The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by erenaslan08, 2017-01-20 07:02:53

KÜLTÜR ATÖLYESİ III

149






AŞK, İSTANBUL atmosferi anlatmaya başlarlar oteller yapıldı. Kentin olup olmadık
VE BEN sorulduğunda. yerinde otel yapıldı. Bir takım
yerlere gökdelenler dikildi. Uzaktan
Edebiyatta da bu büyü, bu atmosfer bakıldığında kenti çirkinleştirsin
Atilla Birkiye dizelerde, satırlarda açığa çıkar. diye.
Bu yapıtların ve yazarların yalnızca
adlarını anmak bile saatler sürer. İstanbul tüm bunlara karşın ayakta
Bir ilkyaz günü, yine aklımı başımdan duruyor. Boğaz’ın güzelliği yine
aldın, İstanbul, Yine yüreğimi çaldın, Yürek parçalayan bir durum vardır; olağanüstü. Bir yanda çirkinlikler, öte
beni düşlerin, büyülerin içine attın. şimdilerde. İstanbul’un görkeminin, yanda güzelliği ve büyüsüyle buna
Her şeye karşın İstanbul’sun, yine… büyüsünün, güzelliğinin yanı sıra acı direnen tarihi bir kent. Bir yanda
bir gerçek var: Yağmalanmakta olan kenti bozanlar, öte yanda korumaya
Uğruna ne çok kan dökülmüştür. bir kent. Ellilerden beri süregelen bir ve güzelleştirmeye çalışanlar.
Çok çok eski çağlardan günümüze yağmalama.
kadar, savaşların, kardeş kavgalarının Mücadele, belli ki kolay kolay
ve entrikanın içinden çıkıp gelen bir Lirizmini öldürdüler kentin. Bir beton bitmeyecek; Sürüp gidecek. Zaten,
kenttir, İstanbul. kent yapmak için uğraşıp durdular. mücadele olmasaydı ne anlamı kalırdı
Dikine yükselen bir beton kent… yaşamın?
Aşk kentidir. Büyünün ve görkemin
her bir yana sindiği bir kenttir Üzülmemek, kahrolmamak elde Ben İstanbul’da doğdum, yıllar önce
İstanbul. Bir rüya kentidir ve geçmişi mi? Kentin, o tarihin içinden bugün. İstanbul’da aşık oldum,
çok eskilere dayanır. Yedi bin yıl kadar gelen, Sinan’ın usta işi çizgileriyle İstanbul’a aşık oldum. Aşklarım bitti;
öncesine uzanır. İmparatorluklara oluşturduğu kentin siluetini yok ama İstanbul’a aşkım hiç bitmedi.
başkentlik etmiştir… ettiler. Nerede benim İstanbul’um? Bitmeyecek de, şiirin hiç bitmeyeceği
Doğduğum kent… Nerede ? gibi…
Kent, saldırılara, isyanlara,
depremlere, yangınlara maruz Layık mıydı İstanbul böylesi bir Erguvanların kentinde aşkı yaşadım;
kalmıştır; yağmaya maruz kalmıştır da hakarete; böylesi bir vahşete. Bu aşkı yazdım. Hüznü yaşadım, hüznü
yine dünya uluslarının gözbebeğidir. bir intikam alma mı? İstanbul’dan yazdım. Boğaz’ı, martıları, laleleri
alınmak istenen, sırası gelenin yazdım. Gördüğüm güzellikleri
Şairler, yazarlardır en çok İstanbul’un heveslendiği bir intikam alma mı? unutamadım. Güzellikleri yazdım.
büyüsüne kapılan. Edebiyatımıza
şöyle bir baktığımızda, İstanbul’un Dertleri, sıkıntıları bitmez İstanbul’un; Ne olabilirdi ki başka? Yüreğim de
şiirlerde, öykülerde, romanlarda, güzelliklerinden söz ettiğimizde hep İstanbul vardı; yüreğim hep
denemelerde, bir oya işler gibi nasıl bitiremiyorsak. Siyasi çıkarlar, İstanbul için çarptı; yüreğim hep
betimlendiğini; bir sarrafın elinden seçim yatırımları, oy avcılığı, paranın İstanbul için çarpacak. Büyük bir aşk
çıkmışçasına işlendiğini görürüz. oluşturduğu bencillik, görmemişlik, bu. İstanbul kaldığı, ben yaşadığım
bilgisizlik, kenti çirkinleştirdi. sürece…
Aslında şairler yalnızca İstanbul’a
övgüler düzmemiş, aynı zamanda Eski, önceki mimari sanki birden
İstanbul’un doğasından gelen ruhunu yok olmuştu; sanki o güzelim
da dizeleştirmiştir, yüzyıllar boyunca. yapılar ortadan birdenbire kalkmıştı.
İstanbul’un bir büyüsü vardır. Mesela Bakılacak, örnek alınacak, izi
çoğu yabancıdan duymuşsunuzdur. sürülecek yapılar yoktu etrafta…
İstanbul’u ilk gördüklerinde,
hemen büyülendiklerini söylerler. Yapılanlara bir bakın! Sarayların
Tanımlayamadıkları gizemli bir sağına soluna, önüne arkasına Vaziyet - 1998

150






KAYIPLARA tele doluyor, yumuşacık parafinin Bir su gözesi vardı evin yakınında.
içine fitil niyetine daldırıyordu. Elma Küçücük bir ayazma, eski bodrumvari
KARIŞMIŞ İSTANBUL kokan bir ışık türetiyordu. Ama bir sunak yeri. Samiye Hanım
bu yeni mumlar, pek de uzun süre pazarları oraya gidiyor, kocasını
yanmıyordu. Kendi ışıklarının eriyiği anıyordu. Mumlara dayanabildiğim
Hulki Aktunç içinde fitil çabukcak sönüyordu. tek yer orasıdır aslında, diyordu
Eh bu da bir şeydir, diyordum. İnce bana. İkonlarla iyice ahbaptı. Maria
“Bu kadar insana bu ülke yetmiyor bakır telleri yine aldığı yere koymasını Magdalena’dan dedikodu dinliyordu.
artık, ilerleyeceğimize geriliyor söylüyordum. Sigorta onarma ve Gül Paskalyasını iple çekiyordu.
muyuz nedir?!” dedi Samiye Hanım. yenileme görevi benimdi çünkü. Elektriği ancak burada kısmalı,
Kızgındı. Karanlıkta eşyaya çarpıyor, Bu karanlıkta mı ? diye gülüyordu, daha güzel görünürüm, diyordu
nedense hep sol kalçasında sönük mor incecik telleri, kuşevi gibi küçücük Maria Magdalena. Samiye Hanım,
izler oluyor. Elektrik kısıntısından bir rafa, bu yaşta, bu karanlıkta, ben? yalnızca onu aydınlatan mumlar
tören yaratmayı da biliyor ama. Bir Telleri alıyordum. El yordamıyla dikiyordu ve hatırım için, şu kalık
yandan mum aranıyor, bir yandan şu buluyordum elini. Değiyorduk. Bana mum parçalarını da alayım sizden
“ne kötü” kış akşamının karanlığında yaklaşıyordu. efendim, diyordu. Kısıntı saatlerinde,
sarımsak havanını bulmaya en çok ürktüğüm şeyi, kocasına pek
çabalıyor. Kaç yıldır ilk kez paça Ah! Ah! Selim Bey, siz büyük bir benzediğini anımsatacak sözleri
yapmayı düşünmüştü. İkimizde çok müzisyensiniz… diyordu Selim’in de seviyordu. Sözlere sığınıyordu,
heyecanlıydık. Belki gece yarısı sarı i’sini eski sesiyle uzatırken, beni ben uzaklaşırsam. Tepkilerimden
leblebi ve boza da olacaktı. İnsanın pohpohladığını belli etmek için korkuyor, ayazmalarla, mumlarla,
akşam melankolisi yetmiyormuş binbir tavır takınıyordu. Elimi, sonra Maria Magdalena’nın günahkar ve
gibi, gün ışığının gittiği bu saatlerde kolumu utangaç tutuyordu. ermiş yaşamıyla, kocasının, bu çok
bastırıveren kent karanlığı tek tek Kısıntı saatlerinde bana yaklaşıyordu. ünlü çalgı onarım ve akort ustasının
ikimizi de çıldırtıyordu. Ama şu da Odamın kapısına bıraktığım yüce çelebiliğini yansıtan dama ve
vardı: Kısıntı saatlerinde her şey ayakkabıları gecenin bir vaktinde satranç partileriyle dolu, dayanılmaz
zorunlulukla değişiyordu galiba. Bana gelip düzeltmek gibi, bana –ah, bir gevezeliğe başlıyordu. Durdurmak
yaklaşıyordu. Engeller, karanlıkta benden nasıl da geçmiş- bayan istiyordum onu. Bir dama hamlesine
görünmez oluyordu. Sonraki solgun arkadaşlar yamayıp, gelen bir konuğu onun adı verilmiş, Ohannes açmazı
ışıkta da korkutmaz oluyordu artık. yukarı kata, odama çıkartmamak deniyormuş, kedi basamağını çok
Bana yaklaşıyordu. İçine tomar tomar gibi, girişte bekletip ağzını aramak sever ve iyi uygularmış müteveffa,
kağıt attığım sobanın ya da oynaşan gibi kırıcı incelikleri de bitiriyordu satrançta çifte ve birbirini ayak
mum ışığının altında, Samiye Samiye Hanımın. Odamın kapı tutmuş at elde etmek için, çifte file
Hanımın karanlık turuncu teni. önüne koyduğu paspasvari çaput karşı bir iki piyade feda ediyormuş.
da sorun olmuyordu. Bu çaputun Kombinezonlarda da üstüne yokmuş.
Siyah, istorlu perdeleri karartma gönyesiz durması yasaktı çünkü. Ve bunu söylerken de Mahmutpaşalı
varmış gibi kapatıyordu ve mum Ayağımı ona iyice silmeliymişim ve iç giysilerini nazla çekiştiriyordu.
artıklarından yeni mumlar yapıyordu. ama çaputu dümedüz (böyle diyordu) Size Dilaram Matını öğreteyim
Eski bir sahanda eritiyordu kalmış bırakmalıymışım. Samiye Hanım, mi? Eski insan yüzleri çizmeye
mumları, çöpe atmayıp dünden elinde ince uzun bir telle ve sicimle başlıyor karanlığa. Korkunç yalın ve
sakladığı elma kabuklarını eziyor, karşıma dikiliyor, mumların bu kez korkunç sarsıcı ilişkiler resmetmeye
çıkan damlaları sahana aktarıyordu. portakal kokacağını belirtiyor, ama başlıyor. Kırıcı, gamlı ya da kösnük.
Eriyiği karıştırıyor, İkinci Dünya kırk yılda bir gelen ve benden şarkı Sevinçlerini de bir yere saklamış,
Savaşını anıyor, elma kokulu sahanı sözü isteyen zavallı bir uvertür bayan ama bulamıyor. Eski kocasından söz
yine ısıtıyordu. Çatlak bir çay bardağı hakkında sorular soruyordu. Yoksa etmemek için uzun bir işkenceye
hazır duruyordu. Eriyiği buna boca mum ve ışık, ispermeçet ne arasın, katlanıyor, sonra küçük ödüler
ediyor, kim bilir hangi acıklı çarşı adi çarşı işi kokacaktı. Fitil muma vererek yine konuşuyor, susamıyor
paketinden kalmış sicimi ince bir dalarken, elektrik de kesiliyordu. Böyle bir işkencenin kendisine özgü

151






aşamalarını anlatıyordu sözgelimi. hepsi. Samiye Hanım, aklına gelen Günde bir kalıp salam harcıyordu. O
Bu işkencenin sahibiydi. Hele sözler, uyakları kırışık kağıtçıklara yazıp şarkı, o şarkıdan yaz bre, öyle bir küfte
ölçülü uyaklı Unkapanı şarkı sözleri yardım etmeye çalışıyordu bana. Ama attır! diye bağırıyordu arkamdan.
düşünüyorsam, bu duyumsama ışık ve kaşık gibi, mum ve kum gibi, KORKARIM ÖLDÜRÜR TEK
mahvediyordu beni. Mariya ve araya gibi şeyler oluyordu DOSTUM! Mum ışığında Samiye
onun uyakları. Hanımla oturuyorduk. Elektrik
Samiye Hanımın kaynanam, kadınım geldiğini anlamıyorduk. Saatleri
ya da pansiyoncum olmayı seçemediği Işıklar gidince, Samiye Hanım de yanlış görüyorduk. Sanki bu
o saatler, yanan her ışık beni yerden elektrikli bütün araç gereci pansiyona başkaları tarafından
yere vuruyordu. O egemen karanlık kapatıyordu, fişten çekiyordu. kapatılmıştık da, hazin, plastik şişlerle
az az yenilirken, meyve kokulu, Hatta ışığın ani gelişiyle kolayca yazgımızı örüyorduk. HAYIR! diye
parafinli, acemi fitilli, acıklı mumlu bozuluverir diye, ampulleri gevşettiği bağırıyordum ben Samiye Hanım bana
o saatler bir anda bitiyor, elektrik bile oluyordu. Elektrik düğmelerini yaklaşıyordu. Durup dururken niçin
geldiğinde. Samiye Hanımın bana çevirirse, tartışmaya başlardık: Hadi bağırdığımı sormuyor. Ah, neye hayır
kendi elleriyle sunduğu Maria bakalım, şimdi bu açık mı kapalı dediğimi bir türlü anlamıyor, merak
Magdalena da sırroluyordu hemen. mı? diye üstü kalkık olunca açık, etmiyor. Pamuklu kocaman donunu
İlk ışık. İşte o, işte sol majör, yine tersi de kapalı! diye boğuşuyorduk çıkarmam için belini kaldırıyor.
onun süreği ve re majör, harflerin birbirimizle. Kalçaları ay gibi doğuyor. Bir şey
gizli notaları, karanlığın nakaratı, söylemeyeceğim ona. Konservatuvara
yıkanmış Samiye Hanım kokusu,
sonra da si bemol majör… Duyulmuş Unkapanı Manifaturacılar Çarşısına döneceğimi, belediye bandosunda
duyulacak en gamlı gam. Suskunluk. patronuma gidiyordum ben. Samiye çalmaya yeniden başlayacağımı
Bir şeyleri konuşmadan anlatmakta Hanım, geniş yatağından sabahın söylemeyeceği. HAYIR!
onun seçtiği yol benimkinden köründen kalkıyor, ardımdan su
daima daha etkili, daha başarılı döküyordu. Bu kez iyi haberler Ama bütün bunlar evet diye
oluyordu. Bense şu obua ile klavsen getirmemi istiyor, su döküyordu. bitiriyordu. Işık geliyordu. Samiye
arasına sıkışmış oluyordum. Bir Gideceğimi düşünüyordu hep Hanım, demin yitirdiği havanı
elektrobağlamanın sapı böğrümü AŞK YAĞMURU SEL GİBİ buluyordu. Mantı, hayır, paça
deşiyordu. İki büklüm kalıyordum. ÇAĞLAMAYINCA! diyordum ona. hazırlıyordu. Durup dururken niçin
Samiye Hanım elinde bir şef bageti Akşama doğru dönüyordum. Aydınlık bağırdığımı sormuyordu.
tutuyordu. Ya da erimiş parafin, her yeri hazlı bir saldırıyla basıyor
havan, alaturkaya yeni yeni alışmış ve her yeri vıcık vıcık bir yenilgiyle Sormadığı için, garip ve zavallı bir
bir keman. Eski hezaren sandalyelerin terkediyordu. MUTSUZUM cezaya çarptırılıyordu. Bilmeyecekti.
arkasında, birkaç, çalgı emeklisinin AŞK ATEŞİ DAĞLAMAYINCA! Yarın, yılların küfüyle bezeli
durduğu yerde bilemediğim bir diyordum sürdürerek. Ben o sabah notalarımı yeniden çıkaracağım
büyü, bir sunak köşesi yaratıyordu. şarkı sözlerimden hiçbirinin ortaya. Bütün şarkı sözlerimi de –o
Törenimiz başlıyordu. Beni çal, tutulmadığını KORKARIM şarkı dahil- tomar tomar yakacağım.
beni çal diye yalvarıyordu. Aklı ÖLDÜRÜR TEK DOSTUM! Hiç Işık olacak. Samiye Hanımın ev
karalı satranç atları, kan ter içinde, tutulmadığını öğreniyordum mumları gibi. Titrek. Ağlamaklı.
delice koşturuyorlardı. O minibüs patronumdan ve KARA FELEK Çabucak sönen, biten. Buradan
hemen geçiyordu dışardan. Mutlaka, İKİMİZİ BAĞLAMAYINCA! diyerek bir gece yarısı gideceğim, mutlaka.
yazdığım o şarkıyı tınlatıyordu. bitiriyordum. Patronum eline koluna Samiye Hanım çıt bile duymayacak.
Korku verici bir istilaydı bu. İçerden, içyağı, kuyrukyağı bulaşmış ve bundan Ama hep karanlık oluyor. Nasıl bir
içimizden geçiyordu her şeyin sesi. hiç kurtulamayan biri oluyordu. En kadın bu karanlık. Beni okşuyor,
Mumların sesi. amberbü hacıyağı ve Arabistan’ın kalçalarını gösteriyor.Tek sevgilim
bütün kokuları! Patronum, celep ve Samiye Hanım da karanlığı kolluyor
Azap ve gazap, benim bulduğum bir kasap ve sakatat ve bumbar suratlıydı. ve ikimize yaklaşıyor.
uyaktı. Dinlemek ve inlemek de öyle. Ellerini kocaman sarı peşkirlere,
Heder, keder, hisseder, derbeder, yağırlanmış güderilere siliyordu. Ten ve Gölge - 1949

152






HAVUZ BAŞI başıboşlar mı oturur? Kimseler âşık Bunun üzerine adam yerinden kalktı,
değil mi bu şehirde? Kimseler, bir yanıma geldi.
meydanın kanepesinde kimseyi
beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika «Bu caminin ismi ne?»
Sait Faik Abasıyanık görmek için kimsenin?
(1906-1954) Bir türlü bulamadım caminin ismini,
Önce yanımdaki kanepeye oturdular. dersem, inanır mısınız? Hâlâ sizinle
Biri kadın, öteki erkekti. Erkek bana beraberdim. Hayır, hasta filan
Beyazıt havuzunun kenarındaki gülümsedi. Halim yok gülmeye; değildiniz, çok şükür! Beni görmemek
kanepelerden birine oturmuş, sizi yoksa tatlı tatlı gülümsemesine için arka yollardan gidişinizi görür
bekliyorum. Yaşını almış bir adamın karşılık verilmeyecek adam değildi. gibi oldum. İçimi mütevekkil
yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, Bu selam yerine geçen gülümsemeye bir sıkıntı sardı. Kızamıyorum
sevinçlerini yaşaması ne demektir, neden cevap vermedim? Sizi size.. Dünyaya kızıyorum. En iyi
diye düşünüyorum: Belki bir, geç bekliyordum Hâlâ sizi bekliyordum. arkadaşıma kızıyorum. -Yok a..- Bu
olma hadisesi. Belki de bir çeşit Belki de, bugün, bu saatte buradan mayıstan başka her şeye benzeyen
hazları, kederleri, çocuklukları çıkmayacaktınız... Yoksa hasta soğuk bin dokuz yüz kırk altı mayısına
uzatma temayülü. Ama bu uzayan mıydınız? kızıyorum. Budalaca güle kızlara
yaz, kışın gelmeyeceğine alamet kızıyorum. Size kızamıyorum. Arka
değil. Kış müthiş olacak, kar yolları Bir ara bir başkasında saçlarınızı, sokaklardan beni görmemek için
kapayacak, bembeyaz ovada ölülük yürüyüşünüzü seyreder gibi olmuş, kaçtı ise, beni düşünerekten gitmiştir,
uzayıp gidecek... siz olmadığınızı görünce yeniden diyorum. Hatırladım caminin ismini:
merak etmiş, üzülmüş; sonra, belki de
Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; benim burada oturduğumu tahmin «Beyazıt Camisi, canım!»
içimde bir şey koşacak. Siz görmeden etmiştir de öteki kapıdan çıkmıştır,
geçeceksiniz. Ben kederle sevinci şüphesine düşmüştüm. Bu şüpheden Kadın da yerinden kalktı. Adamın
duyup dalacağım istediğim âleme. çabucak caydım. O kadar ehemmiyet mühim bir sual sorduğunu,
Dünyayı yeniden kederlerle verilmeye değer miydim? cevabımın bütün karışık meseleleri
kuracağım. Sonra çarşılardan halledeceğini bağıran pek mütecessis
çarşılara, insan sesleri arasında, her Ya hasta iseniz!.. bir yüzle yanımıza geldi. Yanına
şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde oturdu adamın. Bu sefer o sordu:
dolaşacağım. Sanki hasta idiniz. Koşup yatağınızın
başucuna gelmiştim. Gözlerinizi «Ali Sofya, hangisi?»
Herkes geçti, siz geçmediniz. açtınız. Alnınız terli idi. İki açık sarı «Şu tarafta...» Bir işaretle sol
Yüzünüzü göremedim. Bayramını, tel terli alnınızın üstüne yapışmıştı. tarafı gösterdim. Anlayamadılar
çocukluk bayramım salıncaksız «Ateşim düşmüyor,» demiştiniz. ne taraftadır Ali Sofya.. Elimin
geçmiş gibi gözüme yaş doldu. Şehre koşmuştum. Karaborsalardan gösterdiği istikâmeti bir türlü
ilaçlar getirmiştim. İyileşmiştiniz. kestiremediler. Gösterdiğim yerde
Soğuktan mı titriyordum, yoksa Rıhtım boyunca yürümüştük. Taze, kocaman binalar, birbirini kesen,
heyecandan, üzüntüden mi, kırmızı idiniz. Alnınız terli idi. biçen yollar, dükkânlar vardı. Orada
bilmem. Havuzun suyu bulanık. Gülüyordunuz. Alay ediyordunuz. Ayasofya’yı nasıl bulacaklar? Ama ne
Kapının saatleri 12’yi geçmiş. Koşuyordunuz, yakalayamıyordum. yapsınlar, çaresiz kabullendiler. Zahir
Kanepelerde kimseler yok. Tramvay Allah esirgesin! Hasta olmayın! oralardadır, diye akıllarından geçmiş
ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki gibi yüzüme baktılar. Son bir defa
adam bir tanıdık mıydı, acaba? Dört beş saniye içinde daha:
Ne diye öyle dönüp dönüp baktı?.. düşündüğümden adamın selamına
Yoksa kimseciklerin oturmadığı karşılık vermemiştim. Dört beş saniye «Herhalde ıraktır» dediler.
kanepelerde bu saatte yalnız pek bir gecikmeden sonra ben de güldüm. «Yok, pek ırak değil» dedim. Adam

