ISO f GÜN OLUR ASRA BEDEL
mamış. G idecekleri sırada tüccarlardan biri ona takılmak
için:
- Uzun yola gidiyoruz, çok yer göreceğiz, selâm gön
dereceğin biri, meselâ bir yavuklun var mı? demiş. Nerde
yavuklun? Haydi, utanm a, söyle. İşitiyor musun? Belki
bir mendil verirsin, ona götürürüz.
M ankurt tüccara uzun uzun baktıktan sonra şöyle
demiş:
- H er gün ben Ay’a bakarım , o da bana bakar. Birbi
rimizi işitmeyiz. Am a biliyorum, orada oturan biri var...
Çadırda tüccarları dinleyenler arasında, onlara çay
veren bir kadın varmış. Nayman A n a imiş bu. Sarı-Özek
efsanesinde kadının adı böyle geçer.
Nayman Ana konuk tüccarlara hiçbir şey belli etm e
miş. Anlattıkları olayın onu nasıl etkilediğini hiçbiri anla
yam am ış. Kadın, sorular sorup daha fazla bilgi alm ak is
tiyormuş ama, bir yandan da daha fazlasını öğrenm ekten
korkuyormuş. Bu yüzden dilini tutmuş, yaralı bir kuşun
çığlığı gibi içinde doğan acı sesi bastırabilm iş. Bu sırada
sohbet konusu değişmiş, kimse zavallı m ankurttan söz et-
miyormuş artık. Dünyada böyle şeylere rastlanır, diye
düşünmüş olsalar gerek. Am a Nayman Ana hâlâ vücudu
nu saran korkuyu atmaya, ellerinin titremesini gizleme
ye, içinde çığlık atan o kuşu boğmaya çalışıyormuş. Yas
için bağladığı ve nice zam andır herkesin görmeye alıştığı
ağarmış saçlarını örten yağlığı biraz, daha indirmiş alnı
na.
Az sonra kervan yoluna koyulmuş. O gece gözlerine
uyku girmeyen Nayman Ana, Sarı-Özek bozkırında ço
banlık eden bu m ankuıtu bulm adan, onun kendi oğlu
olup olmadığını öğrenm eden asla rahat edemeyeceğini
anlamış. Uzun zamandan beri oğlunun savaş meydanla
rında ölmediği, yine uzun zamandan beri kimseye söyle
yemediği bir his, bir sezgi varmış içinde. İşte bu korkunç
düşünce yine uyanmış onun ana yüreğinde. Bir an için,
GÜN OLUR ASRA BED Rİ./ 151
böyle kemirici bir şüphe, böyle büyük bir korku ve acı
içinde yaşam aktansa, oğlunu iki defa göm m esi daha iyi
olurdu herhalde...
*
O ğlunun S arı-Ö zek’te, Juan-Juanlar'la yapılan bir
savaşta öldüğü söylenm işti. Kocası ise bundan bir yıl ö n
ce yapılan bir savaşta ölmüştü. Kocası, Naymanlar ara
sında ün yapmış, sevilen, sayılan bir adamdı. O nun ölü
m ünden sonra yapılan ilk savaşa, babasının öcünü almak
için oğlu da katılmış. Ö lenleri asla savaş m eydanında bı
rakmazlarmış ama, bu defa onun oğlunun ölüsünü getir
mek mümkün olmamış. Arkadaşları çarpışma sırasında,
birçokları, delikanlının vurulup atının yelesine abandığını
görmüş. Onu almak istedikleri zaman savaş gürültüsün
den korkuya kapılan at hızla kaçmaya başlamış. D erken
delikanlı da yuvarlanmış attan. Yuvarlanmış ama yere
düşmemiş, ayağı üzengiye takılı kalmış, iyice korkuya ka
pılan at, ölü binicisini sürükleyip götürm üş uzaklara. Pa
niğe kapılan at aksi gibi düşm an safına doğru kaçmış. Kı
yasıya savaş sürerken delikanlının iki arkadaşı onun ölü
sünü kurtarm ak için atın peşinden gitmişler. Am a örgülü
saçlı Juan-Juan atlıları derede pusu kurm uş onlara. Son
ra, ansızın çıkıp naralar atarak saldırmışlar. Nayman-
lar’dan biri okla vurulup ölm üş, öbürü de ağır yaralanm ış
ve atının gemini çevirip geri kaçmak zorunda kalmış, ar
kadaşlarının yanına gelince de devrilmiş atından. Nay
m anlar, pusudaki Ju an -Ju an lar’m savaşın en kızgın za
manında kanattan baskın yapacaklarını o zaman anla
mışlar ve bunun üzerine yeniden toparlanıp hücum a geç
m ek için geri çekilm işler. O sırada Nayman A n a’nın oğ
lunun başına gelenler unutulmuş. Onun ölüsünü almak
için giden, sonra da ağır yaralanıp geri dönen Nayman,
152 / GÜN ÖLÜR ASRA BEDEL
ölüyü sürükleyen atın bilinmeyen bir yöne gidip gözden
kaybolduğunu söylemiş onlara...
Birkaç gün sonra Naymanlar savaş meydanına gidip
gencin ölüsünü aramışlar. Ama ne ölüsünü bulmuşlar, ne
atını, ne silahını, ne de herhangi bir iz.. O nun öldüğün
den kimsenin şüphesi kalmamış. Savaş sırasında ölmeyip
sadece yaralanm ış olsa bile, kan kaybından ya da susuz
luktan çoktan ölmüş olacağını düşünm üşler. Böylece,
onun ölüsünü aram aya, ondan bir iz bulmaya gidenler,
elleri boş dönünce, delikanlının Sarı-Özek bozkırında ke
fensiz, mezarsız yattığını düşünerek ağlamışlar. Onu bu
halde bıraktıkları, yitirdikleri için utanç duyuyorlarmış.
Nayman A na'nın çadırında, onunla birlikte ağlaşan ka
dınlar ağıt yakarken bir yandan da kocalarını, erkek kar
deşlerini yeriyor, suçluyorlarmış:
- A kbabalar vücudunu didik didik etti, çakallar alıp,
götürdü, siz de kendinize erkek diyorsunuz! Papağınız
yere batsın!..
O günden sonra Nayman A na için dünya bomboş
kalmış, günleri acılarla dolu olarak geçmeye başlamış.
Bir yiğidin savaş m eydanında vurulup ölmesini anlıyor,
ama onun bir kefene sarılmadan, bir mezara gömülme
den orada bırakılmasını kabul edemiyor, dövünüyormuş.
Rahatı, huzuru kalmamış. Ü züntüler ve kara kara düşün
celer ana yüreğini parça parça ediyormuş. Derdini kim
selere açam ıyor içini kim selere dökem iyorm uş. A llah’tan
başka başvuracağı kimse kalmamış.
Bu kara düşüncelerden, dayanılmaz acılardan kur
tulm ak için, işin doğrusunu anlam ak, çocuğunun ölüsünü
gözleriyle görm ek istiyormuş kadıncağız. Eğer gerçekten
ölmüşse, kaderi böyleymiş diyecek, olanı kabullenecek
miş. Onu en çok şüpheye düşüren, oğlunun atının hiçbir
iz bırakm adan yok olmasıymış. Hayvan vurulm am ış, yı
kılmamış, ürkmüş ve bir yerlere kaçıp gitmişti. Bütün yıl
kı atları gibi onun da bir gün sürüye dönm esi ve üzengisi
GÜN OLUK ASRA BEDEL / 153
ne takılan binicisini sürükleyip getirm esi gerekirdi, diye
düşünüyormuş. Çocuğunun ölüsünü böyle görmeye de
razıymış. O zam an, o korkunç olay karşısında kanlı göz
yaşları döker, saçını başını yolar, öyle acılı sözler söyler
miş ki, belki A llah’ın bile gücüne giderm iş. A m a hiç ol
mazsa artık içindeki şüphe gider, daha fazla uzam asını is
temediği öm rünü bitirmeye, soğukkanlılıkla kendini ölü
me hazırlamaya koyulabilirmiş...
Ne yazık ki oğlunun ölüsü bulunm am ış, bindiği at
geri gelmemişti. Kabilenin öbür insanları zam anla olayı
unutmuşlardı ama oğlunu unutamayan ananın acıları
dinmiyor, şüpheler aklından çıkmıyordu. Ata ne olm uş
tu. Koşumlar, silahlar ne olm uştu? B unlardan birini bul
sa, oğlunun başına gelenleri de tahmin edebilirdi. Koşa
koşa gücünü yitiren atı, Juan-Juanlar yakalamış olabilir
lerdi. Koşumlu bir at da iyi bir ganim et sayılırdı çünkü.
Atı yakalayanlar üzengide sürüklenen oğlunu ne yapmış
lardı? Onu görm üşler miydi yoksa kurda kuşa yem olsun
- diye çöle mi atm ışlardı? Eğer bir mucize olmuş da ölme-
mişse, onlar mı öldürm üş ve acısına son vermişlerdi?
Yoksa, öylece bırakm ışlar mıydı?
Bu sorular, bu şüpheler hiç çıkmamıştı Nayman
A n a’nıh aklından. Bozkıra gelen tüccarlar çaylarını içer
ken, yolda bir m ankurta rastladıklarını söyleyince işte bu
acılarla yaşayan Naym an A na’nın yüreğine yeni bir kıvıl
cım düşürdüklerinin farkında değillerdi. O günden sonra
o maııkurtun kendi oğlu olabileceği düşüncesi aklından
çıkmadı. Bu m ankurtu bulm adan, onun kendi oğlu olup
olmadığını anlam adan rahat edemeyecekti.
♦
N aym anlar’ın yaylakları olan yarı kuru dağ etek le
rinde, taşlı-çıngıllı küçük dereler akardı. Nayman Ana
bütün gece o derelerin şarıltısını dinledi. O nun tedirgin.
154 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
allak-bullak olmuş ruh haliyle taban tabana zıd bu şırıltı
lar ona ne mırıldanıyor, ne anlatıyordu? Ruhu yatışmalı,
huzur bulm alıydı artık. S arı-Ö zek’in m utlak sessizliğine
dalıp gitm eden önce, o monoton berrak şarıltıyı doya do
ya içer gibi kulaklarına doldurm ak, yüreğini serinletm e-
liydi. Sarı-Ö zek bozkırına tek başına gitmesi çok tehlike
liydi am a bu niyetinden kimseye söz açam az, kimseye gü
venemezdi. Çünkü kimse anlamazdı onu. En yakın dost
ları bile böyle bir işe girişmesini istemezlerdi. "Çoktan öl
müş olan bir insanı aram ak için çöllere düşülür mü?"
derlerdi. Büyük bir tesadüf eseri olarak sağ kalmış olsa
bile onu aram ak yine anlamsızdı. Çünkü bu takdirde onu
m utlaka m ankurt yapm ışlardı ve bir m ankurt, dışı insan
içi sam an bir korkuluk idi. Geçm işini bilem ezdi...
Nayman Ana, karar verdiği yolculuğa başlam adan, o
gece birkaç defa çadırdan çıktı, çevresine kulak verip
dinledi, ufukları süzdü, düşüncelerini derleyip toparla
maya çalıştı. Vakit geceyarısıydı. Bulutsuz gökyüzünde
parlayan Ay, süt rengi soluk ışığını yeryüzüne yayıyordu.
Dağın eteğine serpilmiş beyaz yurtlar (çadırlar), şırıltılı
derelerin kıyısında gecelem ek için konm uş iri kuş sürüle
rini andırıyordu. Avılın (köyün) ötesinde koyun ağılları
vardı. D aha da ileride yılkıların otladığı vadilerden kö
pek havlamaları ve bazı anlaşılmaz insan sesleri duyulu
yordu. Naym an A n a’yı en çok duygulandıran, avıl yakı
nında koyun sürülerini bekleyen genç kızların yanık tür
küleri oldu. Bir zam anlar o da söylemişti bu türküleri...
Buraya gelin geldiğinden beri her yaz tam bu bölgede
yaylaya çıkarlardı ve şimdi o yılları da hatırlıyordu. Bü
tün gençliği, bütün öm rü burada geçmişti. Aileleri büyü
dükten sonra dört yurt kurmaya başlamışlardı burada:
Birinde yemek pişirilir, m utfak olarak kullanılırdı. İkinci
sinde yem ek yerlerdi. D iğer ikisi de oturm ak, yatmak
içindi. Sonra Ju an -Ju an ların istilası başlamıştı ve o yapa
yalnız kalmıştı...
GÚN OLUR ASRA BEDEL / 155
Ve işte şimdi, o da terkedecekti bu tenha çadırı..
Yol için gerekli hazırlığı akşamdan yapmıştı. Yiye
cek ve gereğinden fazla su almıştı yanına. Sarı-Özek boz
kırında belki kuyuya rastlayamaz, susuz kalabilirdi. Ontın
için iki tulum u ağzına kadar doldurm uştu. Ü zerine b ine
ceği dişi deve A km aya’yı da hazırlam ıştı ve hayvan ileri
de bir kazığa bağlı olarak bekliyordu. Bu deve onun hem
yoldaşı, hem umudu olacaktı. O na güveniyordu. Akmaya
gibi güçlü ve hızlı yürüyen bir devesi olm asa, o ıssız, o
engin bozkır yolculuğuna nasıl çıkabilirdi? O yıl Akm aya
gebe değildi. Üst üste iki yavrudan sonra kısır kalm ıştı ve
gücünün doruğunda bulunuyordu. Sağlam, uzun bacaklı,
çevik, kıvrak yürüyüşlü, çift hörgüçtü idi. H örgüçleri kaya
gibi sağlamdı. Ağır yük taşım aktan ya da kocamışlıktan
tabanları aşınmış değildi. Uzun, güçlü boynu, zarif bir
başı, soluk aldıkça kelebek kanadı gibi açılıp kapanan
burun delikleri ile, beyaz renkli Akmaya bir sürüye be
deldi. Herkes imreniyordu ona. Ona sahip olmak, onun
cinsinden develer üretm ek için on tane genç deve verm e
ye hazır olanlar vardı. Naym an A n a’nın eski zenginliğin
den kala kala bu dişi deve kalmıştı elinde. Bütün malını
mülkünü ölen yakınlarının kırkıncı gün yemeklerinde,
daha sonra da kocası ve oğlu için verilen yas şölenlerinde
harcamış, elindeki avucundaki savrulup gitmişti.
Şimdi, sezgilerle ve dayanılmaz acılarla aram aya çı
kacağı oğlu için de, bir süre önce büyük bir anm a şöleni
düzenlem iş, yöredeki bütün N aym anlar’ı davet etm işti...
Şafak sökerken Nayman Ana çadırından çıktı. Yol
culuk için bütün hazırlığı tam am dı. Eşikten bir adım
atınca durdu. Sırtını kapıya yaslayarak, derin uykuda
olan avılına son bir defa göz gezdirdi, düşüncelere daldı.
