İSLÂM TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ
1.CİLD
İçindekiler Tablosu ABDURRAHMÂN III ...................................................... 117
ABDURRAHMAN BİN AVF (r. anh) .............................. 123
ABAKA HAN....................................................................... 3 ABDURRAHMÂN SÛFÎ.................................................. 131
ABBÂDÎLER (Abbâdoğulları) ............................................. 6 ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ................................................ 134
ABBÂS BİN ABDÜLMUTTALİB (r. anh).......................... 7 ABDULHALIK-I GONCDÜVANÎ .................................. 137
ABBASÎLER ...................................................................... 11 ABDÜLKÂDÎR-İ GEYLANÎ ........................................... 139
ABDÂLİYE DEVLETİ....................................................... 29 ABDÜLKERİM SATUK BUĞRA HAN.......................... 147
ABDULLAH BİN ABBÂS (r. anh) .................................... 31 ABDÜLMELİK BİN MERVÂN....................................... 151
ABDULLAH BİN AMR BİN AS (r. anh) .......................... 37 ABDULVÂDİLER............................................................ 161
ABDULLAH BİN CAHŞ (r. anh)....................................... 39 AÇE DEVLETİ ................................................................. 162
ABDULLAH BİN MES’ÛD (r. anh) .................................. 41
ABDULLAH BİN MEYMÛN EL-KADDÂH.................... 49 ADALET........................................................................... 167
ABDULLAH BİN MÜBAREK .......................................... 51 ÂDİLŞAHLAR ................................................................. 171
ABDULLAH BİN ÖMER (ranh)........................................ 62 ADİYY BİN MÜSAFİR (r. aleyh) .................................... 173
ABDULLAH BİN REVÂHA (r. anh)................................. 69 ADLİYE ............................................................................ 176
ABDULLAH BİN SA’D BİN EBÎ ŞERH .......................... 76 AFŞİN (Haydar bin Kâvus)............................................... 182
ABDULLAH BİN SEBE (Bkz. İbn-i Sebe)........................ 79 AFŞİN BEY (Bekçioğlu) .................................................. 185
ABDULLAH BİN TÂHİR.................................................. 79 AĞLEBÎLER DEVLETİ ................................................... 188
ABDULLAH BİN ÜBEY BİN SELÛL .............................. 88 AHİDNAME ..................................................................... 190
ABDULLAH BİN ZEYD (r. anh)....................................... 92 AHÎ EVREN ..................................................................... 193
ABDULLAH BİN ZÜBEYR (r. anh) ................................. 94 AHÎLİK ............................................................................. 195
ABDULLAH HÂN ........................................................... 100 AHLÂK............................................................................. 202
ABDULLAH-I DEHLEVÎ (r. aleyh) ................................ 102 AHLATŞÂHLAR ............................................................. 207
ABDURRAHMÂN I......................................................... 107 AHMED BİN HANBEL ................................................... 209
ABDURRAHMÂN II ....................................................... 112
ABAKA HAN
İran-İlhanlı Devletı’nın ikinci hükümdarı. Zulmü ile meşhûr olan Cengiz Hân’ın torunu; İran, Irak ve
Anadolu taraflarındaki vârisi olan ilk İran-İlhanlı hükümdarı Hülâgû’nun oğlu. 1234 (H. 632) senesinde
doğdu. Babası Hülâgû’nun 1265 (H. 663) senesinde ölümü üzerine, Meraga’da hükümdar oldu. 1282 (H.
681) senesinde Hemedân’da öldü.
Dedesi Cengiz Hân ve babası Hülâgû gibi kan dökücü ve zâlim bir kimse olan Abaka Hân’ın çocukluğu ve
gençliği, doğduğu yer olan Moğolistan’da geçti. 1256 senesinde, babasıyla birilikte İran’a geldi.
Hülâgû’nun 1258 (H. 656) senesinde Bağdad’ı yakıp-yıktığı ve sekiz yüz binden fazla müslümanı katlettiği
sırada, onunla beraber bulundu. Babasının ölümü üzerine, hanedan temsilcileri tarafından hükümdarlığa
seçildi. Hülâgû, Bizans imparatorunun kızını istemişti. Fakat kız yolda iken, Hülâgû öldü. Abaka Hân
babasının yerine bu kızla evlendi.
Babasının Mısır Memlûklerine ve müslümanlara karşı başlattığı zalimane mücâdeleye devam etti. Koyu bir
budist olan Abaka Hân, Bizans imparatorunun kızıyla evli olduğundan, müslümanlara karşı düşmanca,
hıristiyanlara karşı ise dostça bir siyâset tâkib etti. Bu davranışları, Avrupa’da memnuniyetle karşılandı.
Bütün gayret ve çalışmalarına rağmen, Avrupalılarla birleşip Memlûkler üzerine hâkimiyet sağlayamadı.
Ayrıca Kafkasya’da yaşıyan kabileler üzerinde hâkimiyet kurmak istediyse de önceleri muvaffak olamadı.
1243 (H. 641) Kösedağ savaşından sonra, topraklarının bir kısmı, Moğol istilâsına uğrayan Anadolu
Selçuklu hükümdarı İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, ağır vergiler ödemek mecburiyetinde kaldı. Vefat ettiği
zaman; İkinci İzzeddîn Keykâvus, Dördüncü Rükneddîn Kılıç Arslan ve İkinci Alâüddîn Keykubâd olmak
üzere ardında üç oğul bırakmıştı. Babalarının ölümü üzerine üçü birden tahta çıkarıldılar ve kardeşler
saltanatı bir müddet devam etti. Tecrübeli vezir Celâleddîn Karatay’ın vefat etmesi, kardeşler arasındaki
birliğin bozulmasına sebeb oldu. Saltanat ve devlet, harîs, menfaatçı devlet adamlarının oyuncağı hâline
geldi. Onların bu hâllerinden istifâde eden Moğollar, Anadolu’yu sömürmeye başladılar. Sultanlığı üzerinde
bulunduran üç kardeş, Moğol hükümdarına bağlılıklarını bildirmek için bir elçi göndermek üzere,
Kayseri’de buluştular ve Alâüddîn’in, Büyük Hân’a gitmesini kararlaştırdılar. Rükneddîn ve İzzeddîn
Konya’ya döndü. Ancak İkinci Alâüddîn Keykubâd yolda vefat edince, iki kardeş arasında anlaşmazlık
çıktı. Sonunda İzzeddîn tek başına Anadolu Selçuklu tahtına oturdu ve kardeşi Rükneddîn’i Burdur kalesine
habs ettirdi.
Bu sırada Moğol (İlhanlı) orduları, Anadolu’yu yağmaya başlayıp, şehirleri, kasabaları yakıp-yıkarak
Aksaray’a kadar geldiler. Sultan İzzeddîn, Moğollarla sulh yapıp, iyi geçinmek istedi. Fakat devlet ricali,
Moğollara karşı harbe girmesini tavsiye etti. Büyük savaş ve çarpışmalardan sonra tutunamayarak,
Konya’ya, sonra İstanbul’a gitti ve Rum imparatoruna sığındı. Oradan Kırım’a geçti. O sene Moğol orduları
Aksaray yakınlarında kışladı. Bu zaman zarfında teşrîfatçılar emîri olan Pervane Muînüddîn Süleyman ve
Nizâmüddîn Hurşîd, büyük gayret sarfederek Moğol orduları komutanı Baycu’yu sulha razı ettiler ve
Rükneddîn Kılıç Arslan’ı, Burdur’dan getirerek, Selçuklu tahtına çıkardılar. Pervane Muînüddîn tam yetki
ile söz sahibi oldu. Muînüddîn, idarede etkili bulunduğu süre içinde Moğolların zararlarını mümkün
mertebe azaltmaya çalıştı ve bu işte başarılı oldu. 1265 (H. 664) senesinde Moğol İlhanlı hükümdarı Hülâgû
ölünce, yerine geçen Abaka Hân’ı tebrike gitti. Abaka Hân onu, Trabzon Rumlarının işgalindeki Sinop’u
feth etmesi karşılığında bağışladı. Bu sırada, ölen Rükneddîn Kılıç Arslan’ın yerine 5-6 yaşlarında bulunan
Üçüncü Gıyâseddîn Keyhüsrev getirildi. Başta hâkim ve dirayetli bir sultânın bulunmaması sebebiyle,
devlet idaresinde tek başına söz sahibi olan Pervane Muînüddîn, Moğol komutanlarının çevirdiği entrikalar
sonucu, yıpranmaya başladı. Moğolların tahakkümüne dayanamadı. Bu sebeple 1272 senesinde Abaka
Hân’la yaptığı görüşmede; “Hükümdarlıkta akrabalığın ehemmiyeti yoktur. Anadolu’daki temsilciniz Acay,
beni öldürüp, Anadolu’nun hâkimi olmak ve Mısır sultânının tâbiiyyetini kabul etmek düşüncesini taşıyor”
dedi. Abaka Hân ise; bu sırrı kimseye açmamasını söyleyerek, Acay’ı geriye çağıracağına dâir söz verdi.
Pervane, Anadolu’ya dönünce, Acay’ı eskisine göre daha fazla aleyhinde buldu. Sebep olarak Abaka Hân’a
söylediklerinin Acay’a bildirildiği endişesine kapıldı. Bu durumda, hayâtını tehlikede gören Pervane
Muînüddîn, Memlûk sultânı Baybars’a elçi göndererek Anadolu’ya sefer düzenlemesi teklifinde bulundu.
Bunu yaptığı takdirde kendine bağlı kalacağına söz verdi. Memlûk hükümdarı Baybars, Anadolu’ya büyük
bir sefer düzenledi ve Moğol ordusunu Elbistan’da bozguna uğrattı. Halkın sevgi gösterileri arasında
Kayseri’ye kadar geldi. Moğol ordusunun yenilgiye uğradığını haber alan Abaka Hân, büyük bir ordu
hazırlayarak Anadolu’ya girdi. Bu sırada Melik Baybars, geri çekilip Suriye’ye döndü. Abaka Hân
Elbistan’a ulaştığı zaman, Melik Baybars Haleb’e varmıştı. Abaka Hân, Elbistan’daki savaş meydanına
giderek Moğol ölülerinin çokluğunu gördü. Kendini tutamayarak ağladı ve kini bir kat daha arttı.
Elbistan’dan Kayseri’ye yönelen Abaka Hân, askerlerine, şehirde yağma ve katliâm yapmalarını emretti. Bu
emir karşısında Kayseri’nin ileri gelen âlim ve kadıları, Abaka Hân’ın huzuruna çıkarak halkın kendilerini
müdâfaa etmekten âciz bulunduğunu, herhangi bir hükümete itaat etmekten başka bir şey
yapamayacaklarını anlatarak, onu teskîn etmeye çalıştılar. Bu yalvarma ve îzâhlar, Abaka Hân’ın hiddetini
biraz yumuşattıysa da, karârından vazgeçmeyip pek çok insanı öldürtüp, bâzılarını da hapsettirdi. Ayrıca
şehrin kadısı Celâleddîn Habîb ile Nûreddîn Karaca, Zâhirüddîn Hûd gibi ileri gelenler şehîd edildiler.
Başka şehirleri de yağma ve talan ettirdi. Sonra, Karamanoğullarının ve Türkmenlerin tenkilini
(sürülmesini) ve Anadolu’nun idaresini kardeşi Konkurtay’a bırakıp Azerbaycan’a döndü. Pervane
Muînüddîn’i de yanında götürdü. Kayseri’den Erzurum’a doğru hareket ederken askerlerine, Anadolu’da
müslüman Türklerin ve bilhassa Türkmenlerin öldürülmesini ve her tarafın yağma edilmesini emretti.
Müslümanlara kan kustururken, hiç bir hıristiyana dokunmadı. Abaka Hân’ın bu seferinde, kaynakların
farklı rivayetlerine göre, öldürülenlerin iki yüz ile altı yüz bin kişi olduğu, bir o kadarının da esir edildiği
bildirilmektedir.
Abaka Hân, beraberinde götürdüğü büyük esir kitlesi ile Bayburt şehrine varınca, dikkat çekici bir hâdise ile
karşılaştı.
Abaka Hân, burada konakladığı sırada, bir ihtiyar; mutlaka Hân’ın huzuruna çıkıp, mühim şeyler
söyliyeceğini, bu sebeple kendisine eman ve izin verilmesini istedi. Kendisine Abaka Hân tarafından izin
verilip huzuruna çıkınca; “Ey yeryüzünün hükümdarı! Düşmanın senin memleketine girdi, fakat halkına
dokunmadı. Sen ise düşmanına karşı harekete geçtin. Fakat kendi memleketini yağma ettirdin, kendi tebaanı
esir ve katlettin. Acaba senden önce gelen hânlardan hangisi böyle bir yaraya sâhib olmuş veya böyle bir
usûlü tâkib etmiştir” dedi. Abaka Hân, Bayburtlu ihtiyarın sağlam bir muhakeme ve cesaretle söylediği bu
sözler karşısında, şaşırıp kızdı. Bununla birlikte yapılan kötülüklerin mes’ûliyetini komutanlarının üzerine
attı. Abaka Hân, Pervane Muînüddîn hakkında da iyi şeyler düşünmüyordu. Ancak, Anadolu’yu idare
edecek, kabiliyetli ve tecrübeli birisini bulamayacağını, Muînüddîn Pervâne’yi suçlamasının ve onu
öldürmesinin büyük bir memnuniyetsizliğe sebeb olacağını biliyordu. Bu yüzden onu suçlamaya
yanaşmıyordu. Ancak Elbistan bozgununda Pervâne’nin eli olduğundan şüphe etti. Memlûklularla görüşüp,
Anadolu’ya gelmelerini teklif etmesinin delillerini araştırdı. Suçlu olduğuna hükmedip idamına karar verdi.
Pervane, bir çok mazeret gösterip suçsuz olduğunu anlatmak istediyse de fayda vermedi.
Bunun üzerine, Pervâne’yi sevenler kaçmasını tavsiye ettiler. Fakat Pervane Muînüddîn; “Evet kaçmak
kolaydır. Buna fırsat ve imkân da vardır. Ancak bizim yüzümüzden Moğollar arkadan bir çok vilâyetlere
baskınlar tertipleyerek, suçsuz müslümanlara işkence yapıp, zarar vereceklerdir. Birkaç gün daha yaşamak
kâygusu ile benim kaçmam yüzünden, halkın bu zahmetlere uğramasına nasıl razı olabilirim” diyerek,
milletine ve vatanına bağlı olduğunu ve Moğolların yaptığı zulümleri dile getirdi. Nihayet, Selçuklu
Devleti’ni yirmi yıla yakın bir süreden beri idare etmekte olan bu kabiliyetli ve tecrübeli vezir, 2 Ağustos
1277 (H. 676) târihinde Abaka Hân tarafından îdâm edildi.
Abaka Hân, Erzincan’da bulunduğu sırada, Kırım’a kaçan Sultan İzzeddîn’in oğlu Sultan İkinci Gıyâseddîn
Mes’ûd, Kırım’dan Sinop’a, oradan da Samsun yoluyla Erzincan’a giderek, Abaka Hân’ın elini öpüp,
îtimâdını kazandı.
Abaka Hân, Pervane Muînüddîn’in îdâm edilmesinden sonra, yerine Fahreddîn Ali’yi getirdi. Bu sırada
Memlûktu sultânı Baybars ölmüşdü. Yerine geçen Sa’îd Nâsırüddîn Baraka Hân, Moğollarla mücâdele
edecek güçte değildi. Anadolu’nun bir kısmı ise Moğol hâkimiyetini kabul etmeyen, Karamanlı
Türkmenlerin kontrolü altındaydı. Abaka Hân, onlara karşı ünlü vezîri Şemsüddîn Cüveynî, kardeşi Acay
ve Selçuklu vezîri Fahreddîn Ali’yi ve kendine sığınan genç sultan Keyhüsrev’i gönderdi. Şebinkarahisar,
Tokat ve daha sonra Aksaray, Moğol ordusu tarafından tekrar ele geçirildi ve pek çok insan öldürüldü.
Elbistan savaşında öldürülenlerin sayısı kadar müslümah toplanarak, zâlim Moğollara köle olarak
gönderildi. Sonunda Konya da Türkmenlerden alındı. Türkmenler ise, Ermenek civarındaki asıl yurtlarına
çekildiler. Yaz mevsiminde Kayseri dolaylarına çekilen Moğol ordusu, savaş ve yağmacılığa bir müddet ara
verdiyse de, yaz sonuna doğru tekrar harekete geçerek, Türkmenleri dağlarda kıstırıp büyük kayıplar
verdirdiler.
Bundan sonra Anadolu’ya hâkim olan İlhanlılar (Moğollar), Anadolu’yu dolaylı olarak değil, doğrudan
kendileri idare etmeye başladılar. Abaka Hân, beraberinde getirdiği veziri Şemsüddîn Cüveynî ile birlikte,
Anadolu’yu İlhanlılara (Moğollara) bağlı kılacak bir çok siyâsî ve mâlî düzenlemelere girişti. Ayrıldığında,
yalnız Selçuklu veziri olarak değil, aynı zamanda İlhanlıların vekili olarak idareyi Fahreddîn Ali’ye bıraktı.
Fahreddîn Ali’nin bir arkadaşını da genç sultan Üçüncü Keyhüsrev’in vekili yâni uygulamada onun yetkili
temsilcisi yaptı.
Anadolu’dan dönüşünde, köle olarak götürdüğü esirlerle birlikte hazırladığı bir orduyla kardeşi
Mengütimur’u Suriye üzerine gönderdi. 1282 (H. 681) yılında, Mengütimur kuvvetli bir ordu ve büyük
mühimmat ile Suriye’ye girip Halep’i yakıp yıktı. Binlerce müslümanı şehîd etti. Memlûklu ordusuyla
Hama ile Humus arasında karşılaşan Moğol ordusu, bozguna uğradı ve Mengütimur Diyarbakır taraflarına
çekildi. Yeniden hazırlık yapmağa başladıysa da Diyarbakır’da öldü. Bu mağlûbiyete ve kardeşinin
ölümüne son derece üzülen Abaka Hân, kendini içki ve eğlenceye vererek dertlerini unutmaya çalıştı.
Abaka Hân, batıdaki yenilgilerine rağmen, doğuda bir çok galibiyetler elde etti. Burak komutasındaki büyük
bir Çağatay ordusu, 1270 (H. 669) senesinde yenilgiye uğratıldı. Abaka Hân, doğudan gelecek bâzı
hücûmlarda üs olarak kullanabilmek için, devrin büyük ilim merkezi olan Buhârâ’yı 1273 (H. 672)
senesinde yağmalatıp yıktırdı.
Dedesi Cengiz Hân ve babası Hülâgû gibi ilim ve medeniyet düşmanı, kan dökücü ve zâlim olan Abaka
Hân, babasının kurduğu İlhanlı devletinin sınırlarını güçlükle koruyabildi. Halk üzerindeki ağır vergi
yükünü hafifleterek içeride huzuru sağlamak istediyse de, gayesiz ve kuru bir cihangirlik sevdası için pek
çok İslâm memleketlerini talan ve pek çok müslümanı şehîd etmiş, ilmin ve fazîletin yayılmasını
engellemişti. Budist olan Abaka Hân, Budizmin yayılmasına çalıştı ve bir çok Budist tapınakları yaptırdı.
Devlet işlerinde tecrübeli ve zekî bir kimse olan Şemsüddîn Cüveynî’nin vasıtasıyla Kafkas kabîlelerini
itaat altına aldı. Nihayet 1282 (H. 681) senesinde öldü. Bâzı kaynaklar onun zehirlenerek öldürüldüğünü,
bâzıları ise tutulduğu bir hastalıktan kurtulamadığını kayd ederler. Abaka Hân’ın ölümünden sonra yerine
yeni müslüman olan kardeşi Ahmed Hân (Teküdâr) geçti.
1) Ahbâr-ı Selâcuka-i Rûm; sh. 308, 318, 354, 355, 357, 372, 384, 387, 392, 400, 421, 429, 430, 438...
2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 590
3) Mir’ât-ı Kâinat; cild-2, sh. 136
4) Müsâmeret-ül-ahbâr ve müsâyeret-ül-ahyâr (Ahbâr-ı Selâcuka-i Rûm kitabı içinde): sh. 429
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 101
6) Büldân-ül-hilafet-iş şarkıyye; sh. 259
7) Vesâik-ül-hurûb-is-Salîbiyye; cild-5, sh. 362
8) El-Evâmir-ül-Alâiyye sh. 669-685
9) El-Mufaddal (Yünûnî); cild-3, sh. 181
10) Câmi’ut-tevârih; cild-1, sh. 31
11) Anonim Selçuknâme; sh. 59
12) Nihâyet-ül-ereb; cild-4, sh. 150
13) Subuh-ül-a’şâ; cild-14, sh. 150
14) Cihân-gûşâ; sh. 224
ABBÂDÎLER (Abbâdoğulları)
İspanya’da Endülüs Emevîlerinin yıkılışından sonra kurulan emirliklerin en kuvvetlilerinden biri.
Suriye’den Yemen’e, Yemenden Endülüs’e göçen Benî Lahm kabilesi mensuplarından Endülüslü
kumandan Muhammed bin Abbâd’ın oğlu Kadı Ebü’l-Kâsım Muhammed tarafından Kuruldu. 1023 (H.
414) de bağımsızlığını kazandı. 1095 (H. 488)’e kadar devam etti.
Abbâdiler, İşbiliyye ve çevresinde hâkimiyet kurdular. Ebü’l-Kâsım Muhammed’in vefatından sonra El-
Mu’tedıd lakabıyla anılan oğlu Abbâd, pâdişâh oldu. El-Mu’tedıd, babasının, küçük berberî hanedanlarına
karşı başlattığı savaşı sürdürdü. Hanedanlığın topraklarını büyük ölçüde genişletti. El-Mu’tedıd şâir
olduğundan, edib ve şâirleri himâyesi altına aldı. Ölümünden sonra yerine oğlu El-Mu’temid geçti.
El-Mu’temid, saltanatının ilk yıllarında Benî Cevher hanedanlığını ortadan kaldırarak, Kurtuba’yı yönetimi
altına aldı. Fakat diğer emirler gibi hıristiyan kralı Altıncı Alfonso’ya vergi ödemek mecburiyetinde idi.
Şâir olan El-Mu’temid, mîzâcı İtibariyle çok hassas olup, ziyadesiyle dünyâya düşkündü. Sarayı,
Endülüs’deki emirlerin sarayları arasında en lüksü idi.
Kastilla kralı Altıncı Alfonso’nım komutanlarından Rodrigo Diaz de Bivar, 1089 senesinde Abbâdîlere
hücûm ederek, büyük bir yenilgiye uğrattı ve Abbâdî topraklarının büyük kısmını ele geçirdi. Bunun
üzerine El-Mu’temid, Afrika’da hüküm süren Murâbıtların pâdişâhı Yûsuf bin Tafşîn’den yardım istedi. Bu
yardım, hanedanlığının sonu oldu. Bu tehlikeyi gören ve kendisini îkâz edenlere, El-Mu’temid; “Kaştâle’de
bir domuz çobanı olmaktansa, Afrika’da bir deve güdücüsü olmayı yeğ tutarım” cevâbını verdi.
Yûsuf bin Tafşîn, El-Mu’temid’in yardım davetini kabul edip, Endülüs’ün Ezzallâkâ mevkiinde Altıncı
Alfonso ile karşılaştı ve emri altındaki yirmi bin kişilik orduyla mağlûb etti. Altıncı Alfonso canını zor
kurtardı. Yûsuf bin Tafşîn, bu seferden sonra Afrika’ya geri döndü. Fakat bir süre sonra İspanya’nın verimli
topraklarını ele geçirmek için müttefik sıfatıyla değil, fâtih sıfatıyla Endülüs’e geçti. 1090 (H. 483) senesi
Kasım ayında Gırnata’yı aldı. Bunu tâkib eden aylarda İşbiliyye ve diğer şehirleri de ele geçirdi. El-
Mu’temid’i, Fas’ın Agmad kasabasına sürdü. Böylece bütün Endülüs müslümanları, Murâbıtların
himayesine alındı. Son Abbâdî meliki olan El-Mu’temid, hayâtının geri kalan kısmını Agmad kasabasında
sefil ve acınacak bir hâlde geçirdi. Nihayet 1095 senesinde öldü.
Abbâdî hükümdarları
Abbâdî hükümdarları Tahta çıkış târihi
Birinci Muhammed bin Abbâd 1023 (H. 414)
Abbâd el-Mu’tedıd 1042 (H. 433)
İkinci Muhammedel-Mu’temid 1069-1091 (H. 461-484)
1) El-Vesâîk; cild-7, sh. 232, 238
2) Endülüs târihi; cild-2, sh. 5, cild-3, sh. 76
3) Düveli İslâmiyye; sh. 25, 29, 48
ABBÂS BİN ABDÜLMUTTALİB (r. anh)
Abdülmuttalib’in en küçük oğlu ve Resûlullah efendimizin çok sevdiği amcası. Resûlullah annesinin
vefatından sonra dedesinin yanına yerleştiğinden hazret-i Abbâs ile çocukluktan îtibâren beraber
büyümüşlerdi. Böyle olmakla beraber Peygamber efendimiz, ona atası gibi davrandı ve onu baba yarısı
olarak kabul etti.
Hazret-i Abbâs, gençlik devresinde, ticâretle uğraştı ve çok zengin oldu. Kardeşlerinin içinde en zengini
oydu. Resûlullah, İslâmiyet’i anlatmaya başlayınca, hazret-i Abbâs muhalefet etmeyip, akrabalık
şefkatinden dolayı, Peygamber efendimize yardımda bulundu ve destek oldu. Müslüman olmadığı hâlde,
Akabe bî’atında Peygamber efendimizin yanında bulunup, orada te’sirli konuşmalar yaptı. Bî’at etmek için
gelen Medîneli müslümanlara şöyle hitabetti: “Ey Medîneliler! Bu, kardeşimin oğludur. İnsanların içinde en
çok sevdiğim O’dur. Eğer, O’nu tasdîk edip, Allah’tan getirdiklerine inanıyor ve beraberinizde alıp
götürmek istiyorsanız, beni tatmîn edecek sağlam bir söz vermeniz lâzımdır. Bildiğiniz gibi, Muhammed
aleyhisselâm bizdendir. Biz, O’nu, O’na inanmıyan kimselerden koruduk. O, bizim aramızda izzet ve
şerefiyle korunmuş olarak yaşamaktadır. Bütün bunlara rağmen, herkesten yüz çevirmiş ve sizinle beraber
gitmeğe karar vermiş bulunmaktadır. Eğer siz, bütün Arab kabilelerinin birleşip üzerinize hücûm ettiğinde,
onlara karşı koyacak kadar savaş gücüne sahipseniz, bu işe karar veriniz. Bu hususu aranızda iyice görüşüp
konuşunuz. Sonradan ayrılığa düşmeyiniz. Verdiğiniz sözde durup, O’nu düşmanlarından koruyabilecek
misiniz? Bunu lâyıkıyla yapabilirseniz ne âlâ. Yok, Mekke’den çıktıktan sonra O’nu yalnız bırakacaksanız,
şimdiden bu işten vazgeçiniz ki, yurdunda şerefiyle korunmuş hâlde yaşasın.” Buna karşılık Medîneliler;
“Biz, Resûlullah’ı malımız ve canımız pahasına koruyacağız. Biz, bu sözümüzde sâdıkız” dediler ve
Resûlullah efendimize bî’at ettiler. Sonra Abbâs (r. anh); “Allah’ım! Sen onların, yeğenim hakkında
verdikleri sözü, O’nu korumak için ettikleri yemîni işiten ve görensin. Kardeşimin oğlunu sana emânet
ediyorum yâ Rabbî!” diyerek dua etti.
