan bakışlı parlak gözlerinden, aklından geçen­
ler pek okunmuyordu.
- Eldeki bazı bilgilere göre, Kuttubayev çocuklarımı­
zın yatılı okullarda okutulm asına karşı olduğunu söylü­
yormuş. Sen bu konuda ne diyorsun? Bu konuşmayı se­
nin de bulunduğun bir yerde yapmış..
- Bu bilgileri nereden aldın? Sana bunları kim söyle­
di? dedi Yedigey şaşırarak.
Böyle dedi am a, bunu istasyon şefi Abilov’daıı duy­
muş olabileceğini hemen hatırladı. Çünkü böyle bir ko­
nuşm anın yapıldığı sırada o da vardı.
Y edigey’in soru sorm ası, akdoğan bakışlıyı çileden
çıkarmaya yetti:

GÜN O l.U R ASRA B E D E L /225

- Bak, beni iyi dinle, daha önce de söyledim sana. Bu
bilgileri nereden aldığımız kimseyi ilgilendirmez. Bilgi
kaynaklarımız hakkında kimseye hesap verecek değiliz.
Bunu kafana iyice sok! Şimdi, K uttubayev’in bu konuda
ne dediğini anlat bana!

- Bilmiyorum, hatırlam am için biraz düşünm em ge­
rek. Bizim bu rad a en yaşlı işçi K azangap’tır. O nun oğlu
K um bel’deki yatılı okulda okuyor. H erkes biliyor ya, bi­
raz haylaz, yaram az bir çocuk. İşte geçen eylülde, adı Sa-
bitcan olan bu çocuğu, deve sırtında okula götürecekti.
Annesi, yani K azangap’ın karısı Bikey ağlam aya, sızla­
maya başladı: "Yatılı okula gideli sanki bizim yabancımız
oldu. Ne evini biliyor, ne ana-baba tanıyor! Felâket bu!"
dedi. Okum am ış cahil bir kadın işte. Am a ne yapsınlar,
çocuklarını okutm aları gerek, onun için de uzak yere
göndermek zorunda kalıyorlar...

Akdoğan bakışlı adam sözünü kesti:
- Anlaşıldı anlaşıldı! Kuttubayev ne dedi, sen onu
anlat!
- T am am işte, o d a oradaydı. Bikey’e ana yüreğinin
onu yanıltm adığını söyledi. Başka çaresi olmadığı için ço­
cukları yatılı okula gönderm ek zorunda kaldığımızı, bu
yüzden yatılı okulun çocuğu anadan babadan ayırdığım,
evden uzaklaştırdığını, bunun da herkes için zor ve dertli
bir şey olduğunu söyledi. Am a başka çare yok ki. Çok iyi
anlıyorum onu. Bizim çocuklarımız da büyüyor, şim diden
acı acı düşünüyorum doğrusu... Çok kötü bir durum ..
Akdoğan bakışlı adam yine sözünü kesti:
- D üşününce buldun işte. Dem ek Sovyet yatılı okul­
larının kötü olduğunu, bir felâket olduğunu söyledi, öyle
mi?
- "Sovyet yatılı okullarını" demedi. Genel olarak yatı­
lı okuldan söz etti, tabiî bizim yatılı okul K um bel’de ol­
duğu için sözkonusu o idi. Onun kötü bir okul olduğunu
ben de söylüyorum.

226 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

- Bunun bir önemi yok. Kumbel de Sovyetler Birli­
ğimde bulunduğuna göre, onu kötülem ek bütün Sovyet-
ler’deki okulları kötülem ektir.

Yedigey, adamın kendisini yanıltmaya çalıştığını an­
layarak iyice öfkelendi:

- Kumbel yatılı okulu dem ek bütün Sovyellerin yatı­
lı okulu dem ek olam az! Söylem ediği sözleri ona nasıl
m âledersin? H em ben de onun gibi düşünüyorum . Bu yi­
tik köyde değil de başka yerde otursaydım çocuklarımı
asla yatılı okula göndermezdim. Ben böyle düşünüyorum
işte. Tam am mı?

Akdoğan bakışlı adam:
- Sen nasıl istersen öyle düşün! dedi.
Bir süre sustuktan sonra konuşmayı kısa kesmek is­
tediğini belli ederek:
- Şimdi sonuca gelelim.. D em ek ki A butalip kolektif-
eğitime karşı.. Öyle mi?
Yedigey kendini tutam adı:
- O hiçbir şeye karşı değil! Niçin yapmadığı, söyle­
mediği şeylerle suçluyorsun onu? Olacak şey mi bu?
Akdoğan bakışlı adanı cevap vermeyi, açıklama yap­
mayı gereksiz gördüğü için çıkıştı:
- Y eter, yeter artık! Şimdi sen bana şu defterdeki
"Dönenbay Kuşu"nun ne olduğunu söyle bakalım. O def­
tere, yani oraya yazdıklarına "Dönenbay Kuşu" adını ver­
miş. K uttubayev b unu K azangap’la senden dinleyerek
yazmış. Öyle diyor, doğru mu bu?
Yedigey birden canlandı:
- Evet, tam dediği gibi oldu. Burada, yani Sarı-Ö-
zek’te, N ay m an larm mezarlığı ile ilgili bir hikâye, daha
doğrusu bir efsane vardır. Eskiden yalnız Naymanlar gö­
m erlerm iş oraya ölülerini am a şimdi herkese ait bir m e­
zarlık o. Ana-Beyit mezarlığı deniyor. Bir mankurt olan
oğlu tarafından öldürülen Nayman-Ana oraya gömül­
müş...

GÜN OLUR ASRA BEDEL 1227

- Peki, peki, sonra oraya gidip bir göz atarız, bakalım
bu isim hangi gizli anlam a geliyormuş, anlarız (D efterin
sayfalarım karıştırırken yüksek sesle düşünüyordu). Dö-
nenbay kuşu... H ım m , d aha iyisini bulam azdı doğrusu.
İnsan adı taşıyan bir kuş.. Kendini yazar sanıyor galiba,
yeni bir M uhtar Ayvazov sanıyor. Geçmişteki feodal dö­
nemi anlatan bir yazar... Dönenbay kuşu! hımm.. Bir şey
anlamayacağımızı sanıyor.. Dem ek çocuklar için yazıyor­
muş! Gizli gizli yaptığı iş bu dem ek. Ya buna ne dersin?
Bunu da mı çocuklar için yazıyor?

Akdoğan bakışlı adam muşamba kaplı yeni bir defte­
ri Yedigey’in gözlerine dayadı:

- Neymiş bu? dedi Yedigey. bir şey anlamadığı için.
- Ne mi dedin? Ne olduğunu senin bilmen gerek.
Y azının başlığını oku, b ak "Raymalı A ga’nın K ardeşi Ab-
dilhan’a Yalvarm ası" diyor.
- Ha, anladım, o da bir başka efsane, gerçek bir olay­
mış, eskiler anlatıyor...
' - Yorma çeneni, biz de biliyoruz o kadarını. Kulağı­
ma çalınmıştı. Çok yaşlı bunamış bir adam, on dokuz ya­
şındaki bir kıza âşık olur. N eresi iyi bunun? Öyle anlaşılı­
yor ki K uttubayev yalnız düşm an değil, ayni zam anda ah ­
lâksızın biri! O iğrenç şeyleri nasıl da özene bezene yaz­
mış!
Yedigey kızardı. Am a utandığından değildi yüzünün
kızarması. K arşısındaki adam A butalip’e hiç söylenm eye­
cek şeyi söylüyor, ona en büyük haksızlığı yapıyor ve bu
da onu öfkeden deli ediyordu. Bu idi kızarm asının sebe­
bi. Hiddetini güçlükle zaptederek şöyle dedi:
- Bak beni iyi dinle, sen nasıl büyük adam sın, ne şefi­
sin bilm em , am a A b u talip’i böyle suçlam akla çok büyük
haksızlık ediyorsun. Allah herkesi onun gibi bir baba,
onun gibi bir koca etsin isterim! Bu köyde büyük küçük
herkes söyler sana onun ne mükemmel bir insan olduğu­

22S / GÜN OLUR ASRA BEDEL

nu. Zaten burada bir avuç insanız ve hepimiz birbirimizi
tanırız.