Nayman Ana, gençliğini yitirmiş olsa da güzelliğini he
nüz yitirmemişti. İnce, uzun boylu, sağlam yapılı idi.
Uzak yol için uygun düşecek şekilde giyinmişti. Ayakları
na çizmelerini çekmiş, beline kuşağını bağlamış, entarisi
156 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
nin üzerine bir yelek geçirmiş, geniş bir şalvar giymiş, sır
tına bir manto almıştı. Başına ak bir yazma dolamış, uç
larım ensesinden bağlamıştı. Bu ak yazmayı geceleyin
düşüncelere daldığı sırada bağlamaya karar vermişti.
M adem ki oğlunun yaşadığını üm it ediyordu, öyleyse ka
ra yazma bağlaması gerekmezdi. Eğer onun yaşadığından
ümidini keserse, kara yazmasını yeniden bağlar ve bir da
ha hiç çıkarmazdı başından. Sabahın alaca karanlığı
ağarmış saçlarını, derin acıların izleri olan alnındaki kırı
şıkları göstermiyordu henüz. O anda gözleri doldu, derin
bir ah çekti. Bir gün böyle bir durum la karşılaşacağı aklı
na gelir miydi? Kendini toparladı, fısıltı hâlinde bir âye
tin ilk sözlerini okudu: "E şhedüen lâ ilâhe illallah!", B un
dan sonra kararlı adım larla devesine doğru yürüdü ve
onu ıhtırdı, elindeki heybeyi hayvanın sırtına attı ve ken
disi de üzerine oturdu. Akmaya tekrar doğruldu ve sahi
bini tâ yukarıya kaldırarak yürümeye hazırlandı. Uzun
bir yola çıkacaklarını o da anlamıştı...
Naym an A n a’ya ev işlerinde yardım eden eltisinden
başka, avılda onun yola çıktığını gören, bilen olmadı.
Nayman Ana, esneye esneye kalkan eltisine bir gün önce
toıkunlarına (kendi akrabalarına), oradan da, kendisiyle
birlikte gelmek isteyen olursa, Kıpçak ülkesindeki evliya
Yesevî dedenin türbesini ziyarete gideceğini söylemişti.
Yola böyle erkenden ve kimseye görünm eden çıkışı
nın sebebi, soru yağm uruna tutulm aktan kurtulm ak idi.
Avıldan çıktıktan sonra devesinin başını San-Ö zek’e çe
virdi. Ö nünde hareketsiz bir boşluk gibi uzanan engin
S an-Ö zek’e...
Hoca A hm ed Yesevî: Evliya şair, T ürkistan Pirî olarak da anılır. D oğum
tarihi bilinmiyor. 1166 yılında öldüğünü vc öldüğü zam an yaşının 63'ten
fazla olduğunu biliyoruz. Dinî-lasavvufî şiirlerinin toplandığı divana,
"Divan-ı Hikmet" deniyor. Yesevî tarikatının kurucusudur. Ü nlü seyya
hım ız Evliya Ç elebi o n u n soyundan gelir. T ürbesi T ü rk is ta n ’ın Y es şeh-
rindedir vc bugün de ziyaret edilm ektedir (Çevirenin notu).
GÜN OLUK ASRA B ED EL/ 157
*
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğu
ya gider gelir.. gider gelirdi..
Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında, ıssız,
engin, sarı kum lu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar gi
derdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridye
ninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryolu
na göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider
gelir., gider gelirdi..
"Konvansiyon" uçak gemisinden, yörünge istasyonu
P arite’deki denetleyici iki kozm onota şifreli yeni bir tel
siz bildirisi daha gönderildi. Bunda, G üneş sistemi dışın
da bulunan P arite 1-2 ve Parite 2-1 kozm onotlarıyla bağ
lantı kurm am aları, onların istasyona dönebilm eleri için
uygun zamanı bildirm em eleri nazik bir dille ama kesin
olarak emrediliyor, O rtak Yönetim M erkezi'nden tali
mat beklem eleri bildiriliyordu.
Okyanusta orta şiddette bir fırtına vardı. Kabaran
dalgalar dev geminin gövdesini dövüyor ve gemi sallanı
yordu. Güneş kapalı değildi, beyaz köpükleri parlatıyor,
rüzgârın hızı da ayni tem poda devam ediyordu.
Konvansiyon uçak gemisinin, pilotlar ve güvenlik gö
revlileri de dahil, bütün m ürettebatı, işlerinin başında,
tetikte bekliyorlardı...
*
**
Ak deve Akmaya, inler gibi hafif ve m onoton bir ses
çıkararak, ayaklarını belli belirsiz bir hışırtıyla yere do
kundurarak, uçsuz, bucaksız bozkırın düzünde bayırında,
158 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
günlerden beri yürüyor, yürüyordu... Nayman Ana, bu
kavurucu ıssız to p raklarda devesinin daha fazla yavaşla
m asına izin verm eden sürüyor, pek nadir olarak karşıla
rına çıkan bir kuyu başında ve ancak geceleri duruyor,
sabah olur olm az devam ediyordu yoluna... S an-Ö zek’in
sayısız tümseklerinden birinin ardında büyük bir deve sü
rüsüyle karşılaşacağı ânı bekliyordu kadın. İki günden
beri, kırmızı kumlu geniş M alakum duçap vadisinin yakı
nında idi. Avıla gelen tüccarların, büyük bir deve sürüsü
nü güden m ankurtla karşılaştıklarını söyledikleri yer bu-
rasıydı. Kilom etrelerce uzanan M alakum duçap vadisinin
çevresinde iki günden beri um utla dolanıyor, bir yandan
da Juan-Juanlar'la karşılaşm aktan korkuyordu. Aradı,
taradı ve yalnız uzayıp giden bozkırı gördü. Bozkır ve se
rap... Bir defa, kıvrım kıvrım yanan bir yolun ilerisinde
koca bir şehir gördii. Camileri, m inareleri, kale surları gi
bi yüksek duvarları vardı bu şehrin. Büyük bir um uda ka
pıldı. A km aya’yı hızlandırdı. O ğlunu belki orada bir köle
pazarında bulabilirdi. O nu alır. A km aya’ya bindirir, kö
yün yolunu tutarlardı. Akm aya öyle koşardı ki kimse ye
tişemezdi arkalarından.. Ne yazık ki, bir seraptı bu! Çöl
yolculuğu ağır ve yorucudur ve bu yüzden sık sık böyle
aldatıcı hayaller görür insan.
Elbette, Sarı-Özek çölünde bir adam arayıp bulmak
hiç de kolay bir iş değildi. A m a bu adam ın etrafında, ge
niş düzlüğe yayılmış büyük bir deve sürüsü varsa, iş ko
laylaşır. İnsan er-geç bu develerden birini görür. Sonra
bütün sürüyü, sonra çobanını... İşte Nayman A n a’nın
um udu, güveni bu idi.
Ama Nayman Ana sürünün ne kendisine rastlıyordu
ne de izine. İçine bir korku düştü: Ya sürü başka bir otla
ğa gitmişse? Ya Juan-Juanlar develerini satm ak için Hive
ya da Buhara gibi şehirlerin pazarlarına gönderm işler
se?.. Eğer sürüyü satm ak için götürm üşlerse, m ankurt
çoban o kadar uzaktan geri dönebilir miydi? Köyden çı
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 159
karken, kaygılar, şüphelerle yanıp tutuşurken, tek arzusu
vardı: Çocuğunu sağ olarak görsün de nasıl görürse gör
sün. İster m ankurt olsun, ister her şeyi, bütün geçmişi
unutm uş olsun, yeter ki sağ olsun, yaşıyor olsun.. Bu ka
darına da razıydı. A m a şimdi, Sarı-Özek bozkırında, ara
dığı çobanı bulabileceği yere yaklaştıkça, beyinsiz, deli
bir yaratıkla karşılaşm aktan korkmaya, rastlayacağı böyle
biaçobanın kendi oğlu olmaması, başka bir zavallı olması
için T an rı’ya d ua etm eye hazırdı. Şimdi bu m ankurtu,
gözleriyle görüp, oğlunun yaşadığı şüphesini kafasından
atm ak istiyordu. O nu kendi gözleriyle gördükten sonra
evine dönecek, bir daha kendine işkence etmeyecek, öm
rünün geri kalan bölüm ünü, kaderine razı olarak sessizce
geçirecekti... Sonra, birdenbire yine oğlunu görm ek özle
miyle yanıyor, ne olursa olsun, o m ankurtun bir başkası
değil, kendi oğlu olmasını istiyordu.
İşte, bu çelişkili duygularla ilerlerken, alçak bir tepe
yi aşınca, b ird en b ire büyük bir deve sürüsüyle karşılaştı!
Geniş vadiye yayılan semirmeye bırakılmış develer, bo
dur otların ve dikenlerin uçlarını kopara kopara dolaşı
yorlardı. Nayman A na, Akmaya'yı hızlandırdı, iyice koş
turdu. Önce büyük bir sevince kapılmıştı, hemen sonra
da m ankurt yapılmış bir oğulla karşılaşacağı korkusu
düştü içine. K orkudan ürperdi. Ama, nasıl olduğunu an
lamadan, yine bir sevince kapıldı. Böylesine karışık, çeliş
kili duygular içinde ne yapacağını bilemiyor ve Akm a-
ya’yı sürüyor, sürüyordu.
Aradığı sürü işte karşısındaydı. Ya çoban? N erede
çoban? U zaklarda olamazdı. Ha, evet, oradaydı işte. V a
dinin karşı yamacında. Uzaktan yüz hatları pek belli de
ğildi. Uzun bir sopa vardı elinde. Semerli ve onun eşyala
rıyla yüklü bir deveyi yedeğinde tutuyor, gözlerine kadar
indirdiği şapkasının siperi altından sakin sakin ona bakı
yordu.
160/G Ü N O L U R ASRA BEDEL
Nayman A na, iyice yaklaşınca oğlunu tanıdı ve nasıl
olduğunu anlam adan kendini yerde buldu. D aha sonra
oğlunu görünce deveden indiğini değil düştüğünü hatır
layacaktı. Am a şimdi bunu düşünecek durum da değildi.
İkisini birbirinden ayıran çalılıklar arasından alılarak ba
ğırdı:
- Oğlum! Oğul balam benim! H er yerde seni arıyo
rum. Ben senin annenim!
A m a ayni anda da acı gerçeği anlamıştı. Hıçkıra hıç-
kıra ağlıyor, tepiniyor, acı gözyaşları döküyordu. Düşm e
m ek için oğlunun om uzlarına asılmıştı. Toparlanm aya,
titreyen dudaklarını büzüp susmaya çalıştı am a tutam adı
kendini. Oğlu, öylece, kayıtsız duruyordu. Nice zam andır
yüreğinden pençesini çekemeyen acılar şimdi onu yere
sermişti. Tutam adığı gözyaşları arasından, gözlerine dü
şen ağarmış ıslak saçlarının arasından, gözyaşlarmdaıı
çamurlaşmış yolun tozunu yüzüne buladığı titrek par
makları arasından, oğlunun yüzüne, görüp tanıdığı yüz
hatlarına bakıyordu. Bir an göz göze gelince onun kendi
sini tanıyacağını umuyor, bunu bekliyordu. Bir oğulıın öz
anasını tanım asından daha kolay ne vardı?
Gel gör ki, onun karşısına dikilmesi, bu hâli, oğlu
nun üzerinde en küçük bir etki, bir tepki yaratmadı. San
ki h er zam an burada yaşıyor, ya da h er gün onu görm eye
geliyordu. Çoban ona kim olduğunu, niçin ağladığını bile
sorm adı. Bir süre öyle durduktan sonra kadının elini
kendi om uzundan çekip itti, yanından hiç ayırmadığı
yüklü binek devesini yedeğine alıp, oyuna dalan köşekle
rin (deve yavrularının) uzaklaşıp uzaklaşmadığına bak
mak için sürünün öbür başına doğru yürüyüp gitti.
Nayman Ana çöktü kaldı oracıkta. Ellerini yüzüne
götürdü ve başını yerden kaldırm adan hıçkıra hıçkıra ağ
lamaya devam etti. Neden sonra biraz toparlandı, kalkıp
yine oğlunun yanına gitti. Çoban onun geldiğini görüyor,
başına sımsıkı geçirdiği şapkasının altından ona, hiçbir
GÜN OLUR ASRA BED EL/ 161
şey olmamış gibi anlamsız, kayıtsız bakıyordu. Am a, gü
neşin, rüzgârın kavurduğu zayıf yüzünde belli belirsiz bir
gülümseme vardı sanki. Yüzü gülümsüyor gibiydi ama
gözleri bomboş, pek ilgisizdi.
Oğlunun yanına gelen Nayman Ana derin bir ah çe
kerek:
- Gel şuraya otur da biraz konuşalım, dedi.
Yere oturdular.
- Beni tanıdın mı?
M ankurt ‘hayır’ anlam ında başını salladı.
- Adın ne senin?
- M ankurt.
- Bu senin şimdiki adın. Eski adın neydi? Asıl adını
hatırlamaya çalış bakalım.
M ankurt sustu. H iç konuşm uyordu. Am a, iki kaşının
arasında ter tanelerinin birikm esinden, gözlerinin bir sis
perdesi ardında kalmış gibi görünm esinden hatırlam aya
çalıştığı belliydi. H atırlam asını engelleyen kalın bir duva-
-rı aşamadığı da anlaşılıyordu...
- Peki, babanı hatırlıyor musun? Babanın adı neydi?
Kimsin, kim lerdensin? Hiç olmazsa doğduğun yeri,
memleketlini hatırla..
Hayır, m ankurt hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey hatır
lamıyordu.
- Vah yavrum, ne yapmışlar sana!
Böyle diyen N aym an A na’nııı dudakları acı ve hid
detten titredi, kendini tutam ayıp yine hüngür hüngür ağ
lamaya başladı. A m a m ankurt yine öyle kayıtsız duruyor
du.
- Bir insanın elinden malı-mülkii, bütün zenginliği
hatta hayatı bile alınabilir, diye söylendi, am a insanın ha
fızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi? Ey rızık veren
Tanrı! Eğer varsan, insanların aklına böyle bir şeyi nasıl
getirirsin? Y eryüzünde zulüm , kötülük az mı ki!
162/ GÜN OLUR ASRA BEDEL
Böyle diyen Nayman A na, gözlerini m ankurt oğlun
dan ayırm adan, Sarı-Ö zek’te söylenen o m eşhur ağıla
başladı. Bu, Sarı-Özek tarihini, kültürünü bilen kişilerin
çok iyi hatırlayacağı bir ağıttı. Talihsiz, dertli ananın, G ü
neşle, Tanrı ile ve kendisiyle ilgili olarak söylediği yakın
malardı. G eleneklere bağlı olanlar onu ezbere bilir ve
bugün bile söylerler. Bu ağıtın başlangıç sözleri şöyleydi:
Men, batası ölgen boz maya
Talibin kelip iskegeıı ...