Hazret-i Abbâs, Kureyş’in ileri gelenlerinden ve reislerinden idi. Mescid-i Haram’ın tâmiratı ve gelen
hacılara su dağıtmak (sikâye) hizmetini yürütürdü. Müslüman olduktan sonra da bu vazifeyi devam ettirdi.
Hazret-i Abbâs ve kardeşleri, hac mevsiminde zemzem kuyusu önünde dururlar, isteyenlere, kuyudan su
çekip verirlerdi.
Hazret-i Abbâs, beyaz tenli, güzel yüzlü, yakışıklı, iri yapılı ve uzunca boylu idi. Sesi pek kuvvetli ve gür
idi. Bedr gazasına, istemiyerek Mekke’den kâfirlerle birlikte geldi. Harpte müslümanlar zafer kazanınca,
esir edilip, Medine’ye götürüldü. Kendisi ve kardeşlerinin oğulları için para verip kurtulması istendi. Abbâs
bunun üzerine; “Yâ Resûlallah! Ben müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedr’e getirdiler” dedi.
Resûlullah; “Senin müslümanlığını, Allahü teâlâ bilir. Doğru söylüyor san, Allah sana elbette onun
ecrini verir. Fakat senin işin görünüş itibariyle aleyhimizdedir. Kurtulmalık akçeni ödemen
lâzımdır” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Ganîmet olarak aldığınız 800 dirhemden başka servetim yok” deyince,
Peygamber efendimiz; “Yâ Abbâs! Ya o altınları niçin söylemiyorsun?” buyurdu. O da; “Hangi
altınları?” dedi. Peygamber efendimiz; “Hani sen Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Hâris’in kızı
Ümmü’l-Fadl’a verdiğin altınlar! Onları verirken yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümmü’l-
Fadl’a; “Bu seferde başıma ne geleceğini bilemiyorum. Eğer bir felâkete uğrar da dönemezsem, şu
kadarı senindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu kadarı
Kuşem içindir, dediğin altınlar.” buyurunca, hazret-i Abbâs şaşırdı ve; “Yemîn ederim ki, ben bu altınları
hanımınla verirken yanımızda kimse yoktu. Bunu nereden biliyorsunuz?” dedi. Peygamber efendimiz;
“Allahü teâlâ haber verdi” buyurduğunda; “Senin Allahü teâlânın Resûlü olduğuna ve doğru söylediğine
şehâdet ederim” deyip Kelime-i şehâdet getirdi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz onu Mekke’de
vazifelendirdi. Mekke’de, müslümanlar, onun himayesinde rahat ettiler. Bir mektubunda Peygamberimizin
yanına gelmek istediğini bildirdiğinde, Resûlullah efendimiz; “Senin, bulunduğun yerdeki cihâdın, daha
güzel ve faydalıdır” buyurdular.
Hazret-i Abbâs, Mekke’nin fethine dâir yapılan hazırlıkların son safhada olduğunu haber alınca, artık
Mekke’de kalmayı lüzumlu bulmayıp, fethinden az bir zaman önce Medine’ye hicret için yola çıktı. Zü’l-
huleyfe’de Resûlullah’a kavuştu. Ailesini Medîneye gönderip, kendisi Mekke’nin fethinde Peygamber
efendimizin yanında bulundu. Peygamber efendimiz ona; “Ey Abbâs! Ben, Peygamberlerin sonuncusu
olduğum gibi, sen de muhacirlerin sonuncususun” buyurdular.
İkrime (r. aleyh) anlatır: “Ebû Süfyân, Mekke’nin fethi sırasında müslüman oldu. Kendisiyle hazret-i Abbâs
ilgilendi. Ebû Süfyân, müslümanların bir sabah vakti namaz için coşkun hazırlıklarını görünce; “Ey Abbâs!
Müslümanlara yeni bir şey mi emredildi?” dedi. Hazret-i Abbâs da; “Hayır, onlar namaza hazırlanıyorlar”
diye cevap verdi. Daha sonra Ebû Süfyân’a abdest aldırıp, Resûlullah’a götürdü. Resûl aleyhisselâm namaz
için cemâatin önüne geçip tekbir aldı. Cemâat de büyük bir vecd içinde O’na uydu. Onların rükû ve
secdedeki hâllerini gören Ebû Süfyân; “Ey Abbâs! Böyle itaati ne İran saraylarında, ne Rum diyarlarında
gördüm. Doğrusu yeğenin büyük bir hükümdar olmuş” dedi. Bunun üzerine hazret-i Abbâs; “Ey Ebû
Süfyân! Bu iş saltanat değil, nübüvvettir” buyurdu.”
Hazret-i Abbâs, Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn gazasında da, Peygamber efendimizin yanından
ayrılmadı. İslâm ordusu, sabah gün ışımadan çukur ve geniş bir vadiden aşağı iniyordu. Düşman ordusu,
önceden oraya geldiği için vadinin her iki yanında gizlenip pusu kurmuştu. Müslümanlar tam oraya
geldiklerinde, düşman etraftan saldırmaya başladı. Müslümanlar ne olduklarını anlıyamadılar. Biran
karışıklık oldu. Hazret-i Abbâs, Ebû Bekr (r. anh) ve birkaç kahraman, ölümü göze alıp Resûlullah’la
birlikte bir adım gerilemediler. O zaman Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, katırını düşmanın üzerine
sürmek istedi. Hazret-i Abbâs, katırın dizginini, Süfyân bin Haris de üzengisini tutup, hızını kesmeğe ve
Resûlullah’ın Hevâzin kabilesinin arasına dalmasına mâni olmaya çalıştılar. Peygamber efendimiz, Allahü
teâlânın dîninin yok olacağına üzüldüğünden; “Yâ Abbâs! Sen onlara; “Ey Medîneliler! Ey Semüre
ağacının altında bî’at eden sahâbîler!” diyerek seslen” buyurdu. Hz. Abbâs, iri yapılı ve heybetli idi.
Bağırdığı zaman sesi çok uzaklardan duyulduğu için; “Ey Medîneliler! Ey Semüre ağacının altında
Peygamberimize söz veren Eshâb! Buraya toplanınız. Dağıtmayınız” diye bütün gücüyle bağırdı. Bunu
işiten Eshâb-ı kiram geri dönmek istediler. Fakat binek hayvanları öyle ürkmüşlerdi ki, bâzıları hayvanlarını
geri döndüremediler. Binek hayvanlarından kendilerini atmak mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar
toparlandılar ve şiddetli bir muharebeden sonra düşman yenik düştü. Askerlerinin çoğu öldürüldü, bir kısmı
da esir alındı.
Hazret-i Abbâs bin Abdülmuttalib, çok yiğit idi. Câbir (r. anh) anlatır: “Resûlullah efendimiz Taife
gittiğinde ora halkına elçi olarak Hanzala bin Rebî’i göndermişti. Hanzala (r. anh) Tâiflilerle görüşürken,
kendisini yakalayıp kaleye hapsetmek istediler. Bunu gören Resûl aleyhisselâm; “Kim bunların elinden
Hanzala’yı kurtarır? Bu işi başarana bütün gazilerin sevabı verilecektir” buyurdu. Abbâs bin
Abdülmuttalib yerinden fırlayıp, yıldırım gibi koştu. Hanzala’yı kaleye sokmak üzere olan Tâiflilere
yetişerek, ellerinden aldı. Kaleden Abbâs’a taş atıyorlardı. Bu sırada Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem,
Abbâs’a dua ediyordu. Hazret-i Abbâs yaralanmadan Hanzala’yı Resûlullah’a getirdi.”
632 (H. 10) senesinde Resûlullah efendimiz Eshâbıyla veda haccına gittiler. Peygamber efendimiz, veda
hutbelerinde, sevgili amcasından da bahsettiler... Faizin yasak olduğunu, ilk kaldırdığı faizin, amcası hazret-
i Abbâs’ın faizi olduğunu bildirdiler.
Peygamber efendimiz vefat edince, Eshâb-ı kiramın aleyhimürrıdvân aklı başından gitti. Mescidde
ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu. Hazret-i Ömer, Peygamberimizin mübarek vücûd-ı
şerîflerinin huzuruna geldi. Mübarek yüzüne bakıp; “Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır” dedi ve
mübarek yüzünü örterek dışarı çıktı. Arkasından; “Her kim, Resûlullah öldü derse kılıcımla boynunu
vururum” dedi. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Abbâs bu konuda Eshâb-ı kiramla konuştular. Abbâs (r. anh)
mescide gidip; “Ey insanlar! Resûlullah’ın, “Ben vefat etmiyeceğim” diye bir sözünü duydunuz mu?” dedi.
Eshâb-ı kiram; “Hayır duymadık” dediler. Hazret-i Abbâs, hazret-i Ömer’e dönerek; “Yâ Ömer! Bu hususta
senin bildiğin bir şey var mıdır?” diye sordu. Hazret-i Ömer; “Yok” dedi. Bunun üzerine; “Hiç bir kimse,
Peygamber efendimizin ölmeyeceğini söyleyemez. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Resûl aleyhisselâm
ölümü tadmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ O’na meâlen şöyle buyurdu: “Sen öleceksin. O kâfirler de
ölecekler. Sonra kıyamet günü, Rabbinizin huzurunda hesaplaşacaksınız. Senin haklı olduğun,
müşriklerin, bâtıl, bozuk olduğu meydana çıkacak.” (Zümer sûresi: 30-31) Şunu iyi biliniz ki,
Resûlullah efendimiz vefat etti. O, İslâmiyet’in bütün hükümleri tamamlandıktan sonra aramızdan ayrıldı.
Defin işlerini bir an önce yapalım. O’nu, kabr-i şerîfine kaymamıza da engel olmayınız. Kardeşim Ömer’in
dediği doğruysa, Allahü teâlâ O’nu kabrinin üzerindeki toprağı gidererek yanımıza tekrar göndermekten
âciz değildir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem vefat etmiştir. Nihayet O da bizler gibi insandır” dedi.
Hazret-i Ebû Bekr de buna benzer bir konuşma yaptı. Ehl-i beyt ve Eshâb-ı kirâm Peygamber efendimizin
vefat ettiğine kanâat getirdiler.
Peygamber efendimizin mübarek cenazelerini yıkamak üzere; hazret-i Ali, hazret-i Abbâs ve oğulları Fadl
ve Kuşem, Usâme bin Zeyd ve Salih (r. anhüm) odaya girip kapıyı kapadılar. Peygamber efendimizi,
gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkamağa başladılar. Hazret-i Abbâs ve oğulları su döküp, Peygamber
efendimizi sağa, sola döndürdüler. Hazret-i Ali de yıkadı. Yıkadıkça, evin içine eşine rastlanmamış çok
güzel bir koku yayıldı. Üç parça kefen ile kefenledikten sonra, vefat ettiği yere kabr-i şerîfi kazılıp, lahd
şekline getirildi ve Resûlullah efendimizi, kabr-i şerîfine koydular.
Hazret-i Ömer, fetihlerden elde edilen ganimetlerden, hazret-i Abbâs’a hisse ayırırdı. Hazret-i Ömer,
Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesini istedi. Mescid’in hemen yanında hazret-i Abbâs’ın evi vardı. Halîfe
bu evi satın almak istedi. Hazret-i Abbâs ise evini hediye olarak verdi.
Medîne’de kuraklık olunca, hazret-i Ömer, hazret-i Abbâs’ın dua etmesini istedi. Abbâs (r. anh) dua edip,
duası bereketiyle yağmur yağdı ve toprak yeşerdi. Bundan sonra hazret-i Ömer; “Abbâs (r. anh), Allahü
teâlâ ile bizim aramızda vesîledir” buyurdu.
Abbâs (r. anh), Peygamber efendimize yakınlığı ve faziletlerinin çokluğundan dolayı herkes tarafından
sevilir, sayılır, hürmet edilir bir zât idi. Herkes kendisine imrenirdi. Dört büyük halîfe gibi büyük zâtlar, o
gelince hürmetlerinden ve tevâzûlarından ayağa kalkarlardı.
Çok zengin idi. Medîne’ye yerleştikten sonra yapılan bütün muharebelerde ve husûsen, Bizans’a karşı
gerçekleştirilen seferde, İslâm ordusunun techîzi için çok yardım etti. Ziyadesiyle cömerd olup, ikram ve
ihsanları çok idi. Köleleri satın alıp âzâd eder ve böyle yapmayı çok severdi. Yetmiş köle âzâd ettiği
meşhûrdur Yakın akrabayı ziyaret etmeğe, onların haklarını yerine getirmeğe çok dikkat eder, muhtaç
olanlara yardım ederdi.
Abbâs bin Abdülmuttalib (r. anh), ömrünün sonunda göremez oldu. Hz. Osman’ın şehîd edilmesinden iki
sene evvel, 652 (H. 32) senesinde 88 yaşında Medîne-i münevverede vefat etti. Cenaze namazını hazret-i
Osman kıldırdı. Bakî’ kabristanına defnedildi.
Kızlarından başka on erkek evlâdı vardı. Bunların içinde, Abdullah bin Abbâs (r. anhümâ) ilimde çok
yüksekti. Kızları içinde Ümmü Gülsüm bâzı hadîs-i şerîfler rivayet etti.
Hazret-i Âişe anlatır: “Resûlullah, Eshâb-ı kiramı ile oturuyordu. Yanıbaşında hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i
Ömer vardı. O esnada Abbâs (r. anh) içeri girdi. Hazret-i Ebû Bekr ona yer verdi. Hazret-i Abbâs,
Resûlullah’la Ebû Bekr (r. anh) arasına oturdu. Resûl aleyhisselâm bu hareketinden dolayı hazret-i Ebû
Bekr’e; “Büyüklerin kıymetini büyükler bilir” buyurdu.”
İbn-i Şihâb’dan bildirildiğine göre; Ebû Bekr ve Ömer’in (r. anhümâ) hilâfetleri sırasında, kendileri bir
binek üzerinde iken Abbâs’a rastlarlarsa, bineklerinden inerler onunla beraber gideceği yere kadar yürürler,
sonra dönerlerdi.
Rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
“Rab olarak Allah, din olarak İslâm, peygamber olarak da, Muhammed’i (aleyhisselâm) kabul eden,
îmânın tadını tadar.”
“Allah korkusundan mü’minin kalbi ürperdiği vakit, ağacın yaprakları düşer gibi günahları
dökülür.”
“Bu Abdülmuttalib oğlu Abbâs’dır. Kureyş’de en cömerd ve akrabalık bağlarına en saygılı olandır.”
“Abbâs, bendendir. Ben Abbâs’danım.”
“Abbâs, amcamdır. Beni korumuştur. Ona eza eden, bana eza etmiş olur.”
“Abbâsoğullarından melikler olacak, ümmetimin başına geçecekler, Allahü teâlâ dîni onlarla azîz ve
hâkim kılacak.”
Abbâs bin Abdülmuttalib, ekseriya şöyle derdi: “Kendisine iyilik yaptığım hiç kimsenin kötülüğünü
görmedim. Kendisine kötülük yaptığım hiç kimsenin de iyiliğini görmedim. Onun için, herkese iyilik ve
ihsanda bulunun. Çünkü bunlar, sizi kötülüğün zararlarından korur.”
1) Sahîh-i Buhârî; K. İstiskâ, bâb 3
2) Sahîh-i Müslim; K. Zekât H. 11
3) El-İstiâb; cild-8, sh. 94
4) El-İsâbe; cild-2, sh. 271
5) Üsüd-ül-gâbe; cild-3. sh. 109
6) Tabakat-ı İbn-i Sa’d; cild-1, sh. 221
7) Ensâb-ül-eşrâf; cild-1, sh.067
8) El-A’lam; cild-3, sh. 262
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 970
10) Eshâb-ı Kiram; sh. 2 79
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 176
12) Sünen-i Ebû Dâvûd; cild-2, sh. 12
13) Rehber Ansiklopedisi; cild 1. sh. Ö-6’
14) Ikd-ül-ferid; cild-1, sh. 21-76 cild 2, sh. 147, 252, 262 cild 3, sh. 106,132
15) Cemheretü hutab-il-arab; cild 1, sh. 263
16) Müsned-i Ahmed Bin Hanbel; cild-1, sh. 300
ABBASÎLER
Peygamber efendimizin amcası, hazret-i Abbâs’ın soyundan gelen halîfelerin hepsine birden verilen isim.
Abbasî Devleti’nin kuruluşu olan 749 (H. 132) senesine kadar, Abbasî kelimesi hiç kullanılmamıştı. Zâten
Abbasîler, hazret-i Ali soyundan gelenler ile birlikte, Hâşimoğulları ve Ehl-i Beyt gibi isimlerle
anılmışlardır. O zamana kadar bunların hiçbirinin Eımevîlerle yakınlığı yok idi. Fakat Abbasîlerden,
Abdullah bin Abbâs’ın (r. anhümâ) oğlu Ali bin Abdullah, Emevîler ile dostluk kurmuştu. Onlara yakınlık
gösteriyor ve ibâdetle meşgul oluyordu. Emevî halîfelerinden Velîd bin Abdülmelik ona, Dımeşk yakınında
bulunan Humeyme isimli beldeyi vermiş, o da ailesiyle birlikte oraya yerleşmişti.
Dımeşk’e bağlı çok sakin bir yer olan Humeyme, bulunduğu yer bakımından yeni bir hareketin başlıyacağı
ve yeni kurulacak bir devlete merkez olacağı kanâatini vermiyordu. Ayrıca Ali bin Abdullah’ın sakin bir
tabîatı vardı. Bu yüzden Emevîler, burayı kontrol altında tutma lüzumunu hissetmemişlerdi.
Ali bin Abdullah’ın oğlu Muhammed, Humeyme’de, halîfeliğin kendi ailesine yâni Abbâsîlere geçmesi
düşüncesi ile, yeni bir hareketin başlamasına sebeb oldu. Akıllı, zekî, gayretli, hâdiselerden istifâde etmeyi,
fırsatları değerlendirmeyi çok iyi bilen Ali bin Abdullah’ın oğlu Muhammed, kendine göre bâzı prensipler
dâhilinde çalımalarına devam etti. Tesbit ettiği prensiplere göre, bu hareket başarıya ulaştığında, Ehl-i
beytten her kim halîfe seçilirse, ona razı olunacaktı. Böylece hazret-i Ali evlâdının gönülleri ve yardımları
da alınmış olacaktı. Yine bu prensiplere göre, Humeyme, tâkib edilecek stratejinin idare ve plânlama
merkezi oldu. Küfe şehri buluşma noktası, Horasan ise hareketin başlama merkezi idi. Humeyme’nin sakin
ve küçük bir kasaba olmasının yanında, etrâfdak beldelerle irtibatı az ve şüpheleri üstüne çekmekten
oldukça uzaktı. Ayrıca, Küfe ve Horasan’da vazife yapacaklar ile, haber götürüp getirerek irtibatı
sağlayacak olanlar çok iyi seçilmişti. Böylece hareket, hiç kimsenin dikkatini çekmeden büyüyerek, devam
ediyordu. Diğer taraftan Küfe, Humeyme ile Horasan’ın ortasında olduğundan, irtibat ve haberleşme için
daha elverişli idi. Horasan ise, hareketin ortaya çıkış merkezi olmaya çok müsaitti. Ayrıca Horasan, hilâfet
merkezi olan Dımeşk’dan epey uzaktı.
Çok gizli bir şekilde sürdürülen bu dâvaya davet ve propaganda, 718 (H. 100) senesinden başlayarak, 27
sene devam etti. Gizli davet dönemi de denilen bu dönem, Ebû Müslim Horasânî’nin davete uyanları
yönetmek üzere Humeyme’den Horasan’a gönderilmesiyle bitti ve böylece açıktan faaliyet dönemi başladı.
Muhammed bin Ali bin Abdullah, Humeyme’de bulunuyor, propaganda için dâvetçi ve nakîblerini
göndererek, Kûfe’de vaziyetin nasıl olduğunu, Horasan’da ne gibi hâdiselerin cereyan ettiğini tâkib
ediyordu. Fakat 742 (H. 125) senesinde vefat etti. Yerine oğlu İbrahim geçti ve hareket hiç aksamadan
devam etti.
Bu arada 744 (H. 127) de, Mervân bin Muhammed, Emevî halîfeliğine geçti. Mervân, memlekette kendine
karşı bir hareketin varlığını, bunun kendi hilâfetine son verecek derecede olduğunu, özellikle Horasan’da
görüldüğünü, orada bâzı kıpırdanmalar bulunduğunu seziyordu. Fakat hareket çok dikkatli ve pek gizli
yapıldığından, mâhiyetini bir türlü anlıyamıyor, bu işleri kimin organize ettiğini, böyle tehlikeli bir
hareketin kimin adına yapıldığını bir türlü tesbit edemiyordu. Tesbit ettiği zaman ise, iş işten çoktan
geçmişti. Bir zaman Mervân’ın adamlarından bâzıları, Ebû Müslim’den, imâm İbrahim’e mektup taşıyan
birini yakalayıp, Mervân’a getirdiler. Mektupda Ebû Müslim, genel durumu bildiriyordu. Mervân elçiye,
kendisinden korkmamasını söyledi. Sonra bu işi yapması karşılığında ne kadar ücret aldığını sordu. Mervân,
durumunu bildiren elçiye o mikdardan daha fazlasını (10.000 dirhem) vererek mektubu İbrahim’e
götürmesini, olanlardan haber vermesini, normal bir şekilde Ebû Müslim’e yazılacak cevabî mektubu da
aldıktan sonra kendisine gelmesini söyledi.
Elçi bildirileni yapıp, cevabî mektubu Mervân’a getirdi. Mervân, mektup üzerinde çok düşündü. İbrahim’in
Ebû Müslim’e verdiği talimatları inceledikten sonra, hemen Dımeşk valisi Velîd bin Abdülmelik vasıtasıyla
Belkâ’ valisine mektup gönderip; İbrahim’i yakalayarak huzuruna getirmesini emretti.
İbrahim mescidde otururken, bir anda, valinin geldiğini, etrafının sarıldığını görünce, durumu ve başına
gelecekleri anladı. Ailesine, yakınlarına, yerine kardeşi Ebü’l-Abbâs’ı imâm tâyin ettiğini, ona itaat
etmelerini ve buradan ayrılarak Kûfe’ye gitmelerini sıkı sıkı tenbih ve vasiyet etti. Kendisi Mervân’a
götürüldü ve habsedildi. Vefat edinceye kadar hapiste kaldı.
Diğer taraftan, İbrahim’in yerine İmâm tâyin edilen Ebü’l-Abbâs Abdullah bin Muhammed es-Seffâh da
yakınları ile birlikte Kûfe’ye gitti. 749 (H. 132) senesinde olan bu hâdise ile Humeyme devri kapandı.
Bu arada Ebû Müslim Horasanı, Horasan’daki faaliyetlerini tamamlamış, askerî hazırlıklarını bitirmişti.
Artık işe girişebileceğini anladıktan sonra, Emevîlerin Horasan’daki valisi olan Nasr bin Seyyâr’a tehdidkâr
bir mektup yazdı. Buna pek içerleyen Nasr, hemen, cevap olarak Ebû Müslim üzerine, âzâdlı kölesi Yezîd
komutasında büyük bir ordu gönderdi. Ebû Müslim de güvenilir adamlarının bulunduğu ve komutanlığına
Mâlik bin Heysem el-Huzâî’yi tâyin ettiği büyük bir ordu hazırlamıştı. Kendisi de, lüzum olursa, takviye
birlikleri göndermeye hazır bir vaziyette, çok yakın bir yerden savaşı tâkib etmeye başladı. Kısa zamanda
Ebû Müslim’in ordusu gâlib geldi. Emevî ordusu kumandanı Yezîd de yaralı olarak esir edildi. Sonunda
Ebû Müslim’in, Horasan’daki çalışmaları zaferle neticelendi ve bölgenin hâkimiyetini eline geçirdi. Kendisi
Horasan’da kalıp, Kahtâba bin Şebîb et-Taî’nin emrinde Irak’a doğru gönderdiği ordusu zaferler kazanarak
30 Ağustos 749 (H. 11 Muharrem 132) târihinde Kûfe’ye ulaştı. Daha önce Humeyme ile Horasan arasında
irtibat merkezi olarak kullanılan Kûfe’de mühim vazife yapan Ebû Seleme el-Hallâl’e destek olarak idareyi
ona teslim etti. Abbasî Devleti’nin kurulmasında mühim rolü olan Ebû Seleme’nin ismi Hafs bin Süleyman
olup, mesleği kılıç kını yapmaktı. Bu sebeple kinci mânâsına Hallâl denmiştir.
Böylece, Ebû Müslim Horasânî’nin gayretleriyle Abbasî Devleti kurulmuş oldu. İlk halîfe olan Ebü’l-Abbâs
es-Seffâh’ın, Abdullah bin Ali komutasındaki ordusu, Dicle’nin kollarından olan yukarı Zap Irmağı
kenarında Mervân ordusuyla karşılaşıp zafer kazandı. Böylece Suriye kapıları Abbâsîlere açıldı. O civarda
Bulunan şehirler de birer birer teslim oldu. Vâsıt bölgesinde Benî Yûsuf vilâyetinin Busir köyünde yapılan
başka bir harbde de zafer kazanıldı. Emevîlerin son temsilcileri olan Yezid bin Ömer bin Hubeyre ile sulh
yapılıp, kendisine ve müttefiklerine emân verildi. Böylece Emevî Devleti sona ererken, Abbasî Devleti’nin
kuruluşu da 750 (H. 132) târihinde tamamlanmış oldu. İlk halîfe olan Ebü’l-Abbâs es-Seffâh’ın halîfeliği de
Endülüs haricindeki bütün İslâm memleketlerinde tanındı. Emevîlerden Abdurrahmân bin Mu’âviye
İspanya’ya geçerek, Endülüs Emevî devletini kurdu. Seffâh, eski Enbâr şehrini îmâr ederek, burasını,
Hâşimiyye adıyla hilâfet merkezi yaptı.
Abbâsîlerin birinci halîfesi olan Ebü’l-Abbâs es-Seffâh, hazret-i Abbâs’ın torununun torunudur. Yumuşak
huylu, ağır başlı, haya ve iyilik sahibi bir insan idi. Verdiği sözü mutlaka ve zamanında yerine getirirdi.
“İnsanların en aşağısı ve zayıfı; cimriliği ihtiyat ve yumuşaklığı zillet sayan kimsedir” derdi. Cömertliği
dillere destan idi. Seffâh lakabı da bunun için verilmişti. Bir defasında, Abdullah bin Hasen isminde bir zât,
Seffâh’a; “Bir milyon dirhemin sâdece adını duydum. Hepsini bir arada olarak hiç görmedim” demişti.
Seffâh hemen hizmetçilerine emretti. Bir milyon dirhemi hazırladılar.
Bu parayı ona hediye etti ve üstelik Abdullah’ın evine kadar, hizmetçilerinden birisi ile gönderdi. Dört sene
dokuz ay halifelik yaptıktan sonra, Haziran 754 (Zilhicce 136) da vefat etti. Kısa süren halifeliğinde
Abbâsîlerin kuruluşu sağlanıp tamamlandığı gibi, iç emniyet de te’min edildi. Endülüs dışında Emevîlerin
sâhib olduğu bütün bölgelerde sükûnet sağlandı. Halifeliğe geldikten sonra ortaya çıkan isyanlarda
bastırıldı. Zamanında memleket içi mes’elelerinin çokluğundan, aktif bir dış politika tâkib edilemedi.
