yerine geçti. Bundan sonra da bunun oğlu Beytar Süleyman Arslan hükümdarlık yaptı. Başka oğulları ve
kızları olduğu da rivayet edilmiştir.
1) Mülhakat-üs-Surah (Cemal Karsî), (nşr. V. Bartold, st. Petersburg) sh. 130, 135
2) Câmi-üd-düvel; sh. 240, 1030
3) El-Kamil fit-tarih
4) El-İber (İbn-i Haldun); cild-4, sh. 339
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 147 cild-9, sh. 249
6) Kaşgar Tarihi (Mehmed Atıf), İstanbul 1300, sh. 52
ABDÜLMELİK BİN MERVÂN
Emevî devletinin beşinci halîfesi. Künyesi Ebu’l-Velîd, lakabı Ebu’l-Muluk’dur. 646 (H. 26) senesinde
Medîne’de doğdu. 705 (H. 86) da Dimeşk’da cüzzam hastalığından vefat etti. Soyu; Abdülmelik bin
Mervân bin Hakem bin Ebi’l-As bin Umeyye bin Abdisems bin Abdimenaf’dir. Anne tarafından soyu ise,
Muaviye bin Velîd bin Mugîre bin Ebi’l-As bin Umeyye’dir. Nesebi, anne ve baba tarafından Ebu’l-As’da
birleşir. Babası Mervân bin Hakem, Emevî halîfelerinin dördüncüsü olup, hazret-i Osman bin Affan’ın
amcasının oğlu, damadı ve başkatibi idi. Annesi Aişe binti Muaviye, üstün vasıflar ve iyi huylar sahibi bir
hatun olup, ahlâkı ve üstün vasıfları darb-i mesel haline gelmiştir.
Abdülmelik bin Mervân, hazret-i Osman’ın halifeliği sırasında doğdu ve ilim öğrenip, iyi bir tarzda yetişti.
Kur’ân-ı kerîmi hazret-i Osman’dan okuyup ezberledi. On yaşında hazret-i Osman’ın şehid edilmesi
hadisesini gördü. On altı yaşında iken halîfe hazret-i Muaviye tarafından Medine divanı reisliğine tayin
edildi. Hicaz alimlerinden tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini öğrendi. İbn-i Sa’d’ın rivayetine göre, Ebu
Hureyre’den, Cabir bin Abdullah’dan, Ebu Sa’id-i Hudn’den ve diğer sahabeden hadîs-i şerîf dinleyip
rivayet etti. Şiire ve edebiyata ziyadesiyle alaka duyardı. Gençliğinde zühdü ve ibadetleriyle tanındı. Uzun
seneler Medine’de divan reisliği vazifesinde bulundu. Bu arada Cemel, Sıffin, Kerbela vak’alarına ve Harra
savaşı gibi çeşitli hadiselere şahid oldu.
Abdülmelik bin Mervân, babasının vefatı üzerine 684 (H. 65) senesinde Dimeşk’da halifelik makamına
geçti. 7 senesi Suriye ve Mısır’da, 14 senesi de bütün İslâm memleketlerinde olmak üzere; 21 yıl halifelik
yaptı. Halîfe olunca, sadece Suriye ve Mısır ahalisi bî’at etti. Bu sırada İslâm aleminde durum oldukça
karışıktı. İslâm dünyasında muhtelif bölgeler, değişik kimselerin veya fırkaların hakimiyeti altında idi. Bu
bakımdan Abdülmelik bin Mervân çeşitli güçlüklerle karşılaştı. Mekke’de Abdullah bin Zübeyr (r. anh)
halife Abdülmelik’ten önce, halifeliğini îlan etmiş durumdaydı. Hicaz ahalisi ona bî’at etmişti ve İslâm
aleminin büyük bir bölümünde de ismen halîfe olarak tanınmıştı. Diğer taraftan sebeîler oldukça tehlikeli
bir hal almışlardı. Bunların çeşitli siyasî manevralara girmeleri, halîfe Abdülmelik’in işini güçleştiriyordu.
Muhtelif eyaletlerde vuku’ bulan tehlikeli isyanlar durumu iyice zorlaştırıyordu. Bu iç karışıklıklardan
istifade eden Bizans devleti, batıdan Suriye üzerine akınlar düzenliyor ve halîfeyi rahatsız ediyordu.
Halife Abdülmelik önce iç karışıklıkları ortadan kaldırıp, bütün İslâm alemine hakim olmak için büyük bir
gayretle mücadeleye başladı ve bu mücadeleler senelerce sürdü. Netîcede bütün İslâm memleketlerine
hakim oldu ve İslâm dünyasının tamamı bî’at etti. Bunun için yedi sene mücadele veren halife Abdülmelik,
daha sonra Kuzey Afrika’da, Anadolu’da ve doğuda fetihler yaptı. Bizans’a karşı da üstünlüğünü kabul
ettirdi.
Abdullah bin Zübeyr, Abdülmelik bin Mervân’ın halîfeliğinden önce, sebetlerin hareket halinde bulunduğu
Mekke ve Kufe şehirlerine hakimdi. Fakat sebeîler, bu bölgede büyük bir karışıklığa sebeb olmak için fırsat
kolluyorlardı. Abdülmelik bin Mervân, halîfeliğe geçmeden önce, babası tarafından bu sapık gürûh üzerine
İbn-i Ziyad komutasında bir ordu gönderilmişti. Ordu yolda iken halife Mervân vefat etmişti. Yeni halife bir
mektup göndererek, İbn-i Ziyad’a, vazifesine devam etmesini ve Irak üzerine yürümesini bildirdi. Bunun
üzerine İbn-i Ziyad aldığı emre göre hareket etti. Sebeîler de önceden başladıkları hazırlıkları tamamlayıp,
Süleyman bin Surad el-Huzaî komutasında bir ordu ile 685 (H. 65) senesinde harekete geçtiler. Irak’tan
gelen sebeîler ile Suriye’den yürüyen İbn-i Ziyad komutasındaki ordu yolda karşılaşınca çarpışmalar
başladı. Çetin bir mücadeleden sonra, İbn-i Ziyad, sebeîleri bozguna uğrattı. Başta liderleri Süleyman bin
Surad olmak üzere pek çoğu öldürüldü. Halîfe Abdülmelik zafer haberini alınca, bu mühim huzursuzluk
kaynağı ve fitnenin önlenmesinden dolayı ziyadesiyle memnun oldu.
İç karışıklıklara sebeb olanlardan biri de Irak’da ortaya çıkan Muhtar bin Ebî Ubeyd es-Sakafî idi. Bu da
bazı cahil ve gönlü kırık müslümanları istismar ederek, başa geçmek ve sapık fikirlerini yaymak
düşüncesindeydi. O günkü siyasi durum, bu emellerini gerçekleştirmek için müsaitti. Emeline ulaşmak için
de sebeîlerin çoğunlukta bulunduğu Irak’ı seçmişti. 684 (H. 64) senesinin ilkbahar mevsiminde Kufe’ye
gitti. Muhtar es-Sakafî’, Kufe’ye varınca, kendisinin hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed Hanefî’nin veziri
olduğunu söyledi. Bu hileli yola başvurarak, kendine tarafdar topluyordu. Netîcede epeyce tarafdar topladı.
Propaganda faaliyetlerini hızlı bir şekilde sürdürürken, vali tarafından hapsedildi. Fakat kısa bir süre sonra
yine çıktı ve faaliyetlerine devam etti. Bu sırada Süleyman bin Surad öldürülmüştü. O’nun ölmesi ve
adamlarının başsız kalması, Muhtar es-Sakafî’ için bir fırsat oldu. Diğer taraftan, o devrin en meşhûr
komutanlarından olan İbrahim bin Malik el-Ester’i tarafdarları arasına alarak, askerî bir güç kazandı.
Başlangıçta sebeîlerden gözüken Muhtar es-Sakafî’, yeterince güce sahib olunca, kendi siyasî düşüncelerini
ve emellerini ortaya koymaya başladı. İslâm’ı ihyâ edecek mehdî olduğunu söylüyor, kuvvetli ve te’sirli bir
hatîb olması sebebiyle, çevresini te’sir altına alıyordu. Muhammed bin Hanefî’nin ismini de kendine perde
ederek, sebeîleri istismar ediyordu. Nihayet 685 (H. 66) senesinin Rebî’ul-evvel ayında fiilen harekete
geçti. Kufe valisi Abdullah bin Mutî’nin kuvvetlerini mağlub edip, Mekke’ye kaçmalarını sağladı. Meşhûr
komutan İbrahim bin Malik el-Ester’in emrindeki kuvvetlerle kendilerine karşı duran güçleri kırdı ve
Kufe’ye tamamen hakim oldu. Kısa bir zamanda, Basra bölgesi dışındaki bütün doğu eyaletlerine nüfuzunu
kabul ettirdi. Kendi adamlarından Azerbaycan’a, Hemedan’a, İsfehan’a ve Musul’a valiler tayin etti. Bütün
bu başarıları sebeîlerin desteği ile elde eden Muhtar es-Sakafî’, kendi fikirlerini yaymağa başlayınca; bu
desteğini kaybetti. Halîfe Abdülmelik; kumandanı Ubeydullah bin Ziyad, Kayslılar ile mücadele halinde
olduğundan, Muhtâr es-Sakafî’nin üzerine gitmeye fırsat bulamamıştı ve bir seneye yakın bir zaman
geçmişti. Bu zaman zafında Muhtar es-Sakafî’ Irak’a hakim olmuştu. Ubeydulah bin Ziyad, Kayslıların
gücünü kırıp Mısır’a doğru ilerleyince, Muhtar es-Sakafî’nin Musul valisi de şehri terkedip Tebriz’e
çekilmek mecburiyetinde kaldı. Muhtâr es-Sakafî’, Abdülmelik’in ordusunu idare eden Ubeydullah bin
Ziyad’ın ilerlemesine engel olmak için Yezîd bin Enes komutasında bir kuwet gönderdi. 9-10 Temmuz 686
(H. 66) da yapılan çetin bir savaşta, Muhtar es-Sakafî’nin kuvvetleri mağlub oldu. Bunun üzerine Muhtar
es-Sakafî meşhûr komutanı İbrahim bin Malik el-Ester komutasında daha güçlü bir orduyu Ubeydullah bin
Ziyad’a karşı gönderdi. 5-6 Ağustos 686 (H. 67) senesinde yapılan kanlı bir savaş neticesinde halife
Abdülmelik’in ordusu ağır bir mağlubiyete uğradı ve komutan Ubeydullah bin Ziyad da öldürüldü.
Muhtar es-Sakafî, bu başarısına karşılık Abdullah bin Zübeyr’den, başta Irak olmak üzere doğu
vilayetlerinin valiliğini istedi. Fakat red cevabı alınca, açıkça mücadeleye girdi. Abdullah bin Zübeyr,
Muhtar es-Sakafî üzerine kardeşi Mus’ab komutasında bir ordu gönderdi. Bu sırada Muhtar es-Sakafî’nin
en kuvvetli desteği olan meşhûr komutanı İbrahim bin el-Ester, Cezire’de bulunuyordu. Dolayısıyla Muhtar
es-Sakafî en kuvvetli desteğinden uzak idi. Nitekim Mus’ab komutasındaki ordu karşısında tutunamayıp,
Kufe’ye çekilen Muhtar es-Sakafî, saraya kapanarak kendine yardım edecek kuvvetin gelmesini bekledi.
Fakat umduğunu bulamadı. 3 Nisan 687 (H. 67) senesinde kendisine bağlı 6 bin kişi ile kapandığı saraydan
bir çıkıs hareketi yaptı ise de, çarpışma esnasında öldürüldü. Böylece bir seneden beri Irak’ı hakimiyetinde
tutan ve büyük fitnelere sebeb olan Muhtar es-Sakafî tehlikesi sona ermiş oldu.
Abdülmelik bin Mervân, Gezîre’de bulunan İbrahim bin el-Ester’i kazanmak için, tesebbüse geçtiyse de bir
netice alamadı. Çünkü o, Mus’ab’ın tarafına geçmişti. Abdülmelik bin Mervân, Irak’a karşı harekete
geçmeyi düşündüğu sıralarda, Bizans devleti, karışıklıklardan istifade ederek, harakete geçti. Abdülmelik
bin Mervân önce bu tehlike ile meşgul oldu. Sonra, 689 (H. 70) senesinin yazında Mus’ab’ın üzerine
yürüdü. Fakat Dimeşk’tan ayrılmasından kısa bir süre sonra, Amr bin Sa’îd isyan ederek halifeliğini Îlan
edince, geri dönüp ayaklanmayı bastırdı ve onu öldürdü. Ertesi sene tekrar Irak üzerine yürüdü. Fakat
mevsimin kış olması sebebiyle bir netîce alamadan döndü. 691 (H. 72) senesinde tekrar Mus’ab’ın üzerine
yürüdü. Abdülmelik bin Mervân savaştan önce Mus’ab’ın ordusunu yıpratmak maksadıyla, bâzı
komutanlarıyla temasa geçip elde etti. Mus’ab’ın ordusunda bulunan Iraklıların da, savaşmaya isteksiz
olmaları sebebiyle, Abdülmelik bin Mervân daha savaşın başında üstünlük elde etmişti. Nihayet Mus’ab’ın
ordusu ile, 691 (H. 72) senesinde Maskîn ile Bacumeyra arasındaki Deyr’ul-cesalik mevkîinde, savaşa
tutuştular. Mus’ab’ın meşhûr komutanı İbrahim bin Malik el-Ester daha savaşın başında öldürüldü. Diğer
taraftan Irak birlikleri savaşa katılmadan meydanı terk ettiler. Çok yalnız bir vaziyete düşen Mus’ab
öldürüldü ve Abdülmelik bin Mervân Irak tarafına tamamen hakim oldu.
Abdülmelik bin Mervân bu savaşı kazandıktan hemen sonra, Kufe ve Basra halkı ona bî’at ettiler. Bundan
sonra sebeîler ile savaşan Mühelleb’e, bi’at etmesi için haber gönderildi. Kufe ve Basra halkının bi’at
ettiğini öğrenince bî’at etmek mecburiyetinde kaldı. Horasan valisi Abdullah bin Hacim, Abdülmelik’in
halîfeliğini kabul etmiyordu. Bir isyan neticesinde öldürülünce, bu bölge halkı da bi’at etti. Böylece 691 (H.
72) senesinin sonlarına doğru, Hicaz bölgesi hariç, bütün İslâm memleketleri Abdülmelik bin Mervân’ın
halîfeliğini tanımış oldu. Abdülmelik bin Mervân, Kufe’ye, Basra’ya ve diğer vilayetlere kendi valilerini
tayin ettikten sonra, Dimeşk’a döndü. Mekke’de bulunan Abdullah bin Zübeyr’den başka muhalifi
kalmamıştı.
Abdülmelik bin Mervân, Kufe’den Dimeşk’a dönmek üzere harekete geçmeden; Mekke üzerine iki bin
kişilik bir birlik gönderdi. Bu birliğin komutasını, Irak’da yaptığı savaş sırasında gösterdiği başarı ile dikkat
çeken Haccac bin Yusuf es-Sakafî’ye vermişti. Haccac, 692 (H. 73) senesinin Ocak ayında Mekke
yakınındaki Taif şehrinde karargahını kurdu. Abdülmelik bin Mervân, Haccac’a Mekke’ye karşı hemen
saldırmamasını, önce sulh yapmaya çalışmasını emretmişti. Fakat, Haccac bu talimata uymayıp, Arafat dağı
istikametinden birlikler göndermeye başladı. Bu birlikler her seferinde Abdullah bin Zübeyr’in kuvvetleri
karşısında mağlub oluyordu. Haccac, Abdülmelik bin Mervân’a mektup gönderip, yardımcı kuvvetler ve
Mekke’ye taarruz izni istedi. Bu istekleri kabul edilip Tarık bin Amr komutasında beş bin kişilik bir kuvvet
gönderildi. Haccac, istediği yardımı ve talimati aldıktan sonra, üç aydan beri karargah olarak kullandığı
Taif’den Mekke’ye doğru harekete geçip, Mekke’nin güney batısındaki Ebu Kubeys dağı üzerine karargah
kurdu ve Nisan ayında Mekke’yi fiilen muhasaraya başladı. Yardıma gelen kuvvetle de 692 (H. 72)
senesinde 24 Nisan günü Mekke önünde buluştu. Abdullah bin Zübeyr ve Mekke halkı ise sonuna kadar
mücadeleye karar vermişlerdi. Bu sırada Hac mevsimi de girmişti. Haccac, birlikleriyle beraber hac yapmak
istedi. Adullah bin Zübeyr onu Mekke’ye sokmayacağını bildirdi. Bundan sonra Haccac, mancmiklarla
Mekke üzerine taş yağdırmaya başladı. Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah bin Ömer, Haccac’a bir adam
göndererek hac yaparken taş atmamasını isteyince, Haccac hac mevsiminin sona ermesine kadar taş atmaya
ara verdi. Mekke’ye gelen hacılar memleketlerihe dönmeyip Abdullah bin Zübeyr’in emrine girdiler. Fakat
muhasara sebebiyle Mekke’de açlık tehlikesi yavaş yavaş hissedilmeye başlamıştı. Açlık had safhaya ulaşıp
içerdekiler çaresiz kalınca, büyük bir grup Mekke’den çıkarak Haccac tarafına geçmek mecburiyetinde
kaldı. Abdullah bin Zübeyr ise, sonunda, yanında bir kaç adamıyla kalmıştı. Şehirden çıkarak, kendisine
bağlı olanlarla hücûma geçti. O sırada 72 yaşında bulunuyordu. Büyük bir cesaret ve çeviklik göstererek
savaştı ve Cemazil-evvel ayının 14. 692 (H. 73) senesinde şehid edildi. Abdullah bin Zübeyr, Mekke’de
dokuz sene halifelik yaptı. Cesur, dindar ve pek çok üstün meziyetlere sahip bir zat idi. Bu hadiseden sonra,
Hicaz da, Abdülmelik bin Mervân’ın idaresi altına girdi. Haccac ise; Hicaz, Yemen ve Yemame valiliğine
tayin edildi.
Abdülmelik bin Mervân, bütün bu başarılara rağmen haricîlerle meşgul olamamıştı. Haricîler ise, halîfenin
muarızlarıyla meşgul olmasından istifade ederek iyice güçlenip, İran’ın güney bölgesini ele geçirmislerdi.
Bunlar çetin çarpışmalara giriyorlardı. Bilnassa Ezrakî kolu çok azitmiş idi. Abdülmelik bin Mervân,
haricîler üzerine Muhelleb’i gönderdi, fakat mücadeleler devam etti. Bunun üzerine Haccac’i gönderdi.
Haccac ile Muhelleb, emirlerinde bulunan kuvvetleri birleştirip, Haricîler üzerine yürüdüler. 697 (H. 78)
tarihinde İran’da yapılan çetin ve kanlı bir çarpışma sonunda haricîlerin büyük bir kısmı kılıçtan geçirildi.
Geri kalanları da El-Ahsa çöllerinde oturmaya tabi tutuldular. Böylece bu mes’ele de halledilmiş oldu.
Halîfe Abdülmelik, bütün doğu eyaletlerini umumî bir valilik haline getirerek, karışıklıkları tamamen
ortadan kaldırmayı ve fetihleri muntazam bir şekilde sürdürmeyi istedi. Bir diğer maksadı da, çeşitli
vilayetlerden gelen devlet gelirlerinin bir tertibe konarak merkeze ulaşmasını te’min etmekti. Bu umumî
valilik vazifesini Haccac’a verdi. Haccac da 697 (H. 78) senesinde Muhelleb’i Horasan valiliğine tayin
edip, bölgeyi emniyete aldı. Sonra, Emev; devletindeki iç karışıklıklar sebebiyle önceden verdiği vergiyi
kesen Türk hükümdarı Rutbil üzerine ordu gönderdi. Ubeydullah bin Ebî Bekr komutasındaki bu ordu, 698
(H. 79) senesinde Rutbil üzerine yürüdü. Rutbil, önce senede beş yüz bin dirhem vergiye razı oldu ve üç
oğlunu rehin olarak verdiyse de, Ubeydullah bin Ebî Bekr’in komutanlarının biri sulhu kabul etmeyerek
hücûm etti. Bunun üzerine, savaş yeniden başladı. Fakat Emevî ordusu kaybetti. Komulanları da öldürüldü.
Bundan sonra Haccac, Kufe’nin ileri gelenlerinden Abdurrahman bin Muhammed bin el-Es’as’ 699 (H. 80)
senesinde orduya kumandan tayin etti. Bu komutan önce başarılı fetihler yaptıysa da sonradan Haccac’ın
aceleci tutumu sebebiyle, ordusu uzun ve güç bir harbe girmek istemedi. Haccac’ın tehditli mektupları
üzerine kumandan Abdurrahman isyan etti. Kendisine epeyce taraftar da topladı. Rutbil ile anlaşma yaptı.
Fakat üzerine gönderilen kuvvetle, isyanı bastırıldı. Kendisi de öldü.
Halife Abdülmelik’i, Bizans devleti de epeyce meşgul edip, pek çok güçlükler çıkardı. Sıkışık durumda
iken Bizans’la, büyük bir maddî meblağ vererek sulh yaptı. Fakat Bizanslılar, bu sulhu daha sonra bozdu.
Bizans devleti ile mücadele hemen hemen halife Abdülmelik’in bütün halifelişi müddetince devam etti.
Sonunda Bizans’a karşı üstünlük sağlandı. Mûsâ bin Nusayr, Tarık bin Ziyad gibi meşhûr komutanlar
vasıtasıyla fetihler yapıldı ve İslâm toprakları doğuda Hindistan’a, batıda İspanya içlerine kadar genişledi.
Abdülmelik bin Mervân zamanında Kuzey Afrika’da, Anadolu ve doğuda büyük fetihler yapıldı.
Abdülmelik bin Mervân’ın en meşhûr komutanlarından olan Ukbe bin Nafi’nin 682 (H. 63) senesinde şehîd
edilmesinden sonra İslâm orduları, Mısır sınırlarına kadar geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştı. Tunus’un
sahil kısımları da Bizans devletinin kontrolü altına geçmişti. Tunus’un iç kısımları ise Kusayla adında bir
Berberî reisin idaresi altında bulunuyordu. Bu Berberî reis, Bizans’a bağlı olmakla beraber, yari müstakil
durumda idi. Bu durumda müslümanlara karşı, Berberî-Bizans ittifaki ortaya çıkmıştı. Onların ittitaki
karşısında Mısır valisi Abdulaziz bin Mervân, düşmana karşı harekete geçemiyor ve askeri bir müdahalede
bulunamıyordu. Bizansla ittifak halinde olan Berberî lideri Kusayla, müslümanların imar ettikleri
Kayrevan’ı ele geçirdi. Bu bölgede beş sene kadar hüküm sürdü. Abdülmelik bin Mervân, Kuzey
Atrika’daki bu gelişmeleri çok tehlikeli gördü. Kardeşi Abdulaziz bin Mervân’ı Mısır valiliğine tayin etti ve
şöyle nasihat etti: “Güler yüzlü ol! Etrafına yumuşak davran! İşlerinde hilm ve yumuşakliği seç. Çünkü,
böyleyapman, seni maksadına gabuk ulaştırır. Halk ile aranda irtibatı te’min eden kimseyi iyi gözet. O,
senin en yakınlarından olsun. Çünkü o senin, hem yüzün, hem dilin mesabesindedir. Bu sebeble kapmda,
durumunu çok iyi bildiğin kimsedursun. Zira ona istersen izin verir, istemezsen vermezsin. Meclise
girdiğinde, selam ver. Böyle yaparsan, o meclistekilerin yakınlığını kazanır, kalblerindeyeredersin. Sana
halledilmesi icabeden bir mes’ele arzedildiğinde, o hususta güvenilir kimselerle istişare et. Çünkü istişare
ile, kapalı ve çözülmesi zor işler çözülür. Birisine kızarsan, cezâ vermekte acele etme, cezasını geciktir.
Çünkü cezayı her zaman verebilirsin. Fakat, cezayı verdikten sonra pisman olup, ondan vazgeçmen
mümkün değildir.”
