The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by 741892f69b, 2021-03-26 17:46:13

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

Cengiz Aytmatov - Gun Olur Asra Bedel

50 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

muş, b u h ar olup uçm uş sanki. N e izi kalmış, ne tozu. İşte
bunun için dostlarım , çıkış izni alalım diye ona buna yal­
varmaya, onun bunun ayağını kaydırmaya hiç gerek yok.
Berm uda Üçgeni nemize gerek bizim! Ö z yurdum uzda
can sağlığı ile o tu rm aktan iyisi yoktur.. Hadi, kendi sağlı­
ğımıza içelim!

"Tamam, yine başlayacak nutuk atmaya, bulduk be­
layı, içtikçe çenesi açılıyor ve kapanm ak bilmiyor!" diye
söylendi Yedigey. İçinden bir de kiifür savurdu. Tahm in
ettiği gibi de oldu. Sabitcan çevresinde oturanları bulanık
bakışlı süzerek ve yine de önemli adam tavrını bırakm a­
maya çalışarak devam etti konuşmaya:

- Kendi sağlığımıza içelim, sağlığımız ülkenin en bü­
yük zenginliğidir. D em ek ki bizim sağlığımız devletin en
önem li servetidir. Evet, evet! Biz öyle basit insanlar deği­
liz, devletin adam larıyız biz.. Şunu da söylem ek isterim
ki...

Boranlı Yedigey sözün gerisini dinlem eden ayağa
kalktı ve hızla odadan dışarı fırladı. Karanlık sundurm a­
da ayağına takılan boş bir kova ya da onun gibi bir şey,
tangur tungır sesler çıkararak yuvarlandı. Dışarıda kaldı­
ğı için iyice soğuyan çizm elerini alelacele ayağına çekti
ve üzgün, öfkeli olarak evinin yolunu tuttu. Hiddetinden
bıyıklarını ısırıyor, "Vah zavallı K azangap vah!" diye iç
çekiyordu. "Gerçek bir ölüm yası, gerçek bir üzüntü bile
gösterilm iyor zavallıya! Ne biçim iştir bu, ne biçim nesil­
dir! Oğlu olacak herif cenazeye değil de sanki içmeye,
eğlenmeye gelmiş! Lâflar da lâf olsa bari! Bir devlet sağ­
lığı, devlet zenginliği tutturm uş, her içişte onu söyler, b a­
şımızı şişirir. Y arın A llah’ın yardımıyla m erhum u göm e­
lim, duasını yapalım, sonra bu herif defolup gitsin başı­
mızdan. Bir daha hiç yüzünü görmeyelim! Kimin ne işine
yarar ki!?".

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 5 1

Uzun A dilbay’ın evinde epeyce oturm uşlardı, vakit
geceyarısını bulm uştu. Yedigey, Sarı-Ö zek’in gece serin­
leyen havasını derin derin içine çekti. Yarınki havanın
her zamanki gibi açık, kuru ve epeyce de sıcak olacağı
anlaşılıyordu Bu mevsimde hep böyle olurdu: G ündüzler
kavurucu sıcak geceler ise dondurucu soğuk geçerdi. Sa-
rı-Özek bozkırının bitki yönünden pek çıplak oluşunun
sebebi de b u d u r zaten. B itkiler âni ısı değişikliğine uyum
sağlayamaz. G ündüzleri başlarını güneşe çevirir, yaprak­
larını açar, bir parçacık nemli havanın esmesini bekler­
ler, ama gece olunca da soğuktan kavrulup giderler. An­
cak çok dayanıklı olanlar kalır ki bunlar da bazı dikenler,
yavşan otları ve dere boylarında öbeklenen bazı ot türle­
ridir. Bunları kışın yakm ak için biçerler, Y edigey’in eski
dostu jeolog Y elizarov’un anlattığına göre vaktiyle b u ra­
ları baştan başa bitki örtüsüyle kaplıymış, çünkü o zaman
başka bir iklim hüküm sürüyormuş, şimdikinden en az üç
defa daha fazla yağmur yağarmış. Tabii hayal da bam ­
başka imiş o zam anlar. San-Ö zek bozkırında yılkılar, ko­
yun ve sığır sürüleri dolaşırmış.

Y elizarov’un ballandıra ballandıra anlattığı o za­
m anlar herhalde çok gerilerde kalmıştı ve belki de istilacı
Juan-Juanların gelişinden de eski idi. Buraları istila e t­
miş olan Ju an -Ju an lar çoktan tarihten silinmiş, izi tozu
kalm am ıştı. Yoksa, bunca insan S arı-Ö zek’e nasıl yerle­
şir, nasıl yaşardı? Yelizarov "San-Özek bozkırın unutul­
m uş bir kitabıdır" derken hiç de haksız sayılmazdı. Yine
Y elizarov’a göre A na-B eyit m ezarlığının hikâyesi de asıl­
sız bir hikâye değildi. Bazı bilginler yalnız yazılı belgeleri
tarih sayarlar. Peki, eskiden kitap-belge yazılmamışsa ne
olacak?

52/G Ü N OLUR ASRA BEDEL

İstasyondan gelip geçen trenlerin gürültüsü, tuhaf
bir ses benzerliğiyle, Boranlı Y edigey’e, A ral denizinin
fırtınalarını, bu fırtınaların uğultusunu hatırlattı. Yedigey
o denizin kıyısında doğup büyümüş ve savaş yıllarına ka­
dar o rad a yaşamıştı. K azangap da A ral K azakları’ndan
idi ve çok sıkı dost olm alarının belki en önem li sebeple­
rinden biri de buydu. Sarı-Ö zek’te, A ral’dan, o doğup
büyüdükleri vatandan, sık sık ve hasretle söz ederlerdi.
K azangap’ın ölüm ünden az önce, ilkbaharda, doğup b ü ­
yüdükleri yeri görm ek için oraya gitmişlerdi. Yedigey ih­
tiyar K azangap’ın, dünya gözü ile oraları son bir defa d a­
ha görm ek, A ral’la vedalaşm ak istediğini şimdi çok iyi
anlıyordu. Keşki gitm eseydiler. Ç ünkü A ral’ın gittikçe
çekilip küçülm ekte olduğunu görünce pek üzülmüşlerdi.
G erçekten de o koca deniz kuruyup iyice küçülmüş ve
onlar kıyıya ulaşm ak için eskiden denizin dibi -olan ve
şimdi killi bir çıplak düzlük hâline gelen yerde on kilo­
m etre kadar yürümüşlerdi. Bu durumu görünce Kazan­
gap içini çekerek şöyle demişti: "Dünya kuruldu kurulalı
Aral vardı, şimdi o bile kuruduğuna göre insan öm rünün
lâfı mı olur?". İhtiyar K azangap şunu da söylemişti: "Öl­
düğüm zam an beni A na-B eyit’e göm m eni istiyorum Y e­
digey, A ral’a gelince, bu onu son görüşüm olacak!".

Yedigey, gözlerine dolan yaşı yeniyle sildi. Ü züntü­
den düğüm lenen boğazını açmak için birkaç kez öksür­
dü. S onra da K azangap’ın evceğizine doğru yürüdü. Ay­
zade, U kubala ve köyün öteki kadınları oradaydılar.
Evinde işini bitiren her kadın oraya geliyor, elinden ge­
len yardımı yapmaya çalışıyordu.

Aral yöresinde yaşayanlar bu göle 'deniz' derler. Y azarda öyle diyor.
Daha küçük bir göl olduğu ve adı (Sıcak Göl) anlam ına geldiği halde
Isık-G öl’e d e 'd en iz,' diyorlar. G enel o larak bir kıyıdan bakıldığı zam an
karşı kıyısı görülem eyen büyük göllere deniz diyorlar. (Çevirenin notu)

GC'NOl.UR ASRA BEDEI./53

Yedigey ağılın önünden geçerken, orada bir kazığa
bağlı duran, havutlanmış, püsküllü, işlemeli örtüsü örtül­
müş K a ran ar’ın yanında durdu. Ay ışığında deve, pek bü­
yük. pek güçlü, bir fil kadar heybetli görünüyordu. Y edi­
gey kendini tutam ayıp hayvanın böğrünü tapıkladı:

- Hay Maşallah! Pek yamansın!
Tam kapıdan içeri gireceği sırada, nedense birden
dün geceyi hatırladı. Bozkır tilkisinin dem iryoluna kadar
gelişini, onu vurm ak için eline aldığı taşı fırlatmaya cesa­
ret edemeyişini, sonra eve giderken kosm odrom dan ha­
valanan uzay gemisinin od-alev içinde göğün sonsuzluğu­
na yükselip gözden kayboluşunu...

-III-

O a n d a , Büyük O kyanus’un kuzey enlem lerinde va­
kit sabah idi. Saat sekize geliyordu. G öz kam aştıran gü­
neş, parlak ışıklarını uçsuz-bucaksız ve ılgımlı bir sessizli­
ğin üzerine yaymaktaydı. Su ve gökyüzünden başka bir
şey görünm üyordu o uçsuz-bucaksız bölgede. Bununla
beraber, oralarda bir yerde, gözlerden ırak Konyansiyon
uçak gemisinde, şimdilik gemidekilerdeıı başka kimse
bilmese de, dünya çapında önemli bir dram yaşanmak­
taydı. A m erikan-Sovyet yörünge istasyonu P A R İT E ’de
meydana gelen, o güne kadar görülmemiş, duyulmamış
bir olayla ilgiliydi bu dram.

Bütün dünya ile ilişkilerini kesen Konvansiyon uçak
gemisi, Aleut adalarının güneyinde her zamanki yerini
korum akla kalm ıyor, San-Fransisco ile V ladivostok’a
tam eşit uzaklıkta bir noktada bulunmaya çok dikkat edi­
yordu. İki devlet arasında "Demiurg" adı verilen ortak
planetoloji (gezegen bilim) projesinin bilimsel-stratejik
karargâhıydı bu uçak gemisi.

Uçak gemisinde bazı değişiklikler olmuştu. Buradaki
Amerikan ve Sovyet ortak genel yöneticileri olağanüstü
olayın habercisi olan biri Sovyetler’den, diğeri Am erikalı
iki o p eratö re, P arite ile ilgili haber sızmasın diye, geçici
bir süre için, hiç kimse ile bağlantı kurm am aları kesin
olarak emredilmişti...

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 55

"Konvansiyon" uçak gemisi askerî am açla kullanılmı­
yor, hiçbir silah bulundurmuyordu. Birleşmiş Milletler
T eşkilatı’nm özel bir kararm a göre uluslararası dokunul­
mazlık statüsü de vardı. Bütün bunlara rağmen personel
alarm a geçirilmiş, olağanüstü durum ilân edilmişti.

G ündüz, saat on bire doğru, beş dakika ara ile iki ta­
rafın sorumlu komisyonlarının gelmeleri bekleniyordu.
Bu komisyonlar, kendi ülkelerinin ve dünyanın güvenliği
için her türlü kararı ve gerekli tedbirleri alma konusunda
tam yetkiye sahiptiler.

İşte bu yüzden "Konvansiyon" uçak gemisi, AJeut
adalarının güneyinde, Vladivostok ile San-Fransisco’ya
eşit uzaklıkta bulunan noktada yerini almış, bekliyordu.
Geminin bulunduğu bu yerin seçimi bir tesadüf değildi.
T arihte eşi görülm em iş bir uluslararası işbirliği için özen­
le seçilmişti ve D em iurg program ını y aratanların daha
işin başında, yönetim de m utlak eşitliğe sahip olduklarını
gösteriyordu.

"Konvansiyon" gemisine, bütün donanımı, araç-ge-
reçleri ve enerji stoklarıyla, iki ortak ülke eşit olarak sa­
hiptiler. Yine bu gemi, Nevada ve Sarı-Özek uzay üsle-
riyle doğrudan doğruya ve ayni anda telsiz telefon bağ­
lantıları kurabiliyordu. Gemide bulunan sekiz tepkili
uçağın dördünü Amerika, dördünü de Sovyetler vermişti.
Bu uçaklar O rtak Y önetim M erkezi ile kıtalar arasında
sürekli olarak haberleşm e ve taşıma görevi yapm aktaydı­
lar. G em ide biri Sovyet öteki Amerikalı ve Kaptan Parite
1-2 ile Kaptan Parite 2-1 diye adlandırılan iki kom utan
vardı ve bunlar sıra ile, vardiya usulü, başkum andanlık
yapıyor, yönetimi ele alıyorlardı. Kom utan yardımcıları,
tecrübeli gemiciler, makinistler, elektrikçiler, istimciler...
bütün m ürettebat, iki tarafın eşit sayıdaki görevlilerinden
oluşuyordu. Teknik personel de ayni şekilde tarafların
eşit sayıda elem anlarından meydana gelmişti- Kumandan
Parite 1-2 ve P arite 2-1’den tutun da her alanın uzm anı­

X / GÜN OLUR ASRA BEDEL

na ve k am arotlara kadar, iki tarafın çalışanları eşit sayıda
idiler. Bugüne kadar çıkılan yörüngelere göre dünyaya
en uzak verde bulunan Tramplen yörüngesindeki uzay is­
tasyonuna, karşılıklı ilişkilerin özünü yansıttığı için Parile
(eşitlik) adı verilmişti.

Pek tabiî, bu işin gerçekleşm esi, iki ülkenin bilimsel,
diplom atik ve idari organları oranında uzun ve çeşitli ha­
zırlık çalışmaları, sayısız toplantıları sonunda olmuş, her
komuta ve özellikle de Demiurg projesinde tam bir uz­
laşmaya yıllar sonra ulaşılmıştı.

Dem iurg projesinin, o güne kadar görülmemiş, çok
büyük, görkem li bir amacı vardı: "X" gezegenindeki m a­
den kaynakları üzerinde ayrıntılı bir araştırm a yapılacak­
tı. Dünya ölçülerine göre akıl almaz büyüklükte enerji
kaynakları vardı orada. Amaç, işle bu enerjiden yararlan­
ma konusunda inceleme yapmaktı ve bu, yüzyılımızın en
büyük girişimi idi. Gezegenin yüzeyinde açıkta bulunan
"X" m adeninden yüz ton kadarını işleyip enerjiye dönüş­
türdükleri zam an, bütün A vrupa’ya bir yıl yetecek elek­
trik ve ısı sağlanm ış olacaktı. G alaksim iz içinde yer alan
o gezegende, özel şartlar ve m ilyonlarca yıl süren bir ev­
rim sonunda, işte böyle muazzam, böyle olağanüstü bir
enerji kaynağı oluşmuştu. G erek oraya gönderilen uzay
araçlarının kepçeleyip getirdiği örneklerin incelenmesi,
gerekse güneş sistemimizin bu kırmızı gezegenine inenle­
rin yaptığı araştırm alar, bunu doğruluyordu.

"X" gezegeninde bir değerlendirm e projesinin hazır­
lanm asına yol açan en önem li sebeplerden biri, burada
sıvı elem entin yani suyun da bulunm ası idi. Ay ve Venüs
de dahil olmak üzere bilinen gezegenlerin hiç birinde
böyle bir durum yoktu. A m a "X" gezegeninde yapılan
sondajlar burada yeraltı su kaynaklarının da bulunduğu­
nu kesin olarak ortaya çıkarmıştı. Bilim adam larının he­
saplarına göre gezegenin üst kısmındaki soğumuş kaya

GÜN OLUR ASRA BED EL! 57

katm anlarının altında bulunan bu su tabakasının kalınlığı
birkaç kilometreyi buluyordu.