153






ellisini aşmıştı. Toprak rengi yüzünde Ben senin gelmen ihtimali olan bitiyor. Konuşmuyoruz bir zaman.
alışılmamış çizgiler vardı. yola gözlerimi dikmiştim. Onlar, Ben, size bir mısra söylemek
«Bunu getirdim köyden» dedi. hesaplarını yapmış, havuzu istiyorum. Yağmurlu havalardan,
seyrediyorlar. Ben geçmenizden dağ yollarından, katırlardan,
Çarşaflı kadını gösterdi: Sütlaç ümidi kesmişim. Sizi nerede çıngıraklardan bahseder mısralar yok
gibi buruşuk, ufacık gözleriyle bulabileceğimi: mu yeryüzünde?
yanaklarının elmacık kemiklere
rastlayan yerleri pırıl pırıl, dişleri «Bana bakın! Beni dinleyin, n’olur? Bu sırada adam, kadınına Kız
bembeyaz, yüzüne bakınca bir süt Bakın da bir gün samimi olayım. Kulesi’ni, Haydarpaşa’yı, Selimiye
kokusu duyar gibi oldum. Bu yüz Söyleyeceklerimi söyletmiyorsunuz. Kışlası’nı anlatıyor...
pembe mi pembe; içinde ne güzel bir Dinleyeceklerimi dinletmiyorsunuz.
kan akıyordu kimbilir... Bırakın anlatayım...» Bir ara üçümüz de susuyoruz.
«Bu dibinden mi kaynar?» Mühim şeyler düşünüyor gibiyiz.
«Hiç İstanbul görmedi bu. Bakıyor, «Yok canım? Babacığım, bu pınar mı? Hele ben, neler düşünmüyorum:
hoşlanıyor da gülü gülüveriyor. Boruyla içine terkos gelir» Kapıdan çıkıyorsunuz. Koşa koşa
Hoşlanıyor pek. Biz Lüleburgazlıyız. yanıma geliyorsunuz. Kolunuza bile
Ben geldim birkaç defa İstanbul’a. Bu Adam yanındakine dönüyor: giriyorum.
gelmemişti. Camileri gezdiriyorum.
«Borularla doldururlarmış. Dibine Tam bu sırada, adam:
«Taksim’e de bir gidin» boru döşemişler, senin anlayacağın.»
«Gideceğiz. Beyoğlu’nu da görürüz «Kışın donar mı bu su?»
ha. O da, Taksim’e ulaşmadan değil Bana:
mi?» Ne diyeyim ben şimdi? Üzüntüm yine
«Evet» «Pekiii, hani bu suları fışkırtırmış?..» dağılıyor:
«Tramvayla gidin, ya!» «Bayramlarda, sıcak havalarda... Hava
«Ama biz, Tonel’den geçmek soğuk da ondan fışkırtmıyorlar» «Donar» diyorum, «Donar da
istiyoruz» çocuklar üstünde kayarlar»
«Tonel işlemiyor, kapalı» Adam, kadına:
«Hava soğuk da ondan fışkırtmıyorlar, Kadına dönüyor adam:
Yaa, Tonel kapalı demek... Tonel’in anladın mı? Sıcak havada fışkırtırlar
kapalı olmasına beraberce da insanları serinletir...» «Donarmış; çocuklar üstünde
üzülüyoruz. Kadın, elinde gazete kayarlarmış» diyor.
kâğıdına sarılmış bir şeyi bana Bana da dönüyor.
gösteriyor: Ne dersin sevgilim, Beyazıt Havuzu
«Peki...» diyor. «Hani üstüne top kışın donar mı? Murtaza Çavuşla
«Bakır ucuzlamış, ucuza aldık» korlar da sular lastik topu havaya karısı Hacer Ana’ya ben, donar dedim.
«Kaça aldınız?» fırlatır, oynatır durur; öyle de yaparlar
«Kilosuna... ne verdik ki?.. 450 mı?»
kuruştan verdiler. Te, bak şuna. 310
kuruş verdik. Pahalı değil, değil mi?» Elli yaşında adam, ellisine yakın
«325 kuruş verdik.700 gram geldi» kadın... fıskiyeler, toplar... Onlar,
«Sen beş lira verdin. Ne geri verdi benden de çocuk. Seni görememenin
sana bakırcı?» sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum.
Kadın eğilip beni dinliyor. Taksim’den,
Hesap ettiler. Önce anlaşamadılar. öteki camilerden, meydanlardan, Refik Durbaş, Öykülerde İstanbul,
Sonra anlaştılar. 310 kuruşa almışlardı Boğaziçi’nden, Kız Kulesi’nden söz Altın Kitaplar Yayınları, 1995,
tencereyi. açıyoruz. Sonunda lakırdılarımız ss:80-85

154






KUMKAPI’DA kadehi, hem bir Adana ağası, hem bir İki gün önce yapılan, Gazeteciler
uluslararası yazar olarak; ille de viski
Cemiyeti seçimlerinden, küçükleri
ÖĞLE İÇKİSİ içmemiz için üsteliyor. Dostların muzır yayınlardan koruma yasasının
davranışlarını bildiğinden, arada da: uygulamada doğuracağı güçlüklerden
açılıyor. Agop Arad, söylenenleri tek
Naim Tirali «Bana yük olur diye çekingenlik sözcüklerle doğrulayıp; bir yandan
(1925-2009) etmeyin, ne olur» diyor. atıştırıyor bir yandan da:

Recep Bilginer, rakı içmeye «Bırakın bu konuları da, yiyip
Gazeteciler Cemiyeti’nde oturuyorduk. niyetliyken, Yaşar’ı kırmamak için içmenize bakın...» diyor.
Agop Arad gelip: viskide karar kılıyor.
Sokağa kayıyor gözüm. Lokantaları,
«Haydi, Kumkapı’ya gidiyoruz «Bana zaten fazlası yasak. Üstelik manavları, balıkçılarıyla, bana
yemeğe, Recep nerede?» dedi. yemekte viskiyi hiç sevmem. Bir Paris’in St. Germain-des-Pres’sindeki
duble rakı lütfen» diyorum. Seine Sokağını anımsatıyor. Oktay’la
Oktay, Yaşar, Mücap, aşağıda Agop’a da söylüyorum.
bekliyorlarmış. Hangi lokantaya Durumu bilen Yaşar Kemal
gideceklerini söyledi. Yerini iyice üstelemiyor. Oktay Akbal:
anlattı. «İyi benzettin» diyor.
«Bol salata, beyaz peynir, kızarmış
«Siz arkadan gelirsiniz. Ama ekmek, bir de haşlanmış ya da ızgara Agop Arad’ın özlemi kabarıyor:
gecikmeyin» diye ekledi. balık yeriz» diyorum Recep’e. Şeker «Yahu nereden koydular bu yüz dolar
ve kalp hastalıklarında bunca yıllık çıkış parasını? Pasaportu hazırlattık,
Biz doktorumuz Saim Bengisarp’ı deneyimimle. bir türlü gidemooruz...»
görüp, reçetelerimizi yazdıracaktık.
İşimizi bitirince yola çıktık. Yazarlar, gazeteciler, ressamlar, Yaşar Kemal’in, Gallimard Kitabevine
Kumkapı’ya vardığımızda saat bir oyuncular bir masa çevresinde, vermek üzere, Sait Faik’in Fransızca
buçuk olmuştu. Gittikleri lokantayı hem de bir içki masası çevresinde basılmış - Sabri Esat Siyavuşgil
bulmakta güçlük çekmedik. Camın toplanınca, yaşanan günlerin politik çevirisi- «Un point sur la carte-
arkasındaki masada, Agop Arad, konuları ne denli ilginç görünürse Haritada Bir Nokta» adlı kitabını
Oktay Akbal, Mücap Ofluoğlu, görünsün, yine de sanat ağırlıklı aradığını biliyordum. Aklıma geliyor:
Orhan Erinç ve Yaşar Kemal oturmuş, söyleşiden kendilerini alamazlar.
söyleşiye ve içmeye başlamışlardı. Bugün de öyle oldu. Önce biraz dolar «Sait’in Fransızca kitabı Muzaffer
Bizi görünce yer açtılar. Lokantada kurundan, altın fiyatlarından falan Uyguner’de varmış. Fotokopisini
başka müşteri yoktu. Yaşar Kemal, söz edildi. Yaşar Kemal ile Mücap alman için sana verebileceğini
paltolarımızın alınmasıyla, yerleşip Ofluoğlu, bunca yıllık emeklerinin söyledi» diye haber veriyorum.
rahat etmemizde, bir ev sahibi küçümsenmeyecek birikimlerini,
gibi ilgilenince, anladık ki onun değerlerini düşürmeden nasıl «Sağolsun» diyor. «Ali Sirmen’de de
konuğuyuz. Üstelik: korunduklarını içtenlikle ortaya varmış. Konuştuk, bana getirecek.
dökmede sakınca görmediler. Gallimard’dakilere o denli sözünü
«Yabancı yer değil burası, Yaşar Kemal, dışarıda aldığı telif ettim ki... Sait gibisini kolay kolay
Çukurovalıdır bu çocuklar,» deyip ücretlerinden hoşnutluğu yanında, bulamazlar. Sait’in Gallimad
Adana biçimi ağırlanacağımızı da Türkiye’de «İnce Memed 4» ile tarafından basılması, öykücülüğümüz
belirtiyordu. bir rekora ulaştığını, romanının adına büyük başarı olacak.»
tefrikasından yetmiş beş milyon lira
Masadakilerin yarısı rakı, yarısı viski alacağını, bir yazar olarak kıvançla Söz Gallimard’dan açılınca, Yaşar
içiyor. Yaşar Kemal, elinde viski muştulayarak, hepimizi sevindirdi. Kemal, şu olayı anlatıyor: Yayınevini

155






gezdiriyorlarmış. İşte şurası şu Bir yazımda, Oktay Akbal ile Salah doğru, belki yakıştırma. Kişilikleriyle
yazarın odası, burası André Gide’in Birsel’e dayanarak, Yaşar Kemal’in de, yapıtlarıyla da sevdiğim bu iki
çalışma masası falan diye. O arada tüm sanatçılara mavi boncuk rahmetli dost için:
Yaşar Kemal büyük bir kasa görmüş dağıtmak yönteminden söz açmam,
ve «Demek Gallimard’ın böyle kasası içinde ukde kalmış olmalı ki: «Böyle akıllı, anlayışlı ve deneyimli
da var!» diyerek şaşkınlığını belirtmiş. arkadaşlarımız MİT örgütünde
Yaşlı ve güngörmüş yazarlardan «Ben gerçekten tüm sanatçıları çalışmışlarsa, doğrusu onları
Claude Roy: «Hiç şaşırma Bay severim. Yürekten severim. Sevgimi görevlendiren yöneticileri kutlamak
Kemal, demiş, o kasa ödemeler için uluorta söylemekten de çekinmem. gerek,» diyorum. «Hep söylemez
değil tahsilat içindir.» Gallimard’ın Yeri gelince yazmaktan da çekinmem,» miyiz, ne çekmişsek cahillerden,
ödemelerinden son derece hoşnut diyor. «Arif Dino için Cumhuriyet’te bağnazlardan çekmişizdir diye.
bulunan Yaşar Kemal, nükte olarak yazdıklarımı okudunuz mu?» Çoğumuzun yakasına, yakışıksız
söylenmiş olsa da, soruna Fransız suçlamalarla yapışılmamışsa, hiç
yazarın yaklaşımını göstermesi «Okudum. Beğendim de. kuşkunuz olmasın ki, o arkadaşların
bakımından, yaşlı meslektaşının Gençliğinde söylediklerinin şu hoş görülü, en azından gerçekleri
sözlerini unutamıyormuş. ya da bu biçimde yorumlanması çarpıtmadan düzenledikleri
üstünde durma. Önemli olan, dünya yazanaklar yüzüsuyunadır. Hem
Sait Faik derken Sabahattin Ali, çapında üne kavuştuktan sonra yazıp polisler de insandır»
Orhan Kemal, Kemal Tahir de söyleyeceklerin,» diyorum.
gündeme geliyor. Yaşar Kemal, Rahmetli arkadaşlarımızın anısına
Kemal Tahir’e de, Sabahattin Ali’ye Kadehler kalkıyor. Oktay Akbal: daha saygılı olmak için yaptığım
de iyice yükleniyor. Mücap Ofluoğlu, bu çıkıştan, herkesin hoşnut
Sabahattin Ali’yi savunuyor. Oktay «Artık sıra Nobel’e geldi» diyor. kaldığını söyleyemeyeceğim. Ama
Akbal ki Kemal Tahir’in kimi «Haydi Nobel işini de kıvır ve bizi hep üstelemiyorlar ve konu kapanıyor.
romanlarına karşı nice yazılar birlikte böylece İsveç’e götür, törene,»
yazmıştır, hiçbir yazarın bir kalemde diyorum. Yine öyküye dönüyoruz. Samim
sinmesinin doğru olmayacağını «O iş geçti,» diyor Yaşar Kemal. «Bana Kocagöz’ün yeni kitabı, «Gecenin
söylüyor, ben de katılıyorum. Nobel vereceklerini hiç sanmıyorum. Soluğu»ndan özgüyle söz ediyor Yaşar
Şimdi o işler Lütfi Özkök’ten Kemal. Kitapçılarda rastlamadığım
Agop Arad, rahmetli dostlarının adı soruluyormuş. Dağlarca ile Melih için, dönüşte Cumhuriyet Kitap
geçtikçe, gözleri buğulanarak: Cevdet için kulis yapıyormuş. Öyle Kulübünden edineyim diye
diyorlar.» düşünüyorum.
«İyidir, iyidir...» deyip rakısını «Önemli olan bir Türk yazarına
yudumluyor. verilmesi,» diyorum. Recep Bilgiler ile Orhan Erinç,
yönetim kurulu toplantıları olduğunu
Yaşar Kemal, çeşit çeşit balıklar Başta Yaşar Kemal, hepsi onaylıyorlar. söyleyerek kalkıyorlar.
hazırlatıyor, meyveler yenilip kahveler Ama hepsi de, olmayacak duaya amin
de içildikten sonra, hepimize ısrar der gibi bir havadalar. Yaşar Kemal, garsonlara bir gürlüyor:
ediyor:
Zaman ilerledikçe, söyleşi daha da «Haydi bakalım, şöyle fasulyalı ya da
«Şimdir birer viskiyle bitirelim.» koyulaşıyor. Sevdiğimiz kimi dostların nohutlu bulgur isteriz.»
sevimli düşünlüklerini çekiştirme «Bunca yemekten, bunca içkiden
Dayanamıyoruz. İkinci viski şişesi alışkanlığından kurtaramıyoruz sonra, bulguru da kim yiyecek?» diye
de geliyor. Adana ağalığına, roman kendimizi. Bu arada iki rahmetli soruyorum.
ağalığından ulaşan Yaşar Kemal, yazarın MİT yararına çalışmış
Sakıp Sabancı’dan aşağı kalacak değil oldukları, inanılır kişilerin anlatımına Az sonra, koca bir madeni tabakla
ya, ağalığının hakkını veriyor. dayanılarak ortaya atılıyor. Belki getirilen, buğusu üstünde nohutlu

156






bulgurlardan, üç beş dakika içinde bir
şey kalmayıp da, bir porsiyon daha
ısmarlanınca, şaşkınlığımı belirtmek
için:

«Herhalde akşam yemeği niyetine
yiyorsunuz» diyorum.

Yaşar Kemal, arada lokanta sahibinin
yanına gidiyor. Hesabı görmüş olmalı,
artık kalkarız diye düşünürken, haydi
yeniden içki geliyor sofraya, meyve
geliyor ya da yazdığım gibi nohutlu
bulgur.

Söyleşi de sürüyor. Elbet
konuşulanların hepsini anımsamak
mümkün değil. Ama nicedir Yaşar
Kemal’e söylemek isteyip de hep
unuttuğum bir görüşümü, tam yeridir
diye açıklıyorum:

«Yaşar, romanlarınla bunca ödüller
kazandın, bunca paralar kazandın,
dünyaca ün yaptın ya, bence
öykülerindeki düzeyi tutturabildiğini
sanmıyorum. Öykücülüğün
romancılığından çok daha önde gelir»

Oktay Akbal’da katılıyor:

«Ben de aynı kanıdayım. Zaten kaç Ferit Öngören
kez de yazdım bunu» «Şoför kardeş, sen beni Çemberlitaş’ta birinci sınıf bir lokantada olsaydık,
«Sanırım yanılmıyorsunuz» diyor, bırakır mısın!» diyor. bu yiyip içmenin karşılığı yüz bin
kendi özyargısında birleşmemizden lirayı da geçerdi diye düşünüyoruz.
hoşnutluğunu, yüzündeki gülücükle Ne oldu der gibi bakışımızı farkedince Lokanta ve meyhane konularında
açığa vuran Yaşar Kemal, «Ben de de, bir kahkaha atarak: uzman saydığımız Agop:
öykülerimi, romanlarımdan hep üstte
tutmuşumdur» «Bankaya uğrayacağım, üstümde «İyidir, iyidir» diyor. «Neydi o
para kalmadı» diye söyleniyor. «Ben balıklar... Rakı, viskiler... İyidir, hem
Kumkapı’daki lokantadan çıkarken, size kavuşurum» de çok ucuzdur. Kesene bereket.»
kolumdaki saate göz atıyorum,
on altıyı geçiyor. Mücap, kendi Yaşar, ödediği hesabın ne olduğunu,
otomobiline doğru yollanıyor. Biz de üstelememize karşın açıklamıyor,
Cağaloğlu’na çıkmak üzere, sokaktaki ama «İnce Memed 4»ün tefrikasından
bir taksiye doluşuyoruz. Taksi alacağı telif ücretinin binde birine Bebek:19 Mart 1986
yokuşunu tırmanırken, Yaşar: yaklaştığını kestirebiliyoruz. Demek (AŞK DEDİĞİN)

157






YANDAN ÇARKLI Şimdi, rahmet-i rahmana kavuşmuş yataklarımızı sel sele verirler, laf yok.
ilk karısından dokuz, ikincisinden Biz burada gam dağıtalım dedik mi,
de dört olmaz üzere on üç çocuğuyla tavan güm güm vurulur. Ne o? Kesin
karısı, kendisi, güveysi on altı kişilik bakalım, sizi mi dinleyeceğiz. Biz sizi
Orhan Kemal ufak tefek bir sıvacı barınıyor. dinliyoruz ya. Radyonuz var, içkiniz,
(1914-1970) Bana bu sıvacıyla başındakilerden misafirleriniz, dansınız, mansınız
söz açtıkları zaman şaşıp kalmış, tamam. Haftada en azından dört, beş
pek de inanamamıştım. Hiç vakit gün mahalleyi inletirsniz. Dinleyen
geçirmeden gittim, gördüm. Hani kim? Beğenmiyorsan çık. Bir
insan görmese de ezbere düşünse, ilk tutuluyorum ki heriflerin mal sahibi
İstanbul’un çok büyük, çok süslü
yapılarla ünlü semtlerinden birinin akla gelen, bu ufacık aile babasının gibi cart curt etmelerine!”
kıyısındaydı gittiğim ev. Eski İstanbul bu kadar boğazı beslemek zorunda
ahşap evleri biçiminde, şahnişli, kalmaktan gelen korkunç sıkıntı Bunları, yılbaşını nasıl geçirdiklerini
kiremitli, saçakları dantela gibi içinde belki de zaman zaman kendine anlatırken, rutubetten nemli,
oymalı. Kim bilir, belki de yaşmak, kıymayı düşünebileceğini sanır. karmakarışık yataklarının hala serili
ferace devrinden kalmış. Hâlâ alımlı, durduğu odalarında söylemişti.
hâlâ çevresine o devir hanımefendileri Hayır. Adam ufak tefek, bir muşmula
kadar azamete bakıyordu. Bakıyordu kadar da kuru, kötü yaşamaya Bir buçuk metre eninde, bir buçuk
ya, benim anlatacağım “ev”in bu dayanmakta sıfırı tüketmiş ya, metre boyunda, basık tavanlı, içeri
alımlı çalımlı konakla ilgisi, bu çok neşesine diyecek yok. Hani şu içeri kamburlaşmış, sıvaları dökük
eski devirlerden kalma konağın alt eskilerin “mihneti kendine zevk duvarlarıyla kutuyu hatırlatan bir oda.
katında oluşundan. etmedir alemde hüner” sözü var ya, o Sokağa açılan yan yana iki pencerenin
hesap. Mihneti kendine zevk ediyor! dörderden sekiz camından yedisi
kartonlarla kapatılmış. Yama yama
Kim bilir hangi padişah, hangi
bendesi için, ne biçim bir ubudiyetine “Bizde gramafon yok, radyo hiç yok. üstüne yorganlar, yatak, yastıklar.
karşılık yaptırıp hediye etmiş! Yok diye bir kenarda küsüp kararacak Yataklar sıra sıra serili. İncecik
değiliz ya! Aptal çalar, çingen oynar incecik.
hesabı, ben tepsiyi alıyorum, askerden
Tahtaları kurt yenikleriyle yer yer
delik deşik olsa bile, yine de özene yeni gelen büyük oğlan dayanıyor “Kaç kişi yatıyorsunuz burada?”
bezene yapılmışlığı ilk bakışta belli şarkının, türkünün en oynağına, en
kocaman kapının üç beş metre alt kahpesine, kızlar da şıkıdık şıkıdık Kucağında bir, bir buçuk yaşlarındaki
başında, ufacık, pek gelişigüzel, son başladılar mı göbek atmaya, oooh! kızından başka karnı burnunda
derece yalınkat bir başka kapıdan Kaç para eder senin Hilton’un, karısına bakıyor gülerek.
aldılar bizi içeriye. Kurt yenikleriyle Taksim’in, Tepebaşı’n, Kazablanka’n!” “Kaç kişi yatıyoruz?” diye soruyor.
delik deşik kocaman kapı, konağın
asıl kapısı. Bizim buyur edildiğimizse, Beşinci çocuğuna gebe karısı söze Kadın da gülüyor:
zamanında, yani konağın güm güm karışıyor: “Bilmem ki. Ben, sen iki; Ayşe, Fatma,
gümlediği mutlu günlerde uşakların “Üstümüzdekiler rahat bıraksa...” Zeliha, Meryem, Erdal, Can, Neşe,
işlediği kapı olacak. Aynur da sekiz mi?”
Soruyorum: “Sekiz.”
“Kim oturuyor üstte?” “Etti on. On iki kişi yatıyoruz galiba...”
Bu kapıdan girdik işte.
“Kiracı.”
Ufak tefek adam, odanın rutubetli
Daracık bir dehliz. Loş, dört, beş
metre uzunluğunda. Sonda, sağlı Sözü kocası alıyor: loşluğunda gülüyor.
sollu ufacık ufacık iki oda. Herhalde “Kiracı ya, ev sahibinden ileri. “Ürkütmeden sayılmaz ki!”
o mutlu devirlerde uşaklar otururdu Kendileri çalıp çığırıp hora
bu odalarda. teper, tahtaları yıkayıp silerken Soruyorum:

158






“Öbür odada kaç kişi yatıyor?” “Niçini var mı? Çıkaramasa bile şu kör haneye tıkmış. Görüyorsun
Yine hemen karşılığını veremiyor. tedirgin eder. Etti de. Doksanken, yüz dirliğimizi! Devletin kanununa,
Düşüyor önümüze, geçiyor öbür yirmi yap dedi. Yapmadım başladı konturatına razı olsan da insana
odaya. Burası daha aydınlık, ama hır güre. Yaptım. Bir zaman rahat. İki dünyayı zehir zıkkım etmesen olmaz
daha da küçük. Sedirde, yerde serili yıl sonra tutturdu elli lira daha koy. mı? Firavun’un adı çıkmış. Firavun
yataklar. Koymadık, yukardan su döktürdü, bunlar kadar zalim miydi? Hiç
camlarımı kırdırdı. Çaresiz elli lira sanmıyorum! Doksan liralık kiraya,
“Sedirde kızımla güvey yatıyorlar. Şu daha ekledik. Etti mi yüz yetmiş? tut her ay açıktan yüz altmış lira
yerdeki büyük oğlum, buda benim Aradan geçti yine birkaç yıl, haydi avanta al!
yamak...” bakalım elli daha. Hık, mık. Veremem,
edemem, kazançlar eksik filan fıstık.. İrili ufaklı çocukları birer ikişer
Hayretle soruyorum: Başladı hır gür, yine. Ulan aman geliyor, yanları patlak ayakkabıları,
“Nasıl sizin yamak mı?” yapmayın, etmeyin... Kim dinler? yamalı, kirli üst başlarıyla bize meraklı
“Yamak, ama yadırgı değil. O da Çaresiz kabul. Etti iki yüz yirmi. meraklı bakıyorlardı. Sevimli, zeki
oğlum!” Bu yakınlarda yine tutturmuştu, şeylerdi hepsi de.
“İyi ama oğlunuz bile olsa, kızınızla otuzla razı ettik güç bela. Şimdi iki
güveyinizin yattığı odada yatmaları...” yüz elliden oturuyor, doksandan Babaları onlara dikkat edince.
mukavele imzalatıyoruz. Anlayacağın “Harp, dedi. Allah göstermesin. İnsan
Dertli dertli içini çekiyor: yüz altmış lira haraç veriyoruz her ay! canından beziyor da zaman zaman...
“Elhaya minel iyman değil mi? Doğru. Yoksa kapıya konacak şey mi?”
Ben de bilirim hayanın iymandan O halim selim, o yumuşacık, o mihneti
geldiğini, ama yoktan ne çıkar. Aslına kendisine zevk eden adam öfkeden Karnı burnunda hanımını işaret
bakarsanız ev benim üstüme. Güveyle şahlanarak, şu Kıbrıs dalgasından bir ederek:
kızımın başlarının çaresine bakmaları harp de patlatmıyor ki, dedi. Cenab-ı “Hala yeni yeni canlar peşindesiniz.”
lazım. Nasıl bakacaklar? O da benim Allah hakkımızda hayırlısı versin! dedim.
gibi bir işçi, badanacı. Ev kiralarıysa,
biliyorsunuz, ateş pahası. Nereye Karısı bir ana kartal gibi dikildi Baktı, gördü, güldü.
gidecekler? Nerede ev bulacaklar? “Başlama yine deli deli!” “Ne yapayım?”
Buldular diyelim, avuç dolusu “Bilmem, ama tedbirli davranamaz
parayı nasıl verecekler? Avuç dolusu Adam soluyordu, ama karısından mısınız?”
harcamak için avuç dolusu kazanmak çekinmişti besbelli, yere bakıyordu.
lazım. Bizse malum serbest meslek Yine adeta şahlandı:
erbabı, üç gün iş, on üç gün o kahve Kadın bana döndü: “Yani ne yapmalıyım?”
senin bu kahve benim. Keyfimizden “Ev, kira, ev sahibi lafı oldu mu gözü “Düşürmek gibi, hamile bırakmamak
değil ha. Hele mevsim de kışa döndü dünyayı görmez. Harp olsunmuş. gibi...”
döneli beri, bırak!” Unuttun mu harp şayiaları çıktığı “Allahın binasını yıkamam!” dedi.
“Buraya ne kira veriyorsun?” günleri? (Yine bana döndü). Geceleri
uyku tutmaz olduydu. Vay yavrularım, Arka cebinden kırık kırış sigara
Gülerek başını salladı: vay evlatlarım...” paketini çıkarıp uzattı. Bir tane aldım.
“On yıl önce mukaveleye göre O da aldı. Çaktığı kibritten yaktık.
doksan.” Adam gözlerini yerden bana kaldırdı: Kaldığı yerden ardını getirdi:
“Mukavele dışı?” “Doğru söylüyor, doğru söylüyor ya, “Yıkamam. Çünkü, istersen
“İki yüz elli!” ne yapacağımı da şaşırdım kardeş. milyonların olsun, vermediğine
“Yani yüz altmış lira açıktan? Her ay Gözünü toprak doyurasıcanın kocca vermiyor. İşte, nah şu karşı sokaktaki
mı?” bir apartmanı var. Şişli’de. Heybeli’de apartmanın genç sahibi. Herifte böyle
“Tabii.” köşkü var. Dükkanlar, konaklar dört apartman daha var. Parası sayısız.
“Niçin?” caba. Ulan Allah vermiş. Bizi de Çocuk diye mermere saplanıyorlar,

