The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Laurie Halse Anderson - Hafızamın Keskin Bıçağı copy 2

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by elmasteknolojidev, 2017-07-27 07:36:43

Laurie Halse Anderson - Hafızamın Keskin Bıçağı copy 2

Laurie Halse Anderson - Hafızamın Keskin Bıçağı copy 2

N E W YO RK T İ K E S ÇOKSATAN YAZARI

LAURIE HALSE

AMDERSON

hafızamın
keskin
“b ı ç a ğ ı

de

perrruf;

K ötü hatıraların kıyısındayken sizi
uçurum dan kim kurtarabilir?

K endilerini boğan hatıralardan
kaçm ak için son beş yıldır yollarda
olan Hayley ve babası Andy "norm al”
bir yaşamın özlemiyle Andy'nin doğup
büyüdüğü kasabaya dönerler. A ndy’nin
zihnine ve bedenine işkence eden savaş
travmalan hayatlarını m ahvetm ek üzeredir.
Adam içindeki iblisleri susturm ak için
ilaç, alkol ve uyuşturucuya sığınır. Hayley
babasını çaresizce izlerken kendi bilincine
ait hoş olmayan anılan gün yüzüne çıkmaya
başlayınca umarsızlık yerini mahvoluşa
bırakır.

Ölüm adım adım babanızı izlerken onu
nasıl hayatta tutarsınız? Anne babanız bir
yetişkin gibi davranmaktan vazgeçtiğinde
ne yaparsınız? Peki sizi güldürebilen hoş bir
çocuk hayatınıza girer ve kendinizi ilk defa
gelecek hakkında düşünürken bulursanız
ne olur?

“Yazar en başanlı işlerinden biriyle dikkate
değer, dokunaklı ve gerçekçi
bir hikâye sunuyor.”
VOYA

‘Ânderson travma sonrası stres
bozukluğuna cesur ve özgün bir

bakış açısıyla yaklaşıyor.”
Entertainnıent Weekly

h afızam ın
keskin
bıçağı

Pegasus Yayınları: 1637
Gençlik: 310

Hafızamın Keskin Bıçağı
Laurie Halse Anderson

Özgün Adı: The Impossible Knife Of Memory

Yayın Koordinatörü: Berna Sirman
Editör: Esengül Aydın Yalçın
Düzelti: Işıl Şahin
Sayfa Tasarımı: Ezgi Gültekin
Kapak Uygulama: Pınar Yıldız

Baskı-Cilt: Alioalu Matbaacılık
Sertifika No: 11946

Orta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A
Bayrampaşa/İstanbul
Tel: 0212 612 95 59

1. Baskı: İstanbul, Nisan 2017
ISBN: 978-605-299-175-6

Türkçe Yayın Hakları © PEGASUS YAYINLARI, 2017
Copyright ©Laurie Halse Anderson, 2014

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı
aracılığıyla alınmıştır.

Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler
Pegasus YayıncılıkTic. San. Ltd. Şti.'den izin alınmadan fotokopi dâhil,

optik, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz,
çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177

Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.
Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han

No: 11/9 Taksim/İSTANBUL
Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46
www.pegasusyayinlari.com / [email protected]

LAURİE HALSE ANDERSON

hafızamın
keskin
bıçağı

İngilizceden çeviren:
Duygu Özcan

PEGASUS YAYINLARI

babam için
—*

“ Bu adamların akıllarını Ölüm, zorla alıp uzaklara götürmüştür.
Onların cinayet tellerinden oluşan saçlarından, hatıralar par­
maklarını geçirir..

Wilfred Owen, A k ıl Hastaları

“ Belli ki bana yanlış anlatıldı
rüya söylentileri, kime sorsam
maviyi aramam söylendi.”

Cari Phillips, M avi



Her şey cezaya kaldığımda başladı. Hiç şaşırmadınız, değil mi?
Okul sonrası cezaya kalma, köşede bekleme cezasını uy­

duran ahmaklar tarafından icat edilmiştir. Köşede bekleme
cezası küçük çocukları, kedileri bulaşık makinesine koymaktan
ya da beyaz duvarları mör kalemlerle çizmekten vazgeçirmiş
midir? Elbette hayır. Bu cezalar çocuklara sadece daha kurnaz
olmayı öğretir ve liseye geldiklerinde okul sonrası cezaya kal­
mayı seveceklerini garanti eder çünkü bu uyumak için harika
bir fırsattır.

Ama ben cezadayken uyuyamayacak kadar sinirliydim.
Zombi yöneticiler beni beş yüz kere, “Bay D iaz’a saygısızlık
etmeyeceğim,” yazmaya zorluyorlardı. Kâğıda yazmak zorunday­
dım ki bu da kopyala/yapıştır seçeneğini ortadan kaldırıyordu.

Peki, bunu yapacak mıydım?
Ha.
Belmont’ta yasaklanmış bir kitap olan M esaha Beş in
sayfasını çevirdim. Bu kitap yasaktı çünkü bizler, küfreden
askerler, düşen bombalar, patlayan cesetler ve savaşın iğrenç
bir şey olduğunu okumak için çok küçüktük.
Belmont Lisesi —Çocuklarımızı 1915’in On Numara Dün­
yasına Hasırlar!

*9*

hafızamın keskin bıçağı

Bir sayfa daha çevirdim, kitabı yüzüme yaklaştırdım ve
gözucuyla etrafıma bakındım. Penceresiz odadaki lambaların
yarısı çalışmıyordu. Öğretmenler, bütçe kesintisi olduğunu
söylemişlerdi. Otobüsteki çocuklar ise, bunun bizi kör etmek
için bir komplo olduğunu düşünüyorlardı.

Arka sıradan biri kıkırdadı.
Ceza gözetmeni Bay Randolph, orklarınkine benzeyen
başını kaldırıp faili aramaya başladı.
“Yeter artık,” dedi. Sandalyesinden kalkıp beni işaret etti.
“Yazı yazıyor olmalıydınız, küçük hanım .”
Kitabın bir sayfasını daha çevirdim. Ben ceza odasına ait
değildim. Bu okula ait değildim ve az maaşlı orklarm uygula­
dığı Stalin kanunları da umurumda bile değildi.
İki sıra ötede oturan, sahte kürklü kapüşonunu başına
geçirmiş, pembe kışlık ceketli kız, ağzındaki çiklet tomarını
mekanik bir şekilde çiğneyerek boş gözleriyle bana bakmak
üzere başını çevirdi.
“Beni duydun mu?” diye seslendi ork.
Yasak fiillerden birini mırıldandım. (Bilirsiniz ya, “-erim”
ile biten o kelimeler? Söylemememiz gereken şeyler? Bana neden
diye sormayın, bunların hiçbirinin bir anlamı yok.)
“Ne dedin sen?” diye anırır gibi bağırdı.
“Adım ‘küçük hanım’ değil dedim.” Kitabın sayfasını kö­
şesinden kıvırdım. “Bana Bayan Kincain ya da Hayley diyebi­
lirsiniz. İkisine de cevap veriyorum.”
Bana öylece baktı. Kız ağzındaki sakızı çiğnemeyi bıraktı.
Odadaki tüm zombiler ve ucubeler kavga kokusunu alınca baş­
larını kaldırdı.

* ıo *

LAURİE HALSE ANDERSON

“Bay D iaz’ın bu tutum unuzdan haberi olacak, küçük ha­
nım,” dedi ork. “Ders sonunda ödevinizi almak için uğrayacak.”

Nefes verirken belli belirsizce küfrettim. Ceketli kız sakı­
zıyla eğri büğrü bir balon şişirdi ve balonu dişleriyle patlattı. Bir
defterden bir yaprak kopardım, bir kalem buldum ve bugünün
de hatırlanmayacak bir gün olacağına karar verdim.

Size hızlı bir ders:
Bu dünyada iki çeşit insan vardır.
1. zombiler
2. ucubeler
Sadece iki çeşittir. Size bundan farklı bir şey söyleyen kişi

yalan söylüyordur ve yalancı bir zombidir. Zombileri dinlemeyin
ve ucube hayatınızı kurtarm ak için koşarak uzaklaşın.

Bir başka ders: Herkes ucube olarak doğar.
Bu sizi şaşırttı, değil mi? Şaşırdınız çünkü sizin beyninizi
emiyorlar. Zehirleri size ucubelerin kötü, tehlikeli ve hasar gör­
müş olduğunu düşündürtüyor. Tekrarlıyorum, onlara kulak
vermeyin. Koşun.
Her yeni doğmuş, ıslak, aç ve çığlık atan bebek, yumur­
tasından yeni çıkmış, iyi vakit geçirmek ve dünyayı daha iyi
bir yer haline getirmek isteyen bir ucubedir. Eğer bu bebek bir
aile ortamında doğacak kadar şanslıysa...

* ıı *

hafızamın keskin bıçağı

(Not: “aile” sadece genetik özelliklerle ya da yasal bağ­
larla birbirlerine bağlı insanlardan oluşan heteroseksüel çiftlerin
oluşturduğu biyolojik birim anlamına GELMEZ. Aile, bundan
çok ama çok daha fazlasıdır. Çünkü biliyorsunuz, artık 1915
yılında değiliz.)

.. .onu her gün sevecek, onun beslendiğine ve kıyafetleri
ile kitapları olduğuna, ayrıca maceralar yaşadığına emin olacak
bir yetişkinin olduğu bir aileye doğacak kadar şanslı osla bile
bebek ucube olarak büyüyüp çocuk ucube ve daha sonra da
genç ucube olacaktır.