Gezegende bulunan işte bu büyük yeraltı su tabaka­
sı, D em iurg program ının uygulanmasını m üm kün kılacak
bir faktör idi. Su, yalnız içme ihtiyacını karşılam akla kal­
mayacak, başta teneffüs edilecek hava olmak üzere, bu
ıssız gezegen şartların da norm al hayatı sürdürm ek için
insan organizmasına gerekli diğer şeylerin de ayrıştırma
yoluyla elde edilmesi için başlıca kaynak olacaktı. Bun­
dan başka, suyun "X" m adeninin uzay araçlarıyla taşın­
m asından önce, >arıtm a tem izlem e teknolojisi için de
önemli bir rolü olacaktı.

"X" enerjisinin n erede üretileceği de henüz karara
bağlanmış değildi. Uzmanlar, enerjinin, yörüngeye yer­
leştirilmiş istasyonlarda üretilip oradan dünyaya gönde­
rilmesinin mi, yoksa ham m addenin doğrudan doğruya
taşınarak üretimin dünyada gerçekleştirilmesinin mi da­
ha uygun olacağı üzerinde tartışıyorlardı. Ama bu konu­
da kesin karara varm ak için epeyce vakitleri vardı daha.

Gezegende aylarca kalacak sondajcıların ve hidro­
logların (su bilimcilerinin) gönderilmesi hazırlığı devam
ediyordu. Bu ekip, yeraltı sularını yüzeye çıkaracak ve
döşenecek borularla, açılacak kanallarla kendi kendine
akmasını sağlayacaktı. Yörünge istasyonu "Parite" bu ça­
lışma ekibi için, dağcıların deyimi ile bir konaklam a yeri,
bir sığınm a kam pı olacaktı. Bu istasyonla "X" gezegeni
arasında araç-gereç ve insan taşıyacak olan mekiklerin
yanaşm aları ve havalanm aları için gerekli tesisler yapıl­
mıştı. B urada yüz kadar kişiyi barındıracak b in alard a ya­
pılıyordu. B uralarda rahatça barınacak, dünyadan yapı­
lan televizyon yayınlarını da seyredebileceklerdi.

"X" gezegenindeki suyun çıkarılm ası ve tahlili, insa­
noğlunun kendi gezegeni dışında gerçekleştireceği üre­
tim faaliyetinin ilk aşaması, ilk uygulaması olacaktı.

58 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

"G" günü, o beklenen gün, yaklaşıyordu. H er şey bu­
na göre ve yolunda idi...

Sarı-Özek ve Nevada uzay üslerinde son hazırlıklar
tamamlanmıştı. Tram plen yörüngesindeki Parité istasyo­
nu, orad an "X" istasyonuna geçecek öncü grubu bekliyor­
du.

İnsanlık, kendi dünyasının dışında kuracağı uygarlı­
ğın eşiğiııdeydi...

İşte tam bu sırada, ilk su bilimci grubunun ‘X ’ geze­
genine gönderileceği tarihten bir gün önce, Tram plen yö­
rüngesindeki P arité istasyonunda görevli iki kozm onot,
arkalarında en küçük bir iz bırakm adan kayboluverdi...

İki kozm onot, program lanm ış bağlantılara göre gön­
derilmiş sinyallere de, bunun dışında yapılan çağrılara da
hiç cevap vermiyorlardı. İstasyonun yerini devamlı olarak
bildiren aygıtlarla, hareket düzeltme kanalları dışında
bütün telsiz, telefon ve televizyon haberleşm e sistemleri
susmuştu. Vakit geçiyor, Parite-istasyonundan hiçbir çağ­
rıya cevap verilmiyor, "Konvansiyon"da bulunanların
kaygısı da arttıkça artıyordu. P arite’deki kozm onotlara
ne olm uştu? Bu suskunluğun sebebi neydi? H asta mıydı­
lar, yedikleri bir şeyden zehirlenmiş miydiler? Sağ mıydı­
lar?

U zaktan uygulanabilecek son çareye başvurdular ve
yörünge istasyonuna yangın tehlikesi alarm ını vermek is­
tediler. Ama, aslında paniğe yol açabilecek olan bu sin­
yale de cevap veren olmadı.

D em iurg program ı çok ciddi bir tehlike ile karşı kar­
şıya idi. Bu d u rum da OYıVl (O rtak Y önetim M erkezi) el­
lerindeki son şansı kullanmaya karar verdi: Biri Sa-
rı-Ozek. öteki Nevada uzay üssünden olmak üzere, içle­
rinde b irer uzay adam ı bulunan iki uzay gemisi fırlatıldı.
Bunlar Parité istasyonu ile kenetlenecek, orada olanları
görüp anlayacaklardı.

GÜN OLUR ASRA B E D E L /59

Başarılması son derece güç olan eş zamanlı kenet­
lenm enin gerçekleşm esinden sonra Parite'ye çıkan iki
uzay adamının hem en verdikleri haberler, "Konvansi-
yon"da sabırsızlıkla bekleyenleri şaşkına çevirdi. Kozmo­
notlar, bütün bölmeleri, laboratuarları, katları, köşe-bu-
cak her yeri aradıkları halde, orada olm ası gereken iki
kişiyi bulam adıklarını söylüyorlardı: Ne diri, ne de ölü
olarak!..

Kimsenin aklına bile getirmediği bir durum idi bu.
Ne olm uştu onlara? O iki uzay adamı üç aydan fazla bir
süreden beri yörünge istasyonunda yaşayan ve o güne ka­
dar görevlerini titizlikle yerine getiren o iki adam nereye
gitmiş olabilirlerdi? Buhar olup uçmamışlardı ya! İstas­
yondan çıkıp uzay boşluğuna dalıp gitmiş de olamazlardı!

Parite üzerinde yapılan aram alar "Konvansiyon" ge­
misine radyo-televizyonla gösterildi ve orada eşit yetkiye
sahip iki başyönetiçi 1-2 ve 2-1, aram ayı dikkatle izledi­
ler. D enetçi olarak giden iki kozm onotun birbirleriyle
konuşa konuşa, ağırlıksız bölm elerden yavaş yavaş yürü­
yerek yaptıkları aram alar, "Konvansiyon"daki çok sayıda
televizyon ek ranından çok iyi gözleniyordu. Adım adım
aramaya devam eden kozmonotlar, bir yandan da merke­
ze izlenimlerini bildiriyorlardı. Anlattıkları baııdlara ge­
çirildi:

"PARİTE": - İzliyorsunuz değil mi? İstasyonda kim­
se yok. Kimseyi bulamıyor, göremiyoruz.

"KONVANSİYON": - İstasyonda kırılan, bozulan
bir şey, bir hasar görüyor musunuz?

"PARİTE": - Hayır, öyle bir şey yok, her şey yerli ye­
rinde.

"KO N V A N SİY O N ": - H erhangi bir kan izi filan?
"PARİTE": - Hayır, yok.
"KONVANSİYON": - Görevlilerin şahsî eşyaları
nerde? Ne durumda?

60 / GÜN OLUR ASRA HEDEL

"PARİTE": - Gördük. Sanırız bulundukları yer her
zamanki yerleri.

"KONVANSİYON": - Yine de dikkatle bakın hele!
"PARİTE": - Sanki buradan az önce gitm işler gibi;
kitapları, saatleri, pikapları ve öteki şeyler bulundukları
yere yeni konm uşlar gibi.
"KONVANSİYON": - Pekâlâ. Arayın bakalım., du­
vara ya da kâğıda yazılmış yazı filan?..
"PARİTE": -Böyle bir şey görmedik... Ha! Durun.,
durun! Seyir defteri açık bırakılmış.. Yazılı bir sayfası da
girenler hemen görsün diye kapıya çevrilmiş, ağırlıksızlık
yüzünden uçup düşmesin diye de bir kıskaçla masaya tut­
turu lm uş..
"KONVANSİYON": - Okuyun bakalım!
"PARİTE": - Okumaya çalışacağız. Sayfada yanyana
iki sütunda iki m etin var, biri Rusça, öteki İngilizce..
"KONVANSİYON": - Hadi okuyun şunu bekletme­
den!
"PARİTE": - Bir başlığı var, şöyle: "Dünyalılara m e­
saj". Parantez içinde de "Açıklayıcı not" diyor.
"KONVANSİYON": - Durun! Okumayın! Bağlantı
bir süre kesilecek. Az sonra yine arayacağız. Hazır bekle­
yin!
"PARİTE": - Tamam.

Y örünge ile konuşm a kesilince, "Demiurg" progra­
mının iki o rtak başyöneticisi kısa bir durum değerlendir­
mesi yaptılar ve yanlarında sadece iki nöbetçi operatörü
bırakarak herkesi uzayla haberleşm e odasından çıkarm a­
ya karar verdiler. Bu karara göre diğerleri odadan çıkın­
ca bağlantıyı tek rar kurdular. P A R İT E ’de görev yap ar­
ken kayıplara karışm ış iki kozm onotun bıraktıkları m e­
tinde şunlar söyleniyordu:

GÜN OLUR ASRA BEDEL 161

"Değerli meslekdaşlar,
Yörünge, üssü Parite'den, tamamiyle olağandışı,
hiç görülmemiş şekilde ayrılmak üzere olduğumuz şu
anda, size bu davranışımızın sebeplerini açıklamayı bir
borç biliyoruz. Ayrılışımız belirsiz bir süre içindir. Belki
hiç dönmeyiz. Her şey, atıldığımız bu macerada karşı­
laşacağımız durumlara, faktörlere bağlı.
Bizim bu davranışımızın son derece şaşırtıcı, en
basit disiplin anlayışına göre de kabul edilmez, bağış­
lanm az bir hareket olduğunu biliyoruz. Bununla bera­
ber, yörünge istasyonunda görev yaparken karşılaştığı­
mız, uygarlık tarihinde belki hiç eşine rastlanmamış
olaylar ve durumlar, bize, anlayışla karşılanacağımız
um udunu veriyor..
Bir süre önce, en kısa dalga bandından yayınla­
nan bir sinyal almaya başladık. Çevremizi kuşatan
uzay alanından, özellikle de gürültülerle, parazitlerle
dolu dünya iyonosferindeıı gelen bu sinyal dalga çok
dar olduğu için kolayca zaptedilebiliyordıı. Sinyal, hep
ayni saatlerde ayni aralıklarla ve çok düzenli olarak
geliyordu. Önceleri buna pek önem vermedik. A m a ev­
renin ayni noktasından ısrarla veriliyor ve özellikle bi­
zim yörünge istasyonuna yöneltilmiş olduğu anlaşılı­
yordu. Şim di kesin olarak biliyoruz ki bu yayın bir b u ­
çuk yıldan beri yapılıyormuş. Parite bir buçuk yıldan
fazla bir süreden beri yörüngede olduğuna ve biz üçün­
cü ekip olduğumuza göre, bizden önceki ekiplere de
gönderilmiş bu sinyaller. Uzaydan gelen bu sinyallerle
ilk defa bizim ilgilenmiş olmamızın sebebini bilemiyo­
ruz. Belki çok büyük bir raslantı idi bu. Neyse, gözlem
ve incelemelerden sonra, bunun tabiî bir kaynaktan
gelmediğini, sun 'i olduğunu kabul etmeye başladık, gi­
derek bu inancımız pekişti.
Yine de şüpheler içindeydik, bu sonucu kabul et­
m em iz pek kolay olmadı. Evrenin bilinmeyen derinlik-

M I GÜN OLUR ASRA BEDEL

¡erinden gelen bir sinyale dayanarak ve elimizde bir k a ­
nıt olm adan, diinya dışında başka bir uygarlığın varlı­
ğını nasıl kabul edebilirdik? Şüphem iz işte bundan ileri
geliyordu. Bilim adamlarının kom şu gezegenlerde en
basit bir canlı varlık bulabilmek için yaptığı çalışmaları
her zaman olumsuz sonuçlanmış, um ut kırıcı olmuştu
ve biz de bunu u nutm uş değildik. Nice zam andır d ü n ­
ya dışında da akıllı yaratıkların bulunabileceği ihtimali
pek zayıflamış ve giderek bu düşünce gerçekdışı, ütopik
bir çaba olarak görünmeye başlamıştı. Uzay araştırma­
ları ilerledikçe, tam am en teorik planda dahi, sıfıra in­
mese bile, azalıyordu. Bu yüzden bizim varsayımları­
mızı, tahminlerimizi size duyurmak istemedik, buna
cesaret edemedik. Canlı varlığın yalnız dünya gezege­
ninde bulunduğu, bunun biyolojik olarak başka geze­
genlerde bir örneğinin bulunmadığı, tekliği konusunda­
ki inanç, dünyada pek yaygındı. Biz bu inancı sarsmak
ya da şüpheye diışiirmek de istemedik.- Bizim yörünge
istasyonundaki asıl işimiz ve sorumluluğumuz bakı­
mından, şüphelerimizi size duyurup tartışmayı da üze­
rimize düşen bir görev saymıyorduk. Doğrusunu söyle­
m ek gerekirse, bir gün bir konızonotıın uzay uçuşu sı­
rasında, inek böğürmeleri duyduğunu, sonra bir ırmak,
ırmak kıyısında bir çayırlık w* çayırlıkta atlayan bir
inek sürüsü gördüğünü söyleyen ve o günden beri de
"İnek kozmonot" olarak anılan uzay adamının duru­
muna düşmek istemedik.

Dünyadan başka bir gezegende düşünen yaratıkla­
rın varlığım kesinlikle kanıtlayan bir durumla karşılaş­
tığıma zaman da artık size duyurmakta çok geç kalmış
bulunuyorduk. Çünkü, bilincimizde bir sıçrama ol­
muş, evrenin düzeni konusundaki anlayışıma tam a­
men değişmişti. Artık, o günden sonra, bambaşka öl­
çülerde, bambaşka boyutlarda düşünmeye başladığı-
m aı da farkettik. Evrenin yapısı konusunda bize öğre­

GÜN OLUR ASRA BF.DEL/M

tilmiş olandan farklı yeni anlayış, uzayda hayat bulu­
nan yeni bir gezegenin bulunması gerçeği, yeni bir bi­
linç enerjisi ocağının bulunması, bizi dünyalılar adına
kaygılandırdı ve bu yüzden keşfimizi bir süre açıklam a­
m ak gerektiğine karar verdik. Bu karara, dünyam ızın
çağdaş topluluğunun çıkarlarını düşünerek vardık.