159






hava. Kurban olduğumun zat-ı İstemesini bilmezseniz Allah ne bir para. Kış birden bastırıp da işler
kibriya’sı. Beni layık görmüş vermiş diye versin? Öyle değil mi ama? Kul durulunca, hadi dedim, şu birkaç
de ben ona isyan edip düşürecek istemezse Cenab-ı Allah verir mi?” yüzle iyi, kötü bir ticaret yapayım.
miyim?” Vurdum işi sebzeciliğie! Ama hemen
Güldüm. anladım ki, ticaret bana göre değil!”
En küçüklerden yırtık pantalonlu bir “Sen istemesini biliyor, istiyorsun. “Niçin?”
toramanı kucağına aldı. Veriyor mu?” “Niçin olacak? Kazanmak için
“Yavrum benim, yavrularım, dedi. müşteriye kazık atmak, malı satın
Evimin, viran yuvamın bülbülleri! Şöyle bir duruyor, düşünüyor, sonra alırken madik oynamak lazım. Böyle
Ben onlardan bir tekinin bile yüzüme bakıyor. şeylerse oldu bitti elimden gelmez.
tırnağının taşa değmesini istemem. “Doğru” Bizim birkaç yüz, deve oluverdi!”
Benim derdim ev, üst baş, yeme “Doğru ya”
içme... İş versinler, efendi, bana hiç “Öyle ya, onlar istemesini bilmiyorlar Kırış kırış birinci sigara paketini
bitip tükenmeyecek iş versinler. Kana vermiyor, ben biliyorum, bana çıkarıp uzatıyor. Birer tane yakıyoruz.
kana, terleye terleye çalışırım. Yeter da vermiyor. Neden? Siz biliyor
ki çalıştıktan sonra hakkımı alayım, musunuz? Hemen ekliyor, yoksa az “Deve oluverdi evet. Lakin öyle pis
evime, çoluk çocuğuma koynum mı çalışıyorum?” bir zaman ki. Elde on para yok. Yer
koltuğum dolu geleyim, onları kurt “Az mı çalışıyorsun?” demir, gök bakır. Kar desen diz boyu.
gibi yerlerken seyredeyim!” Sobamız oldu bitti yok. Kömürü
Yine şahlanıyor: kömürcden kiloyla alırız. Sermayeyi
Karısına döndü: “Değil bu memleket, bütün bu kürre-i kediye yükleyince onu da alamaz
“Yahu bir saattir dikiliyoruz, insan arzda benden daha çalışkan varsa yuh olduk. Vay anam vay! Açlık bir
misafirine, kahveden geçtim, bir ervahıma!” yandan, soğuk bir yandan. Çocuklar
bardak çay ikram etmez mi? O kadar “Peki.” sızlanırlar. Karı, fıkara karı öteye
mı öldük?” “Valla galiba işin içinde bir bit yeniği diner ağlar... Baktım olacak gibi değil,
“Hiç zahmet etmeyin hemen var, benim aklım ermiyor. Haşa haşa, bende boynumu büküp ağlayacak
gideceğim...” dedim. Allah-ü Taala vermemezlik etmez. değilim ya. Fırladım sokağa. Bir tipi,
“Olmaaaz, dedi. Ya da dur. Haydı Çalış kulum vereyim demiş. E... kul bir tipi. Sulusepken. İçim kararmış
kahveye çıkalım!” çalışmıyor mu? Kim demiş çalışmıyor kış havası gibi. Hırsızlık edemem,
diye? Tarlalar dolusu, fabrikalar para için her kalıba girip adam
Evlerinin bulunduğu sokağın iki dolusu hem de , iş yerleri dolusu... boğazlayamam. Peki ne yapacağım
yanındaki kocaman apartmanların Kendini hatırladı: Ben mesela... İş bu havada. Kös kös giderken, sokağın
arasından ağır ağır yürürken boyuna oldu mu sabahın seherinde kalkarım nihayetinde, şoo apartuman yok mu?
anlatıyordu: şerefsizim. Badana fırçamı, sıva Krem renk boyalı? Ermeniler oturur
“Yavrularımı okutmak, adam etmek malamı filan alır, düşerim yollara. orada. Bizim bir madam var, sizden
istemem mi? Ellerinde çantalarıyla Kış, yaz. Hiç farketmez. Yeter ki iş iyi olmasın, çok iyi insandır. Allah
okullarına temiz pak gidip gelen halli olsun.” son nefesinde hak dinine getirsin, o
vakitli çocukları gördükçe kendimden “Başka işler denemedin mi?” sulusepkende beni aramaya çıkmış
utanıyorum şerefsizim. Ben de bayım “Ne gibi yani?” meğer. Tesadüf işte. Aman usta, dedi
ha? Niye başkaları gibi yavrularımı “Ticaret gibi, falan. Üçe alıp beşe, on yolummu satın aldın, var ol, yaşa.
okutamıyorum? Neden giydirip beşe alıp satmak gibi...” Hayrola madam dedim. Dedi hayır.
kuşatamıyorum? Benim evimde Bizim Kadıköy’de tanıdıkların sıva,
niye başkaları gibi radyom yok, Güldü. badana işleri var, seni arıyordum.
buzdolabım yok, elektrik süpürgem “Çocuklarımın kuruk ekmeğine Gider misin? Gider misin ne demek
yok? Ben böyle dedikçe kahvede katık katabilmek için ne işlere girip madamcığım? Sen işten haber ver.
arkadaşlar basıyorlar kahkahayı. çıkmadım ki? Sıvacılıktan bir tarihte Cehenneme bile giderim, dedim.
Eşşekler diyorum, gülün bakalım. birkaç yüz lira geçtiydi elime, toplu Adresi verdi, aldım, ver elini Kadıköy.

160






Buldum adresi. Bastım zile. Açtılar. Kulağının ardında karanfiliyle genç dolaştırıveriyor:
Girdim, beni salona aldılar. Çini irisi garson koşarak geliyor. “Bir, iki, üç, dört, beş, sekiz... Yaşa!”
soba gürül gürül yanıyor. İnsanın “Emret!”
gavuru Müslümanı olmuyor arkadaş. “Bize çay getir...” (BÜYÜKLER VE KÜÇÜKLER)
İnsanın insanı insan oluyor! Evlerinin “Kaç tane?”
duvarları sıva, badana yapılacakmış. “Kaç kişiyiz ulan saysana!” Refik Durbaş, Öykülerde İstanbul, Altın
Ne istersin dediler. Ben istedim üç, Garson gözlerini üzerimizde Kitaplar Yayınları, 1995, ss:110-119
onlar verdiler dört, beş. Bir ellilik
avansı alınca evden nasıl çıkıyorum,
yani topun ağzından fırlamış mermi
gibi! Karmış, sulusepkenmiş... Haydi
bir vapur, doğru bizim semte. Ulan
kömürcü tart on kilo kömür. Bakkal,
ver ordan pastırma, sucuk, ekmek.
Kasap, tart bir kilo et. Bir şişe de şarap
uydurdum mu? O gece görmeliydin
bizim evi. Mangalda ateş nar mı
var, duvarlar gülüyor mu gülüyor,
çocukların yüzüne kan mı geldi
kan! Ver kız şu tepsiyi, alamadın,
veremedin geceyarısıa kadar!

Sokağı tam dönüp ana caddeye
çıkacaktık, hemen sağa durdu.
“İşte bizim kahve!” dedi.

Girdik. Kendisi gibi üstleri başları
harç, harç, kireç bulaşıkları içinde
insanlar. Onu görünce sanki kahvede
bayram havası esmeye başladı.
“Vaaay Yandan Çarklı geldi!”
“Nerelerdesin ulan Yandan Çarklı?”
“Yandan Çarklı be, radyoların
televizyonlusu çıkacakmış yakında,
duydun mu?”


Bir iskemle kapıp bana ikram ediyor,
sonra da kendi altına bir başkasını.
Beni arkadaşlarına tanıtıyor,
selamlaşıyoruz.


Daha sonra garsona sesleniyor:
“Heey... Fidanakiiii!”


Garson ta gerilerden karşılık veriyor:
“Hoooooop!”
“Gel buraya!” Ferit Öngören

161






BİR






TUTAM BESTE...






İSTANBUL

162





Düyek




KÜRDİLİHİCAZKAR

Her şeyinle güzelsin Eğlence, zevk, neş’e, hülya
Gönüllerde gezersin Hayal dolu ey İstanbul.
Kaderimsin, neş’emsin
Sevda yolu İstanbul Gönlümün tek sevinci
Dünyamızda birinci
Eğlence, zevk, neş’e, hülya Eşi olmaz bir inci
Hayal dolu ey İstanbul. Cennet yolu İstanbul

Bahçelerin çiçekli Eğlence, zevk, neş’e, hülya
Bülbüllerin benekli Hayal dolu ey İstanbul.
Gecelerin de renkli
Güller yolu İstanbul. Beste ve Güfe: Erol Sayan










HİCAZ RAST


Ada’lardan bir yar gelir bizlere İstanbul’u artık hiç sevmiyorum
Aman Allah, gözlere bak gözlere Orda başladı aşkım, orda oldu ayrılık
İpek çorap varsın düşsün dizlere, Yallah Orda verdik el-ele, yine orda bırakdık
İstanbul’u artık hiç sevmiyorum
Hoş yaratmış Allah, pek şirindir Billah
İşve-bazdır Vallah, çapkınlardan kolla. Seni orda tanımış, seni orda sevmişdim
Çünki orda sana ben bin ümitle gelmişdim
Ada’ların ıssız, tenha yolları İşte ihaneti ben, yine orda görmüşdüm
Boynumda kaldı o yarin kolları İstanbul’u artık hiç sevmiyorum
Menekşelerden biçilmiştir şalvarı, Yallah
Beste: Erol Sayan
Hoş yaratmış Allah, pek şirindir Billah Güfe: Mehmet Erbulan
İşve-bazdır Vallah, çapkınlardan kolla.

Beste: Yesarî Asım Arsoy İstanbul, şaire acı bir aşkı tattırmış... Bir
vefasıza gücenip, kırılıp İstanbul’u sevmemek
var mı? Erol Sayan da şaire uymuş...Yoksa o da
mı acı bir aşkın kurbanı şu güzel İstanbul’da?
Yok, yok, iyi tanırım bestekarı, sadece Mehmet
Erbulan’ın sözlerini güzel melodiyle süslemiştir
bu şarkısında.

163





Sofyan




SULTANİYEGAH KÜRDİLİHİCAZKAR

Biz Çamlıca’nın üç gülüyüz Gidelim Göksu’ya bir âlem-i ab eyleyelim
Aşk bahçesinin bülbülüyüz Ol kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim
Dillerde gezer, söyleniriz Bize bu tâliimiz olmadı yâr n’eyleyelim
Gamsız yaşarız, eğleniriz Ol kadehkâr güzeli yâr olarak peyleyelim.

Yalnız gezene söz atarız Beste: Lavtacı Hristo (Hristaki)
Nâz eyleyene biz çatarız
Yüz bin kokulu gül satarız
Vallahi cana can katarız.


Beste ve Güfe: Yesarî Asım Arsoy











KÜRDİLİHİCAZKAR


Aşkım Yeniköy sâhil-i deryâsına sardı
Sînemde perişan uzanan bir peri vardı
Doldurduğu peymâneye hep işve katardı
Göğsümde o âhû eriyip soldu, sarardı.

Not: Etem Ruhi Üngör,
Güfeler antolojisi I.ci cild. Sh.633’de şöyle yazıyor:
Bu güfenin bestekârı ile görüşmelerimizde (deryâsını)
kelimesini (sevdâsını) olarak kullanmaktaydı.

Kanunî Sultan Süleyman tarafından ihyâ edilmiş
olduğundan, bu semte Yeniköy adı verilmiştir.

Beste ve Güfe: Yesarî Asım Arsoy

164





Aksak





NİHÂVEND SULTANÎYEGÂH


Gel güzelim Çamlıca’ya bu gece Biz Heybeli’de her gece mehtâba çıkardık
Gün doğmadan a canım görüşelim gizlice Sandallarımız neş’e dolar, zevke kanardık
Bülbüllerin efganını dinleyelim yan yana Saz seslerinin sâhile aksetdiği demler
Kumru gibi a canım sevişelim can cana Etrâfı bütün şarkı gazellerle yakardık
Zevke kanardık.
Çamlıca aşk yuvasıdır, yuvası
Zümrüt gibi a canım yemyeşildir ovası Beste ve Güfe: Yesarî Asım Arsoy
Gel geçmeden bu çağımız eğlenelim yan yana
Kumru gibi a canım sevişelim can cana Bestelendiği tarihten günümüze dek dillerden
düşmeyen, hiç eskimeyen, yıpranmayan ve
Beste: Faiz Kapancı de şâhâne Heybeli mehtâbını anlatan bu
şarkı ne zaman okunsa bizi alır götürür…
Heybeli’de çamlar arasında dolaştırır, sâhile
indirip, tam gurup vaktinde dem çekmeye
çağırır ve sonra da o şâhâne mehtâbı
seyretmeye bırakır. İnsan içiçnin eridiğini
hisseder o mehtâbı seyrederken.

Bu şarkı bir de esprilere sebep olmuştur. Şöyle
ki: Kozmonotlar uzaya çıktıkları zaman,
Oooo… O da bişey mi? Biz Heybeli’de her
gece mehtaba çıkardık… diye gülüşerek
konuşulurdu.


ŞEHNÂZBÛSELİK


Küçüksu’da gördüm seni
Gözlerinden bildim seni
İnkâr etmem sevdim seni
Ne kadar cefâ edersen
Gönül ayrılmıyor senden.


İnce beli sarmayınca
Gonca gülü dermeyince
Ya sen, ya ben ölmeyince
Ne kadar cefâ edersen
Gönül ayrılmıyor senden.

Beste: Tanburî Mustafa Çavuş

165





Aksak











































Münir Nureddin Selçuk




NİHÂVEND NİHÂVEND


Yok başka yerin lûtfu ne yazdan, ne de kışdan Alsam Ada’nın dilberini çamlara gitsem
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’dan Birkaç kadehi neşe ile, zevk ile içsem
Yok zerre tesellî ne gülüşden, ne bakışdan Sarsam, dolasam gonca gülü, koklasam öpsem
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’dan Birkaç kadehi neşe ile, zevk ile içsem.


İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar Beste: Yesarî Asım Arsoy
Düşsün suya yer-yer erisin eski zamanlar
Sarsın bizi akşamda şarap rengi dumanlar
Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’dan

Beste: Münir Nureddin Selçuk
Güfe: Behçet Kemal Çağlar

166





Semaî



HİCAZ SEGÂH


Sana dün bir tepeden bakdım aziz İstanbul Gurubun rengi soldu bu akşam Üsküdar’da
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer Hatırladıkça seni en güzel şarkılarda
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfnce kurul Hayat bir rüya oldu, gönlüm sevginle doldu
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer Hatırladıkça seni en güzel şarkılarda


Nice revnaklı şehirler görülür dünyada Sen Üsküdar’ın sarı saçlı en güzel kızı
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan Sen ufumda yükselen gecemin şen yıldızı
Yaşamışdır derim en hoş ve uzun rüyâda Her sonbahar içimde büyür bir derin sızı
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan Hatırladıkça seni en güzel şarkılarda...
Sana dün bir tepeden bakdım aziz İstanbul.
Beste: Nihat Adlim
Beste: Münir Nureddin Selçuk Güfe: Siyami Özel
Güfe: Yahya Kemal Beyatlı


Yahya Kemal üstadımız kalksın, Galata Kulesi’nden
Haliç’e bir baksın bakalım… Acaba böyle bir mavilik
görebilecek mi? Böyle temiz bir su görebilecek mi?
Nerdeee… Bu zamanda Haliç’i sevmek? (bir ömre
değer mi?) Nasıl sevebiliriz perişan Haliç’i … Galata
Kulesin’den ancak açıklara, Marmara’nın açıklarına
doğru bakıp hayale dalmalı insan…

167





Semaî



NİHAVEND


Duruşun andırır asil soyluyu Emirgân, Bebek’li, Aşiyan’lı mı?
Hisar, Kuruçeşme, sâhil boylu mu Kız sen İstanbul’un neresindensin?
Arnavutköy’lü mü, Ortaköy’lü mü?
Kız sen İstanbul’un neresindensin? Soyun buralı mı, başka yerden mi?
Huyun âşığına küsenlerden mi?
Başında esen kavak yeli mi? Yeşilyurt, Florya, Bakırköy’den mi?
Gözünden akan aşkın seli mi? Kız sen İstanbul’un neresindensin?
Sarıyer, Tarabya, İstinye’li mi?
Kız sen İstanbul’un neresindensin? Merhametin bahâr yoksa kışdan mı?
Tatlı yanağından, çatık kaşdan mı?
Gülüşün sahte mi yoksa candan mı? Esentepe, Yıldız, Beşiktaş’dan mı?
Bağlarbaşı’ndaki tozlu yoldan mı? Kız sen İstanbul’un neresindensin?
Erenköy, Kadıköy, Üsküdar’dan mı?
Kız sen İstanbul’un neresindensin? Beste: Ünal Narçın
Güfte: Âşık Yener
Bilmem sözlü müsün, ya nişanlı mı?
Sevgilin yaşlı mı, delikanlı mı?









MÂHÛR HİCAZ


Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i nâşâde Martılar âh eder, çırparlar kanat
Gidelim serv-i revânım yürü Sâdâbâd’e Deryâlar açılır, açılır kat, kat
Üç çifte kayık iskelede âmâde Gayrı beklemeğe kalmadı tâkat
Gidelim serv-i revânım yürü Sâdâbâd’e. Görünsün karşıdan İstanbul şehri.

Beste: Arif Sami Toker Dalgalar yâr beller, kopar kıyamet
Güfte: Nedîm Deryâyı kan eder, kan eder hasret
Gayrı beklemeğe kalmadı tâkat
Görünsün karşıdan İstanbul şehri.

Beste: Mesut Cemil
Güfte: Nâzım Hikmet

168





Raks Aksağı



MUHAYYER Yandım çavuş yandım ben senin elinden
Çok salınma kasatura da fırlar belinden
İstanbul’dan Üsküdar’a yol gider, İstanbul’dan üç mum aldım yakmaya
Çavuş yol gider Yakıp yakıp yâr yoluna bakmaya
Hanımlara deste deste gül gider,
Çavuş yol gider Yandım çavuş yandım ben senin elinden
Çok salınma kasatura da fırlar belinden.
Yandım çavuş yandım ben senin elinden
Çok salınma kasatura da fırlar belinden Önce makamiyle, sonra usûlüyle ve de nağmeleriyle
mis gibi İstanbul kokan bir türkü… Bir zaptiye
İstanbul’la Üsküdar’ın arası çavuşuna yangın Üsküdar’lı güzelin ağzından
Çavuş arası mı dökülmüş acaba bu sözler? Sonra da kimin
Yakdı beni gözlerimin karası ezgileriyle ebedîleşmiş?.. Bilemiyoruz. Fakat
Çavuş karası yıllardır dillerden düşmeyen zevkli bir İstanbul
türküsü…

Yürük Aksak Kaynak:


NİHAVEND


İşte; Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyükada
İnciden kolye gibi dizilmiş Marmara’ya
Eşsiz güzelliklerle Pendik, Kartal ve Moda
Hepsi cennetten köşe gelmişler bir araya.

Dillere destân olmuş Bostancı, Suadiye,
Üsküdar, Bağlarbaşı, Kısıklı, Ümraniye,
Beylerbeyi, Kuzguncuk, oradan Kandilli’ye,
Hepsi cennetden köşe, gelmişler bir araya.

Beste ve Güfe: Alâeddin Şensoy



Curcuna



NİHAVEND

Yine bu Ada sensiz içime hiç sinmedi
Dil’de yalnız dolaşdım hep, göz yaşlarım dinmedi
Ben de şaşdım nasıl oldu yüreğime inmedi
Dil’de yalnız dolaşdım hep, gözyaşlarım dinmedi.