İşte orada işler değişir.
Çünkü gençlerin birçoğu, liseye gitmek zorunda kalır ve
lise, zombileştirme sürecinin ölümcül olduğu yerdir. En azından
hem uzak mesafeden gözlemlerim hem de şimdi Belmont’ta
geçirdiğim yirmi dört gün boyunca yaptığım yakından ve şahsi
gözlemler sonucu böyle olduğunu düşünüyorum.

Nerede kalmıştım?
Doğru. Ceza.

Zil çaldığında yüz dokuz defa, “Bir öğretm enin hatasını dü­
zeltmek saygısızlık demek değildir,” yazmıştım.

* 12 *

— *— — *—

Ceza sonrası Bay D iaz’m yaptığı tavır konuşması —çektiği
nutuk—ve salak dolabım yüzünden son otobüsü de kaçırdım.

Babamı aramanın bir yararı yoktu.
Altı kilometre yürümem gerekiyordu. Daha önce yapmış­
tım ama pek hoşuma gitmemişti. Yutkundum ve başımı okulun
bulunduğu mahallenin kaldırımlarından yukarıda tutup belki
posta kutusunu boşaltırken bana el sallayan yaşlı bir adam ya
da market torbalarını pikabından boşaltırken bana bakan bir
anne olursa diye sahte gülümsememi takındım. Kulaklıklarım
takılıydı ama müzik dinlemiyordum. Dünyayı duymam gere­
kiyordu ama dünya onu dinlediğimi fark etmemeliydi.
On beş dakika sonra, güvenli evler yerini boş mağazalara,
sonra ikinci el araba satan bayilere ve ardından burada “şehir
merkezi” dedikleri mahalleye bıraktı. Birkaç adımda bir, soluma
ve sağıma göz atarak etrafımda nelerin bulunduğuna bakıyor­
dum. Terk edilmiş bir şilte mağazası, pencerelerine tahta çıtalar
çakılmış bir ev, ya sarhoş ya uyuşturucunun etkisi altında ya
da ölmüş ve çok fena kokan ancak benim için bir tehdit oluştur­
mayan evsiz bir adamın bedenini örten gazeteler. Bir tekerlek
dükkânı. İçki dükkânı. Camları demir parmaklıklarla kaplı
bir şarap dükkânı. Çakıl, çimen, kırık mobilyalar, kullanılmış

* 13 *

h a fız am ın keskin "bıçağı

bir prezervatif ve izmarit dolu iki boş arazi. Üzerindeki haçın
etrafı mavi neon ışıkla çevrilmiş, dükkân şeklinde bir kilise.

Kilisenin duvarına iki çocuk yaslanmış duruyordu.
Tehdit
Ellerimi ceplerimden çıkardım. Bacaklarım güçlü ve hızlı,
oynanmak için değil güç için yapılmış kalçalarımla sanki kal­
dırım ın sahibi benmişim gibi yürümeye başladım. Onlar için
ben 1,60 boyunda, genç bir kızdım. Bu gerçekler benim vücu­
dumun diliydi ve onları değiştiremezdim ancak nasıl yürüdü­
ğüm. .. İşte farkı yaratan buydu. Bazı kızlar böyle bir durumda
yavaşlarlardı. Tavşan gibi korkar, başlarını eğer, kollarıyla
göğüslerini kaparlardı. Yani duruşları, “Ben güçsüzüm, sen
güçlüsün, korkuyorum, lütfen beni öldürme,” diye bağırıyor
olurdu. Bazı kızlar ise, göğüslerinin göründüğüne emin olur,
popolarını belirginleştirir ve yürürken bir o tarafa bir bu tarafa
sallayıp, “Bana bak. Hoşuna mı gitti? Bundan ister misin?”
tavrını takınırlardı.
Bazı kızlar salak olur.
Korkumun üstesinden geldim. Zaten korku, her zaman
bizimledir ve onun üstüne çıkmazsanız boğulursunuz. Tekrar
yutkundum ve vücudumu dikleştirdim, omuzlarımı geniş tutup
kollarımı sallayarak yürümeye başladım. Dengemi bulmuştum
ve hareket etmeye hazırdım. Vücudum onlara, “Evet, büyük
ve güçlü olabilirsiniz ama bana dokunursanız, sizin canınızı
yakarım,” diyordu.
Beş adım daha attım. Bana dönük duran çocuk başını kal­
dırdı ve arkadaşına bir şeyler söyledi. Arkadaşı bakmak için
bana döndü.

* 14 *

LAURIE HALSE ANDEfiSON

Değerlendirme
Çantamda karşı koymaya değecek kadar değerli bir şey
yoktu. Hatta çantamı çalsalar mutlu bile olurdum çünkü öde­
vimi yapmamak için gerçek bir sebebim olmuş olurdu. Eğer
beni yakalamaya çalışırsalar arkamı dönerdim böylece beni
çantamdan tutmuş olurlardı. Ondan sonra aralarından birini
kilisenin beton duvarına doğru iterdim ve koşabildiğim kadar
hızla koşmaya başlardım. Zaten ikisi de uyuşturucu kullanmış
gibi duruyordu, bu yüzden tepki-zaman konusunda büyük bir
avantaja sahiptim. Ayrıca adrenalin de benim yanımdaydı.
B Planı: Albany otobüsü iki sokak ötede duruyordu. İç­
lerinden birinin sırt çantamı çekip almasını sağlayıp otobüse
doğru koşardım ve otobüsü kaçırmak istemiyormuş gibi bağırıp
kollarımı sallardım çünkü eğer sokaktaki kurtlardan kaçıyormuş
gibi davranırsanız insanlar sizi görmüyormuş gibi davranır.
Ama eğer otobüsü yakalamaya çalışırsanız size yardım ederler.
Son savunma seçeneğim de bana bakan iki çocuğun hi­
zasında, sokağın karşısındaki kaldırımın kenarına dikkatlice
yerleştirilmiş bir Old Crow viski şişesiydi. Şişenin uzun boy­
nunu yakalamak kolay gibi duruyordu. Ancak şişeyi duvara çok
hızlı vurmamam gerektiğini hatırlamalıydım, aksi takdirde şişe
paramparça olurdu. Bir yumurtayı kırm ak için kullanacağınız
sertlik yani hafif bir çıt, şişenin dibini kırm ak için yeterli olur.
Bir çıt ve dandik viski şişesi, uyuşturucu etkisi altındaki kurt
çocukların etlerine aç, kocaman cam dişli bir silah haline gelirdi.
Sadece bir adım uzaktaydım.
Uygulama

* 15 *

hafızamın keskin bıçağı

Bana bakmak için dönen çocuğun bakışları o kadar boştu
ve gözleri o kadar odaklanamıyordu ki bir kız mıyım yoksa
bir hayalet miyim, ayırt edemiyordu. Gözlerim diğer çocuğa
kaydı. U yuşturucunun ondaki etkisi daha azdı. Ya da o, daha
uyanıktı. Altında çamur rengi çukurlar olan çimento grisi çe­
kik gözleri üzerimdeydi. Tehlike diye bağıran asıl bu çocuktu.

Sanki zaman durmuş gibi hissettiren uzun bir saniye bo­
yunca ona baktım —şişe saat on biryönünde, önce hayalarına tekme
atarım sonra da silaha ulanıp her şeyi keserim—ve başım eğik
ve saygı dolu bir tavır takınarak başımla kısaca selamladım.

O da beni başıyla selamladı.
Uzun saniye eridi. A rtık çocukları ve şişeyi geçmiştim.
Otobüs Albany’ye doğru gürültülü bir şekilde hareket etti.
İçindeki ölü bakışlı yaşlı zombiler bana bakıyordu.

Boş araziler ve kapanmış işletmeler, alışveriş merkezlerine ve
sonra da neredeyse güvenli evlere yerini bırakana kadar ayak
sesi duyacak mıyım diye pürdikkat etrafımı dinledim. Son so­
kağın en sonunda, unutulmuş bir mısır tarlası ve harabe olmuş
bir ahırı geçince “yuva” demem gereken bina duruyordu.

— *—4 —*—

Babam evi hatırlamamı istiyordu. Taşındığımızda kamyondan
kolileri taşırken, dolaplara marketten aldıklarımızı doldurur­
ken, eskiden ölmüş ama orada kalmış fareleri atarken, camları

* 16 *

LAURİE HALSE ANDERSON

silerken bana defalarca, “Hatırlamadığına emin misin, Hayley
Rose?” diye sordu.

Başımı hayır anlamında salladım ama hiçbir şey demedim.
Hatırlamamak için ne kadar çaba gösterdiğimden bahsettiğimde
üzülüyordu. (Deli olduğumu düşünmeyin çünkü deli değilim.
Bir şeyi unutmakla hatırlamamak arasında o kadar büyük bir
fark var ki aralarından tır geçer.)

Eve taşındıktan birkaç gün sonra babam yine Mezbaha daki
hacı gibi zaman kavramından uzaklaştı. Geçmiş, onu etkisi al­
tına aldı. Tüm duyduğu, el yapımı patlayıcılar ve havan topları;
tüm gördüğü hâlâ botu ayağında kopmuş bir bacak gibi vücut
parçaları, mızrak gibi keskin kemik parçalarıydı. Yediği her
şeyden ise kan tadı alıyordu.