Uçsuz bucaksız Sarı-Özek bozkırının ortasında,
dertli ana, gönül avutmaz, dert söndürm ez ağıtlarını hıç
kırıklar arasında söylemeye devam etti.
H eyhat, m aııkurtun kılı bile kıpırdam ıyordu.
Nayman Ana oğluna kim olduğunu hatırlatarak de-,
ğil, söyleyerek, tek rar ederek bildirm eye kaFar-verdi:
- Senin adın Colaman dır. İşitiyor musun? Sen Co-
lam ansın. Babanın adı D önenbay idi. Babanı da hatırla
mıyor musun? Küçüklüğünde ok atmayı sana o öğretti.
Ben ise senin anam ın, sen de benim oğlumsun. Nayman-
lar kabilesindensin. Anlıyor musun? Sen bir Nay-
m an ’sın...
M ankurt, kadının söylediklerini en küçük bir tepki
gösterm eden ve um ursam adan dinliyordu. Sanki o sözle
rinin hiçbir anlamı yoktu. O tlar arasında cırlayıp duran
çekirgelerin sesini de böyle dinliyordu.
Nayman Ana m ankurt oğluna sordu:
- Sen buraya gelmeden önce neler oldu?
Bcıı. yavrusu ölen boz dişi deve
Tulum unu gelip koklayan... (Yazarın notu)
(Çevirenin açıklaması: Ben, öldürülen ve derisine sam an doldurulan
yavru devenin anasıyım, buraya, sam an dolu bu tulumu koklayıp, yavru
mun kokusunu almaya geldim).
C olam an: ”Col = Yol; A m a n = A m a n lık , sağlık, esenlik". Buna göre ismin
anlam ı "Yolda esen ol. sağlıklı ol" dem ek oluyor (Y azarın notu).
GÜN OLUR ASRA BEDEL ' 163
- Hiçbir şey olmadı.
- Gece miydi, gündüz miiydü?
- Hiçbir şey değildi.
- Kiminle konuşm ak isterdin?
- Ay ile konuşm ak isterim. Ama birbirimizi işitmiyo
ruz. O rda oturan biri var.
- Başka ne isterdin?
- Efendim inki gibi örgülü saçımın olmasını.
Nayman Ana elini m ankurtun başına uzatarak:
- U zat başını da sana ne yaptıklarını göreyim., dedi.
M ankurt birden geri çekildi. Şapkasını iyice bastırdı.
Başım öbür tarafa çevirmiş, annesinin yüzüne bile bak
mıyordu. Nayman Ana o zaman ona asla başından söz
etm em ek gerektiğini anladı.
Bu sırada uzaktan, deveye binmiş bir adamın onlara
doğru geldiği görüldü.
- Kim bu gelen? dedi Nayman Ana.
- Bana yiyecek getiriyor.
Nayman A na telâşlandı. Böyle bir anda birdenbire
ortaya çıkan Ju an -Ju a n ’a görünm em ek için devesini ıh
tırdı ve üzerine bindi. O radan ayrılırken:
- O na bir şey söyleme, dedi, ben az sonra yine geli
rim.
Oğlu bir cevap vermedi. Hiçbir şey um urunda değil
di zaten.
Nayman Ana, yayılan sürünün arasından devesine
binerek gitmekle büyük hata ettiğini anladı. Yaklaşan Ju-
an-Juan, onu A km aya’nın üzerinde kolayca görebilirdi.
A km aya’yı yedeğine alıp develerin arasından yürüyerek
gitseydi görünm eden uzaklaşabilirdi. Ama artık geç kal
mıştı bunu yapmak için.
Otlaktan epeyce uzaklaştıktan sonra, yamaçlarında
öbek öbek pelinlerin bulunduğu derin bir vadiye girdi.
O rada devesinden indi ve hayvanı görünm esin diye ıhLı-
rıimış olarak bıraktı. Sonra da sinip gözetlemeye başladı.
164 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
Yanılmıştı. Juan-Juan görm üştü onu. Devesini mahmuz-
laya mahmuzlaya koşturuyordu. Telâşlıydı. Elinde uzun
bir kargı, om uzunda yay ve oklar vardı. Nayman A nayı
otlakta gördüğü yerde dolanm aya başladı. Belli ki Nay
man A ııa’nın ne yana gittiğini anlayam am ıştı. Bir o yana
bir bu yana dolandıktan sonra Nayman A ııa’nın saklan
dığı derenin yakınından geçti. İyi ki Naym an A na yazm a
sıyla A km aya’nın çenesini bağlam ayı da akıl etm işti.
Yoksa hayvan ses çıkarır, yerini belli edebilirdi. Gizlendi
ği pelinlerin arasından Ju an -Ju a n ’ı iyice yakından gördü.
U zun tüylü bir deveye binmişti. Şişik, gergin yüzlüydü.
Kenarları yukarı doğru kıvrılmış, kayığa benzeyen kara
bir şapkası vardı. Ensesinden çift örgülü saçları sarkıyor
du. Üzengide doğrulup, şimşek gibi çakan gözleriyle sağa
sola bakıyor, kargısını da hazır tutuyordu. Nayman Ana,
S arı-Ö zek’i istilâ eden, birçok N aym an’ı tutsak alan ve
ailesine bunca felâketler getiren Juan-Juanlar'ın bir sa
vaşçısıyla karşı karşıya idi şimdi. Am a, silahsız bir kadın
vahşi bir Juan-Juan savaşçısına karşı ne yapabilirdi ki?
Kendi kendine de soruyordu: Bu insanlar hangi şartlar
altında, nasıl bir hayat yaşıyorlardı ki böylesine vahşi,
barbar olabiliyorlar? Esir ettiklerinin hafızasını da bu ka
dar acımasız yok edebiliyorlar?
Juan-Juan devesini o yana bu yana koşturarak çevre
ye göz attıktan sonra sürüsünün yanına gitti.
Artık akşam olmuştu. Batm akta olan güneşin son
ışınları bozkır ufkunu yangın kızıllığına çevirmişti. Ama
az sonra, hava birden karardı, gecenin suskun karanlığı
çöktü.
Nayman Ana, o geceyi, bozkırın ortasında tek başına
geçirdi. Zavallı oğlunun yakınındaydı am a, Ju an -Ju an ’ın
sürünün başından ayrılmamış olacağını düşünmüş ve oğ
lunun yanına gitmekten korkmuştu.
O gece düşünüp taşman Nayman Ana, oğlunu bura
larda köle olarak bırakmamaya karar verdi. Varsın bir
GUN OLUR ASRA BEDEL .'165
m ankurt olsun, varsın hiçbir şeyi anlamasın, vine de ken
di ülkesinde, kendi soydaşlarının arasında bulunması, Sa-
rı-Ö zek bozkırında Ju an -Ju an lar’a çobanlık etm ekten
daha iyi olurdu. A na yüreği ona böyle düşündürüyordu.
Başkaları gibi oğlunun başına gelenlere, bir şey yapm a
dan katlanamaz, kendi canından, kendi kanından olan
oğlunu kölelikte bırakıp gidemezdi. Belki oğlu doğduğu
yere dönünce aklı başına gelir, çocukluk günlerini hatır
layabilirdi...
Sabah olunca Naym an A na, A km aya’ya bindi. U zak
tan, kenardan dolanarak, geceleyin bir hayli dağılmış sü
rünün yanına sokuldu. İyice sokulm adan önce Ju-
an -Ju an ’ın hâlâ o rad a olup olmadığını anlam ak için dik
katle baktı etrafına. Onun orada olmadığına, gittiğine
karar verince de oğluna asıl adıyla seslendi:
-C olam an! Selam Colaman!
Oğlu dönüp baktı ve kadın bir sevinç çığlığı attı. F a
kat, çocuğun onu tanıdığı, adını hatırladığı için değil, sa
dece bir ses duyduğu için dönüp baktığını hem en anladı.
Yine de, onun silinmiş hafızasını canlandırm ak, uyandır
mak için devam etti konuşmaya:
- Adını hatırlıyor musun? Hatırlamaya çalış oğlum...
diye yalvardı.
- H atırla yavrum, babanın adı Dönenbay idi. U nut
tun mu? Senin adın da m ankurt değil. Colaman senin
adın.. Colaman! Sana bu adı verdik, çünkü sen yolda,
Naymaııların büyük bir göçü sırasında doğdun. Doğdu
ğun yerde üç gün konakladık, üç gün şenlik yaptık.
B ütün bu sözler M ankurt’a hiçbir şey hatırlatm ıyor,
ona hiçbir etki yapmıyordu. Ama Nayman Ana anlatm a
ya, oğlunun karanlık bilincinde bir şeyler uyandırabilme
umuduyla konuşmaya devam ediyordu. Tekrar tekrar ko
nuşuyor, sımsıkı kapalı bir kapıyı döver gibi, ısrarla ayni
som ları soruyordu:
166 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
- Adım hatırlıyor m usun? Babanın adı Dönenbay
idi!
Bundan sonra, getirdiği yiyeceklerle oğlunun karnını
doyurdu, içeceklerden içirdi ve ona ninniler söyledi.
M ankurt ninniden çok hoşlanmıştı. Rüzgârın sertleş-
tirdiği, güneşin kavurup kararttığı yüzünde tatlı bir yu
muşama, bir hoşlanma dalgası görüldü. Onun yüzündeki
bu değişmeyi gören ana sevindi, umutlandı ve buraları,
Juan-Juanları teıkedip kendisiyle köylerine, doğup bü
yüdüğü yere gelmesini istedi ondan. Ama M aııkuıt'un
aklı almıyordu bunu. B uralardan çekip giderse sürü ne
olacaktı? Efendisi ona hayvanların yanından ayrılmama
sını em retmişti. Efendisi ne söylerse o olurdu sürüden
asla uzaklaşamazdı...
Nayman Ana yitik hafızanın kapısını, bir daha, bir
daha zorladı:
- Kim olduğunu hatırlıyor musun? A dın.neydi? Ba
banın adı Dönenbay!..
Kadının çabası boşunaydı. O sımsıkı kapanmış kapı
yı aralam ak için uğraşırken vaktin geçtiğini farketm edi.
T am da o sırada, sü rünün öbür başında bir Juan-Juaıı’ın
yaklaştığını gördü. Bu defa çok daha yakındı ve bindiği
deveyi daha hızlı sürüyordu. Nayman Ana hem en kalktı,
kendi devesine bindi ve aksi yönden giderek uzaklaşmak
istedi oradan. Am a ikinci bir Juan-Juan yolunu kesti. Bu
nun üzerine Nayman Ana, A km aya’yı ikisinin arasından
sürdü, olanca hızıyla koşturm aya başladı. İki Juan-Juan
da kargılarını sallayarak düştüler peşine. Bereket versin
dişi deve Akmaya çok hızlı koşan bir deveydi ve kısa za
m anda arayı açıp uzaklaştırdı Naym an A n a’yı. Juan-Ju-
an lar’ın uzun kıllı develeri A km aya’ya yetişebilir miydi
hiç! Sarı-Ö zek bozkırında inanılmaz bir hızla koşup
uzaklaşıyordu Akmaya.
Juan-Juanlar kadına yetişemeyeceklerini anlayınca
kovalamaktan vazgeçtiler. Onların, sürünün başına dön
GÜN OLUR ASRA BEDEL /167
düklerinde m ankurtu ölesiye dövdüklerini zavallı ana bi
lemezdi. A dam lar onıı döve döve o yabancının kim oldu
ğunu, niçin geldiğini soruyor, ama hep ayni cevabı alıyor
lardı m ankurttan.
- Bilmiyorum, annem olduğunu söylüyor.
- Hayır, annen değil, senin annen yok! O nun buraya
niçin geldiğini biliyor musun? O kadın senin şapkanı çı
karıp başını buğulam ak istiyor! O nun için geldi buraya!
Bu sözleri duyan zavallı m ankurtun yiizü korkudan
sapsarı oldu. Boynunu om uzlarına çekti, şapkasını iki
eliyle tutup başına bastırdı. Ürkm üş yabani bir hayvan gi
bi etrafına bakındı.
Juan-Juanlar'dan yaşlı olanı:
- Hadi artık korkma! Al bakalım şunları! dedi.
Böyle derken m ankurtun eline bir yay ve birkaç ok
tutuşturdu. Daha genç olan Juaıı-Juaıı da şapkasını hava
ya fırlatarak:
- Haydi, iyi nişan al! V ur bakalım!
Ve ok, havaya fırlatılan şapkayı delip geçti.
- G ördün mü? dedi şapkanın sahibi. Başındaki hafı
zasını yitirmiş ama elinin hafızasını yitirmemiş.
Nayman Ana, yuvasından ürkütülm üş bir kuş gibi,
Sarı-Özek bozkırında oradan oraya koşturuyor, ne yapa
cağım bilemiyordu. Juan-Juanlar sürüyü alıp başka bir
yere götürmüşlerse? Çocuğunu da alıp gitmişlerse? G it
tikleri yer kendi obalarına çok yakınsa? Ya sürüyü bıra
kıp onu bulm ak için iz sürm eye başlam ışlarsa?..
Bu düşüncelerle kaygılanıyor, kimseye görünm em e
ye çalışarak ve dört tarafına bakınarak dolanıp duruyor
du çölün ortasında. Sonra birden, iki Ju an -Ju a n ’ın sü rü
yü bırakıp gitm ekte olduklarım gördü. Yanyaııa gidiyor,
geriye dönüp bakm ıyorlardı bile. Buna çok sevindi. Ju
an-Juanlar iyice uzaklaşınca tekrar oğlunun yanına dön
meye karar verdi. Bu defa ne olursa olsun çocuğunu ka
çırıp götürm ek istiyordu. Çocuğun başına ne geldiyse
168 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL
gelmişti ama bu onun suçu değildi. D üşm anlar yok et
mişti onun bilincini, hafızasını. Kaderi böyleymiş. Ne
olursa olsun, anası onu köle olarak bırakamazdı. Onu
N aym anlar’ın arasına götürecek ve b arb ar Ju an -Ju an lar’
m tutsak ettikleri Nayman yiğitlerine neler yaptıklarını
herkese gösterecekti. Bunu görüp silaha sarılırlardı. M e
sele toprak değildi. Herkese yetecek kadar toprak vardı
buralarda. M esele, Ju an -Ju a n lar’ın dayanılm az kötülü
ğünde idi. Uzak bir komşu olarak da taham m ül edilm ez
di onlara!
Nayman Ana bu düşüncelerle oğlunun bulunduğu
yere doğru ilerledi. Bir yandan, onu hemen bu gece ken
disiyle gelmeye nasıl razı edeceğini düşünüyordu.