Abdülmelik bin Mervân, kardeşine ayrıca, merkezden yardımcı kuvvetler gönderdi. Derhal harekete
geçmesini emretti. Zuheyr bin Kays’ın komutasına bir ordu verildi. Zuheyr bin Kays, Berka üzerinden
Tunus’a doğru ilerlemeye başladı. İslâm ordusunun bu harekatı üzerine, Berberîler geri çekildiler. Kayrevan
şehri herhangi bir çarpışma olmadan Zuheyr bin Kays’ın eline geçti. Berberî lideri Kusayla, Kayrevan’ın
batısında İslâm ordusuna karşı çıktı. 688 (H. 69) yılında yapılan çetin bir savaşta, Berberî lideri Kusayla
öldürüldü.
Diğer taraftan, Kusayla’nın muttefiki olan Bizans imparatoru İkinci Justinianus, İslâm ordusunun zaferini
işitir işitmez harekete geçti. Kuzey Afrika’da kırıları hakimiyetini yeniden kurmak için İstanbul’dan
donanma gönderdi. Sicilya’dan takviye kuvvetler de alan Bizans donanması Kartaca’ya çıkarma yaptı. Bu
sırada Batıya doğru ilerlemekte olan Zuheyr bin Kays komutasındaki İslâm ordusu, Bizans donanmasının
çıkarma harekatmi haber alınca, derhal geri dönüp, Bizans kuvvetlerinin karşısına çıktı. Yapılan şiddetli
savaşta Zuheyr bin Kays şehid düştü ve İslâm ordusu galib olamadı. Bu durum Kuzey Afrika’daki
hakimiyeti tehlikeye düşürdüğü gibi, Berberîlerin de yeniden isyan etmelerine sebeb oldu. Ancak Berberî
kabîleleri, aralarında tam bir ittifak kuramadıkları için, Kayrevan’da bulunan İslâm ordusuna önemli bir
zarar veremediler.
Mısır valisi Abdulazîz bin Mervân durumu halffe Abdülmelik bin Mervân’a bildirip, yardım istedi. Halife,
Hassan bin Nu’man el-Gassanî komutasında kuvvetli bir ordu gönderdi. Merkezden Kuzey Afrika’ya ilk
defa böyle kuvvetli bir ordu sevk ediliyordu. Ordu komutanı Hassan bin Nu’man’ın ilk hedefi Kartaca idi.
Kendisi sahilden gidiyor, donanma da onu takib ediyordu. Kartaca’ya ulaşıp hücûm edince, fazla bir
mukavemet görmeden şehri ele geçirdi ve halkın Sicilya’ya göçmesine müsade etti.
Kartaca’nın müslümanların eline geçtiğini haber alan Bizans imparatoru Leontios bir donanma hazırlayıp,
saray erkanından Juhannes komutasında yola çıkardı. 697 (H. 78) senesinde gönderilen bu Bizans
donanması, Kartaca önlerine ulaştığı sırada, İslâm ordusu Berberîlerle mücadele halinde idi. Kahine adıyla
bilinen bir kadın, etrafında toplandığı Berberîlerle İslâm ordusuna karşı savaşıyordu. Hassan bin Nu’man,
zor durumda kaldı. Berka’ya kadar geri çekildi. Bu sırada Kartaca önlerine gelen Bizans donanması şehri
kolayca ele geçirdi. Hassan Bin Nu’man ise, merkezden yardımcı kuvvet gelinceye kadar bekledi. Yardımcı
kuwet gelir gelmez hücûma geçip, Kartaca’yı ve Bizans’ın eline geçmiş olan diğer şehirleri geri aldı.
Yenilen Bizans kuvvetleri, Kartaca’yı terkedip Girit’e çekildi. Bu defa Hassan bin Nu’man, Berberîler
üzerine yürüdü. Berberîleri hakimiyeti altında bulunduran Kahine, bu bölgeyi müslümanların almasını ve
istifade etmelerini engellemek için, emrindeki kuvvetlere, bölgenin şehirlerini ve kalelerini yıktırip harab
ettirdi. Fakat yaptırdığı bu tahribat Berberîlerin kendinden sogumasına sebeb oldu. İslâm ordusu komutanı
Hassan bin Nu’man, Berberî kabîlelerinin reislerine bazı vadlerde bulunarak, onların Kahine’yi
desteklemelerini engelledi. Sonra da 702-703 (H. 83) senesinde hücûma gecti. Avras bölgesinde yapılan
savaşı kazandı. Berberîlerin lideri Kahine bu savaşta öldürüldü. Başsız kalıp, dağınık bir hal alan
Berberîlere, İslâm ordusu komutanı Hassan bin Nu’man gayet güzel ve müsamahah davranıp iyilikte
bulundu. Bu güzel muamele karşısında Berberîler, kitleler halinde müslüman oldular. Bütün bunların
netîcesinde, Kuzey Afrika tamamen İslâm devletinin hakimiyeti altına girdi. Bizans ise, bir daha
dönememek kaydı ile kuzey Afrika’yı tamamen kaybetti.
Abdülmelik, halîfelişe geçtiği sene, Bizans devleti ile sulh yapmıştı. İçinde bulunulan şartları atlatmak ve
hakimiyeti sağlamak için, Bisans ile yapılan bu andlaşma birkaç sene devam etti. Andlaşmaya görd;
Bizans’a üç yüz altmış bin dinar, üç yüz altmış köle ve bu kadar da saf kan Arab atı verilmesi kabul
edilmişti. Andlaşmadan sonra, Bizans cephesinde savaşlar durdu. Ancak Irak ve el-Cezîre taraflarındaki
Ermeniler, 686 (H. 67) senesinden îtibaren, Bizans’dan aldıkları yardımlarla müslümanları rahatsız etmeye
başladılar.
Abdülmelik bin Mervân, 689 (H. 70) senesinde, iç karışıklıklara karşı harekete geçmek için Bizans kralı
İkinci Justinianus ile yeni bir andlaşma yaptı. İki yüzlü bir siyaset izleyen Bizanslılar, andlaşmaya uyar
gözükerek kendileri saldırmıyor, başkalarını saldırtıyorlardı. Hıristiyan ve eşkiya bir kavim olup, Amanos
ve Toros dağlarının sarp ve Antakya’nın bataklık bölgelerinde oturan Merdaîler bunlardandı. Bisans’dan
yardım alıp müslümanlara saldırıyorlardı. Müslümanlar Antakya’yı fethedince, İslâm Devleti’nin hizmetine
girip Amanos geçitlerini kontrol altında tutmaya başladılar. Bununla birlikte Merdailer, kimden daha çok
menfaat görürse, onların tarafına geçiyorlardı. Çok geçmeden, Bizanslılardan aldıkları rüşvet ve yardım ile
Suriye müslümanları üzerine yürüdüler. Bizanslılar da, müslümanların iç karışıklıklarından istifade ile taviz
koparmaya kalkıştı. Bu durum karşısında Abdülmelik bin Mervân, Bizansla yeniden sulh yaptı. Önceki sulh
şartları aynen kalmakla beraber; Kıbrıs ve Gürcistan’dan alman vergilerin yarısı Bizans’a verilecekti. Buna
karşılık Bizans, müslümanlar üzerine yürüyen hıristiyan eşkiyası Merdaileri geri cekecekti. Fakat Bizans
hükûmeti, Merdatlerden bir kısmını kendi ülkesine, Antalya bölgesine ve Mora yarımadasına yerleştirip
bunların gücünden faydalanmak istedi. Diğer taraftan Kibns ahalisinden de bir kısmını Kyzikos’a
yerleştirdi. Netîcede savaş çıktı. Bizans kralı ikinci Justinianus, Selanik civarındaki büyük Slav kitlelerini
Anadolu’da Bithinia eyaletine yerleştirdi. Bunların savaş gücünden faydalanarak, müslümanları mağlub
edeceğini zannedtyordu. Bu sırada Irak’taki karışıklıklar sona ermişti. Halifenin kardeşi Muhammed bin
Mervân, el-Cezîre valisi olmuş, burada devletin otoritesini güçlendirmişti. Şartlar, artık müslümanların
lehine işliyordu. Müslümanları kolayca mağlub edeceğini zanneden Bizans imparatoru, hesabında çok
yanılmıştı. Nitekim 692-693 (H. 73) senesinde Sivas yakınlarında yapılan savaşta, kat kat fazla olan Bizans
ordusu, Muhammed bin Mervân’ın komuta ettiği İslâm ordusu karşısında ağır bir mag 10-biyete uğradı.
Bu savaşta müslümanların güzel ahlâklarını, kendilerine karşı müşfik davranışlarını gören çok sayıda Slav
asıllı Bizans askeri, İslâm ordusu tarafına geçti.
İslam ordusu kumandanlarından Osman bin Velid, yaptığı akınlarla, Bizanslıları Van Gölü civarından
çıkardı. Bölgenin büyük bir bölümü müslümanların hakimiyeti altına girdi. Savaş sırasında İslâm ordusuna
katılan Slavlar Kuzey Suriye’de yerleştirildiler. Bizans’a karşı yapılan gazalarda bu Slavlardan istifâde
edildi. Bir ara Ermenilerin Bizans destekli isyanı üzerine Bizansla yeni bir anlaşma yapıldı. Bundan bir
müddet sonra 695 (H. 76) senesinde yapılan bir savaşta Bizanslılar, Maraş bölgesini boşaltmak zorunda
kaldılar ve Van bölgesinin güney kısımları müslümanlara bırakıldı.
Bu zaferden sonra İslâm ordusu, Bizans üzerine her sene akınlar yapmaya başladı. Velîd bin Abdülmelik,
Anadolu’ya başarılı seferler yaptı. 700-701 (H. 81) senesinde ise Abdülmelik’in oğullarından Abdullah,
Anadolu’ya bir sefer yaparak Erzurum’u fethetti. 702 (H. 83) senesinde Darende’yi, 703 (H. 84) de ise
Masisa’yı aldı.
Doğuda ise, Horasan’a vali tayin edilen Muhalleb 699 (H. 80) senesinde Belh nehrini geçerek Kis’e ulaştı.
Kiş halkı ile cizye vermeleri şartıyla sulh yaptı. Bundan sonra Horasan valiliğine tayin edilen Yezid,
Badgîs’deki Nîrek kalesini aldı. Yezid’den sonra Horasan valisi olan Mufaddal zamanında Badgis
fethedildi, Daha sonra da Nem Ahurun ve Şuman’a yapılan seferlerde zaferler kazanıldı.
Abdülmelik bin Mervân, hilafeti esnasında, güçlü otoritesi ve kuvvetli kişiliği ile devlet işlerinde yeni
düzenlemeler yaptı. İnsanların din bilgilerini öğrenmelerinde kolaylık olması için, Arabça öğrenmeyi tesvîk
etti. Müslümanlardan başkasının devlet dairelerinde calismalarına mani oldu. Devlet dairelerinde
Arabça’dan başka dil kullanılmasını yasakladı. Devrinde posta ve haberleşme teşkilatları ıslâh edildi.
Alimlere önemli mevkîler verilerek, ilmi çalışmaların gelişip yayılmasına yardımcı olundu. Farsça bir çok
divan Arabça’ya tercüme edildi. İmar faaliyetleri arttırıldı ve pek çok eser yapıldı. Daha önceleri, Bizans ve
İran paraları kullanıhrken İslâm tarihinde ilk defa para bastırıldı. Bizanslıların, durumu istismar edip,
paraları propaganda aracı olarak kullanmaya başlamaları üzerine Halife Abdulrnelik de, altın ve gumuş para
bastırdı. Bizans ve İran paralarının kullanılmasını yasakladı.
Sahabe ve Tabiînden, Abdülmelik bin Mervân’ı tanıyanlar buyurdular ki:
İbn-i Sa’d; “Abdülmelik, gençliğinde zahid bir kimse olup ibadetle meşgul olurdu.”
Yahya el-Gassanî: “Abdülmelik bin Mervân, Ümmü Derda’nın yanında çok bulundu.” Ümmu Derda
(Ebu’dderda’nın annesi), hadis ve fıkıhda alirne bir sahabiye olup, rivayet ettiği hadîs-i şerîfler “Kütüb-i
sitte” de yer almıştır.
Nafi’de şöyle dedi: “Medîne-i münevverede Abdülmelik bin Mervân’dan daha gabuk iş yapan (gayretli),
ondan fakih (alim), ondan daha çok ibadet eden ve ondan daha çok Kur’ân-ı kerîm okuyan bir genç
görmedim.”
Ebu’z-Zînâd; “Medîne-i münevvere fakihleri; Sa’id bin Museyyib, Abdülmelik bin Mervân, Urvetubnü-
Zübeyr, Kubeysa bin Zueyb’dir” derdi.
İbn-i Ömer’e; “Siz Kureys’in alimlerisiniz.. Sizden sonra biz mes’elelerimizi kime soralım?” denildi. İbn-i
Ömer; “Medîne-i münevverede Mervân’ın bir oğlu (Abdülmelik bin Mervân) vardır. Ondan sorunuz”
buyurdu.
Abdülmelik gençliğinde, Ebu Hureyre’nin (r. anh) huzuruna girmişti. Ebu Hureyre (r. anh) onun için; “Bu,
Arabların başına geçer” buyurdu.
Abdülmelik halîfe olunca, Ümmü Derda; “Seni gördüğüm günden beri senin hakkında halîfeliği
dusunurdum” dedi. Abdülmelik; “Neden?” diye sorunca; “Çünkü senden daha iyi bir muhaddis, senden
daha iyi bir alim görmedim” buyurdu.
Tabiînin büyüklerinden ve Kufe’nin en büyük alimlerinden, İmam-ı Şa’bî; “Kiminle oturup konuşsam, ilim
bakımından ondan üstun gelmişimdir. Fakat Abdülmelik bin Mervân müstesnadır. Çünkü ona bir hadîs-i
şerîf okusam o, benim okuduğumdan fazla okuyordu. şür okusam, o, benden fazla şiir okuyordu” derdi.
İmam-ı Zehebî (r. anh); “Abdülmelik bin Mervân’ın, hazret-i Osman’dan Ebu Hüreyre’den, Ebû Sa’id’den,
Ümmü Seleme’den, Büreyde, ibni Ömer’den ve hazret-i Muaviye’den (r. anhüm) hadîs-i şerîf dinlemiştir.
Abdülmelik’den ise, Urve, Halid bin Ma’dan, Recâ bin Hayve, Zühri, Yunus bin Meysere, Rebîa bin Yezîd,
İsmail bin Abdullah ve diğer alimler hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir” buyurmuştur.
Bazı sözleri: Abdülmelik bin Mervân; huzuruna dışardan bir kimse geldiği zaman ona şöyle derdi: “Şu dört
şartla bana istediğini söyle: 1-Bana yalan söyleme. Çünkü yalancı, görüş sahibi değildir. 2-Sormadığım şey
hakkında bana cevap verme. Çünkü bu hal sorduğum şeylere cevap vermeni engeller. 3-Bana, beni anlatma,
medhetme. Ben kedimi senden daha iyi bilirim. 4-Beni halka yumuşak davranmaya teşvik etme. Çünkü ben
yumuşaklığa onlardan daha çok muhtacım.”
Abdülmelik bin Mervân’a; “İnsanların en efdali kimdir?” denilince, Cevâbında; “Makam ve mevkî sahibi
bir kimse olduğu halde tevazu eden, gücü yettiği halde zühd sahibi olan (haramlardan ve haram olduğu
şüpheli olan şeylerden sakınıldığı gibi, şüphelilere düşmek korkusuyla mubahları terk eden), bir de kuvvetli
olup, gücü yetip de insafdan ayrılmayan, adalet sahibi olan kimsedir” dedi.
Abdülmelik bin Mervân, Kufe’de minbere çıkıp, Allahü teâlâya hamd, Peygamber efendimize salat ve
selamdan sonra şöyle dedi: “Ey insanlar! Harp, zor ve acı bir iştir. Sulh ise emniyet ve rahatlıktır. Ey
insanlar! Doğru yolda, dosdoğru olunuz. Nefsinizin aldatıcı isteklerinden vazgeçiniz. Müslümanların
cemaatine muhalefetten sakınınız. Nasihati dinledikten sonra, ibret almayanlara serrin, kötülüğün artacağını
sanıyorum. Adaletle muamele gördükleri halde, bunun kıymetini bilmeyenler şiddetli mukabele görürler.
Artık isteyen diledişini seçebilir. Ben ise, yapılandan dolayı, sonra kınanmamak için şimdi size, bunu açıkça
tebliğ ediyorum.”
Rum beldelerine tayin ettiği bir valisini vazifeye gönderirken ona şöyle nasihat etti: “Sen, Allahü teâlânın
kulları (senin idaren altında bulunanlar) hakkında bir tüccar gibisin. Bu bakımdan kar edeceği zaman ticaret
yapan, kar bulamayınca da sermayesini koruyan bir tüccar gibi ol. Tam galib olmadıkca selamete ermedikçe
gammet elde etmeye kalkışma. Senin hilen, düşmanlarının sana kurdukları hllevetuzaklardan daha çok
olsun.”
Sık sık oğullarına nasihat eder şöyle derdi: “Dört kimseye hizmet etmekten utanılmaz: 1-Devlet reisine, 2-
Alime, 3-Çocuğa, 4-Zayıf kimselere”
“Üç kimse vardır ki, akıllı kimseye onları hakir ve aşağı tutması yakışmaz: 1-Alimler, 2-Sultan, 3-Dostlar
ve arkadaşlar. Alimleri hafife alanın dininde bozukluk olur. Sultanı aşağı tutan, dunyasını bozar (sıkıntıya
düşer). Dostlarını ve arkadaşlarını küçümseyen kimsenin mürüvveti (insaniyeti, mertliği) gider.”
“Edebli olunuz. Çünkü edeb, eğer mala ihtiyacınız olursa elinize geçmesine sebeb olur. Mala ihtiyacınız
olmazsa edeb, sizin için bir güzellik, sus olur.”
“Başkalarına eziyet ve sıkıntı vermekten sakınınız. İyilik etmekte cömert olunuz. Gücünüz yettiğinde
affediniz. Sizden bir şey istendiğinde cimrilik etmeyiniz. Bir şeyi sorduğunuzda çok sormayınız. Çünkü,
sıkıntı verene de sıkıntı verilir. Başkasına veren kimseye de Allahü teâlâ verir, lütuf ve ihsanda bulunur.”
Abdülmelik bin Mervân vefatı esnasında dünyayı şöyle zemmetmiştir: “Ey dünya! Senin uzunun kısa,
çoğun azdır. Biz sana aldandık.”
Bundan sonra bütün evladına dönüp; “Size takvayı, Allahü teâlâdan korkmayı tavsiye ederim. Çünkü,
takva, devamlı olan bir siper ve kalkan, âhıret için en iyi ve en hayırlı bir azıktır. Büyüğünüz, küçüğünüze
şefkatli ve merhametli olsun. Küçük de, büyüğün hakkını gözetsin. Gönlünüzden kibir, kin, ucb gibi manevî
kirleri çıkarm. Sağlam işlere yapışm. Azgınlık, taşkınlık ve birbirinizi çekememezlikten çok sakının. Önceki
sultanlar, güç ve kuvvet sahibi kimseler, azgınlık, taşkınlık ve birbirlerini hased etmeleri, kıskanmaları
yüzünden helak olmuştur.
Ey oğullanm! Kardeşiniz Mesleme, size naibdir. Çünkü ondan çekinirsiniz. O, sizin için kalkandır. Onun
re’yine, görüşüne göre hareket ediniz. Haccac’a ikram ediniz. Çünkü, sizin hükmünüzü ve hakimiyetinizi o
sağlamlaştırır. İyilik için rehber olan hayırlı evlad olunuz. Allahü teâlânın selamı üzerinize olsun” diye
vasiyet etti.
Bir gün zamanın ediplerinden İbn-i Sümeyle, halife Abdülmelik’in huzuruna girmişti. Halife ona anlat
bakalım deyince, İbn-i Şumeyle ona; “Kıyamet gününün mihnetinden, meşakkatinden, sıkıntılarından,
dehsetinden ancak nefsinin arzuları peşinde koşmayanlar ve Allahü teâlânın rızasını kazananlar
kurtulacaktır” dedi. Halîfe Abdülmelik bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve; “Bu sözleri, yaşadığım
müddetçe daimâ göz önümde bulundurup, unutmayacağım” dedi.
Abdülmelik bin Mervân, ölüm döşeğine yattığı sırada sarayının kapısının açılmasını istedi. Kapıyı
açtıklarında elbise yıkayıcının, çamaşır yıkadığını ve eliyle çamaşırları sıktığını görünce; “Keşke ben de
çamaşır yıkayıcısı olup da her gün elimin emeğiyle günlük nafakamı te’min etseydim. Dünya işlerine
karışmasaydım” dedi.
Medainî anlatır: Abdülmelik bin Mervân, omrunun son anlarında; “Keşke doğduğum günden şu ana kadar
hammal olsaydım” dedi. Sonra oğullarına Allahü teâlânın emirlerine uymayı, takvayı, Allahü teâlâdan
korkmalarını, ayrılıktan ve ihtilafa düşmekten sakınmalarını tavsiye etti ve şöyle söyledi: “Daima iyilik
yapınız. Harpte hür kimseler olunuz (galip geliniz). Harp, ecel gelmeden önce ölümü yanaştıramaz. (Harpte
de olsa, ecel gel meyince insan ölmez.) iyiliğin ecri sevabı baki kalır. Açlık zamanında tatlı, şiddet
zamanında yumuşak olunuz. İbn-i Şeybanî’nin dediği gibi olunuz. O şöyle demiştir: “Bir arada bir demet
halinde bulunan ince ağag dallarını şiddet ve öfke sahibi bir kimse kırmaya kalkışsa, bu iş ona ağır gelir
(onları toplu halde) kiramaz. Buna gücü yetmez. Ancak o aşağı dalları bir birinden ayrılınca, tek tek
kırılmaları kolay olur!”
Mes’ûd bin Halef, Abdülmelik bin Mervân’ın hastalığı sırasında; “Allah’a yemin ederim ki, Tihameli bir
adamın Tihame dağlarında koyun otlatan bir kölesi olup, bu işlere hiç karışmamış olarak ölmeyi, halife
olarak ölmeye tercih ederdim” dedişini rivayet etti.
Abdülmelik bin Mervân’ın hastalığının arttığı bir sırada; “Beni balkona çıkarınız” dedi. Sarayının
balkonuna çıkardıkları sırada, serin bir meltem esiyordu. Bunun üzerine; “Ey dünya! Sen ne kadar hoşsun.
Fakat sende geçen en uzun ömür bile kısadır. Senin aldattığın en meşhûrlar bile hakirdir. Bununla birlikte
bizler sana daldık, pek büyük bir aldanışa düştük!
Ey yüce Rabbim! Eğer inceden inceye hesaba çekilirsem, azaba düşerim! Azaba ise tahammülüm yok. Ya
Rabbi! Günahları pek çok olan bu kulunu affeyle. Çünkü sen affedicisin” dedi.
Son nefeslerini vermekte iken; “Kendini nasıl buluyorsun” diye sorulunca, Kur’ân-ı kerîmden En’am sûresi
94. ayet-i kerîmeyi okudu ve; “Bu ayet-i kerîmede buyrulduğu gibi buluyorum” dedi. Bu ayet-i kerîmede
meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Muhakkak ki, sizi ilk defâ nasıl uryan yaratmışsak, onun gibi,
yapayalnız ve teker teker hesap ve cezâ işin huzurumuza gelirsiniz. Size verdiğimiz mal ve mülkü
dünyada bırakırsınız...”
Abdülmelik bin Mervân bir şiirinde şöyle demektedir: “Zamandan bir parçasını yaşadım. Dünya bana
keskin kılıcları ile yaklaştı. Hayatımdaki sevinçli anlarım, geçmişte kalan bir parıltı gibidir. Keşke bir an
bile olsa hiç kıymet vermeseydim. Dünya hayatının parlak lezzetleri ile vakit geçirmeseydim de dünyada
yetecek kadarla yaşayan iki elbisesi olup, sonra daracık kabre giden bir kimse gibi olsaydım.”
Velid bin Abdülmelik, babası Abdülmelik’in defnedilmesinden sonra, evine gitmedi. Mescide gidip,
minbere çıktı ve; “Allahü teâlânın öne aldığını hiç kimse sona bırakamaz ve te’hir ettiğini de öne alamaz.