Bu ataklar —atak dediğimi duyarsa beni gebertir ama babamın
yaşadıklarını tanım layan tek kelime buydu—son birkaç aydır
iyice kötüleşmişti. Hayatımızı sürekli yollarda geçirmekten
vazgeçip insanların “normal yaşam ” olarak gördüğü hayat
tarzını deneme gibi gülünç bir planı kabul etmemin tek sebebi
de buydu. Babamın büyük çekici tırının yolcu koltuğunda
seyahat etmektense lisenin son yılını bir lisede geçirme fikri­
nin heyecan verici ve daha mantıklı olduğunu düşünmesine
izin verdim.

Peki, ya aslında? Çok korkuyordum.
Şehirdeki kütüphaneyi buldum ve bize bir banka seçtim.
Ayrıca postaneye gidip büyükannemin eski evinde yaşamak için
döndüğümüzü onlara bildirdim. Üçüncü günümüzde, Gracie
adında, sokağın ilerisinde yaşayan bir kız bize her şeyiyle an­

* 17 *

hafısam m keskin bıçağı

nesinin yaptığı bir sepet dolusu kek ve bir tencere ton balıklı
erişte getirdi. Bana beni gördüğüne memnun olduğunu söyledi.

Gracie çok tatlıydı, acayip bir şekilde kibardı ve zombileş-
memişti. O kadar ki, onun yanındayken bir şıllık gibi davran­
mayı unutuyordum. Getirdiği keklerden ilkini yemeden önce
ona çoktan bayılmıştım bile ve birden bir arkadaşım olmuştu.
En son ne zaman bu kadar iyi bir arkadaşım olduğunu hatır­
lamıyordum ... Bir arkadaşımın olması, diğer her şeyi daha
çekilesi kılıyordu.

Babam geçmişin pençesinden kurtulduğunda ton balıklı
erişteden artakalanı yedi. (Zaten kekler çoktan bitmişti.) Çatı
katma çıkıp küflenmemiş ya da farelerin kemirmediği küçük
bir kutu getirdi. Kutunun içinde solmuş fotoğraflar vardı ve
babam bunların annesi ile —yani büyükannem ile—benim fo­
toğraflarım olduğuna yemin etti. Ona büyükannemin neden
hiç annemin fotoğrafını saklamadığını sordum ve babam da
fotoğrafları farelerin kemirdiğini söyledi. Zaten o zaman yalan
söylediğini anlamıştım.

Cezaya kaldığım o gün, eve tek parça halinde dönebildim.
Sinirliydim, karnım açtı ve ödevlerimi yapmama konusunda
kararlıydım. Babamın pikabı garajın önüne park edilmişti. Ka­
portanın üstüne elimi koydum, buz gibi soğuktu. Kilometre
sayacına baktım, sabah okula gittiğimden beri hiçbir değişiklik
olmamıştı. Demek ki babam bugün yine işe gitmemişti.

Evimizin (E v i m i Bu kelimeye hâlâ iyelik eki getirmek
garip geliyordu.) giriş kapısında bulunan bir, iki, üç, dört kilidi

* 18 *

LAURIE HALSE ANDERSON

ve kapıyı dikkatlice açtım. Babam zincirli kilidi takmamıştı.
Muhtemelen bütün gün uyum uştu ya da ölmüştü. Ya da okula
gittiğimi ve eve döndüğümde zincirin açık olması gerektiğini
hatırlamıştı. Sonuncu seçeneğin olmasını umuyordum.

İçeri girdim ve kapıyı arkamdan kapadım. Tekrar bir, iki,
üç, dört kilidi de kilitledim. Zinciri yuvasına geçirdim ve ışığı
açtım. Oturma odasındaki mobilyalar yerinde duruyordu ve
tozluydu. Evde köpek, sigara dumanı, pastırma ve babamın ot
içtiğini anlamamam için sıktığı oda spreyinin kokusu vardı.

Koridorun ilerisinde Spock, babamın yatak odasının kapısı
ardında üç kere havladı

“Baba?”
Bekledim. Babam köpekle konuşurken sesi uzaklardan ge­
len bir fırtına gibi gürledi. Bekledim ve yüze kadar saydım ...
Ama hâlâ bir ses çıkmamıştı.
Babamın kapısına doğru yürüdüm ve hafifçe kapıyı çal­
dım. “Baba?”
Kapının ardından, “Otobüsün yine mi geç kaldı?” diye
sordu.
“Evet.”
Bekledim. Bu onun bana günümün nasıl geçtiğini ya da
ödevim olup olmadığını veya akşam yemeğe ne istediğimi
sorması gereken andı. Ya da o bana canının ne istediğini söy­
leyebilirdi çünkü ben de yemek yapabiliyordum. Ya da kapıyı
açıp benimle konuşabilirdi, bu beklediğimden de fazla olurdu.
“Baba?” diye seslendim. “Yine bütün gün evde miydin?”
“Kötü bir gündü, prenses.”

* 19 *

hafızamın keskin bıçağı
“Patronun ne dedi?”
Cevap yok. Sessizlik.
“Patronunu aradın, değil mi?” diye sordum. “Arayıp hasta
olduğunu söyledin? Baba?”
“Telefonuna sesli mesaj bıraktım .”
Başka bir yalan. Alnımı kapıya yasladım.
“En azından kapıdan çıkmayı denedin mi? Üstünü değiş­
tirdin mi? Duş aldın m ı?”
“Yarın deneyeceğim, prenses, söz veriyorum.”

* 20 *

Ölüm, kartları dağıtır. Sallanan masada birbirlerinefısıldarlar.
Hernandeı ağcına bir puro koyar. Dumbo, karısından gelen

mektupları kaskının içine sıkıştırır. Loki, yere tükürür ve küfreder.
Roy, kahvesinden biryudum alır. Kartlan kendimize doğru çeker
ve kahkaha atarıç.

Karımıny üçünü bile hatırlamıyorum ama Ö lüm ü tanıyorum.
Ölüm, kırmızı elbisesi ve taştan yontulmuş gü^elyüküyle bahis
paralarımızı ister. Arkadaşlarım kahkaha atar ve yalan söylerler,
çoktan oyuna gömülmüşlerdir.

Küçük kısm ın yükünü hatırlıyorum. Başının kokusunu hatır­
lıyorum. Sol dizkapağındakiyarayı vepeltek konuşmasını hatırlı­
yorum. Fıstık ekmesi ve muz- Onun beni hatırladığını sanmıyorum.

Ölüm, kemiktenyapılmış garları, dişlerinin arasında bastırarak
çatırdatır. Zarları masaya tükürür ve çarlar döner.

Bi% her şeyimizi masaya süreriz çünkü hava, mermiler ve el
bombalarıyla doludur. Biçim için gelen mermiyi duymayı{ ama
geliyor, biliyoruz-

Ölüm biçden ellerimizi göstermemizi ister.
Şimdiye kadar hiçbirimizyaşadığımızın hiç bu kadarfarkına
varmamış oluruz-

* 21 *

5_ * _

Öğle yemeği. Birinci teneffüs.
Öğle yemeği, sabahın köründe veriliyordu. Neden daha fazla

lise öğrencisinin silahlı ayaklanma yapmadığını anlamıyordum.
Tek açıklama, idarenin çikolata parçacıklı kurabiyelerin içine
sakinleştirici koymasıydı.

Bir kalemin silgi ucu sol kulağıma girdi.
“Beni rahat bırak.” Kalemi ve onu tutan eli ittim, sonra da
sol kulağımı kafeterya masasına dayamak için kafamı çevirdim.
Kalem bu sefer de sağ kulağıma saldırdı.
İşkencecime klasik ortaparmak selamımı verdim. “Senden
nefret ediyorum.”
“20 tane kelime çalışması.”
“Bak, ben uyuyorum. Zızzzzz.”
“Sadece İspanyolca dersi, Hays. Bir de Topher’m İngilizce
dersinde küçük bir yardıma ihtiyacı var. Pesadilla1, balıklı qu~
esadilla demek, değil mi?”
İnleyerek başımı kaldırdım. Masanın karşısında Gracie
Rappaport, yani tuzlu kek kızı, oturuyordu. Onunla sarmaş

1 Pesadilla İspanyolca kâbus, quesadilla ise tortillanın içine peynir ile diğer mal­
zemelerin konulmasıyla yapılan yemektir ve "queso“ (peynir) kelimesinden
gelir. Buradaki soru İspanyolca "pescado” balık olduğu için yapılan bir kelime
oyunudur, (ç. n.)

* 22 *

LAURIE HALSE ANDEİİSON

dolaş olan çocuk da erkek arkadaşı Topher, uzun adıyla Ch-
ristopher Barnes’tı. (Topher’m adını duymuş olabilirsiniz. İşçi
Bayramı’nda terk ettiği Zoe adındaki kız, internette Topher’ın
erkeklik organlarıyla ilgili saygısız tanımlamalar paylaşmıştı.
Topher, Zoe’nin yalan söylediğini kanıtlayacak bir fotoğrafla
cevap vermişti. Ben de Gracie’ye sorduğumda bana kıkırda­
yarak cevap verdi ki bu istediğimden çok daha fazla bilgiydi.)

Topher, “‘Mana’ ne demek?” diye sordu.
“Mana, bir entrikanın patlak vermesi demek,”2dedim. “Ve
evet, pesadilla da balıklı quesadilla demek. Sen bir dâhisin,
Gracie.”
Taranmamış saçları, pahalı dişleri ve koyu renk çerçeveli
gözlüğüyle yanıma oturan çocuk, “Dediklerini yazma,” dedi.
“Seninle kafa buluyor.”
Topher aramıza yeni katılan çocuğa baktı. “Nerelerdeydin? ”
Çocuk cebinden bir anahtarlık çıkardı ve elinde salladı.
Topher, “Çalıştırabildin m i?” diye sordu. “Bu sefer sorun
neym iş?”
“Bilmiyorum ama annem çok pahalıya mal olduğunu
söyledi. Borcumu ödemek için sonsuza kadar ev işi yapmam
gerekecek.”
Topher, “Dostum,” dedi.
Çocuk, “Değil mi?” dedi. “Bu yüzden fakirim, bana ye­
mek al.”