Şeffâh’ın sağlığında onun güçlü bir destekçisi ve yardımcısı olan kardeşi Mensur, vefatından sonra halîfe
oldu. Abdullah bin Ali’nin dışında, herkes ona bî’at etti. 754 (H. 136) da halîfe olduktan sonra, heybeti,
cesareti, ince düşüncesi ve ileri görüşlülüğü ile karşılaştığı büyük problemleri aşmasını bilen Mensur,
Abbasî Devleti’nin temelini sağlamlaştırdığı için, devletin gerçek mânâda kurucusu kabul edilmiştir.
Mensur, Bağdad şehrini kurarak başkent yaptı. Bâzı halîfeler, Samarrâ ve başka merkezlerde ikâmet
etmelerine rağmen, Bağdad, asıl merkez olarak nihayete kadar devam etti.
Bu arada yaptığı muharebeler ve kazandığı zaferlerle Ebû Müslim’in Horasan’da ve diğer İslâm
memleketlerindeki nüfuz ve İtibârı artıyor, buna paralel olarak halîfeye olan itaat ve bağlılığı da azalıyordu.
Sonunda, tarihçilerin kaydettiklerine göre, “Bir kında iki kılıç bulunmaz” sözü gereğince Ebû Müslim
öldürüldü.
Yine tarihçiler Ebû Müslim’i; gayet soğukkanlı, sır saklayan, insaf ve merhametten mahrum, Sebeiyye
itikadında, “Birini suçladığın zaman onu öldür” prensibiyle hareket eden pek kindar biri olarak
bildirmişlerdir.
Ebû Müslim’in öldürülmesi üzerine, bilhassa nüfuzunun kuvvetli olduğu Horasan ve başka yerlerde çeşitli
isyanlar görüldü ise de kısa zamanda hepsi bastırıldı.
Tarihçi İbn-i Tiktaka’nın “Fahrî” isimli eserinde verdiği malûmata göre, halîfe Mensur, aklı ve bilgisi çok,
görüşü isabetli ve kuvvetli, vakar ve güzel ahlâk sahibi idi. Aile içinde gayet yumuşak, hoşgörülü idi. Ama
bir halîfe olarak, halîfe hil’atını giydiği zaman vakar ve heybetli hâlini muhafaza ederdi. Halîfeye
yakışmayan hâllerden uzak dururdu. 7 Ekim 775 (6 Zilhicce 158) târihinde hac yolunda vefat etti.
Bundan sonra Mensûr’un oğlu Mehdi halîfe oldu. O zamana kadar kuruluş dönemini geçirmiş olan devlet,
onun zamanında kuvvetlendi. Hazîne zenginleşti ve fevkalâde ıslâhatlara başlandı. Halkın hayat seviyesi
yükseldi.
Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebi genişletildi. Ayrıca ilk defa fevkalâde muhakeme işlerine bakmak üzere
mahkemeler kuruldu. Mehdî, valilerine emirler göndererek, zulüm ve haksızlık yapılarak vergi
alınmamasını emretti. Hz. Ali evlâdından olup da hapisde olanları serbest bıraktı. Merv şehrinde ortaya
çıkan ve ilâhtık taslayan El-Mukannâ, onun zamanında ortadan kaldırıldı.
Mehdî çok cömerd idi. Bir defasında, bir günde halka bir milyon dirhem dağıtmıştı, îmâra çok ehemmiyet
verdi ve zamanında Bağdad çok gelişti. Yollar ve su kanalları yaptırdı. Posta teşkilâtını geliştirdi. İlmi ve
san’atı himaye etti. Merhametli, zekî ve insaflı idi. Zamanında tasavvuf ehli âlimler halkı irşâd ettiler.
Mehdî 785 (H. 169) de vefat etti.
Yerine Hâdî halîfe oldu. Bir senelik halifeliğinde; tedbirli, uyanık, zamanını ciddî işleri yapmakla geçiren
Mûsâ Hâdî, gayet müsamahakâr, güzel yüzlü, güzel huylu, temiz kalbli kötü söz ve hareketten uzak bir
şekilde yaşadı. 786 (H. 170) da vefat edince, yerine kardeşi Harun Reşîd halîfe oldu. Abbasî Devleti onun
hilâfetinde altın devrini yaşadı. Devletin dışardaki îtibâr ve kudreti tam, içerdeki huzuru ise pek
mükemmeldi.
Harun Reşîd zamanı, Abbasî topraklarının en geniş olduğu dönemdir. Onun devrinde, diğer halîfelerin
devirlerinden farklı bir şekilde, memlekette huzur ve sükûnet vardı. Orduları Üsküdar’a kadar geldi, ilim ve
san’at erbabına her türlü imkân sağlandı. Düşünülmesi, hayâl edilmesi bile mümkün olmayan gelirler, onun
zamanında elde edildi. Hazîne çok kuvvetlendi. Dünyânın en meşhûr en muhteşem şehirlerinden biri olan
Bağdad; ilim, san’at ve ticâret merkezi hâline gelmiş, nüfûsu bir milyona yaklaşmıştı. Mîmârîde çok
ilerleyip, devrin en güzel köşk ve sarayları yapılmıştı. Kilometrelerce uzaktan Mekke-i mükerremeye su
getirilip müslümanların istifâdesine sunuldu.
Diğer taraftan, Abbasî Devleti’nin çeşitli yerlerinde, ufak ve geniş çapta bâzı isyanlar vuku bulduysa da
kolayca bastırıldı. Her geçen gün merkezî idare kuvvetlendi. Hazîne, eyâlet merkezlerinden merkeze gelen
gelirlerle zenginleşti. Harun Reşîd, Fransa kralı birinci Sari, yâni büyük Şarlman’la mektuplaşırdı. Ona bir
duvar saati hediye göndermişti. Avrupalılar saatin kendi kendine işlediğini görünce, içinde şeytan var
diyerek cahilliklerini ortaya döktüler.
Zamanla üst kademedekiler arasında meydana gelen çeşitli mücâdeleler ve eyâletlerin kendi iktisadî
menfaatlerini gözetmeye başlamaları, merkeze gönderilen gelirlerin azalmasına yol açtı. Bu durum, merkezî
idarenin zayıflamasına te’sir etti. On beşinci halîfe Mu’temîd’in halîfe vekîli ve kardeşi olan Muvaffak’ın
tedbirli hareketleri ve kuvvetli siyâsetiyle zayıflamanın önüne geçildi. Uzun vadeli bir siyâset tâkib eden
Muvaffak, isteklerini gerçekleştiremeden vefat etti. Yerine geçen oğlu Mu’tedıd, babasının siyâsetini tâkib
ederek içte ve dışta muvaffakiyetler elde etti. Zamanında bir çok zaferler kazanıldı ve çıkan isyanlar
bastırıldı.
Zaman zaman meydana gelen çeşitli zaruret ve mecburiyetler sebebiyle, yeni müesseseler kuruldu.
Bunlardan birisi de Emîr-ül-ümerâlık müessesesidir.
Mu’tedıd’den sonra halîfe olan Müktefî’nin zamanında da başarılar devam etti. Bizans’a seferler yapıldı.
Devlet otoritesi kuvvetlendi. Halîfeye bağlılık arttı.
Daha sonra idare yine zayıfladı. Devlet içte ve dışta sarsıntılar geçirmeye başladı. Ne zaman merkezî idare
zayıflasa ve halîfenin otoritesi düşecek olsa, bâzı gruplar hemen isyana kalkıyorlardı! Nitekim bu zamanda
da, Kuzey Afrika’da siyâsî bir güç olarak ortaya çıkan Fâtımîler, doğuya doğru ilerlemeye başladılar.
Karmatîler, Irak ve Hicaz bölgelerini tehdit ederken, Sâcoğulları Azerbaycan’da bağımsızlık kazandılar.
Devlet sarsıntılar geçirmeye başladı.
Hâl böyle devam ederken, 925 senesinde İran’da ortaya çıkan ve savaşçı bir kavim olan şiî Büveyhîler,
kuvvetlenerek, vatanları olan Deylem’den çıkıp batıya doğru ilerlemeye başladılar. İdare ve otorite iyice
zayıflamış olduğundan, Abbasî kuvvetleri onları durduramadılar. Nihayet Büveyhîler 945 (H. 334)
senesinde Bağdad’ı işgal ettiler.
Bu işgalden sonra yeni bir devir başladı. Halîfenin hiç bir maddî gücü kalmadı. İktidar, Büveyhîlerin eline
geçti. Büveyhî işgali bir asırdan fazla devam etti. Siyâsî ve askerî faaliyetler, hep Büveyhîlerin kontrolünde
kaldı.
Diğer taraftan Kuzey Afrika’da ortaya çıkıp Mısır’a gelen şiî Fâtımîler, 969 (H. 358) da Kâhire’yi işgal
ettiler. Fâtımîler, Abbasî halîfelerinin halifeliklerini kabul etmedikleri gibi, kendilerinin de halîfeliklerini
iddia ve îlân ediyorlardı.
On birinci asrın ortalarında Büveyhî hâkimiyeti zayıflayınca, durum daha da zorlaştı. Büveyhî komutanı,
Bağdad’da Fâtımîler adına hutbe okuttu. Bunun üzerine büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, 1055 (H.
447) de Bağdad’a girerek, Abbasî hanedanını, şiî hâkimiyet ve tasallutundan kurtardı. Halîfe Kâim bi-
Emrillah’a hürmet gösterdi. Halîfe de ona Sultan ünvânını verdi. Selçuklular, Abbasî halîfelerini
Büveyhîlerin tasallutundan kurtarmakla kalmayıp, medreseler kurdular. Böylece ilmî ve fikrî mücâdele de
başlattılar ve bu işlerinde muvaffak oldular. Bağdad’daki Büveyhî hâkimiyeti son bulurken, Selçuklu
kuvvetleri Mısır’daki şiî Fatımî hâkimiyetini de ortadan kaldırmaya çalışarak, saf Ehl-i sünnet ve cemâat
itikâdını yerleştirmek için gayret gösterdiler. Bâzı iç karışıklıklar, şehzade ve kumandanlar arasındaki
anlaşmazlıklar neticesinde, Selçuklular, Fâtımîleri büsbütün ortadan kaldıramadılar. İmâm-ı Şafiî
hazretlerinin kabrini, Fatımî tasallutundan kurtarmak, kahraman ve yiğit kumandan, âlim ve ilmi ile âmil
Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye nasîb oldu. Mısır’a girip Fâtımîleri tamamen ortadan kaldırdı. Ehl-i sünnet inancını
yerleştirmek için medreseler açıp, pek çok talebe yetişmesine, İslâmiyet’in doğru olarak öğrenilmesine
vesîle oldu. Anadolu’dan geçip Kudüs’e kadar gelen haçlılara karşı kahramanca çarpıştı ve Kudüs’ü geri
aldı. Hak ve adaletle idare etti.
Bağdad’da Selçukluların askerî idareyi ele geçirmeleri ile, Abbbâsî halîfeleri siyâsî hâkimiyetlerini
kaybettiler. Selçukluların zayıflamaları ve Muktefî ve Nasır gibi dirayetli halîfelerin başa geçmesi üzerine,
Abbasîler tekrar güçlenmeye başladılarsa da, zamanla zayıflamanın önüne ğeçilemedi. Abbasî Devleti her
geçen gün kuvvet ve îtibârmı kaybetti. Son Abbasî halîfesi olan Muşta’sim, dînine çok bağlı ve sûnnî idi.
Vezîri olan İbn-i Alkamî ise, halîfeye sâdık ve bağlı olmayan bir mezhebsiz olup, devletin idaresi elinde idi.
Tek emeli, Abbâsîleri yıkmak idi. Bunun için, Moğol hükümdarı Hülâgû’nun Bağdad’ı alarak halifeliği
yıkmasını ve kendinin de ona vezir olmasını arzu ediyordu. Hülâgû’dan gelen mektuba sert cevap yazarak,
onun Bağdad’a gelmesini sağladı. Mezhebsiz olan Nasırüddîn-i Tûsî, Hülâgû’nun müşaviri idi. Durmadan
Bağdad’ın işgalini teşvik ediyordu. Bütün işler, insanlık ve medeniyet düşmanı olan bu iki mezhebsizin
elinde kalmıştı. Neticede Hülâgû, iki yüz bin kişilik bir kuvvetle Bağdad’a yürüjdü. Yirmi bine yakın
mevcudu olan halîfe ordusu, iki yüz bin Tatarın oklarına karşı duramadı. Hülâgû Bağdad’a, neft ateşleri ve
mancınık taşları ile saldırdı. Elli gün muhasaradan sonra, İbn-i Alkamî, sulh için diyerek, Hülâgû’nun
yanına gitti. Onunla anlaştı. Halîfe’ye gelip; “Teslim olursak, serbest bırakılacağız” dedi. Halîfe buna
aldandı. 1258 (H. 656) târihinde Hülâgû’ya gidip teslim oldu. Bağdad teslim olduğunda, insanlık târihinin
en büyük vahşetlerinden biri cereyan etti. Halîfe, yanındakilerle birlikte îdâm edildi. Dört yüz binden fazla
müslüman kılıçtan geçirildi. Resûlullah efendimizin mübarek Hırka-i saadetleri ve Asâ-yı Nebevîleri
yakılıp, külleri, milyonlarca İslâm kitabı ile birlikte Dicle’ye atıldı. Nehir, günlerce mürekkeb aktı. Güzel
şehir, harabeye döndü. Sokaklar kan gölü hâline geldi. Böylece beş yüz yirmi dört senelik Abbasî Devleti
son buldu. Bütün bunlara sebeb olan vezir İbn-i Alkamî’ye hiç bir vazife verilmedi, aynı sene zillet içinde
öldü.
Kâhire’deki Abbasî halîfeleri: 35. Abbasî halîfesi Zâhir’in oğullarından Ebü’l-Kâsım Ahmed, Hülâgû’dan
kurtulup 1261 (H. 659) de Mısır’a gitti. Orada hüküm sürmekte olan Türk sultanlarından Melik Baybars
tarafından halîfe tanındı. Hilâfet, Osmanlılara geçinceye kadar halîfeler bu zâtın neslinden geldi. Mısır’da
1517 (H. 924) târihine kadar devam eden hilâfet, bu esnada halîfe olan Ya’kûb bin el-Müstemsik-billah’da
bulunuyordu. O da kendi, arzusuyla, Mısır ve Hicaz fâtihi, hâdim-ül-Harameyn Yavuz Sultan Selim Hân’a
hilâfeti teslim etti. Böylece hilâfet, Osmanlılara geçmiş oldu.
Bağdad’da hüküm süren asıl Abbasî hilâfeti, 750 (H. 132) târihinden 1258 (H. 656) târihine kadar;
Mısır’daki kolu da, 1261 (H. 659) târihinden 1517 (H. 924) târihine kadar devam etti. Bağdad Abbâsîlerinin
yıkılmasıyla, Mısır Abbâsîlerinin kurulması arasında 3 senelik bir fetret devri vardır. Bağdad’daki
Abbâsîlerden 37, Mısır’daki Abbâsîlerden 17 halîfe hilâfet makamında bulunmuşlardır.
Teşkilât: Abbasîler, devlet müesseselerini İslâm esaslarına göre kurup, teşkîlâtlandırmışlardır. Halifelik
alâmeti olarak Abbasîler; yüzük, asa, hırka, hutbelerde adlarının okunması v.b. şeyleri kullanmışlardır.
Halîfe, dîvândaki tahtına bayram tebriklerinin dışında pek oturmaz, dîvânı, vezirlerin idaresine bırakırdı.
Dîvâna bakan pencereli yüksek bir mahalden dîvân müzâkerelerini dinleyip, kendisi gözükmezdi.
Halîfeliğin Abbâsîler’e geçmesinden sonra, idare sisteminde ortaya çıkan yeni müesseselerden biri de
vezirlikdir. Vezirlik, her ne kadar, kuruluş yıllarında Ebû Seleme el-Hallâl’ın zamanında ortaya çıkmışsa
da, Abbâsîlerin ilk asırlarının sonlarına doğru son şeklini almıştır. Vezirlik; halîfelikten sonra en büyük
mevkî idi. Bu tâbir ilk olarak Abbâsîlerde kullanıldı ve Ebû Seleme Hafs bin Süleyman Hallâl, tâyin edilen
ilk vezîr oldu. Memleket idaresinde halîfeye vekillik, vali tâyin etmek, mâlî işleri yürütmek, idarî işlerde
halîfe ile meşverette bulunmak gibi vazifeleri bulunan vezir, askerî ve idarî otorotiye de sahipti.
Vezirlik, tam salahiyetli yâni tefviz ve sınırlı salahiyetli yâni tenfîz olmak üzere iki kısımdı ve aralarında
oldukça mühim farklar vardı. Tefvîz vezîri, idareyi doğrudan doğruya yürütüp kendi başına karar verip
ordular gönderme, hazîneden lüzumlu harcama yapma gibi, halîfenin azli ve velîahd tâyini dışında her türlü
yetkiye sâhib idi. Tenfîz vezîri ise bu salâhiyetlere sahip değildi.
Vazifelerinin ehemmiyeti îcâbj tefvîz vezirliğine tâyin edilecek olanda, tenfîz vezirliğine tâyin edilenden
başka olarak, dînî ahkâmı, harb ve vergi işlerini çok iyi bilmek gibi şartlar da aranırdı.
Vezirlerin işleri çoğalınca, işlerin teftişi için vezirlere yardımcı olacak ve onların kâtipliğini yapacak
vazifeliler tâyin edildi. Yaptığı vazifeye göre çeşitli isimler alan bu kimseler vezirlere yardımcı oldular.
Kâtib-ür-resâil (Mektup kâtibi), Kâtib-ül-harâc (Haraç işleri kâtibi), Kâtib-ül-kadâ (Kadılık kâtibi) bu
vazifelerden birkaçıdır.
Halîfeler, kâtiplik yapacak olanları seçerken, asîl aile mensubu, edebli, şahsiyet ve ilim sahibi ve müslüman
olmalarına çok ehemmiyet verirler; ayrıca, resmî yazıların düzgün ve fasîh bir üslûbla yazılmasına çok
dikkat ederlerdi.
Halîfe, vilâyetlere vali’tâyin ederdi. Ordu hazırlamak, askeri barındırmak, lüzumu hâlinde vazife vermek ve
askerin maaşlarını ödeyip ihtiyaçlarını te’min etmek, hukukî mes’eleleri hâlletmek, kadı ve hekimler ile,
vergi ve zekât işlerini yürütecek me’mûrlar tâyin etmek, dînin emirlerini ve insanların namuslarını
muhafaza etmek, bunlara zararverilmesine ve dînin emirlerinde değişiklik yapılmasına mâni olmak, şer’î
cezaları tatbik etmek, Cum’a ve vakit namazlarında insanlara imâm olmak veya imamlık yapacak kimseyi
tâyin etmek, bölgesi halkından hacca gitmek isteyenlere bu imkânı temin etmek ve yol emniyetlerini
sağlamak, valilerin başlıca vazifeleri idi.
Üç çeşit vali vardı. Birincisi, halîfe tarafından normal olarak herhangi bir bölgeye tâyin olunan ve vazifeleri
yukarıda bildirilen vali idi. İkincisi; herhangi bir vilâyetin emirliğini zorla ele geçiren, halîfenin de, oranın
emirliğini (valiliğini) ona: bırakması ile ortaya çıkan vali. Üçüncüsü ise halîfenin tâyin fakat vazife ve
salâhiyetlerini tahdîd etttiği vali idi.
Abbasîler mükemmel bir idarî sistem kurmuşlardı. Hazret-i Ömer tarafından asker ve me’mûrların
maaşlarını dağıtmak için kurulan dîvân, Abbasîler devrinde devletin idarî, mâlî, askerî ve hukukî
mes’elelerinin yönetildiği yer hâlini almıştır. Zamânımızdaki bakanlıklara benzeyen bu dîvânlar ile devletin
bütün işleri tâkib ve nizâma alınmıştı. Baktıkları işlere göre isim verilirdi.
Halîfe Mehdî’nin te’sis ettiği Dîvân-ül-ezimme veya Dîvân-üz-zimâm dâiresi, bu zamandaki defterdarlığa
benzemekte idi. Başlıca vazifesi, arazî gelirlerini tâkib ve toplamaktı. Mâdenlerden elde edilen gelirlere de
bu dâire bakardı.
Yine, Dîvân-ün-nazar veya Dîvân-ül-mükâtebât vel-mürâceat ismiyle kurulan ve dört bölüme ayrılarak
vazife gören bir dâirede, askerî kayıt, vergi ve ödeme, me’mûrların tâyin ve vazifeden alınması ile gelir ve
gider işlerine bakılırdı.
Hilâfet merkezi olan Bağdad’da yalnız posta işleri ile vazifeli büyük bir dâire vardı. Belli başlı merkezî
yerlere giden yollarda posta istasyonları açılmıştı. Yollara koydurulan çeşitli işaretler, seyahat yapan
kervanlara yardımcı oluyor ve coğrafî araştırmalar için de esas kabul ediliyordu. Posta teşkilâtı aynı
zamanda istihbarat vazifesini de yürütmekte idi.
Halîfeler, ehemmiyeti îcâbı bu teşkilâtın üzerinde titizlikle durmuşlar ve devlet işlerinin yürümesinde çok
istifâde etmişlerdir. Hattâ halîfe Ebû Ca’fer Mensur, saltanatı dört ayaklı bir tahta benzetip, ayaklarından
birinin kırılması hâlinde tahtın yıkılacağını, saltanatın da ancak dört kişi sayesinde ayakta duracağını
söylemiştir. Bunlar: 1-Adaletle hükmedip, Allahü teâlânın emrini yerine getiren, bu hususta hiç bir
kınayıcının kınamasına aldanmayan kadı. 2-Zâlime karşı mazlumu koruyan emniyet müdürü. 3-Vergiyi iyi
hesâb edip, zulmetmeden toplayan vergi dâiresi başkanı. 4-Posta idaresi müdürü.
O kadar düzenli, sür’atli ve muntazam olarak çalışan posta teşkilâtı sayesinde halîfe, memleketin neresinde
olursa olsun bir valinin yaptığı hareketten, fiyatların artmasından, günü gününe haber alırdı.
İdarî müesseselerden biri de şurta yâni polis teşkilâtıdır. Bu teşkilât; suç ve cinayetleri tâkib ederek,
suçluları yakalayıp cezalandırmakla vazifeli idi. Hiç kimseye haksızlık yapılmaz, maznuna yâni suçla itham
olunana, suçlu olduğu tam tesbit edilmeden kat’iyyen ceza verilmezdi. Şurta idaresi, asayiş, emniyet ve
huzuru sağlamak maksadıyla zanlıları tâkib eder, durumu açıklığa kavuşturmak için üzerine düşen vazifeyi
yapardı. Teşkilâtın başında bulunan ve Sâhib-üş-şurta yâni emniyet müdürü denilen me’mûrun derece ve
salâhiyetleri pek çok idi. Daha sonraları ehemmiyeti iyice artan bu makam, vezirliğe, hattâ mâbeynciliğe
yükselme basamağı hâline geldi.
Abbâsîlerde sayısı yüz bini aşan düzenli ordu, öncü, sağ kol, sol kol, merkez ve saka denilen beş kısımdan
teşekkül ederdi. Komutanlara maaş karşılığı toprak verilirdi. Buna İktâ sistemi denilirdi. İktâ ilk defa
Peygamber efendimiz tarafından Temîm-i Dârî’ye verilmiş, daha sonra da İslârri devletlerinde tatbik
edilmiştir. Osmanlılarda ise timâr adı altında tatbik edilmiştir. Abbâsîlerde askere maaş veriliyordu. Normal
askerlerden başka, bir de gönüllü askerler vardı, önceleri askerleri tamamen Arab asıllılar meydâna
getirirken, memleket genişleyince, Horasanlılardan ve bilhassa Türk asıllılardan asker alındı. Hattâ halîfe
Mu’tasım, Türk asıllı askerlerden kurduğu muhafız kıtalarını sarayın muhafazasında vazifelendirdi. Türk
askerlerinin sayısını yetmiş bine çıkardı. Eğitimi mükemmel olan ordu, zamanın en modern harb
vâsıtalarına sahipti.
Diğerleri gibi mâliye teşkilâtı da muntazam olarak işlemekteydi Devletin gelirlerini korumak ve bunları
müslüman toplumun faydasına uygun şekilde harcamada Beyt-ül-mâl yâni Devlet hazînesi vazifeli idi.
Beyt-ül-mâlın başlıca gelirlerini şer’î gelirlerle ihtiyâç anındaki örfî vergiler meydana getiriyordu. Şer’î
gelirlerin başlıcaları şunlardır: Ganîmet mallarının, mâden ve definelerin beşde birlik kısmı, gümrük
gelirleri, haraç (öşürlü olmayan araziden alınan vergi ile gayr-i müslim vatandaşlardan alman ve cizye
denilen vergi), zekât, mirasçısı olmayan mallar, öşür ve feydir.
Örfî vergiler ise zamana ve ihtiyâca göre değişirdi. Eyâletlerde elde edilen gelirler, mahallî hizmetlerle ilgili
giderler ve askerî masraflar çıktıktan sonra Beyt-ül-mâl’e safî gelir olarak gönderilirdi. Bu gelirler, aynî ve
nakdî olmak üzere iki şekilde alınırdı. Harun Reşîd zamanında, bütçede safî gelir 530.312.000 altına
ulaşmıştı. İlk zamanlarda ödemeler gümüşle yapılırken, Harun Reşîd zamanındaki bolluk ve zenginlik
sebebiyle altın ile yapılmaya başlandı. Yine Abbâsîlerde, günümüz ticâretinde carî bir çok usûller de
kullanılmıştır. Meselâ bir tüccar, Basra Beyt-ül-mâline para yatırınca, oradan aldığı bir makbuzla Medîne
Beyt-ül-mâlinden yatırdığı parayı çekebilirdi.
Toprak idaresinde mîrî (devlet, hazîne arazisi) arazi sistemi esastı. Orduların masraflarının artması, nakdî
mübadelelerin yavaşlaması sebebiyle, devlet tamamen aradan çekildi. Böylece devlette, ordu mensuplarının
gelirlerini, bizzat topraktan elde etmeleri usûlü yerleşti. Sonunda iktâ sistemi iyice benimsendi. Fetihler
dolayısıyla kazanılan servet, para hâlinde tedavüle sürülüyordu. Bu sebeple kara ve deniz ticâreti gelişti.
Bilhassa deniz ticâreti öyle arttı ki, müslüman gemilerin çokluğundan, hıristiyanlar denizde bir tahta parçası
bile yüzdürmekten âciz kaldılar. İktisâdın gelişmesiyle beraber, sanayide de ilerlemeler kaydedildi.
Birbirine yardım, öğrenme, din kardeşliği ve san’atı ilerletme esâslarına dayalı esnaf teşkilâtı kuruldu. (Bkz.
Ahîlik)
Adliye teşkilâtı düzenli ve muntazam işleyen bir müessese idi. Her memlekette, oradaki müslümanların
ekserisi hangi mezhebden ise, o mezhebden olan bir kadı vazife yapardı. Diğer hak mezhebe mensûb
olanların bir dâvası olursa, bu dâvaya bölge kadısı değil, dâvâlı ile davacının mezheblerinden bir kadı
bakardı.
Yine Abbâsîlerde Kâdı’l-kudât yâni başkadılık sistemi kurulmuş idi. Kâdı’l-kudât hilâfet merkezinde
bulunur, bölgelerde ve çeşitli merkezlerde vazife yapacak kadıları tâyin ederdi. Bu ünvanı ilk alan da İmâm-
ı Ebû Yûsuf hazretleridir. Zamanla kadıların selâhiyetleri arttırıldı. Her vilâyette dört mezhebin de kadıları
bulundurulmaya başlandı. Bu kadılardan her biri, kendi mezhebi mensuplarının aralarındaki dâvalara
bakardı. Kadılar, vazifelerin ehemmiyetini müdrik, pek dikkatli ve hassas kimselerdi.