Ölüm, Allahü teâlânın kazasındandır. Allahü teâlâ ölümü en kıymetli kulları, insanların en üstünleri olan
Peygamberler aleyhimüsselam için de hükmetmiştir. İşte, babam Abdülmelik hakkında da bu hüküm tecellî
etmiştir. Onun iyi kimselerin derecesine kavuştuşunu umuyoruz. O, kötü kimselere pek şiddetli ve sert,
faziletli kimselere ise gayet yumuşak davranırdı. İslam’ın emir ve yasaklarının her tarafta yaşanmasına
vesile oldu. Din düşmanları ile harb etti. Bu hususlarda acizlik göstermedi. İşlerinde aşırılık da yoktu.
O halde ey insanlar! Cemaate yapışmanız lazımdır. Şeytan, cemaatten ayrılan kimse ile beraber olup, birlik
ve beraberlik içinde bulunanlardan çok uzaktır” buyurdu.
Velid’den sonra Süleyman bin Abdülmelik de şöyle hitab etti: “Allahü teâlâya hamdolsun. Dikkat ediniz.
Dünya aldatıcıdır. Yalancı ve hayalî bir evdir. Ağlayanı güldürür, güleni ağlatır. Emniyet içinde olanı
korkutur, korkana emniyet verir. Zengini fakîr, fakîri zengin eder. Ehlini oyuncak haline getirir. Ey Allah’ın
kulları! Allahü teâlânın kitabını rehber edininiz, kabullenip hükmüne rıza gösteriniz. Ey Allah’ın kulları!
Şunu iyi biliniz ki, sabah aydınlığı, gecenin karanlığını bozduğu gibi, Kur’ân-ı kerîm de şeytanın planını ve
kurduğu tuzakları bozar.”
Abdülmelik bin Mervân’ın 17 oğlu vardı. Oğullarının dördü halife oldu. Bu sebeple kendisine Ebü’l-Mülûk
yani melikler babası denilmiştir. “Kitab-ul-ıkd” adlı bir eser yazdığı da rivayet edilir.
Ben insanlardan bir şey istemem!
Alimlerden Ata bin Ebi Rebah, Mekke de Abdülmelik bin Mervân’ın huzuruna çıkmıştı. Halife
Abdülmelik, muhteşem bir vaziyette makamında oturuyordu. Bu sırada hac mevsimi idi. Her kabllenin ileri
gelenleri etrafında toplanmıştı. Halife Abdülmelik, Ata bin Ebî Rebah’ı görünce, hemen onu yanına çağırıp
makamına oturttu ve ne istediğini sordu. Bunun üzerine Ata bin Ebi Rebah şöyle dedi: “Eymu” minlerin
emiri; Allahü teâlânın ve Resûlunun hareminde (Kabe’de) Allahü teâlâdan kork ve Harem-i şerîfi imar et
Eshabdan Muhacir ve Ensarın Çocukları hakkında Allahü teâlâdan kork, onları gözet Zira, sen bu mecliste
onların sayesinde oturdun. Ayrıca serhadlarda yani sınır boylarında bulunanların haklarına riayet et Çünkü
onlar müslümanların kal’asidir. Müslümanların idaresine dikkat et Onlardan mes’ûl yalnız sens in!
Kapmdakilerin de haklarını gözet Kapma gelenleri geri çevirme” dedi. Halife Abdülmelik bu sözleri
dikkatle dinledikten sonra; “Başüstüne, senin dediklerini yerine getireceğim” dedi. Bundan sonra Ata bin
Ebi Rebah huzurundan kalkıp giderken onu tutup; “Senin bizden istediğin şeylerin hepsi başkaları
nammadır. Biz bunları kabul edip, yapmaya söz verdik. Fakat sen kendi namma ne istersin?” deyince, Ata
bin Ebi Rebah; “Ben insanlardanbir şey istemem” cevabını verdi ve halîfenin huzurundan ayrıldı. Halife
Abdülmelik; “Zaten seni Şereflendiren ve yücelten bu halindir” diyerek onu medhetti.
1) Târih-ul-hulefâ; sh. 200
2) El-kamil fit-tarih; cild-4 sh. 91
3) El-Ikd-ul-ferid; cild-9, sh. 104
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 39
5) Kamüs-ül-a’lam; cild-4, sh. 3111
6) El-Mearif; sh. 244
7) Târih-ul-ümem vel mülûk; cild-5, sh. 609 ve devâmı
8) Tabakât-i İbn-i Sa’d; cild-5, sh. 223
9) A Short History of the Saracans; sh. 92.
10) Tarih-i Halife Hayyât; cild-2, sh. 196
11) Fütuh-ul-büldân; sh. 220, 224, 247
12) El-Fütuhât-ul-İslâmiyye; cild-1, sh. 169
13) Cemheretu hutab-il-Arab cild-2, sh. 192
14) Subuh-ul-a’şa; cild-1, sh 218
15) El-Fahrî; sh. 113
16) Uyun-ul-ahbâr; cild-2, sh. 247
ABDULVÂDİLER
1235-1550 (H. 633-957) seneleri arasında Cezayir’de hüküm süren bir berberîdevleti. Merkezi Tlimsan idi.
Abdulvadilere, başlarında bulunan hanedanlara Benî Zeyyan denildiği için Zeyyaniler de denilmektedir.
Benî Abdulvad, Büyük Zenate berberî kabilesinden idi. Uzun süre göçebe olarak yaşadılar.
Avrascivarındakiyerlerini bedevîlere bırakarak, Cezayir’in Oran bölgesinde bulunan yüksek yaylaya göç
ettiler. Cezayir, on ikinci asrın başlarında Muvahhidler tarafından ele geçirildi. Muvahhidlerin sadık bir
muttefîki olan Abdulvadiler, bu devletin zayıflamasıyla itaatten vazgeçtiler. Benî Abdulvad’ın reîsi olan
Yağmurasan bin Zeyyad, 1235 (H. 633) senesinde Abdulvadiler Devleti’ni kurdu.
Yağmurasan, başarılı bir idareci idi. Kendi kabîlesini belirli aralarla, gölden getirerek Oran eyaletinin
ovalarına yerleştirdi. Böylelikle kuvvetli bir devletin hükümdarı durumuna geldi. Muvahhidler devletinin
veliahtlarından olan Sa’îd, devleti yeniden canlandırmak için ordunun başına geçti. Tlimsan’ı kuşatmaya
giderken, Yagmurasan ile yaptığı savaşta öldürüldü. Yagmurasan, Muvahhidlerin yıkılmasından sonra
Merinîler ile karşı karşıya kaldı. İki kabilearasında, eskiden beri süre gelen an’anevî bir dusmanlık vardı. Bu
durum, iki kabilenin de devlet kurmasıyla had safhaya ulaştı. Yagmurasan, Merinîlere karşı Gırnata sultanı
ve Kastilya kralı Onuncu Alfonso ile üçlü bir andlaşmaimzaladı. Yagmurasan, kırksekiz yıl süren
hükümdarlığının sonunda, Merimlere karşı yalnız savunma ve uygun zamanlarda da Hafsi topraklarında
ilerlemeyi oğluna vasiyet ederek 1283 (H. 682) tarihinde vefat etti. Yagmurasan’ın ölümü üzerine,
Abdulvadiler Devleti’nin başına oğlu Ebu Sa’îd Osman geçti. Ebu Said Osman’ın hükümdarlığı sırasında,
Merinîler Tlimsan’ı kuşattılar. Bu kuşatma sekiz yıl üç ay sürdü. Bu kuşatma sırasında Ebu Sa’id Osman
vefat etti ve yerine Ebu Zeyyan Birinci Muhammed geçti. Ebu Zeyyan, Merinîlere karşı Tlimsan’ı çok iyi
savunarak, şehrin onların eline geçmesine engel oldu.
Abdülvadiler, Ebğ Zeyyan’ın yerine geçen Birinci Ebu Hemmu Mûsâ bin Osman zamanında doğuya doğru
genişlediler. Birinci Ebu Hemmu’nun yerine geçen Birinci Tasufin zamanında Merinîler, tekrar Tlimsan’a
saldırdılar. İki sene süren kuşatma sonunda Tlimsan’ı zaptettiler. Abdulvadiler, Tlimsan’ı kaybettikten
sonra Merinîlerin idaresi altına girdiler. İki sefer bağımsizliklarını elde ettilerse de tekrar Merinîlerin
yönetimi altına girdiler. On beşinci asrın başlarından sonra Abdulvadiler iktidar olamadılar. Merinîler,
kendi seçtikleri ve kendilerine bağlı kişileri Abdulvadilere hükümdar tayin ettiler. Son Abdulvadi emirleri,
Oran bölgesinde bulunan İspanyolların idaresi altına girdi.
Oruç Reis ve Hızır Reis (Barbaros Hayreddin Paşa), 1516 (H. 922) senesinde Cezayir’i ve 1517 senesinde
de Tlimsan’ı zaptederek ele geçirdi. Abdulvadi emîri Üçüncü Ebu Hemmğ, İspanyollara sığındı.
İspanyollardan yardım alan Ebu Hemmu, Tlimsan’ı geri almak için şehri kuşattı. Oruç Reis komutasındaki
Türkler, şehri yedi ay müdafaa ettiler. Kuşatmayı yarma hareketi sırasında Oruç Reis şehîd oldu. Böylece
Abdulvşdiler, Tlimsan’ı tekrar ele geçirdiler.
İspanyollar, Türkleri Cezayir topraklarından çıkarmak istediler ise de başarıh olamadılar. Abdulvadi emîri
Üçüncü Ebu Hemmu, Cezayir’e saldırdı. Hızır Bey tarafından mağlub edildi. Ebu Hemmu, savaş
meydanından kaçtı. Hızır Reis bir süre sonra Abdulvadilerin taht kavgalarından yararlanarak Ebu
Muhammed İkinci Abdullah’ı hükümdar yaptı. Ebu Muhammed İkinci Abdullah, her yıl ödediği vergiyi
vermeyip ad ma hutbe okutunca, Hızır Bey 1550 (H. 957) senesinde Tlimsan’ı kuşatarak ele geçirdi ve
Abdulvadi Devleti’ne son verdi.
Abdulvadiler, çok zengin olmamalarına rağmen baskentleri Tlimsan’da camiler, mektepler ve muhteşem
saraylar yaptırdılar. Tlimsan onlar zamanında önemli bir merkez haline geldi.
1) Düvel-i İslâmiyye; sh. 57
AÇE DEVLETİ
Hint Okyanusu’nun doğusundaki Sumatra adasının kuzey kısmında kurulan bir İslâm devleti. On üçüncü
asrın başlarında çeşitli vesilelerle İslâmiyet’i yayarak müslüman bir cemiyet haline getirdiği Açelileri
etrafında toplayan mücahid gazî Cihan Şah’ın liderliğinde kuruldu. Açe sultanları, çevrede İslamiyet’in
yayılmasına sebeb oldular. On altıncı asırda Osmanlı halîfeleri adına hutbe okuttular. Avrupa’dan kalkıp,
Uzakdoğudaki issiz adalardaki toptan, tüfekten habersiz masum yerlileri hunharca katletmeye gelen,
sömürgeci Portekiz, İspanyol ve Felemenk, yani Hollandalılara karşı Osmanlı Devleti’nden yardım istediler.
Barbar Avrupa kavimleri ile kahramanca mücadele ettiler. Osmanlı padişahlarının emri üzerine, Resûlullah
efendimizin doğum günü olan Rebî’ul-evvel’in on ikinci gecesini senliklerle kutladılar. Açeliler; İngilizlere,
Fransızlara, Portekizlilere, İspanyol ve Flemenklere karşı devamlı mücadele halinde bulundular. İçlerinden
sömürgeci hıristiyan Avrupa devletlerine alet olanlar oldu. İslamiyet’ten uzaklaşmaları nisbetinde aralarında
karışıklıklar çıktı. Batıda, Osmanlı Devleti ig karışıklıklar ve külfetli savaşlarla meşgul edilip,
Hindistan’daki Babur Devleti yıkıldi. Doğudaki müslümanların hamisi kalmadı. Çok şiddetli
mücadelelerden sonra, 1898 (H. 1316) yılında Açe Devleti ve çevresi (bugünkü Endenozya) tamamen
Hollandalılar tarafından işgal edildi. Yüz binlerce müslüman hunharca katledildi. Sonraları, Abdülhamid
Han tarafından gönderilen irşad heyetleri ve Ehl-i sun net kitapları, bu garip müslümanların gönüllerine su
serpti. Fakat, Avrupalı müstemlekeciler ve onların yardımcıları, bu hususta da gerekli tedbirlerini aldılar.
Açe’nin bulunduğu Sumatra adasi, öteden beri ticaretle uğraşanların uğradığı bir yerdi. Bilhassa biberi ile
meşhûrdu. Bu tüccarlar arasında, müslümanlar mühim bir sayı teşkil ediyordu. Aldıkları malları Hindistan
başta olmak üzere, lslâm ülkelerine ve Avrupa’ya gönderiyorlardı. Açe’de İslâmiyet’in yayılması da;
buradaki insanlara Allahü teâlânın dinini yaymak maksadıyla giden alimler ve tüccarlar vasıtasıyla oldu.
Mîladî on ikinci, hicrî altıncı asır ortalarında Abdullah Arif adında alim ve fazfletli bir zat, Açe’ye giderek,
İslâmiyet’i tanıtıp yaymak için çalıştı, Bilhassa bu zatın Burhaneddîn adındaki talebesi, İslâmiyet’in Açe’de
yayılmasında çok büyük gayret gösterdi. Açe halkı, 1205 (H. 602) senesinde Cihan Şah’ın Açe hükümdarı
olmasından sonra, gruplar hâlinde müslüman oldu. Cihan Şah da, Açe’ye İslâmiyet’i yaymak, insanlara
vaaz vermek ve emr-i maruf yapmak maksadıyla dışardan gelmişti. Açe içlerine giren bu zat, yerlilerden bir
kadınla evlenip, İslâmiyet’i tanıtma faaliyetinde bulundu. Daha önce müslüman tüccarların uğradıkları
liman bölgelerinde yayılan İslâmiyet, böylece Hindu inancının yaygın olduğu Açe içlerine de yayıldı.
Hindular, kuvvet zoru ile İslâmiyet’in sür’atle yayılmasına bir müddet mani olmaya çalıştılar. Fakat,
sonunda İslâmiyet’in karşısında en katı hindu ve putperestler de teslim olmaktan başka çare bulamadılar.
Müslüman olduktan sonra, İslâmiyet’in yayılması için gayret gösterdiler. İslamiyet’i Açe içlerine de yayan
Cihan Şah, müslümanlardan teşkil ettiği ordunun başına geçip; İslâmiyet’in yayılmasına mani olan, yeni
müslüman olanlara baskı ve eziyeteden imansızlara karşı cihad etti. Şehirde yaşıyanların çoşu müslüman
oldu. Yalnız dağ başlarında bazı putperestler kaldı. Nitekim, 1292 (H. 692) senesinde Açe’nin de içinde
bulunduğu Sumatra adasında beş ay kalan meşhûr Seyyah Marco Polo, bu bölgede, şehirlerde yaşayan
ahalinin müslüman, dağlıkyerlerde yaşayanların ise putperest ve yamyam olduğunu söylemektedir.
Yerli müslümanlar, İslâmiyet’i yaymak için uğraşırlarken, gelip-giden tüccarlardan Sumatra hakkında
malumat alan Mekke serîfi, Şeyh İsmail adında bir zatın emirliği altında bir irşad hey’etini buraya gönderdi.
Bu hey’et Sumatra adasına varınca, batı sahilinde Pasuri adlı kasabaya indi. Buradaahaliyevazlar verip,
İslâmiyet’i anlattılar. Netîcede kasaba ahalisi müslüman oldu. İrşad hey’eti, adanın diğer bölgelerine Ayrıca
Malaka’nın (Malezya) karşısında bulunan Aru tarafına geçti. Uğradıkları yerlerde İslâmiyet’i başarı ile
tanıtıp, sür’atle yaydılar. Daha sonra Samudra şehrine varan hey’etin mensubları pek çok kimsenin
müslüman olmasına vesîle oldular. Samudra şehri, Sumadra devletinin başşehri idi. Devlet de şehir de, kısa
bir zaman önce Mara Silu adında bir kimse tarafından kurulmuştu. Mara Silu, kendilerine gelen irşad
hey’etinin emîri Şeyh İsmail vasıtasıyla müslüman oldu ve Abdülmelik Salih (olm. 1297) ismini aldı. Sonra
da Perlak kralının kızı ile evlendi. Bu hanımından iki oğlu oldu. Oğulları buyuyup yetiştikten sonra, her biri
için müstakil bir eyalet kurmak gayesiyle Sumadra’nın kuzey sahilinde bulunan Pasai şehrini ve aynı
isimdeki İslâm devletini kurdu.
Sumadra, Açe ve Doğu Hint Adaları adıyla bilinen takım adalarda, putperestlik gibi batıl inanglar halk
tarafından sür’atle terk edilerek, İslamiyet geniş alanlara yayıldı.
Bu sırada Avrupalılar, Afrika’nın güneyinden dolaşarak Ümit Burnu’nu geçmiş, Hindistan taraflarına
ulaşmıs, Uzakdoğudan baharat vs.’yi doğrudan almaya başlamışlardı. Bu tüccarlar, ticaretle meşgul olurken,
misyonerlik faaliyetlerinde de bulunuyorlardı. Hıristiyan misyonerleri, Sumadra ve diğer adalarda dinlerini
yaymağa kalkıştılar. Fakat misyonerler, ahlâksız ve fikirlerinin tutarsizlıkları sebebiyle, İslâmiyet karşısında
tutunamadılar. Ayrıca İslâmiyet’i yaymak için gelen irşad hey’etini üstün halleri, güzel nasihatları, tatlı
dilleri, güleryüzleri insanları hayran bırakmaktaydı. Halbuki, aynı bölgelerde faaliyet gösteren hıristiyan
misyonerleri, kaba ve yer yer zorba davranışları ile nefret uyandırıyorlardı. Hasbel kader hıristiyan olan
yerliler bile, müslümanları tanıyınca, seve seve müslüman oluyor, İslâmiyet’le şerefleniyorlardı.
1507 (H. 913) ve 1522 (H. 926) seneleri arasında Açe’nin bir bölgesinde hüküm süren Sultan Ali Mugayyet
Şah, İslâmiyet’i kabul edip müslüman olunca, tebeası da müslüman oldu. Yeni müslüman olan Ali
Mugayyet Şah, İslamiyet’in emirlerine dört elle sarılıp, hakimiyet sahasını genişletti. Bilhassa İslâmî
ilimlerin yayılması ve halkın dinin emirlerine titizlikle uyması için çok çalıştı.
Ada müslümanlarını bir bayrak altında toplamaya, Allahü teâlânın dînini her tarafa yaymaya çalıştı. Bu
gayretler neticesinde Ada’nın kenarlarındaki şehirlerden (Yah boyu memleketleri) bir çoğu, batıda ve
doğuda, Açe Devleti idâresine girdi. Battak mintikasının putperest reisleri bile, Açe sultanına itaat ettiler ve
Açe Devleti ile münasebetleri neticesinde sonradan müslüman oldular. Açe Devleti, Açe şehrini ve Açe
ırmağını içine alan bir bölgeye hakim oldu. Buraya, Büyük Açe denildi. Güneyinde, batısında ve doğusunda
bulunan ve Açe Devleti idaresi altına giren yerlere mulhakat denildi. Bunlar arasında güneyde; Molabuh,
Tapa, Tuan ve Smgkel şehirleri, kuzey kısmında ise, Sigli, Giğieng, Morodu, Samalonga, Pusengan ve Lhu
Somave şehirleri, doğu sahilinde ise; Simpang, Ulim ve Idi şehirleri vardı. Açe’ye dşhil olup mülhakat
(katılmış) denilen bu sahil bölgelerde ahali ziraatla uğraşır ve bu sayede müreffeh bir hayat yaşardı. Biber,
Hindistan cevizi ve pirinç yetiştirirlerdi. Kauçuk ağacı ile yaş hurması bahçeleri de çok yaygmdi. Açe
Devleti’nin kuvvetli olduğu sıralarda, Hindistan, Suriye ve Mısır’dan alimler gelip hizmetlerde bulundular.
Bunlar arasında, meşhûr İslâm alimi İbn-i Hacer Heytemî hazretlerinin bir oğlu da vardı. Açeye gelen bu
alimler, Malay dilinde din kitapları yazdılar. Hamza Barusî ve Şemseddin Pasai gibi yerli alimler yetişti.
İnsanlara dinlerini öğrettiler. İmam-ı Gazali’nin “İhya”si, İmam-ı Nevevî’nin “Telhîs-ul-Minhac”i ve Ebu
Şekur’un eserleri Açe Medreselerinde okundu. Meşhûr tasavvuf eserleri Açe’de kullanılan dillere tercüme
edildi. Bu bilgileri gönüllere yerleştirmek ve imam vicdanileştirmek ise tasavvuf büyüklerinin işi idi. Açe
halkından da pek çok kimse, îmanın vicdşnîleşmesini ve ibadetlerin severek canla başla yapılmasını
sağlayan Şah-i Nakşibend Behaeddîn-i Buharî (r. aleyh) ve Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin yollarına
sarıldılar. Böylece, bu yolların büyüklerinden feyz alarak manevi olgunluklara ve üstün ahlâka kavuşmaya
çalıştılar. Açe ahalisi; inang bakımından, Peygamber efendimizin bildirdiği ve Eshab-ı kiramın naklettiği
dosdoğru yol olan Ehl-i sünnet itikadında, amel bakımından da, Şafü mezhebinde idiler. Evliyaya ve
alimlere hürmetleri pek fazla idi.
Sultan Ali Mugayyet Şah zamanında 1509 (H. 915)’de küçük bir Portekiz kafilesi, güya adanın keşfiyle
ilgili çalışma yapmak maksadıyla, Açe’ye geldi. Portekizlilerin asıl maksadları, bir müslüman devleti olan
Açe’yi istila ederek, İslâmiyet’in yayılmasını engellemek ve Açe’nin zengin kaynaklarını sömürmekti. Bu
gayelerine ulaşmak isteyen Portekizliler, müslüman Açe Devleti’ne karşı yıkıcı faaliyetlere başladılar. 1509
(H. 915) yılından sonra Açeliler, Portekizlilere karşı mücadele edip, yaptıkları savaşlarda üst üste zaferler
kazandılar. Bu zaferler, kendilerinin kuvvetlenmesini sağladı. Ayrıca Kuzey Sumatra’yı batılı hıristiyan
devletlerinin istila edip sömürmelerinden korudu. Açe Devleti’nin bu derece kuvvetlenmesi, 16. asırda Hint
Okyanusu’ndaki ticari hakimiyetlerde önemli değişikliklere sebeb oldu. Hint Okyanusu’nda müslüman
tüccarların ticaretini engelleyen, hac gemilerini soyan Portekizlilere ağır darbeler vuruldu.
Uzun zamandır Osmanlı tüccarlarının da uğradıkları yerlerden olan limanlarını, kendi imkanları ile
korumanın güçleştiğini gören Açeliler, Osmanlılardan yardım istediler. Hem çevrede İslâmiyet’in
yayılması, hem de müslümanların mal ve canlarını korumak için, halife-i müsliminden Açe halkmayardım
gönderildi. Böylece, birbirine çok uzak olan bu iki müslüman devlet arasında askeri ve siyasî münasebetler
de başladı. Açe, Osmanlı Devleti’nin yerinde desteği ile, Portekizlilere karşı yapılan savaşlarda doğu
cephesinin sağlam bir kalesi durumunda olan güçlü bir İslâm devleti haline geldi. Buraya, ilk önemli
Osmanlı yardımı, 1537 (H. 944) senesinde Alaüddîn Riayat Şah’ın Açe tahtına geçtiği sırada ulaştı. Bu
sıralarda Açeliler, yerli kavimlerle savaş halinde idiler. Sultan Alauddîn Riayat Şah’ın sıkışık bir anında
imdada gelen Osmanlı askerinin de desteği ile, yerlilerin müslümanlara zarar vermeleri önlendi.
Müslümanlardaki insanlığı, merhameti gören bir çok yerli, müslüman oldu. Dağlık bir bölge olan ve
Ekvator’un üst kısmında bulunan Rau halkı da, Açe Devleti’nin hizmetleri sebebiyle müslüman oldu.