Şimdi asıl konuya gelelim: Bit olay nasıl meydana
geldi:

Bir gün, sırf m erak güdüsü ile, sürekli ve düzenli
radyo dalgalarının geldiği noktaya cevap sinyali gön­
dermeye karar verdik. Bir mucize oldu! Sinyalimizi he­
men aldılar. H em yakalamış, hem de anlamışlardı!
Alıcımız, her zam anki radyo sinyalini bu defa çift ola­
rak aldı, sonra bir üçünciisü daha geldi. Bu üçlü sin ­
yal, selam sinyalleriydi. Evrenden gelen eş-zamanlı bu
selam sinyalleri, galaksimiz dışından, akıl almaz bir
uzaklıkta, kendilerine benzeyen akıllı varlıkların bu­
lunduğunu ve bunlarla ilişki kurulduğunu müjdeleyen
zafer marşlarıydı sanki. Bu bizim, uzay biyolojisi kav­
rayışımızda, uzay ve zaman, m ekân ve uzaklık anlayı­
şım ızda bir devrim idi... D em ek ki biz, uzayın akla sığ­
maz sonsuz boşluklarında yalnız değildik! Evrende,
dünyadaki insanlardan başka akıl ve ruh taşıyan yara­
tıklarda vardı!..

Keşfimizin gerçekliğini doğrulamak için başka bir
mesaj daha gönderdik onlara. Bununla, tâ yaradılıştan
bugüne hayat beşiğimiz olan yerküresinin yapısı ile ilgi­
li form ülü bildirdik. Ve cevap olarak, onların gezegeni­
nin külle yapısını gösteren form ülü aldık. Bunu çözün­
ce, gezegenlerinin bizim gezegene benzediğini anladık.
Fakat onların gezegeni oldukça daha büyüktü ve dola-
yısiyle de daha kuvvetliydi.

Dünya dışındaki akıllı yaratıklarla ilk ilişkimiz ve
bilgi alış-verişimiz işte böyle oldu.

64 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

Diinya dışında, başka bir gezegende yaşayan bu
akıih yaratıklar, ilişkileri arttırmak, geliştirmek için çok
istekliydiler. Onların çabalan sayesinde, karşılıklı ola­
rak bilgilerimizi arttırdık. Boyle.ee onların ışık hızıyla
hareket eden bir uzay araçları olduğunu da öğrendik.
Bütün bu bilgi alışverişini başlangıçta m atem atik ve
kimya formülleriyle yapıyorduk. Sonra bize konuşma
dilleri olduğunu da bildirdiler. Dünyalılar kendi geze­
genlerinin yerçekiminden kurtulup uzaya açıldıkları ve
uzayda uzun süre kalmaya başladıkları zamandan be­
ri, astronomik-dinleyici dedikleri ve çok uzaklardaki
sesleri zapteden çok güçlü bir aygıtla bizim konuşm ala­
rımızı dinlemişler. Uzay ve dünya arasında kurulan k o ­
nuşm a bağlantılarını zaptetmiş, karşılaştırma ve analiz
yoluyla, kelimelerin ve cümlelerin anlamını öğrenmiş­
ler. Bizim le İngilizce ve Rusça konuşarak anlaşmaya
çalıştıkları zam an söylediklerine daha çok inandık. Bu
bizim için akıl alm az bir olay, bir gerçek idi...

Şim di işin özüne dönelim: Biz, dünya dışı bir uy­
garlığa sahip o gezegene gitmeye karar verdik. G eze­
genlerin adı ‘O rman-Göğsii’ idi. Yaptığımız konu şm a­
lara göre, gezegenlerinin adı aşağı yukarı bu anlama
geliyordu. Fikir onlardan geldi, Orman-Göğüslüder bizi
kendileri davet ettiler. Biz de düşünüp taşındıktan so n ­
ra daveti kabul ettik. Ses hızıyla giden uzay araçlarının
bizim uzay istasyonumuza 26-27 saatte varabileceğini
bildirdiler. D önm ek istediğimiz zam an ayni süre içinde
istasyona getireceklerine dair güvence de verdiler. Ke­
netlenme konusunda kaygılandığımızı anlayınca bu­
nun bir mesele olmadığını, çiinkii uzay araçlarının her­
hangi bir cisimle, yapısı ve şekli nasıl olursa olsun, k o ­
layca birleşip kenetlenebileceğim bildirdiler. Herhalde
araçlarının elektromanyetik kenetlenme özelliği vardı.
Bunun üzerine biz, onların gemisinin, bizim uzaya çı­
kış kapısına yanaşmasının uygun olacağını, bu şekilde

GÜN OLUR ASRA BEDEL/65

onların aracına daha kolay geçebileceğimizi düşün­
dük. Her şey uz giderse, dönebilirsek, istasyona geçişi­
miz de ayni yoldan olacaktı...

İşte şim di biz, Parite istasyonuna böyle bir mesaj
bırakıyoruz. Bu bir çeşit açıklama, bir açık m ektup, bir
dilekçedir. A m a konum uzda asıl mesele bu değil. Biz
ne yaptığımızın, ne kadar ağır bir sorum luluk yüklendi­
ğimizin bilincindeyiz... Biz, insanlığa tasavvur edileme­
yecek kadar büyük bir hizmet etme şansı bulduğumu­
za, talihin bize böyle eşsiz bir fırsat verdiğine de inanı­
yor, bunun önem ini anlamış bulunuyoruz.

B ununla beraber, görev sorumluluğunu, disiplini,
bağlılık, borçluluk duygusunu bir yana bırakm ak bizi
çok üzüyor. Gelenekleri, yasaları ve toplum un ahlâk
kurallarını çiğner duruma düşmek, ve bu duyguyu yen­
m ek hiç de kolay olmadı. Otlak Yönetim Merkezinin
yöneticilerine, genel olarak dünyalılardan hiç kimseye
haber vermeden, bu konuda hiç kim se ile tazılaşm a­
dan ayrılıyoruz. Bundan, ycryıızüındeki sosyal hayat
kurallarını küçümsediğimiz anlamını çıkarmayın. Biz
buna mecburduk. Düşünün ki, bir hokey m açında bile
bir gol atıldığında bunu bir siyasî zafer gibi gören ve
bundan kendi sosyal düzenlerinin üstünlüğü sonucunu
çıkaran güçler harekete geçtiği zaman, ne çelişkilerin,
kıskançlıkların ortaya çıkacağını, çekem em ezlik ve çe­
kişmelerin olacağını çok iyi biliyorduk. Gezegenimizin
gerçeklerini m aalesef çok iyi biliyoruz. Dünya dışı bir
uygarlıkla ilişki kurulduğu zaman, bunun, yetyüzünde
yaşayan insanlar arasında yeni bir iç savaş, yeni bir ge­
çimsizlik sebebi olmayacağını kim iddia edebilir?

Yeryüzünde siyasi çatışmalardan uzak kalm ak
çok zor, belki im kânsız bir şey. Am a, uzun zam andan
beri, günlerce, haftalarca gezegenimizden uzakta yaşa­
dıktan ve yerküreyi bir otomobil tekerleği kadar küçül­
m üş haliyle seyrettikten sonra, şu kanıya vardık ki, lop-

64 ' CîÜN OLUR ASRA HEDEI.

lıımlan öjke ve umutsuzluğa sürükleyen, bazı ülkeleri
atom bombasına sarılma durumuna getiren son yılla­
rın enerji bunalımı, aslında büyük çapta bir teknik m e­
seledir ve ülkelerin birbirleriyle anlaşıp uzlaşmaların­
dan daha önem li değildir. Bu durum u görüp anlam ak
bize üzüntü veriyor.

Dünyalıların zaten zor olan durumlarım daha da
karışık bir hâle sokm aktan çekindiğimiz için, bu misli
görülmemiş sorumluluğu üzerimize alıyoruz. Bütün in­
sanlık adına, dünya dışında uygarlık kuranların karşı­
sına çıkacağız. Gönüllü olarak üstlendiğimiz bu görevi
inançla ve lâyıkt ile yerine getireceğimize güvenimiz
tamdır.

Şim di son sözlerimize sıra geldi: B ütün bu düşün­
celer, kuşkular ve tereddütler sırasında, üzerinde en
çok durduğumuz mesele şu oldu: Demiurg projesinin
bizim yüzüm üzden bir zarara, başarısızlığa uğraması
ihtimali. İnsanlığın jeo-koznıik tarihindeki bu en bü­
yük, bu dev projesi, ülkelerimiz arasında uzun uzun
görüşmeler, azalıp çoğalan işbirliği ve büyük çabaların
bir m eylisidir. Sonunda mantığın galip gelerek ve kar­
şılıklı güvensizlik giderilerek başarılmış çok yüce bir
programdır. Yetenek ve gücüm üzün elverdiği ölçüde
hizmet etmeye çalıştığımız bu programın yukarıda be­
lirttiğimiz aksam a tehlikelerine uğramaması için, Fari­
le’den tekrar dönm ek Caere ayrılmaya, dönüşte Or-
man-Göğsüı ’ne yaptığımız gezinin sonuçlarını insanlığa
duyurm ak görevimize devam etmeye karar verdik. Eğer
gidip de gelemezsek, yitip gidersek, ya da program yö ­
neticileri görevi sürdürmemizi uygun görmezlerse, yeri­
mize başkalarını bulmaları zor olmayacaktır. Bu göre­
vi en az bizim kadar iyi yapabilecek gençler çoktur.

Biz bir meçhule doğru yola çıkıyoruz. Bizi oraya
çeken şey bilgiye susamışlık, insanoğlunun başka d ü n ­

GÜN OLUR ASRA B E D E L /67

yalarda kendisi gibi akdlı yaratıklar bulunca, mantığı
mantıkla birleştirme konusundaki arzu ve hayali idi...
Bununla beraber, bizim başka bir dünyanın uygarlığı
ile ilişki kurm am ızın iyilik m i yoksa kötülük m ü getire­
ceğini kimse bilemez. Biz bu konuda tam tarafsız, ob ­
je k tif bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Bu keşfi­
mizde yerküre için tehlikeli, yıkıcı olacak bir şey ya da
durum hissedersek, bu tehlikeyi önlemek için kendi ha­
yatım ıza son vermeye de and içtik...

Son bir söz daha: Size veda ediyoruz, istasyonun
penceresinden bakıyor, uzayın karanlık denizinde pır­
lanta gibi parlayan dünyayı görüyoruz. Dünya güzel,
masmavi, ışıl ışıl, harikulade. Yeni doğmuş bir bebeğin
başı gibi de nazik görünüyor. Buradan, insanları, ara­
larında iken hissetmemiş olsak bile, şim di kardeşleri­
miz olarak görüyoruz ve onlarsız bir hayatı düşünmeye
cesaret edemiyoruz...

Yeryuvarlağına ‘elveda ’ diyoruz. Birkaç saat sonra
Tramplen yörüngesinden ayrılacağız ve Yerküre görün­
mez olacak. Başka gezegenlerden gelenler, Or-
man-Göğüslüler, yola çoktan çıktılar bile. Bizim y ö ­
rüngemize yaklaşıyorlar ve yakında burada olacaklar.
Çok az bir zaman kaldı. Onları bekliyoruz.

Bir de şunu ilâve ediyoruz: Ailelerimize yazdığımız
mektupları da bırakıyoruz buraya. Bu mesele ile m eş­
gul olacaklardan, onları adreslerine göndermelerini ri­
ca ediyoruz...

NO T: Parite’de bizim yerimizi alacak olanların
bilgisine: Seyir defterine, uzaylılarla bağlantı kurduğu­
m uz telsiz kanal ve frekanslarını yazdık. Gerekirse sizi
ayni kanaldan arayarak izlenimlerimizi bildireceğiz.
Orman-Göğiislüler’le yaptığımız görüşmelerden anla­
dığımıza göre, onlarla bağlantı ancak yörünge istasyo­
nundaki telsiz alıcılarıyla kurulabiliyor. Doğrudan doğ-

68 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

rüya dünyaya gönderdikleri sinyaller, yerkürenin çevre­
sinde aşılmaz bir engel oluşturan güçlü iyon kuşağı y ü ­
zünden oraya ulaşamıyor.

Hepsi bu kadar. Elveda. Vakit geldi.
Bu metin İngilizce ve Rusça olm ak üzere iki dilde
yazılmıştır."

K ozm onot-Parite 1-2
K ozm onot-Parite 2-1

Parite yörünge istasyonu
Üçüncü ekip. 94. gün.

*
**

Belirtilen günde, Uzakdoğu boylamlarında saat
11.00'de, Konvansiyon uçak gem isine beş dakika ara ile
iki tepkili uçak indi. U çaklar, A m erikan ve Sovyet tarafı­
nın özel yetkilerle donatılm ış komisyon üyelerini getiri­
yorlardı.

Tarafların komisyon üyeleri protokole uygun bir tö­
renle karşılandı. Kendilerine öğle yemeğinin saat yarım ­
da verileceği bildirildi. Yemekten sonra, yörünge istasyo­
nu P aıite’de m eydana gelen olağanüstü olayla ilgili o la ­
rak. toplantı odasında gizli görüşm eler yapılacaktı.

Fakat, gizli görüşm e başlar başlam az kesildi. Çünkü,
denetim için yörünge istasyonuna gönderilen iki uzay
adam ı, istasyonu terketm iş olan 1-2 ve 2-1 num aralı koz­
monotların, komşu galaksideki Orman-Göğüslii gezege­
ninden gönderdikleri ilk bilgileri Konvansiyondaki Y ö­
netim M erkezi’ne iletiyorlardı.

-IV-

Bıı yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir..
gider gelirdi..

B u yerlerde dem iryolunun her iki yanında ıssız, engin, sa n
ku m lu bozkırlann özeği San-Ö zek, uzar giderdi.

Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlı­
yorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.

Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir., gider
gelirdi..

*

Kim ne derse desin, N aym anlar’ın ata mezarlığı
Ana-Beyit, hem en şuracıkta bir yer değildi. Sarı-Özek
bozkırında kestirm eden dosdoğru giderseniz otuz kilo­
metre uzaklıktaydı.

Boranlı Yedigey o gün erkenden kalktı. Aslında
doğru dürüst yatmamış, sabaha karşı biraz kestirmişti.
Çünkü m erhum Kazangap'ı yıkayıp temizleyerek göm ül­
meye hazır hâle getirm işti. Â detlere göre bu iş, ölünün
gömüleceği gün cenaze namazı kılınmadan önce yapılır­
dı. Am a sabahleyin erkenden yola koyulacakları için Y e­
digey bu işi geceleyin yapm ıştı. H em en hem en tek başına
yapm ıştı bu işi.

Uzun Adilbay sadece sıcak su getirmiş, ölüden ürk­
tüğü için ondan biraz uzak durm uştu. Yedigey de bunu
anlamazlıktan gelerek:

70 /G Ü N Ol.UR ASRA BE DUL

- Bak Adilbay, dem işti, bu işi nasıl yaptığımı öğren,
ölüm-kalmı dünyası bu, bir gün gerekebilir. Çünkü her
doğan insan bir gün gelir, ölür.