Beste ve Güfe: Osman Nihat Akın

169









İSTANBUL’A







GENÇ BAKIŞ

170






ELA GÖZLÜ BİR ÇÖL

AHUSU: İSTANBUL



Buse Çobanoğlu
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi


İstanbul... Yedi tepeli dev... 15 milyon peçete kullanmam gereken İstanbul turda Beşiktaş, Eminönü ve Nişantaşı
çocuklu gamlı ve şuh ana... Acıttığı fotoğraflarını inceleme törenlerim... vardı. Aman Allah’ım! Sanırım
yerleri bazen öper bazen ise kızgın Bir Eylül günü annem, teyzem ve fotoğraflara bakarken kullandığım
bir sopayla körükler. Bazen Cennet eniştemle çıkılan yolculuk nihayetine peçetelerden biraz da yanıma
fragmanı bazen de Cehennem azabı. ermişti işte İstanbuldaydık. almalıydım. Fotoğraflardan çok öte,
Bazen bir kara büyü bazen ise sihirli şiirlerden çok derindi. Eminönü’nde
bir kuyu... Ama çoğu zaman tutku... Sahi İstanbul Sen de Beni Sever o balık ekmeğin kokusu, Nişantaşı’nın
İşte ben de daha 17 yaşında tutkuyla, Misin Beni, Orhan Veli’nin Sevdiği elitizmi, Beşiktaş sahilin huzuru...
bir semazen gibi dönerek düştüm bu Gibi Seni? Korkarak ama meydan okuyarak ilk
kuyuya. kavgama başladım.
Gözlerimi açtığımda yüksek tavanlı
Bekle Beni, İstanbul bir yurt odasında ağlamaktan yanan Beşiktaş’tan Ortaköy’e yürürken
gözlerimden dolayı canım acıyarak Dolmabahçe, Çırağan, o sonbaharın
O gün sabah yine erkenden uyanmış, doğrulup etrafa bakındım. Henüz hazan sarısı bu kavgada çok
işe gelmiştim. Hava tam kıvamında kimse gelmemişti. Geri yattım ve zorlanmayacağımı hissetirmişti bana.
en sevdiğim hafif lodos ruhumu dünü düşündüm. Köprüden geçerken Ardından ne mi oldu? Yalnız kaldım...
tenimle beraber vücudumu da geçtiğim her yeri hafızama kazıyarak, Hem de Şirinevler’de. Bir şehir kendi
ısıtıyor. O anda bir ses kulaklarımı gözlerimi bir saniye olsun kırpmadan içinde nasıl bukadar farklı olabilirdi.
tırmalıyor; “Açıklanmış, koş hadi!” etrafı izliyordum. Tanrım, ne kadar Bu tıpkı ruhu kadın, vücudu erkek
size o an kalbimin atışını, kanımın da güzeldi... Saat sabah saatleriydi ve bir insan gibiydi. Ama daha kaotik...
beynime pompaladığı kanın verdiği boğaz saten geceliğin içinde elinde İstanbul’da herşey kaotikti aslında.
ısıyı ve tabi hiç sorun yaşamdan kahvesiyle denizi izleyen bir kadın Sadece semtlere indirgenemezdi
siteye girmenin veridiği heyecanı salınıyordu. Köprünün de trabzanları bu. Ulaşım, alışveriş vs... Ama
anlatamam. Olmuştu, başarmıştım. ömrümde gördüğüm en büyük bunun en acı sonucu, İstanbul’un bu
Puanım çok iyiydi ve İstabul’da şeylerdi. kaotik havası insanını da kendisine
istediğim tüm üniversitelere benzetmişti.
gidebilecek derecedeydi. İstemsiz Camı açıp hafif ılık esen rüzgarı
olarak mağazanın ortasında “Bekle içime çekmek istedim. Ama o da ne Yataktan kalktım. Bunları düşünmek
beni, İstanbul!” demeseydim belki rüzgarın içinden bir ton klakson sesi için uzun günlerim zaten olacaktı.
biraz merak uyandırabilirdim. Hemen kulaklarımı tırmalamaya başladı. Acıkmıştım ve birşeyler yemeliydim.
koştum annemi, teyzemi, kuzenimi, Sonra bir de upuzun bir köprü trafiği Yalnızlığıma ilk meydanı o gün
emekli Ali amcayı, dedikoducu Şükran bal kaymak oldu. İşte o an anlamıştım. okudum. Kalabalıktı çok hem de.
teyzeyi, aklıma kim geldiyse aradım. İstanbul, tezatları güzel kıldığı için Ben çok ufak bir yerden gelmiştim,
Bana inanmayan dershane hocamı da güzeldi. Tıpkı Abdülhak Hamit şiiri toplasanız bir Şirinevler anca eder.
unutmadım tabi. Neyse sonrası su gibi gibi. Toplu taşıma ihtiyacı duymadan bir
geçti. Tercihler, İstanbul’da kazanılan ucundan öbür ucuna gidebileceğiniz
bir üniversite, ailenin gurur ve endişe Ardından yurda yerleşme faslı bitip, bir şehir. İlk günü atlatırsam sonrasını
kaplı ağlama nöbetleri, benim her buradaki bir tanıdığımız tarafından yapabileceğimi biliyordum. O yüzden
baktığımda ağzımın kenarları için İstanbul turu isimli fasla geçtik. Bu korkum bile reddederek yoluma

171



















devam ettim. Nerede kalmıştı dünkü aşık olunca daha güzel. Ve sonra çok nasıl da anlıyorum şimdi seni.
huzurlu İstanbul, nerede gördüğüm ilginç bir şey oldu... Alıştım. Bir anda,
E-5 kenarı, mutsuz insanların gezdiği sorgulamadan, bütün kaosu, korkuyu Seni de Orhan Veli... Seni de Necip
garip İstanbul. yenerek. Sonra İstanbul’un hızına ben Fazıl... Seni de İstanbul’dan yorulup
uydum... Ege’ye yerleşmek isteyen adam...
Günler böyle geçiyordu. Kızlarla Seni de İstanbul olmadan asla
tanışmıştık. Hepimiz Anadolu’dan İhaneti gördüm, yalanı, İstanbul’un diyen entellektüel... Seni de Pradasız
okumak için gelmiş, cici masum tezatının yıprattığı, kaosunun çıkmayan kız... Seni de sokaklarda
kızlardık. Hepimizin tek ortak noktası yorduğu insanları gördüm. Ama o an çöp toplayan delikanlı... Ve seni de...
bu değildi elbet. Biz o şiirlerdeki bir şeyi daha gördüm. Hepsi bunlar Sizi bilmem ama benim annesi
İstanbul’a aşıktık. Ve birgün her için İstanbul’u suçladıkları gibi vurduğu halde anne diye ağlayan
genç gibi yapmamız gerekeni yaptık. koştukları ilk kucakta İstanbul’du. Ben çocuktan hiçbir farkım yok. Şimdi
Taksim’i keşfettik! de öyle yaptım. Şirinevler’e küfrettim, bu yazıyı okuduysanız gözlerinizi
Bebek’e koştum. Taksim’i lanetledim, kapatıp, kendi İstanbul’unuzu
Taksim’de Bir Tramvay Olsam Bostancı’da huzur doldum. düşünün. Ne mi göreceksiniz?
Çamlıca’dan İstanbul’a baktım,
Ruhsal bir çöküntüdeydik hepimiz. ağladım. Bir gece Sarıyer’e küstüm, bir Mecnun’lar farklı, Leyla aynı... Siz
Umduğumuzu bir ay geçmesine sabah Sarıyer’le barıştım. Sonra n’oldu bir de “ela gözlü çöl ahumu” benim
rağmen bulamamıştık. Belki de biliyor musunuz? Ben İstanbul’a gözümden görün istedim.
ne aradığımızı bilemiyorduk. Hiç aşık oldum. Bir daha, yeniden,
gitmemiştik daha Taksim’e. Belki daha çok... Sonra her yerini sevdim
aradığımız oradadır dedik, gittik. onun. Yenibosna’nın travestisini,
Taksimi’nin marjinalini, Bostancı’nın
Bartın nüfusundan fazla insan, genci, huzurunu, Sarıyer’in sükunetini,
yaşlısı, yerlisi, turisti birarada ve Bebek’in hareketini, Kanlıca’nın
upuzun bir caddede... Muazzam bir yoğurdunu, Çamlıca’nın renklerini,
tabloydu. Ve tam ortasında kırmızı Galata’nın demini... Eğlence hayatının
bir tramvay. Senelerdir milyonlarca vurdumduymazlığını ve o boğazın
insan taşımıştı, belki de daha fazla. dalgasını...
Peki ya sen tramvay, sen bulabildin
mi istediğini İstanbul’dan? Sen Bir de Leyla’yı Benim
Gözümden Gör
Karnımda Kelebekler, Karşımda
İstanbul... Şimdi Şiirin Tam Zamanı Dolu dolu üç sene... Kah dövdü beni
İstanbul kah okşadı ama hamdım,
İstediğim ne? N’apıyorum ben? pişirdi. Şimdi bir evladın anasını
Yanlış mı yaptım acaba? Sorularıyla sevdiği gibi, bir can bir canan
cebelleşirken bir şey oldu... Aşık gibi seviyorum İstanbul’u. Benim
oldum. Sonra anladım ki İstanbul kanatlarım İstanbul... Ah Hezarfen

172






İSTANBUL İNSANI



Tuğçe Yaman
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi


Hakkında yazılmış daha fazla şiir, sabah çıkarken ana-babalarımızdan, Şehrin verdiği yorgunluk ve hızlı
makale, deneme, köşe yazısı ve “Aman kızım/oğlum, dikkat et, burası yaşama çok çabuk ayak uydurabilirler.
adına bestelenmiş şarkı olan başka büyükşehir, başına bir şey gelir, biri Bir girdaba benzer bu şehir. İçine
bir şehir daha yoktur herhalde. Yolu bir şey ikram ederse sakın alma girdin mi seni alır en dibine çekiverir.
İstanbul’un kenar mahallelerine kesin uyuşturucu koymuştur içine, Ve ancak girdaptan çıktın mı
düşmemiş bir fotoğraf sanatçısı bin bir türlü mafya var, uzak dur anlarsın nasıl bir yerde yaşadığını.
henüz en iyi fotoğrafını çekmemiştir, insanlardan...” gibi telkinlerle evden Ancak İstanbul insanı uslanmaz
ya da bir ressam Emirgan’a, Boğaz’a dışarı çıkarız. Ve sokakta özellikle çocuk gibidir biraz. Herşeye rağmen
uğramadıysa henüz en eşşiz manzara tek başımıza yürürken, sürekli girdapda yaşamayı sever, zevk alır.
resmini çizmemiştir. İstanbul’da arkamızdan biri bizi mi takip ediyor Çünkü böyle yaşamaya alışmıştır ve
dört mevsimi geçirmemiş bir hissine kapılsak da karşılaştığımız kaç yaşına gelirse gelsin gücü hala
müzisyen, duygulu bir aşk şarkısı ilk insana hemen güveniveririz. yerindedir. İki şehir arasında kalmayı
bestelediğinden bahsetmemelidir. Para verdiğmiz dilenciden aldığımız versin, aklı öbür şehre gitse dahi bir
Yalnızca onlar değil elbet, sıradan bir “hayır duaları”, adres sorduğumuzda anlık, kalbi her zaman İstanbul’da dır.
turist yolu İstanbul’a rast gelmediyse, bize uzun uzadıya yol tarif eden Ve döner dolaşır yine İstanbul’da kalır.
bütün dünyayı gezmiş olsa dahi daha yaşlı kişi bize yalnız olmadığımızı
gezilecek tonla yeri var demektir. gösteriyor bir nevi. Sağanak Pek kural tanımaz bir şehirdir
yağmurda sığındığımız bir esnafta İstanbul. Ve bundan kaynaklıdır
Avrupa’da ya da Asya’da herhangi içtiğimiz sıcacık, tavşankanı çayın aslında binalarından kimisinin
bir şehre gittiyseniz eğer bu şehirle tadı başka hiçbir yerde bu kadar tarihi olup kimisinin yeni tarzda
ilgili bir takım sokak kuarllarıyla lezzetli olamaz. Hiç tanımadığınız olması. Çünkü, her çeşit insan yaşar
karşılaşırsınız. Mesela her iki kıtanın insanlarla bir anda kırk yıllık dost gibi İstanbul’da. Bu yüzdendir gece gündüz
da gözlemlediğim kadarıyla ortak olabilirsiniz bu şehirde. O yüzdendir demeden İstanbul’un gözünü bir an
bir özelliğinden bahsediyim size. bir mahalle de kıraathaneye girip olsun kırpmaması. Gelene kucak
Sokaklarda yüksek sesle konuşmak selam verdiğinizde herkesin açar bu şehir. Evine gelen misafirine
yasaktır. Avrupa’da bu durum kişisel selamınıza karşılık vermesi. Çünkü sunulması gereken ne var ise serer
haklara taciz olarak algılanırken İstanbul insanı önyargılarından turistlerin önüne. Bu yüzdendir
Asya’da saygısızlık, seviyesizlik çarçabuk kurtulmayı bilir. Aslında herkesin mutlaka bu şehre uğraması.
olarak algılanır. Evet bir bakıma İstanbul insanı zenginden fakirine Gelen tadına doyamaz, giden kalbini
belki insanlar rahatsız oluyordur, bir şekilde “mahalle kültürüyle” bırakıpda gider İstanbul’dan. Bir gün
“Bana dokunmayan yılan bin büyür. Kimi tam ortasında, kimi biraz yine geleceğiz umuduyla...
yaşasın” mantığında ilerletiyorlardır kıyısında. Bu yüzden keskin kurallara
hayatlarına. Oysa İstanbul’da ihtiyaç duymaz İstanbul insanı. Bu
sokaklarda, kış mevsiminde, biraz parmağını mumun ateşinde
gece vakti gezen bozacılarımız, gezdirmeye benzer. Yanacağını
eskicilerimiz, seyyar satıcılarımız, bilirsin, korka korka da olsa parmağını
pazarcılarımız... Bunların hepsi ateş üzerinde gezdirirsin. Bir yanar,
iletişim kurmayı sağlar. İstanbul’un bir yanmaz... İstanbul insanı da
da en büyük özelliği de budur belki öyledir. Korkarak yaklaşırsın yanına.
de. Çünkü hepimiz evlerimizden Belki yakar, belki yakmaz.

173






KONUŞAN ŞEHİR

İSTANBUL

Ezgi Cansu Şafak
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi


Düşünürdüm; sorardım kendi olsun sorularımın cevabını bulmaya İstanbul’un sesini duyamıyoruz bile.
kenime yıllardır. Bu İstanbul’da başladım gözlemlerim esnasında. En Biz İstanbullar olarak hızlı yaşamaya,
ne var? İnsanlar akın akın neden azından bir kısım Avrupalı insanın hızlı tüketmeye ve yarını planlarken
İstanbul’a geliyorlar? Gidilecek onca İstanbul’a neden geldiğini fark ettim. bugünü kaçırmaya o kadar alışmışız
deniz kenarı, kumsal, orman, şelale, Seyahatim sonlanırken akşam ki, şehir bize yetemediği zaman ona
göl kıyısı, okyanus, ada, kanyon ve saatlerinde, içinde bulunduğum uçak sitem ediyoruz. Trafik yavaşladığı
bilimum doğa harikası yer varken İstanbul semalarında süzülürken ben zaman anında bağırıp çağırıyoruz
ayrıca da bu doğa harikası yerler de camdan dışarıya göz gezdirdim. ve “ Ben artık yoruldum. Yüküm
içlerini huzurla doldururken, Karşımda kuyumcunun vitirininde çok ağır, kaldıramıyorum.” Seslerini
insanlar bu İstanbul’da huzuru nasıl duran, birbirinden değerli taşlarla duyamıyoruz. Biz bu güzelim şehrin
buluyorlar? süslenmiş ve birbiriyle yarışan takılar bugününün aslında dünün yarını
vardı. Yalılar, kuleler, köprüler “önce olduğunu algılayamıyoruz.
Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde beni seyret” der gibi çığlıklarını
Brüksel’e bir seyahatim olmuştu. gökyüzüne haykırıyorlardı. Ve bu Hangi yaşta olduğunuz fark etmez.
Uçaktan indiğim zaman baktığım haykırışları görmezden gelmemiz pek Ancak sizlere bir soru sormak
ilk yer binalarıydı. Çünkü o kadar de mümkün değildi. istiyorum, yüksek müsaadenizle...
muntazam bir şekilde diziliydiler Hanginiz “Bu şehir artık yaşanacak
ki, inasanın gözüne çarpmaması İstanbul, her ne kadar doğup yer değil. İstanbul’un çivisi çıkmış. İlk
mümkün değildi. Hemen hemen hepsi büyüdüğüm şehir olsa da, onu fırsatta kaçıp gideceğim buralardan.”
üç bilemedin dört katlı, gri renkli, diğer şehirlerle karşılaştırmadan Gibi söylemlerde bulundunuz veya
taşlarala örülmüş duvarlı ve savaş farkını anlayamadım. Evet belki içinizden geçirdiniz? Hepiniz “Vallahi
zamanından kalma tarihi yapılardı. çoğu tarihi yapımızı korumadık ya ben dedim.” Dediniz değil mi? Peki
Yolları, boyaları yeni çekilmiş gibi da yıkılıp yenilerinin yapılmasına şunu düşündünüz mü hiç, gittiğiniz
pırıl pırıl ve bomboştu. Kalacağım razı geldik. Ve bunları yaparken yerde de zamanla aynı sorunlar
yere doğru yürürken duyduğum de acemice davrandık. Ama insan olmayacak mı? Aynı şikayet, aynı
tek ses valizimin tekerlek sesiydi. oturup düşününce ve biraz da ego, aynı ses bastırmaları... Neden
Özellikle karanlık çökünce şehirde geçmişini, tarihini araştırınca kaç peki biliyor musunuz? Çünkü, biz
açık tek bir dükkan bulmak bile imparatorluğun o binaları eskittiğini sevdiğimiz her şeyi değiştiriyoruz.
mümkün değildi. Evet her ne kadar anlıyor. Demek ki o kadar çok insan Biraz orasından kes, biraz burasından
şehir baştan aşağı tarih giyinmiş, bu binalardan gelip geçmiş ki, ayak kısalt, aman şurayı eşitleyelim,
gotik mimarisinin izlerini üzerinde izlerine yenik düşmüşler demekten hadi buraya bir kuş konduralım
yoğun olarak taşısa da bu şehir alıkoyamıyor insan kendini. Ya derken aşık olduğumuz her şeyi
tarih kokmuyordu. Şehrin üstünden da hergün araçlarımıza zarar şekillendiriyoruz. Bir nevi kendi
geçmiş, o evlere dokunmuş, o yollarda verdiğinden şikayet ettiğimiz yamalı aynamızı yaratıyoruz ve gördüğümüz
yürümüş, o sokaklarda belki de bir yollar artık yaşlandığının sinayellerini görüntüyü beğenmediğimiz de ondan
zamanlar savaşmış insanların sesini veriyor. Bizler ise ona yenilenmesi kurtulmak için eilmizden gelen tüm
duyamadım. İnsanlar sanki bu şehrin için, dinlemesi için fırsat tanımıyoruz. çabayı harcıyoruz. İşte Avrupalının da
sahibi değilmiş birkaç gün sonra terk Çoğu kez bizimle iletişime geçmek asıl merak ettiği, gelip görmek istediği
edecekmiş gibi hissettiriyordu. Bu istiyor belki ama bencilliklerimizden, konu bu. Bizim çığlıklarımız. Çünkü
şehir adeta ölmüş gibiydi. Ben de biraz egomuzun o yüksek sesinden onlar dinlemeyi, anlamayı seviyorlar.

174






O yüzden bizim yıkılsın yerine İstanbul öyle bir şehir ki bizler bir mesajlarla insanları kendisine çekiyor,
yenisi yapılsın diye beklediğimiz noktada onu bastırmaya çalışırken bir gelen bir daha geliyor, evine
binaların önünde durup saatlerce o gelen turistlerin sevgi gösterileri dönen bin pişman oluyor, kimisinin
onu inceleyebiliyorlar. Binaların sayesinde küllerinden doğmaya kalbini çeliyor kendine taşınmalarını
dertlerini, yaşadıklarını dinleyip bu çalışıyor. Ve bu durum hoşuna sağlıyor. Kısacası İstanbul yaşıyor ve
şehri anlamaya çalışıyorlar. gidiyor olacak ki, dünyaya yolladığı sesini duymamızı bekliyor.







ÖĞRENCİ GÖZÜYLE

İSTANBUL

Nihan Selek
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi


Bir İstiklal Caddesi, bir Bağdat görenleri büyüleyen bir yer burası. dersiniz. İstanbulun farklı
Caddesi, bir Kadıköy, bir Eminönü... Peki ya diğer yüzü? kültürlerinden gelen insanlarıyla
Her köşesi ayrı bir güzel, her yerinde şehrin kenarda kalanlarını büyük
ayrı bir tarih ve hikaye var. Bir Kimisine göre dünyanın başkenti, bir ayrımla görebilirsiniz. Öyle
günümüze sığamayacak onlarca güzel güzellikler diyarı. Kimisine göre ise; güzel, ahlaklı, okumuş insanlar
yer... bombos ve her şehir gibi. Kimisi tanırsınız ki; saniyesinde hayranlık
tonla para kaldırıp, krallar gibi beslersiniz şahsına. Ama öyle de
Boğaz’ın ferahlatıcı ve muazzam, yaşıyor by şehirde, kimiyse yokluktan değişiklerini görmek mümkündür
mavi patiskaları yırtan vapurlar, Pier karnını doyuracak bir ekmeği zor ki; “Allah korusun, ne kötü insanlar
Loti’den görünen günbatımı, Kız buluyor Türkiye’nin göz bebeğinde. var?’’ dersiniz. Bu yüzden çoğu
kulesi’nin hiç eskimeyen güzelliği, Kimisi her akşam ailesi ile beraber insan bahsettiğimiz ikileme rağmen
Süleymaniye Camisi ve etrafındaki izliyor boğazı, yanında güzel bir yaşamaktan vazgeçemez İstanbul’dan.
meşhur kuru fasulyeciler, İstanbul sofra ve içkisiyle, Kimiyse ekmeğini Gönül bağını koparıp da gitmek
Üniversitesi’nin tamamen geçmiş kazanmak için kıta değiştirirken kolay olmaz. Belki de eski İstanbul’u
kokan ünlü kapısı, Mısır Çarşısı’nın görebiliyor boğazı bir tek,doluluktan unutmayı kabul etmeyen inatçı
baharat kokusu ancak yaşanırsa bir nefes alınamayan İETT otobüsünün insanlarızdır. Çocukluğumuzun
anlam kazanır. İşte Yahya Kemal’in o içerisinde. geçtiği sıcacık mahalle kültürüne geri
meşhur şiiri kulsklsrımızda çınlıyor: dönebilmek ümidiyle...
“Sana dün tepeden baktım aziz Varlıkla yokluk arasındaki çizginin,
İstanbul! / Görmedim gezmedim, çok ince hatlarla çizildiği bir
sevmediğim hiçbir yer. / Ömrüm şehir İstanbul! Varlığın, yokluğun
oldukça gönül tahtıma keyfince üzerinde kendisini bağıra bağıra
kurul! / Sade bir semtini sevmek hissettirdiği bir şehir. Bu durum en
bile bir ömre değer. / Nice revnaklı iyi elit diye tanımlayabileceğimiz
şehirler görünür dünyada, Lakin bir kısım ile elit olmayan kesime ait
efsunlu güzellikleri sensin yaratan. yaşam merkezlerini gezdiğinizde
/ Yaşamıştır derim en hoş ve uzun anlarsınız. Öyle yerler var ki
rüyada. / Sende çok yıl yaşayan, sende İstanbul’un’’ Aşık olunası güzellikte
ölen, sende yatan’’ der Yahya Kemal. bir şehir’’ derken, gittiğiniz başka
Gerçekten de tüm güzelllikleriyle bir yerde “ne ara şehir değiştirdik?’’