Engin San-Özek bozkırında akşam oluyor, derele
rin, tepelerin arasında hava kararıyordu. Batmakta olan
güneşin kızıl ışınlarıyla, geçmiş ve gelecek sayısız geceler
den biri daha yavaş yavaş iniyordu bozkırın üzerine. Be
yaz deve Akmaya binicisini, hafif, serbest bir yürüyüşle
deve sürüsünün bulunduğu yere götürüyor, balan güne
şin kızıl ışınları N aym an A n a’nm yüzüne vuruyor, net bir
görüntü veriyordu. Nayman Ana dikkatli, kaygılı, yüzü
sararm ış, hatları iyice gerilmişti. Ağarmış saçları, kırışık
ları alnına ve gözlerine nakşedilen düşünceleri, Sa-
rı-Ö zek‘in alacakaranlığı gibi, dinm eyen yürek acılarının
yüzüne yansımasından başka bir şey değildi.
Nihayet deve sürüsünün yanına geldi ama develerin
arasında boş yere dolandı bakışları. Onun öteberisini ta
şıyan devesi, yularını yerde sürüyerek dolaşıp duruyordu
kendi başına. Çoban yoktu! Neler olm uştu? Nerelere git
mişti?
- Colam an! Colamaıı! N eredesin oğlum? diye bağır
dı Nayman Ana.
Cevap veren olmadı, görünen yoktu.
- Colaman! Neredesin? Ben geldim, ben, annen! Ne
redesin?
GÜN OLUR ASRA BEDEL /169
Nayman Ana m erakla her tarafa göz gezdirirken,
m ankurt oğlunun bir devenin ardında diz çökmüş, yayını
germiş, ok atmaya hazır beklediğini göremiyordu. M an
kurtun gözüne güneş ışığı düşüyor ve bu yüzden tam ni
şan alabilmek için uygun ânı bekliyordu.
Oğlunun başına bir şey gelmiş olm asından korkan
Nayman Ana ise seslenm eye devam etti:
- Colaman! Oğlıım!
Nayman Ana birden eyerin üzerinde döndü ve oğlu
nun kendisine nişan aldığım gördü.
- Dur! Atma!
Ancak bunu diyecek kadar zamanı olmuştu. Deveyi
mahmuzlayıp hızlandırm ak istemişti ama fırlatılan ok
vınlayarak sol böğrüne saplanm ıştı bile!
D arbe öldürücüydü. Nayman A n a’nın başı sarktı,
devenin boynuna sarılm ak istediyse de tutunam adı, yere
yuvarlandı. Ama kendisinden evvel beyaz yazması düştü
başından. Ve bu beyaz yazma bir kuş olup havalandı.
A na’m n ağzından çıkan son sözleri tek rar ede ede gök
yüzüne uçtu gitti: "Adım hatırla! Kim olduğunu hatırla!
Bahanın adı Dönenhay! Dönenbay! DönenbayF
İşte o gün bugün, Dönenbay kuşu, Sarı-Özek bozkı
rında. geceleri uçar dururm uş. Bir yolcuya rastlayınca
onun yanına sokulur, "Adını biliyor musun? Kim olduğu
nu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay!
Dönenbay!" diye ötermiş.
Sarı-Ö zek’te Nayman A na’nın göm üldüğü yere Ana-
Beyit (A n a’nın yattığı yer) diyorlar. M ezarlığın adı bun
dan geliyor...
Ak deve A km aya’nın soyundan gelen develer üreyip
çoğalmış. O nun soyundan gelen bütün dişi develer tıpkı
onun gibi ak başlı imişler. Yine onun soyundan gelen er
kek develer ise, tıpkı K aıan ar gibi kara renkli, iri ve çok
güçlü olurlarmış...
170 ,'GÛN OLUR ASRA BEDEL
Şimdi A na-B eyit’e göm m ek üzere götürdükleri m er
hum K azangap, Boranlı K aran ar’ın, Nayman A na’nın
ölüm ünden sonra Sarı-Özek bozkırında kalan ünlü ak
deve A k-m aya’nın soyundan geldiğini anlatırdı.
Yedigey, K azangap’ın devesi için anlattıklarına ina
nırdı. Niçin inanmayacaktı? Boranlı K aranar buna lâyık
tı.. İyi günlerde, kötü günlerde birçok sınavdan geçmiş,
sahibini hiçbir zaman darda, çaresiz bırakmamıştı. Yal
nız, kızışma zam anında çok azgınlaşırdı. Kızışması da
hep kara kışa rastlardı. O zam an iyice azgınlaşır, kara kış
gibi dayanılmaz, zaptedilm ez olurdu. Yedigey, hem kara
kış, hem devesi ile uğraşmak zorunda kaldığı için, ayni
anda iki kışı birden yaşardı. Bir keresinde K aranar ona
öyle bir iş yapmış, öyle eziyet çektirm işti ki, anasından
emdiği süt burnundan geldi. Eğer o bir hayvan değil de,
bilinci, mantığı olan am a insan olmayan bir yaratık olsay
dı, Yedigey onu asla bağışlamazdı. Ama, çiftleşme zam a
nında azmasın da ne yapsın! Aslında mesele o da değil.
Bazıları hayvanı suçlu, sorumlu sayar. Oysa hayvanın ya
radılışı, kaderi öyledir. K azangap bunu çok iyi biliyordu
ve Yedigey'in yanlış bir şey yapmasını engellemişti. Y ok
sa K aran ar’ın sonu kim bilir ne olurdu...
-VII-
B o r a m l i Yedigey, 1952 yılının yaz sonu ile so n b ah ar
başlangıcım, geçmişinin en mutlu dönem lerinden biri
olarak hatırlardı. O yıl bütün tahm inlerinin, bütün hayal
lerinin gerçekleşm iş olması bir mucize idi onun için. Boz
kır kertenkelelerinin bile başlarını sokacak bir serinlik
bulm ak için evlerin eşiklerine sığınmaya çalıştıkları o
korkunç sıcaklar sürerken, Ağustos ortalarında havalar
birdenbire değişmeye başladı. O dayanılmaz sıcaklar gitti
ve onların yerini hafif bir serinlik aldı. Artık hiç olmazsa
geceleri serinliyor, rah at uyuyabiliyorlardı. Sarı-Ö zek’te
de bazen böyle güzel günler olur. H e r yıl değilse bile b a
zen istisna bir mevsim yaşanır. Kış mevsimleri her zaman
serttir, am a bazı yazlar insaflı olur, hoş geçer. Yelizarov
böyle şeylerden söz etmeyi severdi. Bir defasında bu ik
lim değişikliklerinin sebeplerini de anlatm ıştı.
Atmosferin en yüksek tabakalarında meydana gelen
basınçlar ve gökyüzündeki su akıntılarının yön değiştir
mesi sonunda olurm uş bu değişiklik. Yükseklerde gözle
görülmeyen büyük ırm aklar, bu ırmakların kıyıları, ya
takları varmış. Bu ırm aklar durm adan akar, yerküreyi sa
ran rüzgâra sürtünür, dünyayı yıkayıp temizlermiş. Z a
m anın akışı denen şey de bu imiş.
Yedigey, Y elizarov’u dinlem ekten çok hoşlanır, bu
bilgili, bu iyi ve benzeri az bulunan insana saygı duyar,
172 / GÜN O L l'R ASRA BEDEL
ondan da ayni karşılığı görürdü. Neyse, o gökyüzü ırm a
ğı, h er nedense, bazen alçalır, Sarı-Ö zek’in havasını, sıca
ğını serinletir ve sonra da gidip Himalaya dağlarına çar
parmış. Hinıalaya aslında çok uzaktaydı ama, yerküre öl
çülerine göre o uzaklık pek önemli sayılmazdı. O yüksek
dağlara çarparak geri dönermiş. Geri döner ve sıcaktan
kavrulan H indistan’a ya d a P akistan’a inm eden, engelsiz,
apaçık bir deniz gibi olduğu için Sarı-Özek bozkırına dö
külürmüş... İşte, bozkıra biraz Himalaya serinliğinin gel
mesi bundaıımış.
Sebep ne olursa olsun, 1952 yazının sonlarında ve
sonbaharın başlarında havalar çok güzel geçti Sarı-Özek
bozkırına genellikle çok az yağm ur yağar, bol yagışıar,
sağnaklar, önem li bir olay sayıldığı için uzun zam an unu
tulmaz. Ama o yaz sonlarında yağan yağmuru Yedigev
hayatı boyunca unutam ayacaktı. Önce gökyüzünü bulut
lar kapladı. H er zam an ıssız ve değişm eden duran Sa-
rı-Özek göklerini bulutların kaplaması bile, başlıbaşına,
çok şaşılacak bir olaydı. Sonra, çok bunaltıcı bir sıcaklık
oldu. Toprak kızgın bir tandır hâlini aldı.
O gün Yedigey istasyonda, gidecek vagonu katara
bağlıyordu. Yedek hatta duran ve bağlanması gereken üç
vagon daha kalmıştı. Bunlar travers yapımı için çam tom
ruğu ve yola döşenm ek üzere çakıltaşı getirmiş olan va
gonlardı ve bir gün önce boşaltılmışlardı. H er zam an ol
duğu gibi, vagonların çok acele boşaltılması söylenmişti
ve onlar da söyleneni yapmışlardı. Kazangap, Abutalip,
Zarife, Ukubala, Bikey ve hat boyunda çalışmayan h er
kes boşaltma işine koyulmuşlardı. Ama vagonlar orada
hâlâ duruyordu işte. O zam anlar bütün işler kol gücüyle
yapılıyordu. V agonları boşaltm a işinin o korkunç sıcağa
rastlam ası büyük bir şanssızlıktı doğrusu. Am a, iş işti, ya
pılacaktı ve onlar da yapmışlardı. Ukubala buharlaşm a
yüzünden traverslerden çıkan şiddetli katran kokusuna
dayanamadığı için midesi bulanmış, bunun üzerine onu
GIJN OLUR ASRA BEDEL /173
eve göndermişlerdi. Bir süre sonra öbür kadınlar da ser
best bırakıldı. Çünkü çocuklar evde sıcaktan bunalmış,
bitm işlerdi. E rkekler kan ter içinde kalarak işi bitirdiler.
Ertesi gün, yağmurun boşanmasından biraz önce,
boş vagonlar, düzenli işleyen bir m arşandiz katarına ek
lenerek K um bel’e gönderilecekti. İşte bunun için yapılan
m anevralar ve vagonların takılması, sırasında, Yedigey,
ham am a girmiş gibi ter içinde kalmış, bunalmıştı. Yakıcı
güneş bile o bunaltıcı havadan daha iyiydi. Ü stelik o gün
makinist de pek acemiydi ve bir türlü doğru dürüst ya-
naştıram ıyordu lokom otifi. V agonların arasında iki bük
lüm katlanarak yürüm ek hiç de kolay olmuyordu Y edi
gey için. Yedigey makiniste, makinist de ona küfredip
durdular. Aslında, lokom otif ocağının karşısında çalışan
makinistin hâli daha da beterdi. İkisi de sıcaktan sersem e
dönm üşlerdi. B erek et versin sonunda işi bitirdiler ve tren
boş vagonları alıp görürdü.
İşte o sırada boşanm ağa başladı yağmur. Sicim gibi,
sellerce.. Gök yarılmıştı sanki. Kısa zam anda yerde göl
cükler oluştu. Söylenenler doğruysa, H im alaya’nın d o
ruklarında, karlı tepelerinde soğuyup, oranın nemini ve
serinliğini getiren bir yağmurdu bu. M eğer neymiş, ne
muazzam bir kaynakmış bu Himalaya!
Yçdigey, evlerine doğru koştu. Kendisi de bilmiyor
du niçin koşup kaçtığını. Eski bir alışkanlık olsa gerek.
Çünkü sağnağa yakalanan bir adam ya evine kaçardı ya
da bir saçak altına. Ama, orada böyle bir yağmurdan ka
çılır mıydı hiç! K uttubayev ailesinin, A butalip, Z arife ve
iki çocuklarının, evlerinin önünde el-ele tutuşarak, hop
laya zıplaya oynadıklarını görünce, kaçışının alışkanlık
tan başka bir sebebi olm adığını daha iyi anladı. O nları
böyle coşkulu görm ek çok dokundu Yedigey’e. O na asıl
dokunan, onların zıplayıp oynamaları değildi. Abutalip
ile Z arife, yağm urun başlam asından az önce, işi bırakıp
hat boyunca koşarak gitmiş ve o da gittiklerini görmüştü.
174 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
Meğer yağmuru çocuklarıyla birlikte ailece karşılamak
istiyorlarmış. Bunu şimdi anlıyordu ve onu asıl duygulan
dıran da bu idi. Böyle bir şey hiç gelmezdi onun aklına.
Ama onlar, Aral denizine konan yabancı kazlar gibi, bağ
rışıp çağrışarak, itişip kakışarak, düşüp kalkarak çimiyor,
yıkanıyorlardı. Bu onlar için bir yenilik, gökten gelen bir
serinlik, bir dinlenm e fırsatıydı. .Sarı-Özek bozkırı öylesi
ne susuz, bunaltıcı geçerdi çünkü. İşte bu yüzden Yedi
gey, hem sevinmiş, hem üzülm üştü. Toplum tarafından
oradan oraya sürülen bu zavallılar, şimdi bu yitik, bu kü
çücük B oranlı’da, bu küçük m utluluğa d ö rt elle sarılıyor
lardı.
Abutalip tufan gibi düşen o yağmurun altında kolla
rını yüzgeç gibi sallayarak seslendi:
- Yedigey, gel sen de katıl bize!
Çocuklar da zıplamayı bırakıp ona koştular!
- Yedigey anıca! Yedigey amca!
Çocuklardan küçüğü olan Erm ek üç yaşını ancak
doldurm uştu. Y edigey’in çok sevdiği bu çocuk, sevinçten
açılan ağzı yağmurla dolarak, kollarını uzatarak koşmuş
tu ona. Yedigey onu kucaklayıp havaya kaldırmış, dön
dürm üştü. Am a şimdi ne yapacaktı? Bu aile şenliğine ka
tılıp zıplamak gelmiyordu içinden. Tam bu sırada, bağrış
maları duyan kızları Saule ile Şerafet de koşup geldiler.
O nlar da bağrışıyordu sevinçten: "Baba gel, biz de koşa
lım!" dediler. Bunun üzerine Yedigey kararsızlığını yendi
ve hep birden elele tutuşup zıplamaya başladılar. Yağ
m ur sicim gibi yağıyor ve onlar coşup eğleniyorlardı.