- Tabiî, anlıyorum, diye kekeledi Adilbay.
- Diyelim ki yarın ben de öldüm , hangi T anrı kulu
beni âdetlere göre temizleyip kefenleyecek? Yoksa, hiç­
bir şey yapm adan önünüze çıkan bir çukura öylece gö­
mecek misiniz?
Adilbay m ahcup oldu. A ydınlatm ak için tuttuğu
lambayı ölüye daha da yaklaştırarak karşılık verdi:
- Bu nasıl söz? Siz de olm azsanız biz ne yaparız bu ­
ralarda? Daha çok yaşayacaksınız, öm rünüz uzun olsun.
Ç ukur da varsın beklesin!
Ölüyü yuyup tem izlem e işi birbuçuk saat kadar sü r­
dü. Ama Yedigey yaptığı işten m emnundu. M erhumu
usul ve kaidesine göre iyice yıkamış, kollarını bacaklarını
düzeltm işti. K eten beze acım adan geniş bir kefen biçti ve
K azangap’ı bu kefenle iyice sarıp sarm aladı. İşin her saf­
hasını Adilbay’a gösteriyor, o da bu işlerin nasıl yapıldığı­
nı öğreniyordu.
Yedigey ölüyü hazırladıktan sonra sıra kendisine de
bir çeki-düzen vermeye geldi. Elini yüzünü tertem iz yıka­
dı, özenle tıraş oldu, bıyıklarım düzeltti. Kaşları gibi bı­
yıkları da gürdü, am a kırlaşmaya başlamıştı. Yaşlanmıştı
artık. Bundan sonra savaş madalyalarını, kahram anlık şe­
ritlerini ve em ek kahram anı nişanlarını çıkarıp ceketinin
göğsüne iliştirdi. Şimdi, sabahleyin yapılacak cenaze tö­
reni için hazırdı.
O gece böyle geçti. Boranlı Yedigey bütün bu işleri
kolayca, sessizce bitirivermesine kendisi de şaşıp kalmış­
tı. O na d aha önce bu üzücü görevi huzur içinde yerine
getireceğini söyleseler inanm azdı. D em ek ki alnına böyle
yazılmıştı. K azangap’ı defnetm ek onun kaderiydi. O na
verilmişti bu görev.

GÜN OLUR ASRA B E D E L /71

Y aa, böyleydi işte. Kunıbel istasyonunda onunla ilk
defa karşılaştıkları zam an sonunun böyle biteceğini kim
bilebilirdi? Yedigey 1944 sonlarında sakatlanıp bir beyin
sarsıntısı geçirince onu ordudan terhis etmişlerdi. Dıştan
bakınca eli-ayağı yerinde, sağlam bir insandı. Başı da sağ­
lam görünüyordu ama pek eskisi gibi durm uyordu yerin­
de. Kulakları vınlıyordu. Sanki dinm ek bilmeyen bir yel
esiyordu kulaklarında. Birkaç adım atınca sendeliyor, ba­
şı dönüyor, midesi bulanıyordu. D urm adan da terliyordu.
Bazen soğuk, bazen yakıcı bir ter kaplıyordu vücudunu.
Bazen dili de tutuluyor ve bir çift sözü güçlükle söyleye­
biliyordu. Yambaşında patlayan bir Alm an bombasının
şoku pek fena etmişti onu. Öldürm esine öldürmemişti
ama işte bu halde bırakmıştı. G örünüşte genç ve giiçlüy-
dü. A m a o durum da Aral kıyısındaki köyüne dönünce ne
yapacak, ne iş tutacaktı? Yine de şanslı sayılırdı. İyi bir
doktor çıkmıştı karşısına. Aslında bu doktor onu tedavi
etmemiş, sadece bir güzel muayene etmişti. Şimdi gözü­
nün önüne getiriyordu o doktoru: Sağlam yapılı, kızıl
saçlı, uzun burunlu ve aydın bakışlı idi. Ü zerinde beyaz
gömlek, başında hekim şapkası vardı. O güleç yüzlü dok­
torun om uzlarını tapışlayarak söylediklerini dünm üş gibi
hatırlıyordu:

- Bak kardaş, demişti, savaşın bitmesine pek az bir
şey kalmasaydı seni hemen birliğine yollardım, savaşma­
ya devam ederdin. Ama artık zaferi sensiz de kazanırlar.
Sakın aklına fena şeyler getirm e, en çok bir yıl sonra hiç­
bir şeyin kalmayacak, eskisi gibi sapasağlam ve deve gibi
güçlü olacaksın. Bir gün bu sözlerimi hatırlayıp bana hak
vereceksin. Sen şimdi ata-baba yurduna dön, sakın canını
sıkma. Senin gibiler daha yüz yıl yaşarlar...

O kızıl saçlı hekim in dediği gibi oldu. A m a bir yıl.,
dile kolay. Sırtında eski-püskü kaputu, om uzunda yol
torbası ve ne olur ne olmaz, diye verilen koltuk değneği
ile h astan ed en çıktığı zam an, kendisini gür bir orm ana

721GÜN OLUR ASRA BEDEL

düşmüş gibi hissetti. Beyni çınlıyor, gözleri kararıyor, ba­
cakları titriyordu. İstasyonda, trenlerde, itiş-kakış bir ka­
labalık vardı. En güçlüler yollarındakini itip öne çıkıyor,
ötekiler peronda kalıyordu. Sonunda o da bir vagonun
sahanlığına çıkabildi ve oyalana oyalana giden tren bir ay
sonra, bir gece A ral istasyonunda duruverdi. "Neşeli 50?'
idi bu trenin adı. Böyle ün yapan o sözde şanlı trene Al­
lah kimseyi düşürm esin!..

O zam anlar bu trene binebilmiş olm asına da şükre­
diyordu. V agondan, bir dağdan iner gibi güçlükle inmiş,
karanlığın ortasında kalakalmıştı. İstasyonun penceresin­
den sızan hafif ışığı saymazsak, her yer zifiri karanlıktı ve
göz gözü görmüyordu. Aral denizinden bir rüzgâr esiyor­
du ve onu karşılayan da çok iyi bildiği, sevdiği bu rüzgâr
olm uştu. A ral’ın dalgaları da yüzüne çarpıyordu sanki. O
zam anlar deniz istasyonun hemen yakınındaydı ve dalga­
ları bazen dem iryoluna kadar gelirdi. Oysa bugün istas­
yondan dürbünle bakınca bile zor görüyorsun A ral’ı...

B irden nefesi kesildi: A ral’ın ötelerinden esen rüz­
gâr, uyanm akta olan baharın, pelinlerin, belli-belirsiz
kekremsi kokularını getiriyordu. Oh, yurdıındaydı çok
şükür!

Yedigey, istasyonu, deniz kıyısındaki bu kasabanın
eğri-büğrii sokaklarını çok iyi biliyordu. O geceyi geçir­
mek için eski dostlarından birinin evine doğru yürüdü.
Ayakkabıları yapışkan çam ura dalıp dalıp çıkıyordu. E r­
tesi gün epeyce uzakta olan kendi köyüne, yani bir balık­
çı köyü olan C angeldi’ye gidecekti. A m a hiç farkında ol­
m adan kıyıya giden yolu tutm uştu ve bunu ancak oraya
yaklaşınca anladı. Dayanam ayıp, suya iyice yaklaşm ak
için dalgaların ıslattığı kum salda yürüdü. Kıyıya gelmişti.
Gecenin karanlık örtüsü suları kaplamıştı ama, uğulda­
yan, kabarıp alçalan dalgaların belli belirsiz yansımasın­
dan, yerli yerinde durduğu anlaşılıyordu. Şafak söküyor,

GÜN OLUR ASRA BEDEL / 73

bulutların ardından kendini göstermeye başlayan Ay da
beyaz bir leke gibi görünüyordu. Yedigey ve Aral nihayet
kavuşmuşlardı birbirlerine.

- M erhaba Aral! diye fısıldadı.
Sonra bir taşın üzerine oturdu. D oktorlar hastalığı
süresince sigara içmesini yasakladıkları halde bir sigara
çıkarıp yaktı. Heyecanlıydı çünkü. Sonraları bu kötü alış­
kanlıktan tam am en kurtulacaktı. Ama şimdi, yarının ne
olacağını bile bilmediğine göre, bir sigara içmiş ya da iç­
memiş ne farkederdi? Balığa çıkmak için eli de, beli de
güçlü olmalıydı. En önem lisi başı da sağlam olm alıydı ki
deniz tutmasın. Savaştan önce usta bir balıkçıydı, ya şim ­
di? Sakat desen sakat değildi, ama sağlam da değildi. Ba­
lıkçılık, hiç şüphesiz her şeyden önce sağlam kafa gerek­
tirirdi...
Yedigey oturduğu taşın üzerinden kalkm ak istediği
sırada, kıyıda oraya buraya koşan bir beyaz köpek ilişti
gözüne. Köpek arada bir durup ıslak kumları kokluyor-
du. Yedigey hayvana seslenip çağırdı. Köpek korkm adan
yanına gelip durdu. Kuyruğunu sallayarak ve gözünü ona
dikerek bekledi. Y edigey onun kıllı boynunu okşayarak
konuşmaya başladı:
- Nerden geliyorsun? Sahibin yok mu? Adın ne se­
nin? A rştan mı, Yolbars mı, Börübasar mı? Ha, anla­
dım, balık aram aya geldin buraya, aferin sana, aferin!
Ama, dalgalar her zaman yarı ölü balıkları ayaklarının
dibine atmaz. Koşmaktan başka çaren yok, hadi koş ba­
kalım. Z aten çok koştuğun için bu kadar zayıfsın değil
mi? Bense dostum , eve dönüyorum. Tâ Köningsberg ya­
kınlarında idim. Şehre girmeme pek az kalmıştı. Hem en
yambaşıma bir düşm an bombası diişlü. Az daha ölüyor­
dum. Ama ölm edim işte. Kader-kısmet kurtardı. Şimdi
de ne olacağımı, ne yapacağımı düşünüyorum . Niye öyle

Arslnn mı, Kaplan mı, Kurlbasan ını?

74 /G Ü N O L U R ASRA BF-DKt.

bakıyorsun bana? Sana verebileceğim bir şey yok. Ma­
dalyalarım, nişanlarım var yalnız... Savaş hâli bu dostum.
Her yerde açlık var.. Ha, dur hele, biraz, şeker olacak,
oğluma almıştım. Oğlum şimdi yürümeye, koşmaya baş­
lamıştır bile...

Yedigey hiç üşenm eden yarısı boş asker torbasını aç­
tı. T orbada, gazete kâğıdına sarılm ış bir avuç akide şeke­
ri, geçtiği istasyonların birinde karaborsadan karısı için
aldığı bir yazm a ile iki parça sabun vardı. Ayrıca bir çift
asker çamaşırı, bir kemer, bir kep, bir gömlek, bir panta-
lotı bulunuyordu. Hepsi bu kadardı işte.

Köpek, Y edigey’in avucundaki bir şekeri diliyle aldı.
K atur kutur çiğneyerek yuttu. S onra da, m innetle ve
um utla parlayan gözlerini Y edigey’e dikerek kuyruğunu
sallamaya başladı.

- Hoşça kal, ben gidiyorum.
Yedigey ayağa kalktı, kıyı boyunca yürüm eye başla­
dı. Az sonra güneş doğacağına göre buradaki dostlarını
hiç rahatsız etm eden ve daha fazla gecikm eden kendi kö­
yü C aııgeldi’ye ulaşmaya çalışsa çok daha iyi olurdu.
Kıyı boyunca d urm adan yürüyerek ancak öğle üzeri
varabildi C ângeldi’ye. Oysa sakatlanm adan önce bu yolu
iki saatten az bir zam anda alırdı.
Köye geldiği zaman duyduğu korkunç haber yıldırım
gibi çarptı onu: Oğlu çoktan ölmüştü! Yedigey askere gi­
derken çocuk henüz altı aylık idi. Kaderi böyleymiş yav­
rucağın. Kızamığa yakalanmış, şiddetli ateşe dayanam a­
mış ve d ah a bir yaşına bile ulaşm adan, on bir aylık iken,
ölmüş. Babasına oğlunun öldüğünü yazmaya cesaret ede­
memişler. Hem sonra nereye yazacaklar, niçin yazacak­
lardı? Savaşın acıları sıkıntıları içinde, onu birde ölüm
haberiyle sarsmak neye yarardı? Sağ kalır da dönerse oğ­
lunun öldüğünü öğrenirdi. Elbette çok üzülür, yüreği
parçalanırdı ama sonunda yatışır, alışır ve belki unutur­
du. U k u b ala’ya, kocasına acı haberi duyurm am asını tav­

GÜN ÖLÜR ASRA B E D E L /75

siye eden akrabalarının görüşü böyleydi. "Daha gençsi­
niz. hele savaş bitsin, AJlah da isterse başka çocuklarınız,
olur.. B ir dal kırılmış ne çıkar, yeter ki çınarın gövdesi
sağlam kalsın..." diyorlardı. Herkesin aklından geçirdiği
ama söylemeye cesaret edemediği bir şey daha vardı:
"Savaş hâli bu, bakarsın vurulup ölür, hiç olmazsa dünya­
yı terketnreden önce, bir oğul bıraktığım , soyunun devam
edeceğini bilirde gözü açık gitmez..." diye düşünüyorlar­
dı.

U kubala çocuğun ölüm ünden yalnız kendisini suçlu
buluyordu. Eve dönen kocasının kucağına atılırken acı
gözyaşları dökerek hıçktra hıçkıra ağladı. Zaten, hem
umutla, hem de, çocuğun ölüm ünden kendisini sorumlu
tuttuğu için dayanılm az acılarla beklemişti o ânı. Hıçkı­
rıklar ve gözyaşları arasında dövüne döviine anlatmıştı:
"Kızamık olmuş, tehlikeli bir hastalıktır, deve tüyünden
battaniyeye sar, iyice ısınsın, terlesin; ışıksız bir odaya ya­
tır, serin sular içir..." dem işlerdi köyün yaşlı kadınları.
"Sen böyle yap, sonrası Allah kerim" demişlerdi. Ama o
talihsiz bunları dinlememişti. Komşusunun at arabasını
almış, çocuğu Aral istasyonundaki kadın doktora götür­
müştü. Sarsıla sarsıla giden arabada, o çukur-çarık yol­
larda, yanmış, kül olm uştu yavrucak. İstasyona vardığı
zaman çok geçti. Çocuk yolda ölmüştü. Doktor da "Nine­
lerin sözlerini dinleseydin çocuk kurtulurdu" diye onu
suçlam ıştı...

Evinin eşiğinden adımını atan Y edigey’in ilk öğren­
diği haber işte bu olmuş, bu kara haberle kararmış, daya­
nılmaz acılarla ezilmişti. İlk çocuğu için, sevip okşamaya
bile fırsat bulam adığı yavrusu için, böyle büyük bir acıya
katlanm ak zorunda kalacağını aklına bile getirmemişti
Yedigey şimdi, yitirdiği yavrusunun daha ağzında tek diş
yokken güven dolu güller saçan gülücükleri gözlerinin
önünden gitmiyor, onu yitirmenin acısıyla yüreği param ­
parça oluyordu.

76 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

İşte, Yedigey’in daha ilk günden köyü C angeldi’yi,
çekilmez, yaşanılm az görm esinin sebebi belki bu idi. Es­
kiden, göl kıyısındaki bu kumluk tepede elli ev, elli ocak
vardı. Balıkçılıkla geçinirlerdi. Birde balıkçı kooperatifi
kurmuşlardı. Oysa şimdi, yamacın eteğinde, topu topu on
ev kalmıştı ve bir tek sağlam adanı yoktu köyde. İş tu ta­
cak durum da olan erkeklerin hepsi cephedeydi, yalnız
yaşlılar ve çocuklar kalmıştı ve onlar da bir elin parm ak­
larıyla sayılacak kadar azdı. Açlıktan ölm em ek için çoğu
tarım ve hayvancılıkla uğraşan köylere dağılmışlardı. Bu­
radaki balıkçı kooperatifi ise yoktu artık. Balığa çıkan
kimse kalmamıştı.