175






HARİKALAR DİYARI

İSTANBUL

Bartu Çılkın
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi


İstanbul hakkındaki düşüncelerimi büyüklüğünün farkındayım. Ancak Bu şehir sadece onu yaşamak
anlatmaya Murat Gülsoy’un şu hem tarihi dokusu ve geçmişi isteyenlere sunar güzelliklerini,
cümleleri ile başlamak istiyorum; hem de coğrafi konum olarak hünerlerini ve maceralarını. Bir kere
“İstanbul kendini sürekli yenileyen, İstanbul’un güzelliğine karşı emsal yaşadın mı bu şehri asla unutamazsın.
hep genç kalabilen ve bir yandan da gösterilebilecek kaç şehir var ki Tarih ve güzellikle alakalı sorulan
çok yaşlı, adim zamanların hatırasını dünyada? Dünyanın hangi şehrinde bütün soruların cevabıdır İstanbul.
da taşıyan bir şehir. Bana göre İstanbul tarih, coğrafya ve tabiat İstanbul’daki Yaşamadan sorarak araştırarak
tüm zamanların başkentidir.” Elbette, kadar güzel bir tertiple bir araya asla bilemez anlayamazsın bu
dünyada hem tarihiyle, hem coğrafi gelmiştir? İstanbul’u yaşayan herkes şehri. Ancak bu şehri yaşadıysan
konumuyla hem de doğasıyla ‘güzel’ çok iyi bilir burası bir şehirden daha sokaklarını dolaştıysan, havasını
sıfatını hak eden bir çok şehir vardır. fazlası. Bu şehir hayallerinin sonsuz içine çektiysen sorman yeterlidir.
Ancak İstanbul bu sıfatlardan çok bit ütopyası. Çünkü bilirsin ki yaşama değer katan,
daha fazlasını hakkediyor bence. Bu seni asla sıkmayan ruh haline göre
şehir kelimelerle belli bir noktaya İstanbul’u en iyi nasıl anlatırım çok farklı dünyalara dalabildiğin
kadar anlatılabilir. Çünkü İstanbul diye düşündüm. Sonra da divan şehrindesindir. İstanbul’a yolu
sadece bir anakent değildir. Metropol şairlerinden Yahya Kemal’in o meşhur düşmüş herkesin bu şehirde mutlaka
olma özelliğinin yanı sıra mahalle mısrası geldi aklıma; “sade bir semtini kendine saklamak istediği kendiyle
yaşamını koruyan tarihi dokusunu sevmek bile ömre bedel” mısrası ile ne özdeştirdiği bir noktası vardır.
hala kaybetmemiş, çok özel bir kadar güzel özetlemiş bu muhteşem
şehirdir. şehre duyulacak sevgiyi Yahya Kemal. Yazımı İstanbul hakkında
Yahya Kemal her tepeden baktı söylenmiş ve beni çok etkileyen
İstanbul her koşulda efsanesini İstanbul’a… Her tepeden bakalım sözleri paylaşarak sonlandırmak
tarihi dokusunu korumayı başarmış, İstanbul’a. İstanbul bunu hakkediyor. istiyorum. “Dünya’da İstanbul kadar
başarabilmiş çok nadir şehirlerden Siz de her tepeden bakın İstanbul’a. güzel görünüşlü başka bir kent
birisidir dünyada ki. O yüzden Her tepeden bakın, her tepeden ayrı bulunmadığını söyleyenler gerçekten
İstanbul’u anlamak ve keşfetmek bir güzellik yakalayacaksınız. haklıymışlar.” –Chateaubriand
önemlidir. Bu şehir ancak kendini
yaşamaya cesareti olanlara gösterir Tek bir insan yoktur ki, İstanbul’u Hz. Muhammed S.A.V efendimiz
güzelliklerini, acılarını, sevinçlerini görüp, yaşayıp bu şehre aşık olmasın. şöyle buyurmuştur; “İstanbul
ve hüzünlerini. Peki biz şairlerin her dizesinde daha da muhakkak fethedilecektir. Onu
aşık olduğu bu şehre hak ettiği değeri fetheden komutan ne güzel komutan;
Tarih boyunca pek çok devlet biliyor muyuz? Dünya şairlerini bu onu fetheden asker ne güzel askerdir.
başkentlik yapmış olan her sokağında kadar gözümüzde büyütüp abartırken İstanbul böylesine büyülü eşsiz bir
tarih yatan İstanbul ile büyüdüm üzerinde yaşadığımız bu şehrin yerdir.”
ben. Büyüdükçe biraz daha da aşık güzelliklerini neden yeterince dünyaya
oldum İstanbul’a. Güzellik anlayışının gösteremiyoruz. İstanbul’u fantastik
kişiden kişiye değiştiği söylenir.. bu bir dünyaya benzetiyorum ben. Bu
görüşe hak verenlerdenim. Benim şehrin ne sandığına gizlenmiş bir
İstanbul’un güzelliğini iddia edişimde keşif haritası var nede güzelliklerini
bana ait ölçülere uygunluğun payının açabilecek kilitli bir anahtarı…

176






İSTANBUL



Melis Derun
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi




Bir Şehir ... İstanbul’u İstanbul Yapan Tarihi... içerken, Kadıköy’de gezerken,
Taksim’den geçerken eskiye dair
Bir şehir ... kimilerimizin yeni güne Eğer günlük telaşınızı bir düşünebileceğimiz tek şey; başka
uyandığı, uyanırken onun hala kenara bırakıp kendinize vakit zamanlarda insanların bizim
olduğunu gördüğü 24 saat yaşayan ayırabiliyorsanız, İstanbul’un olduğumuz yerde olmaları.
bir şehir. Farklı hikayeleri içinde hikayesini az ya da çok merak etmeye
barındıran.... Her çeşit, her tür, her fırsatınız olur. Üstelik İstanbul’u 1907’lerden sonra kalabalıklaşmaya
dinden insana ev sahipliği yapmış. dinleyebilirsiniz,adımınızı attığınız başlamış bu büyük şehir. Doğu’dan
Kendi hikayesi de tarihindeki her yerin farklı bir hikayesi olduğunun Batı’dan Anadolu’dan gelen
insanlarla birlikte yazılmış. farkına varabilirsiniz. birbirinden farklı insanlar yerleşmiş.
Her semt hem birbirinden farklı,
Birçok ad almış, birbirinden farklı Her semtin farklı bir kokusu, farklı hem de birbirine benzeyen insanlar
şeyleri konuşan çok insan yaşamış bir tadı vardır. Bu hikaye hepimizin barındırır olmuş. Bugün bazı
bünyesinde. Herkes ekmek sağlamaya hikayesi olabilir. Hepimizin yazdığı, semtlerin daha çok dikkat çekmesinin
çalışmış. Üstünde yaşayanların şanşlı hepimizin oynadığı bir hikaye... nedeni, yine üzerinde yaşayan
olduğunu düşündüğüm bir şehir. insanlar... Dolayısıyla insanlar varmış
Bunlarla beraber denizini, doğasını, Byzantion, Augusta Antonina, ve insanlar yıkmış İstanbul’u. Halbuki
iki yakasını, kurşunu, ağacını, Nova Roma, Konstanttinopolis, her semtin kendine ait bir öyküsü
yazını, kışını, baharını, güzünü Konstantiniyye, İslambol gibi var ve bu öykü insanlarıyla birlikte
herkese göstermiş bir kent. Buna isimler almış tarihi boyunca . 29 yazılmaya devam ediyor.
rağmen nankörlükle suçlanan:’’Keşke Mayıs 1453’ten sonra şimdiki adıyla,
olmasaydık’’, “Keşke gelmeseydik’’ ‘İstanbul’.... Herkesin kafasında canlandırdığı
denilen... Eskiden denizcilik merkezinin, bir İstanbul vardır aslında. ‘Nasıl bir
süthanelerin, şişecilerin, gemi İstanbul’? denildiğinde hepimizin
İnsanların kavgasından arada çapalarının, fetih ordusunun verecek farklı cevabi vardır.
kalmış. Onlar birbirlerini yerken bulunduğu yerler; bugün Haliç, Birçoğumuz, yaşamasak bile eski
‘barındırmamak’ ile suçlanmış. Galata, Şişli, Çengelköy, Okmeydanı... İstanbul hayali kurarız.
Kocaman şehirde kendine yer Boğaziçinde mevsimlik evlerinde
bulamayan insanlarla dolmuş. Zaman oturan insanların ‘’İstanbul’a Her dönem var olan bir şehir var
geçtikçe insanlar yıkmış ondaki iniyorum’’ diyerek Galata’ya geçtikleri, karşımızda. Biz yokken de var olmuş,
güzellikleri... Taksim’in ise, sucuların halka su bizden sonra da var olacak olmaya
verdikleri yer olduğu bir kent... devam edecek. Ve onu güzel yapan en
1970’lerdeki göçlerden sonra gelen önemli özelliği belki de bu.
kalabalıkla. Onun tarihi unutulmuş. Herkesin İstanbul’u...
Yalnızca kötü tanımlamalar
yakıştırılır olmuş. İstanbul’u İstanbul yapan diğer
önemli şey, tarihi boyunca üzerinde
Herhangi bir zamanda, herhangi bir yaşamış olan insanlar...
yere giden çok insanla dolu olan bu
yer İstanbul... Bugün Beşiktaş’ta sahilde çay

177






İSTANBUL



Nur Eylül İlkar
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi



Birçok savaş gördüm ben. En tepelere. Yankılandı, yerlerine ulaştı. bulanları gördüm. Suya üfledim, her
güçlü kalelerimin yıkılışını, bir Birçok merhamet gördüm ben. canlıya ulaşsın diye
kişinin yıkılışını izledim. Sesimi Affedilmeyecek hataları affedenleri Birçok özlem gördüm ben. İki
çıkaramadım. Acımı denize gömdüm. ama en önemlisi kendini affeden kıta arasındaki özlemi, iki mevsim
Dalgalar vurdu kıyıya. Sertçe. insanları gördüm. İnsanlık için arasındaki özlemi, iki kişi arasındaki
Birçok mutluluk gördüm ben. Tahta sevindim. Defne yaprağına, zeytin özlemi gördüm. Sarıldım toprağımla.
yeni geçen hükümdarın sevinişini, dalına söyledim. Güç aldılar ‘ Daha sıkı daha sıkı dayanın ‘ dedim.
kazanılan zaferleri, kurulan yeni Böyle böyle her şeyi gördüm her şeyi
ilişkileri, bir kişinin kendisini Birçok pişmanlık gördüm ben. Bir yaşadım ben.
sevebilmesini gördüm. Sevincimi komutandan daha akıl almadığı
rüzgara bıraktım. Bazen okşadı bazen için pişman olan hükümdarları, Çocuktum büyüdüm: olgunlaştım...
deliye döndürdü herkesi. yapılan hatalar yüzünden pişman Bazıları belki sorar kaç yaşındasın Ey
olanları ve yapmadıkları yüzünden İstanbul diye. Size diyemem ki ben
Birçok hastalık gördüm ben. Bir pişman olarları gördüm. Acılarını 300 bin yıllığım. Bir karıncaya göre
hükümdarın delice hamleler yaşamalarına izin verdim. çok daha fazlasıyken bir kuşa göre
yapmasını, bir halkın salgından yok Bulutlara seselendim, yağmur çok daha azıyım.
olmasını, bir kişinin zihnindeki oldular. Birçok huzur gördüm ben.
oyunlar yüzünden deliye dönmesini Boğazın güzelliğinden, bir insanın Ben gördüklerim kadarıyla yaşadım.
izledim. Umut fısıldadım yedi gülüşünden, inancından huzur Göreceklerim kadarıyla da olacağım.




HİSSET İSTANBUL Galata’dan çekilmiş bir fotoğraftır Eyüp’ten baktığın doğa, kurtulmaya
İstanbul. Hangi kadraj çekerse çeksin bırakılmış bir ebru gibi asılmış
harika çıkmıştır, çıkacaktır. Elindeki bekliyor öylece. Haliç’in çarpık
Beyza Bozkurt bütün müzik aletleri şarkı söylüyor yerleşimindeki o kare evlerin duruşu,
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi İstiklal. Bütün evlatlarını dizine umudun dansıdır. Ada sahillerinde
oturtmuş yine İstanbul. Keyfi yerinde beklersin gidenleri. Beklediğin sadece
kadehlerini çınlatır yine. bir vapur olsa bile..

Bir çerçevenin içerisinde yürürsün Kapalıçarşı’da yürürken işlemelerin Yürürken İstanbul’da, sanata
İstanbul’da. Sanat bağrına basmıştır. dokusunu hissedersin. Dev bir rastlarsın. Rastladığın sanat mıdır,
Adım adım keşfedersin İstanbul’u. müzedir İstanbul. Uzaktan sesler gelir İstanbul mudur? Aylak aylak
Yürürken Beşiktaş’ta bir sokak İstanbul’u anlatan, dizeler sıralanır dolaşırken anlarsın gerçekleri.
sergisine rastlarsın. Sokaklar salaş, ardı ardına. Gülhane’de bir ceviz Hissedersin, duyarsın. İstanbul’da
rahat bir o kadar da huzur vericidir. ağacında düşünürsün Hikmet’i. Eğer yaşarsın sanatın en derin ağrısını.
Ne tarafa yürürsen yürü bir tarihe yine İstanbul’sa parça parça dökülür Hissettiğinde İstanbul’u o zaman sen
rastlarsın; sanki küçük bir kasabada ağzından şiirler. Kadıköy ile okurken de dokunacaksın sanata.
yürürken karşılaştığın akrabalar klasikleşmişleri canlanır gözünde esir
kadar samimi ve senden. şehrin insanları.

178






İSTANBUL

SOKAKLARINDAN
KAHVE BUHARINA



Figen Çağla Koptekin
İletişim Sanatları Bölümü Öğrencisi



Her ülkenin ünlenmis, ön plana çıkan barındıran meydanları ve dahası... etki bırakan Kahve’nin 500 yıla
şehirleri vardır. Türkiye dendiğinde dayanan öyküsünü gözlemlemek
akla ilk gelen şehir şüphesiz Bir şehrin hikayesini derinlestiren, isteyenleri Topkapı Sarayı’nda, “Bir
“İstanbul”dur. büyüten, nesillere aktaran yegane Taşım Keyif” adlı sergiyi görmelerini
şey muhabbettir, hoş sohbettir. isterdim. Küçük kırmızı bir meyvanın
“Bin duldan arda kalan kahpe şehir!” Sohbet dendiğinde Ortadoğu’nun çekirdeği, nasıl oldu da bir çok
demişti Tevfik Fikret İstanbul’u mistik havasını, dost canlılığını kültürden farklı insanları bir araya
lanetleyen şiirinde. O derece derin, topraklaramiza taşıyan “kahve”dir. getiren iletişim aracı, sohbet kaynağı
köklü bir geçmişe sahip, dönemin en Kahve, 500 yıllık öyküsünü oldu? Bir fincan, içindeki derin
büyük devletlerine başkentlik yapmış, fincanlarin kulpuna yükleyerek, köpüğü ile nasıl oldu da insanların
yegane bir şehirdir. Her sokağı, her yudumlara ortaklık etmiştir. İçen, sohbetine, hikayelerine derinlik kattı?
caddesi, her semti bir tarihi anlatır, içini döker, sohbet cezvede usul usul Yemen’den topraklarımıza taşınan
bir döneme kaynaklik eder. Beyazıt kavrulan kahve tohumu gibi öğütulur kahve Osmanlı’da ve bizde nasıl bir
denince “Mimar Sinan” canlanır, ve kalplerin süzgecinden geçirilerek kültür yarattı? Peki ya rivayete göre
Topkapı denince suralarin hasmeti 40 yıllık anıya dönüşür. Habeş çobanın keçilerini çılgına
karşınıza dikilir.” Balat denince mor çevirdiği için tesadüfen keşfedilen bu
menekşeli, köhne; fakat renkli binalar Biraz da yalnızlıktır kahve, boğazın bitkinin detaylarını merak etmiyor
dikilir karşınıza. Her yokuşu bir ortasında tek başına duran Kızkulesi musunuz? Serüvene dahil olmak,
hikayeye ulaştırır sizi Kazancı yokuşu gibi yalnız. Kişinin iç dünyasını hikayenin nerede başladığını,nerede
Beyoğlu’na, Karaköy’ün dar sokakları derinlestiren sıcak bir dost. Bir son bulduğunu tüm detayları ile
Galata’nın büyüsüyle buluşturur Kitabın son sayfasında, bir şiirin incelemek ancak bu sergiyi gezmekle
bizleri... son misrasında,bir şarkının son mümkün olurdu. Ne yazık ki size
nakaratinda bizi kendimize getiren tavsiye ettiğim bu sergi derginizi
Bir çok filme, şarkıya, şiire konu yegane uyarıcı. elinize aldığınızda kapanmış olacak.
olmuştur İstanbul, Haydarpaşa gari
nice gencin umutlarınin başladığı Ama en önemlisi biraz da İstanbul’dur.
yer olmuştur. Taşı toprağı altın Çünkü eski yeni her sokak dönüşünde,
İstanbul’a başlangıç durağı olmuştur. her meydanda, her kuytu yerde kahve
Valizine umutlarini, geleceğini, kokusu bizi içine çeker... Her yudum
kaderini yükleyen herkes soluğu bu bir semtine açılır, her sokak yeni bir
şehirde almıştır. Bir de “umut kapısı” hikayeye aralanir. İşte, bu yüzden ne
diyorlardı İstanbul’a, bir çok kişinin içilen kahvenin hatrı unutulur, ne
yılgınlık kapısı olmuş olsa da. de arsinlanan sokak duvarlarının
dilendirdikleri...
Bir şehri şehir yapan neydi? Zamana
meydan okumuş binaları... Hikâyelere İşte tam da bundan dolayı, İstanbul’un
gebe sokakları, yaşanmışlıkları içinde tarihi dokusuna, derin geçmişiyle

179





GÖLGEDE KALAN



YAZILAR










VE SÖZLER



ŝ2NWD\ 9HUHOśLQ —]HO $UĠLYLQGHQŞ









Varlık, Türk Dili, Yeni Ufuklar, Yeni Dergi, Agora, Yücel, Yelken, Yenilik,
Adam Sanat, Forum, Milliyet Sanat, Sanat Olayı, Gösteri, Kitap-lık,
Dost, Seçilmiş Hikâyeler, Diyelim, TSY Yayınları, Güzel Yazılar, MEB
Tercüme Dergisi, Karizma, Denge, Akbaba, Sözcükler, Dil Dergisi,
Çınaraltı, Yedi Tepe, Çığır, Yeni Edebiyat, Küllük, Sokak, Kitaplar,
Türk Kültürü, Toplum, Gerçek, Yeni Adam, Kadro, Yürüyüş, Adımlar,
Pınar, Yaşasın Edebiyat, Islık, Hece. “Gölgede kalan yazılar” da 1946
yılından 2010 yılına kadar yayınlanan dergi koleksiyonlarından
fikir-sanat ve toplumsal sorunları içeren, her biri altın değeri
taşıyan, ünlü imzaların yayınlarından seçmeleri bulacaksınız.
Bu belgeler, dünle yarın arasındaki köprüdür.

Bugün, bilim, sanat ve kültür verilerini değerlendirebilmek, ancak
dünün değerlerini tanımak, bilmekle mümkündür. Bu nedenle,
dünlerde sanat ve bilim üzerine, toplumsal normlar üzerine üreten,
unutulan ya da unutturulmaya çalışılan kültür emekçilerinin
yaydıklarını bugünkü kuşaklara aktarma gereğini duyarak bir bölüm
hazırladık. 1946-2000’li yıllar arasında yayınlanan birçok dergi ve
gazeteleri tarayarak “GÖLGEDE KALAN” ve anımsanmasında yararlı
olacağına inandığımız yazı, anı, şiir ve belgelerle karşınıza çıktık ve
çıkmaya devam edeceğiz.








Oktay Verel

180





















































































Hürriyet Gazetesi’nin 1948 yılında yayınladığı bastırdığı ilk sayı

181































































Cehalet

“Dünyanın en büyük faciası bir insanın cahil olarak yaşamasıdır. Toplumları felaketlere sürükleyen, insanları
mutsuz eden ve yaşamın rengini kaybetmesine neden olur cehalet. Kişinin cahil kalması ve bunun sonsuza
kadar sürdürmesi ise yıkımdır. Servette kültürde, toplumsal gelişme ve eylemlerde cehalet o toplumun tarihten
silinmesi noktasına getirebilir:

“EYLEME GEÇEN CAHİLLİK KADAR
KORKUNÇ
BİRŞEY YOKTUR!”

-Johann Wolfgang von Goethe-

182






SANATIN DOĞASI için belli ölçüde de olsa, özgür olması biçim verici sürecinin belli bir
gerekir. Düşünme özgürlüğü ile
duygusal ortamda ortaya çıktığı bir
VE ÖZYAPISI sanatsal yaratının yetkinliği arasında gerçektir; bunu yadsımak olanaklı
aynı yönlü bir ilişki vardır. Düşünme değildir. Ancak böyle tek boyutlu bir
özgürlüğü bilim ve sanatın gelişmesi açıklama da yeterli değildir. Çünkü,
için gereken temel koşullardan sanat biçim vererek, dışlaştırarak ve
Doç. Dr. İbrahim Armağan biridir. Bugün düşünme özgürlüğü dile getirerek üretken olabilmektedir.

ya da düşündüğünü özgürce söyleme Ancak bu konuda farklı görüşler
özgürlüğü, doğal bir hak ya da insan vardır. Örneğin, Croce sadece

Sanat, toplumsal gerçeklerden olmanın temel niteliklerinden biri sanatın anlatım yönü üzerinde durur.
kaynaklanan, bu gerçekleri yansıtan, olarak kabul edilmektedir. Buna Ona göre biçim sanatın özyapısı ve
yönlendiren, toplumların dengeli karşın, düşünce özgürlüğünün değeri ile ilgili değildir. Önemli olan
değişmesine katkıda bulunan bir kısıtlandığı hatta yasaklandığı tek şey, Croce’ye göre, sanatçının
kültürel ögedir. Özellikle hızlı dönemler de pek az değildir. Bu sezgisidir. Sanat toplumbilimi
değişme süreci içinde bulunan dönemlerde sanatın ya gelişmediği açısından sanatsal yaratıcılarda
çağımızda sanatsal bilgi üretimi ya da çok az geliştiği görülmektedir. sezgi ve duygu önemli olmalarına
gittikçe önem kazanmakta ve hızlı O halde sanatsal bilgi üretmenin karşın tek başlarına yeterli olamazlar.
bir biçimde yayılarak toplumsal yapı temel koşullarından bir özgürlük Gerçekliğin öykünmesi ileriye dönük
değişimlerini etkilemektedir. olmaktadır. ve yaratıcı olmak durumundadır.
Böylece sanat, insana toplumsal
Sanat doğa ve insana yardım eder, yaşam koşulları konusunda bir görüş
Sanat gerçekliğin salt bir öykünmesi
değildir. O doğa ve insanı yeniden onların aksayan yönlerini düzeltir vermekte ve bilgilendirmektedir. Yani
yaratarak, gerçekliği bulgulamaya ya da yetkinleştirilmesine ışı tutar. sanat bir bilgi üretme süreci olmak
çalışır. Gerçekliği yeniden yaratmakla Sanatın doğayı ve insanı yeniden durumundadır.
da kalmaz, insana yaşam ve nesneler yaratabilmesi için özgürce ortaya
konusunda nesnel bir görüş konması gerekir. 16. Yüzyıla kadar Sanat, bir bilgi üretme süreci olmak
kazandırmaya katkıda bulunur. Başka sanatın doğayı yeniden ortaya nedeniyle bilimle sonra derece ilintili
bir deyişle, sanat insanı bilinçlendirir; koyamayacağı görüşü egemen olmuş; görünmektedir. Burada sanatsal bilgi
bir bilgi üretme aracıdır. Örneğin sanatın, gerçekliğin bir öykünmesi ile bilimsel bilgi ya da başka deyişle
Aristo’ya göre sanat yapıtlarının haz olduğu görüşü ise 18. Yüzyıla kadar sanat ve bilim ilişkileri üzerinde
vermesinin temelinde öğrenme olayı sürmüştür. durmakta yarar vardır. Belki bu yolla
vardır. Bir sanat yapıtını izlerken, sanatın doğası ve özyapısı daha büyük
nesnelerin anlamını kavrıyor, bilgi Öykünme kuramına karşı çıkan bir açıklıkla ortaya koyabiliriz.
ediniyoruz. Bilgi edinme süreci, Rousseau, sanat kuramındaki
bilme merakımızı giderdiğinden tüm klasik geleneği yadsımıştır. Bilim ve sanat arasındaki temel
bize haz veriyor. Simonides’in Rousseau’ya göre sanat deneysel farklardan biri bunların olguları
dediği gibi, “resim dilsiz şiir, şiir dünyanın bir betimlemesi olmayıp ele alış biçimidir. Bilim soyutlama
ise konuşan resimdir.” Her ikisi de duygu ve tutkuların bir taşkınlığıdır. sürecine dayanarak nesnel gerçekliği
bize haz verirler. Bu haz duymada Böylece Rousseau ile sanatta anlamaya, betimlemeye ve açıklamaya
aynı zamanda nesnelerin gerçekçi öykünme kuramı yerini “karakteristik çalışır. Bunu yaparken bilim duyumsal
tasarımının bulunması da önemli sanat” idealine bırakmıştır. Rousseau ve sezgisel bilgiden çok mantıksal
bir rol oynamaktadır. Ancak gerçekçi ve Goethe de sanatı sadece içsel bilgiden yararlanır. Bir soyutlama
tasarımın olabilmesi salt sanatçıya yaşamımızın, duygularımızın yöntemi olan bilim, somut gerçekleri
bağlı değildir. Sanatçı kadar ve belki yeniden üretimi olarak görmüştür. soyut gerçeklere dönüştürür. Ancak
ondan daha çok sanatçının içinde Böylece Rousseau ve Goethe ile, toplumsal bilimlerde soyutlama
bulunduğu toplumsal çevreye de öykücü sanat kuramı yerini duygusal toplumsal ilişkilerin karmaşıklığı
bağlıdır. Sanatçının yaratıcı olabilmesi sanat kuramına bırakmıştır. Sanatın nedeniyle oldukça oldukça güçtür.