Bir dâvada, birisi şâhid olarak dinlenecek ve netîce o şahidin şâhidliğine göre karara bağlanacaksa, şahidin
durumu çok mühim idi. Şâhid, doğruluğu ile tanınmış birisi ise, şâhidliği kabul edilir, şayet durumu şüpheli
ise, mahkeme durdurulurdu. Bâzı kadılar, lüzum olursa tebdîl-i kıyafet yâni kıyafet değişikliği ile insanlar
arasında dolaşarak şâhidler hakkında malûmat toplamaya çalışırlardı. Böylece yalancı şâhidlik durumu söz
konusu olamazdı.
Kadılık teşkilâtı içinde, kadıların bakmaktan âciz oldukları dâvalara bakan ve Mezâlim mahkemeleri
denen mahkemeler vardı. Bunlara bakan kadılara Sâhib-ül-mezâlim denirdi. Sâhib-ül-mezâlim olan
kadılar, diğer kadılardan daha üstün ve geniş selâhiyetlere sâhib idiler. Bâzı Abbasî halîfeleri, ehemmiyeti
îcâbı, mezâlim mahkemelerindeki duruşmaları bizzat kendileri idare ederlerdi.
Yine adliye teşkilatına bağlı olmak üzere bir de Hisbe teşkilâtı vardı. Hisbe işini yapan vazifeliye
Muhtesib denirdi. İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek (kötülüğü yasaklamak), fazîlet ve ahlâk
kaidelerinin muhafazasını, dînin emirlerine uyulmasını, çarşı ve pazarların düzen ve kontrolünü sağlamak;
esnafın, dükkanındaki eşyalarını, gelip geçenlere mâni olacak şekilde sokağa taşırmasını önlemek;
borçluların borçlarını ödemelerini te’min etmek; ölçü ve tartılarda hîle yapılmasına mâni olmak için, husûsî
âletlerle esnafın ölçü ve tartı âletlerini kontrol etmek; dîni ve dînin emirlerim hafife alanları, alışverişte
fiyatları fahiş mikdarda yükseltenleri cezalandırmak; tarlalarda, bahçelerde, komşusunun sınırına
girilmesine mâni olmak; gayr-i müslinlerin, bina yaparlarken, binalarını, müslümanlarınkinden yüksek
yapmalarına mâni olmak muhtesibin başlıca vazifelerinden idi.
Abbasîler, iktisadî bakımdan da çok güçlü idi. Müslümanlar, İslâmiyet’in çalışmak hususundaki emir ve
teşviklerine uyarak rahat ediyorlardı. Devletin giderlerinin pek çok olmasına rağmen, gelirler daha çok
olduğu için, hazîneler adetâ dolup taşardı. Hertarafta bolluk ve rahat vardı. Bilhassa ihtiyaç maddelerinin
fiyatları çok ucuzdu.
Bütün bu rahatlıklara, gelirlerin bu kadar artmasına sebep, halîfelerin, memleketin iktisadî mes’eleleriyle de
yakından alâkadar olmaları, zirâat, ticâret ve iktisâd ile alâkalı mes’elelere ehemmiyet vermeleridir.
Zîrâ halîfeler, zirâat ile alâkalı çalışmaları teşvîk ediyor, kanal kazılmasını, baraj, köprü ve su kemerleri
yapılmasını emrediyorlardı. Dicle ve Fırat nehirleri, sâdece nehir yatağının etrafındaki bir kısım araziyi
sulamaya kâfi gelmezken, gayretli çalışmalar netîcesinde bu nehirler arasındaki bütün arazi sulanarak
memleketin en verimli toprakları hâline geldi. Hükümet buradaki araziyi doğrudan kontrol ediyor, böylece
bölgede zirâat gelişip, mahsûl artıyordu, önceleri kurak olan bu yerler, sulama kanalı ve barajlar sayesinde,
çiftlik ve bahçelerle dolu, verimleri yüksek araziler hâline geldi. Kazdırılan su arkları ve kanallarla da
sulama şebekesi genişletildi. Arabistan’a kadar olan geniş ve uzun arazinin tamâmı sulanabilir hâle geldi.
Dicle ve Fırat’tan, kanallar ile alman sular, kireç ve tuğladan yapılan muhkem su kemerleri vâsıtası ile
Bağdad’a ulaştırıldı.
Zirâate ehemmiyet verildi ve bu işle uğraşanlara kolaylıklar sağlandı. Faizsiz krediler ile çiftçiler
desteklendi. Devlet adamlarının ileri gelenlerinden bâzılarına iktâ olarak verilen arazîler, o şahıs tarafından
en güzel şekilde işletilir, böylece yüksek verim elde edilir, arâzinin gelirleri âdil bir şekilde tahsîl edilirdi.
Başta buğday ve mısır olmak üzere, arpa, pirinç ve hurma yetiştiriliyor, meyveliklerle de meşgul
olunuyordu. Memleketin her tarafında üzüm yetiştirilirdi. Ama, Yemen üzümleri, salkımlarının büyüklüğü
ve uzunluğu ile tanınmıştı.
Lût gölü yakınındaki Zuğr şehrinde yabanî hurma ağaçlarına hurma, asmalara da Filistin asması aşılanmıştı
Hindistan’dan narenciye çeşitleri ithâl edilip yetiştirilmeye başlandı. Bilhassa Filistin’de verimi yüksek
zeytin ağaçları yetişirdi.
Abbâsîlerde endüstriye de gereken önem verilmiş ve üzerinde titizlikle durulmuştur. Fâris ve Horasan’da,
demir, bakır, kurşun ve gümüş mâdenleri işletilirdi. Yeraltı kaynaklarından kükürt, tuz, ham petrol (neft) ve
zift çıkarılırdı. Sabun ve cam fabrikaları, kâğıt, kumaş ve tuğla imalathaneleri kuruldu. İpek ve atlas
işlemelerde, ağaç resimleriyle süslenmiş, ipekli kumaşlarda ve halı dokumacılığında çok ileri gidildi.
Hilâfet merkezi olan Bağdad’da, demirci, marangoz ve manifaturacı gibi her san’ata ait çarşılar vardı.
Kuyumculukta ve mücevher işlemeciğilinde bir hayli ilerleme oldu.
Mısır, Nil nehrinde çalışan ulaşım vâsıtaları yapımında şöhret kazandı. Gemicilik, denizcilik ve madencilik
ile; kalkan, mızrak, gem, eyer ve zırh gibi harb âletlerinin imalâtında ileri seviyeye ulaşıldı.
Halîfeler, tarım ve endüstrinin yanında ticâretin de gelişmesine ehemmiyet verdiler. İçte ve dışta ticâretin
gelişmesi için tedbirler alındı. Ticâret kafilelerinin gelip geçtiği yollara kuyular kazdırıldı ve kervansaraylar
yaptırıldı. Korsanlardan gelebilecek tehlikelere karşı donanmalar inşâ edildi. Sınırlara sınır taşları ve
fenerler diktirildi. Bütün bunların neticesinde ticâret gelişti. Kafileler hâlinde, gemilerle ticârete başlandı.
Gemi inşâ edilen tersaneler kuruldu. Ticâret çok ilerledi. Arpa, buğday, pirinç, meyveler, Mazenderân’ın
meşhûr çiçekleri, şeker, yünlü, ipekli, ketenli kumaşlar, ipek, cam, zeytinyağı ve gülsuyu ile, çeşit çeşit
çiçeklerden çıkarılan esanslar başka devletlere ihraç ediliyordu.
Kara ve deniz yollarının ulaşımı ticâreti arttırdığı gibi, bu hâl; seyyahların ve kâşiflerin de işine yaradı.
Onların rahatça seyehat etmelerine, bilhassa kâşiflerin coğrafî keşifler yapmalarına imkân hazırladı.
Abbâsîlerde kültür: Emevîler devrinde fetihler yapılmış, İslâmiyet her tarafa yayılmış, İslâm
memleketinin sınırları çok genişlemiş idi. Fetihlerin daha az olduğu Abbasîler döneminde ise ilerleme, daha
çok medeniyet ve kültürde kaydedildi. Huzur ve istikrar, Abbasîler zamanında devletin bilhassa ilk
dönemlerinde, müslümanlar için oldukça müsaitti. İdarecilerde, ilim, fikir ve san’atta ilerleme olmadıkça,
zaferin tamamlanamayacağı fikrinde birleştiklerinden, bu husus üzerinde hassasiyetle durdular.
İlmî faaliyetler: Târihî kaynakların kaydettiklerine göre, devletin başındaki halîfeden, herhangj bir
vatandaşa kadar hemen herkesin ilim öğrenmekle meşgul ölçtüğü Abbasî Devleti’nde; insanlar bal taşıyan
arılar gibi, ilim öğrenmek ve öğrendiklerini insanların istifâdesine sunmak için üç kıt’ayı dolaşırlardı.
İspanya’nın en ücra köyünden çıkan bir talebe, Yemen’de dağ tepesinde bulunan bir medresede ders veren
Türkistanlı bir âlimden ilim öğrenirdi. Talebe, âlimi en ıssız yerde bile olsa bulurdu. Bağdad, Basra,
Buhara, Küfe, Şam ve Fustat gibi İslâm şehirleri, ilim ve medeniyet merkezleri olup, Avrupalılar, ilim
öğrenmek için buralara gelirlerdi. Gördükleri ilim, medeniyet ve ihtişam onları hayrete düşürürdü.
İslâm âlimleri; bir taraftan naklî ilimler adı verilen; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve kıraat, âlet ilimleri denilen;
edebiyat, nahiv, lügat ve beyân gibi ilimlerin usûl ve kaidelerini okuyup her sahada kıymetli eserler
yazdılar. Bir yandan da aklî ilimler de denilen geometri, astronomi, tıb, kimya ve coğrafya gibi ilimlerde
ihtisas sahibi oldular.
Bu devirdeki kültürel faaliyetlerin başında kitap tasnifleri gelmektedir. Emevîler devrinde tedvîn ve tasnîf
edilen ilimler, Abbasîler devrinde kitaplara geçirilmiştir. Ayrıca her bir ilim dalının usûl ve metodolojisi
ortaya konmuştur. Abbâsîlerin birinci asrında, büyük İslâm âlimleri yetişerek, tefsîr, hadîs, fıkıh, târih ve
megâzi, dil ve lügat kitapları kaleme alındı. İslâmî ilimler üzerine lüzumlu îtinâ ve hassasiyet gösterildi. Bir
çok ilmin temeli atıldı.
Dînî ilimleri öğrenmek isteyenler için her tarafta mekteb ve medreseler bulunduğu gibi, ayrıca camiler de
aklî ve naklî ilimlerin öğretildiği birer kültür merkezi idi. Hattâ, Basra Camii gibi bâzı camiler, büyük bir
medrese gibi tedris hizmeti de veriyordu.
Tercüme faaliyetleri: Mekke-i mükerremede doğan İslâm güneşi, kısa zamanda geniş bir sahayı aydınlattı.
İslâm ordularının kahraman mücâhidleri, fethettikleri yerlerde, çeşitli lisanlarda yazılmış eski kitaplara
rastladılar. Fennin müslümanın kayıp malı olup, Çin’de de bulsa alması gerektiğinin şuurunda olan bu
mücâhidler, ele geçirdikleri kitapları, o dillerden anlayan kimselerden sordular. Faydalı olanları muhafaza
ettiler. Bu kitaplardan bilhassa tıb, kimya ve astronomiye dâir olanları’Hâlid bin Yezîd bin Muâviye
tarafından Şam’da tercüme ettirilerek müslümanların istifâdesine sunuldu. Zamanla tercüme faaliyetleri
daha da gelişerek Lâtince, Kıbtça, Süryânice, Hindçe(Sankstritçe), Pehlevîce (Farsça) ve Nabatî lisanı gibi
dillerden Arabca’ya bir çok eserler, mâlî dîvânlar tercüme edildi.
Kelîle ve Dimne, İbn-i Mukaffa tarafından Arabca’ya kazandırıldı. Cündişapur’da tahsîl gören Halîfe
Mensûr’un doktoru Cercis bin Cibrîl ile beraber Bağdad patriği Sergios, faydalı eserleri Lâtince’den
Arabca’ya kazandırdılar. Hipokrat ve Galen’den (Calinos) pek çok tıb kitabı tercüme edildi. Aristo,
Batlamyus (Ptolemy) ve Okladis’in fen bilgilerine dâir olan eserleri tercüme ve tenkîd edildi. Bu sıralarda,
Kenkeh-ul-Hindî, Sanchel-ül-Hindî, Şanâk-ul-Hindî, Cevder-ul-Hindî, Menkeh-ül-Hindî, Salih bin Behlet
el-Hindî gibi kimseler Hindistan’dan gelirken, bir çok kitabı da beraberlerinde getirdiler. Bu kitapları, İranlı
âlimlerin de yardımıyla Arabca’ya tercüme etmek suretiyle Hind kültürünü Orta Doğu’ya taşıdılar.
Zamanla, yapılan tercümelerde görülen eksiklikler telâfi edildi. Yunan ve Hind kültürlerinin eksiklikleri,
yanlışlıkları, İslâm âlimleri tarafından tenkîd edilerek düzeltildi.
Daha sonraları Reyhan el-Bîrûnî, Sankstritçe’den tercümeler yaptı. Huneyn bin İshak, Ya’kûb bin İshak el-
Kindî, Sabit bin Kurre ve Ömer bin el-Ferruhân et-Taberî mütercimlerin en meşhûrlarındandı. İbn-i
Vahşiyye, Nebâtîce’den tıb, kimya ve astronomiye ait kitaplar tercüme ettiler.
Bu tercüme faaliyetleri arasında, bâzı felsefe kitapları da tercüme edildi. İslâm âlimleri, eski Yunan
felsefesini inceleyip, bu felsefecilerin, fikirlerinfi didik didik ettiler. Yanlış ve bozuk olduklarını ortaya
koydular. Bu yanlış fikirleri çürüten, müslümanları îkâz eden, pek kıymetli eserler yazdılar. Huccetü’l-İslâm
İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretlerinin yazmış olduğu, “El-Munkızü anid-dalâl” ve “Tehâfet-üt-Felâsife”
kitapları bu eserlerin en meşhûrlarındandır.
Yabancı lisanlardan, Arabca’ya tercüme edilen eserlerden, faydalı olanları alınıp, kullanılıyordu. Meselâ
astronomi ile alâkalı eserler tercüme edilince, çalışmalar süratlendirilip, rasadhâneler kuruldu. İlmî
faaliyetler bizzat halîfe tarafından maddî ve manevî olarak desteklendi. Rasadhânede çalışan astronomlar,
gökyüzünün hareketlerini incelemekle ve yalnız gözlemekle kalmadılar; ilmî faaliyet, araştırma ve
incelemelerinde değişik metodlar tâkib ettiler.
İslâmiyet’in namazda, Mekke-i mükerremede bulunan Kâbe-i muazzamaya dönmek ve kudreti yetenlerin
haccetmelerini farz kılan emirlerinin deteşvîkî ile, müslüman ilim adamları coğrafya ilmi üzerinde de
hassasiyetle durdular. Bu ilim dalında yapılan çalışmalar sayesinde yeryüzü tanındı. Müslüman tüccarlar;
doğuda Çin’e, batıda Atlas okyanusuna, güneyde Afrika’nın en uzak sahil bölgelerine, kuzeyde ise Rusya
içlerine kadar gittiler. Kuzey Afrikalı müslümanlar, Avrupalı kâşiflerden çok önce Güney Amerika’ya
ulaştılar.
Bu devirde yazılan ilk coğrafya kitapları, fethedilen yerlerle alâkalı idi. Bunlardan Belâzûrî’nin, “Fütûh-ul-
Büldân”ı meşhûrdur. Bunu seyyahların eserleri tâkib etmiştir. Bu husustaki başlıca eserler, Yakut
Hamevî’nin “Mu’cem-ül-Büldân”ı ve Nâsır-ı Hüsrev’in, “Sefernâme”si vs.dir. Daha sonra genel mâhiyette
coğrafya eserleri yazılmıştır. Mes’ûdî’nin, “Et-Tenbîh vel-eşrâf’ı, Ebû Zeyd Belhî’nin, “Kitâbu sûret-il-
ekâlim” adlı eseri bunlardandır.
Tefsir ilmi: Emevîler devrinde başlatılan tefsîr faaliyetleri, Abbasîler devrinde tasnîf ve yazıya geçmiştir.
Bu devirde tefsîr usûlü ilmi kurulmuş, kaideler konmuştur. Taberî, Ebû Bekr Cessâs, Begavî, Ebû Bekr
Nehhâs, Mâverdî, Sa’lebî, Ferrâ, Vahidî yetişen meşhûr müfessirlerden bâzılarıdır.
Kelâm ilmi: Emevîler devrinde fetihlerle genişleyen İslâm âlemi, çeşitli kültür ve fikir akımları ile
karşılaştı. Bu kültürün ve tercüme edilen Yunan felsefesinin ve İskenderiye felsefî ekolünün, müslümanların
temiz îtikâdlarına zarar verme tehlikesi ortaya çıktı. Bunun üzerine Ehl-i sünnet âlimleri, başta İmâm-ı
a’zam olmak üzere, bu sapık akımlara cevaplar verdiler. Hepsini susturdular. Doğru îtikâdı, yâni Peygamber
efendimizin ve Eshâbının yolu olan Ehl-i sünnet îtikâdını kitaplara geçirdiler. Bu konuda ilk olarak İmâm-ı
a’zam hazretleri “El-Fıkh-ul-ekber” adlı eserini yazdı. Bozuk felsefe ve fikirlere verilen cevaplar bir ilim
hâline gelerek, ilm-i kelâm ve metodolojisi kuruldu. Bu ilimde Ehl-i sünnetin iki büyük imâmı yetişti.
Bunlardan biri Hanefî mezhebi âlimlerinden Ebû Mensur Mâtürîdî (ölm. 944/H. 333) diğeri de Şafiî
mezhebinde yetişen Ebü’l-Hasen Eş’arî (879-941) H. 266-330)dir. Bu iki imâmdan sonra gelen bütün kelâm
âlimleri, bu iki âlimin bildirdiği ve koyduğu metodlar üzerine eserlerini yazmışlardır.
Kadı Ebû Bekr Bâkıllânî, İmâm-ul-Haremeyn, Ebû İshak Şirâzî, Ebû Muzaffer İsferâyînî, Ebû Bekr ibni
Fûrek, Huleymî, İmâm-ı Gazâlî, Şehristânî, Abdülkâhir Bağdadî yetişen meşhûr kelâm âlimlerinden
bâzılarıdır.
Fıkıh ilmi: İslâmiyet’i Eshâb-ı kiramdan öğrenen Tabiîn ve bunlardan öğrenen, Tebe-i tabiîn (yâni
Abbasîler) devrinde, din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik mertebesine ulaşan büyük imamlar
yetişti. Bunlar, amelde mezheb sahibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o
âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört
büyük imâmın içtihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhafaza edildi ve müslümanlar
arasında yayıldı. Bu dört imâm; İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed bin
Hanbel idi.
Bu dört imâmın mezheblerinin dışındaki mezhebler unutulduğu için müntesibi kalmadı. Bundan sonra da
mezheb sahibi âlim yetişmedi. Bugün dünyâda sünnî müslümanlar bu dört mezhebden birine uyarak amel
etmektedir.
Abbasîler devrinde, devletler hukukunun temelleri atıldı. Dünyâda ilk yazılı devletler hukuku kitabı olan
İmâm-ı Muhammed’in “Siyer-i Kebîr” kitabı ve bu kitabın İmâm-ı Serahsî’nin yaptığı şerhidir. Yine ilk
yazılı fıkıh usûlü (hukuk metodolojisi) kitabı, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin “Er-Risâle” adlı eseridir. İmâm-ı
Mâverdî ve Kadı Ebû Ya’lâ, “Ahkâm-üs-sultâniye” adlı eserleri ile amme hukukuna büyük hizmette
bulundular. İmâm-ı Ebû Yûsuf, Yahya bin Adem, Belâzûrî, Ebû Ubeyd, İbn-i Zenceveyh de mâlî hukukun
kaidelerini koydular.
Kıraat ilmi: Abbasîler devrinde yedi kıraat tarîki (yolu) ortaya çıktı. Bu yolların her biri bir kıraat âlimi ve
talebesi ile temsil ediliyordu. Her bir okuyuş, sahâbîlerden birine dayanıyordu.
Tasavvuf ve ahlâk: Abbâsîlerin kültür hayâtına en çok te’sir eden, tasavvuf âlimleri idi. Bunlar, halkın
irşâd edilmesi ile meşgul olmuşlar, îtikâd ve amel bilgilerini kalblere yerleştirmişlerdir. Bir çok gayr-i
müslim, onların güzel ahlâkı vesîlesi ile müslüman olmuşlardı.
Bu tasavvuf âlimlerinin, velîlerin her birinin kendilerine mahsus usûlleri, metodları vardı. Bu usûl ve
metodlâra uyan talebelere göre çeşitli yollar ortaya Çıktı. Bu yollar, birbirlerinden esasta farklı değillerdi.
Cüneyd-i Bağdadî, İbrâhim-i Edhem, Fudayl bin Iyâd, Ma’rûf-i Kerhî, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü’l-Hasen-i
Harkânî, Ebü’l-Hüseyn Nûrî, Hallâc-ı Mensur, Haris el-Muhâsibî, Sırrî-yi Sekatî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i
Hemedânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, İmâm-ı Kuşeyrî yetişen meşhûr sûfîlerden bâzıları idi.
Hadîs ilmi: Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz devrinde, hadîs-i şerîfler tedvîn ve tasnîf edildi. Abbasîler
devrinde de, konularına, râvîlerine, kuvvet ve zayıflıklarına göre kitaplara geçirildi. Bu iş için, İslâm
âleminin her tarafına seyahatler yapıldı. İmâm-ı Buhârî, İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Tirmizî, İmâm-ı Mâlik,
İmâm-ı Nesâî, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce (r. aleyhim) gibi meşhûr ve büyük âlimler yetişti. Bu âlimler,
insan havsalasının kavrayamayacağı, fevkalâde bir gayret, îtinâ ve hassasiyetle çalışarak, ilk ve en muteber
hadîs-i şerîf kitaplarını kaleme aldılar. Bu âlimlerin ilk ikisi “Sahîh”, diğerleri de “Sünen” isimli eserlerini
yazdılar. Ayrıca İmâm-ı Mâlik’in “Muvatta”ı, İbn-i Ebî Şeybe’nin “Mûsânnef’i, Dârimî ve Dâre-Kutnî’nin
“Sünenden, Bezzâr’ın, Sa’îd bin Mensûr’un, Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”leri en mühim eserlerdendir.
Abbasîler devrinde te’lif edilen yüzlerce hadîs kitabı, Moğol istilâsı sebebiyle bu gün elde mevcûd değildir.
Hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri nakledenleri inceden inceye araştırmışlar ve hadîs ilminin usûl ve kaidelerini
tesbit etmişlerdir. Bu konuda ilk yazılan eserlerden biri, Râmehürmüzî’nin, “El-Muhaddis-ül-fâsıl”,
râvîlerle ilgili eserlerin en meşhûru da İbn-i Hibbân’ın “Şikârıdır.
Siyer ve târih ilmi: İlmî faaliyetler ilerleyip, hadîs-i şerîfler kitaplara geçirilince, Peygamber efendimizin
hayâtı ve gazaları ile alâkalı olan kısımlar “Kitâb-ül-megâzî ves-Siyer” diye başlayan bahislerde anlatıldı.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını konu alan siyer ilmi, hadîs ilminden ve târihden ayrı bir
ilim olarak meydana çıktı. Muhammed bin İshak (r. aleyh), ilk siyer kitabını yazdı. Bunu İbn-i Hişâm şerh
etti. Daha sonra, Vâkıdî, Peygamber efendimizin ve Esbabının gazalarını “Megâzî” adı ile yazmış, talebesi
İbn-i Sa’d da, “Tabakât-ül-kübrâ” adlı eserinde onun rivayetlerini toplamıştır. Belâzûrî ve Mus’ab-uz-
Zübeyrî de Eshâb-ı kiramın neseblerini tesbit etmişlerdir. İmâm-ı Taberî, Adem aleyhisselâmdan zamanına
kadar bir cihan târihi yazmıştır. Daha sonra gelen âlimlerden İbn-i Cevzî ve torunu Sıbt ibni Cevzî, İbn-i
Esîr târih sahasında önde gelen âlimlerdendir. Ayrıca İbn-i Asâkir 80 cild Şam târihi yazarak, en geniş şehir
târihini ortaya koydu.
Nahiv ilmi: Yine Abbâsîlerin ilk asrında, Küfe ve Basra’da, iki büyük medresede nahiv ilminin temelini
atan âlimler yetişti. Bunlardan Basra’da yetişenlerin meşhûrları; Îsâ bin Ömer es-Sakafî, Ebû Amr bin El-
Alâ, Halîl bin Ahmed, Ahfeş, Sîbeveyh ve Yûnus bin Habîb’dir. Küfe’de yetişenlerin meşhûrları ise; Ebû
Ga’fer er-Resâsî, Kisâî ve Ferrâ’dır. Arab edebiyatının mühim isimlerinden olan şâir ve edebiyatçılardan
bâzıları da o devirde yetişti. Halîl bin Ahmed, aruz ilminin temelini attı.
Abbasîler devrinde, edebiyat da zirvede idi. Şiirde, câhiliyye devri şiiri ile mukayese edilecek düzeye
gelinmişti. Ebû Nüvâs, İbn-i Kuteybe, Ebû Übâde el-Buhterî, Ebü’l-Atâhiyye, Abbasîler devrinde yetişen
meşhûr şâirlerden bâzıları idi. Abbasîler devrinde nesîr de zirveye çıkmıştı. Abdullah bin Mukaffa,
Beydabâ’nın “Kelîle ve Dimne”sini Arabca’ya çevirmiş ve bu eser Arab edebiyatının ilk nesir
örneklerinden kabul edilmiştir. İbn-i Kuteybe, Müberrid, Sîbeveyh, Esmaî, Câhız, yetişen meşhûr
nesircilerden bâzılarıdır.
Matematik ilmi: Namaz vakitlerinin tesbiti, kıblenin tâyini, mirasın taksîm edilmesi gibi dînî vecîbeler
sebebiyle, müslümanların meşgul oldukları ilk fen ilimlerinden biri de matematik ilmidir. Abbasîler
devrinde tercümeler yapıldı. Yapılan bu tercüme eserlerin yetersizliği tesbit edildi. Yeni usûller ve konular
ile Harezmî tarafından cebirin, Bettânî ve Ebü’l-Vefâ tarafından trigonometrinin temelleri atıldı. Sayılar ve
ondalık kesirler ilk defa ortaya konuldu. Sabit bin Kurre tarafından kardeş sayılar formülü keşfedildi. Kerhî
ve Kâşânî iki, üç ve dördüncü kuvvetten sayıların toplama formüllerini ortaya koydu. Kuzey Afrika’da sıfıf
rakamı kullanıldı. Böylece bütün Avrupa âlemi hesap yapma yollarını Endülüs müslümanlarından öğrendi.
Dört işlem geliştirilerek sisteme bağlandı. Gıyâseddîn Cemşîd Kâşânî tarafından ilk defa binominal
denklem çözüldü: Olmayana ergi metodu, geometriye ilk defa tatbik edildi. Ebü’l-Vefâ tarafından sinüsün,
İbn-i Hüseyn tarafından kinamatik metodunun, İbn-i Yûnus tarafından logaritmanın, Kâşî tarafından
ondalık kesirlerin keşifleri yapıldı. “Kitâb-ül-fahrî” adlı eser ile nümerik sayılar bilimi ortaya çıkarıldı.