Yedigey, su birikintisine düşmesin, ağzına gözüne
çam urlu su dolm asın diye, gözdesi E rm ek’i kucağından
bırakm ıyordu. A butalip de Y edigey’in küçük kızı Şera-
fet’i almıştı om uzuna. İki koca adam çocukları eğlendiri
yor, kendileri de eğleniyorlardı. E rm ek. Yedigey’in kuca
ğındaydı. Kollarını açıp avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağ
zına çok su dolunca küçük başını Yedigey'in göğsüne ya-
GÜN OLUR ASRA BED EL/ 175
piştirip boynuna asılıyordu. Çok duygulandırıcı bir sah
neydi bu ve Y edigey birkaç defa A butalip ile Z arife’nin
çocuklarıyla bu kadar candan ilgileniyor ve çocuk Y edi
gey amcasıyla bu kadar mutlu oluyor diye sevinçli, m in
net dolu bakışlarını yüzünde yakaladı. Bu yağmur şenliği,
elbette, Kuttubayev ailesi kadar Yedigey ve kızlarını da
sevindirmiş, coşturm uştu. Yedigey, birdenbire Z arife’nin
ne kadar güzel bir kadın olduğunu işte o zaman farketti.
Y ağm ur, Z arife’nin kara saçlarını dağıtm ış ve dağılan
saçları yüzüne, boynuna, om uzlarına yapışmıştı. T epeden
tırnağa sırılsıklam olduğu için de, entarisi vücuduna ya
pışmış, çevik, şuh vücudu, kolları, bacakları, kalçaları iyi
ce m eydana çıkmıştı. Gözleri sevinçten parlıyor, beyaz
dişleri gülen dudakları arasında ışıldıyordu.
Sarı-Ö zek’in yağm uru "ne ata yem olurdu ne eşeğe
yük.." Kar yavaş yavaş toprak tarafından emilirdi ama
yağmur ne kadar çok, ne kadar şiddetli yağarsa yağsın,
diner dinmez, avuç içinde kayan cıva gibi, derelere, vadi
lere akıp giderdi. Köpürüp giirüldeyerek akan sellerden
bir şey kalmazdı.
Tufan gibi yağan yağmurdan, birkaç dakika içinde
dereler, seller oluşmuş, köpüklenerek, gürleyerek akm a
ya başlamıştı. B oranlılar da ellerine geçirdikleri kapları
alıp sellere doğru koşmaya başladılar. Koşuyor, oynuyor
ve ellerindeki kapları suya salıyorlardı. Daul ve Saule gi
bi büyücek çocuklar bir tekneye ya da leğene binerek
yüzdüler. Daha küçükleri de ana babaları yüzdürüyordu.
Yağmur dinm ek bilmiyordu. Leğenlere binip yüzen
Çocuklar az sonra kendilerini istasyon girişinde, dem ir
yolu tümseğinin dibinde buldular. Tam o sırada bir yolcu
treni geçmekteydi. Yolcular vagon pencerelerinden baş
larını uzatıp, bozkırın ortasındaki bu garip, bu kaçık in
sanlara şaşkın şaşkın baktılar. Yolcuların bazıları ıslık ça
lıyor, bazıları alaylı alaylı bağırıyor, "Dikkat edin ha! Bo
ğulursunuz!" diye gülüyorlardı.
176 f GÜN Ol.U R ASRA BF.DIiL
Yolcuları pek güldüren o manzara gerçekten tuhaf
olmalıydı. T ren geçip gitti. Vagonları sağnaktan iyice yı
kanmıştı. H erhalde birkaç gün sonra yolcular bu küçük
istasyonda gördükleri tuhaf olayı, o tuhaf insanları, arka
daşlarına, tanışlarına anlatıp onları da güldürm ek isteye
ceklerdi.
Yedigey o sırada Z arife’nin ağladığını farketm eseydi
belki olayı hiç de öyle düşünmeyecekti. Gerçi böyle bir
yağmurda, insanın yüzü şarıl şarıl sularla ıslanırken onun
ağladığını anlam ak zordu ama yine de belliydi, ağlıyordu
işte. G üler gibi yapıyor, neşeli görünm eye, sözde gülüş ve
çığlıklarla hıçkırıklarını tutuyordu, ama yine de gizleye-
miyordu ağladığını. Abutalip farkına vardı ve onun elle
rini tutarak:
- Ne oldu sana! Hasta mısın yoksa? Hadi içeri gire
lim! dedi.
- Bir şeyim yok, hıçkırık tuttu da., dedi Zarife.
Eğlenmeye, oynamaya, beklenmedik bu yağmurun
arm ağan ettiği o m utluluk ânında çocukların neşesini
arttırm aya devam ettiler. Y edigey’in neşesi kaçmıştı.
Çünkü kendi gözleriyle görm üştü Z arife’nin ağladığını.
B undan çok d aha iyi bir hayatın varlığını bilen o zavallı
lar için o günkü olay aslında pek acı bir şey olmalıydı.
Yaşamakta oldukları güzel hayatı, böyle bir yağmurun
hiç önemi olmayan, insanların temiz, berrak sularda yüz
düğü, şartların, eğlencelerin bambaşka olduğu, ana-ba-
baların çocuklarını daha başka yetiştirdikleri, onlarla da
ha başka ilgilendikleri bir hayatı almışlardı onlardan..
Zarife bunu unutam ıyor, bunun için ağlıyor olmalıydı.
Yedigey, çocukları için eğlenceli bir gün yaşatmaya
çalışan A butalip ve Z arife’nin üzüntüsünü arttırm am ak
için, hiçbir şeyin farkına varm am ış gibi, onlarla birlikte
eğlenmeye devam etti.
Dinmek bilmeyen yağmur altında, büyükler de kü
çükler de oyuna doyup yoruldular. Sonra herkes evine
GÜN OLUR ASRA BEDEL / 177
doğru koştu. Y edigey bir ara durup K uttubayevler’in
(Ana. baba ve iki çocuğun) yanyana koşm alarına baktı.
H epsi sırılsıklam idi. Sarı-Ö zek’te, hiç olm azsa bir gün,
bir defacık mutlu olmuşlardı.
Yedigey küçük kızını kucağında taşıyarak, büyüğü
nün elinden tutarak evinin eşiğinde göründüğü zaman,
U kubala şaşkınlıktan dilini yutacaktı. Korkuya kapılarak
sordu onlara:
- Am an Tanrım! Ne oldu size? Neye benziyorsunuz
böyle?
Yedigey karısını yatıştırm ak için:
- Korkma, korkma! Bir şey yok! dedi. Sonra da güle
rek ekledi:
- Atan deve sarhoş olunca taylaklarla oynarmış!
- Bakıyorum sen de öyle yapmışsın! dedi Ukubala
gülümseyerek. Haydi hem en soyunun, sudan çıkmış ta
vuk gibi durmayın orada!
Yağmur nihayet dinmişti. Ama geceleyin, ardı arkası
kesilmeyen gök gürlem elerinden, uzaklarda, sabaha ka
dar yağdığı anlaşılıyordu. Yedigey, gece birkaç defa
uyandı ve buna kendisi de şaştı. Eskiden, yani Aral kıyı
sında yaşadığı zam anlar, gök tam başının üzerinde yarıl
mış gibi gürlerdi de yine de uyanmazdı. H erhalde orada
yağışlar ve gök gürlem eleri çok olduğu için buna alışmış
tı. O rad a hayat bam başkaydı. H afta yedi - gün sekiz, gök
gürlerdi. Yedigey her uyanışında kirpiklerini aralayıp
bozkırın uzaklarında parlayıp oraları aydınlatan şimşek
lerin cama vuran ışıltılarım görüyordu.
Yedigey o gece rüyasında kendini cephede, düşm an
ateşi altında gördü. Ama merm iler ses çıkarmadan patlı
yordu. D üştükleri yerde toprak kara fıskiyeler gibi yukarı
savruluyor, havada bir an kalıyor, sonra yine aşağı dökü
lüyordu. Bu patlam alardan biri onu kaldırıp havaya fır-
Taylak: Deve yavrusu (Y azarın nolu).
(A tan: E rk ek deve. Deve yavrusuna ‘köşek’ ve 'to ru m ' d a d en ir.)
178 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL
lattı. O radan korkunç bir uçurum a doğru inmeye başladı.
Kalbi duracaktı ilerdeyse. Sonra o da hücuma geçti.
Onunla birlikte saldırıya geçen boz kaputlu birçok asker
vardı ama hiçbirinin yüzünü göremiyordu. Sanki ellerin
de makineli tüfeklerle ama içleri boş kaputlardı hücuma
geçenler. K aputlar ‘U rra!’ diye bağırdılar. Yedigey o za
m an önünde yağm urdan sırılsıklam ıslanm ış Z arife’yi
gördü. Zarife gülüyordu. Tuhaf! Yağm urdan sırılsıklam
olmuştu kadın. Üzerinde basma entarisi, saçları darm a
dağın, yüzlerinden sular akıyor ve gülüyor, gülüyordu.
Yedigey hücum daydı, duram azdı. "Niye gülüyorsun Z ari
fe? Böyle zam anda gülünür mü!" diye bağırdı ona. "Gül
müyorum, ağlıyorum" dedi kadın. Ama yine de gülmeye
devam ediyor, yüzünden şarıl şarıl sular akıyordu...
Ertesi gün, gördüğü rüyayı Abutalip ve Zarife'ye an
latm ak istedi am a, pek iyiye yorum lam adığı için vazgeçti
bundan. Durup dururken ne diye üzecekti o insanları?.
O büyük yağmurdan sonra, sıcak yine dönüp geldi
S arı-Ö zek’e. K azangap’ın deyimiyle, "Yaz Beyi’nin lütfü
bitmişti". Ama bu defa sıcaklar dayanılmayacak kadar
şiddetli değildi. Sonra yavaş yavaş, sonbahar öncesinin
güzel havaları geldi. Bunaltıcı sıcaklardan kurtulan ço
cukların şen şakrak sesleri yine duyulur oldu. İşte bu
günlerde Kuıııbel istasyonuna Kızıl-Orda karpuz ve ka
vunlarının geldiği haberini aldılar. Boranlılılar isterlerse
payları oraya gönderilecek, isterlerse gidip kendileri ala
caklardı. Yedigey bunu fırsat bildi ve istasyon şefine, kar
puzları gidip kendilerinin almaları gerektiğini, aksi halde
kötülerinin gönderileceğini söyledi. Bunun üzerine istas
yon şefi, B oranlı’nın payı olan karpuz ve kavunları seçip
getirm eleri için Yedigey ve A butalip’e izin verdi. Y edi
gey’in asıl istediği de, A butalip ve Z arife’ye, onların ço
cuklarına, bir günlüğüne de olsa, Boranlı dışında bir hava
aldırm aktı. Kendileri de biraz hava alsalar hiç fena ol
mazdı.
GÜN OLUR ASRA B ED EL. 179
İki aile -Yedigey ve A butalip’in aileleri- sabah e r
kenden K um bel’e giden bir yük trenine bindiler. G iyin
miş, kuşanm ışlardı. Ne büyük bir sevinçti o! Çocuklar
sanki bir masal ülkesine gidiyorlardı. Sevinçten yerlerin
de duramayan çocuklar hep soruyorlardı: "Kumbel'de
ağaçlar var mı?.. V ar elbet. O tlar da var mı?.. V ar ya,
hem de yemyeşil. Çiçekler de var. Büyük evler, büyük
büyük caddeler ve caddelerinde otom obiller de var mı?
İstediğimiz kadar karpuz-kavun var mı? Ya dondurm a?
D ondurm a da var mı? Peki, deniz? Deniz de var nu?.."
Bindikleri vagonun kapısına, çocuklar düşmesin diye
bir tahta uzatmışlardı. Buradan düzenli akıntılar hâlinde
rüzgâr giriyor, içerisini serinletiyordu. Yedigey ile Abu-
talip kapının önünde oturm uşlardı ve ne olur ne olmaz
diye kapıyı yan yanya kapatmışlardı. Hem kendi araların
da konuşuyor, hem de çocukların sorularına cevap yetiş
tiriyorlardı. Bir arada seyahat ettikleri, hava güzel ve ço
cuklar sevinçli olduğu için, Yedigey pek m em nundu.
■Ama en çok A butalip ve Z arife’nin m utluluktan sevindi
riyordu onu. Bu dertli karı-koca kısa bir süre için de olsa,
onları yıkıp ezen sıkıntıları bir yana bırakmışlardı ve yüz
leri gülüyordu. Yedigey onların bu hâlini görüp iyimserli
ğe kapılıyor, "Kimbilir, artık Boranlı'ya alışır, kalırlar" di
yordu kendi kendine. Tabiî onları burada da rahatsız
edenler olmazsa!
Zarife ve U kubala’nın kendi aralarında günlük h a
yattan söz ederek gevezeliğe dalmış olmaları da hoş bir
şeydi. M utluluk içinde yüzüyor gibiydiler. Böyle olmalıy
dı işte. İnsanın m utlu olması için daha fazlasına gerek var
mıydı? Bu idi Y edigey’iıı istediği. İnşallah Kuttubayev
ailesi başlarına gelen sıkıntıları unutur, kendilerini top
lar, seçme hakları olm adığına göre Boranlı'da yaşamaya
alışır giderlerdi. O nunla yanyana. omuz omuza oturduğu
A butalip, güvenilir bir adam olduğu için de m em nundu.
Birbirlerini çok iyi anlıyorlardı ve bunun için fazla söze
180 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
gerek kalmıyordu. Yedigey de onun alınacağı, hafife
alınmayacak acılarına dokunacak sözler söylemekten ka
çınıyordu. Yedigey, A butalip'iıı aklına, bilgisine değer
verir, saygı duyardı. Am a asıl beğendiği tarafı ağırbaşlılı
ğı, ailesine bağlılığı, çocuklarının iyiliği ve geleceği için
kendi hayatını hiçe sayar gibi çalışmasıydı. Kuvvetini de
bundan alıyordu zaten. Bu yeni arkadaşını dinledikçe, bir
insanın başkalarına yapabileceği en büyük iyiliğin, çocuk
ların iyi terbiye etm ek, iyi yetiştirm ek olduğunu da anlı
yordu. B unun için başkalarının yardım ına gerek yoktu.
İnsan bu işe her gün zam an ayırmalı, adım adım gitmeli,
kendini tam am en ailesine, çocuklarına vermeliydi.
Sözgelişi, şu Sabitcan’ı ele alalım . D aha küçük yaş
tan onu bir yatılı okula vermişlerdi. Sonra çeşitli okulla
ra, enstitülere göndermişlerdi. Zavallı Kazangap, biricik
oğlu iyi okusun, şehirlerde o tu ru p iyi bir hayat yaşasın di
ye, elinde avucunda ne varsa harcamıştı. Sonuç ne oldu?
Birçok şey öğrenmişti ama, yine de beş para etmezdi,
hiçbir işe yaramazdı...