2 İngilizce mana “denotation”, patlama ise "detonation" demektir. Bu kelimelerle
yapılan bir kelime oyunudur, (ç. n.)

* 23 *

h a fız am ın keskin "bıçağı

Topher çocuğa on dolarlık bir banknot uzattı. “Bana da
bir simit al.”

“Senin ödevini yaptığım için bana niye para ödemiyor­
sun?” diye sordum.

Topher bana yirmi beş sent uzattı. “Mana ne demek? Ger­
çekten.”

“Mana, derste not almayı reddeden bir öğrencinin eylemini
açıklayan bir isim,” dedim.

Yeni çocuk, “Mana,” dedi. “Bir kelimenin sinir bozucu
imalar olmaksızın kesin anlamıdır.”

Topher yirmi beş senti benden alıp arkadaşına attı. “Te­
reyağı istiyorum, krem peynir değil.”

Kafamı masaya yeniden koyarken, “Yetti,” dedim. “Ben­
den bu kadar.”

Gracie buruşturulmuş bir peçeteyi yavaşça burnuma attı.
“Sadece benim İspanyolca ödevim, Hayley, lüüüüüütfeeen.”

“Bunu tam olarak neden yapmalıyım?”
Kitaplarını masanın karşısından bana doğru itti. “Çünkü
sen harikasın.”
Bize o gün ton balıklı erişte ve kek sepetini getirdiğinde
Gracie’nin yanında bir fotoğraf albümü de vardı. Albümde
Gracie’nin anasınıfının —aslında bi^im anasınıfımızm—resim­
leri vardı çünkü ben de oraya gitmiştim. El örgüsü kazağım
ve saçımdaki örgülerle minik kendime bakmak tüylerimi diken
diken etti ama neden böyle hissettiğimi tam olarak anlama­
mıştım. Anasınıfından hatırladığım tek şey uyku zamanında
altımı ıslatmamdı ama Gracie böyle bir şeyin olmadığını söy­

* 24 *

LAURIE HALSE ANOERSON

ledi. Sonra da bana fıstık ezmeli ve muzlu sandviçi hâlâ sevip
sevmediğimi sordu.

(Bu da doğrusunu söylemek gerekirse, benim ödümü ko­
pardı çünkü gerçekten bu sandviçi çok severdim ve Gracie’nin
bunu tahmin etme ihtimali yoktu.)

Gracie’nin kelime ödevini yaptım ve Topher’m arkadaşı
elinde bir tepsi dolusu simit ve kahveyle döndüğünde ödevi
Gracie’ye verdim.

Gracie’ye, “Yedinci ve on sekizinci soruyu bilerek yanlış
yaptım,” dedim. “Daha gerçekçi olsun diye.”

“İyi fikir,” dedi. “Teşekkürler.”
Odanın dört köşesine monte edilmiş düz ekran televiz­
yonlar sonunda canlanarak açıldı ve hepsinde de sadece haber
yayınlayan kanallardan biri ayarlıydı. Bunu fark edecek kadar
uyanık olan öğrenciler, isteksizce mutlu olmuş gibi yaptılar. Ben
de bir dakika kanalı seyrettim. D ün gece herhangi bir felaket
olmuş mu diye altta geçen yazıları okuyordum. Ünlülere tapma
saçmalığı ve dünyanın öbür ucunda bir marketi ve anasınıfını
patlatan intihar bombacılarından başka bir şey yoktu.
“A rtık uyumaya devam edebilir miyim?” diye sordum.
Yeni çocuk bana bir simit uzatarak, “Önce kahvaltı yap­
man gerek,” dedi. “Bu arada saçların güzelmiş. Elektrik mavisi
doğal rengin mi?”
“Ben kahvaltı yapmam,” dedim. “Ve evet, mavi saçlı in­
sanların soyundan geliyorum.”
Topher, ağzı simitle doluyken, “Motifne demek?” diye sordu.
Çocuk, “En azından biraz kahve iç,” dedi. “Kahveye ih­
tiyacın varmış gibi duruyorsun.”

* 25 *

hafızamın keskin bıçağı

“Ben kahve istemedim ki,” dedim.
“Motif, bir hikâyede tekrar eden bir fikir veya objedir.”
Çocuk, kahverengi ve yeşil kareli gömleğinin cebinden çeşit
çeşit şeker ve tatlandırıcı paketleri çıkarıp önüme koydu. “Ne
kadar ve hangi şekerden attığına emin olamadım.”
“Hiçbirini atmıyorum. Eğer kahve istersem, gider kendim
alırım. Ayrıca yapıyı unuttun.”
“Ne?”
“Edebi motif, tekrarlayan obje, fikir ya da yapıdır. Yapıyı
unuttun.”
Çocuk bir Gracie’ye, bir bana, sonra tekrar Gracie’ye baktı
ve yüzünde yavaşça bir gülümseme belirdi. “Haklıymışsın,
Rappaport.”
Topher, “Peki, ya ben?” diye sordu. “Ben de fikri des­
tekledim.”
Çocuklar yumruk tokuştururken Gracie, “Şişşt,” dedi.
“Hangi konuda haklıymış?” diye sordum. “Ne fikri?”
Gracie, “Finn’e bir makale yazman için bir nevi söz ver­
dim,” dedi. “Okul gazetesi için. Edebiyatının falan iyi olduğunu
söyledim.”
“Bu bir şaka mı?” diye sordum.
Finn3—ne tür bir anne ve baba çocukların ismini “balık
yüzgeci” koyar?—simidini bana doğru tuttu. “Kütüphanedeki
‘Kaynaklar Dünyası’ hakkında iki yüz kelimeyi bir araya ge­
tirmek ne kadar sürer? ”

3 "Finn", İngilizce "balık yüzgeci’' olan "fin” kelimesiyle benzerlik gösteriyor, (ç. n.)

* 26 *

LAURİE HALSE ANDERSON

“Sonsuza kadar,” dedim. “Çünkü böyle bir şey yapm ı­
y orum .”

Topher, “Güvenilmez anlatıcı ne?” diye sordu.
“Haydi ama, Hays,” dedi Gracie. “Herhangi bir şey yapa­
cağına dair belge imzalamadın ama yapacağına söz vermiştin.
Daha fazla arkadaşa, en azından seni koridorda gördüklerinde
merhaba diyecek insanlara ihtiyacın var. Okul gazetesi için yazı
yazmak mükemmel bir çözüm olur.”
“Benim çözüme ihtiyacım yok,” dedim. “Çünkü benim
bir sorunum yok.”
Gracie beni duymazdan geldi. “Ayrıca, ikinizin birçok ortak
noktası var.” Parmaklarını göstererek saydı. “İkiniz de uzun­
sunuz, sessizsiniz, garip bir şekilde zekisiniz ve gücenmeyin
ama ikiniz de biraz garipsiniz,” deyip sonra çabucak ekledi:
“A lınm ayın, şapşalsevimli bir şekilde garip demek istedim.”
Topher, “’Şapşalsevimli’ bir kelime m i?” diye sordu.
“Garip, sessiz ve garip bir şekilde zeki m i?” diye sordum.
“Bu söylediklerin, gübreden bomba yapan birini tanımlıyor.
Belki o yapıyordur ama ben yapmıyorum.”
Finn, “Gübreden bomba m ı?” diye sordu.
Topher, “Güvenilmez anlatıcı?” diye tekrarladı. “Bilen
var mı?” ,
“Makaleyi yazmayacağım,” dedim.
Düz ekran yanıp söndü ve piksellere bölündü. Sonra da
okulun maskotu, şişkin pazılı ve her iki elinde de birer çekiç
tutan (bize de Belmont Makinistleri deniyordu; sebebini Tanrı
bilir) beyaz bir adam olan Marty ekranda belirdi.

* 27 *

hafızamın keskin bıçağı

Finn, “Herkes şeytan amirin önünde diz çöksün!” diye
bağırdı.

Birden ona baktım çünkü ben de tamamen aynı şeyi dü­
şünüyordum. Ama o bana baktığında elimin üstüne bir şeyler
karalıyormuşum gibi yaptım.

Ekranda sabah duyurulan belirdi.

...AŞAĞIDAKİ LİSTEDE ADI OLAN ÜN İV ERSİTELER BU
HAFTA KAFETERYADA SUNUM YAPACAKTIR...

...BULUNAN USB BELLEK KAYIP ODASINA KONULDU...
.. .BAYRAKDİREĞİNİN ETRAFINDA OYALANMAKYASAKTIR...

Ve en sonunda da Devamsızlık Ofîsi’ne, Rehber Öğretmen
Odası’na veya doğrudan cehenneme gidip müdürü görmesi ge­
reken zavallı ruhların isimleri belirdi.

Finn, omzuma vurdu.
“Ah! Neden?”
Ekrana işaret etti. “Kıyamet Listesi’ne girmişsin, Bayan
Mavi! Daha senenin başında idareyle başın belaya mı girdi?
Harika bir gazeteci olacaksın.”