- Peki, peki, sakin ol! G örüyorum ki adam hepinizin
beynini yıkamış. D üşm an her kılıkta görünmesini bilir
zaten. Am a biz maskesini indirdik işte. Seninle işimiz bit­
ti. Gidebilirsin.

Yedigey ayağa kalktı. Şapkasını giyerken oyalanıyor­
du. Sonra sordu:

- Peki, ne olacak şimdi ona? Bunları yazdı diye hap­
se atılacak değil herhalde?

Akdoğan bakışlı adam birden doğruldu:
- Bak, sana son defa söylüyorum: Bunlar seni hiç il­
gilendirmez! D üşm ana niçin kovuşturma açtığımız, ona
nasıl davranacağım ız, ne ceza vereceğim iz yalnız bizi ilgi­
lendirir. Sen haddini bil, bunlarla kafa yorma. Haydi ba­
kalım, git artık!

*

Ayni gün, akşamın geç saatlerinde Boranlı istasyo­
nunda bir yolcu treni daha durdu. Ama bu, aksi yöne gi­
den bir tren idi. İki-iiç dakikadan fazla kalmadı.

Siyah çizmeli üç adam , A butalip K uttubayev’i de
kendileriyle birlikte götürm ek için, karanlıkta trenin gel­
mesini bekliyorlardı. Onlardan birkaç adım geride Bo-
ranlılılar vardı. Sırtları toplananlara dönük o üç adam
A butalip'in önünde duvar gibi duruyor, onu gösterm iyor­
lardı. Toplananlar: Z arife ve iki çocuğu, Yedigey, Uku-
bala ve istasyon şefi Abilov'daıı ibaretti. Abilov, trenin
yarım saat gecikmesinden dolayı, sanki bu kendi kabaha­
ti imiş gibi, telâşa kapılmış, bir aşağı, bir yukarı sinirli
adımlarla gidip geliyordu.

O nun bu rad a bir işi yoktu ki! M adem ki gelmiş, o n ­
larla b erab er sinirli hareketler yapm adan dursa ya!

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 229

Zavallı A b u talip ’in evinde bulunan ve suç belgesi sa­
yılan m asallardan, efsanelerden dolayı Kazangap da sor­
guya çekilmişti ve o sırada makasta bulunuyordu. Bu
yüzden de A bulalip’i alıp götürecek olan trene yol v er­
mek, bu treni kendi rayına sokmak ister istemez ona düş­
m üştü. K azangap’ın karısı Bikey ise Yedigey’in iki küçük
kızına bakm ak için evde kalmıştı.

O çizmeli adam lar, rüzgârdan korunm ak için palto­
larının yakalarım kaldırmış, suskun ama gergin bir vazi­
yette bekliyor, geniş om uzlarıyla A butalip’e siper olup
onunla vedalaşm ak için gelen yakınlarını gösterm iyorlar­
dı. Vedalaşm ak için gelen Boranlıiılar da susuyordu.

Döne döne esen bir rüzgâr, yerdeki karları toplayıp
savuruyor, duyulur duyulm az bir ıslık çalıyordu. Bir kar
fırtınasının habercisi idi bu durum . Sarı-Ö zek bozkırının
karanlık gecesinde, soğuk bir sis gittikçe kabarıyor, ge­
nişliyordu. G ökte ay, tek başına soluk bir leke gibi, yaba­
nî, melankolik, hüzünlü bir suskunluk içinde duruyor ve
sanki kendini gösterm ekle güçlük çekiyordu. Keskin bir
ayaz insanın yanaklarını dalamaya başlamıştı.

Zarife, elinde kocasına vermek için hazırladığı, için­
de yiyecek ve giyecek bulunan bir çıkını tutuyor ve sessiz
sessiz ağlıyordu. U kubala’nın derin derin içini çektiği ağ­
zından çıkan buğulardan anlaşılıyordu. Ukubala, Kuttu-
bayev’lerin büyük oğlu D aul’u kürküyle soğuktan koru­
maya çalışıyordu. Zavallı çocuk bir şeyler sezmiş olmalıy­
dı. K uşkular içinde, hiç konuşm adan duruyor ve U kubala
teyzesine sımsıkı sarılıyordu. Küçük E rm ek ’in hâli ise in­
sanın yüreğini parçalıyordu. E rm ek, Yedigey’in kucağın­
daydı ve hiçbir şeyden haberi yoktu ve durm adan sızlanı­
yordu.

- Atika! Atika! Y anım ıza gelseııe! Biz de seninle gi­
deceğiz!

230 / GÜN OKUR ASRA RFDEl.

Abutalip oğlunun sesini her duyuşta irkiliyor, ona
bir şeyler söylemek istiyor ama dönüp bakmasına bile
izin verm iyorlardı. H atta o üç adam dan biri orada bulu­
nanlara sertçe bağırdı:

- Durmayın burada! İşitiyor m usunuz? Durmayın,
gidin! Sonra yaklaşırsınız!

Toplananlar biraz çekildiler.
Bu sırada uzaktan lokomotifin ışıkları göründü.
Hepsi oldukları yerde kımıldadılar. Zarife daha fazla
kendini tutam adı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
U kubala da ağlıyordu onunla beraber. Tren ayrılık getiri­
yordu. Öndeki ışıkları soğuk karanlığı deliyor, hom urda­
nan, tehdit eden kara bir kütle olarak yaklaşıyor, büyü­
yordu. Yaklaştıkça lokom otif farlarını yukarı kaldırıyor­
du sanki. Farların parlak ışığında, raylar arasında rüzgâ­
rın savurduğu kar çevrintisi daha net görünüyor, manive:
la ve yorgun pistonların gürültüsü daha çok duyuluyordu.
Ve işte, k atarın vagonları da iyice görünür oldu.
- Atika! Atika! Bak, tren geliyor! diye bağırdı E r­
mek. Fakat babası cevap vermediği için şaşırdı ve sustu.
Yine de birkaç saniye sonra, babasının dikkatini çekmek
için bir kere d aha seslendi:
- Atika! Atika!
O rtalıkta telaşlı telaşlı dolanıp duran istasyon şefi
Abilov, o üç kişinin yanma yaklaştı:
- Posta vagonu katarın baş tarafında, lütfen ileri gi­
din biraz, dedi.
H erkes ileriye doğru hızlı hızlı yürüdü. T ren gelmişti
bile. Akdoğan bakışlı adam elinde çantasıyla en önde sa­
ğa sola bakm adan yürüyordu. O nun hem en ardında
A butalip ile A butalip’i aralarına alan akdoğan bakışlının
geniş om uzlu iki yardımcısı, biraz geride Z arife ile Da-
uPun elini hiç bırakmayan U kubala geliyordu. Yedigey,
bunların az gerisinde ve biraz yanda yürüyordu. Ermek
onun kucağındaydı. Kadınların ve çocukların yanında ağ-

GÜN OLUR ASRA B E D E L /231

lanıam ak, ağladığım gösterm em ek için geride kalmıştı
Yedigey. Boğazına büyük bir yumru gelip tıkanıyor ve
kendim güçlükle tutuyordu. Bir yandan da, kucağında
sımsıkı tuttuğu E rm ek ’e yatıştırıcı bir şeyler söylem eye
çalışıyordu:

- Sen akıllı bir çocuksun Erm ek. Akıllısın değil mi?
Akıllı çocuklar ağlamaz, sakın ağlama!.