Kavun-karpuz alm ak için gittikleri Kumbel yolunda,
Yedigey, d ah a iyi bir çıkış yolu yoksa, A butalip K uttuba-
yev’in B oranlı’ya yerleşm esi gerektiğini düşünüyordu. İç
sıkıntısından kurtulsun, birkaç hayvan edinsin, elinden
geldiğince ve olabildiği kadar uzun süre, çocuklarını Sa-
rı-Ö zek’te yetiştirsin. E lbette bu düşüncelerini ona söyle
miş değildi, am a konuşurlarken A butalip’iıı de bu niyette
olduğunu anlamıştı. Çünkü A butalip söz arasında kışlık
patatesi nereden tem in edeceğini, karısı ve çocukları için
karda giyilen keçe çizmeleri nereden alabileceğini sor
muştu. Kum bel'de bir kütüphane olup olmadığını, kü
tüphanenin istasyonda çalışanlara okum ak için kitap ve
rip vermediğini de sormuştu.
Ayni gün bir yük trenine binerek geri döndüler, Bo-
ranlı için ayrılan kavun karpuzları getirdiler. K um bel’de
çocuklar akşama doğru yorgunluktan bitkin hale gelmiş
GÜN OLUR ASRA BEDEL ' İSI
lerdi. Ama çok mutluydular. Başka bir dünya görm üşler
di orada. Oyuncak almış, dondurm a ve türlü türlü şeyler
yemişlerdi. Ama bir küçük olayla da karşılaştılar. Şehir
berberinde çocukları tıraş ettirm ek istemişlerdi. Sıra Er-
m ek’e gelince kıyam et koptu. Çocuk saçını kestirm em ek
için bar bar bağırdı, tepindi, ağladı. Onu tıraş olmaya ra
zı etm ek, susturm ak için çok uğraştılar am a E rm ek sus
mak bilmiyor, kaçm ak istiyor ve baba! baba! diye bağırı
yordu durm adan. O sırada babası berberin yanındaki
m ağazaya gitmişti. Z arife ise ne yapacağını bilem iyor,
utancından renkten renge giriyor, çoluğuna m azaret bul
maya çalışıyordu. G erçekten de E rm ek’in çok güzel, an
nesininki gibi gür ve kıvırcık saçları vardı. Saçları yıkanıp
tarandığı zam an öyle güzel olurdu ki insan seyrine doya-
mazdı. Bu yüzden kesm eye kıyamamışlardı. E rm ek’i tıraş
olm aya razı etm ek için U kubala, kızı Saule’nin saçlarını
uçtan biraz kestirdi ve E rm ek ’e: "Bak. o bir kız çocuğu
olduğu halde korkmuyor" dedi. Bu sözler onu biraz yatış
tırdı ama berber makineyi eline alınca yine yaygarayı
bastı. O sırada Abutalip girdi dükkâna. Çocuk berber
koltuğundan fırlayıp kendini babasının kucağına attı. Ba
bası Üa onu kollarına alıp havaya kaldırdı, bağrına bastı.
Çocuğun çok korktuğunu, ona daha fazla işkence etm e
mek gerektiğini anlamıştı:
- Bizi bağışlayın, dedi, başka zam an tıraş oluruz. Bi
raz cesaretim iz artsın da.. Şimdilik idare eder, acelesi
yok, başka zaman tıraş oluruz...
*
**
"Konvansiyon" uçak gemisinde özel yetkilerle dona
tılmış komisyonların olağanüstü toplantısında varılan ara
anlaşmaya göre, Parite yörünge istasyonuna yeni bir şif
reli mesaj gönderildi. Dünya dışı bir uygarlığa geçmiş bu-
182 GÜN OLUR ASRA BEDEL
lunaıı Parite 1-2 ve P arite 2-1 kozm onotlarına ulaştırıl
mak üzere gönderilen bu mesajda, bu kozmonotların O r
tak Yönetim M erkezi'niıı geniş açıklama ve direktifleri
gelmeden yerlerinden ayrılmamaları ve hiçbir eyleme
geçmemeleri emrediliyordu.
T oplantı yine gizli yapılıyordu. ‘Konvansiyon" uçak
gemisi yine Büyük O kvanus’ta, A leul adalarının güneyin
de, San-Fransisco ile V ladivostok’a tam eşit uzaklıkta bir
noktada idi.
Dünyada hiç kimse gezegenlerarası çok önemli bir
olay yaşandığını, İye yıldızı sistem inde dünya dışı bir uy
garlığın hüküm sürdüğü bir gezegen, bu gezegende yaşa
yan akıllı yaratıkların dünyalılarla ilişki kurm a teklifinde
bulunduklarını henüz bilmiyordu.
O lağanüstü to p lantıda iki tarafın komisyon üyeleri,
bu beklenm edik ve hiç görülmemiş meselenin çözümü
için hararetli bir tartışm aya girmiş, lehte aleyhte görüş
bildiriyorlardı, ile r komisyon üyesinin önünde, bir sürü
yardım cı bilgilerden başka, P arite 1-2 ve Parite 2-1 koz
m onotlarının gönderdikleri mesajların tam metni de bu
lunuyordu. İki kozm onotun verdiği bilgiler ayrıntılı ola
rak ve her sözün üzerinde durularak inceleniyordu. Or-
m an-Göğsü gezegenindeki akıllı varlıkların hayatıyla ilgi
li en küçük ayrıntı üzerinde duruluyor, her şeyden önce
de, o gezegenlerdeki uygarlığın dünya uygarlığındaki tec
rübelere uyarlanıp uyarlaııamayacağı, özellikle de bu ko
m isyonların m ensup olduğu iki ülkenin çıkarlarına uygun
düşüp düşmeyeceği tartışılıyordu.. Mesele çok önemliydi,
daha önce hiç karşılaşılmamıştı ama yine de bir an önce
çözüme bağlanması gerekiyordu.
Büyük O kyanus’ta, o rta şiddette bir fırtına denizi
çalkalamaya devam ediyordu...
GÜN OLUR ASRA BEDEL ■' 1S3
Kuttubayev ailesinin en şiddetli sıcaklarla gelen o
amansız yaza dayandıklarım, umutlarını yitirmediklerini
ve pılı-pırtıyı toplayıp gitmeye hazırlanm adıklarını gören
Boranlılılar, onların artık burada kalıp tutunmaya çalışa
caklarını anlamışlardı. Abutalip kendini toparlamış, bu
radaki hayat şartlarına uyum sağlamış görünüyordu. Şüp
hesiz başkaları gibi o da, B oranlı’nın dünyanın en berbat
yeri olduğunu söyleyebilirdi ve buna da hakkı vardı. İçme
suyu bile çok uzaklardan tankerle taşınıyordu. D aha kötü
ne olabilirdi? Bir bardak taze su içmek isteyenin, devesi
ni semerleyip onu çölün bir ucuna koşturması, bir kuyu
da tulumları doldurması gerekiyordu. Buna da ancak Ka-
zangap’la Yedigey cesaret edebilirlerdi. 1952 yılındaki bu
durum 60Mı yıllara kadar devam edecek ve ancak 19601ı
yıllarda lulumbalı bir kuyu açılacak ve yeldeğirmeniyle
elektrik üretilerek bu tulumba çalıştırılacaktı. Ama o za
manlar bunu hayal bile edemezlerdi. Bütün bu güçlükle
re rağmen Abutalip ne Boraıılryı lanetliyordu ne de Sa-
rı-Özek bozkırını. Günlük hayatta karşılaşılan bütün bu
güçlükleri olduğu gibi, iyisini iyi, kötüsünü kötü kabul
ediyordu. Aslında orasının öyle oluşunda o yerin bir suçu
yoktü. O rada tutunup tutunamayacağına, yaşayıp yaşaya
mayacağına karar verecek olan insanın kendisiydi. B ura
da kalmaya karar verenler, ellerinden geldiği kadar rahat
bir düzen kurmaya gayret ediyorlardı. Kuttubayev ailesi
de, gidebilecekleri başka bir yer olmadığı için B oranlı’da
kalmayı kararlaştırdılar ve işe dört elle sarıldılar. Bu yüz
den de boş vakitleri hemen hemen hiç kalmadı. İstasyon
da onlara düşen pek çok iş vardı. B unlardan arta kalan
zam anlarında, kaldıkları barakayı onarıp kışa hazırlamak
için çalışıyor, bu yüzden de bitkin düşüyordu. Sobayı ta
mir ediyor, kapıyı pencereleri rüzgâr girmeyecek şekilde
sağlamlaştırıyordu. Böyle işlere hiç alışkın değildi. B ere
ket versin Yedigey vardı ve ona âlet vererek, gerekli m al
zemeyi bularak yardım ediyordu. Sıra küçük hangarın ya-
184 / C.ÜN OLUR ASRA BEDEL
nına kiler olarak kullanılacak bir yer kazmaya gelince,
Kazangap da yardıma koştu. Üçü elele vererek büyükçe
bir çukur kazdılar. Çukurun üzerini eski traverslerle ört
tüler. Traverslerin üzerini de kil ve sam an karıştırarak
yaptıkları balçıkla sıvadılar. Bunun da üzerine, hayvanlar
basıp düşmesin diye, bir çatı yaptılar. O nlar bu işleri ya
parlarken A butalip’in iki oğlu yanlarından hiç ayrılm adı,
ayaklarına dolanıp durdular. Ama yine de çocuklar onla
rın neşelerini arttırıyordu.
Bu arada Kazangap ve Yedigey, bu yeni kom şuları
na daha başka yardım larda bulunmayı da kararlaştırdı
lar. İlkbaharda onlara bir sağmal deve vereceklerdi. Ama
önce Abutalip deve sağmayı öğrenmeliydi. Deve, inek sa
ğar gibi oturarak değil, ayakta durarak sağdırdı. Ayrıca
deveye, özellikle de köşeğine iyi bakm alıydı. Yavruyu za
m anında emzirmek, zamanında anasından ayırmak gere--
kirdi. Bütün siilü em m esine engel olunmalıydı ama bes
lenmesine yetecek kadar da süt bırakmalıydı. Çünkü de
ve yavrusu çok naziktir ve sürekli bakım ister. Kısacası
bu işleri öğrenmeliydi.
Yedigey, A butalip’in ev işleriyle meşgul olm asına,
Zarife ile birlikte iki ailenin çocuklarına okumayı, yaz
mayı, resim yapmayı öğretm esine seviniyor, çok m em nun
oluyordu am a onu asıl m em nun eden bu yitik B oranlı’da
her türlü sıkıntının üstesinden gelip kendisine özel uğra
şılar bulmasıydı. H er aydının yapması gereken şeyi yapı
yor, yani kitap okuyor, yazı yazıyordu. Yedigey böyle bir
dostu olduğu için gizliden gizliye gurur duyuyor ve bu
yüzden de ona hep yakın olmak istiyordu. Kültürlü, bilgi
li insanlara çok saygı duyardı. Sarı-Ö zek’e sık sık gelen
jeolog Yelizarov ile yakın dostluk kurm ası da gösteriyor
du bunu. A butalip de Yelizarov gibi çok şey bilen kültür
lü bir insandı. Ne var ki çok açılmaz, çok konuşm azdı.
Bununla birlikte, bir gün Yedigey ile uzun uzun, ciddi
ciddi konuştu.
GÜN OLUR ASRA BEDEL 1 185
Bir akşam iistii, işlerini bitirmiş evlerine dönüyorlar
dı. Yolun yedinci kilom etresinde, karın sık sık yolu tıka
dığı yerde, tahtadan bir siper ya da engel yapmışlardı o
gün. Henüz sonbaharın başıydı ama kar bastırm adan ge
rekli hazırlığı yapmalıydılar. Bu mevsimde akşam üzerle
ri çok güzel, aydınlık ve dinlendirici olur, insana bir dos
tuyla konuşmak, dertleşm ek arzusu verir. O gün Sa-
rı-Özek düzlükleri ve tepeleri akşamın alacakaranlığına
bürünm ekteydi. Böyle akşam larda, A ral’ın dibi de san
daldan bakılınca böyle görünürdü.
Şundan bundan konuşurken Yedigey, A butalip’e
sordu:
- Yahu Abu, akşamları ne zaman evinizin yakının
dan geçsem, seni pencerenin önünde, lambanın yanında
oturm uş bir şeyler yaparken görüyorum. Yazı mı yazıyor
sun, yoksa bir şey mi tam ir ediyorsun? Ne yapıyorsun?
Abutalip, küreği bir om uzundan ötekine aktardı ve
içtenlikle.cevap verdi:
- Başka çarem yok, ancak geceleri çalışabiliyorum.
Çalışma masam yok, onun için çocukların yatmasını
bekliyorum . O nlar yatınca Zarife ile geçiyoruz pencere
çıkıntısının başına. O kitap okuyor ben ise anılarımı yazı
yorum. Diaha vakit varken, unutm adan kalem e alm ak is
tiyorum onları. Savaş anılarım ı, en çok da Yugoslavya’da
geçen yıllarımı anlatıyorum . Zam an çabuk geçiyor ve
olaylar da çabuk unutuluyor -bir süre sustu-. Çocuklarım
için neler yapabileceğimi her zaman düşündüm . Onları
yedirip içirmek, terbiye etm ek görevimiz. Bunu elimden
geldiği kadar yapıyorum . A m a ben birkaç yıl içinde öyle
olaylar yaşadım , öyle sıkıntılar çektim ki, başkaları bunu
yüz yılda göremez, yaşayamaz. Bunca çileli maceraya
rağm en hâlâ yaşıyorum işte. Düşündüm ki, kaderin beni
o felâketlerden çıkarması belki bir tesadüf değildir. B un
ları başkalarına, her şeyden önce çocuklarıma anlatm am ,
onların ders alm ası için sağ bırakm ıştır beni. M adem ki
186 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
dünyaya gelmelerine sebep oldum, hayatımı, düşüncele
rimi bilmeleri gerekir. Ben böyle düşünüyorum. Elbette
herkesin kabul ettiği gerçekler, ortak doğrular vardır.
Am a herkesin bir de kendi görüşü, düşüncesi, tecrübesi
vardır. İşte bu görüşler, o kişinin ölümüyle yok olup gi
derler. Bir insan, dünya güçlerinin vuruşmasından, ölüm
le kalım arasındaki birçok halkalardan geçmişse, bu kar
gaşada yüz defa ölebilecek iken hâlâ hayatta kalmışsa,
çok görm üş, çok öğrenm iş olur. Neyin iyi, neyin kötü, n e
yin doğru, neyin yanlış olduğunu anlam ış olur...
Yedigey şaşırdı ve onun sözünü kesti:
- D ur hele, anlayamadığım bir nokta var. Belki bu
söylediklerin çok doğrudur. Ama senin çocukların daha
çok küciik, berberin tıraş m akinesinden bile korkuyorlar,
senin bu yazdıklarım nasıl anlayacaklar?
- İşle ben de onun için yazıyorum ya. Kimse kimse
nin ne kadar yaşayacağını bilemez. Benim daha uzun sü
re yaşayacağımı kim bilebilir? D aha üç gün önce, kafam
da bin türlü düşünce, dalıp gitmiştim. Kazangap tam vak
tinde kolumdan tutup çckmeseydi, tren altında ezilip öle
cektim. Bir güzel de azarladı beni. "Çocukların, ölm edi
ğin için diz çöküp T a n rı’ya şükretsinler" dedi.