Koridorda güzel görünen yabancıların geçiş töreni vardı. Çok
yüksek sesle gülüyorlardı. Flört ediyorlardı. Omuz silkiyor­
lardı. Yarışıyorlardı. Öpüşüyorlardı. İtişip kakışıyorlardı. Sıç­

* 28 *

LAURIE HALSE ANDERSON

rıyorlardı. Bağırıyorlardı. Poz veriyorlardı. Kovalıyorlardı.
Gösteriş yapıyorlardı. Alay ediyorlardı. Koşturuyorlardı. Şarkı
söylüyorlardı.

Tamamen asimile olmuş zombiler.
Gracie yanımdayken onlara gülebiliyordum. Ama doğu
koridorunda sürülerinin arasında —yalnız başım a—yürürken
kendi ucube halime olan güvenimi, aval aval bakmaya, utan­
maya ve kendimden nefret etmeye çevirmiştim. Parlak dişli
gülümsemeleri, mutluluğu çok kolaymış gibi gösteriyordu. Hiç
kendi ayaklarına takılıp sendelemezlerdi. Burunlarını çekip
domuz gibi ses çıkarmadan-kahkaha atabilir, salak gibi gö­
rünmeden birbirleriyle dalga geçebilirlerdi. Birlikte altı, sekiz
ve on bir yaşında oldukları zamanları hatırlayıp bununla ilgili
kıkırdayabilirlerdi.
Gösterişler, alaylar, pozlar... Bunların hepsi yalanın bir
parçasıydı. Benim beynim bunu anlıyordu çünkü ben fısıltıları
duymuştum. Stresi çikolata gibi eriten otu içerek güne başla­
yan Şeref Kulübü üyeleri. Görünmeyecek yerlerine bıçak atan
ponpon kızlar. Hırsızlık yaparken yakalanan Münazara Ku­
lübü üyeleri. Anneciğin ilaçlarının kurabiye gibi paylaşılması
ve babacığın votkasının Latince dersinin ilk saatini nasıl da
eğlenceli yaptığı...
Doğu yakası koridorunda yürürken, onların benim bey­
nime ulaşmaya çalışan yapışkan parmaklarını ve kulaklarıma,
gözlerime, burnuma ve ağzıma doğru yayılan sarı dumanı ha­
yal edebiliyordum. Grup psikolojisiyle benim içime işlemek ve
hastalıklarını bulaştırmak ve sömürmek istiyorlardı. Tehlike o

* 29 *

hafızamın keskin bıçağı

kadar gerçek ve o kadar yakındı ki, yolu sormak ya da bağırmak
için ağzımı açmaya bile cesaret edemedim.

Okulun rehber öğretmenlerinin odaları, sandalyeleri rahatsız,
duyuru panolarıyla dolu, Gerta adında, kan kırmızı pençeleri
olan bir sekreter ve yüzyılın başından beri temizlenmemiş gibi
görünen bir kahve demliğinin bulunduğu bir bekleme odasını
paylaşıyordu.

İçeri girdiğimde tüm rehber öğretmenlerin odalarının
kapıları kapalıydı. G erta’nın masasının önünde durdum. El
tırnakları, klavyesindeki harflerin çoğunun silinmesine neden
olmuştu. Sadece Q ve X harfinde birkaç nokta pigment kalmıştı.
Kapalı kapılardan birinin ardında bir kız ağlıyordu ancak ne
dediğini anlayamıyordum.

Bayan Benedetti okula en yakm benzin istasyonundan almış
olduğu bir kahveyle içeriye girdi. Kahveyi istasyondan almak
bence de iyi bir fikirdi.

“Adım listedeydi,” dedim.
“Konuşmamız gereken birkaç şey var,” dedi. “Gel, burada
konuşalım.”
Onu, sadece masası, dosya dolabı ve iki sandalyenin sığa­
cağı büyüklükte bir kutu gibi olan odasına doğru takip ettim.
Fakat odanın, öğrencilerin park yerine doğru bakan bir pen­
ceresi bulunuyordu. Bazı insanlar, Benedetti’nin aşağıda olup

* 30 *

LAURIE HALSE ANDERSON

bitenleri gizli bir kamerayla kaydettiğini söylerdi. Bilgisayarı
benimkinden eski göründüğüne göre böyle bir şey yapıyor ol­
ması bana pek olası gelmedi.

Bayan Benedetti, ceketini askıya astı, masasına oturdu ve
kahvesinin kapağını açtı.

Ben de pencerenin yanındaki sandalyeye oturdum ve hiçbir
şey demedim.

Bir sorgudan sağlam kurtulm anın sırrı, sabırdır. Bir şey
sunmayın, açıklama yapmayın. Sorulara cevap verin ancak
başınızı tuzağın içine sokmamak için sadece sorulan sorulara
cevap verin.

“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
Ona havada uçuşan tozların arasından baktım. “İyi.”
“Adını Eylül’deki kamu hizmeti listesinde görmedim,” dedi.
“Yani?”
“Hizmet zorunluğunu erteleyemezsin, Hayley. Her öğrenci,
her ay, ayda iki saat hizmet vermek zorundadır. Sen de,” Ek­
ranına göz attı. “St. Anthony Huzurevi için kaydolmuşsun.”
Bana bir kâğıt uzattı. “Orada yaşayan pek çok sevimli yaşlı
insan var. Hoşuna gidecek. Oradaki bir çalışan senin devam
kâğıdını imzalamalı. Hizmet saatlerin için kredi almak üzere
kâğıdını G erta’ya vermeyi unutm a.”
“Zorunlu kamu hizmeti” ikiyüzlülük gibi görünse de Be­
nedetti, felsefeden çok devam kâğıdıyla ilgileniyordu. Herhangi
bir söz vermeden kâğıdı aldım.
“A rtık gidebilir miyim?”
“Henüz gidemezsin.” İki paket şeker aldı ve elinde salladı.
“Okul başladığından beri on bir defa cezaya kalmışsın.”

* 31 *

hafızamın keskin bıçağı

Bu bir açıklamaydı, soru değildi yani bir cevap vermeme
gerek yoktu.

“Bana öyle geliyor ki, geleneksel okul sistemine alışmakta
biraz zorlanıyorsun.”

Başka bir açıklama daha. Benim için işi kolaylaştırıyordu.
Paketleri yırttı ve şekeri kahvesine döktü. “Özellikle ma­
tematik dersinde... Şimdi nasıl gidiyor?”
“Ön matematik,” diye düzelttim. “İyi gidiyor.”
Uygulamada matematik dersinde uzmandım: banka ba­
kiyesi, gaz sayacı hesabı, oturma odasının güzel görünmesi
için kaç litre boya gerektiği... Ö n matematik ise köpek dü­
düğüyle öğretiliyordu, yani duymam için çok tizdi. Genelde
dersi, matematik defterime yağmacı zeplinler ve ayı orduları
çizerek geçiriyordum.
“Bay Cleveland, senin özel ders almaya ihtiyacın olabile­
ceğini söylüyor.”
Bazı açıklamalar bir cevap almak için adeta yalvarır. O m ­
zumu silktim.
“Seninle bunun hakkında konuşacak.” Benedetti, üç tane
kimyasal sütün plastik kutuları üzerindeki kâğıdı yırttı ve kah­
vesine koyarak bana olan yaklaşımını değiştirdi. “Baban nasıl?”
Bu sefer, ağzımı açacak kadar rahatsız olmam için ses­
sizliğin sürmesine izin verdi. Yan odadaki kızın ağlama sesi
kartonpiyer duvardan geçip odayı doldurdu.
“Futbol mu basketbol mu oynuyordu hatırlayamadım,”
dedi. “Eminim erkek kardeşimi tanıyordur. Şampiyonluk oyu­
nundan sonra taşocağında parti yaptıkları için başları belaya
giren grupla birlikte miydi?”

* 32 *

LAURIE HALSE ANDERSOK

Tekrar omuz silktim. Babam, Belmont’ta büyüdüğü zamandan
çok nadiren bahsederdi ama bunu Benedetti’ye söylemeyecektim.
İlk tanıştığımız zaman Benedetti, ona güvenebileceğimi ve her
şeyi anlatabileceğimi söylemişti. Kendilerinin güvenilir olduğunu
duyuran insanlar, kendilerine yalan söylenmesini hak ederler.

Daha fazlasını söylemem için kaşlarını kaldırarak bekledi.
Birbiri ardına saniyeleri saydım. Derin bir kuyuya ağır kayalar
gibi düşmelerini izledim. Benedetti bir dakika yirmi saniye
sonunda pes etti.

“Durum şu ki, babana ulaşmakta oldukça zorlanıyorum,”
dedi.

Cevap vermedim.
“İş yerini aradım ama birkaç hafta önce istifa ettiğini söy­
lediler. Cep telefonu var m ı?”
İstifa mı? Babam istifa mı etmiş?
Bir sorun olduğunu fark etmiş gibi öne doğru eğildi.
“Niye babama ulaşmaya çalışıyorsunuz?” diye sordum.
Plastik, siyah bir çubukla kahvesini karıştırdı. “Okuldaki
her ebeveynin iletişim bilgilerine ihtiyacımız var. Şimdi nerede
çalışıyor?”
Sorguda, durumu gereksiz yere daha da kötüleştirme riskini
almamak için birkaç bilgi vermemin gerekli olduğu noktaya
ulaşm ıştık .
“Kitap yazmak için işten ayrıldı,” dedim.
“Kitap mı?”
Kabul ediyorum, harika bir yalan değildi ama yorgundum
ve kafeteryada o simidi yemeliydim. Kollarımı göğsümde bir­
leştirdim ve kırm ızı bir Sentra ile siyah bir Mustang’in öğrenci

* 33 *

hafızamın keskin bıçağı

park yerine gürleyerek girişini izledim. Sentra, binaya yakm
bir park yeri bulmak için arabalar arasında dolaştı ama hiç yer
bulamadı.