Malakka yarımadasi (Malezya) ahalisi ile yakın muna sebetleri bulunan Bataklılar arasında da zaman zaman
müslüman olanlar çıkıyordu. Batı Endonezya’nın en önemli kaynaklarına sahib olduğu gibi, baharat
ticaretinin de en önemli merkezi olan Açe, hıristiyan devletlerinin istihalarını kabartıyordu. On altıncı asrın
ikinci yarısında, Hint Okyanusu’nun doşusunda zulüm ve sömürgecilik faaliyetlerini iyice artıran
Portekizliler, bölgedeki müslüman devletlere baskı yapmaya, hacıları taşıyan gemilere saldırmaya
başladılar. İslâm devletleri arasında fitnecilik yapıp, birbirlerine duşürmeye çalıştılar. Bu sıralarda,
Alauddin Riayat Şah el-Kahhar (saltanatı: 1537-1571/H. 944-979) Açe sultanı idi. Zamanın en güçlü devleti
olan Osmanlılara tabiiyyetini bildirmek için bir hey’et gönderdi. Açe elçisinin İstanbul’a geldiği sıralarda,
Osmanlı sultanı Kanuni Sultan Süleyman Han, Zigetvar seferinde vefat etmiş, yerine Sultan İkinci Selim
Han geçmişti. Açe sultanının Hüseyn ismindeki elçisi, getirdiği mektubu cihanın sultanı ve ehl-i İslâm’ın
halifesi olan Sultan Selim Han’a arz edip ferman bekledi. Sultan Alauddîn Şah, mektubunda; bulundukları
bölgede yirmi dört bin adanın mevcut olduğunu, düşman arasında yalnız kalıp her taraftan kşfirlerin
hücûmuna uğradıklarını bildiriyor, bunlarla savaşmak için silah ve tecrubeli asker istiyordu. Yine o bölgede
bulunan adaların bilhassa dördünden, ticaret yapmak ve hacca gitmek üzere çıkan müslümanların, gemileri
o bölgedeki bir geçide geldiği zaman düşman hücûmuna uğruyordu. Bunlar yakalayabildiklerini esir
ediyorlar, yakalayamadıkları gemileri topa tutarak batıriyor ve müslümanları şehid ediyorlardı. Diğer
tarafdan Seylan ve Kalikut müslümanlarının, îman etmiyen hükümdarlar tarafından idare edildiği, devamlı
zulüm gördükleri ve bu müslümanların da onlarla mücadele halinde olduğu bildiriliyordu. Bütün bu
sıkıntılardan kurtulmaları ve bölgelerindeki müslümanların rahata kavuşup İslâmiyet’in yayılması ancak,
Osmanlı Devleti’nin kendilerine yardımcı olarak göndereceği bir donanma ile mümkündü. Eğer bir Osmanlı
donanması yardıma gönderilirse, hem kendilerinin, hem de o bölgede bulunan gayr-i müslim tebeanın
Osmanlı himayesine girip, tebealarına dahil olacaklarını belirtiyor, bu niyetle cihad ve gaza yapmak
arzusunda olduklarını ifade ediyorlardı. Bu bakımdan, kendilerine hisarları yıkmak için kullanılan toplardan
ve diğer silahlardan gönderilmesini isteyip, bu yardımın ulaşması için, Yemen, Cidde, Aden ve Mısır
beylerbeyinin, Osmanlı askerlerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılamasının sağlanması da rica ediliyordu.
Açe’nin bir Osmanlı köyü, ahalisinin de Osmanlı padişâhının tebeası, hükümdarının ise bir Mısır, Yemen
beylerbeyi veya Aden, Cidde kulağası olarak kabul buyurulmasını arz eden Açe sultanını, tebeası arasına
kabul buyuran Osmanlı sultanı İkinci Selim Han, Açe elçisine emirlerini ihtiva eden 21 Eylül 1567 (H. 16
Rebbî’ul-evvel 975) tarihli fermanı ile beraber bir de sancak ihsan eyledi. Ayrıca kendisine vergi
gönderilmemesini, vergi yerine, her sene Mevlîd-i şerîf gününü parlak törenlerle kutlayıp, devlet ve
milletinin bekası için dua etmelerini istedi.
Mısır ve Kızıl Deniz’deki beylerine emir gönderip, müslümanların himayesi ve İslâmiyet’in yayılması için
yardım edilmesini emretti. Bu emrinde, Süveyş’ten on beş parça kadırga (savaş gemisi) ve iki bârçe (büyük
kayık), mutehassıs bir topçu başı ile yedi nefer topçu Mısır askerleri arasından kafî mikdarda asker, kaleleri
döğmek için yeterli mikdarda top, tüfek ve savaşta kullanılan diğer malzemelerin gönderilmesini emretti.
Bu yardım seferine, büyük amiral Kurtoğlu Hızır Reis kumandan Mehmed Bey de kumandan vekîli tayin
edilerek, Açeli müslümanlara yardım ulaştırmak, düşmanlarını yenmek ve işgal altındaki kaleleri almak
vazifesi verildi.
Açe elçisi iskenderiye yoluyla Aden’e gönderildi. On dokuz kadırga ve üç bargeden meydana gelen bir
donanmanın hazırlıklarına başlandı. Ancak hazırlıklar tamamlanmadan, Yemen’de çıkan bir isyan, seferin
geçikmesine sebeb oldu. Sultan İkinci Selim Han, Açe sultanı Alaüddîn Riayat Şah’a bir mektup yazıp,
seferin gelecek seneye te’hir edildiğini bildirdi. Açe’ye iki gemiyle top ve tüfekçiler gönderildi. Oraya
giden Türkler, Açe’de yerleşip kaldılar. Kaynaklarda Sultan İkinci Selim Han’ın bir senesonra yapılacağını
bildirdiği Sumatra (Açe) seferinin yapıldığına dair kesin bilgi veren vesikalar bugüne kadar bulunamadı.
Açeliler, halîfe-i müslimmebağlılıklarını bildirip dualarını aldıktan sonra, hediye buyrulan sancağın hakkını
vermek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Gemileri Osmanlı sancakları ile süsleyip, Osmanlı adına
cihad ettiler. O zamandan îtibaren halîfe-i müsliminin emrinden çıkmayıp, Resûlullah efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem doğum gününü (Mevlîd) her sene Rebî’ul-evvel ayının onikinci gününde parlak
törenlerle kutladılar.
Osmanlılardan aldıkları teknik yardımlarla, büyük toplar döken Açeliler, Portekizlilerin işgal edip çevreye
zulüm saçtıkları Malakka adasındaki mazlumları kurtarmaya, karanlık gönüllere İslâmiyet nûrunu sunmaya
gittiler. Yapılan savaş netîcesinde, Malakka yarımadasının bilhassa Sumatra tarafındaki limanları, Portekiz
zulmünden kurtarıldı. İslam’ın adil hükümleri tatbik edilerek, mazlumların hakkı alındı ve zalimler
cezalandırıldı. İnsanları, huzur ve saadete kavuşturmak için yapılan çalışmalar hızlandırıldı. Bu güzel
günler, bir müddet devam edip gitti. Fakat Avrupalılar, Hindistan ve Uzakdoğu’daki zengin baharat
memleketlerine hücûm ettiler. Çökertilen Portekizlilerin yerini Hollandalılar ve İngilizler aldı.
Açeliler, sultanları iskender Muda (1607-1636/H. 1016-1046) zamanından otuz dördüncü ve son hükümdar
Mahmud Şah (1870-1874/H. 1287-1291) dönemine kadar, hep Avrupalılar ve yerli işbirlikçileri ile
mücadele ettiler. Ada halkı, kendilerini öldürüp sömürmeye gelen Hollandalılara karşı kahramanca savaştı.
Açe sahillerine önce ticâret bahânesiyle gelip sömürmeye kalkışan Hollandalılar, İngilizlerle istila yarışına
girip, İngiliz usûlüyle yerli halkı katledip zulmederek, Sumatra adasında belli bir sahayı işgal ettiler.
İngilizlerle 1871 (H. 1288)’de anlaşıp, Sumatra adasında işgal ettikleri sahayı kuzeye doğru
genişletmeyeceklerine dair söz verdiler. Fakat 1873 (H. 1290) senesinde yapılan bir başka andlaşma iles
İngilizler, Sumatra adasini Hollandalılara bıraktılar. Bunun üzerine Hollanda askerleri, Açe’nin limanlarını,
merkezini ve civarını istila ettiler. Açe hükümdarı Mahmud Şah’ı tahttan indirip, kısa bir süre sonra
öldürdüler. Başsız kalan Açe ahalisi, Hollandalılara karşı alimlerin rehberliğinde çetin bir mücadeleye
girişti.
Osmanlı padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın muhalefetine rağmen, Mithat Paşa ve avânesinin teşviki
ile girilen 1876-1877 Osmanlı-Rus harbinde (93 Harbi) yenilen Osmanlı Devleti’nin eski gücünü
kaybetmesinden de cesaret alan Hollandalılar, 1877-1881 (H. 1294-1299) yilları arasında Açe’yi işgal
ettiler. Bu dört sene içerisinde, katliamlar yaparak, pek çok müslümanı şehid ettiler. Fakat yine de adanın
tamamma hakim olamadılar. Asıl büyük taarruzu, 1896 (H. 1314) yılında gerçekleştirip, 1898 (H. 1316)
senesine kadar mülhakatıyla birlikte Açe’yi işgal eden Hollandalılar, kendilerine itaat etmeyenlere göz
açtırmadılar. Birliği kaybeden Açeli kabile reisleri de Hollanda hakimiyetine boyun eğmek mecburiyetinde
kaldılar. Bu reislerin her biri, Hollandalı bir me’mûrun kontrolündeydi. İşgalden sonra Açe ve çevresinde
zalim bir sömürge idaresi kuran Hollandalılara karşı, zaman zaman şiddetli direnisler oldu. Fakat, bölgede
kurulan kuvvetli Hollanda garnizonları, işgal altındaki toprakları devamlı kontrol altında tuttular. Açe ile
birlikte Endonezya’nın tamamı, Hollanda kraliçesi adına bir umumi vali eliyle idare edildi. Memleketin
tabiî zenginlikleri, yıllarca Avrupalı sömürgecilere aktı. İkinci Dünya Savaşı başlarında 1940 (H. 1359)
yılında Hollanda, Alman istilasına uğrayınca, sömürgecilere merkezden yardım gelmez oldu.
Sömürgecilerin bu saşkınlığı esnasında, müslümanlar rahat bir nefes aldılar. Çok geçmeden Japonlar
devreye girdi. Malezya, Borneo, Çin, Hindistan ve Siyam’ı işgal ettikten sonra, Amerikan-İngiliz ve
Hollanda donanmalarını bozguna uğratan Japonlar, 1942’de Sumatra ve diğer Endonezya adalarını işgal
ettiler. 1944’de Japonlar savaş güçlerini kaybedince, Endonezya, 1945’de İngiliz ve Amerikan kuvvetlerinin
işgaline uğradı. Japonların bıraktıkları çok sayıda silah ve cephaneden istifade eden Endonezyalılar,
Hollandah müstemlekecilerin geri gelmesine mani oldular. Endonezya adı altında birleşerek, 1949 yılında
bir cumhuriyet kurdular. Fakat diğer Avrupalı sömürgecilerin de yaptığı gibi Hollandalılar, Endonezya’yı
gerekli tedbirleri almadan terketmediler. Köşe başlarına adamlarını yerleştirip, dünyanın bir ucundaki garib
müslümanları birbirlerine kırdırmak için bütün tedbirleri aldılar. Ekonomik yonden kendilerine bağlayıp
sömürmeye devam ettiler. Kendi kültürlerine sahip kozmopolit kimseleri müslümanların başına geçirip,
sözde, bağımsizlik verdiklerini dünyaya ilan ettiler. Ortaya çıkan bazı ufak-tefek hareketler bahane edilerek
yeni istiklale kavuşan bu devlet içinde binlerce müslüman şehîd edildi. Sömürgeciler, müslümanların
sadece, mallarına, canlarına, ırz ve namuslarına değil, dinlerine de saldırdılar. Uzakdoğu müslümanlarının
sunnî bir itikada sahib olarak, Resûlullah efehdimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshabının (r. anhüm)
yolunda gitmelerine tahammül edemediler. Sunnî müslümanların, müstemlekecilerin ve yerli
isbirlikçilerinin oyununa gelmediklerini görüp, onları doğru yoldan ayırmanın çarelerini aradılar.
Yerlilerden elde ettikleri bozuk kimseleri Hicaz tarafında dolaştırıp, bazı mezhepsiz ve sapık kimselerin
fikirlerini öğrettiler. Zihinleri karışmıs, fikirleri bozulmuş olan bu sapıkları, memleketlerine dönüşlerinde
büyük alim, aydın din adamı diyetörenlerle karşılayıp, göklere çıkardılar. Bazı cahil kimseleri, laf kalabalığı
yaparak, kafasını karıştırarak kandırdılar. Zamanla hakîkl müslüman alimlerin, din ilimlerini öğretmesine
mani oldular. Din bilgilerini öğretmek, sadece mezhepsizlerin inhisarında kaldı. Bozuk kimseler, din
hakkında söz sahibi oldu. Din bilgileri unutuldu. Bilinenler de bazı adetlerden ibaret kaldı. Sultan İkinci
Abdülhamîd Han’ın göndermiş olduğu din alimleri, Endonezya’da da bir mikdar kalıp, müslümanların
uyanışma, doğruyu öğrenmelerine yardımcı oldular. Fakat bu da serin bir sabah rüzgan gibi gabucak
geçiverdi. Yalnız, halife-i müsliminin İstanbul’dan gönderdiği sandıklar dolusu kitaplar, Endonezyali Ehl-i
sünnet alimlerine destek oldu. Hakîkî müslümanlar, dinlerini yıllarca bu kitaplardan öğrendiler. Bu kitaplar
arasında 1884 yılında İstanbul’da basılıp gönderilmis olan Beydavi tefsirinin tercümesi meşhûrdur. Bu hal
yıllarca böyle devam etti. Müslümanlar, garîb bir halde yaşadılar. Yıllar geçti. Ehl-i sünnet alimlerinin
kitapları buralara tekrar ulaştı. Buradaki müslümanlar, ataları gibi, hakîkî îtikadı, ehl-i sünnet yolunu
öğrenmek ve öğretmek için gayret sarfettiler.
1) The Achehnese (S. Kurgronije, Leiden 1906)
2) Açe Tarihi (Muhammed Ziya, İstanbul 1316)
3) “Bir Osmanlı filosunun Sumatra seferi” (Saffet Bey) Tarih-i Osmanî Encümeni mecmuası; cild-2, sh.
604, 678
4) Sixteenth Century Türkish Influence in Western Indonesia (Reid, A.J. S. IAHA, Kuala Lampur
(Malezya) 1968)
5) İslâm today (A.J. Arberry and Rom Landau, London 1942); sh. 211
6) Berk-ul-Yemânî (Kutbeddin Mekkî, Süleymaniye Kütüphanesi, Reis-ul-Kuttâb kısmı No: 632); ur. 44 b
ADALET
Hukukî ve ictimai çok geniş manali bir kelime olan adalet hakkındaki tarifler oldukça fazladır. Çünkü
kelime, çeşitli dünya görüşlerine ve dinî istilahdaki yerlerine göre değişmektedir.
Adalet lugatte; adil olmak, insaf etmek, işte doğru olmak, meyl etmek, dönmek, eşit muamele etmek,
düzeltmek, dogirultmak, doğru dürüst olmak gibi manalara gelir. Ayrıca kelimenin hukukî ve istilahî
tarifleri de vardır. Dinî istilahda, fıkıh, hadis ve ahlâk ilimlerinin her birinde bir çok tarifleri yapılmıştır.
Adâlet, bir amirin, bir hakimin, memleketi idare için koyduğu kanun, kaide ve çizdiği hudud içinde hareket
etmektir. Zulüm ise bunların dışına çıkmaktır.
Kısa ve öz olarak adalet, kendi mul-kunde olanı kullanmak demektir. Adaletl’n dinimizdeki tarifi de budur.
Zulüm ise, başkasının malına, mulküne tecavuz olup adaletin ziddidir.
Kelâm ilminde adâletin mevzuu Allahü teâlânın fiilleridir. Buna göre, Allahü teâlânın fiilleri yani işleri için;
“Filan şey adalete uymuyor” denilemez. O’nun işlerinde adalete uymayan bir şey yoktur. Allahü teâlâ, her
mefnlekette yetişen kulları için, adaleti fazlasi ileyapmıştır. Akil ve baliğ olmadan ölen kafir çocuklarını
Cehennem’e sokmayacaktır. Akil ve baliğ olduktan, yani evlenecek çağa geldikten sonra, Muhammed
aleyhisselâmin dinini duymadan ölen kafirlere de azab yapmıyacaktır. Bunlar, İslâm dînini, Cennet’i,
Cehennem’i işittikten sonra, merak edip öğrenmez ve inad edip inanmazlarsa o zaman azab göreceklerdir.
Allahü teâlânın, peygamber gönderip bütün insanları doğru yola davet etmesi de adalettir. Bazı kimseleri
müslümanlar arasında İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi, bunlar için bir ihsanıdır. Fakat bu, gayr-i müslim
insanlar arasında yetişenlere, bir zulüm ve adaletsizlik değildir. Adalet ile ihsanı birbirine karıştırmamalıdır.
İhsan yapmamak zulüm olmaz ve ihsanı istemek kimsenin hakkı değildir. Mesela, bakkaldan bir kilo pirinç
almsa, bakkalın tam bir kilo tartması adalettir. Noksan tartması zulüm; bir kilodan biraz fazla vermesi de
ihsan olur. Fakat, bu ihsânı yapmaya mecbur olmadığı gibi, bunu istemek de alicının hakkı değildir.
Allahü teâlânın da, müslüman çocuklarına, müslüman ana-babalardan gelmeyi ve İslâm terbiyesi ile
yetişmeyi nasib etmesi, onlara bir ihsanı ise de yukanda da bildirildiği gibi bu durum gayr-i müslimlerin
çocuklarına bir adâletsizlik ve zulüm değildir. Allahü teâlânın, müslüman çocuklarına yaptığı büyük
ihsandır. Dilediğine ihsan eder. Fakat bu büyük ihsanı yaptığı kimseler, nankorlük ederler, kafir olurlarsa,
bunların cezasi, azabi da kafirinkine göre kat kat ziyade olacaktır. Bu misalden anlaşılacağı gibi, Allahü
teâlânın hiçbir fiilinde adaletsizlik mümkün değildir ve O hep âdildir. Zaten esma-i hüsna yani Allahü
teâlânın doksan dokuz isminin biri de el-Adlu’dur.
Fıkıh ilminin muamelat mevzuunda, bir kimsenin şahid olarak kabul edilebilmesi, verdiği bir habere
inanılabilmesi için o kimsede adalet vasfı aranır. Bu ilimde bir kimsenin adil olabilmesi için bildirilen
vasıflar; büyük günah işlememesi, küçük günah işlemekte de ısrar etmemesi, emredilen ibadetleri yapması,
hasenati yani iyilikleri seyyiatma yani kötülüklerine galib olması, kısaca hal ve hareketlerinde iyiliklerin,
kötülüklerden çok olması demektir. Bir kimsenin böyle bilinmesi, tanınması adil olarak kabul edilmesi için
kafidir. İmam-ı a’zam hazretleri böyle buyurmuştur. İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed hazretleri
ise, bir kimsenin sözünün kabul edilebilmesi için adalet sıfatını taşıdığının (adil olduğunun) bilinmesinin
kafi gelmeyeceğini, bu sıfatların o kimsede hakikaten bulunup bulunmadığının iyice araştırılması
îcabettiğini bildirmişlerdir.
Hadis ilmi usûlünde adalet deyince, hadîs-i şerîf rivayet eden bir ravinin, riyayetine îtimad olunabilmesi için
taşıması îcabeden vasıflar anlaşılmaktadır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek
sözleri olan hadîs-i şerîfleri nakil ve rivayet ederken, çok hassas davranılması, en ufak bir yanlışlığa
meydan verilmemesi îcab ettiği meydandadır. Buna göre bir ravinin adalet sahibi yani adil olabilmesi için
şu vasıflara sahib olması lazımdır. Müslüman, akil ve baliğ, takva ve şahsiyet sahibi ve bid’atten uzak
olmak. İster şer’î mes’elelerde, ister günlük işlerinde olsun yalan söyleyen, fasık (açıktan günah işleyen)
biri olarak tanınan kimse adil kabul edilmez. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında bir
defa da olsa yalan söyleyen, buna tövbe de etse adil olmaklan çıkmıştır. Bunun rivayeti bir daha kabul
edilmez.
İşte bu vasıfları taşıyan kimseye adil, sıfatına da adl denir.
Adalet, ahlâk ilmindedemühimyertutmaktadır. ahlâk ilminedair yazılan eserlerin onde gelenlerinden
“Ahlâk-ı alaî” kitabında bildirildiğine göre, faziletlerin, iyi huyların esası; hikmet, iffet, şecaat ve adalet
olmak üzere dörttür. Adaletin, ilk üç huyun insanda yerleşmesi netîcesinde meydana gelen ve hepsini
toplayıp içine alan yüksek bir fazilet olduğu bildirilmiştir.
Yine “Ahlâk-ı alaî”de bildirildiğine göre bütün iyi huylar, bu dört ana huydan meydana çıkmaktadır.
Sadakat, ülfet, vefa, şefkat, sıla-i rahm ve tevekkül, adaletten meydana gelen güzel huylardandır.
Adalet; huylan ve hareketleri, dine ve akla uygun olmaktır. Görünüşü içi gibi olmak, herkesin yanında
yalnız iken olduğu gibi bulunmaktır. İki yüzlü olmamaktır. İki yüzlüluk, adalet değil münafıklıktır.
İslam alimleri, adaletin iyi huyların en şereflisi olduğunu bildirmişler ve; “Âdil kimse insanların en iyisidir”
buyurmuşlardır. İyiliklerin en şereflisi deadalettir. Adalet, îtidalde yani ortada olmak demektir. “Ortadan
ayrılanda adalet vardır” demek yanlış olur.
Bir mail, bir nimeti bölerken, muamelatta, alış-verişte ve ukubatta, yani ceza vermekte adalet lazımdır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde adalet ve ihsanı emretmekte ve Nahl sûresi 90. ayetinde meâlen;
“Muhakkah ki Allahü teâlâ, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor...” buyurmaktadır.
Süfyan bin Uyeyne de; “Adalet, dişını ve içini aynı bulundurmak; ihsan; içini dışından daha iyi yapmaktır”
buyurdu.
Ragib-i İsfehanî (r. aleyh), adaleti; “Normal olarak borcunu ödemek, alacağını almak, vazifesini yapıp,
karşılığında hak ettiğini almaktır. İhsan ise, borcunu öderken fazlasiyla ödemek, alacağını alırken de
alacağından daha azını almaktır” diye tarif etmektedir.
Sultanın, devlet reisinin ve adamlarının teb’asına adalet üzere davranıp şefkatli olmaları, ahıret azablarını
göz önüne getirmeleri, hüküm verirken ehline ve teb’asına adil olmaları lazımdır. Ahîrette kurtulanlar ancak
adil davrananlardır.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; “Sultanın bir saatlik adaleti, teb’anın altmış senelik ibadetinden
iyidir”, başka bir rivayette ise; “Yetmiş senelik ibadetinden iyidir” buyurdu. Alimlerden biri, bu hadîs-i
şerîfin tefsîrinde buyurdu ki: “Alimler; altmış sene, çarşı pazarda bulunanlara emr-i maruf yapıp, Cum’a
namazı vaktinde, dükkanlarınızın kapılarını ortun, camiye gidin dese, yine de bir çokları buna aiding etmez.
Ama sultan; “Cum’a namazı vaktinde hiç kimse dükkanını açmayacaktır. Herkes Cum’aya gidecektir” diye
emir verse, kimse dükkanını açmaz.” “Sultanın bir saatlik adaletinin, teb’anın altmış yıllık ibadetinden iyi
olduğu buradan anlaşılmaktadır.”
“Sahih-i Müslimde, Abdullah bin Ömer’in (r. anhüma) bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Muhakkak ki adâletle
hareket edenler, nurdan minberler üzerinde bulunurlar” buyruldu.