Kâşânî, Pî sayısını (TT) doğru olarak hesapladı. İlk hesap makinasını yaptı. Ebü’l-Cûd, dâireyi dokuz eşit
parçaya bölebilen bir geometrik metot geliştirdi. Bîrûnî’nin, “Mekâlîdu ilm-il-hey’e” adlı eseri, küresel
trigonometri konusunda ilk eser olarak kaleme alındı. Bîrûnî, diagonalin yaklaşık değerini ilk defa
hesapladı. Harezmî, İbn-i Türk, Haccac ibni Yûsuf, Kindî, Ahmed Serahsî, Mahânî, Benî Mûsâ kardeşler,
Bettânî, Sabit ibni Kurre, Ebü’l-Vefâ Buzcânî, İbn-i Heysem, Ebû Sehl Kûhî, Bîrûnî, İbn-i Sînâ, Abbasîler
devrinde yetişen meşhûr matematikçilerden bâzılarıdır.
Tıb ilmi: Abbasî halîfeleri döneminde teşvik gören ilimlerden biri te tıb ilmiydi. Halîfe Mensur, Bağdad’da
körler için bir hastahâne açarken, ihtiyarlar için de bir dâr-ül-aceze yaptırdı. Ayrıca Harun Reşîd, pratik tıb
eğitimi için kütüphâneli bir hastahâne yaptırdı. Başarılı doktorları burada vazifelendirip, kütüphaneyi
güzîde eserlerle doldurdu. Ruh ve sinir hastalıklarının tedavisinde meşhûr olan İbn-i Bahtişû’ya baş tabiblik
vazifesini verdi. Me’mun ve Mu’tasım’ın, saraylarında özel doktorları vardı. Yahya bin Mâsaveyh,
Mu’tasım’ın özel doktorları arasında idi.
Halîfelerin hastahâneler açarak rahat çalışma imkânı sağlamaları, bu sahada çalışanlara değer vererek
yüksek maaşla saraylarına almaları doktorları teşvîk etti. Onların, sahalarında daha rahat ve verimli
çalışmalarına imkân sağladı. Bir çok tıb kitaplarının tercüme edilmesine ve yeni eser ve buluşların ortaya
konulmasına yol açtı.
Ali İbni Rabbân et-Taberî, 850 yılında yazdığı “Firdevs-ül-hikme” adlı tıb kitabında çeşitli hastalıklarla,
ilâçları tarif etti. İbn-i Nefîs Ali bin Ebi’l-Hazm, kan dolaşımını keşfetti. Kindî, psikofizyoloji ilmini kurdu.
“Risale fî ma’rîfet-il-kuvvet-il-adviyyet-ül-mürekkebe” adlı eserinde bu ilmin temel kânunlarını yazdı.
Tercüme faaliyetleri ile meşhûr olan Huneyn bir İshak, aynı zamanda zehirli gazlar konusunda otorite idi.
Yine bu devirde, Sabit bin Kurre tarafından ilk defa anestezi kullanıldı. Kızıl ve kızamık hastalıkları onun
tarafından tarif edildi. Ali bin Abbâs Ahvazî, kılcal damarlar sistemini ilk defa ortaya attı. İbn-i Sînâ,
enfeksiyon hastalıklarını îzâh ve teşhis etti. “El-Kânûn fit-Tıb” adlı eserini yazdı. Bu eser, İslâm ve Avrupa
üniversitelerinin yüzyıllarca değişmeyen temel kitabı oldu.
Bu sıralarda Avrupa’da, ayakta çıkan bir çıban yüzünden bacak kesilip hastanın ölümüne sebeb olunurken,
Ammâr el-Mavsilî ilk katarakt ameliyatını yaptı. Ali bin Îsâ ise ilk göz hastalıkları kitabını yazdı. “Tezkiret-
ül-Kehhâlîn” adını verdiği bu eserin, sekiz yüz sene boyunca bir eşi daha yazılamadı.
Astronomi ilimleri: Namaz vakitlerinin hesaplanması, kıblenin tâyini gibi hususlar sebebiyle müslümanlar,
astronomiye çok ehemmiyet vermişlerdir.
Câhiliyye devrinde başlayan Astronomi ilimleri, Abbasîler devrinde zirveye çıkmıştır. Batlemyus’un
(Ptolemy) “El-Macistî (Almagest)” ve “Tefrabibles” adlı eserleri Arabca’ya tercüme edildi. Bu kitaplardaki,
güneşin dünyânın etrafında döndüğü teorisini çürüten İbn-i Şatır, dünyânın güneşin etrafında döndüğünü ve
güneş sistemini Kopernik’den yüz yıllarca önce isbât etti. Bu isbâtıyla da modern astronominin temelini
yüzyıllarca önce atmış oldu.
Bağdad şehrinin kuruluşu esnasında, ilk hesapları yapan İbn-i Nevbaht, Abbâsîlerin ilk resmî astronomu ve
aynı zamanda ilk Usturlâb’ı keşfeden Muhammed el-Fezârî (ölm. 777), Ya’kûb ibni Tarîk ve İbn-i Fezârî
ilk devir astronomları arasında yer alırlar.
Ebû Sa’îd es-Siczî dünyânın döndüğünü, Bîrûnî de yer çekimi kânununu isbatladılar. Fergânî tarafından da
gezegenlerin hacimleri, ölçüleri, birbirine uzaklıkları bugünkü bilgilere yakın olarak hesaplandı. Bettânî,
gündönümü ve mevsimleri tesbit etmiş, İhvân-ı Safa da bir güneş yılını 365+1/4 gün olarak ölçmüştür.
Batlamyus zamanından beri, tepsi gibi dümdüz olduğu sanılan dünyânın küre şeklinde yuvarlak olduğu,
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (ölm. 768) tarafından ortaya atıldı. İbn-i Hurdâzbih, Mes’ûdî, Bîrûnî, İmâm-ı
Gazâlî gibi sonradan gelen âlimler bunu isbatladılar.
832’de Halîfe Me’mûn’un emriyle Sincar sahrasında bir heyet, bir derecelik meridyen yayının uzunluğunu
tesbit etti. Bu heyette; Ebü’t-Tayyîb ibni Ali, Ahmed bin Abdullah Mervezî, Ahmed bin Muhammed
Nihavendi, Ali bin Îsâ Usturlâbî, İbn-i Fergânî, Sabit bin Kurre gibi âlimler vardı. Ebü’l-Hasen adlı bir ilim
adamı, Akdeniz’in uzunluğunu 44° boylam uzunluğunda buldu. Ömer Hayyâm da, yüz yıldızın gök
koordinatlarını verdi. Mûsâ bin Şâkir ve oğulları, Sincar ve Küfe sahrasında yer küresinin çapını ve güneşin
irtifa derecelerini ölçtü. Ayrıca pusula keşfedildi.
Fizik ilimleri: Abbasîler, fizik ilimlerine çok ehemmiyet vermişlerdir. Abbasîler devrinde yetişen Kindî,
Einstein’den yüz yıllarca önce izafiyet (rölativite) teorisine işaret etmiştir. Yine Abbasîler devrinde yetişen
fizik âlimlerinden İbn-i Heysem, optik kânunlarını koymuştur. Bu konuda yazmış olduğu “Kitâb-ül-
menâzır” adlı eseri meşhûrdur. Bu eserinde ayrıca görme ve ışık teorisini de doğru olarak ortaya koydu.
Hâzinî de, “Mîzân-ül-hikme” adlı eserinde cisimlerin ağırlık ve özgül ağırlıklarına, ölçü ve tartı teorilerine
yenilikler getirdi. Ebü’l-İzz ibni Cezerî, sibernetik ilmini kurarak, yüzyıllar önce bilgisayarların öncülüğünü
yaptı.
Mustansıriyye Medresesi için, Nûreddîn Ali ibni Saati, bir su saati yaptı. Bu sahadaki faaliyetler; Murâdî,
Zerkâlî ve Hâzini ile devam etti. Harun Reşîd’in Şarlman’a gönderdiği çalar saat, Avrupa’da yıllarca
konuşuldu. Benî Mûsâ kardeşler de çeşitli otomatik âletler yaptılar. (Bkz. Benî Mûsâ Kardeşler)
Kimya ilmi: Kimya ilmi, Abbasîler devrinde ilim hâline gelmiştir. Bu ilmin kurucusu, Ca’fer-i Sâdık
hazretlerinin talebesi olan Câbir bin Hayyân idi. Câbir, kimya ilminin kurucusu olduğu gibi, atomun
bölünebıleceğini ilk defa söyleyen ilim adamıdır. Asit-temel (Acid-base) teorisini ve nitrik asidi de ilk bulan
Câbir bin Hayyân’dır. (Bkz. Câbir bin Hayyân) Modern kimyada kullanılan kimyasal sayılar metodunu,
Black ve Lavoiser’den 700 sene önce Ebü’l-Kâsım el-Kâsî kullandı. Râzî, Zünnûn-i Mısrî, Ebü’l-Kâsım
Irâkî ve Mesleme bin Ahmed Macrîtî bu devirde yetişen meşhûr kimyacılardan bâzılarıdır. İlk yoğunluk
ölçme âleti de Bîrûnî tarafından bu devirde yapıldı.
Biyoloji ve diğer fen ilimleri: Abbasîler döneminde biyoloji ilimlerine de ehemmiyet verilmiştir. Dîneverî,
İbn-i Kuteybe, İbn-i Baytar, Demîrî ve Câhız, bu devirde biyoloji konusunda yetişen meşhûr âlimlerden
bâzılarıdır.
Botanik konusunda çeşitli çalışmalar yapıldı. Râzî, İbn-i Cülcül, Esmâî, Ali bin Abbâs, İbn-i Baytar, Gâfikî,
İbn-i Avvâm, İbn-i Vahşiyye gibi âlimler bu sahada yetişen âlimlerin meşhûrlarındandır.
Câhız, Nazzâm, Demîrî, İbn-i Avvâm zooloji dalında yetişmiş ünlü âlimlerdir. Câhız’ın, “Kitâb-ül-hayvân”
ile Dîneverî’nin, “Hayât-ül-hayevân” adlı eserleri bugün bile orijinalliklerini korumaktadır.
Zekeriyyâ Kazvînî, Bîrûnî, Mes’ûdî ve İbn-i Sînâ’nın jeoloji ilmine mühim hizmetleri olmuştur.
Irâkî, Kindî, Nasr bin Ya’kûb Dîneverî ve Câbir bin Hayyân mineroloji ilminde önde gelen şahsiyetler idi.
Yine Bîrûnî, jeodezi ilminin kurucusu olmuştur.
Eczacılık ve farmakoloji dalında ise; Îsâ bin Şîr Baht, Huneyn bin İshak, Ebû Mensur, Bîrûnî, Muvaffak ve
İbn-i Cülcül bu devrin meşhûrlarıdır.
MEDENİYETİN AVRUPA’YA GEÇİŞİ
Abbasîler döneminde müslümanların ortaya çıkardığı yenilikler, sâdece müslümanların bilgisi dâhilinde
kalmayarak onlarla münâsebet kurma şerefine nail olabilen Avrupahların da öğrenip uyanmalarına sebeb
oldu. Bu dönemde ortaya konulan yenilikler, yeni yeni buluşların yapılmasına önayakoldu. İlmi, fenni
Çin’de de olsa, kaybettiği bir malı bilip alan Müslümanlar, kendi sahip oldukları ilmi de başkalarına
vermekten çekinmediler, İslâm memleketlerinin çeşitli şehirlerinde kurulan medreselere (üniversitelere),
Avrupa ülkelerinden talebeler gelip ilim öğrendiler. Müslümanlarla ve ilimleri ile tanıştılar. Onların örf ve
âdetlerine, temizlik ve güzel ahlâklarına hayran kaldılar, Memleketlerine dönüp, müslümanlarda gördükleri
bu fevkalâde güzellikleri ve onların zenginliklerini anlattılar. Kötü niyetli fitneci papazlar, anlatılan bu
zenginlikleri istismar ederek daha da dallandırıp budaklandırdılar. Kudüs’teki mukaddes yerleri de istismar
ederek, oraları kurtarmak bahanesiyle başlarına topladıkları çapulcuları Anadolu’ya müslümanların üstüne
sevk ettiler. Umûmi adıyla Haçlı seferleri denilen bu savaşlarda haçlılar, her tarafı kana buladılar. Yüz
binlerce kadın, çocuk, ihtiyar, genç, asker-sivil öldü. Kahraman Selçuklu askerlerinin elinden kaçan bir
kısım kılıç artığı haçlılar, Kudüs’ü ele geçirdilerse de, Selâhaddin-i Eyyûbî’nin kahraman askerinin elinde
bu mübarek yerin tekrar islâm beldesi olmasına mâni olamadılar. Memleketlerine zelil bir şekilde dönen
haçlılar, müslümanlardan pek çok şeyler öğrendiler. Medeniyetle tanıştılar, suyun nasıl kullanılacağını ve
insan bedeninin su ile yıkanabileceğini öğrendiler.
Avrupalılar arasında çeşitli yollarla yayılan, müslümanların geliştirdikleri teknik bilgiler ve mahsûlleri,
Avrupalı bâzı gençler tarafından hemen kabul gördü. Müslümanlar ve islâmiyet hakkında araştırma
yapmaya başladılar. Fakat, bu araştırmacılar arasında, iyi niyetli olanlar olduğu gibi kötü niyetliler de vardı.
Kötü niyetliler arasında çok görülen fanatik ruhlu bâzı papazlar, araştırmaları neticesinde doğruyu bizzat
görüp, müşahede ettikleri hâlde saklayıp, kendi uydurdukları yalanları hakîkatmiş gibi insanlara telkin
ettiler. Başlangıcından günümüze kadar bu tarz sahtekârlıklar devam edip geldi. Bugün bile “pek ilmî” ve
“çok tarafsız” olduğu iddiası ile ortaya çıkan bâzı kişi ve kuruluşlar, kendi kafalarındaki küflü fikirleri
İslâmiyetmiş gibi anlatmaya kalkışmışlarsa da hiç bir zaman güneşi balçıkla sıvamaya muktedir
olamamışlardır. Hep kendi hatâlarını kendi sahtekârlıklarını ortaya koymaktan ileri gidemediler. İnsaflı bâzı
ilim adamları müslüman ilim adamlarının eserlerini tedkik ederek hayranlıklarını belirtmekte, ilmin
öncülerinin onlar olduğunu teslim etmektedirler.
ABBASİ HALİFELERİ
Halifelerin isimleri Doğumu Hilafeti Vefatı
Ebül Abbas Abdullah Seffah bin 754
775
Muhammed bin Ali bin Abdullah 785
786
bin Abbas 722 749 (H.132) 809
754 (H.136) 833
Mensur Ebu Ca'fer bin 813
842
Muhammed bin Ali 713 847
861
Mehdi bin Mensur 745 775 (H.158) 870
865
Hadi Musa bin Mehdi 762 785 (H.169) 862
Harun Reşid bin Mehdi 765 786 (H.170)
Me'mun bin Harun 786 813 (H.198)
Emin Muhammed bin Harun 787 809 (H.193)
Mu'tasım bin Harun 796 833 (H.218)
Vasık bin Mu'tasım 812 842 (H.227)
Mutevekkil bin Mu'tasım 821 847 (H.232)
Mühtedi bin Vasık 835 869 (H.255)
Müste'in bin Mu'tasım 836 862 (H.248)
Müstansır bin Mütevekkil 839 861 (H.247)
Mu'temid bin Mütevekkil 844 870 (H.256) 892
Mu'tez bin Mütevekkil 847 865 (H.252) 869
Mu'tedid bin Muvaffak bin 857 892 (H.279) 902
Mütevekkil 878 902 (H.289) 908
Müktefi bin Mu'tedid 895 908 (H.295) 932
899 932 (H.320) 934
Muktedir bin Mu'tedid 905 944 (H.333) 949
910 934 (H.322) 940
Kahir bin Mu'tedid 910 940 (H.329) 944
Müktefi bin Mu'tedid 914 946 (H.334) 975
932 974 (H.363) 1003
Radi bin Muktedir 947 991 (H.381) 1031
Mütteki bin Muktedir 1001 1031 (H.422) 1075
1056 1075 (H.467) 1094
Muti' bin Muktedir 1076 1094 (H.487) 1118
Tayı' bin Muti' 1091 1118 (H.512) 1135
Kadir bin İshak bin Muktedir 1096 1136 (H.530) 1160
1109 1135 (H.529) 1138
Kaim bin Kadir 1124 1161 (H.555) 1171
1142 1172 (H.566) 1179
Muktedi bin Ahmed bin Kaim 1158 1180 (H.575) 1225
Müstazhir bin Muktedi 1175 1225 (H.622) 1226
Müsterşid bin Müstazhir 1192 1226 (H.623) 1242
Müktefi bin Müstazhir 1212 1242 (H.640) 1258
Raşid bin Müsterşid
Müstencid bin Muktefi
Müstedi bin Müstencid
Nasır bin Müstedi
Zahir bin Nasır
Müstensır bin Zahir
Müsta'sım bin Müstensır
Mısırdaki Abbasi Halifeleri
Halifelerin isimleri Doğumu Hilafeti Vefatı
Müntasır Ahmed bin Zahir (?) 1258 (H.656) 1261
1261 (H.660) 1301
Hakim Ahmed bin Hasen 1301 (H.701) 1338
1338 (H.740) 1348
bin Ali (?) 1339 (H.741) 1352
1352 (H.754) 1367
Müstekfi bin Hakim Ahmed 1285 1361 (H.763) 1405
Vasık bin Hakim 1377 (H.779) (?)
1377 (H.779) 1405
Muhammed (?) 1383 (H.785) 1384
1386 (H.788) (?)
Hakim Ahmed bin Müstekfi (?) 1389 (H.791) 1405
1405 (H.808) 1430
Mu'tedid bin Müstekfi (?) 1412 (H.815) 1441
1441 (H.845) 1450
Mütevekkil bin Mu'tedid (?) 1450 (H.854) 1459
1455 (H.859) 1479
Mu'tasım bin Hakim (?) 1479 (H.884) 1498
1515 (H.922) (?)
Mütevekkil (tekrar) (?) 1516 (H.923) (?)
Vasık bin Hakim (?)
Mu'tasım (tekrar) (?)
Mütevekkil (tekrar) (?)
Müste'in bin Mütevekkil 1392
Mu'tedid bin Mütevekkil 1380
Müstekfi bin Mütevekkil (?)
Kaim bin Mütevekkil (?)
Müstencid bin Mütevekkil 1392
Mütevekkil bin Ya'kub 1416
Müstemsik bin Ya'kub (?)
Ya'kub bin Müstemsik- (?)
billah
1) Târih-ül-ümem vel-mülûk
2) El-Kâmil fit-Târih
3) El-İber (İbn-i Haldun)
4) El-Bidâye ven-Nihaye
5) Târih-ul-hulefâ
6) Muhâdarât fî târihi-ümem-il-İslâmiyye
7) Târih-ul-İslâmî vel-Hadârat ül-İslâmiyye
8) El-Vüzerâ vel-Küttâb
9) Medeniyetü İslâmiyye Târihi (Corci Zeydan)
10) El-Fahrî (İbn-i Tiktikâ)
11) Târih-i Bağdad
12) A Short History of the Saracans; sh. 229
13) Subh-ul-a’şâ (Kalkaşandî)
14) Rehber Ansiklopedisi
15) Eshâb-ı Kiram
16) Düvel-i İslamiyye
17) Ahbar-ül-hukemâ
18) İntroduction to the history of science
19) El-Fihrist
20) İslâmic science (Huseyn Nasr)
ABDÂLİYE DEVLETİ
Afganistan da Abdalı kabilesinin kurduğu devlet. Aslen bir Türk boyu olan Abdâlîler, Gazneliler zamanında
İslâm dînini kabul etmişlerdi. Uzun süre dağlarda yaşıyan bu Türk boyu, Bâbürlüler Devleti ile Safevî
Devleti’nin arasının bozuk olduğu bir sırada, Tarnak ve Argandab vadilerine indiler. Bölgenin durumu
itibariyle iki büyük devlet arasında yaşamalarına rağmen, kendi başlarına hareket ediyorlardı.
Bir süre sonra Herat eyâletinin yönetimini ele geçiren Abdâlîler, üzerlerine gelen Safî Kuli Hân
komutasındaki İran ordusunu hezîmete uğrattılar ve Nâdir Şah devrine kadar bölgenin hâkimi oldular. Nâdir
Şah, Safevî Devleti’ni yıktıktan sonra, zamanın karışıklıklarından faydalanarak, Meşhed’i ele geçiren
Abdâlîleri yenilgiye uğrattı. Nâdir Şah, Abdâlîlerin askerî gücünden faydalanmak ve Gılzâler kabilesini
kontrol altında tutmak için, onları Kandehâr bölgesine yerleştirdi.
Abdâlîlerin genç reisi Ahmed Hân, zamanla Nâdir Şâh’ın çok güvendiği komutanlarından oldu. Nâdir
Şâh’ın vefatından sonra da Kandehâr’ı ele geçirerek hükümdarlığını îlân etti. 1747 (H. 1160) senesinde,
Herat dâhil olmak üzere Sind nehrine kadar Nâdir Şâh’ın ülkesinin doğu kısmına hâkim oldu. Kandehâr’ı
başkent yapan Ahmed Şah, inciler incisi mânâsına gelen Dürr-i dürrân lakabını aldı. Bu yüzden
Abdâlîler, Dürrânîler diye de anılmaya başlandı. (Bkz. Ahmed Şah Dürrânî.)
Kurduğu devletin en önemli mevkilerine Abdâlî boyunun ileri gelenlerini getiren Ahmed Şah, en önemli
kararlarını bunlara danışarak alırdı. Abdâlîye Devleti, bir takım boyların kendi iç teşkilâtlarını olduğu gibi
muhafaza ederek, güçlü bir kişinin etrafında toplanmasından meydana geldi. Devlette iktidar, sultan ile boy
ileri gelenleri arasında paylaşılmıştı. İşler, Afganlıların Cirke dedikleri istişare meclislerinde karâra
bağlanıyordu.
Ahmed Şah, tahta çıktıktan bir süre sonra Hindistan üzerine yürüyerek Gürgânîlerle savaştı. Bir çok şehri
ele geçirdi. Fakat Afgan ordusunun Lahor kuşatması sırasında, Ban denilen güllelerin atmadan patlaması
üzerine, ordusunda panik meydana geldi ve asker savaş meydânından kaçtı. Ordu, gece olunca, Lahor
kuşatmasını kaldırarak geri çekildi. Gürgânîlerle, sınır Sind ırmağı olmak üzere barış yapıldı.
Ahmed Şah Dürrânî, 1756 (H. 1170) senesinin sonlarına doğru Pencap’a girdi ve Lahor’u aldı. Lahor’un
alınmasından sonra Afgan orduları Delhi üzerine yürüdü. Bunun üzerine Gürgânîlerin ileri gelen bir çok
devlet adamı Ahmed Şâh’ı karşılamak üzere yola çıktılar. Delhi’ye 60 km. mesafede Afgan ordusunu
karşılayan Gürgânîlerin ileri gelenleri, Ahmed Şâh’dân af dilediler. Ahmed Şah, 1757 senesinin ilk ayında
Delhi’deki Kale-i Mu’allâ’ya girdi. Ahmed Şâh’ın bu seferi sırasında İngilizler, Gürgânîlerin elindeki
Bengal ülkesini tamamen ele geçirdiler.
Abdâlîler ile, yönetimi ele geçirmek istiyen Maratalılar arasında, Ahmed Şah’ın ölümüne kadar uzun süren
savaşlar oldu. Savaşların çoğu Abdâlîlerin galibiyetiyle sonuçlandı. Maratalılar uzun süre bir birlik
kuramadılar. Ahmed Şah, daha sonra İran’a sefer düzenlemek istedi ve Osmanlı sultânı Üçüncü Mustafa
Hân’a bir mektup yazdı ve İranlılara karşı yapacağı seferde yardım istedi. Barıştan yana olan Sadr-ı a’zam
Râgıp Paşa, Ahmed Şâh’ın, İran seferindeki gayesinin, münafıkları yenilgiye uğratmak değil de toprak elde
etmek olduğunu anladığı için, nâzik bir lisânla ona yardım gönderemeyeceğini bildirdi. İran seferine
çıkamayan Ahmed Şah, bir süre sonra vefat etti.
Ahmed Şâh’ın 1773 (H. 1187) yılında ölümünden sonra yerine oğlu Tîmûr Şah geçti ve hükümet merkezini
Kandehâr’dan Kabil’e nakletti.
Babasının bıraktığı devleti muhafazaya çalışan Timur Şah, içte kabîle çatışmalarına ve dıştan gelen
saldırılara karşı koyuyordu. Bununla beraber bâzı bölgelerin elinden çıkmasına mâni olamadı. Yirmi senelik
bir saltanattan sonra, 1793 (H. 1208) de vefat etti. Yerine oğlu Zaman Şah geçti. Zaman Şah, yedi sene
iktidarda kaldıktan sonra, 1800 (H. 1215) yılında kardeşi Mahmûd Şah tarafından tahttan indirilip,
hapsedildi. Diğer kardeşi Şücâül-Mülk, tahta çıkan Mahmûd Şâh’a isyan etti. Kabil’i ele geçirip tekrar
Zaman Şâh’ı başa geçirdi. Fakat vezir Fetih Hân’ın Şücâül-Mülk’ü yenmesi üzerine Mahmûd Şah tekrar
hükümdar oldu. Fetih Hân’ın nüfuzu arttı. Mahmûd Şâh’ın her hareketi kontrolü altındaydı. Fetih Hân’ın
kardeşi ve istikbâlin büyük hükümdarı Dost Muhammed’in nâmı duyulmaya başladı. Ailevî bir sebepten,
halk arasında çok sevilen Fetih Hân’ın öldürülmesine rızâ göstermesi, Mahmûd Şâh’ın ikbâlinin sönmesine
sebeb oldu. Kardeşinin öldürüldüğünü öğrenen Dost Muhammed, topladığı kuvvetlerle Mahmûd Şâh’ın
ordusunu 1818’de yenilgiye uğrattı ve Kabil’den kaçırttı. Mahmûd Şah 1829 (H. 1245) da ölümüne kadar
Herat’da kaldı. Yerine geçen oğlu Kamran’ın 1842 (H. 1258) de vefatına kadar Abdâlîye devleti Herat’ta
devam etti. Kamran’ın ölümü ile Abdâlîye, diğer adıyla Sadozaylar veya Dürrânîler hanedanı sona erdi.
Yeni Afgan devletinin başına Dost Muhammed Hân geçti. Mahmûd Şâh’ın kardeşi Şücâül-Mülk’ü mağlûb
ederek tekrar Hindistan’a kaçıran Dost muhammed Hân, Kabil’de emirliğini îlân etti. Kamran’ın vefatına
kadar Herat hâriç bütün Afganistan’a, 1842’den sonra da ülkenin tamâmına hâkim oldu.
Ahmed Şah Dürrânî’den sonra taht kavgaları ortaya çıktı. Sonunda saltanat hırsıyla yanıp tutuşan
şehzadelerin zaaflarından istifâde eden İngilizler, Afganistan’a sızdılar. Hîle ve desîsenin her türlüsünü
gayeleri için mubah sayan bu zâlimler, az sayıda fakat iyi yetiştirilmiş adamları sayesinde, kardeşi kardeşe
vurdurarak, Afganistan ve Hindistan’da kapanmayan yaralar açtılar. İstedikleri an bu yaraları kanatarak,
kendilerine çeşitli menfaatler te’min ettiler ve insanların acı çekmesinden vahşî bir zevk aldılar.