“Savaşla ilgili,” diye ekledim.
“Harika.” Kahvesini karıştırmayı bıraktı. “Onu Gaziler Günü
kurulumuzun bir parçası olması için davet etmek istiyorum.”
“Hiç uğraşmayın,” dedim. “Bu tür şeylerden nefret eder.”
Mustang, park yerindeki tek boş yere, en arkadaki sıraya
doğru yöneldi ve yaprakları turuncu olduğu için parlayan bir
balkabağı gibi duran bir akçaağacın altına park etti.
“Üvey annen de aynı şeyi söyledi.”
Kelime gözlerimin önünde patladı ve tavanı ateşe verdi.
Kendimi başımı çevirip o ağaca yoğunlaşmaya zorladım ve
cevap vermeden önce iki, üç, dört, beş diye saydım.
“Benim üvey annem yok.”
Benedetti başıyla onayladı. “İlk aradığı zaman ben de ka­
yıtlarını kontrol ettim. Ondan bahsetmediğinden çok emindim
ama o da çok ısrarcıydı. Birkaç defa aradıktan sonra, baban savaş
için uzaktayken senin yasal vasinin o olduğuna dair belgeleri
maille bana gönderdi.”
“Babam onunla evlenmedi.”
“Ama sen onunla yaşamışsın.” Benedetti ekranını tekrar
kontrol etti. “Altı yaşından on iki yaşına kadar.”
“Ve sonra da o çekip gitti.”
Tekrar kahvesini karıştırdı. “Sanırım hâlâ biraz kırgınsın.”
“Hayır. Sadece o şerefsiz bir salak.”
Ben konuştuğum için kendime bir tokat atmadan önce birisi
hafifçe kapıyı tıklattı.

* 34 *

LAURİE HALSE ANDERSON

Benedetti ayağa kalktı ve kapıdaki kişiyi kısaca dinledi.
“Birazdan geliyorum.”

Otoparkın arkasında bulunan akçaağaçtan kopan birkaç yaprak
aşağı doğru süzüldü. Bilgisayarındaki kayıtlara göre Trishİe altı
yıl yaşamışım. Doğrusu mu? Hayal meyal hatırlıyordum. Bazen,
orada burada çakan şimşekler gibi hatırlardım ama hepsi ateşböceği
gibiydi, yakından bakamadan uçup giderlerdi. Trish’ten önceki
yıllar mı? Bir kolyede asılı bulutlar, limon kokusu, bir bahçedeki
arı sesleri. Trish’le geçen yıllar mı? Nada.4Meishen me.5

Peki ya ondan sonraki yıllar?
Trish bırakıp gittikten sonra babamın tırıyla, babam di­
reksiyonda, ben yol tarif ederek, arada sırada mısırdan ya da
kardan veya kumdan okyanuslar ortasındaki adalar gibi görünen
küçük kasabalarda durarak ülke boyunca oradan oraya dolaştık.
Geçmiş, babamı yakalayıp bizi kapıdan savurana kadar bir ya
da iki ay bu kasabalarda kalırdık. Tekerleklerinin altında ka­
yan kilometreler, hatırlamak istemediğimiz her şeyi, gevşekçe
örülmüş belli belirsiz gölgeler halinde ait olduğu yerde, yani
uzaklarda tutmamıza yardımcı olurdu.
Kalbim bir anda devrini yükseltti, sonra hızlandı ve sonra
hayır, hayır, hayır. Oraya gitme. Hiç gerekyok. İstemiyorum. D ü­
şünmeyeceğim. Sadece nefes al. Herşeyyolunda. Ben iyiyim. Babam
iyi. Yoğunlaş, yoğunlaş.
Turuncu ağaç.
Sıra sıra arabalar. Arabaların ön camlarından yansıyan
güneş.

4 (İsp.) Hiçbir şey. (ç. n.)
5 (Çince) Hiçbir şey. (ç. n.)

* 35 *

hafızamın keskin bıçağı

Asfalt. Boşlukları dolduran katran.
Nefes al.
Yan odadaki kız ağlamayı bırakmıştı.

Benedetti geldi ve koltuğuna oturdu. “Evet, nerede kalmıştık?”
Büyük bir yudum kahve içip bardağı klavyenin kenarına koydu.
Bardak, bej rengi dudak parlatıcısıyla lekelenmişti. “Üvey an­
nen, sen ve baban için endişeleniyor. Bana babanın seni okula
kaydettirirken söylediği şeylerle çelişen birkaç şey söyledi. Bu
da onunla konuşmak isteme sebeplerimden biri.”

“O benim üvey annem değil.” Yerimden kalktım. “O kadın,
yalansız konuşmayan, hilekâr ve alkolik bir pislik. O ... Onunla
benim hakkımda konuşamazsınız. A rtık gidebilir miyim?”

Yavaşça başıyla onayladı. “Ne hissettiğini anlıyorum ama
yine de babanla konuşmam gerek. Beni aramak istemiyorsa,
evinize uğrayabilirim.”

“Sizi arayacak,” dedim. “Aramasını sağlayacağım.”
“Son bir şey daha.” Benedetti masasındaki çekmeceyi açıp
mühürlü bir zarf çıkardı. Zarfın önünde siyah ve ince bir mü­
rekkeple, tanıdık bir elyazısıyla adım yazılıydı.
“Bunu Trish gönderdi.” Benedetti zarfı kitaplarımın üstüne
koydu. “Görünüşe bakılırsa üvey annen olmayan kadın, bunu
sana vermemi istedi.”
Matematik kitabımı açtım ve zarfı içine tıktım. “Okuma­
yacağım.”
“Seçim senin. Ah, bir de üniversite sınavı için kayıt yap­
tırmayı unutma. Az zamanın kaldı.”

* 36 *

---* ---- mJ ---* ----

Matematik dersine gitmek yerine, teknoloji bölmesinde, kafe­
teryanın arkasında, müzik kanadında dolaştım ve kütüphanenin
arka girişine doğru yürüdüm. Geç kâğıdımı, okul idaresi, çalı­
şanların birçoğunu kovduktan sonra kalan tek kütüphaneci Bayan
Burkey’e gösterdim ve Graoie’nin bana gösterdiği gibi sanki bir
görevdeymişim gibi kurgusal olmayan kitapların bulunduğu
yerin en arka kısmına doğru hızla yürümeye başladım. Bayan
Burkey, dikkatini bilgisayar odasında gürültü yapan bir gruba
verdiğinde beynimin içeriye doğru patlamasını engellemek için
okuyacak gerçek bir şey aramaya koyuldum.

Yeni kitap standının yanma kırmızı kâğıt örtülü küçük bir
masa kurulmuştu. Üzerinde SOYKIRIM FARKINDALIĞI
yazan bir mukavva masanın kenarına bantlanmıştı ve arkasın­
daki duvarda da TEK DÜNYA yazılı bir pankart duruyordu.
Bir kargo kolisi Snickers ve bir saklama kabı dolusu ev yapımı
çikolatalı kek, sakatlanmış bedenlerin lamine çerçeveli fotoğ­
raflarının yanındaki masaya konulmuştu. Toprağın üzerinde
koyu renkli kandan, bir havuz oluşmuş, cesetten fotoğrafçıya
doğru akıyordu. Fotoğrafların birinde, bir yığın insanın al­
tından bez bebek tutan bir çocuk eli görünüyordu.

Bir fişin üzerinde atıştırm alıkların fiyatı yazıyordu. Çiko­
latalı kek 1$, çikolatalar 2$.

* 37 *

hafızamın keskin bıçağı

Masanın diğer tarafına, bütün parmaklarına yüzük takmış
ufak tefek bir kız oturdu ve paramparça bir kitabı okumaya
koyuldu.

“Bu bir kulüp mü?” diye sordum. “Soykırım farkmdalık
kulübü mü? ”

“Tek Dünya, soykırımdan daha fazla şeyi içerir.” Okuduğu
sayfayı işaretlemek için kitabın arasına bir kâğıt parçası koydu.
“Afganistan’da okullar yapıp Botsvana’da kuyular kazıyoruz.”

“Bu işleri yapmak için kulüp üyeleri de seyahat etme şansı
yakalıyor mu?”

“Keşke,” dedi kız. “Farkmdalık yaratmaya ve yardım parası
toplamaya çalışıyoruz. Çikolatalar en çok satanlar arasında.
Bir tane ister misin?”

“Çikolatalı keki tercih ederim.” O, benim için bir dilim keki
poşete koyarken ben de cebimden para çıkardım. “Teşekkürler.”
Yirmi beş sentleri ona uzattım, o da bana öğle yemeğimi verdi.

“Her çarşamba buluşuyoruz,” dedi. “Bayan D uda’mn oda­
sında. 304 numara. Merdivenlerin yanında.”

Çikolatalı keki aldım. “Bu fotoğrafların birilerinin midesini
bulandırdığı oluyor mu? ”

Başını hayır anlamında salladı. “Aslında insanlar fotoğ­
raflara pek bakmıyor.”

Matematik öğretmenim, Benedetti’nin geç kâğıdına işaretlediği
tam saati not etti ve dersin üçte birinden kaçtığım ı hesapladı.
Beni o kadar uzun süre boyunca azarladı ki İngilizce dersine
yetişmek için acele etmem gerekti. Şanslıydım çünkü Bayan
Rogak koridorda durmuş, gömleğine her zaman kocaman, mavi
bir SENDİKA rozeti takan teknoloji öğretmeniyle derin bir
sohbete dalmıştı. Yanlarından çabucak geçip kapıdan girdim.