Ukubala isteseydi akrabalarının yanına gidebilirdi.
Zaten o da bozkır köylerinden gelmişti. Kocası askere gi­
dince akrabaları onu götürm ek istemiş, "Bu sıkıntılı yılla­
rı gel bizim aram ızda geçir", dem işlerdi. "Yedigey cephe­
den dönünce senin de C angeldi’ye dönm ene kimse engel
olmaz." Ama o kestirip atmıştı: "Ben kocamı bekleyece­
ğim. Oğlumu yitirdim. Yedigey sağ-salim dönüp geldiği
zaman hiç olmazsa karısını bıraktığı yerde bulmalıdır.
Hem sonra, köyde yapayalnız olmayacağım, çocuklar ve
yaşlılar var, onlara yardım ederim. Birbirimize destek
olur, geçinip gideriz..."

U kubala haklıydı. Böyle davranm akla iyi de etm işti.
Ama Yedigey köye döndüğü günden beri, deniz kıyısında
işsiz-giiçsüz oturm ak istem ediğini, buna cesaret edem e­
diğini söylüyordu. O da haklıydı.

Yedigey’in sağ-salim dönüşünü kutlam ak, hoşgeldin
dem ek için gelen U kııbala’mn akrabaları onları yanlarına
çağırdılar: "Bizim yanımıza, bozkıra gelin, dediler, koyun
sürüleriyle meşgul olursun, iyileşince de hayvan bakıcılı­
ğını m eslek edinirsin, o zam ana kadar bu işi iyice öğren­
miş olursun zaten.." Yedigey onlara teşekkür etti am a
davetlerini kabul etmedi... Onlara yük olmak istemiyor­
du. Karısının akrabaları arasında birkaç gün kalmak, ko­

GÜN OLUR ASRA B E D E L /77

nuk olup ağırlanm ak, neyse, am a sonra hiçbir iş yapm a­
dan orada uzun zaman kalmak gerekecekti ki bunu iste­
mezdi. Böyle bir durum a dayanamazdı.

O zam an U kubala ile şanslarını denem eye k arar ver­
diler. D em iryollarında bir iş arayacaklardı. Yedigey'in
yapabileceği bir iş bulmayı um uyorlardı orada: Yol bek­
çiliği. geçitleri açıp kapam ak gibi bir iş. Savaşta sakatla­
nan birine yardım eder, bir iş verirlerdi herhalde.

Bu ümitle bahar gelince yola çıktılar. Gençtiler, on­
ları köye bağlayan pek bir şey kalm am ıştı. İlk günler o is­
tasyondan bu istasyona giderek oralarda gecelediler.
A m a hiçbir yerde uygun bir iş bulunm uyordu. Hele yata­
cak yer bulmak çok zordu. Buldukları yerde gecelediler,
ne iş olursa yaparak günü gününe geçim lerini çıkardılar.
O günlerde işin çoğunu U kubala yapıyordu, çünkü genç
ve sağlıklı idi. Dıştan güçlü bir adam görünen Yedigey,
yüklem e-boşaltm a işlerini alıyordu am a, bu işleri onun
yerine daha çok Ukubala yapıyordu.

Böylece, baharın ortalarında, güzel bir gün, kendile­
rini büyük bir demiryolu kavşağı olan Kumbel istasyo­
nunda buldular. B urada bir köm ür boşaltm a işi alm ışlar­
dı. Köm ür yüklü vagonlar yedek yoldan arka tarafa yana­
şıyordu. Platform u fazla işgal etm em ek için köm ürler bu­
rada yere dökülüyor, sonra da el arabasıyla ev kadar yük­
sek bir yığının üzerine taşınıyor böylece istasyonun bir
yıllık ihtiyacı depo edilm iş oluyordu. O nlar için çok zor
bir işti bu. G ün boyu toz içinde, ter içinde kalıyorlardı.
Ama ne yapsınlar, yaşamak zorundaydılar. Yedigey kü­
rekle el arabasını dolduruyor, Ukubala da, onu tahtala­
rın üzerinden iterek yukarı çıkarıyor, sonra tekrar aşağı
iniyordu. Bir yük atı gibi el arabasını tepenin yukarısına
çıkarıp indirm ek kadının yapacağı iş değildi aslında. Çok
zordu. H avalar da günden güne ısınıyor, sıcaklar artıyor­
du. Sıcak hava ve uçuşan köm ür tozlan Yedigey'i iyice
bunaltıyor, başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Gün geç­

78 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

tikçe gücünü yitirdiğini iyice anlıyordu artık. Bazen kö­
m ürlerin arasına yığılıp kalm ak ve bir daha hiç kalkm a­
mak gibi bir düşünce geçiyordu aklından. Onu en çok
üzen, um utsuzluğa düşüren, karısının acıklı hâliydi. K en­
di yapması gereken işi, toza toprağa bulanarak, kan-ter
içinde kalarak onun yapmasıydı. Yüzü gözü kapkaraydı
kadıncağızın. Yalnız dişleri ve gözünün akı görünüyor ve
ter içinde yüzüyordu. Ter, ensesinden sırtına, boynundan
göğsüne akıyor, köm ür tozu ile karışıp çam ura dönüşü­
yordu. Onu böyle görm ek yüreğini param parça ediyordu
Yedigey’in. Eski gücü yerinde olsa, karısının böyle çalış­
m asına, bu acıklı durum a düşm esine izin verir miydi hiç!
Onu böyle görm ektense, bu lanet köm ürün on katını tek
başına boşaltıp taşımaya razıydı.

Kendi avılları (köyleri) C angeldi’yi terkederken, bir
savaş m alûlü olduğu için, durum una uygun bir iş bulm ak­
ta güçlük çekmeyeceğini ümit etmişti. Am a bir şeyi u n u t­
muşlardı: Her yer cepheden dönen sakatlarla doluydu.
Bunların hepsi hayata uyum sağlayarak geçimini sağla­
maya çalışıyordu. Yedigey onlara göre şanslı sayılırdı.
Çünkü, kolları bacakları verilideydi çok şükür. Demiryol­
larında oıııın gibi iş arayanların çoğu kötürüm , çolak,
takma bacaklı ya da koltuk değnekliydi!

Tıklım tıklım dolu, pis kokulu istasyon koridorların­
da beklem e salonlarında, o sefil kalabalık arasında geçir­
dikleri uzun gecelerde, U kubala kaç defa kocasının elsiz,
ayaksız kalm adan onulm az bir yara alm adan yanında bu­
lunduğu için sessizce T an rı’ya şükretm iş. Çevreleri kol-
suz-ayaksız, yara bere içinde, giyimleri lime lime olmuş
ya göfem edikleri için birisine tutunan, ya tekerlekli is­
kem lelerde ilerlemeye çalışan sakatları gördükçe, ye­
m ekhaneleri ve büfeleri dolduran sarhoşların bağırm ala­
rım ve ağlayanların sesini duydukça, korkmaya, ürperm e­
ye başlamıştı. O insanların herbirinin başlarına ne gele­
cek, sonları ne olacaktı? Onulm azı ondurm ak için kim ne

GÜN OLUR ASRA BEDhL/7»

yapabilirdi? Şükürler olsun kocasının durum u onulm az
değildi. Eli ayağı yerindeydi. T a n n ’ya şükran borcunu
ödem ek için en ağır işlerde gece gündüz çalışmaya razıy­
dı. İnsan üstü bir sabır gücü ve cesaretle, yorgunluktan
mahvolsa da, hiç sesini çıkarmıyor, zorluklara istekle kat­
lanıyordu.

Fakat Yedigey durum a çok üzülüyordu. Bir şeyler
yapm ası, kendine bir yaşam a tarzı, güvenli bir iş bulm ası
gerekiyordu. İstasyondan istasyona, oradan oraya sürük­
lenip duram azdı. Şu son zam anlarda bir düşünce sık sık
takılır olm uştu aklına: "Allah’a sığınıp şehre gitsem, o ra ­
da bir iş bulm aya çalışsam., sonrası Allah kerim !. Belki
uygun bir iş bulabilirim . Ah sağlığıma bir kavuşsam, bey­
nimin şu lanet sarsıntısı bir geçse! O zaman yılmadan
mücadele ederdim..." diyordu. Şehirde de başlarına her
şey gelebilirdi. A m a bakarsın yavaş yavaş alışır, işleri uz
gider, şehirli olurlardı.

Ama kaderlerinde şehirli olmak yokmuş. Evet, ka­
derdi bu başlarına gelenler. Başka türlü nasıl açıklanır?.

Kümbet istasyonunda, köm ür boşaltm a işiyle uğraşıp
didindikleri bir gün köm ür deposunun bulunduğu avluya,
deveye binm iş bir Kazak geldi. G örünüşe göre iş için gel­
mişti buraya. Adam devesini köstekleyip otlağa saldıktan
sonra, çevresine dalgın dalgın bakındı. Koltuğunda boş
bir çuval vardı. Y edigey’e sokularak:

- Kardaş, dedi, rica etsem, şu deveye biraz göz-kıılak
olur m usun? Çocukların hayvanları kızdırmak ya da döv­
mek gibi kötü huyları vardır. Kösteğini de çözerler eğlen­
ce olsun diye. Ben az sonra dönerim..

- M erak etm e, bakarım, dedi Yedigey.
Durm adan terliyordu. Yerdeki kömürü el arabasına
doldururken, arada bir başını çevirip, çocuklar deveyi ta­
şa tutm asınlar diye bakm ası bir iş değildi. Çocukların
hayvanı kızdırm aktan nasıl zevk aldıklarım bilirdi. Bir

86 /G Ü N OLUR ASRA BEDEL

defa bir deveyi neredeyse kuduracak hâle getirdiklerini
görmüştü. Taşa tutulan hayvan mırıltılar çıkararak onları
kovalamıştı. Çocuklar da bunu istiyorlardı zaten. Ava
çıkmış m ağara insanları gibi onu çem bere almış, bağrışa
bağrışa taşla, sopa ile saldırıp sahibi im dadına yetişinceye
kadar deliye döndürm üşlerdi hayvanı.

Aksilik işte, bu defa da, yalınayak başı kabak bir sü­
rü çocuk, bir ayak topunu yuvarlaya yuvarlaya çıkageldi
çayıra. Topu ayağına geçiren sanki kale imiş gibi deveye
doğru şut çekmeye başladı. Deve kaçmaya çalışıyor, ama
köstekli olduğu için kaçamıyor, bağrına, ayaklarına isa­
bet alıyordu. En hızlı, en isabetli vuran çocuk sanki bir
gol atmış gibi sevinçle bağırıyordu..

Yedigey bu durum u görünce elindeki küreği havaya
kaldırarak bağırdı:

- D ef olun oradan! R ahat bırakın hayvanı, yoksa
ayaklarınızı kırarım!

Çocuklar kaçıştılar. H erhalde onu hayvanın sahibi
sanmışlar ya da görünüşünden ürkm üşlerdi. Hele bir de
sarhoşsa, korkulurdu doğrusu. Oysa onlar deveyi diledik­
leri gibi kızdıracaklarını ve bir ceza da görmeyeceklerini
sanm ışlardı. Yedigey ise lâf olsun diye kaldırmıştı küreği
havaya. Yoksa, onları kovalayacak halde değildi. A raba­
ya bir kürek köm ür atınca bile cam çıkıyordu zavalınm.
Bir gün bu kadar güçsüz, bu kadar acıklı ve işe yaramaz
bir adam haline geleceğini hiçbir zaman aklına getirm e­
mişti. D urm adan başı dönüyor, midesi bulanıyor, bir yan­
dan da ter bastırıyordu. Kömür tozu genzine kaçıyor, ka­
ra çam ur gibi göğsünü kaplıyor, soluk almasını güçleştiri­
yordu. Bunu gören Ukubala, küreği oriun elinden alıyor,
kocası biraz soluk alsın diye kendisi dolduruyordu el ara­
basını. Sonra da onu itip yığının tâ tepesine çıkarıyor, bo­
şaltıyordu. Yedigey için karısının sendeleye sendeleye
arabayı itişini, kan ter içinde kalarak bu ağır işi sürdür-

meşini görm ek de dayanılır gibi değildi. H em en doğrulu­
yor, küreği kaparak yine başlıyordu çalışmaya.

Devesini Y edigey’e em anet ed erek giden adam az
sonra, çuvalım doldurm uş ve sırtlayıp gelmişti. Çuvalı de­
veye yükledi, deveyi yola hazırladı ve sonra ayrılmadan
önce birkaç lâf etm ek için Yedigey’iıı yanm a geldi. M u­
habbet hem en koyulaştı. Devenin sahibi çok küçük bir is­
tasyon olan Boranlı'dan gelen Kazangap adında biriydi...

M eğer hem şeri imişler. Kazangap da Aral kıyısında­
ki bir avıl (köy) dan gelmiş. B irbirlerine hem en ısınm ala­
rı, kaynaşm aları, belki hem şeri oluşlarından idi.

Bu karşılaşmanın Yedigey ve U kubala'nın bütün ge­
leceğini, hayatlarını etkileyeceğini o zam an kim bilebilir­
di? Aslında Kazangap onlara sadece, kendisiyle birlikte
Boranlı istasyonuna gelmelerini ve çalışmak için oraya
yerleşm elerini teklif etti. Bazı insanlar vardır, daha ilk
karşılaşm ada ona ısınır, güven ve sem pati duyarsınız. Ka­
zangap da bunlardan biriydi. G erçekte belirli bir özelliği
yoktu, sade bir adam dı, am a hayat çilesi çekerek olgun­
laştığı belliydi. İlk bakışta öbür Kazaklar gibi bir adamdı.
Giyile giyile iyice eskimiş bir ceket, ayağında sepilenm iş
keçi derisinden bir pantalon vardı ve bu kıyafeti de deve
sırtında yolculuk etmesine pek uygun düşüyordu. Ama,
giyim-kuşamına özen göstermediği de söylenemezdi. Ko­
ca kafasında, ancak yolculuğa çıktığı zam an giydiği ol­
dukça yeni bir demiryolcu şapkası vardı. Yıllardan beri
giydiği deri ayakkabısını eskiyen yerlerinden çirişli iple
yamamıştı. Kavuran güneşin ve aralıksız rüzgârların es­
m erleştirdiği yüzünden ve iri dam arlı ellerinden, hep ağır
işlerde çalışmış bir bozkır adamı olduğu anlaşılıyordu.
Ağır işten dolayı omuzları vaktinden önce çökmüştü. O r­
ta boylu bir insan olsa da, boynu, bir kaz boynu gibi ince,
uzun görünüyordu. Gözleri şaşırtıcı, etkileyici idi: Kahve­
rengi, zeki bakışlı, güleç, sürekli kırptığı için uçları kırış­
mış parlak gözler..