183






Soyutlamanın tutarlı ve bilimsel çok devinimi verir. Shakespeare’in öykünme değil, kendi iç yaşamımızın
olabilmesi için kavramsal bir oyunları, Dante’nin Komedya’sı, gerçek bir anlatımıdır.
modele dayanması gerekir; yani Goethe’nin Faust’u, Cervantes’in
belli kuramlardan, modellerden Don Kişot’u gibi yapıtlarda insansal Sanat ve bilim aynı zamanda
ve denencelerden hareket edilmesi duyguların ve devinimlerin tümünü birbirlerini tamamlar nitelikte
gerekir. Oysa, sanatta belli yaşamak gerekir. etkinliklerdir. Bilim, nesnelerin
kuramlara ve modellere dayanma nedenlerini anlamamızda, sanat ise
zorunluluğu yoktur. Çünkü, sanat Bilimde aranan şey doğruluktur. Bu onların biçimlerini görmemizde
sürekli bir somutlaştırma süreci nedenle bilimde duygulara yer yoktur, yardımcı olur. Sanat da bilim gibi
niteliği taşımaktadır. Bilim doğal bilim tamamen akılcı ve mantıksal bir bilgi alanı, özel bir bilgi alanıdır.
ve toplumsal olguların dayandığı olmak durumundadır. Oysa sanat Sanat ve bilim ayrı düzlemlerde
yasaları bulgulamaya ve olayları yapıtında gerçeklik kadar güzelliğe de hareket ettikleri için çelişmezler ve
açıklamaya çalışırken, sanat biçimleri yer vardır. Sanat bir ölçüde de olsa, birbirlerini tamamlarlar. Bilimin
bulgulamaya çalışır. eğlenme, boş zamanı değerlendirme kavramsal yorumlaması engel olmaz.
isteğine bir yanıttır. Bunun için de Bunların görüş açılarının farklılığı da
Bilimin görüş açısıyla sanatın görüş hoşa gitmesi gerekir. Burada güzellik, bir zenginlik kaynağıdır; gerçekleri
açısı arasında da önemli farklar nesnelerin doğrudan doğruya bir daha iyi ve çok boyutlu olarak
vardır. Bilim gerçekliği soyutlayarak özelliği olarak ele alınmamıştır. görmemize katkıda bulunur.
açıklamaya çalışırken, aynı zamanda O insan anlığı ile bir bağlantıyı
onu yoksullaştırmaktadır. Oysa sanat ifade etmektedir. David Hume’un Bilim ve sanatın gücü onların
basite indirgenmiş formüllere yer dediği gibi, “Güzellik nesnelerin kuramsal yönündedir. Gerçeği konu
vermez, konu edindiği gerçekliği kendilerinde olan bir nitelik değildir. edinen bili ve sanat, gerçeği ayrı ayrı
somutluk boyutlu içinde ele alır O, yalnızca güzellikleri seyreden açılardan değerlendirirler. Ancak
ve çok boyutlu olarak yansıtmaya anlık içinde vardır.” Sanat bu anlamda bu farklı yaklaşımlar birbirlerini
çalışır. Sanatta nesnellikle öznellik, nesnel dünyaya ilişkin sezgilerin tamamlayarak gerçeği salt sanatsal
tasarımsalla anlatımsal iç içedir. bir ifadesidir. Güzellik duyusu ise, ya da salt bilimsel açıdan ortaya
Bu nedenle sanatta nesnel ve öznel, biçimlerin devingen yaşamına karşı koymazlar. Böylece bilim-sanat
tasarımsal ve anlatımsal arasında bir duyarlıktır. Ancak bu duyarlık tamamlayıcılığı gerçeğin bilimsel-
kesin bir ayırım yapmak son derece hiç bir zaman sanatçının duyguların sanatsal bilgisini ortaya koyarak,
güçtür. Örneğin bir Shakespeare, kölesi olacağı anlamına gelmez ve gerçeği yani evren, toplum ve
bir Dostoyevski ve bir Tolstoy’un gelmemelidir de. Tam tersine, sanatçı insana ilişkin nesneleri ve ilişkileri
yapıtları ne yalnızca tasarımsal, ne de duyguların kölesi değil, efendisi anlamamıza, yorumlamamıza,
yalnızca anlatımsaldır. olmak ve bu efendiliği izleyicilere açıklamamıza ve düzenlememize
aktarabilmek durumundadır. yardım eder. Yani bilim ve
Bilimde gerçekler kavramlar Bilimsel bilgi uzlaşımsal olduğu sanat geleceğe yönelik birer ışık
aracılığı ile yorumlanırken, sanatta halde, sanatsal bilginin sezgisel kaynağıdırlar.
yorumlama daha çok duyuşlara ve bir yapısı vardır. Sanat uzlaşımlar
sezgilere dayanır. Örneğin, resim dünyasından bir kaçış olmak
sanatı bize dış nesnelerin biçimlerini nedeniyle bilimi tamamlar. Sanat
gösterir. Dramaturgi ise, kendi içsel bizi gerçekliğin özkaynağına götürür
yaşamımızın biçimlerini gösterir. ve bunu yaparken de duygularımızı
Böylece dramatik sanat, yaşamın yeni bir kenara itmez. İnsan yalnızca
bir boyutunu ve derinliğini açımlar, sanatçının duygularını yaşamakla
bizi aydınlatır ve insanı daha iyi kalmamalı, aynı zamanda onun
tanımamıza yardımcı olur. İnsanlara yaratıcı etkinliğine de girebilmelidir.
içsel bir özgürlük sağlayan sanat, geniş Bilim düşüncelerimizdeki düzenliliğe
ölçüde duygulara seslenir, duyusaldan yönelir. Bu anlamda sanat bir Sanat Olayı - 1982

184






TATBİKİ GÜZEL binaları ve insanların yaşayış tarzları sanatı geleneklerinden kurtulup,
ile beraber ilgilendirecektir. Bugün
yeni bir sanat atölyesi kurma
SANATLAR zaman zaman moda olan sanat yoluna girmiştir. Bu gelişmenin
akımlarının, belki de bu bütünlük Güzel Sanatlar Akademilerinin
Mustafa Aslıer içinde farkına bile varılmayacaktır. doğmasıyla neticelendiğini
Bu dönüşle şu sonuca varıyoruz: Bu görüyoruz. Akademilerin doğmasıyla

Sanatın İnsan Hayatındaki Yeri gün insanlar tarafından yapılan bütün neticelendiğini görüyoruz.
alet ve makinalar, evler, köprüler Akademilerin kurulması güzel
ve diğer yapıtlar, hepsi asrımızın sanatların diğer el sanatlarında teorik
Bütün uygarlık çağlarından sanat
yapılarını çıkarınız, geriye yalnız o sanatın dahildir. Acaba gerçekten olarak ayrılmasına sebep olmuştur.
çağlarda yaşayan insan ve hayvanların günümüzde, makinalara biçim Çünkü düşünsel gelişmeler bütün
kemikleri kalır. Bu sonuç, insanların verilirken, heykeltıraş gibi çalışıyor hayatı beraberinde sürüklediği için
yaratıcı ve yapıcı varlıklarını mu? Bu sorunun cevabı ne olursa pratikte el sanatı ve güzel sanat
yapıtlara aktardıklarının en büyük olsun makine günümüzün insanının yapıtları zevk bakımından bir
tanıtlamasıdır. yapıtıdır ve dolayısıyla bu makinanın ayrılık göstermemiştir. İlk büyük
formları içinde hakim düşünsel özün zevk ayrılığı endüstri ürünleri ile el
Her uygarlık çağında, en küçük izleri saklıdır. sanatları yapıları arasında başlamıştır.
aletten en büyük anıta kadar bütün Endüstri de biçimler birtakım
yapıtlarda sanat zevki yönünden bir Güzel Sanatlarda Gelişme makinalar aracıyla ve yalnız ihtiyaç
özün hakim olduğu görülür. Örneğin düşünülerek yapılıyordu. Kullanılan
eski bir Mısırlının giyimini kullandığı Uzun uygarlık çağları boyunca sanat- eşya, elle yapıldığı zaman bilinçsiz
kayığı Mısır sanatının bütününden güzel sanat, diye meslekler arasında bile olsa, yapanın kişiliği biçimlere
ayıramazsınız. Daha yakınlara bir ayırma yapılmadığı anlaşılıyor. Her aktarılıyordu. Makine ile üretimde
gelelim. Osmanlı çağının camileri, yapıt, bütün bireyleri aynı derecede kişi ile yapıt arasındaki bağ, çok
çeşmeleri, tasları, sürahileri, kavukları ilgilendirmiyordu tabi. Örneğin, bir zayıflıyordu.
hepsi bir elden çıkmış kadar öz kral heykellerle süslenmiş bir saray
bakımından yakındırlar. Bu özbirliği yaptırabildiği halde, bir köylünün Geçen asırda endüstri ürünleri ile
bir uygarlık insanlarının düşünüş ve ihtiyacı kapkacak ve bir evden ileri güzel sanat yapıları arasında görülen
yaşayışlarında da vardır. Yalnız sanat geçemiyordu. Kanaatimce, seçkinler zevk farkı, şöyle açıklanabilir: Güzel
yapıtlarına değil, yapılan her aracın kendi ihtiyaçlarına cevap veren sanatlar, kendi geleneklerine bağlı
biçimleri içine o çağa hakim sanat sanatçıları kayırması, zamanla kalmakla beraber, gene de bir el
özünün izleri sinmektedir. Bu sebeple meslekler arasında bir seçilmeye sanatı idiler. Belli bazı teknikleri
eski Yunan destisi bir Venüs heykeli sebep olmuştur. Köylüye ev yapan el sanatlarındaki bağlılıkla devam
kadar o çağın güzel sanatlarına usta en gerekliyi yapmak zorunda ettiriyorlardı. Endüstri ise birden çok
dahildir. olduğu halde, saray yapan usta farklı teknikler ve makine yardımı
yaratıcılığını geliştirmeye daha ile biçimleri yapıyorlardı. Makine
Herhangi bir olay sonucu, yirminci çok imkan buluyordu. Bu şekilde ile üretim çok daha hızlı yapılıyor,
asır uygarlığını kül ve toprak duvarcılar arasında mimarların, dolayısıyla ürünler ucuz oluyordu.
tabakaları örtse ve asırlarca sonra taşçılar arasından heykeltıraşların Toplum bu yüzden endüstri ürünlerini
ilim meraklısı canlılar bu uygarlığı yetiştiğini görüyoruz. çok çabuk benimsedi. Kısa zaman da
kazıp meydana çıkarsalar, sanatı pek çok el sanatı önemini kaybetti
hakkında nasıl hüküm verirlerdi? Rönesans çağında saray ve klişenin ve kayboldu. Akademiler tarafından
Acaba yalnız müzelerdeki resim ihtiyacına cevap veren sanatçıların kendi kanunlarına göre öğretilmekte
ve heykellerle mimari yapıtları mı isimleri de anılmaya başlanmıştır. devam eden güzel sanatlar, el
değerlendirirlerdi? Şüphesiz hayır. Bu sanatçılar, yaratıcı eğilimlerini sanatları kaybolunca adeta toplumun
yirminci asır, onları bütün alet ve geniş çapta tatmin etme imkanlarına dışında kaldılar. Toplum kendisini
makinaları, ilim kitapları, her çeşit sahiptirler. Onların çabası artık el endüstrinin büyümesine kaptırmış,

185






pek bu ayrılığın farkında değildi.
Aslında bu ayrılık toplumun değil
güzel sanatların zararına oluyordu.
Daha doğrusu Güzel Sanatlar
Akademilerinin zararına. Çünkü
kişilik sahibi kudretli sanatçılar, her
çağda olduğu gibi, çağın gelişmesine
esas olan özü nasıl seziyordu.

Endüstri hareketi Avrupa’da
başlamıştı. Endüstri ürünlerinin
görünüş zevksizliğini de gene
Avrupalılar fark ettiler. Asırlarca
krallar ve prensler tarafından kurulan
akademiler, bütün el sanatlarına
rehberlik etmişti. Bu çeşit okulların
form bakımından endüstriye
de rehberlik etmesi lazımdı. Bu
maksatla ilk defa orta ve batı Avrupa
memleketlerinde Tatbiki Güzel
Sanatlar Okullarının kurulduğunu
görüyoruz.

Tatbiki Güzel Sanatlar Okulları ve
Güzel Sanatlar Akademileri
üzerindedir. Her iki çeşit okulda da fikir ve sanat alanında olduğu gibi,
Günümüzün serbest sanatçıları yaratıcı sanatçılar yetiştirmek asıl tatbiki sanatlar alanında da kendi
büyük bir iştahla araştırmalara hedeftir. Kanaatimce asıl fark her özümüze yönelmek istiyoruz. Bu
yönelmişlerdir. Bu çağımızın iki çeşit kurumun çalışma alanına amaçla 5 yıl önce yurdumuzda
özelliğidir. İlim alanında da durum giren sanat dallarındadır. Tatbiki ilk Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu,
aynıdır. Nasıl ilim alanında bulunan Güzel Sanatlar Okulları, endüstri İstanbul’da açıldı. Şimdilik Mobilya
sonuçlar kullanılacak araç ve ürünlerinin günümüzün sanat ve İç Mimarlık Grafik Sanatlar,
makinalara uygulanıyorsa, sanatın zevkine uygun olarak yapılmalarını Dekoratif Resim, Tekstil, Keramik
bulduklarının da topluma mal olması sağlamayı görev olarak almıştır. Bu dallarında öğretim yapılıyor. Bu
lazımdır. Bu bir eğitim meselesidir. sebeple, toplum zevkine doğrudan tip okulların modern Türk zevkini
Artık ustadan çırağa devrolan bir etki yapacak olan birçok sanat geliştireceğine ve memlekette büyük
el sanatları geleneği bulunmadığına dallarında öğretim yaparlar: Mimari, plastik sanatçılar yetiştirecek ortamı
göre, bu eğitimin büyük kısmı, iç dekorasyon, mobilyacılık, seramik, yaratacağına inanıyorum.
okulların görevidir. kitap grafiği, reklam grafiği, moda,
dokumacılık, basmacılık, ciltçilik,
Akademiler daha çok, serbest matbaacılık, kuyumculuk, duvar
sanatçılara yetişme imkanı veren dekorasyonu vs. gibi
kurumlardır. Onlar da eğitimin
ağırlık merkezi, düşünsel özle form Endüstri çağına biz de girdik. Bütün
bağlantısı üzerindedir. Tatbiki Güzel Dünyanın hayran olduğu eski el
Sanatlar okullarında ise, eğitimin sanatları müzelere girdi. Üreten
ağırlık merkezi form-eşya bağlantısı fabrikalarımız çoğalıyor. Fakat artık Varlık Yıllığı - 1963

186






RESİMDE KONU karşıt duran hiçbir unsur olmadığı halde diyoruz ki ister gördüğünü
için tablo Hıristiyan bir öz taşıyor
olduğu gibi tuvaline geçireni olsun,
sanılmıştır. Yaptıkları, Meryem ana ister gördüğünü değil de, şehvet
tasvirlerini yok etmeye kalkışan, hissini veya hissimizi tahrik edecek
günah çıkarmaya koşan ressamlar şekilde olanı olsun sanattan ayrı,
Nuri İyem vardır. Hem de işbu Meryem analar sanat dışı işler yapmışlardır. Tekrar
pek terbiyeli pozlarda, her yanı kapalı edelim, her ikisinin sonuna kadar
giyimlere bürünmüş oldukları halde. sadık kaldıkları şey konudur. Çıplak
Resimde çoğu kimse konu ile Evet bir peyzaj da en küçük ayrıntıda kadın konusu, ya da şehvet hissimizi
formun belirttiği özü birbirinden içten gelen bir inanç, yahut (Bir ceviz tahrik konusudur. Birçok ressam gibi
ayırmasını bilmiyor. Konuya takılıp kabuğunda bütün bir dünya). Bunlar Matisse’te, Picasso’da çıplak kadın ve
kalıyor. Oysa konuya takılmak formun gücünü gösteriyor. Konu erkeği sevişme halinde çizmişlerdir.
boşunadır, resmin anlaşılmasında bahaneden başka ne olabilir? Ama Ama bu çizilenlerde konunun aşılmış
rolü yoktur konunun. Resmin konusu yine de konusuz resme kızıyorlar, ve formun dile gelmiş olduğunu
ile oyalanıp duran eleştirmeciye gerçeğe dönmek gerekir diyorlar. Ne gördüğümüz için konusu ile değil
alayına; ne entelektüel eleştirici der diyelim. form ve öz bütünü ile bizi sardıklarını
ressamlar. Ama ressamlardan konu görüyoruz. Konu ile değil, formun
düşkünü olanlar yok mu? Çok.. En Renoir’in çıplakları ile Peinture, verdiği, formun bünyesinin getirdiği
olmadık en umulmadık konularla dediğimizin sınırları içinde bu beşeri özü kabul ediyoruz. Ama
seyirci ve eleştirici avına çıkan bir kalabilmesine başarı diyoruz. Ama bazı insanlar bu resimler karşısında
ressam var. Eğer konu resmin konu çoğu kimse, çıplakta bu sınırı aşar, başka türlü duygulanır ve başka
resmin anlaşılması için bir araçsa, işin çok aşağılık cinsten bir tasvirine sonuçlara erelermiş. E, kolay değildir,
aynı konuyu işleyen iki figüratif girişir. Ya da olduğu gibi, gördüğü seyirciyi konudan kurtarıp resme
ressamın yaptıklarının aynı olması gibi bir çıplağı tuvaline kor. Bunların sokmak Chardin’nin resmini yemek
gerekir. Oysaki aynı konuyu işleyen ikisini de beğenmiyoruz. Çünkü odasına iştah açsın diye koyanlar
iki figüratif ressamdan birinin formu, ikiside forma, yani sanatçının bulunabilir.
mutlaka ötekinden ayrılacaktır. Bu hür fantezisinin geliştirdiği forma
formları görebilip, onlara girebilen, sahip değillerdir. Biri çıplağı şehvet Cezanne’nın konuyu resimden
iki ayrı ÖZE – eskilerin deyişi ile hislerimizi ya da kendi şehvet kaldırıp atmaya uğraşması,
iki ayrı muhtevaya erişecektir. Bir hislerini gıdıklayacak şekilde tuvale tablosunun formunu daima konunun
yazımda Allah’ın hiçbir surete tasvir koymuştur; çıplağın bütün duruşu, üstünde gösterebilmiş olması,
ve taklit edilmediği peyzajda, en kol, bacak, baş her şey o hissi onun büyük, çok büyük, bir sanatçı
küçük ayrıntılarda bile bu ÖZÜN uyandırmak için koz almışlardır. Bu olduğunun ispatıdır. Resimde,
yani Allah fikrinin görülebileceğini güdüm, elbette ki sanatçının bağımsız form, daima konudan ayrılır. Hatta
söylemiştim. Formun yapısı öyle fantezisini belirtecek, onun tabloda, konunun kendisine yabancı bir öğe
bir dokuda olabilir ki bu dokunun resmi resim yapan yaratıcılığını yok olduğunu haykırır. Bunun için yeni
getirdiği duyu tablonun en küçük edecektir. İşte bu tasvir hepimizde ressamlardan biri, Bazaine: “Resim
ayrıntısında bile görünür. Bence bulunan bir hissi belirttiği, gıdıkladığı hiçbir işe yaramadığını haykırmalıdır”
sanatçının asıl söylediği budur. Öte halde yine sanat katına çıkamamıştır. der. Ne davaların savunucusu
yandan, çarmıhta Allah’ın oğlu, tasvir Ne garip değil mi? Her tablo, tablo avukatlığa, ne de şu, bu hissimizin
edildiği halde, formun yapısı bu demeye layık her tablo, mutlaka beşeri tahriki için tasvire yaramamalıdır.
konuya baştan sona inkar eder, öyle bir hissin form halinde belirmesiyle Resim, resim olabilmelidir. Ataç da:
Rönesans resimleri vardır ki, konu ancak eseri katına ulaşacaktır. Ama “Soyut resme özenenleri, sanatlarını
da karar kılanlar, hiçbir zaman bu bu his sanatçının hür fantezisinin yabancı öğelerden temizlemeye
eserlere giremeyeceklerdir. Çünkü ve kişiliğinin açısından geçip, form çalıştıkları için alkışlıyorum.”
bu inkarı tablonun içinde yalnız haline gelmesi ile, yani tasvirden der. Konuya düşkün olanlar, öyle
formun dokusu yapmaktadır. Konuya kurtulması ile mümkündür. Şu sanıyorum ki, resmi, roman yapısında

187






görmek istiyorlar. Halbuki resim evvelce bilmediğimiz, tanımadığımız ilk müjrecisi, yani; Form’un belirmesi
edebi çeşitler arasında şiire bünyesi duyular ve formlar getirmişlerdir. halidir. İşte bu halin belirmesinden
bakımından biraz benzer. Hani Hayatın akışına zıt bir yol tutamaz ki önce tuvalde bulunan renk, çizgi, her
şiir için, Ataç: “Şiiri manası için sanat, yeni yeni duyulara ve bunları şey obje değerinde şeylerdir.
severiz, şiir manadır, ama bu mana ifade eden formlara yönelmesi kadar
tercüme edilecek başka kelimelerle tabii ne olabilir? Ressam kişi bu halin özlemini daima
anlatılabilecek bir şey değildir” taşır: İster doğadan alınan olsun, ister
der. Kaldı ki resim, eleştirmeci için Bütün bu akış ve değişme ola dursun, tuvale başlangıçta koyduğumuz birkaç
büsbütün çile çektiren bir sanattır. resimde bir de değişmeyen daima renk, çizgi olsun bu hale erişmeye
Çok şaşırtıcı, aldatıcı yönleri vardır. kalan bir yön de vardır. Bu, resmin başladı mı, sarı veya yeşil renk, sarı ya
Ondan söz edenlerin, hele bir evrensel karakteridir. Her akım bir da yeşil oluşunu aşar, güçlenir, ölü çizgi
sevgiyi eleştirenlerin çoğunluğu, insanı öze, yani bu evrensel karaktere birden canlanır, her şey hayat kazanır,
zaman zaman ipe sapa gelmez vardırmak zorunluluğundadır. Fakat yaşamaya başlar karşımızda. Hatta
sözler ederler. Eleştiricinin formun bu evrensel karaktere her akım, bize mukavemet bile eder, ona artık
dokusuna ve dokunun getirdiği eninde sonunda varıyor derken, o dokunamayacağımız bir hale gelir.
öze iyice nüfuz etmesi gerekir. halde bilinen bir duyuyu, bilinmeyen Çünkü, resim olmuştur. Bu anlarda
Konu ile esere asla nüfuz edilemez. bir formla ifade ediliyor diyemeyiz. gerçek ressamın bağımsız fantezisi,
Renklerden çizgilerden, açılardan, Böyle diyenlerde var, var ama, bu ne ideoloji dinler ne el maharetlerini
biçimlerden top yekun fizik dünyanın kişiler formu bilmiyorlar, tanımıyor, kabul eder, ne de birinin veya bir
ressama gönderdiği tembihlerden onu tabloda seçemiyorlar: Formu çoklarının gönlüne girmeyi tasarlar.
de bahsetmekle eleştirme yapılmış anlatabilmek için bir ressamın Elbette ki başlangıçta bu hal mevcut
olmaz. Çünkü bu tembihlerin cümlesi çalışmasını baştan sona anlatmamız olmadığı için ve ancak formun
statik ölçülerdir. Bunlardan söz gerekiyor. Gerçi bunu birkaç kere belirmesi ile yaşanmaya başlayan bir
etmekle öz açıklanamaz. Dört kenar anlattık ama, anlatarak formun ne hareket ve heyecan olduğu için buna
çizgisinin çerçevelediği bu mekanda olduğunu belirteceğimizi sanıyoruz. görünmeyen diyoruz. Ama bir form
hasıl olan hareketi, formun bünyesinin Boş bir tuval, bizim için boş bir haline gelip yaşanan bir gerçek olduğu
getirdiği dokuyu psikolojik yönleriyle mekandır. Oraya koyduğumuz bir zaman gözle görülür bir hal alır.
birlikte çözümlemek gerekir. renk, bir çizgi bu mekan da bir hareket
Tuvaldeki hareket tamamen ve doğru yaratır. Tabiidir ki koyacağımız her Her ressam Piktural, plastik, kromatik
olarak kavranmadıkça eleştirme hangi bir doğa görüntüsü de aynı şeyi her formu bilir, tarifini de yapar. Ama
yapılabileceğine inanmayın. Bir yapar. Fakat bu ilk konanlar hiçbir resim yaparken bunların ne önemi
tablonun gerçek değeri bunlarla zaman kondukları gibi kalmazlar. var? O tariflerle, reçetelerle resim
meydana konur. Geri yanı bom boş Onları yöneltmek istediğimiz bir yapılamaz ki.
lakırdılardır. Her resim akımının şuur altı taslağı vardır. Ve oraya
kendini ifade eden formu olduğunu doğru yöneltmeye çabalarız, şu da Nasıl yaşayan bir insanı, anatomisi
düşünürsek o zaman formun önemini var ki, çizdiklerimiz, sürdüğümüz ile anlatmak mümkün değilse, forma
anlayabiliriz. Ama birçokları formun renkler, o mekanda meydana dair reçeteleri bilmekle, bir öz taşıyan
öteden beri yapıla gelmiş, önemini getirdikleri hareketle bize bir etki yaşanan bir gerçeğin ifadesi olana da,
yitirmiş, tarifi ile yetinirler. yaparlar. Tuvale konan, çıkarılan erişilemez.
her şey hareketi değiştirir. İşte bu
Yeni bir form, mutlaka yeni bir öz, hareketlerden birinin bizi sardığı ve Formu bu açıdan kabul edip, ona
yeni bir duyarlık getirir. Romantik heyecanlandırdığı görülür. O anda, varmaya, onu kavramaya çalışırsak;
gelir, yeni duyu, yeni düşünce getirir, önceleri müphem bir surette sahip konunun önemsizliğini anlayabiliriz.
formu ayrıdır. Empresyonist gelir olmayı arzuladığımız fakat asla ne
yeni duyular getirir, onun da formu olduğunu önceden bilemediğimiz
başkadır. Kübist de bir başka açı bir bir hareket belirmiştir tuvalde. Bu
başka form getirir. Bütün bu akımlar hareket duyumuzun, şuur altı taslağın, Denge - 1958