Abdâli hükümdarları Tahta çıkış târihi
Ahmed Şah Dürrânî 1747 (H. 1160)
Tîmûr Şah 1773 (H. 1187)
Zaman Şah 1793 (H. 1207)
Mahmûd Şah (Birinci defa) 1800 (H. 1215)
Şah Suca (Birinci defa) 1803 (H. 1218)
Mahmûd Şah (ikinci defa) 1809 (H. 1224)
Ali Şah 1818(H. 1233)
Şah Suca’ (ikinci defa) 1839 (H. 1225)
1842 (H. 1258)
Feth Ceng
1) The Cambridge History of India; cild-4, sh. 371
2) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Nâme-i Hümâyûn Defteri; nr. 8, sh. 460
3) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Nâme-i Hümâyûn Defteri; nr. 8, sh. 485
4) Kâmûs-ül-a’lam; cild-1, sh. 527
5) Sirâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 9
6) Nâme-i Ahmed Şah Baba benâm-ı Sultan Mustafâ sâlis Osmânî, Gulâm Geylânî Celâli, Kâbil 1346
ABDULLAH BİN ABBÂS (r. anh)
Eshâb-ı kiramın meşhûrlarından. Resûlullah efendimizin amcası Abbâs’ın oğlu olup, tefsir, hadîs, fıkıh ve
diğer ilimlerde mütehassıs idi. İsmi, Abdullah bin Abbâs bin Abdülmuttalib bin Hâşim bin Abd-i Menâf el-
Kureşî el-Hâşimî’dir. Annesi Lübâbe binti Haris Hilâliyye, Hâlid bin Velîd’in teyzesi olup ilk müslüman
olanlardandır. Babası hazret-i Abbâs, önceden müslüman olduğu hâlde gizli tutup, Mekke’nin fethinde
açıklamıştır.
Abdullah bin Abbâs, hicretten birkaç sene önce Mekke’de doğdu. Doğduğunda, babası onu Resûl-i ekreme
götürdü. Peygamber efendimiz onu kucağına alıp, mübarek ağzına aldığı bir hurmayı damağına sürdü ve;
“Allah’ım! Onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret” diyerek dua etti. Bu dua bereketiyle, ilimde çok
yüksek derecelere ulaştı. Daha küçük yaşta iken, Resûl-i ekrem efendimizin yânına giderdi. Teyzesi
Meymûne binti Haris (r. anhâ) Resûlullah’ın zevcesi idi. Bu sebeple pek çok defa Peygamberimizin evine
gidip gelmiş, bâzı geceler orada kalmıştır. Resûlullah’ın abdest suyunu hazırlar, birlikte namaz kılarlardı.
Abdest almayı, namaz kılmayı, Resûlullah’dan görerek öğrendi. Devamlı hizmeti sebebiyle, Resûlullah’ın
çok dua ve iltifatına kavuştu. Bir defasında Peygamber efendimiz, mübarek elini Abdullah ibni Abbâs’ın
başına koyarak şöyle dua etti: “Yâ Rabbî! Bütün ilim ve hikmeti, bu başa ver. Onları te’vil ve tefsir
edebilsin.” Bir başka gün de mübarek elini göğsü üzerine koyup; “Allah’ım! İnsanoğluna ihsan ettiğin
her ilim ve her hikmet, bu güzel göğüste toplansın” buyurmuştur.
Peygamberimiz, Medine’ye hicret ettikten sonra, Abdullah ibni Abbâs ailesi ile birlikte hicretin sekizinci
senesine kadar Mekke’de kaldı. Mekke’nin fethinden önce Medine’ye hicret etti. Bu sıralarda henüz 11-12
yaşlarında bulunuyordu. Aklı, zekâsı, çabuk kavrayışlılığı ile dikkati çekiyor ve seviliyordu. Peygamber
efendimiz zamanında, Kur’ân-ı kerîmin bir kısmını ezberlemişti. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem
vefat ettiği sırada, İbn-i Abbâs onüç veya ondört yaşında bulunuyordu. Bundan sonra Kur’ân-ı kerîmi
tamamen ezberledi. Übey bin Ka’b ve Zeyd bin Sâbit’e de (r. anhümâ) ezberini arzedip, dinletti. Yine bu
sırada Eshâb-ı kiramın büyüklerinin meclisinde bulundu. Hazret-i Ömer’in sohbetlerine ve ilim meclisine
devam edip, onun, Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem aldığı ilme, feyze ve marifetlere kavuştu.
Abdullah bin Abbâs, Hulefâ-i râşidîn (r. anhüm) devrinde fetvalar verdi.
Hazret-i Osman devrinde yapılan Afrikiyye (Tunus) seferine katıldı. Bu seferde, islâm ordusu adına
kendisine elçilik vazifesi verildi. Afrikiyye’de hükümdarlık eden Cercis ile görüştü. Cercis ve adamları
onun aklını, zekâsını, fikrî kuvvetini ve ilmini görerek şaşırmışlardı. Hattâ onların; “Bu, Arabların
mütebahhir (en derin) âlimidir” dedikleri vâriddir. Dönüşlerinde hazret-i Osman’ın emriyle, onun yerine hac
emirliği yaptı. Bu vazifeden döndüğü zaman, Osman (r. anh) şehîd edilmişti. Hazret-i Ali’nin halifeliği
sırasında, Basra valiliğinde bulundu.
Sıffin’de hazret-i Ali’nin kumandanlarından olup, onun şehâdetinden önce istifa ederek, Medîne-i
münevvere, Mekke ve sonra da Taife gidip, vefatına kadar burada kaldı. Abbasî halîfeleri onun
soyundandır.
Abdullah ibni Abbâs (r. anh), Eshâb-ı kiram arasında ilminin üstünlüğü ile tanınmıştır. Übey bin Ka’b onun
hakkında; “O, bu ümmetin hıbridir yâni âlimidir. Ona akıl ve anlayış verilmiştir. Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellem, onun dinde fakîh olması için dua etmiştir” buyurdu.
Abdullah bin Abbâs (r. anh), Muhacir ve Ensâr-ı kiramdan bir çoklarıyla görüşür, onlara Resûlullah’ın
gazaları ve inzal olan sûreler hakkında suâller sorardı. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine lakab olarak
Bahr-ül-ilm yâni ilim deryası denildi.
Çalışmaları, son derece muntazam ve belli bir plân dâhilinde idi. Hangi gün ne iş yapacağını önceden tesbit
eder ve onlara aynen riâyet ederdi.
Dörd büyük halîfe ve diğer Eshâb-ı kiramdan çok iltifat gördü. Bu iltifatlar karşısında asla hâlini
değiştirmedi. Tevâzûdan hiç ayrılmadı. Çok methedildiği zaman; “Bana bu nîmeti ihsan eden Allahü
teâlâdır. Çünkü, Resûlullah benim için dua etti” derdi. Abdullah ibni Abbâs, bilhassa Kur’ân-ı kerîmin
tefsîri ve âyet-i kerîmelerin izahında yüksek bir ilme sahipti. Bu vasfından dolayı Tercümân-ül-Kur’ân
denilmiştir. Hazret-i Ömer, onu ilim meclisinde bulundurur ve dâima ilme teşvik ederdi. Yaşının
küçüklüğüne rağmen İbn-i Abbâs’a hürmet eder, onunla istişarede bulunur, ilim ve irfanını takdir ve tebrik
ederdi.
Abdullah bin Abbâs, hazret-i Ömer’in kendisini üstün tutup, meclisinde bulundurması hakkında şöyle
demektedir: “Ömer (r. anh), beni, Bedr harbine katılan Eshâb-ı Bedr’in meclisinde bulundururdu. Onlardan
bâzıları hazret-i Ömer’e; “Niçin bu genci yanında bulunduruyorsun?” diye suâl ettiklerinde; “Bu sizin
bildiklerinizden değil” buyururdu.”
Ata (r. aleyh); “İbn-i Abbâs’ın ilim meclisinden daha üstün ve daha faydalı bir meclis görmedim. Âlimler,
sâlinler, şâirler onun meclisine devam ederler, her biri ilme dolmuş ve doymuş olarak huzurundan
ayrılırlardı” buyurdu.
Hazret-i Muâviye, İbn-i Abbâs hakkında; “Ölü veya diri herkes, onun ilmine muhtaçtır” buyurmuştur.
İkrime (r. aleyh); “En zor mes’eleleri hâlleden, hazret-i Ali; Kur’ân-ı kerîmi de en iyi bilen İbn-i Abbâs’dı”
buyurdu.
Eshâb-ı kiramın meşhûrlarından Ebû Hüreyre (r. anh) vefat ettiğinde, Zeyd bin Sabit (r. anh) şöyle buyurdu:
“Bu ümmetin hibri yâni âlimi vefat etti. Ümîd ederiz ki, Allahü teâlâ ona İbn-i Abbâs’ı halef kılar”
Abdullah bin Ömer (r. anh), kendisine mühim bir mes’ele soruldukta; “Bunu, İbn-i Abbâs’a sorunuz. Çünkü
o, Resûlullah’a inzal buyrulanı, hayatta bulunanların en iyi bilenidir”, başka bir defasında da; “İbn-i Abbâs,
bizim en âlimimizdir” buyurdu.
Abdullah bin Amr bin As da, İbn-i Abbâs’ı medh ü sena ederek; “Sünneti ve Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i
kerîmelerin ihtiva ettiği hükümlerin inceliklerini, en iyi bilenimizdir” dedi. Hazret-i Aişe ve Ümmü Seleme
(r. anhâ) validemiz de İbn-i Abbâs’ı övdüler.
Ebü’l-Hasen Medâyinî onun hakkında; “İbn-i Abbâs Basra’ya geldiği zaman, Arablar içinde; vakar, ilim,
giyim, kemâl ve güzellik bakımından ondan üstünü yoktu” demektedir.
İbn-i Abbâs, fıkıh ilminin mühim bir bölümü olan ferâiz ilminde (ölüden kalan malın nasıl dağıtılacağını
gösteren ilim) çok mahirdi. Mu’âz bin Cebel, Zeyd bin Sabit ve Abdullah bin Mes’ûd (r. anhüm), İbn-i
Abbas’ın bu ilimde pek ileri olduğunu bildirmişlerdir. Ubeydullah bin Abdullah, onun, ferâiz ilminde seçkin
bir zât olduğunu haber verdi.
Evzâî; “İbn-i Abbâs (r. anh), her gün beş yüz rekat namaz kılardı” buyurdu.
Abdullah bin Abbâs (r. anh), devrinin ilim, irfan ve fazilet bakımından önde gelenlerindendi. İlimde canlı
bir kütüphane olup, bütün ilimleri kendisinde toplamış; Kur’ân, tefsîr, hadîs, fıkıh, edebiyat ve sahabenin
ihtilâf ettiği konularda ve diğer ilim dallarında mütehassıs olmuştu. Kur’ân-ı kerîmle ilgili ilmini, isteyen ve
soranlara öğretirdi. Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin toplanmasında ve neşrinde büyük hizmeti olmuştur.
İbn-i Abbâs, tefsîr ilminde önde gelip müfessirlerin şahı idi. İbn-i Mes’ûd (r. anh) onun hakkında; “O,
sultân-ül-müfessirîndir. Kur’ân-ı kerîmin tefsîr ve te’vilinde kudret sahibi idi. Ayet-i kerîmelerin geliş
sebeplerini çok iyi bilir, nâsih ve mensûhu anlardı. Devrinin büyükleri tarafından çok medh ü sena edildi.
Tabiînden Şakîk, bir hac mevsiminde İbn-i Abbâs’ın bir hutbesini dinlemişti. İbn-i Abbâs, Nur sûresinin
tefsîrini yapmıştı. Şakîk buna hayran olup; “Bu tefsîrin kadri yüksektir. Eğer mecûsîler, Rumlar bunu
duysalardı, hepsi müslüman olurdu” demiştir, islâm âlimleri, tefsîr kitaplarını onun rivâyetleriyle
süslediler.”
Abdullah bin Abbâs’ın, müstakil bir tefsîr kitabı yoktur. Fakat tefsire dâir muhtelif rivayetleri vardır.
Abdullah bin Abbâs’ın (r. anh) nakledilegelen rivayetlerinden bir kısmını Fîrûzâbâdî, “Tenvîr-ül-Mikbâs
min Tefsîr-i İbn-i Abbâs” adlı bir kitapta toplamıştır. Onun tefsîre dâir rivayetleri çeşitli yollarla
nakledilmiştir. Bunlardan en meşhûrları şunlardır:
1-Saîd bin Cübeyr tarîki, 2-Mücâhid bin Cebr tarîki, 3-İkrime (Mevlâ ibn-î Abbâs) tarîki, 4-Ali bin Ebî
Talhâ el-Hâşimî tarîki, 5-Kays tarîki, (Bu zât Ata bin es-Sâib’den, o da Sa’îd bin Cübeyr’den, o da
Abdullah bin Abbâs’dan rivayet etmiştir. Bu tarîk, İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslim’in şartlarına uygun
olup, sahihtir.), 6-Ebû İshak tarîki, 7-Dahhâk tarîki.
İbn-i Abbâs hazretlerinin ders halkası çok genişti, ilim ve irfan öğrenmek için dört bir taraftan gelenler
vardı. İbn-i Abbâs, derslerinde herkesi tatmin eden açıklamalarda bulunur, gelenler doymuş olarak giderdi.
Dînî ilimlerden başka o ilim meclisinde; lisan, şiir, edebiyat, tahrîr konuları da mevzûbahs olurdu. İbn-i
Abbâs hazretleri, namazlardan sonraki konuşmalarında ise, tâlim terbiye üzerinde dururdu. Seyahatlerde
bulunduğu zamanlarda da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirir, vâz ve irşâd ile meşgul
olurdu. Arabca bilmeyen müslümanlara tercümanlar vasıtasıyla vâz ve nasîhat ederdi.
İbn-i Abbâs hazretlerinin verdiği fetvalar, fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir. Halîfe Me’mûn
zamanında toplatılan fetvaları, yirmi cildi bulmakta idi.
Sorulan mes’elelere cevap verirken, önce Kur’ân-ı kerîme, sonra hadîs-i şerîflere bakar, açıkça bulamazsa,
hazret-i Ebû Bekrin, sonra hazret-i Ömer’in o hususta verdikleri hükümleri araştırırdı. Bunlarda da
bulamazsa, kendi içtihadıyla cevap verirdi. Kendisine havale edilen mes’elelere gayet açık ve isabetli
cevaplar vermesiyle meşhûr oldu. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere kendisine çok sayıda mürâcât eden
oluyordu. Suâl sormak için gelenlerin çok kalabalık olması sebebiyle, gelenleri ellişer kişilik gruplar
hâlinde yanına alıp, suâllerine cevap verirdi.
Ebû Salih (r. aleyh) anlatır: “İnsanlar mes’elelerini sormak için Abdullah bin Abbâs’ın evi önünde
toplanmışlardı. Yol, insanla dolup taşmıştı. Kimsenin gelip geçmesi mümkün değildi. Huzuruna girip, kapı
önündeki durumlarını haber verdim. Bana, su getirmemi söyledi. Getirince, abdest aldı ve; “Şimdi çık ve
dışardakilere söyle. Onlardan, Kur’ân-ı kerîm ve kıraat ilmine dâir soru sormak isteyenler gelsinler”
buyurdu. Dışarı çıkıp söyledim. O hususta mes’elesi olanlar içeri girdiler. Ev doldu. Müşkillerini sordular
ve cevaplarını fazlasıyla alıp dışarı çıktılar. Sonra tekrar; “Şimdi tefsîr ve te’vil hususunda bilgi edinmek
isteyenler gelsin” buyurdu. Söyledim. İçeri girdiler. Onlar da evin odalarını doldurdular. Onların da
sorularını fazlasıyla cevaplandırdı. Doymuş olarak çıktılar. Arkasından; “Haram, helâl ve fıkıhtan mes’elesi
olanlar gelsinler” buyurdu. Haber verdim, onlar da içeri girdiler. Evde yine boş yer kalmadı. Gelenler de
haram, helâl ve fıkhî mevzularda çeşitli suâller sordular. Onlara da çok güzel cevaplar verdi. “Dışarıda
kardeşleriniz bekliyor” buyurdu. Gelenler dışarı çıktılar. “Ferâiz mes’elesi ne dâir suâlleri olanlar girsinler”
buyurdu. Onlar gelip evi doldurdular. Cevaplarını alıp çıktılar. Sonra; “Lügat ilminden ve edebiyattan
sormak isteyenler girsinler” buyurdu. Onlar da gelip suâllerini sorup cevaplarını aldılar.” Ebû Salih der ki:
“Kureyş, Abdullah bin Abbâs (r. anh) ile ne kadar iftihar etse azdır. İnsanlardan hiç kimsenin kapısında,
böyle toplandıklarını görmedim.”
İbn-i Abbâs, hadîs ilminde bir derya idi. 2660 civarında hadîs-i şerîf rivayet etti. Hadîs-i şerîfleri tedkik ve
araştırma ile öğrenirdi.
Abdullah bin Abbâs (r. anh), çok âlim yetiştirmiştir. Ondan ilim öğrenen ve hadîs-i şerîf rivayet eden pek
çok âlimden, bir kısmı şunlardır: Kendi oğulları Muhammed bin Abdullah, Ali bin Abdullah, kardeşlerinin
oğullar) Abdullah bin Ubeydullah, Abdullah bin Ma’bed, Abdullah bin Ömer, Şa’be bin Hakem, Merved
bin Mahreme, Ebü’t-Tufeyl, Ebû Ümâme bin Sehl, Sa’îd bin Müseyyeb, Mücâhid bin Oebr, Ata bin Ebî
Rebâh ve diğerleri.
Abdullah bin Abbâs hazretleri, Peygamberimizden bizzat işiterek hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Ayrıca,
babası hazret-i Abbâs’dan, annesinden, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahmân bin Avf, Mu’âz bin
Cebel, Ebû Zer Gıfârî ve diğer bir çok sahâbîden radıyallahü anhüm hadîs-i şerîf rivayet etmiştir.
Rivayetleri Kütüb’üs-Sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almaktadır.
Abdullah bin Abbâs, ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan sonra, 687 (H. 68) senesinde Tâif’de
vefat etti. Cenaze namazını, hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed bin el-hanefiyye (r. aleyh) kıldırdı ve;
“Bugün, bu ümmetin en âlimi vefat etti” buyurdu. Onun vefatı müslümanları çok üzdü.
Uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir zât içli. Sakalını kına ile boyardı. Çok ağlaması sebebiyle,
yanaklarında, göz yaşlarının bıraktığı izler görünürdü, ömrünün sonuna doğru gözleri görmez olmuştu.
Bunun için şu beyti söylemişti:
Allah, gözlerimden görme nurunu aldıysa,
Dilimde ve kalbimde o nur devam ediyor.
Abdullah bin Abbâs (r. anh) buyurdular ki:
“Dağlar dahi birbirine karşı azsa, azgın cezasını bulacaktır.”
“İçinde haram olanın, yâni haram yiyenin namazını, Allahü teâlâ kabul etmez.”
“Benim için gecenin az bir vaktini ilme ayırmak, bütün geceyi ibâdetle geçirmekten daha sevimlidir.”
“İnsanlara hayrı öğretenler için, denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey, Allahü teâlâdan mağfiret
diler.”
“Resûlullah efendimiz misvak kullanmak hususunda bize öyle emirler verirdi ki, bu hususta bir âyet nazil
olacağını zannederdik.”
“Her binanın bir temeli vardır. İslâm binasının temeli de güzel ahlâktır.”
“Zengine ikram edip, fakire ihanet eden mel’ûndur.”
“Kıyamet günü Cennet’e ilk davet edilecek olanlar, her halükârda Allahü teâlâya hamd edenlerdir.”
“Ey çok günah işleyen! Yaptığın işin şerli sonucu seni bekliyor, emin olma. Gülmektesin, ama başına neler
geleceğini anlamıyorsun. Bu hâlin, günahların en büyüğüdür. Bir hatalı işde başarı kazanır, sevinirsin. Bu
sevinmen, yaptığın hatâdan daha büyüktür. İşleyeceğin yanlış bir işin fırsatını kaçırınca, üzülürsün. Hâlbuki
bu, o hatâdan daha tehlikelidir. Sen hatâdasın. Allahü teâlâ, seni daima görmektedir. Bu görüş, kalbini
titretmez. Bu hâlin, yaptığın hatâdan daha fenadır.”
“Sabır üç çeşittir. Birincisi, farzların yapılmasında güçlüklere sabretmek.
Bunun sevabı üç yüz derecedir. İkincisi haramlardan ve yasak edilen şeylerden sakınma hususunda sabır.
Bunun altı yüz derece sevabı vardır. Üçüncüsü, ilk sarsıntıda, musibetin ilk geldiği anda gösterilen sabırdır.
Bunun da fazileti dokuz yüz derecedir.
Mücâhid bin Cebr (r. anh), Abdullah bin Abbâs’ın (r. anh) şöyle buyurduğunu nakleder: “Beş hafif şey var
ki, bunlar eğerlenmiş ve binmek için bekletilen bir Arab atından (en kıymetli şeyden) benim için daha
sevimlidir.”
“Üzerine gerekmeyen ve sana faydası dokunmayan şeyler hakkında konuşma; çünkü bu fuzûlî bir iştir,
zararından da emîn değilsin. Yerini bulmadıkça lüzumlu olan sözü de konuşma. Çok kere faydalı söz yerini
bulmaz da kaybolur gider. Sefîh ve ahmak kimselerle mücâdele etme. Çünkü sefîh, kalbinden sana buğz
eder. Ahmak, adî kimseler, dili ile sana eziyet ederler. Tanıdığın kimse, yanından ayrıldığı zaman, onun ayrı
bir yerde seni nasıl anmasını istersen, sen de onu öyle an. Sen affedilmeni istediğin hususlarda, onu da affet.
Kardeşinin sana ne şekilde muamele yapmasını istersen, sen de ona o şekilde muamele et. Suçlu olarak
yakalanıp da, ihsan ile mükâfat görenin ameli gibi amel et.”
Abdullah bin Abbâs (r. anh) şöyle buyurdu: “Besmeleyi” okuyan, Allahü teâlâyı zikretmiş olur.
“Elhamdülillah” diyen, şükretmiş olur “Allahü ekber” diyen, Allahü teâlâyı tazim etmiş (büyük bilmiş) olur.
“La ilahe illallah” diyen, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş olur. “La havle velâ kuvvete illâ billâh” diyen, Allahü
teâlâya teslim olmuş olur. Onun için Cehnet’te yüksek bir derece ve hazîneler vardır.”
“İlk önce farzları yapmalıdır. Allahü teâlânın emirlerini yerine getir ve O’ndan yardım iste. Allahü teâlâ bir
kulunda düzgün niyet ve katındaki sevaba kavuşma arzusu görünce, onun istemediği şeyleri ondan men
eder.”
“Allahü teâlâ, mü’min, fâcir (günah-kâr) herkesin rızkını helâlden takdir etmiştir. Helâl rızkı için
sabrederse, Allahü teâlâ onu mutlaka gönderir. Sabırsızlık gösterir haramdan bir şey yerse, helâl rızkından
eksiltir.”
Peygamber efendimizden bizzat işiterek rivayet ettiği bâzı hadîs-i şerîfler şunlardır.
“Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek, E’ûzü okuyarak başlamakla olur ve Kur’ân-ı kerîmin anahtarı
besmeledir.”
“Ölünün mezardaki hâli, imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan
kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden,
arkadaşından gelecek bir duayı gözler. Kendisine bir dua gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş
gibi sevinmekten, daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşayanların duâlan sebebi ile, ölülere dağlar gibi
çok rahmet verir. Dirilerin ölülere hediyesi, onlar için dua ve istiğfar etmektir.”
“Allahü teâlânın size verdiği sayısız nimetler için O’nu seviniz. Beni de Allahü teâlâyı sevdiğiniz için
seviniz.”
“Öğretiniz, müjdeleyiniz, güçleştirmeyiniz.”
“Ümmetimden iki sınıf düzgün olursa, bütün insanlar düzgün olur. Bunlar bozulursa insanlar da
bozulur. Bu iki sınıf, âmirler ve âlimlerdir.”
“Kur’ân-ı kerîmi kendi arzusuna (görüşüne), sözüne göre tefsir eden, Cehennemdeki yerine
hazırlansın”
“Tövbe ve istiğfara devam eden kimseye Allahü teâlâ her sıkıntıdan bir kurtuluş ve her darlıktan bir,
genişlik verir ve ummadığı yerden kendisini rızıklandırır.”
“İşitmek, görmek gibi değildir.”
“Kızdığın zaman sükût et.”
“Bid’at sahibi, bid’at işlemekten vazgeçmedikçe, Allahü teâlâ onun hiç bir ibâdetini kabul etmez.”
1) El-A’lâm; cild-4, sh. 95
2) Hilyet-al evliya; cild-1, sh. 314
3) El-İsâbe; cild-2, sh. 330
4) El-İstiâb; cild-2, sh. 350
5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-2, sh. 365
6) Eshâb-ı Kiram; sh. 177
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 975
8) Kâmûs-ul a’lâm; cild-4, sh. 3103
9) Tezkiret-ül-huffâz; cild-1, sh. 141
10) İzâlet-ül-hafâ; cild-1, sh. 295
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 182
12) Üsüd-ül-gâbe; cild-3, sh. 192
13) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 12
14) Et-Tefsîr vel-müfessirûn; cild-1, sh. 65
ABDULLAH BİN AMR BİN AS (r. anh)
Eshâb-ı kiramın büyüklerinden, meşhûr Mısır fâtihi Âmr bin Âs’ın oğlu. Milâdî 616 yıllarında (hicretten
yedi sene önce) doğmuştur. Annesi, Rayta binti Münebbih’dir. Babasından önce îmân etti. Müslüman
olmadan önce adı As idi. Peygamber efendimiz Abdullah olarak değiştirdi. Künyesi, Ebû Abdurrahmân’dır.
Abdullah bin Amr (r. anh), Bedr ve Uhud harbinden başka bütün harplere katılıp, Peygamber efendimizin
yanında bulundu. İlk iki harbe yaşı küçük olduğu için katılmamıştır. Gaza ve seriyyelere süvari olarak
katıldı. Ayrıca harbe gidecek askerleri tâlim ile, onları savaşa hazırlamak gibi mühim vazifelerde bulundu.
Bir çok harbe kumandan olarak katıldı. Abdullah bin Amr (r. anh), kumandanlığı ile ilgili bir hususu kendisi
şöyle anlatır: “Resûl-i ekrem efendimiz, yanımda bulunan develere askerleri bindirerek, bir tarafa i’zâm
etmemi (yollamamı, göndermemi) emir buyurunca, develerin askerlere kâfi gelmeyeceğini gördüm.
Peygamberimize müracaat ederek, bâzı askerlerin yaya kaldıklarını söyledim. Resûl aleyhi isselâm bana
şöyle buyurdu: “Zekât olarak gelen erkek develer karşılığında, dişi develer satın al ve askerlere binek
te’min et!” Ben de, bir erkek deve karşılığında üç dişi deve alarak, askerlerin gidecekleri yere varmalarını
sağladım.”
Abdullah bin Amr’ın, Peygamber efendimizin vefatından sonra katıldığı ve büyük kahramanlıklar
gösterdiği muharebelerden biri Yermük muharebesidir. Şam fâtihi olan babası Amr bin As da bu
muharebede ordu kumandanlarından idi. 240.000 kişilik Bizans ordusuna karşı, 46.000 kişilik İslâm ordusu,
kısa zamanda zafer kazandı.