82/G Ü N O LU R ASRA BEDEL

Kazangap o vakitler kırk yaşlarında görünüyordu.
Yüz çizgileriyle birlikte kısa bıyığı ve kırçıl top sakalı da
onu görmüş-geçirmiş olgun bir adam olarak gösteriyor­
du. Ama insan ona daha çok ölçülü, akıllı konuşm aların­
dan dolayı güven duyuyordu ve onun bu hâli U kubala'da
derin bir saygı uyandırmıştı. Adamın her sözü sağduyuya
dayanıyor, tam yerine oturuyordu. Şöyle diyordu K azan­
gap: "M adem ki durum böyle ve sen kendini hâlâ iyi his­
setmiyorsun, sağlığını ne diye tehlikeye atacaksın? Y aptı­
ğın işin senin gücünü aştığını görür görm ez anladım za­
ten. Henüz iyileşmiş sayılmazsın, ayakta güçlükle duru­
yorsun. Açık havada, kolay bir işte çalışmalı, bol bol süt
içmelisiıı. B oranh'da dem iryolunda çalışacak adam lara
ihtiyaç var. Yeni istasyon şefi, ben buraların eskisi oldu­
ğum için işe yatkın insanlar bulabileceğimi söyleyip du ru ­
yor. Ama nereden bulayım öylelerini? Herkes savaşla,
cepheden senin durum unda dönenler de başka yerlerde
iş buluyorlar. T abiî bizim orası da pek yaşanacak bir yer
sayılmaz. S arı-Ö zek bozkırının ortasında, ıssız, kurak bir
yerde, güç şartlarda yaşıyoruz. Haftada tankerle getiriyo­
ruz ihtiyacımız olan suyu. Bazen tankerlerde gelmiyor. O
zaman suyu uzak kuyulardan tulumlarla kendimiz taşıyo­
ruz. Bu iş için erk en d en deve sırtında yola çıkıyor ve a n ­
cak geceleyin dönebiliyoruz. A m a yine de istasyondan is­
tasyona sürüklenm ektense, insanın, Sarı-Ö zek’in bu sapa
yerinde, kendi evinde olm ası daha iyi. Başını sokacak bir
evceğizin, sürekli bir işin olur. Biz de elimizden gelen
yardımı yaparız. İşi öğrenirsin. Birkaç hayvan da edinebi­
lirsin. Tabiî her şey sana bağlı. İki kişi çalışınca geçim ini­
zi rahatça sağlarsınız. D aha sonra, sağlığına kavuşunca,
isterseniz d ah a iyi yerlere gidebilirsiniz...".

İşte Kazangap bunları söylemiş, akıllıca tavsiyelerde
bulunm uştu. Yedigey iyice düşündükten sonra teklifi ka­
bul etti. Y ola çıkm aları için hazırlanm aları uzun sürm edi.
Çünkü eşyaları pek azdı. Ayni gün, Kazangap'la birlikte

GÜN Ol.UK ASRA BEDF.L/S3

Sarı-Özek bozkırındaki Boranlı istasyonuna hareket etti­
ler. Şanslarını bir de bu şekilde deneseler ne kaybeder­
lerdi? Ama sonradan bunun bir talih, bir kader olduğunu
anlayacaklardı.

Yedigey, K um bel’den Sarı-Ö zek bozkırını geçerek
yaptığı o yolculuğu hayatı boyunca unutm ayacaktı. Önce,
demiryolu boyunca ilerlediler, sonra yavaş yavaş dem ir­
yolundan ayrılarak vadileri, tepeleri geçtiler. Kazan-
gap’ın açıklam asına göre böylece kestirm eden gidiyor, en
az on kilom etre kısaltıyorlarmış yolu. Çünkü demiryolu,
eskiden bir tuz gölü olan düzlüğün çevresini dolanarak
gidiyormuş. Çukur yerlerde, tuz ve bataklığa rastlanılmış.
İlkbaharda tuzlu toprak yumuşar, geçilmesi zor bir ba­
taklığa dönüşürm üş. Yaz gelince de kalın bir tuz tabaka­
sıyla örtülür, kuruyup kaskatı olur, öbür bahara kadar
öyle kalırmış. Kazangap vaktiyle burada böyle bir tuz gö­
lü bulunduğunu, b u ralarda araştırm a yapanY elizarov
adında bir jeologdan öğrenmişti. Sonradan onunla Yedi­
gey de tanışıp dost olacaktı. Çok akıllı bir adam dı Yeliza­
rov.

Tabiî o zam anlar Yedigey henüz "Boranlı" olarak
anılmıyordu. A skerden yeni dönm üş, sakat, işsiz, Arallı
bir Kazak idi. Tesadüfen tanıştığı bir demiryolu işçisinin
sözüne güvenerek karısı ile birlikle onun ardına düşm üş,
o m eşhur B oranlı’ya iş bulm ak, oraya sığınm ak için gidi­
yordu. Ö m rünün sonuna kadar orada kalacağım bile­
mezdi elbet.

Ancak baharda, o da çok kısa bir süre için yeşeren
uçsuz-bucaksız Sarı-Özek bozkırını görünce, Yedigey,
şaştı kaldı. Aral denizinin çevresinde de bozkır denecek
düz ovalar vardı. M eselâ Üst-Yurt Yaylası büyük bir düz­
lük idi. A m a, böylesine uzayıp giden ıssız, kıraç bir ovayı
ilk defa görüyordu. Yedigey çok sonra anlayacaktı ki. ru­
hunu ancak bu bozkır kadar enginleştirmesini bilenler o
düzeye çıkabilirler, Sarı-Ö zek’in sessizliğiyle başbaşa ka­

W .'GÜN OLUK ASRA BEDEL

labilirlerdi. Şüphesiz Sarı-Özek uçsuz-bucaksız bir bozkır
idi, am a yaşayan insanın düşüncesi onu da kapsayacak
güçteydi. Ve Yelizarov da akıllı, bilge bir kişiydi. H er in­
sanın kafasında ancak bulanık bir şekilde bulunan dü­
şünceleri açıklayabiliyor, anlaşılmasını sağlıyordu.

Eğer Kazangap devenin yularını tutarak emin adım ­
larla ilerlem ese, Y edigey ile U kubala’nın bozkırın d erin ­
liğine daldıkları zam an kendilerini nasıl hissedeceklerini
de kimse bilemezdi. Yedigey devenin sırtında, eşyaların
arasına yerleşmişti. Kadın olduğu için U kubala’nın bin­
mesi gerekirdi am a, Kazangap, özellikle de U kubala, ıs­
rar etm işlerdi: "Bizim sağlığımız yerinde, sen ise gücünü
kuvvetini toplam ak zorundasın, boş yere itiraz edip bizi
geciktirme, yolumuz uzun..." demişlerdi. Deve henüz pek
genç ve ağır yük taşım ayacak kadar zayıftı. Bir kişinin bi­
nip iki kişinin yürüyerek gelmesi bundandı. E ğer Yedi-
gey’in şim diki K a ra n a n olsa, üçii birden onun sırtına bi­
ner ve daha kısa zam anda rahvan gidişle iiçbuçuk-dört
saatte varabilirlerdi gidecekleri yere. Oysa onlar Boraıı-
lı’ya ancak gecenin geç saatlerinde ulaşabilm işlerdi.

Fakat, ilk defa gördükleri yerleri seyrede seyrede ve
konuşa konuşa gittikleri için vakiin nasıl geçtiğini pek
farketm em işlerdi. Bu yolculuk sırasında Kazangap bura­
da hayatın nasıl geçtiğini, kendisinin bu Sarı-Özek bozkı­
rına, bu dem iryolu istasyonunda çalışmak için nasıl geldi­
ğini anlatm ıştı. Buraya geldiğinde henüz otuz altı yaşında
imiş. A ra l’ın kıyısında bulunan ‘Beşağaç’ köyünde doğup
büyüm üş. Y edigey’in köyü C angeldiye otuz kilom etre
uzaklıkta idi o köy. O radan ayrılalı çok olmuş ve o gün­
den beri de bir defa olsun gidememiş doğup büyüdüğü o
köye. B unun önem li sebepleri varmış tabiî. K azangap’ın
babası ‘K ulak’ların tasfiyesi sırasında sürülm üş, gerçekte
bir kulak (varlıklı, toprak ağası) olmadığı anlaşılıp ser­
best bırakılmış ama sürgünden dönerken ölmüş. O da,
birçokları gibi, aşırıların baskısına, haksızlığına uğramış,

g u n o l u r a s r a bf.u k i. / s?

bu gerçek anlaşılınca da iş işten geçmiş. Bütiin aile, kız
ve erkek kardeşleri, gözden ırak olmak için köylerini ter-
ketıııiş ve lıerbiri bir tarafa dağılıp gitmişler, birbirlerin­
den en ufak bir haber alamamışlar. Birer taş olup suya
batmışlar sanki. Babalarının tutuklanm asından sonra,
devrin gemi azıya almış militanları, o zam anlar gencecik
olan K azangap’a baskı yapm aya başlam ışlar. H erkesin
içinde babasını suçlamasını, onun toplum a zararlı bir in­
san olduğunu ilân etmesini, babalıktan reddetm esini iste­
mişler ondan. Babası gibi sınıf düşm anlarına yeryüzünde
hayat hakkı olmadığını, mutlaka yok edilmeleri gerekti­
ğini, kendisinin bu yeni siyasî görüşe candan bağlı oldu­
ğunu söylemeye zorlamışlar.

Kazangap bu utanç verici durum a düşm em ek için
başını alıp uzak diyarlara gitmiş. Tam altı yıl, Sem erkant
yakınlarındaki B etpak-D ala’da (Açlık bozkırında) çalış­
mış. O vakitler oralarda, yüzyıllardan beri el değmemiş
toprakları pam uk ekimine açıyorlarmış ve bu yüzden işçi­
ye çok ihtiyaç varmış. O rada, barakalarda yatıp kalkıyor
ve kanal kazıyorlarmış. Kazangap da toprak kazmış, trak­
tör sürmüş, ekip başı olmuş.. Çok çalışıp başarı gösterdi­
ği için ‘em ek k ahram anı' diplom ası da verm işler ona. Ev­
liliği de o rad a olm uş. Ü cret dolgun olduğundan, çalış­
mak için her taraftan insan akın ediyorm uş oraya. Bir
Karakalpak kızı olan Bike de Hive tarafından gelmiş,
ağabeyinin ailesiyle birlikte B etpak-D ala’da çalışmaya
başlamış. O nunla karşılaşmak ve evlenm ek varmış kade­
rinde. E vlendikten sonra K azangap’ın A ral kıyısındaki
köyüne, baba ocağına, kendinden olan insanların arasına
dönmeye karar vermişler. Ama bu kararı verirken her şe­
yi inceden inceye hesaplayam am ışlar. O arada, bir k atar­
dan inip öb ü rü n e binerek, ‘maksimka* larla gezip d u r­
muşlar. Bir defasında Kunıbel istasyonuna gelm işler ve

M aksim ka: işçi g ru p ların ı taşım ak için kullanılan yük k ata rla rın a bu isim
verilirdi. (Y azarın notu).

S6 / GÛN OLUR ASRA BEDUL

Kazangap orada yeni gelen lıemşerileriyle karşılaşmış.
Onlarla konuşup durumu öğrenince de köyüne dönmesi­
ne hiç gerek kalmadığını anlamış. Çünkü onun köyünde
her şey yine aşırı uçların, o militanların elindeymiş. Gerçi
onun elinde, Ö zbekistan’da bakir toprakları ekilişe hazır­
larken kazandığı şeref diploması olduğu için kimseden
korkusu yokmuş, ama kendisini güç duruma düşüren, re­
zil etm ek isteyen o insaıılann yine iş başında olduğunu
öğrenince vazgeçmiş dönm e kararından. O insanlara,
hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağını, onlarla bera­
ber olamayacağını düşünmüş.

Kazangap geçmişlen, bütün bu olanlardan sözetmeyi
sevmezdi. Am a bunları hiç unutm uyor ve başkalarının
unutm asına da pek şaşıyordu. S arı-Ö zek’e yerleştikten
uzun yıllar sonra, geçmişi hiç unutmadığını, biri oğlu Sa-
bitcan’ın tatsız bir konuşm ası, öteki de Yedigey’in yersiz
bir şakası üzerine, iki defa hissettirm işti.

Sabitcan’ın köye geldiği günlerden birinde, olurm uş,
çay içiyor, sohbet ediyor, şehirde olup bitenleri dinliyor­
lardı ondan. Söz arasında Sabitcaıı gülerek, kollektifleş-
tirm e devrinde S incan’a (D oğu T ürkistan’a) kaçan K a­
zak ve Kırgızlar'ın geri gelmeye başladıklarından söz etti.
Çinliler kom ünlerde onlara hayatı zehir etmişler. Y e­
meklerini evlerinde kendileri pişirip yem elerine izin ver­
memişler. G ünde üç defa aşevlerinde kaynatılan kazan­
ların önünde, büyük küçük sıraya giriyor, tabaklarına ne
koyarlarsa onu yiyorlarmış. Öyle güç şartlar altında bıra­
kılmışlar ki, şimdi hepsi varını yoğunu bırakıp kaçıyor,
kabul edilm eleri için de Sovyet otoritelerinin elini eteğini
öpüyorlarnuş..

Bunları dinleyen K azangap’ın suratı asıldı, öfkeden
dudakları titremeye başladı:

- G ülünecek ne var bunda! diye azarladı oğlunu.
Onun, taparcasına sevdiği, okusun, adam olsun diye
hiçbir fedakârlıktan çekinmediği oğluna bu tonda konuş­

GÜN OLUR ASRA BKOF.L/87

tuğu hiç görülm em işti. Öfkeden kam beynine çıktığı bel­
liydi ve o kendini güçlükle tutarak ilâve etm işti: "Onların
başına gelen bu felâketle niye alay ediyorsun!".

Sabitcan itiraz edecek oldu:
- Alay etmiyorum, olanları söylüyorum sadece.
Babası elindeki çay bardağını bir kenara itmiş, susu­
yordu. O nun bu suskunluğu da dayanılır gibi değildi.
Sabitcan, şaşkın, omuz silkerek cevap verdi:
- Kime darılıp küstüğünü anlamıyorum. Suç kimin?
O zamana, o dönem e kızıyorsanız, geçip gitti, artık geri
gelmez. Devlete mi kızacağız? Buna da hakkımız yok.
- Bak Sabitcan, ben yalnız bildiğim işe, anladığım işe
karışırım, anlamadığım şeylere asla burnum u sokmam.
Senin de bunu anlayacak kadar akıllandığını sanırdım,
am a yanılmışım. İnsan yalnız A llah’a sırt çevirm ez, yalnız
O 'na küsemez. Allah ölüm verirse, bu, hayatının sona er­
mesi dem ektir. Çünkü insan doğar ve vakti gelince ölür.
Bunun dışında, bu dünyada olan her şeyin hesabı soru­
lur!
Kazangap, böyle dedikten sonra, suratını astı, kimse­
nin yüzüne bakm adan çıkıp gitti.
K azangap’ı öfkelendiren ikinci olay, Y edigey ve
U kubala’nın K um bel’den gelip B oranlı’ya yerleşm elerin­
den yıllar sonrasına rastlar. Artık çocukları olmuş, büyü­
müş, B oranlı’ya kök salmışlardı. Bir bahar akşamıydı. Sü­
rüleri ağıla kapatmış, koyun-kuzulann arttığını görüp
memnun olm uşlardı. Yedigey şaka olsun diye Kazan­
g a p ’a:
- Ee, Kazake, sen ve ben zengin insanlar, kulaklar
olduk. Yakında bir kere daha malımızı mülkümüzü alıp
bizi sürm esinler sakın! dedi.
Kazangap, Yedigey'e sert sert baktı, bıyıkları da di­
ken diken oldu:
- Sözüne dikkat et Yedigey! dedi.
- Şaka yaptım Kazake, şakadan anlam az mısın?