Kelimenin tam anlamıyla deyimini sürekli yanlış kullanan tenis
oyuncusu Brandon Şey, orta sıranın en arkasındaki her zaman
oturduğum yeri kapmıştı. Bu sırada oturmam gerekiyordu. Bu
sıradan kapıyı çok iyi görebiliyordum ve yaslanacak sağlam bir
duvarım vardı. Eğer kapıdan sorun girerse, hareket etmek için
büyük bir alanım vardı. Evet, paranoyak gibi davranıyordum.
Trish’in edebiyat dersime bir komando takımıyla gelmeyeceğini
biliyordum ama adını duymak, etrafımda dolaplar çevirdiğini
ve hayatımı daha da kötüleştirmek için ortaya çıkma ihtimali
olduğunu öğrenmek, beni üçüncü dereceden endişe krizi ge­
çirmeye tehlikeli bir şekilde yaklaştırıyordu. O rta sıranın en
arkasında oturmak bir seçenek değildi, bu bir gereklilikti.

Brandon Şey’e, “Benim yerimde oturuyorsun,” dedim.
“Yüzüme otur,” dedi.
“İkile.”

* 39 *

h a fız am ın keskin "bıçağı

“Gidersem bana ne vereceksin?”
Birkaç kafa bize doğru döndü.
Adrenalin seviyem bir tık artmıştı. “Hayalarına gelen hızlı
bir tekmeye ne dersin?”
Bana cevap veremeden, Bayan Rogak ince topuklu ayak­
kabılarıyla tık-tık diye yürüyerek içeri girdi ve gülüşmeler ile
konuşmaları durdurmak için kapıyı sertçe kapadı.
Bayan Rogak, “Öne geç, Brandon,” dedi. “Bugün arka
sırada dolaplar çevirmeni istemiyorum. Kitapları açın. Dik­
katinizi bana verin.”
Brandon, kitaplarını öndeki boş sıraya taşırken bana omuz
attı. “Şıllık,” diye fısıldadı.

Bayan Rogak, Melody Byrd’e kitaptan bir pasaj okuttu: Ody-
sseus’a büyü yapmaya çalışan Kirke:

“Artıkyanm ış bir kabuksun, ruhun belgin,
kurumuş,

hep u^un u^un düşüncelere dalar gidersin,
kalbin hiçbir neşeyi tadamay
çünkü sen çok [ulüm çekmişsin. ”

Harfler kâğıdın içerisinde eriyene kadar sayfaya baktım.
Trish’in zarfı matematik kitabımın arasında bekliyordu. Tik tak
geriye sayıyordu. Boynumdan bir ter damlası süzülüp gömleğime
kadar indi. Nefes almaya devam ettim ,yavaş, yavaş, sakin ama
ellerimin titremesi bir türlü dinmiyordu. Neden Benedetti’yi
aramıştı? Üstelik nerede yaşadığımızı nasıl biliyordu?

* 40 *

LAURIE HALSE ANDERSON

Sayfa, masanın üzerinde çözüldü ve ben de gözlerimi ka­
padım.

Şimdi ile geçmiş arasındaki perde bir bıçakla kesildi ve
ben de içine düştüm ...

yırtılm a... Babacığım ellerimi tutuyor. Yabancı
bir kadın önümüze çıkıyor. Adı Trish ve artık ben
onu sevmek ^orundayım...

yırtılm a ... Trish sirenlerden bile daha y ü k ­
sek sesle çığlık atıyor, bir helikopterden bile daha
gürültülü...

yırtılm a ... Bilgisayar oyunundaki canavarlar
emekleyerek dışarı çıkıyor. Babacığımın kanı divanı
doldurup yere doğru akıyor...

Bayan R ogak’ın sesi bir oktav tizleşti. “Homeros’un ne dedi­
ğini anlayan yok mu? Yalvarıyorum, lütfen. Kimse yok mu?”

Acaba babama da e-posta gönderiyor muydu? Yine aklını
karıştırdı mı acaba? Yoksa bu yüzden mi babam gitgide kötü­
leşiyordu? Peki, ya şimdi evdeyse ve babama yalan söylüyor,
ona istediğini yaptırmaya çalışıp paslanmış kalbini paramparça
ediyorsa?

Eve gitmeliyim. Hemen şimdi.

* 41 *

11— —

Topher’m söylediği gibi Finn dolabının önündeydi.
“Hey.” Omzuna hafifçe vurdum.
Başı, şaşkın bir şekilde bana döndü.
“Şey,” dedim. “Bu biraz garip olacak ama başka seçene­

ğim yok.”
Finn sırıttı. “Şimdiden kulağa harika geliyor.”
Yutkundum. Panik gitgide kötüleşiyordu. “Şaka yapma,

lütfen. Beni eve götürmelisin. Çok acilen eve gitmem gerekiyor.”
“Tamam. Saat iki buçukta burada buluşalım.”
“Eve şimdi gitmem gerekiyor. Bu acil bir durum.”
“Ama fizik dersim var,” diyerek kaşlarını çattı. “ Sen iyi

misin? Revire gitmek ister misin?”
“Evet, hayır, evet, y an i...” Avucumla alnımı tuttum . Bu

çocuğun ve koridordaki üç yüz yabancının önünde kendimi
kaybetmek istemiyordum. “Benim bir şeyim yok. Babam hasta
ve benim de eve gitmem gerekiyor ve senin de araban var. Yani
ben düşündüm de belki...”

Zil o kadar büyük bir gürültüyle çaldı ki yerimden sıçradım
ve sonra da çalmaya, çalmaya ve çalmaya devam etti. Koridor
boşalıyordu. Finn bir şey dedi, ağzı oynadı ama ne dediğini
duyamadım.

“Boş ver,” diyerek aceleyle uzaklaştım.

* 42 *

LAURİE HALSE ANDERSON

***

Mümkün olduğunca hızla yürüdüm . Koşma, fark etmelerini
istemiyorsun. Koridorlardan geçtim, hepsi aynı sesi çıkaran
açık kapılardan, derse giren öğretmenlerin ve uslu durmayan
çocukların yanından geçtim. Konferans salonunu geçip ağır
metal kapılardan dışarı çıktım. Bayrak direğinin etrafındaki
çim alandan kestirme yaparak misafir otoparkına, oradan da
öğrenci otoparkına ilerledim.

Birisi, “Bayan Mavi!” diye bağırdı.
Hafifçe koşmaya başladım.
Beni eve yaklaştıran her adımda daha da endişeleniyordum.
Acaba Trish biçim evde mi? Ne istiyor? Onu nasıl durdurabilirim?
“Hey.” Balkabağı turuncusu ağaçtan iki sıra ötedeki Finn
beni durdurmak için dirseğimden tuttu. “Seni eve götüreceğim.”
Ona döndüm. “Fizik dersin olduğunu sanıyordum.”
“Konuyu zaten biliyorum. Hiç Maxwell’in Şeytanı’nı duy­
dun mu? Termodinamiğin ikinci kuralı. Acayip güzel. Şunları
bana versene.”
“Ne?”
“Titriyorsun. Kitaplarını bana ver ve kapüşonunu tak.”
Rüzgârın esmediğinden ve güneşin sıcak olduğundan hiç
bahsetmedi bile. Kitaplarımı ona verdim ve sırt çantamı yere
koydum. Sonra da kazağımı zar zor giyerek titrememi, terle­
memi ve omurgamdan yükselen patlamayı durdurmaya çalıştım.
Başımı kazağın baş boşluğundan hafifçe aşağı ittim ve el­
lerimi de kazağın kollarını çekiştirerek kapadım. “Başın belaya
girer diye korkmuyor musun?”

* 43 *

hafızamın keskin bıçağı

«Bela benim göbek adım.” Asker gibi dimdik durdu ve
eğildi. “Finnegan Bela Ramos hizmetinizde, Bayan Mavi.”

“Bana Bayan Mavi deyip durma.”

Arabasıyla ilgili detaylara pek dikkat etmedim. Ön camı, kapı­
ları, direksiyonu ve emniyet kemerleri vardı ve benim ihtiyacım
olanlar da bunlardı. Anahtarı kontağa taktı, motoru çalıştırdı,
vitesi ayarladı ve lastikler dönmeye başladı.

Ona yolu tarif ettikten sonra arabayla otoparktan çıkarken,
kasvet beni pençesine aldı. Babamın teknikleriyle kasvetle sa­
vaştım: Alfabeyi say. İspanyolca sayı say. Bir dağ hayal et, sonra
dağın ^irvesini, sonraya^ ayında bir dağın zirvesini hayal et. Nefes
almaya devam et. Birkaç dakikamı aldı ama sonunda ben ka­
zandım. Kasvet gözlerimin önünden kurdele gibi kayıp gitti ve
giderken kulağıma yakında döneceğini fısıldadı.

Finn, “Sanki biraz daldın,” dedi.
“Daha hızlı sürebilir misin?” diye sordum.
“Hız sınırında gidiyorum zaten.”
“Kimse hız sınırında gitmez.”
“Ben gidiyorum çünkü ben iyi bir sürücüyüm,” dedi. “O
kadar iyiyim ki geçen cumartesi annemi ayak doktoruna gö­
türürken uyuyakaldı.”
“Neden kendi sürmedi? Ayağı mı acıyordu?”
“Doğru soru bu değil.”