Bir hadîs-i şerîf de de; “On kişi azerine hükûmet eden kimseyi, Arasat’a bağlı olarak getirirler. Adalet
etmişse kurtulur, zulm etmişse tutulur” buyruldu. Başka bir rivayette de; “İki kimseyi idâre eden”
buyrulmuştur. O halde, Allahü teâlânın kullarına zulmeden, haktkatte kendine zulmetmiş olur. Çünkü
zulmün karşılığı insanın kendine döner. İnsanın evvela kendine, hareketlerine, azalarına; ikinci olarak da,
çoluk-çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lazımdır. Adliyecilerin ve hükûmet adamlarının
da, millete adalet yapması gerekir. Demek ki, bir insanda adaletin bulunabilmesi için, önce kendi
hareketlerinde, adaleti gözetmeli her kuvvet ve azasını yaratıhs gayesine göre kullanmalıdır. Allahü teâlânın
adetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyet’in beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk-çocuğu varsa,
onlara karşı da, akla ve dine uygun hareket etmeli, dinin gösterdiği güzel ahlâkdan sapmamalıdır. Güzel
ahlâk ile huylanmalıdır. Hakim, vali, kumandan ve herhangi bir amir, emri altında bulunanlara adaletli
muamele etmelidir. Böyle olan kimse, bu dünyada Allahü teâlânın sevgili kulu olmuştur. Kıyamette de
adiller için vad edilen nîmetlere kavuşur. Bu şekildeki kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu talihli
zamana, mübarek yere ve orada bulunmakla bahtiyar olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızklara
sirayet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerin ileri gelenleri şefkatli, iyi huylu, adaletli olmaz, insan
haklarına saldırır, zulm, yaşına, işkence yaparlarsa, bunlar adalet erbabı değil, şeytanın dost ve
yoldaşlarıdır.
Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı,
Saray bahçesini, sular daim, mazlumların gözyaşı!
beyti tam yerinde söylenmiştir. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyamet günü Allahü teâlânın
merhametinden uzak kalacaklardır.
Meryem sûresinin 81. ayet-i kerîmesinde meâlen, “Malik, hakim olduğunu söylediği şeylerin hepsini
elinden alırız. Yalnız başına huzurumuza gelir” buyrulmuştur. Burada buyrulduğu gibi, Allahü teâlânın
mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yaptığı kötülükleri inkaredemez. Hepsinin cezasını
ziyadesiyle çeker. Yaptığı zulümlerin, işkencelerin karanlıği, etrafmi kaplar. Onunu göremez. Azab
meleklerinin pengesinde, kendi yaptıklarının kat kat kötüsünü çekmek için, Cehennem’e atılır. Allahü
teâlânın dinini beğenmediği, ona karşı geldiği için rahmete kavuşamaz.
Adaletin ne olduğunu insan aklı ile bulmak çok güç olduğundan, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak,
memleketleri korumak için bir ölçü aleti gönderdi. Bu ilahî aletle, yani peygamberlerin (aleyhimüssalevatü
vetteslimat) getirdikleri dinlerle adaleti ölçmek kolay oldu. İslâm devletlerinde hakimler adaleti bu ilahî
kanunlarla sağladılar. Hadid sûresinin 25. ayet-i kerîmesinde meâlen; “Onlara kitab ve terazi gönderdik
ki, bunlarla adaleti yerine getirsinler.” buyruldu. Burada kitap din demektir. Çünki din; Kur’ân-ı
kenındeki emir ve yasakların hükmüdür. İslâmiyet’e namus-i ilahi de denir. Bugün ve kıyamete kadar
kullanılması emr olunan ilahî ölçü, Muhammed aleyhisselama gönderilen ölçüdür.
Ahlâk ilmine. göre adalet üçe ayrılır: Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti,
nimetleri, ihsanları, her mahluka yayılmıştır. Ni’metlerinin en büyüğü, kullarına saadet yolunu
göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Ebedi, sayısız nîmetler, iyilikler
vermiştir. Böyle bir sahibe, yaratana ibadet etmek, O’nun ihsan ettiği nimetlere sükretmek elbette lazımdır.
Adalet için sahibinin hakkını gözetmek icab eder. Her insanın, yaratanına borçlu olduğu kulluk hakkını
yerine getirmesi vacibdir.
İkincisi, insanların hakkını eda etmektir. Hükûmete, amirlere, kanunlara karşı gelmemek, alimlere hürmet,
emanetlere vefa, alış-veriş haklarını eda, vadlerini ifa etmek lâzımdır.
Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını eda etmektir. Bu, onların borçlarını ödemek, vasiyetlerini yerine getirmek,
vakflarını muhafaza ve bıraktığı hayrat ve hasenati devam ettirmekle olur.
Adalet mefhumunun, haksızlık ve zulüm bulunma ihtimali olmadan, en güzel şekilde tecelli edeceği,
zalimden mazlumun hakkının almacaği gün mahşer günüdür. O muazzam hesap gününe Ruz-i ceza veya
Mahkemei kübra da denir. Orada hakim, görünen ve görünmeyen bütün mahlukatın yaratıcısı yegane
sahip ve maliki, kudret ve azamet sahibi olan Hak teâlâ hazretleridir. O günde, adaletin noksan tecellî
etmesi, zalimde, mazlumun ufacık bir hakkının bile kalması mumkün değildir. Orada adalet tam tecelli
edecektir. Allahü teâlânın peygamberleri vasıtasıyla kullarına bildirdiği ve uymalarını emrettiği adalete de
ilahi adalet denmektedir.
Adalet ile alakalı olarak bazı ayet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“...(Ey Resûlum!) De ki: Ben Allahü teâlânın indirdiği her kit aba iman ettim. Aranızda adâleti yerine
getirmekle emrolundum. Allahü teâlâ bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir...” (Şura sûresi: 15)
Ey mü’minler! Hak tizere durup adâleti yerine getirmeye calışan hâkimler ve Allah için doğru
söyleyen Şahidler olun...” (Nisa sûresi: 135)
“Ey mü’minler! Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adâletle sâhidlik eden kimseler olun. Bir
topluluğa olan kininiz, sizi adâletsizliğe götürmesin. Adalet yapın hi, o, takvâya en yakın olandır.
Allahü teâlâdan korkun. Çünkü Allahü teâlâ yaptıklarınızdan haberdârdir.” (Maide sûresi: 8)
“...Söz sâhibi olduğunuz zaman, dâvâcı veyâ dâvâlı, hısım ve akrâbanız bile olsa hep adâleti
gözetin...” (En’am sûresi: 152)
“Muhakkak ki Allahü teâlâ, size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adâletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten, Allahü teâlâ bununla size ne güzel öğüt
veriyor. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete aid işlerinizi hakkıyla
görücüdür.” (Nisa sûresi: 58)
“Muhakkak ki Allahü teâlâ, adâleti, ihsânı ve akrabâya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emrediyor.
Zinâdan, fenâlıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor. Size böylece öğüt veriyor ki,
iyice dinleyip, anlayasınız ve benimseyip tutasınız.” (Nahl sûresi: 90)
“...Hep adâletle hareket edin! Muhakkak ki, Allahü teâlâ, adâletle hareket edenleri (adil olanlan)
sever.” (Hucurât sûresi: 9)
Adalet ile alâkalı olarak bazı hadîs-i şerîflerde de buyruldu ki:
“Üç kimsenin duâsı reddedilmez. Bunlardan biri de adil devlet adamıdır.”
“Çocuklarınız arasında adâleti gözetiniz.”
“Hak ve adalet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devâmlı gazâ etmekten daha çok severim.”
“Bir saat adalet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibadet yapmaktan daha iyidir.”
1) Ahlâk-ı Alâî; sh. 61
2) Ahlâk-ı Celâlî; sh. 31
3) İslâm ahlâkı: sh. 37
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 51
5) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 378
ÂDİLŞAHLAR
Hindistan’da Yusuf Âdil tarafından kurulan hanedan. Bu hanedana mensub olan hükümdarların hepsi
isimlerine Âdilşah ünvanını ekledikleri için, Âdilşahlar hanedanlığı denildi. Ayrıca Bicapur’da kurulduğu
için Bicapur Devleti diye de bilinmektedir.
Yusuf Âdil, Behmenlerin hassa askerlerinden idi. Kabiliyetli olduğundan, ikinci Muhammed Şah’ın
takdirini kazanarak yükseldi. Muhammed Şah’ın vefatından sonra, taht kavgalarından faydalanarak
Bicapur’un idaresini eline geçirdi. Ailesiyle Bicapur’a gidip, 1490 (H. 896) senesinde Şah ünvanını aldı ve
bağımsızlığını ilan etti.
Dekken’de Behmenlerin yıkılmasıyla Dekken devletleri denilen dört devlet ortaya çıkmıştı. Yusuf Âdilşah
bu devletlerle sık sık savaşlar yaptı. Ayrıca Hind Denizi ve Hindistan’da hakimiyet kurmak istiyen
Portekizliler ile mücadele etti. Portekizlilerin sahile yerleşip üsler kurmasının önüne geçmek istedi. Fakat
Portekizliler, Dekken devletleriyle olan mücadelelerden gereği gibi faydalanıp, sahilde üsler kurdular ve git
gide kuvvetlendiler.
1504 (H. 910) senesinde Yusuf Âdilşah, süliği devletinin siyasetine esas olarak kabul etti. Bu sırada Ali
Berid, Behmenli hükümdarı adına diğer devletleri Âdilşahlara karşı kışkırttı. Ahmed Nizamsah ve
Sultankulu Kutb-ul-mülk savaşa katıldı. Yusuf Âdilşah yenilerek, önce Beras, sonra da Hanis’e kaçtı. Bir
sene sonra topladığı ordu, Ali Berid’i yendi. Bicapur’u geri aldı ve omrunun sonuna kadar diğer Dekken
devletleriyle mücadele etti.
Yusuf Âdilşah 1516 (H. 922) senesinde vefat edince, yerine on üç yaşındaki oğlu İsmail Âdilşah geçti.
Fakat vefatından önce Kemal Han’ı oğluna vasi tayin ettiği için, bir süre devleti Kemal Han idare etti.
Kemal Han, Cum’a hutbesini dört hak mezhepden Hanefi mezhebine uygun olarak okuttu. Ehl-i sünnet
itikadına uymayı devletin resmî siyaseti olarak kabul etti. İsmail Âdilşah tahta çıktığı sırada, Portekizlilerin
ele geçirdiği Goa limanı geri alındı. Fakat Dekken devletleri arasında süren mücadele, limanın
Portekizlilere geçmesine sebeb oldu. Sonunda tamamen hakim oldular. Bu sırada tahtı ele geçirmek isteyen
Kemal Han, İsmail Âdilşah’ın annesi Punci Hatun tarafından öldürüldü.
Kemal Han’ın öldürülmesi üzerine Ali Berid, Behmenli sultanı Mahmud’u yanına alarak Nizamsahlar ve
Kütüpsahlardan sağladığı yarclimci kuvvetlerle,; Âdilşahlar topraklarını istila etti; İsmail Âdilşah, Ali
Berid’i, Bicapur önlerinde ağır bir yenilgiye uğrattı. Sultan Mahmud’un oğlu Ahmed’i esir aldı. Kız kardeşi
ile nisanlı olan Ahmed’in duğünlerini yaparak Beras’a gönderdi. İsmail Şah, Ahmed’in, Ali Berid’in değil,
kendi elinde kukla olmasını istiyordu. Fakat bir süre sonra, Ali Berid, Behmen sultanını tekrar kendi
tarafına çekti.
İsmail Âdilşah 1521 (H. 927) senesinde Viceyanagar Devleti’nin elinde bulunan Raygur Duab’i geri almak
için bir sefer düzenledi. İki ordu Krisna suyu kiyılarında karşılaştı. İsmail Âdilşah askerlerini sudan
geçmeye zorlayınca, askerin pek çoğu boğuldu. Karşıya geçenler de öldürüldü. İsmail Âdilşah bu; savaşta
kendi canını zor kurtardı.
Dekken devletleri sultanlarından Burhan Nizamsah, Ali Berid ve Alauddîn İmadsah 1525 (H. 932)
senesinde birleşerek, Âdilşahlara saldırdılar. İsmail Âdilşah’ın baskumandanı Esad Han Lari Türk, bu
birleşik orduyu Şalapur önlerinde bozguna uğrattı. İsmail Âdilşah da babası gibi omrunti diğer Dekken
devletleri ile mücadele etmekle geçirdi.
1534 (H. 941) senesinde İsmail Âdilşah oluhce, yerine önce büyük oğlu Mallu geçti ve büyük annesi Punci
Hatun yönetimi eline aldı. Mallu, ahlâk bakımından bir hayli bozuk olduğundan, beylerin bir çoğu kendi
iktasına çekildi. Bu durum karşısında Punci Hatun, Yusuf Han Türk’ün yardımıyla Mallu’yu tahttan
indirerek, gözlerini kor etti ve yerine sultanın kardeşlerinden İbrahim’i tahta çıkardı. İbrahim Âdilşah, tahta
grkar çıkmaz si? yanlışi siyaseti terk edip Ehl-i sünnet itikadını yayanları destekledi. Hizmetinde bulunan
Türklerin pek çoğunu vazifeden alarak, yerlerine yerli halktan olanları geçirdi. Ordusundaki Türk bey ve
askerlerinin sayısını azaltti. Bir çok yerde Behmenlere görev verdi.
Resmî dil olarak Farsça’yı kabul etti. Bu hükümdar zamanında da Dekken devletleri arasındaki mücadele
devam etti.
İbrahim Âdilşah, 1558 (H. 966) senesinde vefat edince, yerine oğlu Ali Âdilşah geçti. Ali Âdilşah süliği
benimsedi. Babasının aksine Türkleri tekrar yüksek vazifelere getirdi ve ordudaki sayılarını arttırdı.
Hinduların devleti olan Viceyanagar’ın yıkılmasından faydalaharak, güneye doğru genişlemeye başladı.
Böylece güneybatı Dekken’deki pek çok yer Âdilşahların idaresine geçti.
Âdilşahlar, Hindistan’da en büyük İslâm devletini kuran Gurganiyye hanedanlığı ile de münasebet kurdular.
Ali Âdilşah’ın yerine geçen ikinci İbrahim Âdilşah, Gürganiyye sultanı Cihangir Şah’dan oğul muamelesi
gördü. Cihangir şah, Âdilşahları, Ahmednagar ve Gulkende memleketlerinin fethiyle vazifelendirdi,
Âdilşahlar, Gürganilerle beraber Dekken’de digerdevletlere karşı mücadele ettiler. Nizamsahların istiklaline
son veren Şah Cihan, Âdilşahları da hakimiyeti altına almak istedi. Şah Cihan, 1631 (H. 1041) senesinin
sonlarına doğru Bicapur üzerine bir ordu gönderdi. Şah Cihan’ın ordusu, Âdilşahların yollardaki su ve
yiyeceği imha etmesi üzerine, zor durumda kaldı. Bir süre sonra açlıkla karşı karşıya kaları ordu geri
cekildi.
Şah Cihan, 1635 (H. 1045) senesinde Dekken işini kesin bir neticeye bağlamak istediğinden bu iş için
bölgeye asker gönderdi. Âdilşahlar kısa bir süre sonra Şah Cihan’ın ordusuna yenilerek, andlaşma yapmak
mecburiyetinde kaldılar. Andlaşmaya göre, Âdilşahlar, Şah Cihan’ın himayesine girecek, her sene vergi
verecekti. Andlaşmaya rağmen, Âdilşahlar serbest kalmayı başardılar. Muhammed Âdilşah, Şah Cihan ile
iyi geçinerek, çeşitli fetihlerde bulundu. Madras’ın kuzeyindeki bölgeyle Kenen Karnatik kiyısını ele
geçirdi. Goa’daki Portekizlilerle savaşarak bazı başarılar elde etti.
Muhammed Âdilşah ölünce, yerine on sekiz yaşındaki oğlu ikinci Ali Âdilşah geçti. İkinci Ali Âdilşah tahta
çıkmca, ülkenin bir çok yerinde kargaşalıklar çıktı. O sırada bölgede bulunan Şehzade Evrengzib Alemgîr,
bu durumdan faydalanmak için Şah Cihan’dan, Âdilşahlar ülkesini istila etmek için izin istedi. İzin
verilince, 1657 (H. 1068) senesinin başlarında Evrengzîb, Âdilşahlar topraklarına girdi ve bir çok yeri ele
geçirdi. İkinci Ali Âdilşah andlaşma imzalamak mecburiyetinde kaldı. Şah Cihan’ın ölümü üzerine
çocukları arasında çıkan taht kavgalarından faydalanan ikinci Ali Âdilşah, yaptığı andlaşmanın şartlarım
yerine getirmedi. Bir süre devam eden taht kavgaları sonunda, Gürganîlerin tahtına Evrengzîb geçti. Devlet
idaresindeki aksaklıkları gideren Evrengzib, 1665 (H. 1076) senesinde tekrar Âdilşahlar üzerine yürüdü.
Âdilşahlar, yenilerek Evrengzib’in himayesini kabul ettiler ve uzun süre yanında yer aldılar.
Evrengzib Alemgîr Şah, bütün Dekken’i hakimiyeti altına almak için çeşitli faaliyetlerde bulunurken,
Âdilşahlar ona karşı Maratalılara yardım etti. Bu duruma kızan Evrengzîb Alemgîr Şah, 1685 (H. 1096)
senesinde ordusuyla Bicapur önlerine geldfve şehri kuşattı. Kuşatma iki ay on iki gün sürdü. Bicapur’un
düşmesiyle Âdilşahlar Devleti tarihe karıştı. Son Âdilşah hükümdarı iskender’e, Evrengzîb çok iyi
muamelede bulundu. Himayesine aldı ve yillik maaş bağladı.
Hindistan’ın Dekken bölgesinde Bicapur’a ikiyüz yıla yakın hakim olan Âdilşahlar, bölgede Türk
hakimiyetini kurdular. Uzun seneler Portekizlilerle mücadele ettiler. Muazzam san’at ve mimari eserleri
inşa edip, kültür ve medeniyete hizmet ettiler. Fevkalade binalar, saraylar, camiler ve türbeler yaptılar.
Bunlar arasında ikinci Ali Âdilşah’ın Bicapur’da yaptırdığı cami çok meşhûrdur.
Âdilşahlar hükümdarları
Âdilşahlar hükümdarları
1-Yusuf Âdil Türkmen (1490-1510)
2-İsmail Âdilşah (1510-1534)
3-Mallu Âdilşah (1534-1535)
4-Birinci İbrahim Âdilşah (1535-1557)
5-Birinci Ali Âdilşah (1557-1579)
6-İkinci İbrahim Âdilşah (1579-1626)
7-Muhammed Âdilşah (1627-1657)
8-İkinci Ali Âdilşah (1657-1672)
9-İskender Âdilşah (1672-1686)
1) Gülşen-i İbrahim (Molla Ebu’l-Kasım HinduŞah Firiste, Luknor 1323
2) The history of India an told by its oun historians (Sir M. E. Eliot re Prof. Donson. London, (1867-1877)
3) Cambridge history of India
4) Studies in İslâmic Culture’ın the Indian Enrironment; sh. 51. 52
5) History of Müslim cirilisation in India and Pakistan; sh. 137
ADİYY BİN MÜSAFİR (r. aleyh)
Irak’da yetişen evliyanın büyüklerinden. Adeviyye tarikatının reisidir. İsmi Adiyy bin Mûsâfir bin İsmail
bin Mûsâ bin Mervân el-Emevî, künyesi Ebu’l-Fadl’dir. Ba’lbek civarında Beyt-i Kaf denilen yerde 1074
(H. 467) senesinde doğdu. 1160 (H. 555) senesinde Hakkari’de vefat etti ve oradaki dergahına defn olundu.
Evladı ve torunları orada kalmıştır.
Adiyy bin Mûsâfir (r. aleyh) ilim tahsîlinden sonra tasavvuf yoluna girip, Ukayl-i Munbicî, Hammad-i
Debbas, Abdülkadir Şehrezurî, Abdülkadir-i Geylanî, Ebu’l-Vefa Hulvanî (r. aleyhim) gibi meşhûr evliya
ile sohbet edip, icazet aldı. Sonra Hakkari dağlarında bir dergah edinip, orada ibadet ve irşadla meşgul oldu.
Şark illerinde yaşayan insanların talim ve terbiyesine başlayan ilk zattır. Çeşitli yerlerden gelenler hep onun
dergahında yetişip irşadda bulundular. Abdülkadiri Geylanî (r. aleyh), daima onun üstün-hallerinden anlatır,
hatta; “Eğer peygamberlik mücahede ile elde edilseydi, Adiyy bin Mûsâfir mutlaka buna kavuşurdu”
buyururdu.
Adiyy bin Mûsâfir (r. aleyh), ilk zamanlar seyyah gibi dağları, sahraları dolaşır, çetin mücahedelerde
bulunur, çeşitli mücahede usûllerini nefsindetat-bik ederdi. Yılanlar, bocekler, vahsî hayvanlar ona zarar
vermez, etrafında dolaşıp dururlardı. Uzun seneler böyle yaşadı. Sonra insanları yetiştirmeye, güzel ahlâkı,
güzel îtikadı öğretmeye başladı. Çok kerametleri görüldü. Şiddetli rüzgara “Dur” dese, Allahü teâlânın
izniyle rüzgar dinerdi. Yüksek halleri ve kerametleri kitaplarda yazılıdır.
İbnu’l-Ehdel ondan bahsederken; “Çok kerametleri görüldü. Kükremiş bir aslanın yanında ismi söylense,
aslan durur, duası sayesinde denizin dalgaları, Allahü teâlânın izniylesükûnet bulurdu” demektedir.
Ebu Muhammed el-Mukrî de bu hususları; “Bu Adiyy bin Müsafir’dir ki, onun şanı, mertebesi çok
yüksektir. İsmini söylemekle, denizin kabaran dalgaları sükûnet bulur. Şayet mübarek ismini kükremiş bir
aslana söylesen, bir adım atmaz. Hatta bulunduğu yerden bir karış bile ilerlemez. Olduğu yerde çakılmış
gibi kalır” şeklinde nazmen anlatmıştır.
Ebü’l-Berekat İbnu’l-Mustevfi; “Tarih-i Erbil” isimli eserinde; “Şeyh Adiyy bin Mûsâfir’i gördüğümde,
henüz çocuktum. O mübarek zat, orta boylu, esmer renkli ve çok faziletli idi. Üstünlüğü ve güzel ahlâkını
anlatmak cildlere sişmaz” demektedir.
Ebu İsmail Ya’kub bin Abdulmuktedir şöyle anlatır: “Devamlı gezen bir kişi idim. Bir gün Adiyy bin
Mûsâfir hazretleri ile görüşmek istedim. Bir seyahatim esnasında Hemedan’a giden Adiyy bin Müsafir’e
rastladım. Bana; “Sen bir yerden geçerken vansî hayvanlar görüp korkarsan, onlara; “Size Adiyy gitsinler
dedi” dersin. Denizde yolculuk yaparken firtma çıkıp büyük dalgalar olursa, dalgalara; “Adiyy bin Mûsâfir
dursun dedi” dersin” buyurdu. Oradan ayrıldıktan sonra bir yere giderken, yolda karşıma yahsî hayvanlar
çıktı. Onlara; “Adiyy bin Mûsâfir gitsinler dedi” deyince, yerlerinde durdular ve sonra başlarını eğerek bana
hiç zarar vermeden geçip gittiler. Yine bir gün deniz yolculuğu yaparken, kuvvetli bir firtma çıktK Dalgalar,
gemiyi bir o tarafa, bir bu tarafa yatinyordu. Gemi neredeyse batacaktı. O anda, Adiyy bin Mûsâfir
hazretlerinin sözleri aklıma geldi. Hemen; “Adiyy bin Mûsâfir hazretleri, sizin durmanızı söyledi” dedim.
Söylediğim anda rüzgar kesildi ve dalgalar durdu. Deniz sakinlesince, normal olarak seyahatime devam
ettim.”
Ebu İsmail bin Abdulmuktedir şöyle anlatır: “Bir dağda üç sene tek başıma yaşadım. Bu sırada kitabının
ikinci cildini yazıyordum. Yazarken, yanıma kurtlar gelir beni koklayıp yalarlardı. Sonra, hiç zarar
vermeden yanımdan giderlerdi. Bu duruma çok şaşırırdım. Kendi kendime; “EĞer bunların böyle olmasına
sebeb olan bir velî varsa, muhakkak ki o, Adiyy hazretleridir. Belki şimdi yanımdadır ve bana selam da
verir” diye düşündüm. O anda selam verdiğini ve kendisinin yanımda durduğunu gördüm. Olanları
anlatınca, ayağa kalktı ve mübarek ayağını yere vurdu. Yerden güzel bir su fiskırdı. Sonra tekrarayağını
yere vurdu. Oradan da bir nar ağacı yetişti. Sonra bana dönerek; “Ben Adiyy’im. Lakin bunların hepsi,
Allahü teâlânın izni ile oldu. Ey Ebu İsmail! Buraya gel ve bu ağacın meyvesinden ye ve bu pmarın
suyundan iç!” buyurduktan sonra ayrıldı. Ben ise o yerde iki sene daha kaldım.” Şeyh Ömer şöyle anlatır:
“Bir gün Adiyy bin Müsafir’in yanına gittim. Evliyanın hallerinden ve menkıbelerinden anlatıyordu. Bir ara
Adiyy hazretleri; “Falan yerde anadan doğma bir kör vardır. Bu iyi kişi aynı zamanda baras hastasıdır” dedi.