88 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

- Bazı şeyler vardır ki onlarla şaka yapılmaz!
- Am a Kazake, neredeyse üzerinden yüz yıl geçti bu
olayın...
- Asıl mesele de bu işte. Zam an 11e kadar geçerse
geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirm ez. Elinden
malını m ülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin.
Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ru­
hunu öldürürlerse, işte buna çare yoktur...
İşte, o gün K um bel’deıı kalkıp Boranlı istasyonuna
giderlerken, ileride bu gibi konuşm aların olacağını bile­
mezlerdi. Bu Boranlı macerasının nasıl sonuçlanacağını,
burada ne kadar kalabileceklerini, kök salıp sulamaya­
caklarını, başka yere göç edip etmeyeceklerini, Kazan-
gap’ın onları getirdiği bu yerde koca bir öm ü r geçirecek­
lerini de bilemezlerdi.
K onuşm a sırasında Yedigey, K azangap’a cepheye
niçin gitmediğini de sordu. Hasta mıydfyoksa?
- Hayır, hasta değildim . A llah’a şükür sapasağlam ım .
Askere gitseydim savaşmakta kimseden geri kalmazdım..
Mesele bam başka idi...
K azangap ve Bike, B eşağaç’a gitm ekten vazgeçip
K um bel’de kalınca, nereye gideceklerini bilem em işlerdi.
Açlık Bozkırı şimdi çok uzaklarda kalmıştı. Hem terke-
dip geldikleri o yere niçin döneceklerdi? A ral'a gitm e­
meye kararlıydılar. İşte o sırada, iyi bir insan olan Kum-
bel istasyon şefi bu karı-kocanın tavırlarını beğenmiş, on­
larla konuşmuş, nereden gelip nereye gittiklerini, nasıl
bir işte çalışmak istediklerini sorm uştu. İşte bu şef, onları
bir yük trenine bindirerek Boranlı istasyonuna gönderdi.
O rad a yapılacak iş çoktu ve karı-koca kendilerine uygun
bir iş bulabilirlerdi. H atta bir de tavsiye m ektubu verdi
ellerine. G erçekten de bir iş buldular B oranlı’da. A m a
ilk zam anlar çok zor geçti. Açlık Bozkırı’ııa göre bile d a­
ha ağırdı buradaki şartlar. Yine de dişlerini sıkıp dayan­
dılar, sonunda alıştılar. Kazançları azdı, kıt kanaat geçi­

GÜN OLUR ASRA B E D E L /89

niyorlardı ama sürekli bir işleri ve başlarını sokacak bir
evceğizleri vardı. Asıl görevleri yol bakıcılığı olsa da her
türlü işi yapm ak zorunda kaldılar.

Kazangap-Bike çiftinin Sarı-Özek bozkırındaki Bo-
ranlı istasyonunda ilk yılları işte böyleydi. D oğrusunu
söylemek gerekirse, biraz para biriktirince daha büyük
bir istasyona ya da şehre taşınmak istemişlerdi am a, o sı­
rada savaş patlak verdiği için bu planlarını gerçekleştire-
mediler.

Savaş çıktıktan sonra Boranlı istasyonundan gelip
geçen trenlerin sayısı birden çoğalmaya başladı. D oğu­
dan batıya yeni askerleri, batıdan doğuya yaralıları taşı­
yorlardı. Doğudan batıya tahıl, batıdan doğuya yine yara­
lılar.. Boranlı gibi bozkırda yitip gitmiş bir yerde bile ha­
yat çarkı daha hızlı dönmeye başlamıştı...

Tren trene ekleniyor, makas açılsın, yeşil ışık yansın
diye lokom otifler keskin düdüklerini öttürüyor, ayni şe­
kilde karşı yönden gelen trenlerde sirenlerini çığlık gibi
öttürm ekte onlardan geri kalmıyorlardı. Bu ağır yüke da­
yanamayan traversler eğilip bükülüyor, raylar zam anın­
dan önce aşınıyordu. Yolun bir tarafında onarım biter­
ken, hem en ö b ü r tarafında yeni bir onarım işi çıkıyordu
karşılarına.

Soluk aldırmayan bir telaş başlamıştı. Dünyanın so­
nu gelmişti sanki. N ereden buluyorlardı bunca insanı?
İnsan dolu katarlar birbiri ardınca hep batıya, cepheye
gidiyorlardı. Günlerce, haftalarca, aylarca ve sonra yıllar­
ca devam etti bu gelip gidişler. Batıda dünyanın bir yarısı
öbür yarısı ile ölüm-kalım savaşı yapıyordu...

Bir süre sonra K azangap’ın da cepheye gitm e sırası
geldi. Çağrı yazısında, Kumbel'deki ikmal m erkezine git­
mesi isteniyordu. İstasyon şefi, eıı işe yarayan adam ını
alıyorlar diye saçını başını yolmaya başladı. A dam mı
kalmıştı B oranlı’da? B urada işlerin iyice aksayacağım ki­
me anlatabilirdi? Katarlar makasların ilerisinde durup

90 /G Ü N OLUR ASRA BF.DEL

bar bar bağırırken, düşman Moskova önlerine gelip da­
yandığı bir sırada yeni bir yedek yol yapılması gerektiğini
söylese, ona gülerlerdi.

Savaşın ilk kışı gelip çatm ıştı. V aktinden önce gelen
bir kıştı bu. Sisli, soğuk geceler erkenden bastıııyordıı.
Gece başlayan kar yağışı sabaha kadar sürdü. Önce, ince­
den inceye, sonra kuş başı kadar irileşti kar taneleri. D e­
rin bir sessizlik içine göm ülen Sarı-Özek bozkırının d ere­
leri, tepeleri gökten inen o beyaz örtüyle kaplandı. Sonra
bozkır rüzgârı da uyandı, henüz yere iyice oturm am ış kar
örtüsüyle oynamaya başladı. Önce hafif hafif esti rüzgâr,
sonra gittikçe hızını arttırarak sessizliği bozdu, uğul uğul,
karları savuran bir bora oldu ve nihayet kar fırtınasına
dönüştü. Sarı bozkırı bir uçtan öbür uca kesen ince bir
şakak dam arına benzeyen demiryolu ne olacaktı? Şimdi­
lik bu ince d am ar atıyor, katarlar iki yönden gelip geçi­
yorlardı..

Kazangap, işte o gecenin sabahında, cepheye gitmek
için yola çıktı. Yalnızdı, uğurlam aya gelen yoktu. F.vden
karısı ile birlikte çıkmışlardı. Kapıdan dışarı adım atar
atm az Bike’nin gözleri kam aşm ış, başı dönm üştü. K azan­
gap hem en karısının kucağındaki bebeği aldı. Kızı Ayza-
de idi bu bebek. Yeni doğm uştu. Aslında Bike kocasını
uğurlam aya gelm iyor, K azangap onu K um bel’e gidecek
yük trenine binmeden önce makasçı kulübesine götürü­
yordu. Çünkü bundan sonra kocasının makasçılık görevi
ona kalacaktı. Kulübede birbirleriyle vedalaştılar. O gece
birbirlerine diyeceklerini demiş, Bike ağlayacağı kadar
ağlamıştı. Durup konuşacak kadar zamanları da yoktu
zaten. Makinist, onu götürecek trenin hazır olduğunu
bildirm ek için düdük çalıyordu.

Kazangap lokom otif makinistinin yanm a çıktı. Loko­
motifin sireni uzun uzun öttü ve sonra hareket etti, hız­
landı. Rayların birleştiği yerde tekerlekleri takırdıya ta-

GÜN OLUR ASRA BEDEL /91

kırdıya, B ike’nin açtığı m akasa yaklaştı. Bike oradaydı.
Bir elinde sımsıkı sarıp sarmaladığı bebeği, öbür elinde
flama vardı. Om uzlarında büyük bir şal, belinde bir ke­
mer ve ayaklarında kocaman çizmeleri. Son defa selâm ­
laştılar. Bir anda, karısının yüzü, gözleri, eli ve makas se­
m aforu gelip geçti K azangap’ın gözlerinden...

Şimdi tren, dem iryolunun iki yanından uzaklara uza­
nan ve beyaz bir düş gibi S arı-Ö zek’i kaplayan süt rengi
kar örtüsünün üzerinden, koca tekerlekleriyle sessizliği
bozarak koşuyordu... Lokomotife dolan rüzgâr buhar ve
cüruf kokusuna mevsimin ilk kar kokusunu katıyor ve
Kazangap bu kokuyu uzun süre ciğerlerinde tutmaya ça­
lışıyordu. Artık Sarı-Özek bozkırına kayıtsız kalamayaca­
ğını d ah a iyi anlam ıştı...

A skere alınanlar K um bel’de toplanm ış, sıra olm uş­
lardı. Birer birer adları okunuyor, sonra vagonlara bindi­
riliyorlardı. İşte bu sırada tuhaf, beklenm edik bir şey ol­
du. K azangap’ın bulunduğu takım vagona bineceği anda
askerlik şubesinden bir görevli koşup yanlarına geldi ve
seslendi:

- Asanbayev Kazangap! Asanbayev kim? Sıradan çı­
kıp benim le gelsin!

Kazangap söyleneni yaptı:
- Asanbayev benim.
- Ver bakayım belgeni. Tamam, sensin. Gel benimle.
İstasyonda, toplanma merkezine gittiler. Görevli
ona:
- Sen geri dönüyorsun Asanbayev! N ereden gelmiş­
sen oraya dön! Anladın mı? dedi.
- Anladım.
Anladığını söylemişti ama hiçbir şey anlamamıştı.
- Anladııısa daha ne duruyorsun? H adi git! Serbest­
sin!

Asanbayev: Hasanbayoğlu.

92 / GUN OLUR ASRA BEDEL

Kazangap, askerlerden ve onları uğurlamaya gelen­
lerden oluşan uğultulu kalabalığın arasında öylece, şaş­
kın şaşkın kalakaldı. İlk anda işin böyle bir durum a dö ­
nüşmesine sevinmişti am a az sonra içini bir şüphe kem ir­
meye başladı. Bir sıkıntı, bir ateş kapladı bütün vücudu­
nu: Sakın o şeyden dolayı olmasın? Haa, ondandı de­
mek!.. Hem en ileri atıldı. Adam ları ite-kaka Askerlik Şu­
besi B aşkanı’nın bulunduğu odaya doğru ilerledi.

Şube başkamyla görüşm ek için bekleyenler bağırdı­
lar:

- Hey, dur bakalım, sıranı bekle!
- İşim acele, trenim kalkm ak üzere! Çok acele! diye
cevap verdi onlara.
Başkanın odasına girebilmişti. Sigara dumanıyla do­
lu odada, başında toplanan insanların ve telefonların, to ­
mar tom ar kâğıtların ortasında şaşkına dönmüş olan şu­
be başkanı, bağırm aktan kısılmış bir sesle sordu:
- Ne istiyorsun? M eselen ne?
- İtiraz ediyorum!
- Neye itiraz ediyorsun?
- Benim babam beraat etmişti.. Aşırıların iftirasına
kurban gitmişti o. Mal-miilk sahibi bir kulak değildi. Bel­
geleri, inceleyin, orta halli bir köylüydü babam...
- Sakin ol arkadaş, ne istediğini anlat bana!
- Beni bu yüzden askere almıyorsanız haksızlık edi­
yorsunuz!
- Saçma sapan konuşmasana! Yok kulak değilmiş,
yok orta halliymiş.. Ne saçmalıyorsun sen? Kimi ilgilen­
dirir bunlar artık! N ereden geliyorsun, adın ne senin?
- Asanbayev Kazangap, Boranlı istasyonundan gel­
dim.
Başkan önündeki listeleri gözden geçirdi.
- Başından söylesene şunu! Yok orta halli köylüy­
müş, fakirmiş de. kulak-muiak değilmiş de.. Bunlarla ne
kafamı şişiriyorsun? Seni yanlışlıkla çağırmışız buraya!

GÜN OLUR ASRA BEDEL <93

Yoldaş Stalin bizzat em retti, demiryollarında çalışanlar
askere alınmayacak, görevlerine devam edecekler. Hadi,
vakit kaybettirm e bize, buralarda oyalanma, hem en işi­
nin başına dön!..

*

G ün b atm ak üzere iken B orani t’ya yaklaşm ışlardı.
T ek rar dem iryoluna yöneldiler. İki yönde gelip giden
trenleri görmeye, seslerini işitmeye başlamışlardı. Bozkı­
rın ortasında oyuncak trenler gibi görünüyordu o uzun
uzun katarlar. Batm akta olan güneş, çevredeki tepeleri
ve vadileri gölge-ışık oyunlarıyla belli ediyor, alaca ka­
ranlık gittikçe koyulaşıyordu. Kış nemini hâlâ yitirmemiş
toprakta serince bir bahar kokusu vardı.

Önden giden Kazaııgap durup arkasına baktı. Deve
sırtında giden Y edigey’e ve onun yanında yürüyen U ku-
b ala’ya eliyle ilerisini göstererek:

- İşte bizim Boranlı, dedi. Az bir yol kaldı, varınca
dinlenirsiniz.

İleride, dem iryolunun belli belirsiz bir yay çizdiği
yerdeki geniş düzlükte birkaç evceğiz görünüyordu. O ra­
da duran bir katar da, yedek yolda, sem aforun yedek ışık
verm esini beklem ekteydi. D aha ötelerde ve iki tarafta,
hafif yamaçlı tepeler, uçsuz bucaksız ve suskun ovalar
uzayıp gidiyordu. Gözalabildiğine uzanan bozkır idi bu...

Y edigey’in kalbi duracaktı nerdeyse! O da sahil bo­
yunca uzanan düz ovalardan gelmişti. A ra l’ın ıssız ovala­
nın görmüş, bunları tanımıştı. Ama düzlüğün, bozkırın
böylesini beklem iyordu. Mavi ve değişken A ral’ın kıyısın­
dan, kupkuru, ölü bir bozkıra geliyordu ve orada kala­
caktı! Dayanılacak şey miydi bu?

Yanında yürüyen Ukubala, elini onun bacağına koy­
muş ve bir süre öylece gitmişti. Yedigey onun dem ek is-

94 / GÜN OLUR ASRA BF.IM-İL

tediğini anlıyordu: "Varsın olsun, önemli olan senin sağ­
lığın, senin iyileşmen. O ndan sonrasına bakarız..." dem ek
istiyordu Ukubala.

İşte, yalnız uzun yıllar geçirm ek için değil, sonradan
anlaşılacağı gibi, kalan bütün öm ürlerini geçirecekleri
yere gelişleri böyle oldu...