Tren iyice yavaşladı, yanlarından geçip az ileride
durdu. Lokom otif yoğun bir buhar çıkardı ve keskin bir
düdük sesi duyuldu.

Yedigey, kucağında sarsılan çocuğa:
- Korkma yavrum, dedi, ben yanında iken hiçbir şey­
den korkma ve ben hep yanında olacağım.. Korkma yav­
rum..
Tren dururken insanın kulaklarını delen uzun uzun
gıcırtılar çıkarmış, sonunda vagonlar oldukları yere çakıl­
mıştı. Kırağıyla, kar tozlarıyla kaplıydı vagonların pence­
releri. V agonlar kör gibiydi. O rtalığa birden sessizlik
çöktü. Ama hem en sonra, lokomotif bir buhar daha sal­
dı, acele kalkacağını bildiren düdüğünü öttürdü. Posta
vagonu lokomotifin hem en ardmdaydı. O rta yerde çift
kanatlı bir kapısı vardı ve pencereleri dem ir parmaklıklı
idi. O çift kanatlı kapı içerden açıldı, başlarında resm î
postacı şapkası, üzerlerinde kalın pam uk astarlı ceket ve
pantalon bulunan biri kadın öteki erkek iki kişi başlarını
aşağı sarkıttılar. Kadının elinde fener vardı ve rütbece
erkekten büyük olduğu anlaşılıyordu. Şişman, iri göğüslü
bir kadındı. Elindeki fenerle üç adamın önünü aydınlata­
rak:
- Trene binecek olanlar siz misiniz? dedi. Bekliyor­
duk, yeriniz hazır.
Elinde büyük çantasıyla vagona ilk çıkan akdoğan
bakışlı adam oldu.
Gerideki iki adam , önlerine geçenleri sıkıştırarak:

232 / GIJN OLUR ASRA BEDEL

- Hadi çabuk olun! Bizi geciktirmeyin! dediler.
Abutalip onu uğurlamaya gelenlere dönerek çabuk
çabuk konuştu:
- Yakında dönerim.. Bir yanlış anlam a var.. Yakında
dönerim, bekleyin!.
Vedalaşm ak için çocuklarım kucaklarken, U kubala
bu sahneye dayanam adı ve yüksek sesle ağlamaya başla­
dı.
A butalip iki çocuğunu kucaklayıp sımsıkı bastı bağrı­
na. Onların kulaklarına bir şeyler fısıldıyor, am a korku
içinde olan çocuklar bunu anlamıyordu. Lokom otif bu­
har salmaya başlamıştı. Bütün bunlar postacı kadının
elindeki fenerin ışığında oluyordu.
Birden keskin bir tren sesi duyuldu. Bu ses elektrik
akımı gibi katar boyunca yayıldı.
İki adam A bu talip’i vagonun basam aklarına doğru
iterek:
- Haydi, bin artık, tren kalkıyor! dediler.
Son anda Y edigey’le de kucaklaşabilmişti A butalip.
Bir an, ıslak, kıllı yanaklarıyla birbirlerine yapışarak kal­
dılar. Yürekleriyle, ruhlarıyla, kafalarıyla bir olmuşlar gi­
bi anlıyorlardı birbirlerini.
- O nlara denizi anlat, diye fısıldadı Abutalip.
Bu onun son sözleri oldu. Yedigey anlamıştı. Çocuk­
ların a A ral’ı anlatm asını isliyordu ondan.
Geniş omuzlu iki adam , onları ite kaka ayırdılar:
- Yeter! Y eter artık. Bin trene gidiyoruz!
Böyle dedikten sonra A butalip'in elinden tutup onu
vagona ittiler. İki küçük çocuk ayrılığın korkunç anlamını
işte o zaman kavradılar ve yüksek sesle ağlayarak bağrış­
tılar:
- Ata! Ata! Atika! Atacan!"

Baba! Baba! Babacığım! Baba C an (Canım Baba)!

GÜN OLL'R ASRA B E D E L /233

Yedigey kucağında E rn ıek ’le vagona atıldı. Am a
elinde fener bulunan kadın koca gövdesiyle kapının
önünde durdu:

- Hey! D ur bakalım, nereye gidiyorsun! diye itti onu.
O sırada Y edigey’in aklından, o akdoğan bakışlıyı
kendi elleriyle boğm ak için A butalip’in yerine o yolculu­
ğa çıkmak düşüncesi geçtiğini kimse anlayamazdı elbet.
Elinde fener tutan kadın durmadan bağırıyor, bağı­
rırken sigara ve soğan kokulu nefesi Yedigey’in yüzüne
çarpıyordu:
- Durmayın! Gidin buradan! Gidin evinize!
Zarife elindeki çıkını kocasına vermeyi unutm uştu.
Son anda hatırlayarak vagonun kapanmak üzere olan ka­
pısından içeri atlı:
- Bunu ona verin, yiyecek var içinde!
Posta vagonunun kapısı gürültüyle kapandı ve yine
bir sessizlik çöktü. Lokom otif kalkış işaretini verdi, te­
kerlekler sarsılıp gıcırdadı ve yavaş yavaş hızlandı.
Boranlılılar da kapısı sımsıkı kapalı vagonun yanında
ona baka baka yürüm eye başladılar. K endine ilk gelen
U kubala oldu. G eriye dönüp Z arife’yi kucakladı, onu
göğsüne sımsıkı basarak öylece durdu. Bir yandan da,
gittikçe hızlanan tekerleklerin takırtısını bastırm ak için
yüksek sesle bağırdı:
- Daul! D ur gitme, bekle! Tut annenin elinden!
Yedigey, kucağında Erm ek, trenin ardından hâlâ ko­
şuyordu. Son vagon da gelip geçince durdu.
Sonra tren uzaklaştı, tekerlek sesleri azaldı, lokom o­
tifin ışıkları zayıfladı... Uzun uzun öten düdük sesi son
defa duyuldu..
Yedigey geri döndü. Kucağında Erm ek durm adan
ağlıyor ve Yedigey onu susturamıyordu...
Ancak evde, geceyarısında sobanın başında hiç ağzı­
nı açm adan o tu ru rk en birden Abilov’u hatırladı. H atırlar

231 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

hatırlam az da usulca kalkıp giyindi. Ukubala anlamıştı
onun aklından geçenleri. Kolundan tutarak:

- Dur, nereye gidiyorsun? O na bir şey yapma, par­
mağınla bile dokunma! Karısı hamile. H em buna hakkın
da yok. Onu suçlayacak bir kanıtın da yok!