Hz. Abdullah bin Amr bin As, Peygamber efendimizin yanında bulunup, bizzat işiterek çok ilim
öğrenmiştir. Peygamberimizden işittiği her şeyi yazmak için izin istemiş ve aldığı müsâade üzerine pek çok
hadîs-i şerîf yazmıştır. Eshâb-ı kiramdan en çok hadîs-i şerîf rivayet eden Ebû Hüreyre (r. anh), onun
ilminin çokluğunu îtirâf buyurarak; “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, Abdullah bin Amr’dan başka benden
çok ezberleyen ve rivayet eden olmamıştır. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım” dedi. Abdullah bin
Amr’ın (r. anh), Resûlullah’tan her işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kiramın ileri gelenleri, ona; “Sen,
Resûlullah’dan her şeyi yazıyorsun. Hâlbuki, Resûl aleyhisselâm bâzan gadab, kızgınlık, bâzan da neş’eli
hâllerde iken söz söylemektedir” deyince, hazret-i Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek hususunda
tereddütde kalmış ve mes’eleyi Resûl-i ekreme arzetmişti. Resûlullah efendimiz, onu dinledikten sonra;
“Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü teâlâya yemin ederim ki, ağzımdan hak (yâni doğru, gerçek)
olandan başka bir şey çıkmamıştır” buyurdular.
Resûlullah’dan işittiği bütün hadîs-i şerîfleri, Sahîfe-i Sâdıka adında bir mecmuada (kitapta) toplanmıştır.
Suâllere, bizzat Resûlullah’dan işiterek yazdığı bu mecmuayı çıkararak, bakıp cevap verirdi. Hadîs-i şerîf
râvîlerinden Ebû Kubeyl bu hususta şunu nakletmektedir: Abdullah bin Amr bin As’ın (r. anh) yanında
bulunuyorduk. Kendisine, Kostantiniyye (İstanbul) ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel
fethedileceği soruldu. Hazret-i Abdullah, suâli dinledikten sonra bir sandık getirtmiş ve şu cevâbı vermişti:
“Bir gün, Resûlullah’ın etrafında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Derken Resûl-i ekreme; “Kostantiniyye
veya Roma şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek?” diye sorulunca; “En önce Herakliüs’ün şehri
olan Kostantiniyye (İstanbul) feth olunacaktır” buyurdular.”
Abdullah bin Amr’ın ilminden en çok istifâde, eden muhitlerden biri de Basra’dır. Bu şehre vali tâyin
edilenler onun derslerine koşmayı başlıca vazife biliyorlardı. Naklettiği ilimlerden bütün müslümanlar
faydalanmıştır.
Arabca’dan başka İbrânice ve Süryânice de bilen Abdullah bin Amr hazretleri, Resûlullah sallallahü aleyhi
ve sellemin mübarek ağızlarından işiterek topladığı hadîs-i şerîf mecmuasına, son derece titizlik gösterirdi.
İmâm-ı Mücâhid diyor ki: “Abdullah bin Amr’ın elinde bulunan kitaplarından hangisine bakmak istesek,
mâni olmazdı. Fakat bu hadîs-i şerîf mecmualarından birini okumak istediğimiz zaman, ona son derece îtinâ
gösterir ve; “Ben, bunu bizzat Resûl-i ekremin mübarek ağzından işiterek topladım. Onu, bütün dünyâya
değişmem” derdi.
Yedi yüz civarında hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Bunlardan on yedisi “Sahîh-i Buhârî” ile “Sahîh-i
Müslim’de müşterek olarak nakledilmektedir. Ayrıca İmâm-ı Buhârî bunlardan sekiz, İmâm-ı Müslim de
yirmi tanesini ayrı ayrı nakletmektedirler. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, “Müsned”inde, ondan, çok hadîs-i
şerîf rivayet etmiştir.
Abdullah bin Artır bin As (r. anh), uzun boylu, yakışıklı bir zât idi. Zühd ve takvası çok olup, zirâatle iştigâl
eder ve geçimini bu yoldan sağlardı. Son derece cömerd olup, eline geçeni dağıtır ve herkesi memnun
ederdi. 684 (H. 65) târihinde yetmiş iki yaşlarında Şam’da vefat etti. Vefat târihi ve yerine dâir başka
rivayetler de vardır.
Hz. Abdullah bin Amr bin Âs’ın hikmetli sözleri çoktur. Buyurdular ki:
“Faydasız söz söylemeyiniz.”
“Müzevvirlik (ara bozuculuk) ve iki dostun arasını açmak, Allahü teâlânın gadabına sebeb olur. Eğer siz
benim bildiğime vâkıf olsaydınız, çok ağlardınız.”
Bir gün kendisine; “Şerrin en fenası ve hayrın en iyisi hangisidir?” diye sorulunca; “Hayrın en iyisi; doğru
söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itaat eden hanımdır. Serlerin de en fenası; yalan söz, fena kalb ve itaat
etmeyen hanımdır” buyurdular.
Kendisi şöyle bildiriyor: “Bir gün Resûl-i ekreme sallallahü aleyhi ve sellem; “Yâ Resûlallah! Müslümanın
hangisi hayırlıdır?” diye sorduğum zaman; “Fakirleri doyuran, tanıyıp tanımadığı her müslümana
iltifat eden” buyurdular.
Abdullah bin Amr’ın (r. anh) rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
“İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne
çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.”
“Allah’a ve ahıret gününe îmân eden, misafirine ikram etsin. Allah’a ve âhır et gününe inanan,
komşusuna hürmet etsin. Allah’a ve âhıret gününe îmân eden, ya hayır söylesin, yahut sussun.”
“Küçüğümüze acımayan, büyüğümüze hürmet etmeyen bizden değildir.”
“Cehennemden uzaklaşıp, Cennete girmek isteyen, son nefeste Kelime-i şehâdet söylesin ve kendisine
yapılmasını arzu ettiği şeyleri başkasına yapsın.”
1) Üsüd-ül-Gâbe; cild-3, sh. 233
2) Tehzîb-üt-tehzîb; cild-5, sh. 337
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 185
4) Sîret-i İbn-i Hişâm; cild-4, sh. 139
5) Tezkiret-ül-huffâz; cild-1, sh. 41
6) El-A’lâm; cild-4, sh. 111
7) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-4, sh. 261
8) El-İsâbe; cild-2, sh. 351
9) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-2, sh. 158
10) Sahîh-i Buhârî (Kitâb-ul İlm); sh. 39
11) Hilyet-ül-evliyâ; cild-1, sh. 283
ABDULLAH BİN CAHŞ (r. anh)
Eshâb-ı kiramdan olup, Peygamber efendimizin halasının oğlu. İslâm târihinde ilk ordu kumandanı olmakla
meşhûrdur. Kız kardeşi hazret-i Zeyneb, Resûlullah’ın hanımıdır. Nesebi, Abdullah bin Cahş bin Ribâb bin
Ya’mer el-Esedî; künyesi Ebû Muhammed’dir.
Abdullah bin Cahş (r. anh); Mekke’de, Peygamber efendimiz daha Erkam’ın evini teşrif etmeden önce,
hazret-i Ebû Bekr vasıtasıyla yanında iki kardeşi olduğu hâlde îmân ettiler. O da diğer Eshâb-ı kiram gibi
müşriklerin eza ve cefâlarına mâruz kaldı. Bu yüzden, iki defa Habeşistan’a hicret etti. Dönüşte bir müddet
Mekke’de kaldı. Sonra aile efradı ile birlikte Medine’ye hicret etti. Medine’de Ensâr-ı kiramdan Âsım bin
Sâbit’e misafir oldu. Peygamber efendimiz sonraları Abdullah’ı, Âsım ile kardeş yaptı.
Abdullah bin Cahş (r. anh) Peygamber efendimize çok bağlı idi. Resûlullah efendimiz onu ordu kumandanı
tâyin ettiğinde; “Abdullah! Senin, dünyâda en çok özendiğin nedir?” diye sorunca, hazret-i Abdullah;
“Allah ve Resûlüne muhabbettir” cevâbını vermişti.
Peygamber efendimiz Abdullah bin Cahş’ı, hicretin ikinci senesinde Nahle’de, Kureyş müşriklerini
gözetlemek üzere gönderdiği ilk seriyyeye yâni askerî birliğe kumandan tâyin etti. Abdullah bin Cahş (r.
anh) bu hususu şöyle anlatır “O gün Resûlullah efendimiz yatsı namazını kılınca, beni yanına çağırdı;
“Sabah vakti olur olmaz yanıma gel. Silâhın da yanında bulunsun. Seni bir tarafa göndereceğim”
buyurdu. Sabah olunca, mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi.
Resûlullah efendimiz, sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Ben daha önce kapının önüne gelmiş,
bekliyordum. Muhacirlerden benimle birlikte gidecek olanları tesbit etti. “Seni bu kişilerin üzerine
kumandan tâyin ettim” buyurarak bir mektup verdi ve; “Git! İki gece yol aldıktan sonra mektubu aç
ve içindekilere göre hareket et” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sorduğumda;
“Necdiye yolunu tut. Rekiye’ye, kuyuya yönel!” buyurdular. Nahle seferine me’mûr edildiği zaman, ilk
defa Emîr-ül-mü’minîn sıfatı verildi. İslâm Târihi’nde ilk emir Abdullah bin Cahş’dır (ranh). Sekiz veya
on iki kişilik bir birlik ile iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, açtı. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm, Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle
vadisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiç
birini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını
gözetleyip, denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin.”
Emîr-ül-mü’minîn Abdullah bin Cahş, mektubu okuduktan sonra; “Bizler Allahü teâlânın kullarıyız ve hep
O’na döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim”
diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek; “Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve
özlüyorsa, benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir, hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz
ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim” dedi. Arkadaşları hep birden; “Biz,
işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itaat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın
bereketi üzere yürü” diye cevap verdiler. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin de bulunduğu bu küçük ordu ile
Hicaz’a doğru yol alarak, Nahle’ye gelip, bir yere gizlendi. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye
başladılar. Bu sırada bir Kureyş kafilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler, Kureyş kafilesine yaklaşarak,
onları İslâm’a davet ettiler. Kabul etmeyince çarpışma başladı. Çarpışma sonunda birisini öldürüp, ikisini
esir aldılar, birisi atlı olduğu için, ona yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücâhidlere kaldı. Hazret-i
Abdullah bin Cahş, elde edilen ganimetin beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu, müslümanların
aldıkları ilk ganimetti.
Abdullah bin Cahş, bir kaç kerre daha ordu kumandanı yapıldı. Bedr gazası esirleri için, Resûl
aleyhisselâm; hazret-i Ebû Bekr’e, Ömer’e ve Abdullah bin Cahş’a (r. anhüm) danıştı.
Hazret-i Abdullah bin Cahş, Bedr ve Uhud savaşına iştirak ederek büyük kahramanlıklar gösterip
destanlaştı. Uhud harbinde düşman saflarını darmadağın etti ve bu muharebede gösterdiği kahramanlığın
mükâfatı olarak, şehâdet mertebesine ulaştı. Şehîd olduğunda 40 yaşlarında idi.
KABUL OLAN DUA
Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Uhud harbinde hazret-i Abdullah bin Çahş ile arasında geçen konuşmayı
şöyle anlattı: “Uhud’da, savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden
tuttu ve beni bir kayanın dibine çekip şunları söyledi: “Şimdi burada sen dua et, ben “âmîn” diyeyim Ben
dua edince, sen de “âmîn” de!” Bende; “Peki” dedim. Ben şöyle dua ettim: “Allah’ım! Bana çok kuvvetli ve
çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gazi olarak, geri döneyim.” Benim
yaptığım bu duaya bütün kalbiyle “âmin” dedi. Sonra kendisi dua etmeye başladı; “Allah’ım, bana zorlu
kâfirler gönder, kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda bir
tanesi de beni şehid etsin. Sonra benim dudaklarımı burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde senin
huzuruna geleyim. Sen bana; “Abdullah, dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda,
“Allah’ım, ben onlarla, çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huturuna getirmeye utandım.
Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım ve öyle geldim diyeyim” dedi.
Gönlüm böyle bir duaya “âmin” demeyi istemiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için
mecburen “âmîn” dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı çektik, sa vaşa devam ettik, ikimiz de önümüze geleni
öldürüyorduk. O, son derece bahâdırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana üst üst
hücûm ediyor, şehid olmak için bitmez bir aşkla tekrar tekrar ileri atılıyordu. “Allah Allah!” diye
çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devâm etmesini
buyurdu. Bu dal bir mucize olarak kılıç olmuştu. Tekrar önüne gelen her kâfiri kesmeye başladı. Bir çok
düşman öldürdü. Savaşın sonuna doğru, Ebü’l-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği
şehâdete kavuştu. Şehîd olunca, kâfirler, bu mübarek şehidin, cesedine hücûm ederek; burnunu, dudaklarını
ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı. Muharebe bittikten sonra, hazret-i Abdullah bin Cahş’ı ve
dayısı Seyyidüşşühedâ yâni şehidlerin efendisi olan hazret-i Hamza’yı aynı kabre defnettik.”
1) Üsûd-ül-Gâbe; cild-3, sh. 131
2) El-İsâbe; cild-2, sh. 282
3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-2, sh. 10, cild-3, sh. 89
4) Hilyet-ül-evliyâ; sh. 108
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 975
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 190
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 13
ABDULLAH BİN MES’ÛD (r. anh)
Eshâb-ı kiramın meşhûrlarından. İlk îmân edenlerin altıncısıdır. Genç iken îmân etti. Kur’ân-ı kerîmden
başka pek çok hadîs-i şerîf ezberledi. İki kerre Habeşistan’a ve Medîne’ye hicret etti. Bütün gazalarda ve
Yermük muharebesinde bulundu. Cennetle müjdelendi.
Babası Mes’ûd ve annesi Ümmü Abd binti Abd Hüzeylî de sahâbîlerdendir. İbn-i Mes’ûd ve İbn-i Ümmü
Abd isimleriyle meşhûrdur. Künyesi Ebû Abdurrahmân veya Ebû Abdullah’dır. Neseben; Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellemin dedelerinden Mudar’a ulaşmaktadır.
İbn-i Mes’ûd (r. anh), gençliğinde fakir olup, Ukbe bin Ebî Mu’ayt’ın koyunlarını güderdi. Bir gün koyun
güderken, Muhammed aleyhisselâm ve hazret-i Ebû Bekr’le karşılaştı. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve
sellem; “Ey genç! İçmemiz için sütün var mı?” diye sordular. Olmadığı cevâbını alınca; Peygamber
efendimiz hiç yavrulamamış bir koyunun memesini mübarek elleri ile sıvazladı ve bir dua okudu. Koyunun
memeleri derhâl süt ile doldu. Hazret-i Ebû Bekr, derince bir toprak çanak getirdi. Peygamber efendimiz
onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra hazret-i Ebû Bekr içti, sonra İbn-i Mes’ûd içti. Sonra Resûl
aleyhisselâm; “Çekil, büzül” buyurunca, koyunun memeleri eski hâlini aldı. Bundan sonra Abdullah bin
Mes’ûd; “Yâ Muhammed! O söylediğin sözden bana da öğretir misin?” dedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve
sellem, İbn-i Mes’ûd’un başını sıvazladı ve; “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen hakkı öğrenebilecek
bir çocuksun” buyurdu. Abdullah bin Mes’ûd (r. anh) orada müslüman oldu. Böylece altıncı olarak îmân
etmiş ve Sâbikûn-el-evvelin yâni ilk müslüman olanlardan olmuştur. İbn-i Mes’ûd o günden sonra
Resûlullah’dan hiç ayrılmadı. Kendisi ile validesi, her zaman Resûl-i ekremin saâdetli hanesine girip
çıkmakla şereflendiler.
İbn-i Mes’ûd’un müslüman olduğu sıralarda, müslümanların sayısı çok azdı. Açıkça ibâdet edemiyor,
istedikleri yerde yüksek sesle Kur’ân-ı kerîm okuyamıyorlardı. Eshâb-ı kîrâm, bir gün tenhâ bir yerde
toplanmışdı; “Vallahi Resûlullah’dan başka, Kureyş’e Kur’ân-ı kerîmi açıktan dinletebilen bir kimse
olmadı. Sizden kim gider de onlara Kur’ân-ı kerîm okuyup, dinletebilir” dediler. Abdullah bin Mes’ûd;
“Ben dinletirim!” buyurdu. Eshâb-ı kiram; “Biz onların sana bir zarar vermelerinden korkarız. Biz öyle bir
kimse istiyoruz ki, îcâb ettiği zaman kendini müşriklerden koruyabilecek bir kavmi ve kabîlesi bulunsun”
dediler. İbn-i Mes’ûd (r. anh); “Bırakın gideyim; Allahü teâlâ beni onların şerrinden korur” buyurdu. Ertesi
gün kuşluk vakti Makâm-ı İbrahim’e vardı. Müşriklerin ileri gelenleri de orada idi. İbn-i Mes’ûd (r. anh),
ayakta Besmele-i şerîfeyi çekerek, Rahman sûresini okumaya başladı. Müşrikler, İbn-i Mes’ûd’un
cesaretine hayretle; “Ümmü Abd’ın oğlu neler söylüyor. Herhalde Muhammed’in getirdiği şeyleri okuyor”
diyerek, üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme, tokat ve sopa ile her tarafını kan içinde bıraktılar. O, bu haliyle
okumaya devam etti. Müşrikler, işkencelerinin bir fayda vermeyeceğini anlayarak bıraktılar. İbn-i Mes’ûd,
o haliyle Eshâb-ı kiramın yanına döndü. Eshâb-ı kiram hâdiseye çok üzüldüler. Fakat İbn-i Mes’ûd (r. anh),
hiç üzgün değildi; “Allahü teâlânın düşmanlarını, bu günkü kadar zayıf görmedim. İsterseniz yarın sabah
yine gidip okur, onlara dinletebilirim” buyurdu. Böylece Mekke’de ilk defa ve açıkça, herkesin önünde,
Kur’ân-ı kerîm okuyan sahâbî, Abdullah bin Mes’ûd (r. anh) oldu.
İbn-i Mes’ûd (r. anh), bundan sonraki zamanlarda da defalarca Kur’ân-ı kerîm okumuş ve müşriklere
dinletmiştir. Kalem sûresini ilk defa sesli olarak okuyan yine odur. Müşrikler, onu kızgın kumlara yatırıp
işkence yaptıkları hâlde bundan vazgeçmedi. Kalbindeki îmân ateşi sönmeyip, günden güne fazlalaştı.
İbn-i Mes’ûd, Resûlullah’ın izni ile iki defa Habeşistan’a, Resûlullah’ın Medîne-i münevvereye hicret
etmesiyle de Habeşistan’dan Medîne-i münevvereye hicret etti ve burada önce Mu’âz bin Cebel’e (r. anh)
misafir oldu. Daha sonra da Mescid-i Nebevî’nin yanında kendisi için küçük bir ev yapıldı. Orada ikâmet
etti. Kendisini Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme adayan Abdullah bin Mes’ûd, evinin Mescid-i
Nebî’ye yakın olması sebebiyle, sık sık Resûlullah’ın hizmetine ve sohbetine koşardı. İbn-i Mes’ûd’u
tanımayanlar, Resûlullah’ın ailesinden zannederlerdi.
Abdullah bin Mes’ûd (r. anh), kendi cüssesinden umulmayacak kahramanlıklar göstermiş ve Resûlullah’la
birlikte bütün gazalarda bulunmuştur. Bedr, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin fethi ve
Huneyn gazalarında Resûlullah’ın yanından hiç ayrılmadı. Bedr gazasında, küfrü ve îmânsızlığı Fir’avn’dan
daha şiddetli olan Ebû Cehl’e, Afra Hâtun’un oğulları Mu’âz ile Mu’avviz, kımıldamayacak bir hâle
gelinceye kadar kılıç vurdular. Resûlullah’a gelip, Ebû Cehl’i öldürdüklerini söylediler. Biraz sonra
Peygamberimiz; “Acaba Ebû Cehl ne yaptı, ne oldu? Gidip kini bakar?” buyurarak, ölüler arasında
onun araştırılmasını emrettiler. Aradılar fakat bulumadılar. Resûlullah; “Arayınız, onun hakkında sözüm
var. Eğer onu tanıyamazsanız, dizindeki yara izine bakınız. Bir gün, ben ve o, Abdullah bin
Cu’dân’in ziyafetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca onu ittim.
Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı” buyurdu.
Bunun üzerine Abdullah bin Mes’ûd, Ebû Cehl’i aramaya gitti. Onu yaralı olarak buldu ve tanıdı. “Ebû
Cehl sen misin?” diyerek, boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve; “Ey Allah’ın düşmanı! Allahü
teâlâ nihayet seni hor ve hakîr etti mi?” dedi. Ebû Cehl; “Ne diye beni hor ve hakîr etsin ey koyun çobanı!
Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın. Sen bana bu gün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber
ver” dedi. İbn-i Mes’ûd (r. anh); “Zafer, Allah ve Resûlünün tarafındadır” dedi. Ebû Cehl’in miğferini
kafasından çıkarırken; “Ey Ebû Cehl! Seni öldüreceğim” dedi. Ebû Cehl; “Sen kavminin ulusunu
öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu, senin beni öldürmen bana çok ağır geldi. Hiç olmazsa boynumu
göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün” diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne dereceye çıkmış
olduğunu göstşrdi. İbn-i Mes’ûd (r. anh), Ebû Cehl’in başını keserek; silâhını, zırhını, miğferini ve başını
getirip Peygamberimizin önüne koydu ve; “Yâ Resûlallah! Bu, Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehl’in
başıdır” dedi. Peygamberimiz; “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur” buyurdu. Sonra kalkıp, İbn-i
Mes’ûd (r. anh) ile birlikte Ebû Cehl’in ölüsünün yanına kadar gitti ve; “Allahü teâlâya hamd olsun ki,
seni zelil ve hakir kıldı, ey Allah düşmanı! Bu, bu ümmetin Fir’avn’ı idi” buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd (r. anh) anlatır: “Bedr harbinde, düşmanların sayısı gözümüze çok az göründü.
Arkadaşıma onlar yetmiş kişiler mi? diye sorduğumda; “Bana kalırsa yüz kişi kadar” diye cevap verdi.
Sonra birisini yakaladık ve ona sayılarını sorduk. Bin kişi kadar” diye söyledi.
Abdullah bin Mes’ûd (r. anh) her gazada şehîd olmak gayretiyle harbeden Eshâbdan idi. Peygamberimizin
vefatından sonra, Resûlullah’ın firak (ayrılık) ve hicran acısından insanlardan uzaklaşmış ve inzivaya
(yalnızlığa) çekilmiş idi. Hazret-i Ömer zamanında başlayan fetihler de islâm mücâhidlerinin safında yerini
almış, 636 (H. 15) senesinde Şam taraflarında bulunmuş, bilhassa Vermük gazasında fevkalâde cesaret
göstererek, harbin zaferle neticelenmesinde rol oynamıştır.
Abdullah bin Mes’ûd, Eshâb-ı kiram arasında ve sonraki zamanlarda ilim ve faziletiyle meşhûr olmuş bir
sahâbî idi. Ondaki ilim ve din aşkı sebebiyle, Resûlullah onun için; “Sen muallim olacak bir gençsin”
buyurmuştur. 70 sûreyi, Resûlullah’ın mübarek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kısâî,
Halef, A’meş gibi meşhûr kıraat imamlarının silsilesi, İbn-i Mes’ûd’da son bulmaktadır. Peygamber
efendimiz, Abdullah bin Mes’ûd’u, Kur’ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı. “Kur’ân-ı kerîmi, İbn-i
Mes’ûd, Salim, Ubey bin Ka’b ve Mu’âz bin Cebel’den öğrenin!” buyururdu. Reşûl-i ekrem, Kur’ân-ı
kerîmi ondan dinlemeyi çok severdi. Sesi çok güzel idi. Bir gün; “Nisa sûresini oku. Dinleyelim” buyurdu.
İbn-i Mes’ûd; Kur’ân-ı kerîm size indi. Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik” dedi. Resûl-i ekrem;
“Evet öyledir. Fakat ben Kur’ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim” buyurdu. İbn-i Mes’ûd
okumaya başladı. “Hâlleri ne olacak! Her ümmetten birer şâhid, seni de onların üzerine şâhid
getireceğimiz zaman...” meâlindeki 41. âyet-i kerîmeye gelince, Resûlullah’ın mübarek gözlerinden yaşlar
boşandı. Abdullah bin Mes’ûd hazretleri şöyle anlatır: “Bir gün ben, namazda Nisa sûresini okurken,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, beraberinde Ebû Bekr ve Ömer (r. anhümâ) olduğu hâlde teşrif
ettiler. Namazda dua ettim. Dua ettiğimi gören Resûlullah; “Ne dilersen dile nail olursun” diye iki defa
tekrar ettiler. Sonra da; “Kur’ân-ı kerîmî, nazil olduğu gibi okumak isteyenler, İbn-i Mes’ûd’un kıraati
ile okusunlar” buyurdular. Ertesi gün Ebû Bekr (r. anh) gelerek; “Duanda neler diledin?” dedi. Ben de;
“Yâ Rabbî! Senden sarsılmaz bir îmân ve Resûlullah’a Cennet’te komşuluk isterim” diye dua ettim”
dedim.”
Abdullah bin Mes’ûd (r. anh) hadîs ilminde en büyük âlimlerdendi. Hadîs rivayetinde hassasiyet gösterirdi.
Şeyh Muhyiddîn en-Nevevî hazretlerinin rivayetlerine göre, Abdullah bin Mes’ûd, sekiz yüz kırk sekiz
hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Başka bir rivayette; bu sayının sekiz yüz kırk olduğu haber verilmiştir.
Bunlardan yüz yirmisini “Buhârî” ile “Müslim” birlikte naklederler. Ayrıca bunların yirmi biri yalnız
“Buhârî”, otuz beşi de “Sahîh-i Müslim’dedir. Bildirdiği hadîslerin ekserisi Ahmed bin Hanbel’in
“Müsned” adlı kitabında toplanmıştır. Ayrıca, fıkıh ve tefsîr ilimlerinde de Eshâb-ı kiramın ileri
gelenlerindendi. Bu hususta; “Kendisinden başka hak mâbud olmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
Kitâbullah’dan bir âyet yoktur ki, ben onun. kim hakkında ve nerede nazil olduğunu bilmeyeyim. Eğer
Kitâbullah’ı benden daha iyi bilen bir kimsenin bulunduğu yeri haber alsam, mutlaka oraya çıkar giderim”
dediği meşhûrdur.
Hanefî mezhebindeki fıkhî silsile, ahkâm-ı şer’iyye, Eshâb-ı kiramdan, Abdullah bin Mes’ûd (r. anh) ile
Muhammed aleyhisselâma dayanır. Yâni mezhebin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, fıkıh ilmini,
Hammâd’dan, Hammâd da İbrahim Nehâî’den, bu da Alkame’den, o da Abdullah bin Mes’ûd’dan, bu da
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellemden almıştır.
İbn-i Abidîn birinci cildin otuz beşinci sahifesinde buyuruyor ki: “Fıkıh bilgisi, ekmek gibi, herkese
lâzımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah bin Mes’ûd (r. anh) olup, Eshâb-ı kiramın yükseklerinden
ve en âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkame bin Kays bu tohumu sulayarak, yeşertmiş, ekin hâline
getirmiş ve bunun talebesinden İbrahim Nehâî, bu ekini biçmiş, yâni bu bilgileri bir araya toplamıştır.