Yedigey onun çok dalgın olduğunu söyleyip bir daha
uyarmak için bunu fırsat bildi:
- K azangap’ın hakkı var. Sana hep söylerim, Z ari-
fe’ye de söyledim . T ren yolunda öyle dalgın yürüyorsun
ki, sanki lokom otif raydan çıkıp sana yol verecek! G ü
venlik kuralları diye bir şey var, bunu bilirsin. Senin gibi
okumuş bir adama kaç kere söyleyeceğiz bunu! Sen bir
demiryolu işçisisiıı ama dem iryolunda olduğunu unutup
pazar yerinde dolaşıyormuş gibi yürüyorsun. Hiç şakası
yok bu işin!
A butalip’in suratı biraz asıldı:
- Anladık, anladık! Öyle bir şey olsa tek suçlusu ben
olurum . Öğüt vermeyi bırak da beni dinle..
GÜN OLUR ASRA BEDEL /187
- Söz açıldığı için söyledim. A nlat sen, dinliyorum.
- Eskiden insanlar çocukları için miras bırakırlardı.
Bazen iyi, bazen kötü olurdu bu. D urum a göre değişirdi.
Ne kadar çok kitap yazılmış, ne kadar çok masal anlatıl
mış, ne kadar da çok piyes oynanmıştır bu konuda! Ni
çin? Çünkü bu m iraslar çok defa haksız kazançlardan,
başkalarının sırtından sağlanan mal-mıılk olurdu. O nun
için m irasla birlikte birçok günah, haksızlık, kötülük
m eydana gelirdi. A m a, A llah’a şükürler olsun ki, şimdi
miras meselesi diye bir şey yok. Benim bırakacağım mi
rasın ise kimseye bir zararı olmayacak. Benim mirasım,
benim ruhum dan, benliğimden, yazılarımdan ibaret ola
cak. Savaş yıllarında görüp yaşadığım olayları anlatan ya
zılardan ibaret. Çocuklarıma bırakacağım başka zenginli
ğim yok. Burada, bu Sarı-Özek bozkırında karar verdim
buna. Hayat beni, yok olayım, yitip gideyim diye, yavaş
yavaş buralara kadar itti. Ben de bütün yaşadıklarımı,
gözlemlerimi, ak kâğıda kara yazılarla dökeceğim ve mi
ras olarak bunları bırakacağım çocuklarıma. Yarınlara,
bütün arzulanm a, belki onlarla ve onlarda ulaşırım.. Be
nim yapamadıklarım ı belki bir gün onlar gerçekleştirir
ler.. O nların çağında hayat bizimkinden bile daha güç
olacak. O nun için daha küçük yaşla bazı şeyleri öğrensin,
akıllarını başlarına toplasınlar...
Bir süre sessizce, herbiri kendi düşüncelerine dala
rak yürüdüler. A rkadaşının söyledikleri Yedigey’e biraz
tuhaf geldi. İnsan yeryüzünde varoluşunu böyle de yo
rumlayabilirmiş dem ek? diye düşündü. Yine de şaştığı
şeye bir açıklık kazandırm ak istedi:
- A m a herkes çocuklarım ızın bizden d ah a iyi, daha
rahat ve mutlu yaşayacağına inanıyor. Radyodan da söy
lüyorlar bunu. Sen ise tam aksini söylüyorsun. Atom sa
vaşından mı söz etm ek istiyorsun?
188 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
- Yalnız ondan değil. Yeni bir savaş olacağına pek
inanmıyorum. Olsa bile çok sonra, uzun zaman sonra
olur. M esele ekm ek meselesi de değil. Tarihin çarkı git
tikçe daha hızlı dönüyor. Çocuklarım ız h er şeyi kendileri
anlayıp öğrenmek, kendi akıllarıyla yapmak, bizim işleri
mizi üstlenm ek zorunda kalacaklar. Oysa düşünm ek, her
zaman acı veren ağır bir iştir. O nun için onların hayatı
bizimkine göre daha zor olacaktır.
Yedigey arkadaşından düşüncelerini daha açık söy
lemesini istemeye cesaret edemedi: D üşünm ek niçin her
zam an acı ve ağır bir şey oluyordu? Sonraları bu konuş
mayı hatırladıkça "niçin sorm adım ?" diye pişmanlık du
yacaktı. Çünkü sorup öğrenm esi, iyice kavraması gerekir
di.
A butalip, Y edigey’in şüphelerini giderm ek istercesi
ne konuşmaya devam etti:
- Bütün bunları niçin söylüyonım ? Şunun için: K ü
çük çocuklar büyüklerin h er şeyi çok iyi bildiklerini, çok
akıllı ve her zaman da haklı olduklarım sanırlar. Ama bi
raz büyüyünce bunun pek doğru olmadığını anlarlar. O n
ları terbiye edenlerin, yani biz ana babaların bazen ne
kadar gülünç, acınacak halde olduğunu görürler... Z a
man çarkı dönüş hızını arttırıyor. Bununla birlikte, kendi
kuşağımız için son sözü yine kendimiz söylemeliyiz. A ta
larımız bu m aksatla bazı efsaneler, m asallar söylemiş ve
kendilerinden sonraki kuşaklara ne kadar büyük insanlar
olduklarını anlatm ak, kanıtlam ak istemişlerdir. Biz de
bugün atalarım ız hakkındaki yargımızı bu efsanelere ba
karak veriyoruz. İşte, çocuklarım için benim yaptığım da
bundan farklı bir şey değildir. Benim efsanelerim, benim
savaş yıllarımı anlatıyor. Partizanlarla birlikte geçirdiğim
yılları yazıyorum. N eler olduğunu, neler görüp neler ya
şadığımı bir bir anlatıyorum. Büyüdükleri zaman bunları
okuyup anlayacaklarını, yararlanacaklarını umuyorum.
Buna inanıyorum. Başka düşüncelerim de var: Çocuklar
(¡UN OLUR ASRA UEDEI. /189
Sarı-Özek bozkırında büyüyecekler. İyice büyüdükleri
zaman, hiçbir zam an değeri olmayan berbat bir yerde ya
şadıklarını söylem esinler kendilerine. O nun için bizim
eski türkülerimizi de teker teker kaydediyorum. Onları
kaydeden bir yazar olmasa zamanla unutulup gider ve bir
daha kimse hatırlam az. Bana göre bu türküler bize geç
mişimizi anlatan belgelerdir. Senin U kubala çok türkü
biliyor. Bunları hatırladıkça bana söylemeye söz verdi.
Yedigey övünçle cevap verdi:
- A, tabiî, çok türkü bilir, çok da güzel söyler. Soyu,
kökü A rallı’dır onun. Biz, A ral kıyısında doğup büyüm üş
Kazaklarız. İnsan denize açılınca türkü söylemek gelir
içinden, deniz insana ilham verir. Ve deniz söylenen tür
küyü anlar. Y ürekten duyarak söylediğin türküyü o da
yürekten ve hemen kabul eder.
- D oğrudur. Çok haklısın. Geçen akşam yazdıklarımı
okudum. Ben de, Zarife de çok duygulandık, gözlerimiz
yaşardı. Ne güzel türküler yakarmış eskiler! H er türkü
tek başına bir tarih sanki. Öyle içten, öyle canlı ki, insan
türküyü yakanları, söyleyenleri karşısında, yambaşında
görür gibi oluyor. O nlar gibi yaşamak, onların acılarına
ortak olmak, onlar gibi sevmek istiyor. D aha yakından
tanım ak istiyor onları. O nesiller işte bu türkülerde, bu
türkülerle yaşam aya devam ediyorlar. K azangap’ın karısı
Bikey’e de rica ettim . B ana K arakalpak türkülerini yazdı
racak. Onları ayrı bir deftere yazmak istiyorum. Böylece
bir de K arakalpak türküleri defterimiz olacak...
Hat boyunca ağır ağır yürüyorlardı. Hava az rastla
nan güzellikteydi. Sonbahar öncesi, o sakin akşam üstü,
derin bir iç çekiş gibi insanı rahatlatıyordu. S arı-Ö zek’te
ne orm an vardı, ne ırmak, ne de ekili tarlalar. Ama, bat
m akta olan güneşin ışık ve gölge oyunları, bozkırda o gü
zelliklerin hiçbiri eksik değilmiş gibi bir his veriyordu in
sana. Uçsuz bucaksız alanlara inen kararsız, titrek, mavi
renk dalgalanmaları gönüllere coşku veriyor, insanın ka
190 / GÜN ÖLÜR ASRA BEDhL
fasında yeni yeni fikirler doğuruyor, çok yaşamak ve dü
şünmek arzusu veriyordu... Abutalip, sonradan tekrar
dönm ek üzere bir süreliğine hayalinden uzaklaştırdığı bir
konuyu birden hatırlam ış gibi sordu:
- Yedigey, bak ne diyeceğim.. Ç oktandır sorm ak isti
yordum. Şu dönenbay kuşu.. Böyle bir kuş gerçekten var
mı? Sen hiç rastladın mı?
- Aa, D önenbay mı? Bir efsane o!
- Biliyorum, ama efsaneler de çok defa bir gerçeğe
dayanır. M eselâ şu bizim sarıasma kuşunu ele alalım. Bi
zim Semireçye yöresinde yaşar. Çalılar, bağlar arasında,
sabahlara kadar öter, birbirlerini çağırırlar. "Nişanlım
kim? Nişanlım kim?" diye ötermiş. Belki bir ses benzeş
mesinden dolayı öyle demiş, yakıştırmış olabilirler. O l
sun. Niçin öyle öttüğünü, öyle dediğini anlatan bir masalı
da var. Belki ötüşlere "Dönenbay! Dönenbay!" seslenişini
andıran kuşlar da vardır. Efsaneye de o yüzden geçmiş
olabilir?
- Bilmiyorum. Bunu hiç düşünm edim doğrusu. Sa-
rı-Ö zek’te çok dolaştım am a, bu isimde bir kuşa rastla
madım. Böyle bir kuş yok sanıyorum..
Abutalip dalgın dalgın:
- Belki... belki yoktur, dedi.
Yedigey kendi söylediklerinden telâşa kapıldı:
- Yoktur diyorum ama, o zaman Dönenbay efsanesi
de bir uydurma olur. Büsbütün de uydurma değildir her
halde...
- Neden uydurma olsun.. Şu Ana-Beyit mezarlığı
gerçekten var, yerinde durup duruyor. Ve oralarda bir
şeyler olduğunu da biliyoruz. İşte bu yüzden ben ‘dö n en
bay’ diye bir kuşun varlığına inanıyorum. Bir zam an gele
cek, onu bir gören olacaktır. Çocuklar için böyle yazaca
ğım.
GÜN OLUR ASRA H E U K l./191
- Çocuklar için ise, buna bir şey dem em . Çocuklar
için olur.
Yedigey'in bildiğine göre Sarı-Ö zek’e ait bu eski ef
saneyi yalnız iki kişi kalem e almıştı. Bunun ilkini, A buta-
lip K uttubayev, büyüdükleri zam an okusunlar diye, 1952
yılının sonlarına doğru çocukları için yazmıştı. Bu yazı o
korkunç olaylardan sonra kaybolup gitti ve üzüntüden
dolayı ne o ne de bir başkası yazının ne olduğunu sorm a
ya fırsat bulam adı. Birkaç yıl sonra 1957’de ayni efsaneyi
Yeiizarov Afanasi İvanoviç de kâğıda döktü. Şimdi Yeli-
zarov da yok. O da göçüp gitti bu dünyadan. H erhalde
bu yazı da diğer birçok yazıları gibi, A lıııa-A ta’daki dos
yalarının arasındadır. Yeiizarov da, Abutalip de bu efsa
neyi K azangap’tan dinleyerek yazmışlardı. A m a K azan-
gap efsaneyi anlatırken Yedigey de yanlarındaydı. Bazı
hatırlatm alarda bulunmuş, bazı ayrıntıların yorum lanm a
sına yardım etmişti.
*
Şimdi, nakışlı ö rtülerle süslenm iş K aranar'm iki h ö r
gücü arâsına kurulan Yedigey, sallana sallana giderken:
"Vay canına! Yıllar nasıl da gelip geçmiş! Şu geçen zam a
na bak!" diye geçirdi aklından. Şimdi de K azangap’ın
kendisini götürüyordu Ana-Beyit mezarlığına. Böylece
çem berin iki ucu birleşiyordu. Efsaneyi anlatanın kendisi
de, hikâyesini çok iyi bildiği, gelecek kuşaklara aktarm ak
için hafızasında taşıdığı Ana-Beyit mezarlığına son uyku
sunu uyumak üzere gidiyordu.
"Ey Ana-Beyit! Şimdi yalnız sana geleceğim! Şimdi
yalnız ikimiz kaldık.. Sen ve ben. Ben de yakında sana
geleceğim, kendi yerimi alacağım. Benim de sonum yak
laşıyor..." diyordu Yedigey kendi kendine. Küçük cenaze
alayının başında, K aran ar’ın sırtında, bozkırda sallana
sallana gidiyordu. O nun arkasında röm orku ile traktör,
192 / GÜN OLUR ASRA BEDEL
traktörün ardında Belarus marka yol kazma makinesi
vardı. C enaze alayına kendiliğinden katılan kızıl tüylü
Yolbars, bazen arkada, bazen önde koşuyor, bazen yana
geçip duruyor, bazen de kaybolup bir süre görünmez olu
yordu... Kuyruğunu dik tutuyor, kendine ciddi bir tavır
veriyor ara sıra, önem li bir iş yapıyormuş gibi sağa sola
bakıyordu...
Güneş tam tepelerine gelmiş, öğle olmuştu. Ana-
Beyit mezarlığı uzak değildi artık...
- VIII -
1952 Y ILi n i n sonları, daha doğrusu bütün sonbahar
ve onun ardından biraz gecikerek gelen ama kar fırtına
ları getirm eyen kış günleri, B oranlı’da yaşayan bir avuç
insan için, belki de hayatlarının en güzel günleri oldu.
Sonraları o günleri Yedigey hep hüzün karışık bir özlem
le hatırladı.
Y aşından dolayı B oranlılılar tarafından ‘aksakal’ sa
yılan, edeb-erkân bilen am a akıllılık edip başkalarının işi
ne pek karışmayan Kazangap, o günlerde güçlü kuvvetli,
sapasağlam bir adamdı. Oğlu Sabitcan, Kumbel yatılı
okulunda okuyordu. Kuttubayevler, Sarı-Ö zek’e temelli
yerleşmeye kararlı görünüyorlardı. Evlerini kışa hazırla
mış, kilere yeteri kadar patates konulmuş, Z arife ve ço
cuklara keçe çizm eler alınmıştı. Ayrıca bir çuval da un ıs-
marlamışlardı. Bu unu Yedigey güçlü çağma henüz ula
şan K aran ar’ın sırtına yükleyerek getirm işti K um bel’den.