- Korkma, bir şey yapacak değilim ona. Ama bir an
önce defolup gitsin buradan. A rtık B oranlı’d a kalam az,
bunu kafasına iyice soksun! Sana söz veriyorum, kılına
bile dokunmayacağım, güven bana..

Böyle dedikten sonra U ku b ala’nın elinden kurtuldu
ve çıkıp gitti.

A bilovlar’ın pencerelerinde hâlâ ışık vardı. D em ek
ki yatm am ışlardı daha.

Yedigey, sertleşen karda takır takır ses çıkararak yü­
rüyordu. Buz tutm uş kapıya geldi ve hızlı hızlı vurdu.
Abilov açtı kapıyı:

- Aa, sen misin Y edike? G ir içeri, gir! dedi.
Korkmuş, yüzü sapsarı olmuştu. Odanın içinde geri
geri gidiyordu.
Yedigey, kendisiyle birlikte bir soğuk dalgasını da
getirerek içeri girdi, kapıyı kapadı ve ayakta durarak, sa­
kin bir sesle konuşm aya başladı:
- O zavallı yavrulan niçin yetim bıraktın? dedi.
Abilov dizleri üstüne çöktü. Kelimenin tam anlamıy­
la sürüne sürüne Yedigey’in eteklerine yapıştı:
- Yemin ederim ki ben yapm adım ! Bak Yedike, do­
ğacak çocuğum un başı üzerine yemin ederim ki ben yap­
madım (Böyle derken, korkudan olduğu yerde taş kesi­
len karısına bakmıştı. Dili dolanıyor, nasıl konuşacağını
bile bilem iyordu). A llah’a and olsun ki ben değilim bunu
yapan V allahi ben değilim! Böyle bir şeyi nasıl yaparım
ben! O müfettiş yaptı bunu. Hatırlıyor musun? Onun ne
yazdığını, kime yazdığını sorup durm uştu. O yaptı, o m ü­
fettiş yaptı. Doğacak çocuğumu görnıiyeyim eğer yala-

GÛN OLUR ASRA BEDEL / 235

mm varsa! Trenin yanında o sahneyi seyrederken, görmi-
yeyim diye, bin kat yerin dibine girmek istedim. O m üfet­
tiş.. sonu gelm ez nutukları, sorularıyla kafam ı çeldi...
Eğer bilseydim...

Yedigey onun sözünü kesti:
- Peki, peki., ayağa kalk da adam gibi konuşalım.
Bak, sana karının yanında söylüyorum. U m alım ki bu iş
kötü bitmesin. Şu anda mesele o değil. Senin hiçbir su­
çun yoksa bile hiçbir şey değişmez. Senin için burada ve­
ya başka yerde çalışmanın hiçbir önemi yok. Ama biz bü­
tün öm rüm üzü burada geçireceğiz. Bir an önce buraları
terkedip gitsen çok iyi edersin. Tavsiye ederim git. İşte
sana bunu söylemek için geldim. Bu konuyu bir daha hiç
konuşmayacağız seninle.
Yedigey bunları söyledikten sonra çıktı, kapıyı çar­
parak kapadı ve gitti.

-IX -

B üyük OKYANUs’ta, A leu t adalarının güneyinde va­
kit öğleyi çoktan geçm işti. O rta şidd ette bir fırtına okya­
nusu çalkalamaya devam ediyor, bir uçtan öbür uca bü­
tün ufku kaplayan sular âlem inde, köpüklü dalgalar saf
saf, yuvarlana yuvarlana birbirlerini kovalıyordu. Uçak
gem isi ‘K onvansiyon’ San-Fransisco ile V ladivostok’a
tam eşit uzaklıkta, her zamanki yerindeydi. H afif hafif
sallanıyordu köpükler arasında. Bu uluslararası bilimsel
araştırma gem isinin bütün görevlileri alarmda, her türlü
operasyona hazır bekliyordu.

İye Güneşi sistem inde, dünya dışı bir uygarlığın keş­
fedilmesiyle meydana gelen durum u görüşm ek üzere ge­
mide bulunan ve olağanüstü yetkililerle donatılan komis­
yonların toplantıları bitmek üzere idi. Kendi üslerinden
izin alm adan, uzaylılarla O rm an-G öğsii gezegenine gi­
den 1-2 ve 2-1 num aralı kozm onotlar hâlâ o gezegende
idiler ve yörünge istasyonu P arke aracılığı ile, O rtak Y ö­
netim Merkezi tarafından, kesin em ir almadan oradan
ayrılmamaları konusunda üçüncü defa uyarılmışlardı.

O rtak Y önetim M erkezi’niıı bu kesin direktifi aslın­
da yalnız kafalarındaki karışıklığı yansıtmakla kalmıyor,
ayni zamanda karşı karşıya bulundukları meselenin git­
tikçe daha da içinden çıkılmaz hâle geldiğini, gerginliğe

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 237

doğru tırmandığını, aralarındaki işbirliğinin bir cepheleş­
meye dönüşmesi tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını da
gösteriyordu. Demiurg projesi bir süre önce iki büyük
devleti birbirine yaklaştırmıştı ve böylece bilimsel ve tek­
nik üstünlüklerini arttırm ışlardı. Bunu bütün dünyaya
kabul ettirm ek istiyorlardı. Ama işte şimdi bu proje bir­
denbire ikinci plana düşmüş, dünyadışı bir uygarlığın bu­
lunmasıyla ortaya çıkan çözümü güç m eseleden dolayı
bir anda değerini yitirmişti. H er iki kom isyonun üyeleri
tek tek bir konuyu çok iyi anlıyorlardı: Bu benzeri görül­
memiş, hiçbir buluşla kıyaslanamayacak yeni keşif çağdaş
dünya toplum unun dayandığı esasları, insan zekâsının
yüzyıllar boyu, nesiller boyu, oluşturup geliştirdiği, yoğu­
rup biçim verdiği bir düzeni ve bunun kurallarını bir sı­
nava sokmuş bulunuyordu. Yerkürenin genel güvenliği
bir yana, bu sınavı verm ek gibi bir tehlikeyi kim göze ala­
bilirdi?

Tarihin bunalımlı dönem lerinde her zaman görüldü­
ğü gibi, dünyadaki iki ayrı sosyal ve siyasî sistem in temel
çelişkileri bütün çıplaklığıyla kendini gösterdi.

Meselenin görüşülmesi sinirli tartışm alara yol açtı ve
fikir ayrılıkları süratle uzlaşmazlığa, barışmazlığa sürük­
ledi onları. Bu uzlaşm azlık ve karşılıklı tehditler iyice çı­
ğırından çıkar ve denetimi mümkün olmazsa bir dünya
savaşı bile çıkarabilirdi. Üyeler bunu da düşünmeye baş­
ladılar. Sonunda bu gidişin onlara zarardan başka hiçbir
şey kazandırmayacağını anlayarak aşırılıklardan sakın­
maya karar verdiler. A m a onları buna asıl zorlayan m e­
sele, olayı önünde sonunda öğrenecek olan dünya kam u­
oyunun bilincinde bir patlam a olması ve onların karşısına
dikilmesiydi. Bundan korkuyorlardı. Bütün dünyada bir
bomba gibi patlardı bu olay. Bunun nasıl sonuçlar doğu­
racağını da kimse bilmezdi...