Hammâd-ı Kûfî bin Süleyman, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe
öğütmüş, yâni bu bilgileri kısımlara ayırmıştır. Ebû Yûsuf, hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed
pişirmiştir. Böylece, hazırlanan lokmaları insanlar yemektedir. Yâni bu bilgileri öğrenip, dünyâ ve âhıret
saadetine kavuşmaktadırlar.
Eshâb-ı kiramdan Ebû Mûse’l-Eş’arî’nin (r. anh); “İbn-i Mes’ûd, içinizde iken bana sormayın” dediğini
“Buhârî” zikretmektedir.
Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde; “İbn-i Mes’ûd’un sözüne, bilgisine sarılınız” buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise; “Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tâyin edecek olsa
idim, elbette İbn-i Mes’ûd’u tâyin ederdim” buyurmuşlardır.
Arafat’ta dururken, hazret-i Ömer’in yanına gelen bir kimse; “Ey mü’minlerin emîri! Ben Kûfe’den geldim.
Orada mıshafları ezbere yazdıran birisi var” deyince; hazret-i Ömer, benzeri az görülen bir şekilde
öfkelenerek; “Yazıklar olsun sana! Kim o?” dedi. O kimse de; “Abdullah bin Mes’ûd” diye cevap verdi.
Hazret-i Ömer’in kızgınlığı geçip eski hâline dönünce; “Vallahi, zamanımızda buna ondan daha lâyık
birinin kaldığını zannetmiyorum. Şimdi sana ondan bahsedeceğim” deyip konuşmaya başladı:
“Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bir gece hazret-i Ebû Bekr’le müslümanların durumunu
konuşuyordu. Ben de onların yanındaydım. Sonra, hep birlikte dışarı çıktık. Bir de baktık ki, tanımadığımız
birisi mescidde Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onu dinlemeye başladı.
Daha sonra bize dönüp; “Kim Kur’ân’ı indiği andaki tazeliğiyle okumaktan hoşlanıyorsa, İbn-i Ümmü
Abd (İbn-i Mes’ûd) gibi okusun” buyurdular.
Habbe bin Cüveyn anlatır: “Hazret-i Ali’nin yanında idik. Orada İbn-i Mes’ûd’un bâzı sözlerinden
bahsedildi. Oradakiler, İbn-i Mes’ûd’u överek hazret-i Ali’ye; “Ey mü’minlerin emîri! Abdullah bin
Mes’ûd’dan ahlâkı daha güzel, daha yumuşak, daha müttakî yâni Allahü teâlâdan korkan kimse görmedik”
dediler. Hazret-i Ali; “Evet. Allahü teâlâ şâhiddir ki, ben de sizin söyledikleriniz ve daha fazlasını
söylüyorum” buyurdu. Diğer bir rivayette; “Abdullah bin Mes’ûd, Kur’ân-ı kerîmi çok okur, Allahü
teâlânın helâl kıldığının helâl, haram kıldığının da haram olduğunu söylerdi. Dinde yüksek anlayışı vardı ve
Sünneti yâni dînin hükümlerini çok iyi bilirdi” buyruldu.
Mu’âz bin Cebel (r. anh) da; “Vefat ettiğimde, ilmi dört kimseden alınız. Bunlar; Abdullah bin Mes’ûd,
Abdullah bin Selâm, Selmân-ı Fârisî, Ebü’d-Derdâ’dır (r. anhüm)” buyurdu.
Ebü’d-Derdâ (r. anh) şöyle bildirdi: “Resûlullah efendimiz, kısa bir konuşma yaptı. Sonra Ebû Bekr’e; “Bir
şeyler söyle” buyurdu. O da Resûlullah’dan daha kısa bir konuşma yaptı. Sonra Ömer’e (r. anh); “Bir
şeyler söyle” buyurdu. O da Ebû Bekr’den (ranh) daha az konuştu. Sonra Resûlullah efendimiz; “Ey İbn-i
Ümmü Abdi Sen konuş” buyurdular. Abdullah bin Mes’ûd da; “Ey insanlar! Allahü teâlâ Rabbimizdir.
İslâm dînimiz, Kur’ân-ı kerîm kitabımız. Beytullah kıblemizdir. (Resûlullah’ı işaret ederek) Resûlullah
peygamberimizdir. Allahü teâlâ ve Resûlünün bizim için seçtiğine razı olduk. Razı olmadıkları şeyleri de
biz beğenmedik” dedi. Abdullah bin Mes’ûd’un bu konuşması üzerine, Resûlullah efendimiz; “Ümmü Abd
doğru söyledi. Allahü teâlânın, benim ve ümmetim için seçtiklerine razı oldum. Ümmü Abd’ın
istediklerini de istedim” buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd hazretlerine Resûlullah sorulduğu zaman, tir tir titrer ve ter içinde kalırdı. Çünkü,
O’nun hakkında yanlış bir şey söylemekten korkardı. Söze başlayınca; gayet yavaş, ihtiyatlı, ağır ağır ve
ölçülü konuşurdu. Vücûdu çok zayıf, bacakları ince idi. Resûl-i ekrem, bir gün Eshâbına hitaben: “Siz İbn-i
Mes’ûd’un vücutça zayıf olduğuna bakmayın, mizanda hepinizden ağırdır” buyurdular. Hazret-i Ömer
de; “İbn-i Mes’ûd, ilim doldurulmuş bir dağarcıktır” buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd (r. anh), Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin emirlerine son derece itaat ederdi.
Câbir (r. anh) şöyle anlatır: “Bir Cum’a günü Resûlullah efendimiz minbere çıkıp hutbe okuyacağı sırada;
“Oturunuz” buyurdu. O esnada, İbn-i Mes’ûd mescidin kapısına gelmişti. Bu emri duyunca, hemen
bulunduğu yere, mescidin kapısına oturuverdi. Resûlullah efendimiz onu gördü ve; “Ey İbn-i Mes’ûd!
İçeriye gel” buyurdular.
Abdullah bin Mes’ûd, Resûlullah’ın sünnetine tamamen uyardı. Son derece misafirperverdi. Çok namaz
kılardı. “Ben nafile oruç tutunca, namaza zayıf kalıyorum. Hâlbuki namaz, benim için nafile oruçtan daha
kıymetlidir” derdi. Adalete çok dikkat eder ve; “Zâlimi seven kimse, Kabe’de yetmiş yıl ibâdet etse, yine de
kıyamet günü Allahü teâlâ onu, o zâlim ile beraber bulunduracaktır” buyururdu.
641 (H. 20) senesinde Küfe kadılığına tâyin olundu. Orada hazîne muhafızlığı da yaptı. Hazret-i Ömer,
Küfe halkına yazdığı mektupta; “Ben size Ammâr bin Yâser’i emir (vali) ve Abdullah bin Mes’ûd’u
muallim ve vezîr olarak gönderdim. Bunlar Eshâb-ı Bedr’dendir. Onlara uyup sözlerinden dışarı çıkmayın.
İbn-i Mes’ûd’u göndererek; sizi kendime tercih ettim” demiştir. İbn-i Mes’ûd (r. anh) üzerine aldığı
vazifeyi, son derece liyâkat ve ehliyet ile yerine getirdi. Kadılığı sırasında zuhur eden bir çok hâdiselere
fetva vermiş, ictihâd buyurmuştur. İbn-i Mes’ûd (r. ahh) hazret-i Osman zamanında hem kadılık hem de
beyt-ül-mâl eminliği yâni hazînedârlığını yaptı. O zaman İran, Türkistan ve Bizanslılarla çarpışan İslâm
askerlerinin, her türlü ihtiyaçları Kûfe’den tedârik edilirdi. İbn-i Mes’ûd (r. anh), ordunun bütün
ihtiyaçlarını en güzel şekilde idare ve te’min etmiş, teşkilat kurmaktaki kuvvetini ve idarecilikteki istidadını
ortaya koymuştu. Hazret-i Osman zamanının ikinci yarısında Hicaz’a döndü.
Hastalandıkları zaman, hazret-i Osman husûsî olarak yanına gelip, Allahü teâlâya kavuşma hâliniz yakın
iken, neden şikâyet ediyorsunuz ve ne isteğiniz vardır?” dedi. Cevaben; “Günahımdan şikâyet ediyorum,
rahmet-i ilâhiyyeyi isterim” buyurdular. “Bir tabib getirelim mi?” deyince de; “Hacet yok, beni hasta eden
Tabîbdir” cevâbında bulundular. Abdullah bin Mes’ûd hazretlerinin kız evlâdı çoktu. Hazret-i Osman’ın;
“Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların maişetleri (geçimleri) dardır” demesiyle; “Ben onlara Vâkı’a sûresini
öğrettim. Ben Peygamberimizden işittim ki; “Her kim geceleri, akşamdan sonra, Vâkı’a sûresini tilâvet
ederse; fakirliğe, darlığa duçar olmaz” cevâbını vermiştir.
Abdullah bin Mes’ûd, altmış yaşları civarında hastalandı. Rüyasında Peygamber efendimizi görmüş.
Resûlullah onu kendi tarafına davet etmiş, o da bunu büyük bir şevkle kabul buyurmuştu.
Bundan çok az bir zaman sonra, 652 (H. 32)’de vefat etti. Abdullah bin Zübeyr (r. anh) ve oğlu teçhiz ve
tekfin etmişler ve bütün vasiyetlerini yerine getirmişlerdir. Cenaze namazını hazret-i Osman kıldırmış,
Cennet-ül-Bakî kabristanına defnedilmiştir.
Peygamber efendimizden bizzat işiterek bildirdiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:
“İktisâda riâyet eden fakir olmaz.”
“Said olan kimse, başkalarından nasihat alandır.”
“Allahü teâlâ doğruyu (hazret-i) Ömer’in dili ve kalbi üzerine indirdi. Ümmetimden (hazret-i)
Ömer’in razı olduğundan ben de razıyım.”
“Günahlardan tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.”
“Dünyâyı ahır ete tercih eden kimseye, Allahü teâlâ üç tane belâ verir: Kalbinden hiç çıkmayan
sıkıntı, hiç kurtulmayacağı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs.”
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”
“Allahü teâlâ güzeldir, güzeli sever.”
“Allahü teâlâ dünyâyı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhır eti ise ancak sevdiğine verir.”
“Siz üç kişi olunca, içinizden ikisi, öbür arkadaşları yanında gizlice konuşmasın. Çünkü bu konuşma
onu mahzun eder.”
“İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir
kimseye islâm ilimlerini ihsan eder ve bu da her hareketini, ilmine uygun yapar, ikincisi, Allahü teâlâ,
birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlanın razı olduğu, beğendiği yerlerde harcar.”
İbn-i Mes’ûd (r. anh) anlatır: “Bir gün Resûlullah’ın huzûr-ı saadetlerinde oturuyorduk. Birisi, oradan
kalkıp giden bir başkasının arkasından konuştu. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; “Git helallaş”
buyurdu. Sebebi sorulunca; “Müslüman kardeşinin etini yemiş gibi oldun (yâni onu gıybet ettin)”
buyurdular.”
İbn-i Mes’ûd (r. anh) anlatır: “Bir gün, Âlemlerin efendisi gelerek bana seslendi. “Buyur yâ Resûlallah!”
dedim. “İnsanların en faziletlisi kimdir, biliyor musun?” buyurdu. “Allah ve Resûlü daha iyi bilir”
dedim. O zaman; “İnsanların en faziletlisi, dînini iyi öğrenip, güzelce amel edendir” buyurdular.”
Kıymetli sözlerinden bâzıları şunlardır:
“Kâmil insan, medh ve zemm yanında müsâvî olandır.”
“Hayır eken, çok mahsûl alır. Şer (kötülük) eken, nedamet (pişmanlık) biçer.”
Bir gün, bir köylü gelerek; “Ey İbn-i Mes’ûd! Bana bir şey öğret de, bütün menfeatler onda toplanmış olsun.
Dünyâda ve âhırette necat (kurtuluş) bulayım” dedi. İbn-i Mes’ûd ona; “Allahü teâlâya asla şirk koşma.
Kur’ân-ı kerîme, Resûlullah efendimizin sünnetine uy. Bunlara uygun olmayan şeyi kabul etme” buyurdu.
“Şarâb içen kimse, tövbesiz ölürse, mezarını açınız! Yüzünü kıbleye karşı görürseniz, beni öldürünüz!”
“Sıkıntısı olan kimse, çok istiğfar okusun.”
“Cehennem’de azâb yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, on dokuz
harftir.’
“Hepiniz misafirsiniz. Mallarınız emânettir. Misafir gidici, mallar da sahibine kalıcıdır.”
“Allahü teâlâya ibâdet et. O’na hiç bir şeyi ortak koşma. Doğruyu kabul et. Yanlıştan uzak dur.”
“Şu dört şey için yemîn ederim. Allahü teâlâ hakîkî müslümanla, müslüman olmayanı bir tutmaz; dünyâda
himaye ettiği kulunu âhırette de himaye eder; dünyâda ayıplarını örttüğü kulunun ayıplarını, mutlaka
âhırette de örter ve kişi sevdiği ile başrolünür.”
“Ben, dünyâ ve âhıreti için bir şey yapmayan kimseye çok kızarım.”
“Sizden biriniz, sabahtan akşama kadar dünyâ için çalışıp da, akşamdan sabaha kadar ölü gibi yatmasın.”
“Ölüm ve fakirlik aslında iyidir. Zengin olmama sevinmem, fakir olmama üzülmem. Zenginlik, Allahü
teâlânın lüt-fudur. Fakirliğe de sabır gerekir.”
“Kişiye; fakirlik zenginlikten, tevazu şöhretten daha iyi gelmedikçe, hakîkî îmâna kavuşamaz.”
“Sizler, gelip geçmekte olan gece ve gündüzün içindesiniz, ömrünüz eksiliyort Amelleriniz yazılıyor, ölüm,
ansızın gelir. İyilik ve kötülük yapanın karşılığını göreceği yer yakındır. Herkes karşılığını alacaktır.
Herkese kaderde olan kadar gelir. Allahü teâlâdan korkanlar büyük kimselerdir. Fıkıh âlimleri çok
büyüktür. Onlarla birlikte olmak, cenâb-ı Hakk’ın bir ihsanıdır.”
İbn-i Mes’ûd, günah işleyen bir kimse ile ilgili şöyle buyurdu: “Bir kardeşinizi günah işlekken
gördüğünüzde; yâ Rabbî ona lanet et, süründür diyerek onun aleyhine olmayın. Allahü teâlâdan ıslâhını
isteyin. Resûlullah’ın eshâbı, bizler, nasıl öleceğini görmeden hiç kimse hakkında kesin bir hükme
varmazdık. Eğer sâlih bir amel üzere ölürse iyi bir müslüman derdik. Kötü işlere devamla ölürse onun
akıbetinden endişe ederdik.”
İbn-i Mes’ûd (r. anh), müslümanların birbirini ziyaretinin önemini anlatırdı. Kûfe’den, Medîne-i
münevvereye, kendisini ziyarete gelen dostlarına; “Birbirinizi ziyaret edip birbirinizle dertleşiyor, sohbet
ediyor musunuz?” diye sordu. Onlar da; “Evet, birbirimizi ziyaret ediyoruz. Hattâ birimiz diğerini bir gün
görmese, tâ Kûfe’nin öteki tarafına yürüyerek gidip, hâlini hatırını soruyur” diye cevap verdiler. Bunun
üzerine Abdullah bin Mes’ûd (r. anh); “Siz bu hâl üzere olduğunuz müddetçe, saadet ve huzur içinde
yaşarsınız” buyurdu.
“Yâ Rabbî! Bizi doğru yolda bulundur. Bizi gizli ve aşikâr bütün kötülüklerden koru. Kulağımızı,
gözümüzü, kalbimizi, ehlimizi, neslimizi hayırlı kıl. Tövbelerimizi kabul et. Bizleri şükredenlerden eyle.
Nîmetlerini bize arttır.”
İbn-i Mes’ûd alışveriş yerlerine geldiğinde, şöyle dua ederdi: “Yâ Rabbî! Buradakilere ihsan ettiğin
hayırdan ister, bura halkının karşılaştığı felâketlerden sana sığınırım.”
“İnsanlar üç kısımdır. Bunların dışında hayır yoktur: Birincisi, Allah yolunda cihâd edenleri gördükleri
zaman, malıyla canıyla onlara katılıp cihâd edenler. İkincisi; emr-i mâruf ve nehy-i anil münker edip, diliyle
cihâd edenler. Üçüncüsü, kalbi ile hakikati tanıyanlardır.”
İbn-i Mes’ûd, oğluna; “Oğlum! Sana Allahü teâlâdan korkmanı, rahatı evinde aramanı, hatâlarını
düşündükçe ağlamanı tavsiye ederim” diyerek nasihatte bulundu.
Beş vakit namazı cemâatle kılmanın önemi hakkında şöyle buyurdu: “Yarın Allahü teâlâya müslüman
olarak kavuşmak isteyen, ezan okunduğu zaman beş vakit namazı kılsın. Çünkü Allahü teâlâ, kurtuluş
yollarını Resûlullah’a bildirdi. Beş vakit namaz, kurtuluş yollarından biridir. Namazı cemâatle kılınız.
Peygamberimizin sünnetini terketmeyin. Resûlullah’ın yolundan ayrılırsanız, mutlaka sapıtırsınız. Allahü
teâlâ, güzelce abdest alıp, sonra mescide gitmek için yola çıkanın, her adımı için sevâb verir. Derecesini
yükseltir, günahlarını affeder. Ben, münafık oldukları açıkça bilinenlerin dışında, bizden kimsenin camiye
gelmernezlik ettiğini hatırlamıyorum! Başka bir rivayette; “O kadar ki, hasta olanlar bile iki kişinin koluna
girerek cemâate gelirlerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bize hidâyet yollarını gösterdi. Beş vakit
ezan okunan mescidde kılınan namaz, bu hidâyet yollarındandır.”
“Allahü teâlâyı hatırlayın ve Allahü teâlâyı ananlarla birlikte bulunun.”
“Kelime-i tevhîd, insanı Allahü teâlâya bağlar. Salih amel de insanı yükseltir.”
“Kur’ân-ı kerîmi öğrenin. Çünkü Allahü teâlânın bir ziyafet sofrasıdır. Dileyen dilediği kadar alsın. Çünkü
ilim, öğrenmekle elde edilir.
“Şeytan, içinde, Bekara sûresinin okunduğu evden kaçar gider.”
“İlim yok olmadan, ilim tahsîl edin. İlmin yok olması âlimlerin ölmesidir. Öğrendiğiniz ilme ne zaman
muhtaç olacağınızı bilemezsiniz. Eshâb-ı kiramın yolunda gidin. Çünkü ileride Allahü teâlânın kitabını
okuyup da amel etmeyenler gelecektir.”
“İnsanlar, ilmi âlimden (ehlinden) öğrendiği müddetçe doğru yoldan sapmazlar. Ehil olmayandan
öğrendiklerinde felâkete düşerler.”
1) Müsned-i Ahmed ibni Hanbel; cild-1, sh. 374-466
2) El-İsâbe; cild-2, sh. 360
3) Târih-i Bağdâd; cild-1, sh. 31
4) Hulâsatü Tehzîb-il-kemâl; sh. 181
5) Şezerât-üz-zeheb; cild-1, sh. 38
6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-3, sh. 159
7) Tabakât-ül-Kurrâ (İbn-i Cezerî); cild-1, sh. 458
8) Tabakât-üş-Şîrâzî; sh. 43
9) Tabakât-ül-Kurrâ liz-Zehebî; cild-1, sh. 33
10) En-Nüçûm-üz-Zâhire; cild-1, sh. 89
11) Tabakât-ül-huffâz; sh. 5
12) Meşâhir-i Eshâb-ı Güzîn ve Terâcim-i Ahvâl-i Fuktihâ; sh. 13
13) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebeddiyye; sh. 975
14) Eshâb-ı Kiram; sh. 303
15) Fâideli Bilgiler, sh. 49
16) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh. 124
17) Et-Tefsîr vel-müfessirûn; cild-1, sh. 83
18) Üsüd-ül-gâbe; cild-3, sh. 256
19) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 13
20) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 198
21) Cemheretü hutab-il-Arab; cild-1, sh. 280
22) Ikd-ül-ferîd; cild-2, sh. 156
ABDULLAH BİN MEYMÛN EL-KADDÂH
Bâtınîliğın kurucusu olan Meymûn bin Deysân’ın oğlu, Meymûniyye fırkasının kurucusudur. İsmi
Abdullah’tır. Babası göz tabîbi olduğu için, Kaddâh diye bilinirdi. Doğum târihi belli değildir İran’daki
Ahvâz şehrinde doğdu. Sebeiyye sapık fırkasının fikirlerinden etkilenmiş, Karam ita denilen fırkaya te’sirli
olan fikirleri ortaya atarak yaymaya çalışmıştır. Basra’ya, oradan Suriye’ye gidip gizli bir teşkilât kurdu.
Dâî denilen adamları vasıtasıyla her tarafta bozuk fikirlerinin yayılmasına çalıştı, Mısır’daki Fatımî İsmailî
devletinin kurulmasında büyük rol oynadı. 871 (H. 261) senesinde öldü.
Babası, Ca’fer-i Sâdık’ın âzâdlı kölesi olan Meymûn bin Deysân, aslen İranlı bir mecûsî yâni ateşperest idi.
Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin ve hadîs-i şerîflerin zahirî mânâlarından başka, bâtını mânâlarının da
bulunduğunu iddia etti. Meymûn bin Deysân evvelâ, kendisinin, Muhammed bin İsmail bin İmâm-ı Ca’fer-i
Sâdık’ın neslinden geldiğini iddia etti. Bir çok câhil kimseyi kandırmaya muvaffak oldu.
Abdullah bin Meymûn el-Kaddâh, küçük yaşından îtibâren çeşitli ilimleri tahsîl edip, bir çok kitap okudu.
Babasının bozuk itikadını aynen kabul eden Abdullah bin Meymûn, bunları yaymaya devam etti. Mecûsî
olduğu hâlde müslüman gibi görünerek, müslümanları aldatmak ve bozuk fikirlerini onlara telkin edebilmek
için, gerekli her türlü hîle ve tuzakları ve bunların nasıl kurulup uygulanacağına dâir sırları babasından
öğrenmiş, bu konuda uzmanlaşarak onu bile geçmiştir. Câhil kimselere, mecûsîliğin temel sapık
inanışlarını, islâm dînindenmiş gibi gösterip, babasının ortaya attığı Bâtınîlik fikirlerini yaymaya çalıştı.
Müslüman olmadığı hâlde, takva sahibi müslüman ve tasavvuf ehlindenmiş gibi görünerek, Horasan ve
Kûhistân beldelerinin ahâlisi arasında meşhûr oldu. Yakın zamanda müslüman olmuş ve eski inanış ve
âdetlerini tamamen bırakmayan câhiller arasında bâzı fikirlerini sinsice kabul ettirip, oldukça taraftar buldu.
Ayet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin, bir bâtın, bir de zahir hükmü olduğunu söyleyerek, cenâb-ı Allah’ın;
yakın dostlarına, namaz, zekât ve benzeri ibâdetleri emr etmediğini, ayrıca bir çok şeyleri bunlara helâl, bir
çok haramları mubah kıldığını söyledi. Annelerle ve kız kardeşlerle evlenmede bir beis olmadığını bildirdi.
Bu gibi haramların ve ibâdetlerin halkın avam kısmıyla ilgili olduğunu, havassın yâni üst tabakanın böyle
şeylerle mükellef olmadığını söyleyerek, mecûsîlikteki bir çok bâtıl inanışları, İslâm dînindenmiş gibi
göstermeye çalıştı. Asıl gayesini gizleyebilmek için, hazret-i Peygamberin Ehl-i beytinden olduğunu iddia
ederek, halkı kendine çekmeye çalıştı. Bu sapık fikirleri, kurduğu gizli teşkilâtın dâî adı verilen
propagandacıları ile İslâm ülkelerinde yaymaya çalıştı. Bu kimseler gittikleri beldelerde, önce ibâdet ve
zühdle uğraşarak halkı aldatıyorlar, insanların iyi niyetinden istifâde ederek, onların arasına, ihtilâfa sebeb
olacak fitne ve fesâd tohumlarını ekiyorlardı. İslâm ülkesinin çeşitli beldelerine dağılan dâîler; matematik,
zooloji, botanik, astronomi, astroloji ve kimya gibi ilimleri öğrenerek, okumuş tabaka arasına da ilmî
hüviyetlerle giriyorlardı.
Kerh ve İsfehân civarında, Dendân lakabı ile meşhûr olan Muhammed bin Hüseyn isimli îtibâr sahibi birisi
vardı. Arablara karşı kin ve düşmanlık besliyor, Arab olmaylanlarla irtibat kurup etrafına adam topluyordu.
Bu fırsattan istifâde etmesini bilen Abdullah bin Meymûn el-Kaddâh, hemen onun yanına varıp yapacağı
işler hususunda bilgi verdi. Asıl düşündüğünü gizleyip, takıyye yapmasını tavsiye etti. Bu hususta, hazret-i
Muhammed’in Ehl-i beytinin tarafdârlarından olduğunu söyleyip, diğer Sahâbe-i kirama söğmesini, bu
şekilde müslümanlar arasına ikilik sokup, İslâm dînini içerden yıkabileceğini bildirdi. Dendân, Abdullah bin
Meymûn’un fikirlerini beğenerek, ona, propagandacılarına dağıtmak üzere çok mal ve servet verdi. Bu
suretle, çeşitli bölgelere propagandacılar gönderip, fikirlerini bunlar vâsıtası ile yaymaya çalıştı.
Abdullah bin Meymûn, sapık fikirlerinde daha da ileri giderek, peygamberlik iddiasında bulundu. Fakat
halk geç de olsa münafık olduğunu anlamıştı. Sonunda ahâli, fikirlerine karşı çıkarak öldürmek isteyince,
Basra’ya kaçtı. Tek gayesi İslâmiyet’i içerden yıkmak ve bir Pers devleti kurmak olan Abdullah bin
Meymûn el-Kaddâh, orada da kendisinin Muhammed bin İsmail bin Ca’fer es-Sâdık’ın neslinden olduğunu
iddia edip tarafdâr topladı. Fakat Ehl-i sünnet olan uyanık müslümanlarca sapıklık ve hileleri kısa sürede
anlaşılınca tutunamayıp, Şam’a kaçtı. Şam’da, Ahmed isminde bir oğlu oldu. Orada da fikirlerini yaymaya
çalıştı. Daha sonra Karmatîliği kuracak olan Hamdan bin Karmat’la karşılaşıp, ona bozuk fikirlerini telkin
etti. 871 (H. 261) senesinde öldü.
Soyundan gelen kimselerce kurulacak olan Fâtimî devletinin temellerini atan Abdullah bin Meymûn el-
Kaddâh ölünce, oğlu Ahmed fikirlerini yaymaya devam etti. Abdullah bin Meymûn’un ölümünden yıllar
sonra, kurulmasını düşündüğü ve bütün çalışmalarını onun için yaptığı Fâtimî devleti kuruldu. Bu suretle
İslâm dünyâsında yeni bir fitne uyandırılmış oldu. (Bkz, Fâtimîler.)
Abdullah bin Meymûn’un bozuk fikirlerinin câhil insanlar tarafından kabul görmesinin sebebi, kurduğu
gizli dâî teşkilâtı ve propaganda sistemidir. Dâîler bir kimseyi kandırmak istedikleri zaman, hemen
açılmazlardı. Evvelâ neye önem verdiğini ve inancını öğrenirler, sonra da kabiliyetine göre ona sorular
sorarlardı. Dâîlerin; “Çorak yere tohum ekmemek” yâni fakirlerini kabul etmeyecek kimselere açılmamak