İçimden; “Adiyy hazretleri himmet etseler de bundan kurtulsa” dedim ve yanından ayrıldım. Başka bir gün
ziyaretine gittiğimde, bana; “Ya Ömer! İhtiyaç haricî hiç konuşmamak şartıyla, bana bir seferde arkadaş
olur musun?” dedi “Evet” dedim. Birlikte yola koyulduk. Ben Adiyy hazretlerini takib ediyordum. Beriyet
denilen yere geldiğimizde, açlıktan yürüyemez hale geldim ve ondan geride kaldım. Bana dönerek; “Ya
Ömer! Yürüyemiyor musun?” dedi. Ben de; “Ya üstad! Çok acıktığım için yürüyemiyorum” dedim. Bunun
üzerine ilerde bir ağacın meyvalarını toplayarak bana verdiler. Onları yiyince ayaklarıma kuvvet geldi.
Yolumuza devam ederek bir koye vardık. Koyde bir çeşme vardı. Yanındaki ağacın altında da gözleri kor
ve baras hastaşı bir genç oturuyordu. O genci görünce, Adiyy hazretlerinin bir kaç gün önceki konuşmaları
aklima geldi. Kendi kendime; “Adiyy hazretleri herhalde bu gence dua etmeye geldiler. Bu duanın
bereketiyle bu halden kurtulur” diye düşündüm. O anda Adiyy hazretleri bana dönerek; “Kalbinde ne
vardır?” dedi. Ben de; “Allahü teâlânın hürmetine dua buyur da bu genç sifa bulsun” dedim. O zaman; “Ya
Ömer! Benim sırlarımı açışa çıkarma” deyince, kimseye birşey söylemeyeceğime dair yemîn ettim. Adiyy
bin Mûsâfir, çeşmenin başına gidip abdest aldı ve iki rek’at namaz kıldı. Sonra o gence yaklaştı mübarek eli
ile onu mesh etti; “Kum bi iznillah! Yani Allahü teâlânın izni ile kalk” deyince genç hemen ayağa kalktı.
Eski halinden eser kalmadı ve sapasağlam oldu. Daha sonra köylüler Adiyy hazretlerinin yanına oturdular.
Bir süre hikmetlerden konuştu. Sonra dergahimiza gitmek için yola çıktık. Kısa bir zaman yürüdükten sonra
dergaha geldiğimizi gördüm.”
Emîr İbrahim Mihran zamanında, Cerahiyyet kalesinde bir cemaat vardı. Emîr İbrahim, Adiyy hazretlerini o
kadar çok sevdiğinden onlar bunu kıskanırlardı. Hiç biri, Adiyy bin Mûsâfir’in halini, derecesini
anlıyamamıştı. Emîr İbrahim’in yanına geldiklerinde, Emîr onlara, Adiyy bin Mûsâfir’in menkıbelerinden
anlatırdı. Bir gün Emîr İbrahim’e; “Eşer biz onun yanına gidebilseydik, altından kalkamiyacağı sorular
sorarak mahcub ederdik” dediler. Bunun üzerine Emîr İbrahim onları Adiyy bin Mûsâfir’in dergahına
gönderdi. Onlar Adiyy bin Mûsâfir’in huzuruna gelip oturdular. Birisi Adiyy hazretlerine bir şeyler sordu.
Fakat Adiyy bin Mûsâfir sükut edip cevap vermedi. Konuşan kimse, sordudju suallerin cevabını bilmediğini
sandı. Adiyy bin Mûsâfir onun düşüncesini anladi ve oradakilere; “Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki; şu
iki dağa birleşin dese hemen birleşirler” buyurdu. Gelenler karşıki iki dağa baktıklarında birleşip ayrıldığını
gördüler. Bunun üzerine ozür dileyip tövbe ettiler.
Adiyy bin Mûsâfir’in (r. aleyh) hikmetli sözleri pek çok olup bazıları şunlardır:
“İnsanlara doğru yolu gösteren alim, şu kimsedir ki; kendi huzurunda iken senin kalbini derleyiptoparlayan,
yokluğunda seni her türlü kötülüklerden (haram, günah ve girkin şeylerden) koruyan, sahib olduğu en güzel
ahlâk ile seni terbiye eden ve o ahlâkla ahlâklanmayı sağlayan, kendine mahsus terbiye usûlleriyle terbiye
eden, kendi îman nurunun parlaklığıyla talebesinin kalbini parlatan ve kalbini kötülüklerden temizleyendir.
Talebe ise; Allahü teâlânın sevdikleriyle beraber olduğu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sahibi ve her işte
tevazu üzere olan, alimlerin huzurunda, onları can kulaği ile dinleyen kimsedir.”
“Edebini, edeb öğreten hocadan almayan; kendisine uyanları yanlış yola götürür.”
“En küçük bid’atten bile kaçınmayandan; zarari dokunmasın diye siz kaçın.”
“İlimden yalnız konuşma ile yetinen ve hakikati ile sıfatlanmayan helak olur. İbadet yaparken, fikhın
gereğini yerine getirmeyen, ibadet yapmış sayılmaz. Fıkıh bilgisi öğrenirken vera sahibi olmayan aldanır.
Kendisine lazım olan işleri yapan ise kurtulur.”
“Elinden harikalar zuhur eden birini görürseniz, o haline hemen aldanmyın. Hak teâlânın emirlerini yapıp,
yasaklarından kaçınmasını görünceye kadar dikkatli olun.”
“İyi ahlâk; herkese sevdiği seye göre muamele etmektir. Konuşurken, otururken hiç kimseye yabancılık
çektirmemektir. Alimlerle otururken dinleyenin makamı anlatılandan yüksek olsa da, onları gönül açıklığı
ile dinlemektir. Marifet ehli ile otururken, huzur içinde bulunmaktır. Gaye bu zatlardan istifade ise, başka
bir yol yoktur.”
1) Kalaid-ül-cevâhir; sh. 85
2) Tabakat-ül-kübra; cild-1, sh. 137
3) Câmiu keramat-il-evliya; cild-2, sh. 147
4) Mu’cem-ul-müellifin; cild-6, sh. 275
5) El-A’lâm; cild-4, sh. 221
6) Vefeyât-ul-a’yân; cild-3, sh. 254
7) Şezerat-üz-zeheb; cild-4, sh. 179
8) İ’tikadü Ehl-is-sünneti vel-cemaa, Süleymaniye Kütüphanesi şehid Ali Paşa kısmı No: 2763/5
9) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-6, sh. 10
10) Behcet-ul-esrar; sh. 194
11) Tuhfet-ul-ahbab; (Sehavt Ebu’l-Hasen Ali Mısır, 1356) sh. 300
12) Ravdat-un-nâzirin; (Muhammed Veteri, Mısır 1306)
ADLİYE
Dava ve ihtilaflara bakan kurulus. Davalı ve davacı arasındaki ihtilafları halleden, mazlumun hakkını iade
edip, suçluyu cezalandıran devlet teşkilatı.
İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkların halli için gerekli bir müessese olan adliyenin geçmişi, insanlık tarihi
kadar eskidir. Ilk peygamber ve ilk insan olan Adem aleyhisselam, oğulları arasında hükmetti. Ondan sonra
gelen her peygamber de ümmeti arasındaki davaları halletti. Haklıyi haksızdan ayırdı. Nitekim hazret-i
Davud ve oğlu Süleyman aleyhisselamm, adaletle hükmettikleri Kur’ân-ı kerîmde beyan buyrulmuştur.
Fakat insanlar, ilahî kaynaktan uzaklaştıkça sapıttılar. Birbirlerine olmadık şekilde zulmetmeye başladılar.
Kendilerine gönderilen peygamberlere itibar etmediler. Yer yer önceki peygamberlere nazil olan semavî
kitaplardan işlerine gelen kısımları tatbik edip, işlerine gelmeyen kısımlarını bilmezden gelerek veya
değiştirerek, kendileri için menfaat te’minine çalıştılar. Zaman geldi, kendilerine gönderilen peygamberleri
şehid etmekten çekinmediler. İnsanları, diri diri hayvanlara atip parçalatmaktan zevk alan krallar,
imparatorlarturedi. Bir olan Allahü teâlâya ve O’nun peygamberine inananlara, akla hayale gelmedik
işkenceler yaptılar. Hak olan adalet ve bu otoriteyi sağlıyacak adliye teşkilatı olmadığı için herkes
huzursuzluk içerisindeydi.
İslamiyet’ten önce, Mekke’de de zulüm almış yürümüs, yaptığı haksızlıklarla ovünen insanlar turemişti. Kız
çocukları diri diri toprağa gömulur, arayıp soran olmazdı. Kabîle içerisinde akil ve hikmet sahibi olarak
tanınan bir kimse, kendi anlayışma göre haklıyi haksızdan ayırd ederdi. Fakat merkezî bir otorite mevcud
olmadığından, verilen kararları uygulayacak, mazlumun hakkını haksızdan alacak, suçluyu cezalandıracak
salahiyetli bir merci yoktu. Herkes, kendi hakkını kendisi almak ve korumak mecburiyetinde idi.
Dolayısıyla, kuwetli kim ise haklı o oluyordu. Böyle olunca, her türlü tecavuz ve haksızlıklar, bunun
neticesi olarak da kan davaları çoğalıyordu.
Normal olarak, insanlar arasında hakimlik yapan kişinin, iki hasım arasında karar vermesi, katî bir hükme
varması zor oluyordu. Kendisine müracat eden iki taraftan birinin haksızlığına hüküm verirse, haklı olan
taraf zayıf ise, haksız olan kuvvetliden hakkını alamazdı. Tersine haklı gelen taraf kuwetli ise, karşı taraftan
hakkını kaba kuvvet zoruyla alırdı. Hakimlik eden sahis, sadece taraflar arasında haklı veya haksız diye
hüküm verebilir, fakat, hak sahibinin hakkını zalimden alıp kendine teslim edemezdi.
İslamiyet’ten önce, Mekke-i mükerremede, iyilik sever bazı kimseler aralarında anlaşarak, haksızlıkları
önlemek için bir cemiyet kurdular. Daha sonraları Peygamber efendimizin de katıldığı bu cemiyet, her ne
kadar zalimden mazlumun hakkını ahyor, en küçük bir haksızlığa meydan vermemeye çalışıyor ise de,
kifayetsiz idi. Elbetteki böyle küçük bir cemiyetin, devletin yapacağı bir vazifeyi yerine getirmesi mümkün
değildi.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize peygamberliğinin bildirilmesinden sonra, İslâmiyet’in
yayılmaya başlamasıyla birlikte birdenbire bir adliye teşkilatının meydana çıktığı elbette söylenemez.
Çünkü, muntazam bir adliye teşkîlatının bulunması ve düzenli olarak işlemesi, bir devletin kontrolünde
olur. Belli bir devlet olmadan, bu teşkîlat da geniş manasıyla düşünülemez. Bununla beraber, esasda
vazifesi kadılık (hakimlik) olan adliyenin vazifesini, yine Peygamber efendimiz bizzat kendileri
yapıyorlardı. Zaten; “... İnsanlar arasında adaletle hükmet...” meâlindeki Sa’d sûresinin 26. ayet-i
kerîmesi de bunu emrediyordu.
Hatta, İslâmiyet’ten evvel, hakimliğe ait bazı mes’elelerin Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize
intikal ettirildiği, Hacer-ul-esved taşının Kabe duvarına yerleştirilmesi hadisesinin buna bir misal olduğu da
kaynak eserlerde zikredilmektedir.
Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Medine-i münevvereye hicretinden ve orada İslâm
Devleti’ni kurmasından sonra, İslâm Adliye Teşkîlatı’nın da temeli atılmış oldu. Hicretten sonra
müslümanlar arasında kardeşlik te’sis edildi. Medine’de bulunan yabancı kabileler ile andlaşmalar yapıldı.
Bu andlaşmalar kaidelere bağlandı. İlk yazılı anayasa tesbit edildi. Adlî mevzularda daha esaslı usûller
kondu. Böylece, herkesin kendi hakkını kendinin koruyup, alması kaldırıldı. Ferdlerin haklarını korumak,
devletin vazifesi oldu.
Ayet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, bu yeni İslâm Devleti’nin kanunları oldu. Hüküm verenin taraf tutması,
kuvvetli tarafı haklı çıkaracak hükümler vermeye çalışması ihtimali kalmadı. Bir hususda, İslâmiyet neyi
emrediyorsa, karar o şekilde verilir, değişmek ihtimali olmaz ve aynı dava tekrar hakim huzuruna
getirilmezdi. Fakat bu hal, cahiliyye devrinde böyle değildi. Bir hakimin huzurunda, aleyhinde karar
çıkması hâlinde, kuvvetli taraf, neticenin kendi lehine dönmesi için davayı başka bir hakime götürürdü.
Fakat, Resûlullah efendimiz tarafından verilen bir kararın başka biri tarafından değiştirilmesi ihtimali yoktu.
Taraflar, verilen karara uymak mecburiyetinde idiler. Bu hususta ayet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Allahü teâlâ ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle mü’min bir kadın için,
kendi işlerinden dolayı Allahü teâlânın ve Resûlunun hükmüne aykırı olanı seçme hakkı yoktur. Kim
Allahü teâlâya ve Resûlüne isyân ederse, muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzab sûresi: 36)
“Rabbin hakkı için, onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme
nefsleri hiç bir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe imân etmiş olmazlar.” (Nisa
sûresi: 65)
“Mü’minler, aralarında hüküm olunmak için Allahü teâlânın kitabına ve Peygamberine çağrıldıkları
vakit, onların sözü ancak; “Dinledik ve itaat ettik” demeleridir. İşte bunlar, zafer bulacak, saddete
erecek olanlardır.” (Nur sûresi: 51)
Peygamber efendimiz, kendilerine intikal eden adlî davalara bizzat kendileri bakarak, Kur’ân-ı kerîmin
emrettiği şekilde hükümler veriyordu. Bunu yaparken daha sonraki asırlarda gelecek olan İslâm
hakimlerinin de, dikkat ve riayet etmeleri icab eden belli usüller ve kaideler koyuyordu.
Bu arada, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize getirilen davalar halledilirken, henüz müslüman
olmayan kabileler, bu hali ibret ve gibta ile takib ederek, İslâm’ın adaletine hayran oluyorlardı. Hatta
Necran hıristiyanları, Peygamber efehclimize müracat ederek, aralarında ihtilafa düştükleri mes’eleleri
halletmek üzere birini göndermesini istediler. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de Ebu
Ubeyde bin Cerrah hazretlerini gönderdi.
Müslümanlar çoğalıp, İslâm memleketi genişledikçe, Eshab-ı kiramdan bazıları çeşitli yerlere, kadılık
(hakimlik) vazifesi ile gönderildiler. Hazret-i Ömer, hazret-i Ali, İbn-i Mes’ûd, Ubey bin Ka’b, Mu’az bin
Cebel, Zeyd bin Sabit ve Ebu Muse’l-Eş’arî (r. anhüm) o zamanda kadılık yapan Eshab-ı kiramdandır. Bu
kadıların verdiği hükümler, Resûlullah efendimize gönderiliyordu.
İslamiyet, diğer sahalarda olduğu gibi, bu sahada da, hukuk alemine yenilik ve tam bir adalet getirmiş, her
türlü haksızlıkların önüne bu şekilde geçilmiştir. Mesela, herkesin işlediği fiilden kendisinin mes’ûl olması,
ferdin işlediği fiillerde, niyetinin, o fiili niçin yaptığının da mühim olması ve hüküm verilirken bunun
dikkate alınması, ayrıca, durumu ne olursa olsun her ferdin, kânun önünde eşit haklara sahip bulunması bu
yeniliklerden bazılarıdır.
“Mes’ûliyetin şahsiliği prensibi” de denilen, herkesin kendi işinden kendinin mes’ûl olması eski zamanlarda
yoktu. Mesela, medeniyette ileri olarak bilinen Babil Krallığı’nın hukuk kanunları olan Hammurabi
kanunlarında adalete, hukuka aykırı maddeler bulunuyordu. Bu kanunlara, mesela bir kısas kanununa göre,
bir kimse, işlediği bir suçtan dolayı bizzat kendisi cezalandırılmıyordu. Bir kimse, başka bir kimsenin kızını
öldürse, kısas olarak katil değil, kızı öldürülürdü. İslam’ın bildirdiği ilahi adalette ise, herkes kendi fiilinin
cezasını kendisi çekecektir. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “... Hiç bir günahkâr, başkasının
günahını taşımaz...” buyrulmaktadır. (İsra sûresi: 15)
İslâm Adliye Sistemi’nde, bir ferde işlediği bir suçtan dolayı ceza verilirken; o kimsenin, o suçu işlerken
niyetinin ne olduğu, suçu hangi halde işlediği, kasdî olarak mi, kazara mı işlediği, yoksa başkası tarafından
cebir kullanılarak, zorla mı işlettirildiği gibi hususlar dikkate alınır. Bu sebeple, çocuk, deli ve uyuyan
kimsenin hareketlerinde bir kasıt durumu mevzu bahis olmadığı için, bunlar yaptıklarından mes’ûl
tutulmamışlardır. Ayrıca, insanlardan başka, diğer bütün mahluklar, her türlü mes’ûliyetten uzaktırlar.
Halbuki, İslâm’dan önce durum böyle değildi. Cansız varlıklardan bir zarar gelse, güya ceza verilirdi.
Mesela, bir kimse bir kuyuya düşerek ölse, o kuyu, kısas olarak ölenin varislerine kalırdı.
Bütün bunlardan daha mühim olmak üzere, İslâm Adliye Sistemi’nde; nesebi, kavmi, kabilesi, vatanı ve
bulunduğu mevki ve makamı ne olursa olsun, istisnasız bütün herkes adalet önünde eşittir. Yani kadı, lüzum
ve ihtiyaç görülmesi halinde sultanın ifadesini alabilir ve bunu yaparken de en ufak bir şeyden çekinmez.
Kadı Şüreyh’in halife hazret-i Ali ile bir yahudiyi muhakemesi, Kadı Hızır Bey’in Fatih Sultan Mehmed
Han’la bir hıristiyanı muhakemesi meşhûrdur.
Halbuki, İslâmiyet’ten evvel böyle değildi. Mensub olduğu kabileye ve kabile içindeki durumuna göre
insanlara farkli muamele yapılıyordu. Nitekim bir hadîs-i şerîfde, bu duruma işaret edilerek buyruldu ki:
“Sizden evvelki kavimlerin helak olmalarının sebebi Şudur: Onların aralarında makam ve mevki
sâhibi kimselerden biri hırsızlık yapmca, hırsıza lüzumlu cezâyı vermezler, onu salıverirlerdi. şayet
makam ve mevki sâhibi olmayan biri hırsızlık yaparsa, onu hemen cezâlandırırlardı.”
Bütün bunlar ve kaynak eserlerde zikredilen malumatlar gösteriyor ki, İslâm Adliye Teşkîlatı, Kur’ân-ı
kerîmin emrettiği, bildirdiği şekilde, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem tarafından kurulmuş köklü bir
müessesedir. Gayr-i müslim tebeanın bile takdirini kazanıp yüzyıllarca insanlara adalet dağıtan İslâm
Adliye teşkilatı’nın kaynaklarını; Allahü teâlânın kitabı Kur’ân-ı kerîm, onun tefsiri olan Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellemin sünneti, bunların da açıklaması olan Eshab-ı kiram ve müctehidlerin kıyas,
ictihad ve icmaları meydana getirir. İslâm hukukunun tatbik edildiği toplumların, İslâmiyet’e uygun olan
eski örf ve adetleri de nazar-ı itibara alınmıştır.
İslam tarihinde görülen ilk davalar, Resûlullah efendimizin bizzat gördüğü veya Eshabından birini
vazifelendirdiği adlî davalardır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem döneminde yeni müslüman olan
yerlere de vali-kadılar gönderilip, oradaki müslümanların davaları halledildiği gibi, Hulefa-i raşidin
döneminde de yeni feth edilen yerlere kadılar tayin edildi. Hazret-i Ebu Bekr’in hazret-i Ömer’i, onun da
yeni kurulan Kufe şehrine Kadı Şüreyh’i kadı tayin etmeleri meşhûrdur.
Hazret-i Ömer, Şüreyh’i kadı tayin edince, mahkemede hüküm verirken; ilk önce Kur’ân-ı kerîme, onda
bulamazsa Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnetine bakmasını, onda da bulamazsa kendi re’yi ile
ictihad etmesini tavsiye etti.
Mektupları ve nasihatleri ile tayin ettiği kadıları takviye eden Ömer (r. Anh), valilerine de mektuplar yazar,
onlara da adil idare hususunda nasihatlerde bulunurdu. Şam valisi Muaviye’ye (r. anh) veya Suriye umumi
valisi Ebu Ubeyde’ye (r. anh) gönderildiğine dair rivayetler bulunan bir mektubunda şöyle buyurdu:
“Ben sana, adil idare konusunda, benim ve senin için söylenmesi ihmal edilmeyecek hususları ihtiva eden
bu mektubumu yazıyorum. Dînini koruyacak, rızk ve sevabdan seni nasiblendirecek şu beş haslet ve adeti
muhafaza et: İki hasım huzuruna gelirse, doğru hükmedebilmen için adil ve isbat edici deliller ortaya
koymalarını, sonra şek ve şüpheden uzak, açık bir yemin vermelerini iste. Zayıfı yanına yaklaştır. Böyle
yaparsan dili açılır, konuşur ve kalbi korkudan kurtulur. Yabancı olanı fazla bekletme. Çünkü beklemesi
uzayınca ihtiyacmi bırakır, kendi memleketine dönüp gider. Haksızlık eden kimse, ihtilafın halli için
hakimin önüne çıkmayı istemez. Hak olan taraf ve nasıl hüküm vereceğin konusunda kanaatin tam olmadığı
durumlarda, sulh yolunu tut. Vesselam.”
Hazret-i Ömer zamanında Medîne’de dar-ul-kaza (adliye binası) yaptırıldı. Vilayet ve kazalara kadılar tayin
edildi.
Hazret-i Osman, Medine’de davalara bizzat kendisi baktı. Aşere-i mübeşşereden bazıları, mahkeme
esnasında hazret-i Osman’ın istişare hey’etinde idiler.
Hazret-i Ali halife olunca, başşehri Kufe’ye aldı. Vilayet ve kazalara kadılar tayin etti. Zaman zaman
kendisi de bazı davalara baktı. Davalı ve şahidlerin ifadelerini ayrı yerlerde alırdı.
Hazret-i Muaviye zamanında da adlî işler pek güzel şekilde devam etti. Mahkeme kararları tescil edilmeye
başlandı. Hazret-i Muaviye’den sonraki Emevî halifeleri zamanında, kadıların tayinleri valilere verildi.
Halife Ömer bin Abdulaziz, adlî idarenin tekamülüne yardımcı oldu. Gönderdiği talimatnamelerle kadıların
işlerini kolaylaştırdı. Adaleti ile, ikinci Ömer namıyla meşhûr oldu. Kendi mahkemelerine gitmekte serbest
olan gayr-i müslimler bile, adil İslâm kadılarına müracat eder hale geldiler. Abbasîler devrinde; Kadı’l-
kudat teşkilatı kuruldu. Bu teşkilat, kadıların tayinlerini, terfilerini ve kontrollerini yapıyordu. Abbasî
halifesi Harun-ur-Reşîd, kadı’l-kudat olarak ilk önce Hanefi hukukçusu İmam-ı Ebu Yusuf’u tayin etti.