Sonunda mantık üstün geldi ve taraflar bir uzlaşm a­
ya varmak zorunda kaldılar. Bu konuda da eşitlik ve den­

238 / GÜN OLU K ASRA BEDEL

ge esasına tanı olarak uymuşlardı. Varılan karara göre,
Ortak Yönetim M erkezimden Parite Yörünge İstasyo-
nu’na yeni bir mesaj gönderdiler:

"Denetleyici kozm onotlar 1-2 ve 2-1'e,
Bu bir emirdir: Hâlen G üneş sistemi dışında, İye
sisteminde ve Orman-Göğsii gezegeninde bulunan 1-2
ve 2-1 kozmonotlarıyla hem en bağlantı kurunuz. O n­
lara Ortak Yönetim Merkezi kararlarını derhal bildiri­
niz. Diinyadışı bir uygarlığı keşfeden iki kozm onot, Or­
tak Yönetim Merkezinin onların eylemleri ve bundan
sonraki girişimleriyle ilgili, olarak aldığı kararlara, ka-
yıtsız-şartsız uyacaklardır. Ortak Yönetim Merkezinin
kararları şunlardır:
a) Parite’’nin eski kozmonotları 1-2 ve 2-1 dünya
uygarlığınca istenmeyen kişiler olarak ilân edilmişler­
dir. Bunların yörünge istasyonu Parite’ye ve dünyaya
dönmeleri yasaklanmıştır.
b) Onnan-Göğsi'ı denilen gezegende yaşayanlarla,
dünyalıların tarihî tecrübeleri, hayatî çıkarlar ve uygar­
lıklarının bugünkü gelişimi ile bağdaşmadığı için, ne
şekilde olursa olsun, herhangi bir temas kurulması ya­
saktır.
c) Parite’nitı eski kozmonotları 1-2 ve 2-1 ile, o n ­
larla ilişkide bulunan yabancı gezegenliler, dünyalılarla
temas kurmaya, daha önce yaptıkları gibi "Tramplen"
yörüngesindeki "Parite" istasyonuna çıkmaya ya da yer­
küremize yakın katmanlara sızarak dünyalılarla teması
buradan sağlamaya kalkışmamalıdırlar.
ç) Yerküreyi çevreleyen uzay boşluğuna başka ge­
zegenlerden gelen uçan cisimlerin sızmalarını önlemek
için, Ortak Yönetim Merkezi "Çember Hurekâtı"nı baş­
latmıştır. Bu harekâtla, dünyaya yaklaşacak her türlü,
cismi ânında yo k etm ek için, değişik yörüngelere yerleş-

GÜN OLUR ASRA BED EL/ 239

tirilmiş savaşçı robot füzeler nükleer-laser ışınlarını
salmaya hazır lıâle getirilmiştir.

d) İzin almadan diinyadışı yaratıklarla temas k u ­
ran Parite’nin eski kozm onottan 1-2 ve 2-1'in diinya
ile tenuıs kurmaya çalışmaları boş bir çaba olacaktır.
Yeryüzünde bağlanan istikrar ve jeo-politik yayının bo­
zulm am ası için bu temasa im kân verilmeyecektir... Te­
masın sağlanm aması ve meydana gelen bu olayın gizli
kalması için gerekli bütün tedbirler alınmıştır. Bu
amaçla "Parite" başka bir yörüngeye alınacak, telsizle
iletişim kanalları ve şifreleri değiştirilecektir.

f) Dünya çevresinde oluşturulan "Çember" bölge­
lerine yaklaşacak yabancı gezegeıılilere, bunun kendi­
leri için çok tehlikeli olacağını bir daha hatırlatalım."

Ortak Yönetim Merkezi
"Konvansiyon” Uçak Gemisi

O rtak Yönetim Merkezi bu korunm a tedbirlerini
alırken, ‘X ’ gezegeninin araştırılm asıyla ilgili D em iurg
projesini de belirsiz bir süre için askıya almak zorunda
kalmıştı, ilk iş olarak, P arite istasyonunun rotasyon para­
m etreleri değiştirildi. O ndan, artık yalnız her zamanki
uzay gözlemleri için yararlanılacaktı. O rtak bilimsel araş­
tırma gemisi "Konvansiyon"un, tarafsız bir ülke olan F in­
landiya'ya em anet edilm esine karar verildi. "Çember H a­
rekâtı" olarak adlandırılan sistem çalıştırılmaya başladık­
tan sonra da P arite’nin bilim sel ve idari ekipleriyle b u n ­
lara yardımcı servisler dağıtılacaktı. B unlardan, O rtak
Y önetim M erkezi’nin program ındaki bu değişikliğin se­
beplerini hiçbir zaman açıklamayacaklarını bildiren yazı­
lı, imzalı tem inat belgeleri de alınacaktı.

D em iurg projesinin bir süre için durdurulm asıyla il­
gili olarak kam uoyunda bir açıklama yapm ak gerekiyor­
du. Bu ertelem enin, ‘X ’ gezegeninde yeni bazı incelem e­

244) / GÜN O l.l.'R ASRA HF.DEL

ler ve ölçüm lerde bazı düzeltm eler yapılması zorunlu-
ğundan ileri geldiği söylenecekti.

Her şey inceden inceye düşünülm üştü. Alınan bütün
tedbirlerin, "Çember" sisteminin konulmasından hemen
sonra uygulamaya geçirilmesi kararlaştırıldı.

Komisyonların son toplantısından hemen sonra, bü­
tün belgeler, şifreler, P a rite ’nin eski kozm onotlarından
alınan bilgiler, tutanaklar, bandlar, bu üzüntülü olayla il­
gili her şey imha edildi.

Büyük O kyanus’ta, A leut adalarının güneyinde, gü­
nün sonu yaklaşıyordu. Fırtına eski hızında devam edi­
yor, ama dalgalar gitgide daha da büyüyordu. Şimdi kö­
pürüp kabaran dalgaların kükreyişleri daha çok işitilir ol­
m uştu..

Özel yetkilerle donatılmış komisyon üyelerini geti­
ren uçaklar, onları geri götürm ek için gergin bir durum ­
da beklemekteydiler. Nihayet komisyon üyeleri hep bir­
likte toplantı salonundan çıktılar, birbirleriyle vedalaştı­
lar. Bir bölümü uçaklardan birine, öteki bölümü de öbür
uçağa bindiler.

Geminin dalgalar yüzünden sallanmasına rağmen,
iki uçak başarılı bir kalkış yaparak, biri San-Fransisco’ya,
öteki de tam aksi yönde bulunan Vladivostok'a yöneldi.

Uzay rüzgârlarında yıkanan yerküre, ebedî dönüşü­
ne devam ediyordu. Y erküre yüzüyordu... O, uzayın son­
suz boşluşlarında yer alan ve kendisine benzeyen sayısız
kıımtanelerinden sadece biriydi. Ama yalnız dünyada, bu
yerküresinde insanlar vardı. Bu insanlar, ellerinden gel­
diği kadar iyi yaşamaya, bazen de m eraktan, evrenin baş­
ka gezegenlerinde kendilerine benzer yaratıkların bulu­
nup bulunm adıklarını öğrenmeye çalışıyorlardı. Tartışı­
yor, varsayım lar ileri sürüyor, Ay’a insan indiriyor, başka
gezegenlere otom atik donanım lar gönderiyor ama her
defasında Güneş sistemi içinde kendilerine benzer yara­
tıkların bulunmadığını, hatta hiçbir hayal belirtisinin bu-

GÜN OLUK ASRA BEDEL! 241

Ilınmadığını anlayarak üzülüyorlardı. Sonra, bütün bun­
larla ilgilenmeyi bir yana bırakıyor, başka şeylerle meşgul
oluyorlardı. Başka meseleler dolduruyordu kafalarını.
D ah a iyi yaşam ak ve birbirleriyle daha iyi geçinm ek gibi
meseleler.. Bundan başka, günlük geçimlerini sağlamak
için de çok çalışm ak zorundaydılar. Birçokları da bu ko­
nuların onların işi olm adığım düşünüyordu.