* 44 *

LAÜRIE HALSE ANDERSON

“Ne?”
“’Neden uyuyakaldı?’ diye sormalıydın. Cevap da ‘Çünkü
ben iyi bir sürücüyüm,’ olacaktı. Anladın mı? O kadar iyiydim
ki sıkıldı.”
“A h,” dedim. “Şaka mı yaptın şimdi?”
“Öyle sanmıştım.”
“Pek değildi.”
“Yapma be.” Sinyalini verdi, her aynadan yolu iki defa
kontrol etti ve yan şeride geçti. Kendimi direksiyonu kapıp gazı
köklemeye çalışmaktan alıkoymak için sağ bacağımı sallayıp
duruyordum.
Öndeki ışık sarıya döndü. Finn frene basınca, sarı ışık
kırmızıya dönmeden tam tamına bir saniye önce araba durdu.
Yol üzerindeki her istikamet boştu.
Ev. Eve gitmem gerekiyordu.
“Gelen araba yok,” diye gösterdim.
“Ne?”
“Yolda hiç araba yok.”
“Yani?”
“Yani gitmeye devam edebilirsin.”
“Kırmızı yanıyor.”
“O hep kırmızı yanıyor. Bozulmuş. Sen devam edebilirsin
çünkü hiç araba yok.”
“Sadece iki saniyedir duruyoruz.”
“Bana daha çok iki dakika gibi geldi. Git haydi.”
“Şimdi anladım.” Bana bakmak için başını çevirdi. “Senin
için bir tutuklama emri var. FBI, CIA ve Interpol seni takip

* 45 *

hafızamın keskin bıçağı

ediyor. Ne yaptın? Mücevher soygunu mu? Panda kaçakçılığı
m ı?”

“Şaka kaldırabilecek havada değilim. Öyle bir havada ol­
saydım bile, pek komik biri değilsin.”

Yeşil ışık yandı.
Arabanın hızını yavaşça artırdı. “İyi olduğuna emin misin? ”
“İyiyim.”
Sessizce devam ettik. Üç arabanın ve pembe bir moped
süren kırışıklı, yaşlı bir kadının yanından geçerken tırnaklarımı
avucumun içine batırdım. Bir sokak sonra sağa döndü (dönüş
sinyalini çok erken açtı ve her aynayı kontrol etti, ikinci defa
kontrol etti. Tanrım. En sağ şeritteyken sağa dönmek için hem
d e...) ve başka bir sarı ışık gördüğünde yine yavaşladı. Işık
kırmızı olduğunda sanki böyle bir olayı tahmin ettiği için bir
dâhiymiş gibi kendi kendine başını salladı.
“Gördün mü?” diye sordu.
“Neyi?”
“Senin istediğin gibi ışıktan hızla geçmek yerine yavaşla­
manın ne kadar iyi bir fikir olduğunu gördün mü?”
“Ben bir şey demedim.”
“Sesli düşünüyordun. Hadi ilerlesene! kelimeleri başının
üstünde neon mavisi bir bulutta belirdi.”
« HT Ter neyse. ”
“Hayır, gerçekten. Aha! Bak! Polis arabası benzin istas­
yonundan çıkıp arkamıza yanaştı.”
Dikiz aynasından baktım. Polisin güneş gözlükleri bize
bakıyordu ve ağzı oynuyordu.
Tehdit

* 46 *

LAURİE HALSE ANDERSON

“Seni kenara çektirmek için hazırlanıyor,” dedim. “Stop
lambaların yanmıyor mu? Hiç tutuklandın mı? Burada ot falan
yok, değil mi? Şu anda tutuklanm ak istemiyorum. Şu anda
tutuklanamam. Eve gitmem gerekiyor.”

“Telaşlanma. Tutuklanmayacaksın.”
Ağzım kurudu. “Okuldan kaçtığımız için bizi tutuklaya­
bilirler mi? ”
Kahkaha attı. “Dalga mı geçiyorsun?”
Cevap vermedim. Yeşil ışık yandı ve Finn, iki eli de direk­
siyonda, hız göstergesi yavaşça saatte elli kilometreye çıkana
kadar sürdü.
“Burada hız sınırı altmış.”
Değerlendirme
Başımı çevirip omzumun üstünden arkama baktım. Polis
arabası iki metre arkamızdan geliyordu. “Çok yavaş sürdüğün
için de kenara çekmeni isteyebilir. Biliyorsun, değil mi?”
“Böyle bir şey olmayacak. Kırmızı ışıkta geçmedik veyahut
da hız sınırını aşmıyoruz. Arkamızda bir polis aracının olması
sadece tesadüf. Muhtemelen bir restorana gidiyordur.”
Polisin ışıklarını ve sirenini açmasını dikiz aynasından ba­
karak bekliyordum. “Veyahut kelimesini kullanma. Seni bir
embesil gibi gösteriyor.”
“Beni zeki bir embesil gibi gösteriyor.”
“Gerçekten zeki insanlar gösteriş yapmaya çalışmaz. Ayrıca
‘veyahut’ sabık bir kelime.”
“Asıl ‘sabık’ sabık bir kelime.”
Finn başka bir ışıkta daha durdu. Polis bize o kadar yaklaştı
ki şüphelileri bindirdikleri arka koltukla ön koltuk arasındaki

* 47 *

hafızamın keskin bıçağı
kafesi görebiliyordum. Kalbim göğüs kafesimi delecek gibi
çarpıyordu.

“Ben burada ineceğim.” Ağzıma gelen acı tadı geçirmek
için yutkunmaya çalıştım. “Burası zaten yakın.”

“Hayır, değil.”
“Otoparkta sana geldim.” Emniyet kemerimi çözdüm.
“Sen neden bahsediyorsun?”
“Eğer polis seni durdurursa, beni tanımıyorsun. Senin oku­
luna gitmiyorum. Byrne D airy’nin otoparkında beni bırakmanı
rica ettim. Sen de beni otobüs durağına bırakıyordun ama sonra
ben fikrimi değiştirdim. Anladın mı?”
“Anlamıyorum. Neler oluyor?”
“Beni getirdiğin için teşekkür ederim. Senin için o makaleyi
yazacağım. Benim ...” Kapıyı açtım. “Gitmem gerek.”
Uygulama

* 48 *

Babamın bacakları pikabının ön tarafının altından çıkıyordu.
Sağ botunun ucu gökyüzüne bakıyordu. D iğer botu da sola
yatmıştı. Sanki uyuyormuş gibi ya d a ...

Kalbim sanki bir saniyeliğine durdu, ya da iki.
Babam ıslık çalmaya başladı. Felaket bir biçimde üstelik.
Eagles’tan “Hotel California” şarkısını ıslıkla çalmaya başladı.
O kadar rahatlamıştım ki neredeyse kusacaktım.
Spock havlayınca babam da neden havladığını görmek için
arabanın altından kaydı. D oğruldu ve eliyle gözlerine gölge
yaptı. Yağlı elleri alnını ve sıfıra yakın kesilmiş gri saçlarını
ortaya çıkarıyordu.
“Sen misin, prenses?”
Spock’un kulaklarını kaşımak için eğildim. “Merhaba, baba.”
Gözünün altındaki lacivert morluklar kavgadan değil,
uykusuzluktan olmuştu. Bir önceki gece üç defa çığlık atarak
uyanmıştı. Ayağa kalktı ve ellerini silmek için arka cebinden
bir bez parçası çıkardı. “Okulda olman gerekmiyor mu?”
“İşte olman gerekmiyor mu?”
“İlk ben sordum.”
“Nöbetçi öğretmen,” dedim. “Senin sıran.”
“Su pompası bozuldu bozulacak.”

* 49 *

hafızamın keskin bıçağı

Beş litrelik V-8 motoruyla 1982 model Ford F-150 X L pi­
kap bizden daha uzun yaşayacaktı. Babam bazı günlerde sanki
dünyanın geleceği, pikabın yumuşakça vites değiştirmesine ve
fazla ısınmamasına bağlıymış gibi onu tamir eder ve temizlerdi.

“Bunun yerine tın tamir etmen lazım.” Başımla, yarı y ı­
kılmış ahırı işaret ettim. Babamın çekici tırı buraya taşındığı­
mız günden beri orada duruyordu. “Eğer tam ir etmezsen asla
istediğin fiyata alıcı bulamazsın.”

“Olduğu gibi satıyorum.” Alet tezgâhından bir ingiliza-
nahtarı kapıp tekrar pikabın altına girdi.

Çöp kutusunun yanında diğer tekerlekli tahtayı buldum ve
onun yanına, pikabın altına girdim. Benzinin, yağın, pasın ve
soğutucunun kokusu beni biraz da olsa rahatlattı. Üzerimizde
duran yarım tonluk metal, bizi dünyadaki her şeye karşı koru­
yordu. D erin bir nefes aldım ve karnımdaki düğüm çözüldü.

“Okulda geçen başka bir harika gün, ha?” diye sordu.
“Pek sayılmaz,” dedim. “Okuldayken Bayan Benedetti’nin
kardeşiyle futbol oynadın mı?”
“Ben basketbol oynuyordum.” Elindeki bezle bir vidanın
kirini sildi. “Lou Benedetti. Yıllardır onu hiç düşünmemiştim.
Yapılı bir çocuktu ama koordinasyonu o kadar bozuktu ki zar
zor yürürdü. Zamanının büyük çoğunluğunu saha kenarında
bekleyerek geçirirdi.”
“Sen futbola bayılırsın. Neden takıma katılmadın?”
“Çünkü büyükbaban öyle istiyordu,” diye cevap verdi.
“Bana beş milimlik dişli çark mandalını verir misin? On
milimlik yuvalı olan.”

* 50 *


Click to View FlipBook Version