Az sonra güneş batmış, karanlık çökmüştü. Sa-
rı-Özek göğünde sayısız yıldızlar ışıldamaya başlamış, on­
lar da Boranlrva gelip durmuşlardı.

Birkaç gün K azangap’ın evinde kaldılar. Sonra, yol
işçilerinin kaldığı barakada onlara da bir oda verildi ve
oraya taşındılar. B oranlı’daki hayatları böyle başladı.

İlk zam anlar karşılaştıkları bütün sıkıntılara, bütün
güçlüklere ve kupkuru Sarı-Ö zek'in ıssızlığına rağmen,
iki şey Yedigey için çok yararlıydı: Tem iz hava ve deve
sütü. Hava tertemizdi ve böylesine temiz havayı başka-
yerlerde bulm ak biraz zordu. S üte gelince, Kazangap iki
sağmal devesinden birini onlara vererek şöyle demişti:

- Karımla ikimiz aram ızda konuşup karar verdik. Bi­
zim yeterince sütüm üz var. Akbaş devenin sütünü de
kendiniz için siz sağarsınız. G enç devedir Akbaş, sütü de
boldur. H enüz ikinci yavrusunu doğurdu. O na siz bakın,
sütü de sizin olsun. Ama, yavrusu için de yeteri kadar süt
bırakın. O yavruyu size "hoşgeldin" arm ağanı olarak ver­
meyi kararlaştırdık. İyi besleyin onu. B irde bakarsınız ile­
ride bir sürü deveniz olur. Bir gün buradan ayrılmaya ka­
rar verirseniz, satarsın, paran-pulun olur.

A kbaş’ın yavrusu henüz birbuçuk hafta önce doğ­
m uştu. Kara başlı, iki küçücük kara hörgüçlü bir köşek
idi. İri ve her zam an nemli gözleriyle tatlı tatlı ve çok m e­
raklı bir bakışı vardı. Dışarıda oldukları zaman insanın
etrafında koşar, zıplar, oynardı. A hırda yalnız kaldığı za­
m anlar ise, tıpkı bir insan yavrusu gibi acı acı bağırarak
anasını çağırırdı. Bu köşekin, bu ufacık deve yavrusunun,
ileride Boranlı Karanar adıyla, yorulm ak bilmeyen gü-

GUN OLUR ASRA B E D E L 95

cüyle ve azgınlığıyla yörede ün yapacağı kimin aklına ge­
lirdi? Yedigey’in başından onunla ilgili birçok olayın ge­
çeceğini kim bilebilirdi? Ama o zam anlar dalıa bir süt
köşeği idi, bakım a m uhtaçtı. Yedigey bu yavruyu çok sev­
miş, boş vakitlerini hep onunla, onun bakımı ile geçirir
olmuştu. Aral kıyısında, kendi avılında yaşadığı yıllarda
da hayvanlara bakmıştı ve bu tecrübesinin ona çok yararı
oldu.

Kış gelince küçük K aranar epeyce büyüm üştü. O na,
üşümesin diye, karnının altından açılıp kapanan bir örtü
diktiler. Örtü sırtına geçirilince yalnız başı, boynu, bacak­
ları ve hörgüçleri açıkta kalır ve bu haliyle pek gülünç
görünürdü. B ütün kışta ve baharın ilk günlerinde bu ö r­
tüyü sırtından çıkarm adılar. Çünkü gece-giindüz açık ha­
vada bırakılıyordu.

O kış Yedigey de gücünün yerine gelm ekte olduğu­
nu hissetti. Bir gün baş ağrısı kesiliverdi, kulaklarındaki
vınlam a iyice azaldı. H erhangi bir iş yaparken eskisi gibi
terlemiyordu artık. Kışın kar her tarafı kapladığı zaman,
yol açma işine o da yardım etti. Genç ve sağlam yapılı ol­
duğu için çabuk toparlanm ıştı. G iderek büsbütün iyileşti.
Artık, en ufak bir iş yaparken başının döndüğü, şıpır şıpır
terlediği, dayanılmaz acılar çektiği günleri hatırlam ıyor­
du bile. Kızıl sakallı doktorun söyledikleri doğru çıkmıştı.

Neşesi yerinde olduğu zamanlar köşeğin boynunu
kucaklar, okşar, şakalı sözler söylerdi ona:

- Biz seninle süt kardeşi olduk. Sen A kbaş’ın sütünü
içip büyüdün, ben de ayni sütü içip baş ağrılarından kur­
tuldum. Aramızdaki fark şu: Sen sütü em din, ben ise kı­
mız yaparak içtim. Allah bizi birbirim izden ayırmasın...

Yedigey şu olayı da hatırlıyordu: A radan uzun yıllar
geçip Boranlı K aranar yörede ün kazanınca, bir gün, Sa-
n-Ö zek’e sırf onun fotoğrafını çekm ek için insanlar gel­
di. O zamanlar savaş çoktan bitmiş ve unutulm uştu. Ç o­
cuklar büyümüş, okula gidiyorlardı. Boıanlı'da tulunıbalı

96 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

bir kuyu açılmış, su meselesi halledilmişti. Yedigey de
üzeri saçla örtülü bir ev yapmıştı kendilerine. Kısacası,
bunca sıkıntı ve m ahrum iyetten sonra, hayatlarının akışı
normale dönmüştü.

Ycdigey’in yıllarca unutam adığı ve devesi K a ran ar’la
ilgili olayla işte o sırada karşılaştı.

Kendilerini foto muhabirleri olarak tanıtan insanla­
rın gelişleri, B oranlı’da tek değilse bile çok az rastlanan
bir olaydı. Ü ç kişiydiler. Geveze, pek hareketli, bol vaadli
insanlardı. K a ran ar’m resim lerini çekip, sahipleriyle bir­
likte gazetelerde, dergilerde basacaklarım söylüyorlardı.
Karanar, o kıpırdak adamların hareketlerinden ve gürül­
tülerinden pek hoşlanmadı. Hoşnutsuzluğunu belirtmek
için başını dim dik kaldırıyor, dişlerini gıcırdatıyor, bunun
üzerine ad am lar Y edigey’den deveyi yatıştırm asını, o ya­
na bu yana baktırm asını istiyorlardı. Yedigey, yalnız ken­
di resminin çekilmesini doğru bulmadığı için, çocukları,
kadınları ve K azaııgap’ı da çağırdı. F oto m uhabirleri işe
koyulmuş, bol bol resim çekmişlerdi. Asıl num ara, asıl
poz, bütün çocukların K aran ar’ııı sırtına çıkması ile oldu.
İki çocuk devenin boynuna, beş çocuk sırtına, Y edigey’in
kendisi de bu çocukların ortasına oturdu. Böylece çeki­
len resim le, K a ran ar’ııı ne güçlü bir deve olduğu gösteril­
miş, kanıtlanm ış oluyordu. Çocuklar ne kadar sevinmiş,
nasıl da gürültü etm işlerdi o gün. Ama, bir süre sonra
m uhabirler kendileri için en önem li işin, K a ran ar’ın res­
mini tek başına çekmek olduğunu söylediler. Yedigey de
‘istediğiniz gibi olsun’ dedi. B unun üzerine foto m uhabir­
leri, uzaktan, yakından resimlerini çektiler. Bundan baş­
ka, Yedigey ve K azangap’ın yardımıyla, hayvanın om uz­
larını, boyun yüksekliğini, göğsünü, bileklerini, ayakları­
nın kalınlığını ve gövdesinin uzunluğunu ölçtüler, not
d efterlerine yazdılar. Bunları yaparken hayret ediyor ve
hayranlıklarını belli eden sözler söylüyorlardı:

CİÛNOI.UR ASRA B E D E L /97

- Harika bir bakteryan! En mükemmel genler bir
araya gelmiş! Klasik bakteryan türü! Göğsünün genişliği­
ne bak.. Şu duruşa bak!.

Devesi için söylenen sözler, övgüler, Y edigey’i gu­
rurlandırıyordu ama bazı kelimelerin ne anlama geldikle­
rini bilem iyordu. M eselâ ‘bakteryan’ın ne dem ek olduğu­
nu sorm aktan kendini alam adı. M eğer çift hörgüçlü de­
velerin atasına bilim dilinde ‘bakteryan’ derlerm iş.

- Demek bizim deve bir bakteryan?
- Hem de en saf cinsi, bir pırlanta!
- Peki ne diye ölçtünüz,? Neye yarayacak o ölçüler?
- Bilimsel inceleme için.
Foto muhabirleri çektikleri resimlerin gazete ve der­
gilerde basılacağını. B oranlıların gözünde daha önemli
görünmek, kolaylık sağlamak için söylemişlerdi. Ama altı
ay sonra postadan gelen paketin içinden, zooloji enstitü­
leri için basılmış bir ders kitabı çıktı. Develer hakkında
bilgi veren bu kitabın kapağını süsleyen saf kan bakter­
yan, K aran ar’daıı başkası değildi. Kitapla birlikte, bir sü­
rü de fotoğraf göndermişlerdi ve bunların bazıları renk­
liydi. Yedigey bu fotoğraflara baktıkça o günlerde ne ka­
dar m utlu olduklarını d aha iyi anlıyordu. Savaş sonu sı­
kıntıları unutulmuş, çocuklar henüz çocukluktan çıkma­
mış, büyüklerin sağlığı da yerindeydi. Ve ihtiyarlık da ge­
lip çatmamıştı daha.
Yedigey o gün konukların şerefine bir koyun kesti,
bütün B oranlıiar’ı davet edip bir ziyafet verdi onlara.
Türlü yiyeceklerle, kımızla, votka ile donattı sofrayı. O
yıllarda istasyona sık sık bir vagon-mağaza uğrardı. Ne
ararsanız bulu n u rd u bu gezici m ağazalarda. Y eter ki p a­
ranız olsun: İstakozlar, yengeçler, kırmızı havyar, siyah
havyar, çeşit çeşit balıklar, konyak, sucuk, şekerlem eler,
her şey... Ama her şeyi alm azlardı. Niçin alsınlar? Ertesi
gün aradıklarını bulurlardı yine. Yazık ki artık tren yolla-

98 / GÜN OLUR ASRA BEDEL

rinda vagon-mağazalar yok. Uzun yıllardan beri hiç gel­
miyorlar...

O ziyafet gecesinde çok iyi vakit geçirdiler. Boranlı
K aran ar’ın şerefine bile kadeh kaldırdılar. K onuk foto
m uhabirleri K araııar’dan kendilerine söz edenin, yakın
dostu Y edigey’in Sarı-Ö zek ve yöresinde en giizel deve­
nin sahibi olduğunu ve gidip inceleyebileceklerini söyle­
yenin, Yelizarov olduğunu söylediler. Yelizarov, o eşsiz
insan, o büyük bilgin, bu bölgeyi çok iyi biliyordu. B oran-
lı’ya uğradığı zam anlar, o, K azangap ve Yedigey bir a ra ­
ya gelir, sabahlara kadar konuşurlardı..

O ziyafet akşamında. Kazangap ve Yedigey, birbirle­
rinin sözlerini tam am layarak ve güçlendirerek, konukla­
ra, Sarı-Özek bozkırlarında yaşayan bütün develerin ana­
sı ak başlı ünlü deve A km aya ile, şimdi Ana-Beyit m ezar­
lığında yatan onun ünlü sahibi Nayman A na’nın hikâye­
sini ya da efsanesini anlatm ışlardı. Boranlı Karaıı.ar, işte
böyle ünlü bir soydan geliyordu! Boranlılılar, bu meraklı
hikâyenin de gazetelerden birinde yayınlanacağını um u­
yorlardı. K onuklar hikâyeyi büyük bir ilgi duyarak dinle­
miş, am a sonunda bunun nesilden nesile söylenegelmiş,
o bölgeye özgü bir efsane olduğuna karar vermişlerdi.
Oysa Yelizarov onlar gibi düşünm üyordu. O na göre
Ana-Beyit efsanesi belki tarihin derinliklerinde kalan bir
gerçeği yansıtıyordu. O, böyle şeyleri dinlemeyi severdi
ve kendisi de bu yerlerin geçmişine dair pek çok şey bili­
yordu.

Konuklar ancak karanlık çöktükten sonra yola çıktı­
lar. Yedigey gururlanıyor, m utluluktan havalara uçuyor­
du. O yüzden olacak, gereksiz bir lâf kaçırdı ağzından.
Belki bunda içkinin de etkisi olmuştu. Konuklarla birlik­
te o da birkaç kadeh içmişti çünkü. Dilini tutamayıp Ka-
zangap’a şöyle dedi:

- D oğru söyle K azake, K aranar’ı henüz bir köşek
iken bana verdiğine pişmansın değil mi?

GÜN OLUR ASRA B ED EL! 99

Kazangap ona alaylı bir gülümseme ile baktı. Yedi-
gey’den böyle bir söz beklem ediği besbelliydi:

- Bak Yedigey, dedi, hepimiz insanız. H er şeyi düşü­
nebiliriz. Am a, atalarım ızın bir sözü var: "Mal iyesi Hiicla-
dan , der. Hiida, K a ran ar’a başkasının değil, senin sahip
olmanı istemiş, sen de olmuşsun. Başka türlü olamazdı.
Başkasının eline geçse kimbilir ne olurdu. Belki de ölüp
giderdi hayvan. Belki bir uçurum dan yuvarlamrdı. D e­
m ek ki bu mal sana nasipm iş. Benim başka develerim de
oldu, hepsi iyi develerdi ve bazılan da K aranar’m anası
A kbaş’ın yavruları idi. Şeninse bir tek deven var. Sana
arm ağan edilmiş. D ilerim A llah’tan yüz yıl hizm et etsin
sana. Ama böyle düşünmemeliydin, senden bunu bekle­
m ezdim ...

Yedigey pişman olmuş, çok utanmıştı:
- Bağışla beni Kazake, bağışla, dedi.
Bundan sonra Kazangap ona duyduğu, bildiği başka
şeyleri de anlattı: Efsaneye göre, A km aya’nın yedi yavru­
su olmuş: D ördü dişi, üçü erkek. O zam andan beri dişi
develerin hepsi ak başlı, açık renkli, erkek develer ise ka­
ra başlı, kestane tüylü imiş. İşte, kara başlı olan K aranar
da ak başlı bir anadan doğmuş, bu da onun Akmaya so­
yundan olduğunu gösteriyormuş. O günlerin ne kadar
gerilerde kaldığını kimse bilemiyordu. İki yüz, üç yüz,
beş yüz yıl, belki de daha da öncesine ait bir olaydı. Am a
Sarı-Ö zek bozkırında A km aya’nm soyu tükenm em işti.
Yine anlatılanlara göre, zaman zaman olağanüstü güçlü,
Karanar gibi bir sırttan gelirmiş dünyaya. İşte, K aranar
doğmuş ve Yedigey şanslı olduğu için, onun mutluluğu
için, bu sırttan deve ona nasip olmuş...

Mal iyesi H ûdadan: M al sahibi H üdadan (İnsanı mal sahibi yapan A l­
la h ’tır). (Y azarın n o tu )
Sırıtan, sırtlan: Çok çevik, güçlü, üstün yaratık. Ü stün köpek, üstün kurt
gibi (Y azarın notu).


Click to View FlipBook Version