Ve Dünya, kendi ekseninde dönüyor, uzay boşlu­
ğunda yüzüyor, yüzüyordu...

*
**

O yılın O cak ayı çok soğuk, çok sisli geçti. Bunca so ­
ğuk nereden gelip çökmüştü Sarı-Özek bozkırına? T ren­
lerin dingilleri donarak birbirine yapışmış, buzla, kırağıy­
la bem beyaz olm uşlardı. P etrol yüklü kara tankerlerden
oluşan katarları, istasyonda durduğu zaman kırağıdan
bembeyaz bir dizi gibi görm ek çok tuhaf geliyordu insa­
na. K atarların yollarına devam etm ek için kalkışları da
çok zor oluyordu. K atarlara koşulmuş çifte lokomotif,
birbirine omuz vererek raylara yapışan tekerlekleri ko­
parmak için zorlanıyor, dem ir gıcırtıları ve şakırtıları ev­
lerden de ¡duyuluyor, vakit gece ise, yataklarındaki ço­
cuklar bu gürültüden uyanıyorlardı.

Bir yandan kar yolları tıkamağa başlamıştı. Soğuk
yetmiyormuş gibi rüzgâr da kudurm uştu sanki. Sa-
rı-Ö zek’i kasıp kavuruyor, asıl fırtınanın nereden kopup
geleceği bilinem iyordu. Öyle görünüyordu ki rüzgâr, si­
perlerde bulduğu en küçük delikten karları savurup de­
miryolunun üzerine yığmaktaydı.

Yedigey, Kazangap ve onlarla birlikte üç kişi daha,
yolun bir kenarını açar açmaz öbür tarafına koşarak kar­
ları kuruyor, tıkanmayı önlem eye çalışıyorlardı. D evele­
rin çektiği kızak olmasaydı onlarda saplanıp kalırdı kar

242 I GÜN OLUR ASRA BEDEL

yığınına. Üstteki kalın kar yığınını önce kızaklarla yolun
kıyısına taşıyor, kalanları da küreklerle alıyorlardı.

Yedigey, K aran ar’ı kızağa koşm aktan m em nundu.
Böylece hayvan yorulacak, bu mevsimde kızışıp azgınlaş­
ması yavaşlayacaktı. Onu kendisi gibi güçlü bir deveyle
koşm uştu. Kızağı iyice dolduruyor, kızağın arkasına bir
ağırlık bağlıyor, sonra kar küreğini kızağa koyup üzerine
oturuyor ve kamçısını şaklatıyordu. O zamanlar Boran-
lı’da kar tem izlem e m akinesi diye bir şey yoktu. F abrika­
larda kar tem izlem e m akinelerinin ve karlan kendileri
sürüp açan lokomotiflerin yapılmakla olduğunu duymuş­
lardı ama şimdilik bunların sadece sözü ediliyordu.

Yazın iki ay süre ile kavuran sıcak onları çıldırtacak
kadar bunaltıyor, kışın ise soğuk havayla dolan ciğerleri
patlayacak gibi oluyordu. Am a trenler durmuyor, gelip
gidiyordu ve herkes işini yapacaktı. Tıraş olacak vakti bi­
le bulunm ayan Yedigey’in saçı sakalına karışmıştı ve sa­
kalına ilk kırların düştüğünü de o kış farketti. Gözleri uy­
kusuzluktan şişmiş, cildi soğuktan iyice kararm ıştı ve
kendi suratından tiksiniyordu. Ayağındaki keçe çizmeleri
ve üzerindeki gocuğunu hem en hem en hiç çıkarmıyordu.
Gocuğunun üzerine bir muşamba, başına da bir başlık
geçiriyordu.

Yedigey, kendini nasıl işe verirse versin, neyle uğra­
şırsa uğraşsın, A butalip K uttubayev’in başına gelenleri
hiç aklından çıkaram ıyordu. K azangap’la hep bunu ko­
nuşuyorlardı. Bu işin nasıl gittiğini, sonunun ne olacağını
m erak ediyorlardı hep. Fakat daha çok Yedigey konuşu­
yor, Kazangap üzüntülü, düşünceli duruyor, pek konuş­
muyordu. Yine bir gün bir düşüncesini açıklamaktan
kendini alamadı:

- Hep böyle oluyor.. Kendileri de kolay kolay çıka­
m azlar bu işin içinden. Boş yere dem em işler "Han bir
Tanrı değildir, çevresindeki, kendi katındaki adamların ne
yaptıklarını her zaman bilmez, çevresindekiler de pazar yer-

GÜN OLUR ASRA BEDEL / ’ 43

¡erindeki vergi m emurlarının nasıl çalıştıklarını, nasıl dav­
randıklarını bilemezler." diye.. Evet, hep böyle olm uştur
bu işler.

Y edigey’in canı sıkıldı:
- Hani canım sen de! Senin dediğin o hanlar, o bey­
ler çoktan silinip gitti tarihten. Lâf mı yani bu söylediğin.
M esele adam larda değil ki!
- Peki kimde öyleyse?
- Kimde mi?
Böyle dedi am a sorusuna kendisi de bir cevap bula­
madı ve bu soru kafasına yerleşip ona rahatsızlık verm e­
ye devam etti.
Felâketler çok defa tek başlarına gelmezler. Babası­
nın götürülm esi felâketinden sonra K uttubayev’lerin bü­
yük oğlu Daul soğuk almıştı. Yavrucak yüksek ateşten
kıvranıyor, öksürüyor, boğazı ağrıyordu. O nun anjin ol­
duğunu söyleyen Z arife her çeşit hapla iyileştirmeye çalı­
şıyordu çocuğunu. Am a sürekli olarak çocuklarımı ya-
-nında kalamazdı. Geçinmek, ekmeklerini kazanmak zo­
rundaydı. B unun için de dem iryolunda makasçı olarak
çalışıyordu. Gece gündüz dem eden yapıyordu bu görevi.
U kubala, onun ne kadar güç durum da olduğunu bildiği
için, kendi çocuklarıyla birlikte onun çocuklarının bakı­
mını da üzerine aldı. Yedigey de elinden gelen yardımı
yapıyordu. Sabah erkenden köm ürlükten kömür getiri­
yor, sobaya dolduruyor, vakit bulursa sobayı da yakıyor­
du. Sobada taşköm ürü tutuşturup yakmak hemen oluve-
ren, kolayca yapılıveren bir iş değildi. Bu konuda tecrü­
beli olmak gerekirdi. Sobayı yaktığı zam anlar çocuklar
akşama kadar ısınsınlar diye birbuçuk kova köm ür koyar­
dı. T an k erd en su getirm e, ocak için ve soba tutuşturm ak
için odun kırm a işlerini de o yapıyordu. B unları seve seve
yapıyordu ama zor olan çocukların gözüne bakmak, göz­
lerine baka baka yalan söylemekti. Sorularını saptırmaya
çalışmak, kaçam ak cevaplar vermekti. Büyüğü hastaydı,

’44 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

genellikle de sakin bir çocuktu. A m a küçüğü anasına
çekmişti. Çok hareketli, çok hassas, çabuk kırılan bir ço­
cuktu ve böyle olması da durum u güçleştiriyor, daha çok
acı veriyordu ona. Yedigey, sobayı yaktığı sabahlar ço­
cukları uyandırm am ak için elinden geldiği kadar sessiz
olmaya çalışırdı. Ama görünm eden gidebildiği zamanlar
pek azdı. Kara kıvırcık saçla Erm ek hem en uyanır, gözle­
rini açar açmaz da sorardı:

- Yedigey amca, babam bugün gelecek mi?