188






SANAT propagandasını yapalım. Daha toplum olduğumuzu gizlemiyoruz.
doğrusu devlet baba alsın bu işi ele, biz Ben öteden beri batıcılıktan yana
VE de batılı anlamda romanlar, oyunlar, oldum. Bundan caymış değilim.
şiirler yazıyoruz, yardım etsin, Uygarlık deyince benim aklıma
PROPAGANDA gösterelim bütün bunları dünyaya. hümanizmaya dayalı batı uygarlığı
gelir. Bugün beş aşağı beş yukarı
Atatürk devrimlerini yerleştirmek pek başka türlüsü de kalmadı. Ama
için bizde uzun zaman eski devirleri başka uygarlıklar da vardı. Osmanlı
Oktay Rıfat kötüleme propagandası yapılmıştır. uygarlığı bunlardan biriydi. Musikisi,
Bu belki bir bakıma zorunluydu. şiiri, yapıları, minyatür, tezhip ve
Ama aşırılığa varıldığı da olmuştur. yazısıyla, felsefesi ve mistisizmasıyla
Biz eskiden adam değildik, kendi içinde tutarlı bir bütündü.
Geçenlerde Oktay Akbal “Sanat Cumhuriyetten sonra adam olduk gibi Birçok uygarlıklar gibi doğdu,
Dünyamız” adlı bir yazısında: bir aşağılık kompleksi ya da dünyaya gelişti ve öldü. Artık aklı başında
“Kendimizi tanıtmalıyız, diyoruz. uygarlığı Orta Asya’dan biz götürdük, hiçbir aydın bu ölünün yolundan
Dünya bizim de uygar bir toplum son yarım yüzyılda da büyük işler gitmeye kalkışmayı düşünmez…
olduğumuzu anlasın.” dedikten yaptık, dünya bunun farkında Ama bu Osmanlı toplumunu hor
sonra, Türk kültürünün dışarda değil gibi bir büyüklük kompleksi görmek için bir neden olamaz.
tanınmadığını, Roma’da yapılan bir bilinçaltımıza itilmiştir. Ama artık bu
yazarlar kongresinde karşılaştığı ruhsal düğümü bir düğüm olmaktan Akbal’ın da benim gibi düşündüğünü
İtalyan ozanı Quasimodo’nun çıkarmanın zamanı gelmiştir. Bir bilirim. Ama batılıların kültürümüzü
kendisine: “Demek sizde de bir İtalyan ozanı, demek sizde de bir tanımalarına ya da tanımamalarına,
edebiyat var!” anlamına gelen edebiyat var, anlamına gelen sözler hele bunun propaganda yoluyla
sözler söylediğini, İzlandalı yazar söylerse, en geri toplumlarda bile tanıtılmasına neden bu kadar önem
Laxness’in Türklerin de kendisi bir edebiyat olacağını düşünemeyen veriyor anlamadım. Ben hangi
gibi insanlar olduğunu görmekle bu kişiye, inşaya güler geçer, ya ulusun olursa olsun propaganda
şaşkına uğradığını, sonra bir basın da alaylı bir cevap verir. Belki için basılmış kitaplara, broşürlere
toplantısında bu konuda başkana, Oktay Akbal da böyle yapmıştır. hep kuşkuyla bakmışımdır.
şimdiye dek gelen hükümetler Bunlarda belli bir kendini gösterme
kültür propagandasına, kültür Şurasını belirtmekte fayda var: niyetinin yattığını herkes bilir. Bu
gelişmesine pek önem vermediler, Uygarlıkla sanat arasında pek kitaplar kimseyi etkilemez. Gerçek
siz başbakanlığınız sırasında bu öyle sıkı bir bağlantı yok. Mağara kültür, propagandaya gereksinme
konuda ne gibi işler, atılımlar adamlarının mağara duvarlarına duymaz. İhtilal ’den önceki Rus
yapmayı düşünüyorsunuz şeklinde çizdikleri resimleri, günümüze edebiyatını dünyaya Ruslar değil,
bir soru yönelttiğini yazıyordu. yaklaşarak zenci sanatını düşünelim. batılılar tanıttı. Sanat önce kendi
Yirminci yüzyıl başlarında geri bir toplumunda gelişir, doruğuna varır,
Bizim içimizde, öteden beri bir türlü toplumun ürünü olan zenci sanatının ondan sonra başka uluslara, başka
çözüp rahata kavuşamadığımız yirminci yüzyılın uygar batı sanatını toplumlara yayılır. Propaganda
bir kördüğüm vardır. Deriz ki, biz, nasıl etkilediğini hepimiz biliyoruz. insanları üç beş gün kandırır, oyalar,
kaşımız, gözümüz, giyinişimiz, Demek ki uygarlıkla kültürün bir kolu oysa gerçek değerler yüzyılların
yaşayışımız bakımından Avrupalı olan sanat arasında sıkı bir bağ yok. içinde dipdiri kalmasını bilirler.
gibiyiz, hele Atatürk’ten sonra tam Yine şurasını da belirtelim ki uygarlık
bir Avrupalı oldu ama Avrupalı bizim doğa güçlerine egemen olmak, Peki, devlet kültürün gelişmesine
böyle olduğumuzu bilmiyor. Uygar bu egemenliği sağlayacak düzeni hiçbir yardımda bulunmasın mı? Bu
dünyada hala fes giydiğimizi sananlar kurmak anlamına geliyorsa, bize tam çok karışık bir sorun olarak görünüyor
bile var. Tanıtalım kendimizi batı uygar bir toplum denemez. Hem artık bana. Toplum olayları öylesine
dünyasına. Ulaştığımız aşamaların az gelişmiş, ya da gelişmekte olan bir karışık ve iç içe ki, öyle koşullara

189






bağlı ki birini çözümlemeden iç pazarda gönlümüzün çektiği kadar oynanmasın, neden onlara daha genç
ötekine el uzatamıyorsunuz. Politik alıcı bulamayız. Halkla bütünleşme yaşta filmlerle, projeksiyonlarla sanat
sorun kültür sorununu, kültür daha sonraki zamanlara kalır. Oktay başyapıtları gösterilmesin, neden
sorunu politik sorunu etkilediği Akbal’ın sözünü ettiği ozan ve yazarın her okulda bir diskotek bulunmasın,
gibi ekonomik koşullar da tümünü biz Türkleri tanımaması ya da tanıması neden batı müziği çocuklara daha
etkiliyor ya da belirliyor. Sanatın bence umurumuzda olmamalı. Yeter okul sıralarında sevdirilmesin!
gelişmesine yardımcı olmayı istemek ki biz kendi kendimizi tanıyalım. Yurdumuz da güzel yapıtlarla dolu.
yetmiyor, kimi iyiniyetli kişilerin bile Ulusal eğitim sorunlarımızı çözelim, Yalnız Mimar Sinan’ın yaptıkları bile,
yetişme biçimleri kaş yapayım derken okuma-yazma seferberliğini yeniden gereği gibi anlatılsa ve gösterilse,
göz çıkarmalarına yol açıyor. Bence başlatalım, yeniden halk sanat kişinin sanat gözünü açıverir.
her işin başı özgürlük. Sanatçının evleri, halk okuma kursları açalım.
günümüzde kendi göbeğini kendi Çocuklarımıza gerçek kültürün Hümanizmaya dayalı, halkla
kesmesi gerek. Bu bakımdan, altyapılarını laf olsun diye değil, dönük bir ulusal eğitim politikası
devletin kültür işlerine doğrudan içtenlikle tanıtmaya, sevdirmeye uygulandığı gün yetişecek sanat ve
doğruya burnunu sokmasından yana çalışalım. Onları gerçek güzelle ve
olamıyorum bir türlü. Âma bir ulusal doğruyla besleyelim. Bunun için kültür adamlarımızın verecekleri
eğitim sorunu var ki, elbette devletin okullarda okutulan eğitici ve öğretici ürünler hem içte hem dışta ilgiyle
baş görevlerinden biri… Gençlerimiz, kitapların hem baştanbaşa değişmesi, karşılanacaktır. Bakın bakalım
halkımız, güzeli, iyiyi ve doğruyu hem de ek çalışmalar yapılması propagandaya falan gerek var mı ?
çirkinden kötüden ve eğriden ayırt gerekir. Okul müsamerelerinde
edebilecek bir eğitimden geçmedikçe abuk sabuk oyunlar yerine neden
bugün geliştiğini ileri sürdüğümüz Yunan tragedyaları, Shakespeare,
sanatımızın ürünlerine hiç olmazsa Moliere gibi büyük ustaların yapıtları Milliyet Sanat - 1970







































A.I Melling “Gemilerin İstanbula gelişi, Bend”

190






ANILARDAN kübudunla ne munis görünürsün?” 1806 Eylülünde İstanbul’a gelen

DAMLALAR dediği bu İstanbul şehri, yerli Chateaubriand, “Galata’ya yanaşır
ve yabancıları şaşırtan trafiği,
yanaşmaz rıhtımdaki hareket ve
caddelerini dolduran mahşeri canlılık derhal göze çarpar. Halk,
kalabalığı, hudutları şehrin dışına hamallar ve satıcılar, bahriyeliler
Elif Naci taşıp genişleyen bu İstanbul kıyafetlerinden, yüzlerinin

şehri için ne çok şeyler yazılmış, renginden, konuştukları dilden,
ne çok kitaplar çıkmış, şiirler sarıklarından, feslerinden,
söylenmiş... Ben bu dar çerçeve şapkalarından belli idi ki bu
AH İSTANBUL!
içinde elbette bu sıkıştırışmışlığın kalabalık Asya’dan ve Avrupa’dan
çözümünü dileyecek değilim, gelmiş, birbirine yabancı insanlar
Her köşesinde her gün yeni bunun olanaksızlığını da bilmiyor oldukları derhal anlaşılıyor,” diyor
bir çirkinlikle karşılaştığım şu değilim ama yine de insanın ve ekliyor: “Dikkatimi üç şey çekti.
İstanbul’dan yakınmadığın an yok susmaya gönlü elvermiyor. Kadın, köpek ve çan sesi yok.
gibi. Geçenlerde yine bu konuda Çarşıdan çıkar çıkmaz mezarlığa
üzüntümü paylaştığım eski ve Minareler diyarı, her adımda bir girersiniz, Türklerin alışveriş
aziz dostum Şahap Balcıoğlu beni eski eser, mimari şaheserleri ile yapıp ölmekten başka işleri yok…
arabasıyla Çamlıca’ya götürdü. dolu bu İstanbul, Marmara’nın Güvercinler servilerin dallarına
İstanbul’un gün geçtikçe artan meltemli rüzgârları içinde baygın yuva yaparak ölülerin huzurunu
çirkinliğine içi sızlayan bir kişi için uyuyan bu şehrin beş yüz bu paylaşıyorlar.”
bundan güzel ve etkili bir avunma kadar yıldan beri başından geçen
olamazdı. Sokak başlarındaki serüvenler, her bozuk kaldırımın 1832’de Lamartine gelmiş
çöp yığınlarında tökezlene anlattığı binlerce öykü var. Ezan İstanbul’a. O da şöyle konuşuyor:
tökezlene, çamur çukurlarında seslerine karışan korna sesleri, “Boğazın akıntısı sayesinde
yuvarlanarak dolaştığımız bu camiler, mescitler, türbeler, yıkanan granit destekler, mermer
tarihi, bu turistik kentin bu çeşmeler, kuleler, kaleler… ince sütunlar, Arabesk parmaklıklı
estetik bozgunu karşısında içi İstanbul kolay anlatılamaz. taraçalar, güneşte parlayan camlar,
ezilenlerin her türlü zahmete balkonlardan sarkan çiçekler,
katlanarak Çamlıca tepesine kadar Sevili ve davul sesi gibi güzeldir şahnişinler, gül bahçeleri, servi
çıkmalarını öneririm. İnsan orada uzaktan İstanbul. Nedim’in korularına yol veren kemerler,
biraz rahat nefes alıyor ve bilgi ile “Bu şehri Stanbul ki bir misl ü evlerin içinde suları şırıldayan
iyi niyetin neler başarabileceğine bahadır./Her sengine bin acem fıskiyeli havuzlar, taştan dantel
inancı, hayranlığı artıyor. Ve mülkü fedadır” dediği günlerde gibi işlenmiş veya bir ressam
Çelik Gülersoy’a gönlü minnetle Kâğıthane, sadâbâd-ı yaşıyordu. paletinin bütün cömertliği ile
doluyor. Divan Şiirinde İstanbul’u bir boyadığı tavanlar, şehvet dolu
defa görenlerin artık ayrılmak hapishanelerdeki esir odalıkların
Tevfik Fikret’in: “Ey köhne Bizans, istemedikleri bir diyardır. Öyle hareketsiz gölgelerini belirten
ey koca fertut-u musahhir, / Ey büyülü bir hali vardır. Yahya hârem dairleri... Ağaçlıklar,
binbir kocadan arta kalan hive-i Kemal bile yıldızlarda malikâne kayalar, bahçelerinin nihayetindeki
ha kir/ Hüsnünde henüz tazeliğin verseler yine İstanbul’a dönmek dehlizde efendisine şerbet ve
sihri hüveyda./ Hâlâ titrer üstüne istediğini söyler. Yabancıların da nargile hazırlayan köleler.”
enzar-ı temaşa./ Hariçten uzaktan İstanbul için söyledikleri arasında
açılan gözlere süzgün/ Çeşman-ı dikkate değerlerini okudum. 1900’de ise Pierre Loti gelmiş. O da

191






bir “hayal şehir” olarak, İstanbul’u ACIYLA SÖZLENME Bense, eskinin küf kokusuna hasret
peri kâşanelerine benzetmiş. çekerek, kotü yeninin iç bunaltıcı
“Ah İstanbul,” diyor. “Beni Adnan Özer haliyle İstanbul’u Orhan Veli’nin
büyüleyen isimlerden en başta şu dizeleri ile güzelleştirmeğe
sen varsın. Adın tekrarlandığı Naylon çiçeklerdesin şimdi çalışırım: “İstanbul’u dinliyorum/
zaman gözlerimin önüne bir hayal Gölgeler dağınık saçlarını masaya Gözlerim kapalı.”
gelir. Muazzam, başka ülkeler ile sarkıtıyor
kıyaslanamayacak bir şehir silueti Kuşkonmaz dalı gür kirpikleriyle Ara sıra benden iltifatlarını
görür gibi olurum. Bu camilerin Pembe badanayı tırmanıyor esirgemeyen, bunlarla övündüğüm
ayaklan dibinde vaktiyle hayatımın Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu
en unutulmaz demlerini geçirdim. Gölgelerdesin şimdi da 1965 yılı aralık ayının son
İç çekişlerimin ezgisi pazar günkü Cumhuriyet’te,
Hızla uzaklaşan mesut günlerin O gönül çelen köçek “Erenköy’de Yeşilin Ölümü”
daimi şahidi yine bu camilerdir. Şiirimin başını döndürüyor başlıklı yazısında şunları söyler:
Aralık ayının soğuk gecelerinin “Şimdi dolaşıyorum Erenköy’ün
kararsız mehtabında uyuyan Kız kardeşim etaminler işliyor sokaklarında, eski semtleri, eski
İstanbul’un kıyılarından sessizce Tombul, güleç güneşler köşkleri, özellikle eski bahçelik ve
geçerken de onları görürüm. Sarkan kiraz dalları çamlıkları anımsamaya, hayalimde
Onlar ebedidirler. Gittikçe, yerli yerine koymaya çalışarak.
onların hayatına karıştıkça bu Halılardasın şimdi Çamlık ve bahçelik diye pek az şey
camileri daha çok ve bambaşka Şark desenlerinde kalmış Erenköy’de. Mevsim zaten
türlü sevmeye başlarım. Bu millete Annem oyalar işliyor hüzünlü, yeşilin yok olması da
gün geçtikçe bağlanıyorum.” Söz kesti ilmekleri atıyor bana ayrı bir üzüntü veriyor.”
Oğlunun muradına
Claude Farrere de, “Biraz ilerde Üstad Hıfzı Veldet’in Erenköy’de
Süleymaniye... Bu cami Türklerin Bense şiirler yazıyorum ölümüne acıdığı yeşili ben de çok
Kanuni Süleyman adını verdikleri Kedi yavrucukları sıralanan eskiden anımsıyorum. Birinci
Fransızların ise Görkemli takvimde Cihan Savaşında askerliğimi
Süleyman diye, andıkları Birinci Günler geçiyor buralarda yaptım, ben de o
Francoios’nın dostu ve kendisini köşkleri, o çiçek bahçelerini, ben de
Chârles Quınt’e müdafaa etmeyi Örtülerdesin şimdi gördüm. Şimdi Göztepe’de Orhan
göze alan padişah tarafından İri karanfillerde Erinç’in çocukluk günlerinde top
yapılmıştır. Ay ışığı kendisine Tavus kuşu kuyruğu oynadığı arsa üzerinde yükselen
vurduğu zaman hüzünlü ve Göçmen yastıklarında beton kulesinden bakıyorum
azametli bir görünüşü vardır” diye o taraflara. O bahçelerden, o
söz etmiş İstanbul’ dan. Şiirlerdesin şimdi köşklerden tek bir tane kalmamış.
İmgeler göz ışıltılarınla parlıyor
Sesinin bir buğuyu yumaklayan Yarın yine Şahap Balcıoğlu’na
tadı var beni Çamlıca’ya götürmesini
uyaklarda rica edeceğim. Yine avunmaya
ihtiyacım var.


Sanat Olayı - 1982

192






YAZARLARIN

GARİPLİKLERİ






















































David Levine’in çizgileriyle H.G.Wells David Levine’in çizgileriyle Balzac

H. G. WELLS’in yapıtlarını dünyanın BALZAC, başucunda yanan bir mum cübbesi” giydiğini söyleyenler bile
en okunaksız elyazısı ile yazdığı olmadan hiçbir şey yazamazmış. var! Bu ünlü yazarın bir alışkanlığı
söylenir. Onun yazılarını ancak iki Mumunu gündüzleri bile yakarmış. da, her gün mutlaka belirli miktarda
kişi okuyabilirmiş. Bunlardan biri Kahve tiryakiliğiyle de tanınan yazı yazması... Sözgelimi günde 50
özel sekreteri olmasaymış, Wells’in
romanları kolay kolay basılma olanağı Balzac’ın bir başka özelliği ise, çoğu sayfa yazmaya karar verdiyse, dişini
bulamayacakmış. Bu ünlü yazarın zaman yazı yazarken başına bir sıkıp 50 sayfayı dolduruyor. Belirli bir
gençliğindeki bir alışkanlığından da yün atkı sarıp ayaklarını da suya yerde, diyelim 30. sayfada takıldıysa,
söz edilir: O döneminde ayaklarını sokması... Öyle ki onun bu adetini “formunu kaybetmemek için” kopya
sıcak suya sokmadan yazamazmış... abartıp roman yazarken “keşiş ederek dolduruyor...

193






EDGAR WALLACE ise, çalışmaya BERNARD SHAW, Ayot, St. verirmiş. Böylece içinde bulunduğu
başlamadan önce bir işçi tulumu Lawrence’deki evinin bahçesine bir ortamın havasından uzaklaşıp bir
giyer, sonra da kendini hava kulübe yaptırtmış ve tüm yazılarını düş evrenine girermiş... Bu tutkusu
akımından korumak için çevresini burada kaleme almış. nedeniyle banyoda, su içinde yazdığı
cam paravanalarla çevirttiği büyük da olurmuş...
masasının başına geçermiş. Bir Shaw, kendine göre düzenleyip
yandan durmadan çok şekerli çay geliştirdiği bir steno yazısı WORDSWORTH, hiçbir yapıtını
içer, öte yandan da bir “dictaphon”a kullanırmış. Sonradan daktilo evinde, çalışma odasında yazmamış.
konuşurmuş. Böylelikle dakikada makinesi ile yazmaya başlamış. Bu ünlü İngiliz şairinin hizmetçisi,
ortalama 60 sözcük “yazabilir”miş. Ancak, silik şeritlerden nefret herhangi bir ziyaretçiyi görünce, bir
Ünlü dedektif romanları yazarı, edermiş. Şerit silikleşince, makineyi şey sormasına fırsat bırakmadan şöyle
genellikle gündüzleri uyur, geceleri kaptığı gibi tamirciye götürür, şeridi demiş: “Burası efendimin kitaplığıdır.
çalışırmış. değiştirtirmiş! Kendisi şimdi çalışma yerinde;
kırlarda bayırlarda dolaşıyor.”
MARKTWAIN de yatakta yazanlardan...
Yatağa uzanıyor, kağıtları dizinin ALEXANDRE DUMAS, en yeni, en
üstüne yerleştirip başlıyor kalem süslü giysilerini kuşanıp yakasına da bir
oynatmaya... Yazdıklarını yatağın çiçek yerleştirdikten sonra otururmuş yazı
üstüne ya da yere atıyor. Yanındaki masasının başına. O da hiç ara vermeden
komodinden piposunu doldurup çalışırmış. Hatta, söylentiye göre,
boşaltırken yararlanıyor... “Bana güzel romanını bitirmeden evden çıkmamak
bir yatak verin, size ölmez başyapıtlar için ayakkabılarını ve çalışma odasının
vereyim” sözü onunmuş! anahtarını hizmetçisine verirmiş...



WALTER SCOTT, erkencilerden. DICKENS ise romanlarını büyük,
Sabahleyin çok erken kalkar, kahvaltı görkemli çalışma odasında kaleme
yapmadan yazı masasına otururmuş. alırmış. Düzgün bir elyazısıyla mavi
“Ivanhoe” adlı ünlü romanını ise hemen renkli kağıtlar üzerine, kağıdın
hemen çalışmasına hiç ara vermeden, rengine yakın tonda mürekkeple
gece gündüz bir çırpıda yazıp bitirmiş. yazarmış...