Abutalip gündüzleri dem iryolunda çalışıyor, artan za
m anlarında çocuklarla meşgul oluyor, geceleri ise pence
re kenarındaki lam banın ışığında, uzun uzun yazılarını
yazıyorlardı.
O nlardan başka B oranlı’da birkaç işçi ailesi daha
vardı ama bunlar kalmaya, yerleşmeye niyetli görünm ü
yorlardı. O zam anlar istasyon şefi Abilov da fena bir
adam değildi. Köyde herkesin sağlığı yeriııdeydi. İşler yü-
194 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL
rüyor, çocuklar büyüyordu. Kış gelm eden yol onarım ı ta
mamlanmış, kar engelleme setleri yapılmıştı.
Havalar gerçekten çok güzel geçmişti. Sonbahar, kı
zarmış ekmek kabuğu renginde bir m anzara getirmişti
Sarı-Özek bozkırına. Sonra kış geldi ve her yer bembeyaz
oldu. Bütün alanları kaplayan o sessiz beyazlığın içinde,
demiryolu kara bir iplik gibi uzanıyor, trenlerin biri gelip
biri gidiyordu. Tren yolcuları, dem iryolunun kenarında,
kar tepecikleri arasında, birkaç kasabadan oluşan küçük
bir köy görüyorlardı. İşte orasıydı Boranlı. Yolcular kom
partım an pencerelerinden kayıtsız bakışlarla bu evleri
süzüyor, ya da bir an için, kuytuda, o yitik köyde yaşayan
yalnız insanları düşünerek onlara acıyorlardı... Aslında
pek o kadar acınacak durum da değildiler. Yazın kavuru
cu sıcaklarını bir yana bırakırsak, o yıl oldukça iyi geç
mişti.
Genel olarak, savaş sonu sıkıntıları yavaş yavaş hafif
lemeye başlamıştı. Yeni yıldı, yiyecek m addeleri ve sana
yi ürünlerinin fiyatlarında bir düşm e bekleniyordu. M a
ğazalar henüz malla dolup taşm ıyordu ama, durum yıl
dan yıla iyileşiyordu...
B oranlılılar’ın, yılbaşını bir bayram gibi kutlam ak
âdetleri yoktu. Yılbaşı gecesini sabırsızlıkla beklemez, o
gece coşup eğlenmezlerdi. Ne olursa olsun istasyondaki
işler devam eder, yeni yılın nerede, ne zaman başlayaca
ğına hiç aldırm adan gelir giderlerdi. Bundan başka, kışın,
istasyondaki işlerin dışında da yapılacak işleri çok olurdu
B oranlılılar’ın. O dun kırar, soba yakar, kırda ahırda b u
lunan develerle, yaz mevsiminde olduğundan daha çok
meşgul olurlardı. Çünkü hayvanlar kış günleri daha çok
bakım isterdi. Gündüzleri oradan oraya koşturmaktan
yorulan insanlar, yıl sonunu, yll başım akıllarına getirm e
den, kendilerini bir an önce yatağa atm ak için beklerlerdi
gecenin olmasını.
Yıllar böylece birbirini kovalıyor, gelip geçiyordu...
GÚN OLUR ASRA BEDEL ' 195
A m a 1953'ün son günü, öbür yıllara İliç benzem edi,
çok şenlikli geçti. Şenliği düşünen ve düzenleyen K uttu-
bayev ailesiydi. Yedigey ancak son hazırlıklar için yar
dımcı oldu. H er şey, öğretm en K uttubayevlerin çocuklar
için bir Noel ağacı süslemeye karar vermeleriyle başladı.
Ama çam ağacını nasıl bulabilirlerdi? Sarı-Ö zek'te dino
zor yumurtası bulmak çam ağacı bulmaktan daha kolay
dı. G erçekten de, jeoloji araştırm aları yapan Yeiizarov,
toprak altında çok eski çağlardan kalan ve herbiri büyük
bir karpuz iriliğinde olan fosilleşmiş dinozor yum urtaları
bulmuştu. Bu fosiller Alma-Ata müzesine götürülmüş,
gazetelerde bu konuda yazılar çıkmıştı.
Yılbaşı ağacı süslemeyi düşünen Abutalip, bir çam
bulm ak için, soğuğa, ayaza bakm adan K um bel’e gitm ek
zorunda kaldı. K um bel’de dem iryolcular için beş çam ay
rılmıştı. A butalip bunlardan birinin B oranhlılara veril
mesini sağladı. İşte her şey böyle başladı.
H er tarafını kırağı kaplamış bir yük katan keskin gı-
. cırtılar çıkararak durduğu zaman, Yedigey istasyon şefin
den iş eldivenleri alm aktaydı. Bütün kapılarına kurşun
m ühürler vurulm uş dört dingilli vagonlardan oluşan
uzun bir katardı bu. Abutalip son vagonun üstü açık m er
diven sahanlığından güçlükle indi. Ayazdan kaskatı kesi
len çizmelerin içinde ayakları buz gibi donm uştu. Sahan
lıkta, kalın bir gocuğa sarınmış, başı kalpaklı bir görevli,
oldukça güçlük çekerek A butalip’e büyük ve ağır bir şey
uzattı. Yedigey bunun yılbaşı ağacı olduğunu anlamıştı.
Yine de, şaşkınlıktan bir süre kımıldamadan öylece dur
du.
M erdiven sahanlığından sarkan kalın giyimli, iri göv
deli adam Yedigey’i görünce seslendi:
- Hey Yedigey! Gel şu adam a yardım et biraz!
Yedigey koşup geldi, AbutalipM öyle görünce büyük
bir korkuya kapıldı. Kaşlarına varıncaya kadar bütün vü
cudunu bembeyaz kırağı kaplamıştı. Neredeyse hayatına
196/GÜN OLUR ASRA BEDEL
mal olacak o çam ağacının yanında kaskatı duruyor, don
duğu için kolunu bile uzatamıyor, konuşm ak için dudak
larını zor kımıldatıyordu.
Katar görevlisi boğuk bir sesle çıkıştı:
- Böyle bir havada bu kıyafetle mi yola çıkar sizin in
sanlar! Şu ağaç yüzünden az daha ölecekti. Sahanlıkta
buz gibi rüzgâr esiyor. Gocuğumu ona vermeyi düşün
düm ama bu defa da ben donacaktım soğuktan!.
Abutalip zar-zor dudaklarını kımıldatarak özür dile
di:
- Özür dilerim, oldu bir kere.. Ev yakın, az sonra ısı
nırım.
K atar görevlisi Y edigey’e:
- Bak, dedi, üzerimde kalın bir gocuk, bunun altında
pamuklular, ayağımda keçe çizmeler, başımda kürklü
başlık var. Yine de yolun bitimini dört gözle bekliyorum.
Bu kıyafetle yola çıkılır mı hiç!
Y edigey’in cam sıkılmış, üzülm üştü:
- Haklısın Trofim , dedi, çok iyisin, sağ ol. Haydi yo
lun açık olsun!
Böyle dedikten sonra çam ağacını kucakladı. Çam,
adam boyunda idi. İğne yaprakları orm anın kış kokusunu
veriyor ve Y edigey’in yüreği heyecandan fırlayacakmış
gibi çarpıyordu. Çünkü bu ağaç birden savaş sırasında
geçtiği orm anları hatırlatm ıştı ona. Böyle çamlar pek
çoktu orm anda. Nicelerini tanklarla ezmiş, nicelerini
obüslerle devirmişlerdi. Bir zaman gelip çam kokusun
dan böyle bir haz duyacağı, o zam anlar hiç akima gel
mezdi elbet.
Çam ağacını om uzladı, A butalip’in yüzüne bir daha
baktı ve:
- Haydi, çabuk eve gidelim! dedi.
A butalip’in soğuktan yanıp donm uş, gözyaşları ya
naklarında buzlanmış yüzünde, gözleri bir zafer kazan
mış gibi parlıyordu. Bunu gören Yedigey’in içine bir kor
GÜN OLUR ASRA B ED EL / 197
ku düştü: Çocukları, babalarının onlar için katlandığı bu
fedakârlığı anlayabilecekler miydi? Çünkü bunun tersi
bir durum la karşılaşanlar hiç de az değildi. Bir teşekkür
um arken umursamazlıkla karşılaşır, bazen düşmanlık bi
le görürsünüz. "Allah onu böyle bir durum dan korusun,
zaten çektikleri yeter ona!" diye geçirdi aklından.
Çam ağacını ilk gören A butalip’in büyük oğlu D aul
oldu. Bir sevinç çığlığı atarak dışarı fırladı. O nun hem en
ardından, üzerlerine kalınca bir şey alacak kadar bile
beklem eden Zarife ile Erm ek koştular.
Daul, çam ağacının çevresinde sevinçten zıp zıp zıp
layarak bağırıyordu:
- Çam ağacı! Çam ağacı! Bakın ne güzel!
Zarife de ondan aşağı kalmıyordu:
- H arika! Ç ok güzel! Büyük iş başardın, çok yaşa!
Hayatında hiç çam ağacı görmemiş olan E rm ek ise,
Yedigey amcasının taşıdığı ağaca, faltaşı gibi açılmış göz
lerle bakıyordu:
- Anne! Anne! Çam ağacı bu mu? Aa, çok güzel.
H ep bizim evde mi kalacak?
Yedigey başını sallaya sallaya Z arife’ye:
- Bak Zarife, bu ağaç yüzünden kocan az daha do
nup ölüyormuş! Anlıyor m usun? H em en ısmması gerek.
Önce çizmelerini çıkarmalı..
Çizmeler ayaklarına yapışmıştı soğuktan. Hepsi bir
den onları çekip çıkarm ak için işe koyuldu. Çocuklar kü
çük elleriyle, kaskatı olmuş dana derisi çizmelere asılı
yor, olanca güçleriyle çekiyorlardı. Abutalip ayağının ağrı
sızısından yüzünü buruşturuyor, dişlerini sıkıyor am a yi
ne de ah! oh! diye inlem ekten kendini alamıyordu.
Anneleri çocukları uzaklaştırmaya çalıştı:
- Bırakın, bırakın da ben yapayım şu işi. Sizin gücü
nüz yetmiyor, bana da mâni oluyorsunuz..
Yedigey, Z arife’ye alçak sesle:
198 ' GÜN OLUR ASRA BEDEL
- Bırak keyiflerini bozma, dedi, biraz zahm ete alış
sınlar.
Babalarının acılarına son vermek için bir an önce
onun çizmelerini çıkarmaya çalışmaları, bunun için can
ve gönülden asılm aları, A butalip’e en büyük m ükâfat idi.
Bu onların artık büyümekte olduklarını, bir şeyleri anla
maya başladıklarını da gösteriyordu. Bunun için çok sevi
niyordu. Hele küçük Erm ek hepsinden daha telaşlıydı. O
haliyle insanı hem duygulandırıyor, hem güldürüyordu.
Durm adan "atika! atika!" diyordu babasına. A ta (baba)
sözünü böyle söylüyor, onun bu yanlışını kimse düzeltm i
yordu. Atika (babacık, babacığım) kendiliğinden öyle
söylediği bir isimdi ama, insanoğlunun tâ bilinmeyen za
m anlardan beri ilk söylediği isim lerden biriydi.
- Atika! Atika! diyordu Erm ek. Babası için endişe
ediyordu. Bütün gücünü kullandığı için yüzünü ter bas
mış, yanakları al al olmuş, kıvırcık saçları dağılmıştı. Ba
basını donm aktan kurtarm ak için bu işi m utlaka b aşar
m ak istiyor, gözleri parlıyor, büyük bir adam gibi ciddi
ciddi asılıyordu. G örseniz katıla katıla gülmek isterdiniz.
Çocukların am açlarına ulaşmaları için bir şeyler yap
m ak gerekti. Yedigey bunun da çaresini buldu.
Çocuklar çekiştirirken çizmeler de yumuşamaya,
buzlar çözülm eye başlam ıştı. Şimdi onları A butalip’e faz
la acı verm eden çekebilirlerdi.
- Pekâlâ çocuklar, dedi Yedigey, bu işi hep b erab er
yapacağız, tren gibi dizilip birbirimizi çekeceğiz. Şöyle
arkam a geçin bakalım. Daul, sen bana sarıl, Erm ek, sen
de D aul’un beline sımsıkı sarılarak çekeceksin!
A butalip, Y edigey’in m aksadını anlam ıştı. O danın
sıcaklığından başlarındaki kırağılar ve donm uş gözyaşları
erim iş, çiy olup yüzünü kaplam ıştı. Yedigey’e hak verir
ken dudaklarına m utlu bir gülümseme gelmişti.
G 0 N O l.t R ASRA BEDEL /199
Yedigey, A bu talip’in önüne oturdu. Ç ocuklar da ar
kasına geçerek çekmeye başladılar.
- Hadi çocuklar! Hep beraber! Tek başıma asla gü
cüm yetmez, siz sıkı tutm azsanız başaram am , bak, kuvve
tim yetmiyor. H adi Daul! Hadi Ermek! Asılın! D aha hız
lı! D aha hızlı!
Çocuklar soluk soluğa bütün güçleriyle asıldılar. Z a
rife de gerektiğinde işe karışm ak için dikkatle bakıyordu
onlara. Yedigey, sanki olanca gücü ile çekiyorm uş, çok
zorlanıyormuş gibi yapıyor, çocukları coşturuyordu. So
nunda çizmenin birini çıkardılar ve hep birden bir zafer
kazanmışçasına sevinç çığlığı attılar. Zarife eline geçirdi
ği bir yiin kum aş parçasıyla kocasının tabanını ovmaya
başladı.
- Pekâlâ çocuklar! Pekâlâ anne! İkinci çizmeyi kim
çıkaracak? Babanızın bir ayağını çıplak, öbür ayağını çiz
menin içinde donm uş olarak bırakacak değiliz ya! Asılın
bakalım!
Herkes katıla katıla güldü, gülmekten yerlere yattı
lar. En çok gülen de A butalip idi.
*
Sohraları Boranlı Yedigey, o olayı sık sık hatırlayıp,
bir sırri çözmeye çalıştı. Kimbilir, B oranlı’dan uzakta bir
yerlerde, birilerinin bir yığın kâğıtlar arasında A buta
lip’in adını aram ası, belgeleri karıştırm ası, onun başına,
ne B oranlı’da, ne de Kuttubayev ailesinde, kim senin ak
lından geçirm ediği bir iş açması, belki tanı onun çizm ele
rini çıkarmaya, hem de tam çıkardıkları zam ana rastlı
yordu!
Felâket, hiç beklenm edik bir zam anda, bir kar fırtı
nası gibi çöktü üzerlerine. Yedigey böyle işlerde biraz
daha tecrübeli, ya da biraz kurnaz olsaydı, belki bu felâ
keti sezer, kuşkulanır, tedbir almayı düşünürdü.