Bu soruyu sorar sormaz da yatağından kalkar, yalı­
nayak ve yarı çıplak Yedigey’e koşardı. Yedigey amcası
‘ev et’ derse, babası da geliverecekm iş gibi bir um ut o lu r­
du gözlerinde. Yedigey onun sıcacık vücudunu kucaklar,
bağrına basar, tekrar yatağına götürür, büyük bir adamla
konuşur gibi ciddi ciddi cevap verirdi:

- Bak E rm ek, A tika’nın bugün gelip gelmeyeceğini
bilemiyorum. Hangi trenle geleceğini bize m erkez istas­
yondan telefonla bildirecekler. Biliyorsun, B oranlı’da
yolcu trenleri durmaz, ancak başm em urun emriyle yolcu
inderecek trenler durabilir. Sanırım bugün-yarm bir ha­
ber alırız. O zam an sen ve ben, ve o zam ana kadar iyile­
şirse D au l’u da alır, karşılam aya gideriz.

Çocuk, karşılama sahnesini gözünde canlandırarak
sorardı:

- Atika, bak seni karşılamaya geldik! deriz değil mi?
- Tabiî, tabiî, öyle deriz.
A ncak, akıllı bir çocuk olan E rm ek ’i aldatm ak o ka­
dar kolay değildi.
- Yedigey amca, diyordu çocuk, hani bir defa gitmiş­
tik ya, yine öyle yapsak, yük trenine binip başm em urun
yanına gitsek, babamın bineceği treni durdurmasını söy­
lesek?.
Yedigey bir m azeret uydurm ak zorunda kaldı:

GC.N Ol-L'R ASRA RED EL/245

- İyi am a, geçen defa gittiğim izde mevsim yazdı, h a­
va sıcaktı. Şimdi ise çok soğuk. Bak rüzgâr nasıl uğul
uğul esiyor! Bak cam lar nasıl buz tutmuş! Yük trenine
binersek oraya varm adan kaskatı buz oluruz!

Bunun üzerine çocuk üzüntüyle gözlerini indirir, su­
sardı. Yedigey de onu yatağına bırakır, hasta çocuğun ya­
nma giderdi:

- Haydi sen şimdi yatağına gir, ben D aul’a bir b ak a­
yım.

Hasta çocuğun başına gelen Yedigey, düğüm düğüm
olmuş ellerini onun ateş gibi yanan alnına koyardı... Ç o­
cuk gözlerini güçlükle aralar, ateşten kupkuru olmuş,
çatlamış dudaklarıyla gülümsemeye çalışırdı. Ateş düş­
mezdi Allah düşmezdi!

- Daul, üzerini açma yavrum, yatağından kalkma sa­
kın. Ter içinde yüzüyorsun. Anlıyorsun değil mi yavrum,
yatağından hiç çıkmayacaksın, yoksa yine soğuk alırsın.
Erm ek, ağabeyin çişini yapmak isterse lâzımlığı getirir­
sin, tam am m ı? Sen hiç kalkm am alısın. A nnen, işi biter
bitmez gelir. Az sonra Ukubala teyzeniz kahvaltınızı geti­
recek. Daul iyileşir iyileşmez bize gelirsiniz, Saule ve Şe-
ra fet’le oynarsınız. O n lar da sizi çok özledi. B en şim di işe
gidiyorum.. Öyle çok kar var ki, yollan açmazsak trenler
gelip geçemez.!

Olabildiği kadar çocuklara başka şeyler düşündür­
mek istiyordu ama o eşiğe varır varmaz Erm ek sesleni­
yordu:

- Yedigey amca, babam ın treni geleceği zaman çok
kar olursa, küreğimi alır, ben de gelirim kar tem izlem e­
ye.. Küçük bir küreğim var benim...

Yedigey, yüreği kan ağlayarak uzaklaşırdı oradan.
Çaresizliğine, haksızlıklara öfkelenir ve bütün hıncını
kardan, rüzgârdan, tıkanan yoldan ve develerden çıkarır­
dı. Kendisi de hayvan gibi çalışırdı. Sarı-Ö zek’i kasıp k a­

246 / GÜN O l.U R ASRA BF-DEİ.

vuran fırtınanın üstesinden tek başına gelmek isterdi san­
ki...

G ünler, düşen dam lalar gibi birbirine benziyor, ayni
zorlukları getirerek geçip gidiyordu. Ocak ayının sonun­
da soğuklar biraz azalm aya başladı. A m a A butalip’ten
hâlâ bir haber alam amışlardı. Yedigey ile Kazangap, bu
konuda düşünüp kafa yoruyor, hiçbir sonuca yaramıyor­
lardı. İkisi de A butalip’in bir an önce serbest bırakılaca­
ğını ümid ediyor, buna dua ediyorlardı. Türlü türlü şeyler
geliyordu akıllarına: Bunca işkenceyi hakeden ne suç iş­
lemişti ki! O nu salıverm eleri gerekirdi. O yazdıkları baş­
kaları için değil, kendisi içindi. O nun serbest bırakılacağı
üm idini yitirm iyor, bu um utlarını Z arife’ye de söyleyerek
onun daha fazla çökmesini önlemeye çalışıyorlardı. Z a­
ten Zarife de çocuklar için dayanması, ayakta kalması
gerektiğini çok iyi anlıyordu. G örünüşte kaya gibi sağ­
lamdı ya da öyle olmaya çalışıyordu. İyice içine kapan­
mış, hiç konuşmuyordu. Am a derin üzüntüsünü gözlerin­
den okuyordunuz. Daha ne kadar dayanabilecekti!

Yedigey, nöbette olmadığı, serbest kaldığı bir gün,
develerin ne durum da olduklarını anlam ak için otlağa
gitti. Özellikle K a ran ar’ın başka bir deveyi tepeleyip te­
pelemediğini, ne haltlar karıştırdığını m erak ediyordu.
Çünkü tam azgın zamanıydı ve başka bir erkek deveyi ya­
ra bere içinde bırakmış olabilirdi. Develerin yayıldığı yer
yakındı. Kayaklarını da takmıştı ayaklarına. Hayvanların
yanm a çabuk ulaştı. Tilki Kuyruğu vadisine yayılmış, ot-
luyorlardı. Rüzgâr buradaki karları süpürmüş, yer yer
açılan arazide develerin otlayabileceği bitkiler yüzeye
çıkmıştı. E ndişe edilecek bir şey yoktu. K azangap’a da
haber vermeliydi bu dunım u. Am a önce eve uğrayıp ka­
yaklarım bırakm ak istem işti. Tam eve girecekti ki eşikte,
kızı S aule’nin korku ile kendisine baktığını gördü. Kız:

- Baba, annem ağlıyor, dedi ve tekrar içeri girdi.