JAMES JOYCE’un yatağında, yüz
aşağı yatarken yazdığı söylenir. Eski
tip siyah mürekkepli kalemle ilk
David Levine’in çizgileriyle Henry James müsveddelerini çizen Joyce, daha
sonra kırmızı kalemle düzeltmeler
HENR Y J AMES, a y a k t a yaparmış...
yazanlardanmış. Çalışma odasının
çeşitli yerlerine yüksek sehpalar
yerleştirir, bunların üzerine kağıtlarını SCHILLER’in yazı masası
dağıtırmış. Ve düşüne düşüne dolaşır, üzerinde ekşi ya da çürük elma
bulundurmaktan hoşlandığı söylenir.
aklına gelen cümleyi en yakınındaki Yazar, elmayı sık sık koklamaktan
kağıda geçirirmiş. Böyle dolaşa dolaşa pek hoşlanırmış. Bu koku, ona
çeşitli kağıtlara yazdığı cümleleri yağmurdan sonra bir ormanda, otlar, ÜLKÜ TAMER’ in yönettiği
sonradan birbirine “monte” edermiş. yapraklar arasındaymış izlenimini Milliyet - Sanat Dergisi 1980

194






ESKİ EVLER ÜSTÜNE arkadaşına sık sık giderken beni Yapının karakteri, özelliğiyle
de yanına alırdı. Şimdi bunları bağdaşamayan süsler, özentiler
yazarken yayvan basamaklı belirmiştir ki, bina cephesini
Nurullah Berk merdiven, birinci katın, ikinci bozuvermiştir.
katın sofaları, pervazlı tavanlar,
duvarları kaplayan soluk renkli Oysa, daha sonraları yapılanlara
kağıtlar gözümün önünde bakan kişi bu eski üslup
Fikri Çiçekoğlu’nun geçenlerde canlanıyor. bozuntularına bile razı gelir. Hiç
Akademi’de verdiği bir değilse eski çeşninin kalıntılarını
konferanstan, ünlü besteci Franz Çiçekoğlu’nun konferansından taşıyorlar, diye. Çeşni derken
Liszt’in Abdül-Mecit devrinde sonra eski Polonya sokağına gidip haslık “üslup’’ demek istiyorum. Şu
İstanbul’a gelip padişah önünde bir on dokuz numaralı evin karşısına İstanbul’a, yapı bakımından iyiden
piyano konseri verdiğini öğrendik. dikildim, ona uzun uzun baktım iyiye soysuzlaşmış, İstanbul’a
Liszt’in burada bulunduğu süre ve içimden şunları düşündüm. O bakalım. İstanbul’un belli başlı iki
içinde nerede oturduğu da belli: çağları, çocukluğumuzda da olsa mimari üslubu vardır. Biri Frenk
Beyoğlu’nda, eski bir Fransız bir nebze yaşadığımız mı, nedir, bu mahallelerinde, özellikle Beyoğlu
sefaretine inen, eski adıyla eski evler ne kadar cana yakın, soylu, üslubu bir Fransız-İtalyan kırması
Polonya, yeni adıyla Nuriziya denkli, kibar geliyor. Kapılarında, idi ama, bir güzelliği, bir soyluluğu
sokağının on dokuz numaralı evi. pencere nispetlerinde, balkon vardı. İstiklal caddesinde
Turing ve Otomobil kulübünün çıkıntılarında bir ağırbaşlılık, bir gözlerinizi vitrinlerden, sinema
himmetiyle bu eve bir de plaka kendilerine güven var sanki. Bu ilanlarından kaldırıp binalara
konulmuş, gittim gördüm. hava sadece yapıların üstlerine bakmak zahmetine katlanırsanız
sinen tarihten gelmiyor yalnız, sizi hoş sürprizler karşılar. Geçen
Birden içimde bir sürü anı üsluplarında, yapılış tarzlarında, yüzyıllardan kalma birtakım
uyanıverdi. Liszt’in on dokuzuncu çizgilerinde, genel görünüşlerinde iri yapılar bu caddenin son
yılda oturduğu bu evi nerden gerçek bir büyüklük var. güzellik kalıntılarıdır. Galatasaray
biliyorum, bu ev bana neden çevrelerinde, eski Polonya
böyle yakın diye sordum kendi Bu büyüklük eski çağların yalnız sokağında belki de Venedikli
kendime. Sormamla bulmam bir Hristiyan evlerinde değil, Türk kalfaların yaptığı balkonları demir
oldu. On, on iki yaşlarımda bu konaklarında, en alçakgönüllü parmaklıklarla süslü, cumbalı, yer
eve belki yüzlerce kere gelmiş, eski tahta evlerinde de var. Anadolu’yu
merdivenlerden üst katlara çıkmış, dolaşırsanız eski yapıların bu yer taş içine oyulmuş motiflerle
belki de Liszt’in yattığı odada özelliğini orada da görürsünüz. bezenmiş öyle evler görülür
uyumuş, oynamıştım. Bir yapının karşısında hangi çağın ki, göçmüş bir uygarlığın son
işi olduğunu anlarsınız hemen. örnekleridir.
O sıra uzun yıllar ailemiz içinde Çokluk soylu yapılar birinci
yaşamış bir Fransız eğitmenim dünya savaşından önceye düşer, Boğaziçi’nde, Çamlıca’da, adalarda
vardı, yaşlı bir kadın. Adı hiç değilse elliyi doldurmuşlardır. Türk köşklerinin ayakta duran son
Margueritte d’Ormeau idi. Adının Soysuzlaşma ondan sonra yavaş örneklerini görebilirsiniz. Eskiden
başındaki “d’’ den sonra gelen yavaş başlar. Nerden anlaşılır kalma kaç yalımız var Boğaziçi’nde.
apostrof ona bir soyluluk özentisi bu soysuzlaşma, bu çirkinlik Geçenlerde Kanlıca’daki eski bir
verirdi. Polonya sokağının on başlangıcı? Malzeme kötüleşmiştir. yalının mermer merdivenlerini
dokuz numaralı evinde oturan Yapı eski üslupları tekrarlasa bile bir yabancı ile çıkarken yapının
kendi gibi yaşlı bir Fransız kalfanın kopyacılığı acemidir. dışı gibi içinin de kişiye güzellik

195






duygusu aşılayan havasının etkisi ilgilendiriyordu. Cumbaları, belediyeler kimse farkında değil.
altında kaldım. Yabancı dostum da süslü parmaklıkları, kemerli kapı Nitekim Üsküdar’ın o tatlı deniz
“Kendimi bir Venedik sarayında ve pencereleri, türlü biçimde kenarını, üstelik inci gibi bir anıtın
sanıyordum.’’ Dedi. Böyle soylu saçakları, renkleriyle bu yapılar yanıbaşında, koskoca bir tütün
yapılar içinde kişi kendini uygar şehirden şehre değişiyordu. deposuyla mahvetmişiz.
olması şartıyla her yerde sanabilir. Arkadaşımın bu evlerin fotoğrafını
İstanbul’un artık kaybolmuş çektiğini görenlerin şu garip soru Avrupa’da devlet eski yapıların
güzelliğini bütün yapılarının geliyordu: Bu eski köhne yapıların
soyluluğu sağlardı. resmi çıkacak da ne olacaktı? Az bir kısmına özel kişilerin de olsa
el koyar, ne yıktırır, ne bozdurur.
ileride asıl resmi çıkacak “modern’’
Bilmiyoruz kıymetini bu binalar vardı. Böylelikle şehirler, semtler
yapıların. Şehirlerde, irili ufaklı eski güzelliklerini kaybetmez.
Türk şehirlerinde eski yapılar bir Genel olarak halkın sağduyusu bu Bizde yok öyle şey. On sekizinci
bir göçüyor, ya kendiliğinden, idi. Nitekim o canım evlerin bir bir yüz yıldan kalma eski bir Türk
eskiyerek, ihtiyarlayarak, yıkılarak yerlerine kalfa elinden yalısının sahibi onu dilediği gibi
bakımsızlıktan, ya da kazma çıkma korkunç apartımanların yıktırır, yerine Avrupa kopyası bir
altında. Çoğu aydınlarımızın yükseldiğini gördük. Bu hastalık çirkinlik diker, kimse karışmaz bu
sık sık tekrarladıkları halkın bütün memleketin hastalığıdır. En işe, cinayet göz göre göre işlenir.
sağduyusunu, zevkini çok aradım. uzak Anadolu ilçesinde görülen Çokluk, beğenilir de bu tutum. O
Anadolu’da. Bu aydınlara göre köhne yapının yerine gıcır gıcır
halk sanatseverdir, zevklidir, bu zevksizlik en uygar şehirlerimizde bir alafranga bina yükselmiştir.
de görülür. İstanbul meydanda.
işlerde sağduyusu vardır. Zevki Yıka yıka bu şehirde ‘’semt’’ Ama ne üslubu, ne yüksekliği ne
bozulduysa suç “bir kısım’’ bencil güzelliği diye bir şey bırakmadık. havası uygundur o eski yalının
aydınlarındır: Bunlar halkın “Semt’’ derken Fransızların “site’’ bulunduğu kıyıya. Bir çirkinlik
zevkini birtakım soysuz sanat kumkumasıdır. Kimse aldırmaz,
örnekleriyle bozmaktadır. Bir kere –“sit okuyunuz’’- anlayışını kimse farkında olmaz.
halkta sağlam bir zevk, bir sanat söylüyorum. Fransızlar “site’’
sağduyusu ya var ya yoktur. Varsa derken belli bir memleket ya Bakınız, Franz Liszt’in Polonya
bozulmaması gerek, aksine, uygar da şehir bölgesinin sokakları,
ve ileri memleketlerde olduğu gibi binaları; manzaraları ile bütünü sokağındaki evi bizi nerelere
gelişmesi, ya da biçim değiştirmesi. ele alıyorlar. Örneğin. Eyüp bir götürdü. Polonya sokağına,
Anadolu’da gördüğüm o canım “site’’dir. Öyle olduğu için yalnız daha doğrusu Nuriziya sokağına
eski evlerde, her bölgeye göre mezarlarının, anıtlarının değil, dönelim. Benim bu yazıda söylemek
üslup değiştiren, yapılarda evlerinin, sokaklarının, yol istediğim orada ayanbeyan.
oturanların bunların güzelliğini kavşaklarının, sahilinin, bütün Meraklı okuyucuya Beyoğlu’ndan
zerrece duymamalarıdır. çevresinin onarılarak olduğu gibi geçerken o sokağa sapmasını,
alıkonulması gerektir. soluna soluna bakarak eski Fransız

Son Anadolu gezilerimden birinde elçiliğine kadar inmesini tavsiye
yanımda genç mimarlarımızdan Bizim haydi haydi yaptığımız, ederim. Kazma nasılsa oraya daha
biri vardı. Bu arkadaş, gezdiğimiz tarihi anıtları onarmak–çok defa yetişememiş. Ama yakındır. Bu
yerlerde, Elazığ’da, Maraş’ta, fena onarmak. Ama o anıtların sokaktaki yapıların eski Frenk
Gaziantep’te durmadan fotoğraf çevresi varmış, dekoru varmış, evleri oluşu bizi ilgilendirmez,
çekiyordu. Onu eski anıtlar kadar, onlar çevre ile “estetik bölge’’yi eskilikleri, hastalıkları, birbirlerine
hatta daha fazla sivil yapılar sağlıyorlarmış, bunun başta uygunlukları, bu halleriyle

196






on dokuzuncu yüzyılın
dokunulmamış bir dekoru
halinde yaşamaları ilgilendirir.

İstanbul’un eski Türk ve Frenk
mahallelerinde belki birkaç blok
kalmıştır bunun gibi. Şehrin
eski şiirini, eski özelliğini,
karakterini buralarda görebiliriz.
Gelgelelim bizim şehircilik
anlayışımız boyuna yıkmak,
genişletmek. Böylelikle İstanbul’u,
Menderes’in deyimiyle, en uygar
Batı şehirlerinin seviyesine
ulaştıracağımızı sanıyoruz. Oysa
öyle Batı şehirleri var ki, sokakları
dar, kargacık burgacıktır ve değil
geçen yüzyıldan, Ortaçağın tahta
evlerinden dipdiri örneklerle
çevrilidir. Ne devlet, ne özel
kişiler bu eski evlere dokunmaz,
dokunamaz. Tahta evleri,
köşkleri, konaklarının yüzde
doksan beşi yangınlarda kül
olan İstanbul’un o sapasağlam
kargir yapılarını da bir bir yıktık.
Yerlerine yalancı alaturkalıklar,
yalancı alafrangalıklar diktik. Bu
canım şehrin yüzünü boyuna
çirkinleştirdik.


Sözüm ona “imar’’ olan İstanbul’da
bir gün gelecek ki, eski güzelliği,
yapı denkliğini, semt şiiriyetini
arayan kişi şehrin kim bilir nasıl
unutulmuş bir bucağına kadar
gidip bir köşebaşı, bir duvar,
kazmadan kurtulmuş bir konak,
sahilde küçük bir yalı arayacak.
Bulursa!


Varlık - 1962 Ferit Öngören

197






ZAMAN SANATA Kuşkusuz, bir yazarı zaman içerisinde ilişkileriyle, teknolojinin getirdiği
büyük değişmelerle, birey-toplum
unutturan nedenlerle, tersi, zaman
KARŞI içerisinde yazarı yeniden diriltip bağlamıyla, yerel ve evrensel yanıyla,
okunur kılmada bir çok nesnel ve kısacası yaşamı tüm karmaşasıyla
öznel nedenler aranabilir. Yazdığı algılayıp özümlemek zorundadır.
günlerde çağının ilerisinde gerisinde Sağlam bir öz üzerine oturmayan
Mehmet Güler de olsa yazar, belli bir süre içerisinde bir biçimin sanat ürününü zaman

zamanla ters orantılı bir evreye denen o ölümsüz Gılgamış karşışında
girmekten kendisini kurtaramıyor. güçsüz kıldığı bir gerçek.
Yazılan sanat ürünlerinin kaçta kaçı Bu nedenledir ki, hangi koşulda
kalıyor yarına? Belli bir yere geldikleri olursa olsun, yazarların tümü zamana Sanıyorum yazarların çoğu çağını
halde, ölüp giden yazarların kaçı karşı ters orantılı. Sanatla zaman anlamada, en az onun gerisine
zamana karşı direnebiliyor?.. arasında görünmez bir savaşım var. düşmemede birleşiyorlar da,
Doğup büyüyen bir bebeğin, dirimle ürünlerini hangi yönsemeler
Sanıyorum bu sorulara ilk planda ölüm iç içe yaşaması gibi diyalektik içerisinde vermeye gelince pek çok
olumlu yanıtlar vermek oldukça bir çelişkiyi bağrında taşıyor. Bir hatalara düşüyorlar. Bu nereden
güç. Bir annenin çocuğunu sürekli yanı yaşamak için durmadan doku kaynaklanıyor? Kuşkusuz pek
kollayıp izlmesine benziyor yazar- yenilerken, bir başka yanı ölümle çok nedenleri var. Onun hazır
yapıt ilişkisi. Yazarı arkasında bağuşuyor. Sonunda ölüm altediyor hapını yapmak, reçetesini yazmak
olmadımı, ölüp gitti mi, kısacası, onları. Bunların tümünü ortak bir istemiyorum. Daha açıkcası yazacak
arayıp soranı bulunamadı mı, çoğu payda altında toplanmasını biliyor. gücü kendimde bulamıyorum.
unutulup gidiyor. Aşınıp yıpranıyor, Ama bir şeyler seziyorum. En
zamana karşı direnemiyor. Şu anda Zamana karşı ters orantı içinde olan azından duyuyorum. Bir yapıtın
Edebiyat kitaplarına, yazarlar şairler yazarların baştan bu bilincitaşımaları herşeyden önce bilinçli yazılması
ansiklopedilerine bakarak pek çok sanıyorum oldukça önemli. Niçin gerektiğini savunurken, ona gidecek
ad sıralamak istemiyorum. Bunların yazıyorum? Kimin için yazıyorum? yolu duyularla, sezilerle bulmaya
içerisinde yaşadığı günlerde çok Gibi pek çok sorunun yanıtı bir ölçüde çalışmanın doğruluğu da tartışılabilir
önemsenmiş, adıyla, yapıtlarıyla kendisine yol gösterebilir. Kalıcı kuşkusuz. Yine de düzenleme görevi
fırtınalar koparmış olanlarda var. olmanın nesnel ve öznel koşullarıyla almıştım. Eleştirmenlere, öykücülere
Ürünü yapay reklamların üstüne sanatını donatabilir. Denilebilir ki, tek tek baş vurup bu programda
oturtanlar daha bir çabuk silinip Montaigne Denemeler’ini yazarken konuşmalarını rica ediyorum. Ne
gitmişler. Zamanın kemirgen hiç de iddalı değildi. Ama o altın bilecektim ki bu bir yılı kapsayan
dişlerine bir süre karşı koyabilen sözler, zamanı deldi. Çağlara çağlar bir polemiğin ilk kıvılcımları olacak.
pek çoğu sonunda yine ona yenik ötesine ulaştı... Doğrudur sanatcı Ya da hiç gereği yokken yapılan bir
düşmüşler. Bir pasın demiri yiyişi, bilinci kadar buyularıyla da egemen çağrıyı kavga sırasında gündeme
nemin görkemli bir konağı çürütüp olabilir zaman. Usuyla olduğu kadar getirip, üslup yönünden eleştirmenleri
eskitişi gibi yıpranıp yokolmuşlar. yetenekleriyle de bir çok güçlüklerin birbirine düşürecek! Ve bu yüzden
Gününde görmezlikten gelinildiği, üstesinden gelebilir. Ama öyle bir Etiler troleybüsünde kendimi
önemsenmediği halde zamana karşı başarı görecelidir, istisnalara bağlıdır. tanıtmama dramını yaşatacak.
inatla direnenler de çıkmış. Zaman Günümüz de ki sanatçı, yeteneği
geçtikçe bir bal gibi özleşenler, kadar bilinciyle hareket eden kişidir. Evet bunların her biri en basit bir
şarap gibi içten içe mayalananlar Belki ondan daha çok biliciyle değerlendirme kavgasının yıllar
da bulunmuş. Şair-i azam Abdulhak hareket eden kişiidr. Çünkü çağımız geçse de bıraktığı olumsuz izler.
Hamit’i birinci savımıza örneklersek her şeyini bilinç üstüne kurarken Nedeni bazen uslubu karıştırmak
Moby Dick’in yazarı Herman Melville sanatını ondan soyutlaamaz. Yazar, amacı herşeyin üstünde tutmak,
de ikinci savımız için anımsatabiliriz çağını dünün ve geleceğin içinde mitleştirmek... Edebiyatın üslubu
herhalde. eriterek tüm boyutlarıyla, insan-doğa neredeyse üslupsuzluk denilecek

198






kadar özgürlükle sarmaş dolaşken şimdi Murat Belge’yle Berna Moran Evet şu kabulümdür; eleştirinin
eleştirinin koyu bir istibdat dönemi aynı kişilerdir, diye bilir miyiz? Ya konusu bir başkasının anlatısı
yaşadığı dört dörtlük ortadadır. Niye da Fethi Naci, Asım Bezirci, Rauf üzerine kurulmuştur. Bu yüzden
mi, örnek vereyim. Mutluay, Memet Fuat, Hilmi gerçekten çok geçerlilikten söz eder.
Yavuz’un ya da Konur Ertop’la Ama bu söz edişte, şiirde olduğu
Bir romancıyı ele alalım. Kişilerini Doğan Hızlan’ın, Adnan Binyazar’ın gibi, tek yanlı bir konuşmacının
istediği gibi konuşturuyor. Bu bir birleriyle ilgisi çağdaş olmanın seslenişini aramak boşunadır. Bende
konuşmaları dilediği gibi yargılara ötesinde , insan olmanın ötesinde onu yapmak istemiştim; Sanat
ulaştırıcı bağlarla örüyor. Yapısal neyle açıklanır? Ağzına içki koymayan olay’ındaki “biz’’ nesnellikten başka
sağlamlığının güçlülüğü oranında Attila İlhan’la, içkisiz yaşayamayan ölçüt tanımayan alçakgönüllü bir
başarısı artıyor. Hiç kimse demiyor Behzat Ay gibi... davranışın seslenişiydi, Yazko’daki
ki filan kişi niye böyle konuştu? “ben’’se, bilimce-nesnel davranışın
Ama eleştiride böyle mi? Her şeyiniz Eleştirmenin yaptığı işler, nerede bırakıldığını gösteren toplumsal
sınırlanmış. Neyi, nasıl, ne kadar, ne başlar, nerede biter? Bana sorarsanız ipucu...
biçimde, söyleyeceğiniz ya tahmin ki sormanız gerekir ey sevgili
ediliyor, ya da ikinci bir seçenek okuyucu, ey iyi niyetli okuyucu, İzin ver ey okuyucu, bu kadarcık
bırakılıyor. Fazlasına duvar örülüyor sorunuz bana, yanıtım şu ki, bunu uslub özgürlüğü de benım hakkım
adeta. Hani, bir yapıtı eleştiriken, eleştirmenin kimliği saptar. Yukarıda olsun! Arkadaşıma da öyle dedim...
araya filan arkadaşınızın şöyle şöyle şöyle bir andığım dostlar, ki her Söylenecek bir şey olmalı. Görülen
düşünceleri de koysanız, itirazlar birinin kuracağı Zekeriya Sofrası şu ki, yapıtların pek çoğu yazıldığı
başlıyor. Halbuki sorun “üslub’’ ve ayrı olcağına göre, değerlendirmeleri günlerin dışında kolay kolay
onu çekici kılma, eleştiriyi okutma ve değerlendirme yolları da ayrıdır. ilgi toplamıyorlar. Arkadaşın
için başvurulan teknikler sorunu... Aslında ayrı ayrıdır da asıl sofrayı yayınevi reklamı, yazarının çabası,
Dikkatinizi çekerim. kurandan çok, sofraya çağırılanların eleştrmenlerin dikkat çekmesiyle bir
değerlendirilmesi önemli değil süre salınıp boy gösterebiliyorlar. Bu
Klasik ya da “resmi’’ demek istiyorum midir? Tıpkı eleştiriyi eleştiri yapan güçler desteklerini çektiler mi, gelsin
resmi anlayışta cizilen bir çatık kaşlı okuyucunun ortaya koydukları edebiyat müzesinin tozlu rafları...
eleştiri üslubu vardır. Şöyle şöyle birbirinden çok farklı “Son Akşam
şöyle: Tamam. Sanki insanın sarhoş Yemeği’’ tabloları gibi... “Her kitap yazıldığı gün eskimeye
olup olmadığını dümdüz bir çizgide başlar’’ diyor eleştirmenin bitanesi.
yürütmekle anlmaya yarayan primitif Değilse eleştirmen, sanatçılara, oklar Doğrudur bunun önüne geçilmez.
bir yol gibi, sekiz çiziyorsanız gittiniz, atan bir kirpi olmadığı tersine kimi Hergün toplum değer yargıları, hayat
sarhoşsunuz. Ya da şöyle şöyle şöyleyi yerde atılan oklara kalkan olandır. Ok anlayışı, dili, düşüncesi değişirken,
aştınız mı eleştirmen değilsiniz. Hey ve be-o-ka atan onları kendileriyle kısacası her şey diyalektiğin, altüst
babam hey! Kim diyor yahu? Kim? hesaplaşmaya çağıran bir sanatçı hiç olup yeni bireşimlere dönüşürken
değildir. Hele hele de bunlar yapıyor bir ürünü eski tazeliğinde tutabilir
Yansıtmacı eleştiri, tatsız tutsuz bir diye sanatçı dalkavukluğu yapan misiniz? Kuşkusuz yazıldığı günde
şey. Dolmuşa biner de ister istemez sanatçı hiç mi hiç değildir. eskimeye başlayan bir kıtabin yerini
şöförün teybinde ki iki yüzyıl yenisi dolduracak, taze kan alacak.
önceki zevklerin müziğini dinlemek Nerden nereye değil mi? Aslında Böylece hayat durmadan yenileyecek
zorunda kalırsınız ya işte öyle bir şey! birinci tekil kişi ile birinci çoğul kişi kendini. Bunlara evet ama zamana
Kuru kupkuru, görseniz olmuyor, olarak yazdığım yazıların hesabını karşı direnme gücü olan sanatta
görmezsiniz olmuyor. vermeye kalkmıştım; ne oldu! Adeta eskime böylesine hızlı çabuk olursa,
eleştiriyi yücelttim. Zinhar böyle bir sanat adına bir olumsuzluk var
Oysa eleştiri eleştirmeni eleştirmen amacım yok. Böyle sonuç çıkıyorsa, demektir. Düşünüyorum da; zorunlu
de eleştiriyi yaratmıştır. Eleştiri bu da bir üslub sorunudur! Eleştiri öğretim dışında. Koskoca Divan
eleştirmenin ta kendisidir. Kalkıpta edebiyatın en büyük erkek kardeşidir! Edebiyatı’nın ürünlerini kaç kişi


Click to View FlipBook Version