Adliye me’mûrları: Adlî işlerde görevlendirilen me’mûrların başında kadılar (hakimler) gelir. Kadı, adlî
teşkîlatın asıl me’mûrudur. (Bkz. Kadı)
Kadıya yardım eden yardımcı me’mûrlar da vardır. Bunların başında muftîler gelir. Müftîler, kadının
yardımcısı ve müşaviridir. Hukukî ve dinî bir mes’elenin halli ve açıklanması için kendisine arz edilen
sualleri cevaplandırmakla vazifelidir. (Bkz. Müftî)
İslâm Hukuku’nda, herkesin davasını takib etmenin mümkün olmayacağından hareketle, davayı, davalı
veya davacı adına takib eden bir vekil vardır. Vekîl, bugünkü avukat karşılığıdır. Hazret-i Ali, kardeşi
Akil’i ve daha sonra yeğeni Abdullah bin Ca’fer’i kendisine vekîl tayin etmişti.
İslâm Hukuku’nda, kamu davası açmak için “savcıya ihtiyaç yoktur. Çünkü, direkt olarak şahsı
ilgilendirmeyip, umumu ilgilendiren ve Hakkullah adını alan hakların ihlal edilmesinde, halife ve kadıdan
başlamak üzere sade vatandaşa kadar herkes mahkemeye başvurup kamu davası açabilir. Buna şahadet-i
hisbe denir.
Kadıların yardımcıları arasında, noterlik vazifesini ifa eden; udul, suhud, suruti, katib-ül-vesaik gibi
isimlerverilen kimseler de vardır. Resûlullah efendimiz zamanında ticarî ve hukuki akit ve muameleler,
idari tasarruf ve siyasî andlaşmalar yazı ile tesbit edilirdi. Nitekim Bekara sûresinin 282. ayet-i kerîmesi de
hukuki ve ticarî akit ve muamelelerin yazı ile tevsik edilmesini emretmektedir.
Kadıların bir diğer yardımcıları da zabit katibleri idi. Öyle ki, zaman zaman kadıların yerine davaya bile
bakarlardı. Katiblik, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme gelen vahyin yazıcıları olan vahiy katipleri ile
başladı. Yalnız, ilk zamanlarda mahkemelerin çok az olması sebebiyle, zabit katiblerine pek ihtiyac
duyulmadı. Hazret-i Ali’nin bir davayı, çağırdığı katibe tescil ettirdiği kaynaklarda bildirilmektedir. Hazret-
i Ömer zamanında Basra kadısı olan Ebu Muse’l-Es’arî’nin de katibinin bulunduğu yine kaynaklarda
zikredilmektedir. (Bkz. Katib)
Kadılara yardımcı me’mûrlar arasında, bugünkü mubaşirler gibi, mahkeme salonunda huzur ve düzeni
sağlayan, tebligatları yapan kimseler de vardı.
Kadılara yardımcı olan me’mûrlardan biri de, miras taksim işlerini halleden Kasımdır. Ölenin mirasına
anında el koyarak, varisler arasında taksim edip, hak sahiplerinin zararını önlerdi. Hazret-i Ali’nin Kasımı
Abdullah bin Yahya el-Kindî meşhûrdur. (Bkz. Feraiz)
Kadıların işlerini kolaylaştırmak için, şahidlerin adil olup olmadıklarını araştıran me’mûrlar da vardı.
Bunlara müzekki denirdi. Şahidleri araştırırken kadıyi temsil eden muzekkî, kadı ile aynı vasıfları taşırdı.
Müslüman ve adil olup, köle olmaması gerekirdi.
Kadıya yardımcı olanlardan biri de tercumandı. Tercuman; müslüman, adil, salih, güvenilir kimseler
arasından seçilir, dil bilmeyenlerin sözlerini kadıya tercüme ederdi.
Mahkemeler, kadı ve ihtiyaca göre yardımcıları ile taraflar ve şahidlerden meydana gelirdi. Başlangıçta
câmi ve evlerde, ihtiyaç duyulan saatte görülen davalar, sonraları, davaların artması sebebiyle yaptınları
hususî binalarda, belirli gün ve saatlerde görülmeye başlandı.
İlk önceleri mahkemelere, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bizzat kendileri bakıyorlardı. Yeni yerler
fethedildikçe oralara vazifeli valiler gönderdiler. Bu valüer, aynı zamanda kadılık da yapıyorlardı. Hulefa-i
raşidîn zamanında da böyle devam etti. Bazı yerlere validen başka kadı da tayin edildi. Kadıların kısas
gerektiren kararları halife tarafından tasdiklenmeden îfa edilemiyordu. Kadıların kararlarına yapılan
îtirazları incelemek için, hazret-i Ömer zamanında, hac esnasında Mekke-i mukerremede temyiz mahkemesi
kurulurdu. Bu mahkemeye bizzat hazret-i Ömer başkanlık ederdi.
Sonraları normal mahkemelerin bakmaktan aciz kaldıkları, nüfuzlu sahisların işledikleri suçlar ile halk
tarafından idarecilere açılan davalara bakan mezalim mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerin başkanları,
ehemmiyetinden dolayı, halife, vali, vezir, emîr gibi kimseler olurdu. (Bkz. Mahkeme)
İslâm Muhakeme Usûlü
Hazret-i Ömer’in, Basra vali ve kadısı olan Ebû Mûse’l-Eş’ârî’ye gönderdiği, İslâm muhakeme usûlünü de
tarif eden mektubu:
“Kaza (davaları halletmek), değiştirmesi ve bozulması caiz olmayan bir farizadır ve uyulması icabeden bir
sünnettir. Bir hadise hakkında sana baş vurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle (anla), bir hak ikrar ve
itiraf edilince, hükme bağla. Verdiğin hükmü yerine getir. Çünkü, infaz edilmiyecek olan hakkın sadece
sb’ylenmesi fayda vermez. Meclisinde, adalet huzurunda insanları eşit tut. Ta ki, mevki sahipleri senden
tarafgirlik umidine düşmesinler, zayıf olanlar da adaletinden me’yus, kalben kirık olmasınlar.
Beyyine (delil) ve şahid getirme davacıya, yemin etmek de davayı inkaredene aittir. Yani davacı Şahid
bulamazsa, isteği üzere, davalıya yemin tevcih edilir. Müslümanların arasında sulh yapılması caizdir. Ancak
harami helal, helali haram kılacak bir sulh caiz değildir. Dunku gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine
müracatla, haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin. Yani ictihadın
değişerek evvelce vermiş olduğun bir hükümde isabetsizliğine kani olursan, o hükmün, benzeri bir hadise
hakkında yeni ictihadına göre hüküm vermene mani olmasın. Çünkü hak kadimdir. Hakka dönmek, batılda
sebat etmekten hayırlıdır.
Kalbini çalıştrıp hükümlerini Kur’an’da, sünnette bulamadım mes’eleler hakkında güzelce imal-i fikr et
(düşün), sonra bu gibi Şeylerin benzerini bul, bunları birbiriyle kıyas et. Bunlardan Hak teâlâya daha
sevimli, daha yakın ve hakka, dogruya daha benzer olam seç. Davacıya, (beyyinesini, delilini ikame edecek
kadar) bir muhlet ver. Bu müddet içinde beyyinesini izhar ederse, hakkını alır; edemezse aleyhine hüküm
verilmesi icab eder. Böyle bir muhlet verilmesi, mazerethususunda, pek beliğ ve şüphenin izalesi için de
pek açık bir esastır.
Bütün müslümanlar, birbiri hakkında adildirler. Kazfden (bir müslümana iftiradan dolayı) hakkında had
cezasi tatbik edilmiş olan, yahut yelilikveya akrabalık sebebiyle kendisinde menfeati celb (çeken), mazarrati
(zararları) def töhmeti bulunan, veya yalan yere Şahidlikte bulundukları tecrube ile anlaşılan kimseler
müstesna, bunlardan başkasının Şehadetleri kabul olunur. Çünkü Hak teâlâ, sizin gizli işlerinizden
yüzçevirmiş, beyyineler sebebi ile sizden mes’ûliyeti kaldırmıştır. Yani insanların gizli şeylerini araştırıp
ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağımz şey, beyyinelere, delillere göre hüküm
vermektir. Dunyevi hükümler, zahire, görünene göredir. Bunlarda gizlilik, açık olanlara tabidir. Uhrevi
hükümterde ise gizliler asıldır, görünenler, gizli olanlara tabidir.
Muhakeme esnasında, insanlara, kızmaktan, sabırsızlıktan, kalb ızdırabından ve muteezzi olmaktan
(üzülmekten) hazer et (kaçın)! Yani muhakemeyi sabır ile, teenni ile yürüt. Çünkü Allahü teâlâ, kaza
işlerinde doğrulukla hükmedenleri mükafatlandırır, amellerini güzel yapar. Her kim niyetini kendisi ile
Allahü teâlâ arasında halls kılarsa, Hak teâlâ onun, kendisiyle insanlar arasında işlerine kifayet eder, yani
onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye maruz kalmaz. Herhangi bir kimse, mesela hakim,
hilafimını Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; yani kendisinde gerçekten bulunmayan bir faziletle, insanlara
karşı süslenecek olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rusva eder. Çünkü Allahü teâlâ, ibadetlerden,
ancak halisane olanları kabul eder. Diğerlerini etmez.
Hak teâlânın dünyada vereceğinzfr ve rahmetinden, hazînelerinden ihsan buyuracağı mükafat hakkında ne
düşünüyorsun? (Yani bunun derecesi sonsuzdur.) Ona göre hareket et. Hükmünde hakdan ayrılma,
mükafâtını cenab-ı Hak’dan bekle!”
1) Ahkam-i Sultâniye (Ebu Ya’la, Mısır 1958);sh. 57
2) Ahkam-i Sultâniye (Mâverdi, Mısır 1966); sh. 65
3) Medeniyet-i İslâmiyye Târihi; cild-1, sh. 217
4) El-Hadarat-ul-İslâmiyye fil-karn-il-râbi-il-hicri (Adam Mez, Kâhire 1957); cild-1 sh. 378
5) İslâm Hukuku (Sava Paşa, Ankara 1955-1956); sh. 10
6) Bedâyi-us-sanâyi; cild-7, sh. 9
7) Mebsut; cild-16, sh. 60
AFŞİN (Haydar bin Kâvus)
Türk asıllı Abbasî kumandanı. Asıl adı Haydar olup, babasının adı Kavus idi. Dedesi Orta Asya’da
Usrusana bölgesi Türk hânedanından Han Kara’dır. Usrusana’da doğup büyüyen Afşin, çevresi ile
anlaşmazlığa düşerek, Bağdad’a geldi. İslamiyet’i kabul ederek Abbasî halîfesinin hizmetine girdi ve
Haydar ismini aldı. Ailesi mensuplarına verilen. El-Afşin ve Busr’ül-Afşin ünvanlarıyla meşhûr oldu.
Anadolu’ya yapılan akınlara katıldı. İslamiyet’in yayılmasına çok hizmet etti.
Afşin yani Haydar bin Kavus, hükümdar sulalesi olan ailesi ile arasında çıkan anlaşmazlık yüzünden, 819
(H. 204) yılından sonra tarih sahnesine çıktı. O sıralar ailesi müslüman değildi. Babası hükümdar idi. Afşin,
babasının saryında vazifeli yüksek me’mûrlardan birinin kızıyla, kardeşinin evlenmesine karşı çıktı. Bu,
ailesi ile arasının daha da açılmasına sebeb oldu. Kardeşinin kyınpederi ile münakaşa etti. Anlaşmazlık
artınca, Afşin taraftarları onu öldürdü. Afşin, bu hadiseden sonra, Huttel’e kaçtı. Babasıyla bansmak için
elçi gönderdi, fakat teklifi kabul edilmedi.
Afşin, Huttel’de sıkıntılı günler yaşadı. Babasıyla arasının açılmasına çok üzülmüştü. Diğer yandan,
yaradılıs itibari ile, ailesinin putperest inanglarını da bir türlü benimseyemiyordu. Nihayet o zaman, Abbasî
halîfeliğinin merkezi olan Bağdad’a gitmeye karar verdi ve müslüman oldu. Halîfe Me’mun’dan hüsn-i
kabul gördü. Afşin, Halîfe’ye Usrusana’nın İslâmlaşmasına yardım edeceğini söyledi. Bunun Cizerine
halîfe Me’mun, Usrusana’nın İslâm diyari haline getirilmesi için cihad ordusu hazırlattı. Me’mun 822-823
(H. 207) senesinde Ahmed bin Ebî Hâlid kumandasındaki halifelik ordusunu, Afşin’in rehberliğinde,
Türkistan’da Semerkand ile Fergana arasındaki Türklere meskûn bir bölge olan Usrusana’ya gönderdi.
Halîfelik ordusunun Usrusana’ya geldiğini gören halk, endişe içine düştü. Ancak Afşin’in babası ve kardeşi
müslüman olunca, halkın çoğu İslâmiyet’i kabul etti. İslâmiyet’in getirdiği yaşayıs şekli halk arasında hızla
yayılmaya başladı. Sonra Afşin’in babası ve kardeşi Bağdad’a geldi. Halîfe Me’mun’la görüştüler.
Halîfe Me’mun, Usrusana hükümdar ailesinin İslâm dînini kabullenerek, iman etmeleri üzerine, Afşin
(Haydar bin Kavus) ile Fazl ismini alan kardeşini bölgeye vazifeli olarak gönderdi. Babasının vefatından
sonra Haydar bin Kavus (Afşin), Usrusana valisi oldu. Bölgede İslâmiyet’in yayılmasına çok hizmet etti. Bu
hizmeti Halîfe Me’mun tarafından takdir edilerek, kendisine halîfelik ordusunda vazife verildi.
O sıralarda Türkler, Abbasî ordusunda daha yeni yeni vazife almaya başlamışlardı. Türklerin yaratılıstan
askerliğe uygun olması, kısa zamanda kumandanlık mevkline yükselmelerine sebeb oldu. Halife Me’mun,
iç karışıklıklarsebebiyle Mısır valisi olan kardeşi Mu’tasım’i, Türk kumandanlarından Afşin’i isyanların
bastırılmasına me’mûr etmesini bildirdi. Afşin, 830 (H. 215) senesinde Asaşi Mısır’daki Berka, el-Besarud,
el-Biyame ve el-Huf şehirlerindeki isyanları bastırmakla vazifelendirildi. Afşin’in kumandasındaki
ekseriyetini Türklerin teşkil ettiği halîfelik ordusu, isyan mahalline giderek, isyancıların elebaşısi Müslim
bin Nasr’i yakalatip, şehri asîlerden temizledi. Arkasından Kiptîler’in de katılmasıyla sayıları oldukça artan
el-Besarud ve el-Huf’taki asîler üzerine yürüdü. İsyam bastırarak bölgede sukûneti sağladı ve Kahıre’ye
döndü. Halîfe Me’mun’un 832 senesinde Mısır’a gelmesiyle, oncu kuvyetleri kumandam olarak vazife
yaptı. Mısır’daki isyanların bastmlmasında önemli roller oynadı. Asî ve bagîleri cezalandırarak, Halifelik
ordusundaki Türklerin îtibarını arttırdı. Me’mun’dan sonra, Mu’tasım’ın halife olmasım sağladı. Halîfe
Mu’tasım, Afşin’i kendisine yardımcı seçti. Halifelik ordusundaki Türklerin sayılarının artması üzerine,
835’de Samerra şehrini kurdu ve Türkler’i buraya yerleştirdi. Onların bütün ihtiyağları karşılandı. Afşin ve
maiyetine bir mahalle tahsis edildi.
Afşin, Mu’tasım zamanında da Abbasî halîfeliğine isyan eden siyasî ve dini maksadlı âsî ve bagîleri
cezalandırmak üzere vazifelendirildi. İran ve Azerbaycan’daki Hurremîye sapıkları, Babek’in başkanlığında
isyan etmişlerdi. 816 senesinden beri isyan halinde olan Babek Hurremî üzerine gönderilen kuvvetleri, arazi
şartlarından istifade etmek suretiyle hezîmete uğratarak, isyanını genişletiyor, taraftar topluyordu. Halîfe
Mu’tasım, askerî bilgi ve kudretinden emîn olduğu Afşin’i, 835 senesinde el-Cibal, Azerbaycan ve
Ermeniye bölgelerine vali tayin etti. Bölgedeki Babek Hurremî isyanını bastırmakla vazifelendirdi.
Halîfe’nin niyeti; yirmi seneden beri devam eden isyam bastırarak, devleti tehdid eden sapık inamslara ve
onların yapmış olduğu katliamlara son vermekti. Afşin, uç bölge valiliği selâhiyetiyle Berzend’e karargah
kurdu. Mücadeleye girişmeden önce, Berzend ile Bağdad arasındak: kalelere askeri kuwetler yerleştirerek,
merkez ile irtibatı en iyi şekilde sağladı; erzak ve zahîre yollarını da emniyete aldı. Bölgedeki posta
teşkilatını tekrar tanzim ederek, işler hale getirdi. Halîfelik merkeziyle muhaberati dört güne indirerek,
haberleşmeyi hızlandırdı. İstihbarat ve casusluk teşkilatını kurarak, Babek hakkında malumat topladı.
Halîfe, Babek mes’elesinin halli için, Afşin’e Boğa el-Kebîr idaresinde para ve zahîre gönderip,
maneviyâtlarını yükseltti. Afşin, kafilenin tecavuze uğrayabileceği ihtimaliyle tedbir aldı. Babek, kafileye
baskın yaptı fakat, Afşin’in yerinde tedbiri sayesinde mağlub oldu ve canını zor kurtardı. Afşin, 835 senesi
ilkbaharında harekete geçti. Babek’in bulunduğu el-Bazz’a ilerledi. Boğa el-Kebir’i de Hestadsar üzerine
gönderdi. Afşin, el-Bazz’a altı mil uzaklıktaki Dervez’e karargah kurdu. Fakat Boğa, Afşin’den habersiz el-
Bazz’a doğru harekete geçerek, şehre yaklaştı. Babek, fırsattan istifade ederek, taarruza geçti. Boğa,
Afşin’den yardım isteyince, Afşin, kardeşi Fazl kumandasında takviye kuwetler gönderdi. 836 (H. 222)
yazmda Babek’e karşı umumî bir hücûma geçildi. Afşin, kuvvetlerini iki kısma ayırdı. Birisinin başıda
kendisi, diğeri Boğa’nın kumandasında iki koldan el-Bazz’a hareket edildi. Çok şiddetli bir çarpışma oldu.
Boğa, Afşin’den habersiz karargaha döndü. Afşin, ertesi gün Babek’in karargahına hücûm etti. Külliyetli
mikdarda esir ve ganîmet ele geçirdi. Esirler arasında Babek’in haremi de vardı. Boğa, irtibatsız hareket
ettiğinden kayba uğramışsa da, Afşin’in emriyle Meraga’ya döndü. Kış mevsimi yaklaştığı için, kıt’alar
kışlaklara dağıtıldı. Afşin, kışı Berzend’de geçirdi. Halife, ilkbaharda takviye kuvvetleri, zahire ve para
gönderdi. Afşin, takviye kuvvetlerle güçlenip, karargahını el-Bazz’a daha yakın bir yer olan Kelanruz’a
kurdu. Babek, sonunun geldiğini hissetmeye başladı. Karşı taarruza geçerek Azin kumandasında kuvvetler
gönderdi. Afşin, Azîn’i hezimete uğrattı, fakat Azîn bir kısım kuvvetiyle kaçtı. Afşin, bu isyanları
bastırmada kısa mesafeler kat ederek ilerlemeyi esas aldı. Bunun için 837 kışında karargahını el-Bazz
önünde kurdu. Ordusunu muhtelif kısımlara ayırarak, her birinin başına itimad ettiği kumandanları getirdi.
El-Bazz’i şiddetli muhasara altına aldı. İki ordu arasında bir vadinin bulunması ve etrafın sık ormanlarla
kaplı olması Babek’e çok müsait bir müdafaa imkanı verdiğinden, anî hücûma geçmedi. Çünkü Babek’in
pusuda bekleyen kuvvetlerinden haberdardı. Babek’in arazi şartlarına hakim olduğunu biliyor, ona göre
tedbirli hareket ediyordu. Afşin, umumi büyük taarruz için kumandanlarına şehrin etrafında muhtelif
hedefler tayin etti. Beşir el-Türkî emrindeki kuvvetleri de şehrin karşı tarafında mevzi almış olan Azin’in
üzerine gönderdi. Beşir, anî bir hücûmla Azîn’i mağlub etti. Şehri sıkıştırmaya başladı. Babek bu durum
karşısında, Şartlı barış teklifinde bulundu ve sulhun halîfe tarafından tasdikini istedi. Maksadı zaman
kazanmaktı. Afşin, harbin durması için haber gönderirken, Beşir kumandasındaki Ferganalı Türklerden
meydana gelen askerlerin şehre girdiğini öğrendi. Halîfelik ordusu umumî hücûma geçerek, el-Bazz’a girdi.
Şehirde üç gün süren şiddetli sokak harbleri başladı. Babek’in sapıklık merkezi ve isret sarayı tamamen
yakıldı. Bizans tarafına kaçan Babek takib edilerek, Ermeniye’de yakalandı. İslâm alemini kana bulayıp,
pek çok kimsenin sapıtmasına sebeb olan Babek, Samerra’ya götürüldü ve Ocak 838 tarihinde îdam edildi.
Afşin, başta halîfenin oğlu Vasik olmak üzere, bütün devlet ricali tarafından Samerra’da büyük bir
merasimle karşılandı. Babek mes’elesinin halli, İslâm aleminde umumî bir sevinç kaynağı oldu. Devrin
meşhûr şairleri Afşin’i medh eden kasideler yazdılar. Halîfe Mu’tasım da, Afşin’i murassa, tac, hil’at ve
kulliyatli mikdarda para ile mükafatlandırarak, Sind valiliğine tayin etti. Büyük itibar kazanan Afşin’in
halîfelik ordusundaki kumandanlık mevkîi birinci dereceye yükseldi.
Halîfelik ordusunun Babek isyanıyla meşguliyetinden faydalanan Bizanslılar, İslâm alemine karşı taarruza
geçmişlerdi. Bizans imparatoru Theophilos’un Malatya ve diğer İslâm şehirlerini yağmalayarak
Viranşehir’e kadar gelmesi üzerine, Halîfe Mu’tasım seferberlik ilan etti ve Hıristiyan Psikoposluk merkezi
olan bugün Emirdağ yakınlarındaki Amorion üzerine sefere çıktı. Halîfenin emri üzerine, sefere katılmak
için hazlığını tamamlayan Afşin’in kumandasında on bin kadar Türk askeri vardı. Suruh’tan hareket eden
Afşin, Bizans topraklarına girerek Anadolu içlerinde ilerledi. Halîfenin kuvvetleri ile Ankara’da birleşmeyi
düşünüyordu. İslâm ordularını durdurmak için harekete geçen Bizans imparatoru, Kazova’da Afşin’in
karşısına çıktı. Afşin, Türk’ün şecaat ve muhariplişini, İslâm’ın gaza ruhuyla birleştirip destanlaşan bir
mücadeleye girişti. Bizans ordusu saflarındaki Rum ve Ermeni kuvvetleri hücûma dayanamıyarak geri
çekildiler. İslâm askerinin şiddetli taarruzunda; “Allah! Allah!...” sadaları, at kişnemeleri, kılıç sakirtiları ve
okların ıslık galarak göklere yükselmesi muharebeye bambaşka bir renk katiyordu. Afşin’in sapık Babek
Hurremî ile mücadelesinden istifade ederek, İslâm ülkelerine saldıran Bizans ve diğer hıristiyan
milletlerden meydana gelen kuvvetler kuşatıldı. Yağan yağmur ve karanlıktan istifade eden Bizans kayseri
Theophilos ve ordusu, savaşı ve ağırlıklarını bırakarak gece karanlığında İstanbul’a kaçtı, Afşin, Halife ile
Ankara’da buluştu. Ordu tekrar tanzim edildi. Afşin, sağ kanat kumandanlığına getirildi. 1 Ağustos 838’de
Amorion muhasaraya alındı. Halîfe, kumandanları arasında şehrin etrafmi çeviren suru taksim etti. Her
birinin hücûm edeceği kısmı gösterdi. Şiddetli taarruzlar yapıldı. Afşin, on iki gün devam eden muhasarada
üstün başarılar gösterdi. 12 Ağustos günü şehre girildi. Pek çok ganîmet alındı. Afşin, Anadolu ortalarına
kadar geldi. Bölgenin İslâmlaşmasına hizmet etti. Selçuklu sultanlarından, büyük İslâm kahramanı Anadolu
fatihi Alb Arslan’ın kumandanlarından adasi Afşin de atasının yolunda olduğunu gösterip, üç aşır sonra
1068 (H. 461) Amuriyye’yi (Amorion) tekrar feth ederek, bölgeyi Türk yurdu yaptı. Selçuklu sultanına
kıymetli bilgiler göndererek Anadolu’nun fethine davet etti. Afşin, Amuriyye seferinden sonra Sind
valiliğine devam etti. Halîfe Me’mun ve Mu’tasım devirlerrinde askerî muvaffakiyetler kazandı. Başta
halife olmak üzere, devlet erkanı, ahali ve askerler arasında itibarı arttı. Bazı şikayetler üzerine 840 (H. 226)
senesinde mahkemeye verildi. Mahkemede isnadları zekice cevaplandırdı. Uyun’da bir yıla yakın hapis
yattı. Hapis hayatı onu manen ve maddeten yıprattı. 841 (H. 227) senesinin ilkbaharında hapishanede vefat
etti.