GÜN OLUR ASRA B E D E L /247

Yedigey elindeki kayakları yere fırlattı ve heyecanla
daldı içeri. Ukubala hüngür hüngür ağlıyordu. Nefes ne­
fese sordu karısına:

- Niçin ağlıyorsun? Ne oldu?
Kadın hıçkırıklar arasında:
- Lanet olsun! dedi. H er şeye lânet olsun!
Karısını hiç böyle görmemişti. Aslında çok metin,
korkusunu, üzüntüsünü böyle dışa vurmayan bir kadındı
o.
- Senin suçun bu! Senin yüzünden oldu bunlar! diye
bağırdı.
Yedigey şaşırmıştı:
- Neymiş yuçum? Ne yaptım ki?
- Aklına gelen her yalanı söyledin o çocuklara.. Az
önce bir yolcu treni durdu istasyonda. H erhalde karşıdan
gelen trene yol verm ek için.. Ne diye burada karşılaştı o
trenler sanki! A butalip’in çocukları yolcu treninin d u rd u ­
ğunu görünce "Baba! Babacığım! Babamız geldi!.." diye
Qk gibi fırladılar. V ar sen anla neler olduğunu. "Baba!
Nerdesin baba!" diye vagondan vagona koştular. Trenin
altında kalacaklar diye ödüm koptu. Vagondan vagona,
trenin bir ucundan öbür ucuna koştular. Öyle de uzun
bir katarm ış ki.. H içbir vagonun kapısı açılmadı. Küçüğü­
nü yakalayıp kucağıma almış, öbürünü de elinden tut­
m uştum ki tren h areket etti. D urm adan bağırıyordu yav­
rular. "Babamız trende kaldı, inemedi! İnemedi!" diye.
Öyle ağlaştılar öyle ağlaştılar ki, yüreğim parçalandı, ak­
lım başım dan gitti. E rm ek ’in durum u çok kötü. Haydi,
çabuk git, yatıştır onları! Yolcu treni durunca babalarının
geleceğini sen söyledin onlara! Babalarının inmediğini,
trenin gittiğini görünce ne hâle geldiklerini bir görsey-
din!. Bir görseydin!.. Niçin babalar çocuklarını, çocuklar
babalarını bu kadar çok sever! Niçin, niçin bu acılar?!.
Yedigey, A butalip’in evine giderken idam edilm eye
giden bir suçlu gibi hissediyordu kendini. O anda, idam

248 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

m ahkûm unun son isteği gibi, A llah’tan tek istediği, o m a­
sum ları kandırdığı, iyilik yapm ak için yalan söylediği için,
bağışlanmasıydı. Şimdi ne yapacak, ne diyecekti o çocuk­
lara?

Ağlamaktan yüzleri gözleri şişmiş, tanınm az hâle
gelmiş olan D aul ve E rm ek, Y edigey’i görünce, hıçkıra
hıçkıra ağlayarak, seller gibi yaş dökerek ona atıldılar.
Yolcu treninin durduğunu am a babalarının inmediğini
anlatmaya çalıştılar. Yedigey am calarından gidip treni
durdurmasını istediler...

Erm ek, acıyla, am a güven ve um utla yalvarıyordu:
- Sağındım! Atikam m sağındım! Sağındım!"
Yedigey, ne olursa olsun onları yatıştırmak, sustur­
mak istiyordu:
- Ben şimdi gider durum u anlarım, ama siz ağlamayı
kesin.. H ep beraber gider anlarız.
Ayni anda kendi kendine soruyordu: "İyi am a nereye
gideceğiz? Kimden bilgi alacağız? Ne yapar, ne ederiz?".
Asıl güç olanı, kendi güçsüzlüğünü, umutsuzluğunu belli
etm em ekti. Sonunda neye yarayacağını kendisi de bilme­
den:
- Çıkıp dolaşalım biraz, düşünür bir çaresini buluruz,
dedi.
Zarife yatağa uzanmış, yüzünü yastığa gömmüş, ha­
reketsiz öylece yatıyordu. O na yaklaştı:
- Zarife! Zarife!
Om uzuna dokunup hafifçe sarsıyordu ama Zarife
başım kaldırıp bakmıyordu bile.
- Çocuklarla biraz dolaşacağız, sonra bize gideriz.
Ben çocukları götürüyorum.
Çocukları biraz olsun yatıştırmak ve kendini biraz
toparlam ak için bundan başka bir şey gelmemişti aklına.
E rm ek'i arkasına aldı, D a u l’un elinden tutlu ve demiryo-

Özledim ! Babacığımı özledim! Özledim !

GÜN OLUR ASRA B E D E L /249

lu boyunca bir süre am açsız yürüdü. E rm ek içli içli ağla­
maya devam ediyor, gözyaşı döküyor, Yedigey onun ıslak
nefesini boynunda duyuyordu. O güne kadar bir başkası
için hiç bu kadar üzülmemiş, sırtında sarsıla sarsıla ağla­
yan ve tam bir güvenle ona sarılan küçüğün, eline asılan
büyük çocuğun acılarına böylesine katılma isteği duym a­
mıştı. İçini dolduran ağrıdan, üzüntüden bar bar bağır­
mak geliyordu içinden..

Sarı-Özek bozkırının ortasındaki demiryolu boyunca
yürüdüler. T renler o yandan bu yana, bu yandan o yana
takırtılarla, gürültülerle gelip gidiyor, onlar ise yürüyor.,
yürüyordu...

Yedigey çocuklara bir kere daha yalan söylemek zo­
runda kaldı. Yanıldıklarını söyledi onlara: B oraıılrda du­
ran yolcu treni, babalarının gelmesi gereken yönden gel­
memiş, aksi yönden gelmişti. O trenin geldiği yönden
gelm eyecekti ki babaları. H em bu kadar kısa zam anda da
dönemezdi.. Ö ğrendiğine göre, babalarını uzak denizlere
giden bir gemiye tayfa olarak vermişlerdi. Gemi uzak
yolculuğundan döner dönmez babaları da gelirdi. Onun
için biraz daha beklemeliydiler..

Yedigey’in böyle bir masal uydurm asına sebep, o n la­
rın sabır güçlerini arttırm ak istemesiydi. Böylece yalanın
gerçekleşm esine k adar dayanabilirlerdi. A butalip’in dö-
neceğihden emindi. Belki biraz gecikirdi ama dosyaların
incelenmesi bittikten sonra onu serbest bırakırlardı ve o
da bir an önce çoluğuna çocuğuna kavuşm ak için saniye
kaybetmezdi... İşte bunun için uydurm uştu o yalanı.
A bııtalip için ailesinden ayrı kalmanın ne dem ek olduğu­
nu çok iyi biliyordu. O nun yerinde başkası olsa, ailesin­
den istem eden ayrılmış ama bir süre sonra döneceğini bi­
len bir kimse, bu ayrılığa daha kolay dayanırdı, ama Abu-
talip için en büyük işkence işte bu ayrılık idi. Ayrılık
Abııtalip için ölüm cezası kadar büyük bir ceza idi ve Ye­
digey bunun böyle olduğunu çok iyi biliyordu. İşte bu


Click to View FlipBook Version