1) Fütuh-ul-buldan; madde; 1005
2) El-Kamil; cild-6, sh. 315
3) El-İber; cild-3, sh. %68
4) Târih-ul-ümem vel-mülûk; cild-9. sh. 11, 111
5) Ahbar-ut-tival; sh. 401
6) A Short History of the Saracans; sh. 284
AFŞİN BEY (Bekçioğlu)
Selçuklu kumandanlarından. Doğumu, yetişmesi ve ölümü hakkında kaynaklarda çok az bilgiye
rastlanmaktadır. Ailesinden tanınan yalnız kendisidir. Horasanlı bir Türkmen ailesinden geldiği
bilinmektedir. Pehlivanlığı ile de tanınan Afşin Bey’in tarih sahnesine çıkışı, on birinci yüz yıl başlarında
Selçukluların Anadolu’ya yaptıkları büyük Malazgirt zaferinin on hazırlıkları mahiyetinde olan akınlarla
başlar. Selçuklu Türkleri, gönül verdikleri İslâm dinini yaymaya ve çoğalan nüfusa, yeni yerleşim yerleri
aramaya çalıştılar. Bu düşünceler içinde olan Selçuklu kumandanları, Anadolu’nun kilit noktalarını tesbit
ederek, akınlar tertiplediler. İşte Afşin Bey, tarih sahnesine bu fetih akınları ile çıktı ve meşhûr oldu.
Afşin Bey, 1016-1021 (H. 407-412) seneleri arasında Çaşn Bey kumandasında batıya yapılan seferlere
katıldı. Bu seferlerde, büyük başarılar elde edildi ve kuzeydoğu yönünde hudutlar aşılarak Van bölgesinde
hüküm süren Vaspuragan Krallığı topraklarına girildi. Vaspuraganlarla yapılan çetin muharebede düşmana
kesin ve büyük bir darbe vuruldu. Yenildikten sonra, bölgeyi terk eden Vaspuraganlılar, Orta Anadolu’ya
çekildiler.
Çağrı Bey komutasındaki Selçuklu akıncılarının Anadolu’ya yaptıkları ilk gaza ve kesif muharebelerinden
sonra, Afşin Bey uzun müddet gazalardan uzak kaldıysa da, tekrar Selçukluların meşhûr kumandanlarından
biri olan Gumüş Tiğin’in hizmetine girdi. 1064 (H. 457) yılında Gümüş Tiğin ile Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgesinde fetihlere başladılar. Harran (Urfa), Rakka ve Surug bölgesine hakim oldular. Ardından
Bizans uğlarına yöneldiler. Fırat nehrini geçip, Hısn-ı Mansur denilen Adıyaman bölgesi üzerine harekete
geçtiler. Afşin’in de dahil olduğu bu seferi, Urfa dükasi Aruantones (Arvantos), durdurmak istediyse de,
Türklerin yiğitlik, alplik, mertlik, cesaret ve muharipliğinin yanısıra, İslâm’ın cihad ruhu ve emri ile hareket
etmeleri, Rumları muthis bir bozguna uğrattı. Kumandanları Arvantos’la birlikte pek çok esir alındı. Bölge,
Türklerin fethine açıldı ve düşmanın mukavemeti kırıldı. Afşin Bey, bu muharebelerden sonra,
Selçukluların ilk fethedip aldıkları ve hareket merkezi yaptıkları Ahlat’a döndü. Ahlat’ta Gümüs Tiğin ile
arası açıldı. Gumüş Tiğin munazaada ölünce, Afşin Bey, Türkmenlerin başına geçti. Alb Arslan tarafından
cezalandırılma ihtimaline karşı, beraberindeki Türkmenler ile batıya gitti. Fırat’ı geçerek Toroslara geldi.
Çukurova’nın kuzeyindeki Amanos dağları arasındaki Karadag’da karargah kurdu. Bölge üç olarak
kullanılmaya çok müsaid olduğundan, hemen akınlara başladı. 1066 (H. 459) senesinin yaz mevsiminde
Afşin Bey, Bizanslıların hakimiyetindeki Deluk (Duluk), Ra’bon, Artoh ve Keysum kalelerini fethedip,
bölgeye hakim oldu.
Akınlara hızla devam eden ve karşısına çıkan engelleri asan Afşin, Antalya Dükalığı sınırlarına girdi ve
karşı koymak isteyenleri cezalandırdı. Ayrıca pek çok ganîmet ve esir alındı.
Gönlü cihad aşkı ile yanıp tutuşan ve Allahü teâlanın dînini duyurmak için çalışan Afşin Bey, daha da
güneye inerek, Bizanslıların Ortadoğudaki en büyük üstlerinden biri olan Antakya’ya girdi ve şehri zaptetti.
Pek çok esir ve ganîmet alındı; Gaziantep, Halep ve Antakya bölgesinde uğranmadık yer bırakmadı.
Büyük Selçuklu sultanı Sultan Alb Arslan, Afşin Bey’in bu zafer ve fetihlerini haber alınca, onu affetti. Alb
Arslan tarafından taltif edilen ve Selçuklu’ya hizmet aşkı ile yanıp tutuşan Afşin, tekrar akınlara başladı.
Türkler’in Anadolu’daki ilerleyisinden endişelenen Bizanslılar, akınları durdurmak için faaliyete geçtiler. O
sırada Bizans kayseri Konstantin Dukas, şark (Doğu) orduları kumandanlığına Nikephores Bataniales’i
tayin etti. Bizanslı kumandan, ilk iş olarak güney ve doğu sinırlarında kale komutanları arasında ortaya
çıkan mücadeleyi kaldırdı. Surları tamir ettirdi ve müdafaa için gerekli tedbirleri aldı. Afşin, Bizanslıların
bu tedbirlerine karşı, içinde kahramanca çarpışan asker bulunmadıkça, tas yığınlarından ibaret olan kale ve
surların, askerlerine mukavemet edemiyeceğini göstermek gayesiyle, tahkim edilen kaleler üzerine sefere
çıktı. Bunlardan; Sivas, Divriği, Malatya ve diğer kaleler üzerine yürüdü. Bizans ordusunun Malatya’da
toplandığını haber alınca, hızla praya hareket etti. Bizanslılar, Afşin Bey kumandasındaki akıncılara
mukavemet edemediler; orduları bozuldu, can havliyle Malatya kalesine kaçtılar. Bu başarı ile Bizans
taarruzu kirildi. Afşin Bey, ileri hareketlerine devam ederek Kızılırmak vâdisinden Kayseri’ye doğru
ilerledi. Amuriyye’yi, El-Afşin Haydar bin Kavus’tan üç asır sonra, 1068 (H. 461) yılında fethetti.
Selçuklu akıncı kuvvetlerinin Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde giriştikleri akınlar, 1069 (H. 462) senesinde
de görüldü. Bu kuvvetlerin başıda Afşin Bey’in yanısıra, Sunduk, Ahmed Türkmen et-Türkî, Demlegoğlu
Muhammed ve Duduoğlu gibi meşhûr Türkmen beyleri bulunuyordu. Bizans imparatoru Romanos
Diogenes, akınları durdurmak için Anadolu’ya kuvvet göndercliyse de, Bizanlılar yenilmekten
kurtulamadılar, Bunun üzerine İmparator büyük birordu hazırlayarak sefere çıktı. Kayseri yöresine geldi.
Selçuklu kuvvetlerini geri çekilmek zorunda bırakıp, Firat ırmağma kadar ilerledi. Daha sonra Selçuklu
kuvvetlerinin, başta Konya ve Karaman olmak üzere bir çok şehir ve kaleleri muhasara ettiklerini haber alan
imparator, ileri harekatından vaz geçerek akıncıların dönüş yollarını kesmek için Sivas üzerinden
Kayseri’ye ulaştı. Bütün bu tedbirlere rağmen Selçuklu akıncıları, Toros dağlarını asarak, hareket üsleri
olan Haleb’e varmayı başardılar.
Bizans imparatoru Romanos Diogenes’in giriştiği karşı hareketlere rağmen, Anadolu’ya yöneltilen Selçuklu
akınları git gide artıyordu. İmparator, akınları durdurmak gayesiyle 1070 (H. 463) yılında, yeni bir sefere
çıkmak üzere hazırlık yaptı. Fakat sarayın basktsi buna mani oldu. Bunun üzerine, Manuel Kamnenos’u
kuvvetli bir orduyla Anadolu’ya gönderdi.
Bu zamanda büyük kumandan Sultan Alb Arslan ile enistesi Erbaşkan’ın arası açıldı ve Erbaşkan,
Yavekiye’den çapulcu bir grubun başına geçerek, Bizans imparatoruna sığınmak için kaçarak, Derbend’e
kadar geldi. O zamanlar hisar olan Derbend, Maria adlı bir kadının idaresinde idi. Erbaşkan kadına haber
göndererek hisardan geçip İstanbul’a gitmek istediğini bildirdi. Kadın izin vermeyip, Erbaşkan’a muhalefet
ederek, düşmanca tavır aldı. Neticede savaş hazırlıklarına başlandı. Hadiseleri duyan Bizans imparatoru,
Erbaşkan’ın savaşa geldiğini sanarak üzerine Mihail komutasında bir ordu gönderdi. Erbaşkan, Bizans
komutanına savaş için gelmediğini, muradının Alb Arslan’ın vereceği cezadan kaçarak iltica olduğunu
bildirdi. Mihail inanmayıp; “Yalan söylüyorsun, hîle yapıyorsun. Muradın bize sığınmak olsaydı; ülkemizi
yağmalamaz, yakıp-yıkıp zarar vermezdin” diye cevap gönderdi. Erbaşkan bütün ısrarlarına rağmen,
Mihail’i inandıramadı ve savaşa başladılar. Mihail yenilerek esir alındı ve zincire vuruldu.
Öte yandan Alb Arslan, Afşin Bey’i Erbaşkan’ı takib için vazifelendirdi. Anadolu’yü iyi bilen Afşin,
akıncılarını toplayarak hızla Derbend’e hareket etti. Afşin’in üzerlerine geldiğini duyan Erbaşkan, Mihail ile
anlaşarak İstanbul’a kaçtı. Afşin Bey takibe devamla, Boğaziği’ne kadar geldi ve Oskudar’da karargah
kurdu. Bizans imparatoru Romanos’a haber göndererek Erbaşkan’ı iade etmesini, bu takdirde sulh
olacağını, iade edilmezse Sultan’ın düşmanını korumak suretiyle muhalefetetmiş bulunacağini, Erbaşkan’ın
dost sanılmamasını, Bizans ülkesini onun yağma ettiğini ve Sultan ile yapılan sözleşmeden dönülmemesini,
ancak böyle bir davranışın yerinde olacağını bildirdi. İmparator Romanes cevap gönderip; “Bütün dediğiniz
doğrudur. Fakat bize siğmanı veremeyiz” dedi. Afşin Bey, bu cevab üzerine geri döndü ve Rum beldelerine
akınlar yaparak Derbend’e vardı. Kışı orada geçirdi. Baharın gelmesiyle yeniden akınlara başladı ve Ahlat
vilayetine ulaştı. Buradan Haleb’deki Sultan Alb Arslan’a gönderdiği rapor mahiyetindeki arz mektubunda;
“İşte Rum (Bizans) ülkelerine gaza edip, büyük bir ganîmet ile döndüm. Rumlar bizimle harb edecek
kudrette değildir” şeklinde bir ifade kullanarak, zaferlerini bildirirken, Sultan Alb Arslan’a fetih müjdelerini
veriyordu. Afşin, Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşma faaliyetlerini kesinleştiren ve Anadolu’yu bir Türk
yurdu yapan büyük Malazgirt zaferine de katıldı.
26 Ağustos 1071 (H. 464)’de Cum’a namazından sonra Sultan Alb Arslan secdeye kapandı; “Ya Rabb”i!
Sen! kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümu yere sürüyor ve senin dinin uğrunda cihad
yapmaya niyetediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir. Bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahr
et!” diye niyazda bulunduktan sonra, askerlerine; “Burada Allahü teâlâdan başka bir sultan yoktur. Emir ve
hüküm tamamen O’nundur. Böylece benimle birlikte harb edip, etmemekte serbestsiniz” dedi. Bunu işiten
ordu, emrine itaate can-u gönülden hazır olduğunu bildirdi. Alb Arslan’ın kumandanlarından olan Afşin
Bey’in bu zaferde büyük hizmetleri oldu.
Anadolu gazalarında söhret kazanıp, buranın Türk yurdu olmasına, İslâmlaşmasına hizmet eden Afşin Bey,
Sultan Alb Arslan’dan sonra Melik Şah’ın maiyetine girdi. 1075 (H. 468) de Anadolu’dan Haleb’e gitti.
Oradaki asîlerin cezalandırılmasında vazife aldı. Afsln Bey’in bundan sonraki hayatı hakkında kaynaklarda
fazla bilgi bulunmamaktadır. Şurası muhakkaktır ki, o, bütün güç, kabiliyet ve dehasıyla Anadolu’nun
müslüman Türklere vatan yapılmasında, büyük Sultan Alb Arslan’ın maiyetinde çalışan bir alperendir. Bu,
daha sonra Türk edebiyatında, gaza ve cihad aşkı ile dolu bir tipin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur.
1) Ravdat-us-safâ; cild-4, sh. 73
2) El-Kâmil; cild-10, sh. 144
3) Zeylu Târihi Dimeşk (İbn-i Kalanisi, Beyrut 1908); sh. 92
4) Mir’at-üz-zeman (Ali Sevim neşri, Ankara); sh. 122
5) A’lâk-ul-hatira (İbn-i Şeddad, Şam 1953); sh. 95
6) El-Muntazam; cild-7, sh. 254
7) Anonim Selçuk-nâme; sh. 8
8) Ahbar-ud-devlet-is-Selçukiyye; sh. 35
9) Zubdet-ül-Haleb; cild-2, sh. 11
10) Ikd-ül-Cümân; cild-21, V. 172
11) Ebu’l-Ferec Târihi; sh. 217
AĞLEBÎLER DEVLETİ
Tunus’da İbrahim bin Ağleb tarafından kurulan devlet. Zap bölgesi vecivarını idare eden İbrahim bin
Ağleb, Halîfe Harun-ur-Reşîd’e müracaat ederek Kuzey Afrika valiliğinin ailesine verilmesi halinde, her
sene Bağdad’a kırk bin dinar vergi ödeyeceğini bildirdi. Herseme bin A’yan’ın da tavsiyeleriyle 800 (H.
184) senesinde Halîfe Harun-ur-Reşîd, İbrahim bin Ağleb’i Kuzey Afrika’ya vali tayin etti.
İbrahim bin Ağleb, ileri görüslü, cesur ve çok zekî idi. Mısır alimlerinin büyüklerinden olan Leys bin Sa’d,
İbrahim bin Ağleb hakkında; “Bu genç, ilerde önerhli bir kişi olacaktır” buyurmuştu. İbrahim bin Ağleb,
vali olunca, bölgedeki isyanları bastırarak duruma hakim oldu. 801 (H. 185) senesinde Kayrevan
yakınlarında Abbasiyye şehrini kurdu ve hükûmet merkezini buraya nakletti. İsmen halifeye bağlı olmakla
beraber, müstakil bir devlet başkanı gibi hareket etti. Böylece Ağlebiler Devleti kurulmuş oldu.
Bölgedeki isyanlar bir süre sonra tekrar başladı. Tunus’da Bedevî asıllı Hamdis ayaklandı. İbrahim bin
Ağleb, isyana karşı imran bin Mahled komutasında büyük bir ordu gönderdi. İsyan bastırılarak asilerin çoğu
öldürüldü. İmran bin Mahled, Tunus’un üç kısımlarında etrafına büyük bir kitle toplayan si? İdris bin İdris
üzerine yürümek istediyse de, İbrahim bin Ağleb mani oldu. İdris bin İdris’in yanına toplananları dağıtmak
için hileye başvurdu. İdris’e bağlı olan Behlül bin Abdulvahid’i çeşitli hediyelerle kendine bağladı. Bir süre
sonra Behlül bin Abdulvahid, İbrahim Din Ağleb’in emrine girince, İdris’in etrafında toplananlar
kendiliğinden dağıldı.
Ordusunun komutanı olan imran bin Mahled, aynı zamanda İbrahim bin Ağleb’in en yakın arkadaşı idi,
Böyle olmasına rağmen araları açıldı ve etrafına topladığı askerlerle İbrahim bin Ağleb’e saldırdı. Kayrevan
ve Afrikiyye’nin halkı İmran bin Mahled tarafını tuttular. Aralarındaki savaş bir yıl kadar sürdü. Harun-ur-
Resid durumu öğrenince, İbrahim bin Ağleb’e, askere dağıtmak için çok mikdarda mal gönderdi. İbrahim
bin Ağleb, mallar gelince; “Emîr-ül-mü’minîn askeri olanlar gelip, hediyelerini alsınlar” diye îlan etti.
Bunun üzerine askerleri İmran’ı terkettiler. Bundan istifade eden İbrahim bin Ağleb’in askerleri, imran’ın
üzerine saldırdılar. İmran’ın ordusu dağıldı. İmran, Zab şehrine yerleşti ve İbrahim ölünceye kadar burada
kaldı.
İmran’ın yenilmesi ile, Tunus’ta fitne ve karışıklık sona erdi. Halk, güven içinde yaşamaya başladı. Bu
durum 812 (H. 196) senesi Haziran ayında vefat eden İbrahim bin Ağleb’in valiliği süresince devam etti.
İbrahim bin Ağleb’in saltanatı on iki yıl dört ay on gün sürdü. İbrahim bin Ağleb, fıkıh alimi, edlb, hitabeti
kuvvetli, ihtiyatlı, harb tekniklerini çok iyi bilen, halkına şefkatli, sözüne sadık ve adil bir kişi idi. Tunus,
onun devrinde en rahat günlerini yaşadı.
İbrahim bin Ağleb’in vefatından sonra vasiyeti üzerine oğlu Ebu’l-Abbas Abdullah, Birinci Abdullah
ünvanıyla tahta geçti. Birinci Abdullah yakınlarına bile kötü davranan birisiydi. Halkı, ağır vergilerle
eziyordu. Bir grup ulema, Birinci Abdullah’ın huzuruna gidip, dinî konularda ve müslümanların hakları
hususunda nasihat verdiler ise de, dinlemeyip onlarla alay etti. Bunun üzerine alimler, çorak bir arazide iki
rek’at namaz kılıp, Birinci Abdullah’ın müslümanlar üzerindeki zulmünün kalkması ve insanların ondan
kurtulmaları için Allahü teâlâya niyazda bulundular. Altı gün sonra, kulagının arkasında çıkan yaradan
dolayı 816 (H. 201) senesinde oldu.
Beş sene iki ay saltanat süren Birinci Abdullah’ın yerine, kardeşi Birinci Ziyadetullah geçti. Saltanatının ilk
altı senesi rahat ve huzur yilları oldu. 822 (H. 207) senesinde kabile reislerinden Ziyad bin Sehl, buna karşı
ayaklandı ise de kısa sürede bertaraf edildi. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra da, Mensur bin Nusayr
baş kaldırdı. Birinci Ziyadetullah ona karşı Muhammed bin Hamza komutasında bir ordu gönderdi.
Muhammed bin Hamza, isyanı bastırdı ve bir çok şehri ele geçirdi.
Agabeyi gibi zalim olan Ziyadetullah’dan halk nefret ediyordu. Zamanında Mensur, Kayrevan üzerine
yürüyerek şehri kuşattı. Ziyadetullah bir çok cephede onunla savaşmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet 824
(H. 209) senesi Eylül ayında Mensur’u mağlub etti. Kağan Mensur’u takib için kardeşinin oğlunu bir ordu
ile gönderdiyse de bu ordu yenildi. Mensur tekrar Kayrevan’ı kuşattı. Ziyadetullah zor durumda kaldı.
Mensur’u 826 (H. 211) yılında kendi adamlarından Amir bin Naft öldürdü. Bunun üzerine; Ağlebîler
Devleti’ni, yıkılma durumuna getiren ayaklanmalar bir süre daha devam edip 828 (H. 213) senesinde sona
erdi.
O zamanda Sicilya komutanlarından Euphemius, bir mes’ele yüzünden Sicilya’dan kaçıp Ziyadetullah’a
sığındı ve Sicilya’nın kolayca fethedilebileceğini anlattı. Bunun üzerine Ziyadetullah, yüz gemiden
meydana gelen bir donanma hazırlattı ve Esed bin Furat’ı donanmaya komutan tayin etti. Donanma,
Sicilya’ya vardı. Karada yapılan savaşlarda hıristiyanlar büyük bir hezimete uğradı. Komutanları Esed bin
Furat ölünce müslümanlar Muhammed bin Ebu’l-Cevarî’yi komutan seçtiler. Mineo ve Girgente gibi bir
kaç kaleyi ellerine geçiren müslümanlar, Birinci Ziyadetullah’ın ölümüne kadar fetihlere devam ettiler.
Tunus’tan yardım gelmesine rağmen, adanın tamammi ele geçiremediler. Sicilya şehirleri Rumlarla
müslümanlar arasında el değiştiriyordu.
837 (H. 223) senesinde Birinci Ziyadetullah ölünce, yerine kardeşi Ebu Ikal geçti. Ebu Ikal, kardeşleri gibi
zulmü seçmedi. Me’mûrlarına bol maaş ve hediyeler vererek, halka muhtaç olmalarını önledi. İçki içmeyi
ve satışını yasakladı. Zamanında bazı Berberî kabileler ayaklandı ise de, bunlar, Îsâ bin Rey’an tarafından
bastırıldı. İki sene dokuz ay süren kısa bir saltanattan sonra, 841 (H. 226) senesinin Ocak ayında elli üç
yaşında iken vefat etti.
Ebu Ikal’ın vefatı üzerine, yerine Birinci Muhammed geçti. Devrinde bir çok hadiseler meydana geldi.
Kardeşi Ahmed, bir ordu ile Abbasiyye şehrine saldırdı. Vezir Ebu Abdullah Ali bin Humeyd’i oldurttu.
Birinci Muhammed’in askerleri ile kardeşi Ahmed’in adamları arasında şiddetli çarpışmalar başladı.
Ahmed’in adamları; “Biz Melik Muhammed’e karşı değiliz. Sizleri ve bizleri fakir bırakan Ali bin
Humeyd’e karşı ayaklandık” deyince, Meliğin askerleri savaşı bıraktılar. Melik Muhammed, kardeşini
huzuruna kabul etti. Munakasah geçen görüşmeden sonra, Melik ünvanını kullanmamak şartıyla devlet
idaresini kardeşi Ahmed’e bıraktı. Ahmed, istediğini vazifeden azl etti, istediğine çeşitli vazifeler verdi. 846
(H. 232) senesinde Melik Muhammed, kardeşini hapsettirdi. Daha sonra da doğuya sürdü.
Kardeşi Ahmed’in ayaklanması, sona ermeden Zab emiri Salim bin Galbun baş kaldırarak Kayrevan üzerine
yürüdü ve Melik Muhammed’in ordusuyla yaptığı muharebede öldürüldü. 846 (H. 234) senesinde ise Ömer
bin Suleym ayaklandı. 850 (H. 236) senesinde Ömer bin Suleym’in öldürülmesiyle, Ağlebîler Devleti’nde
bir rahatlık oldu. Melik Muhammed, on beş sene sekiz ay on iki gün saltanat sürdükten sonra, 856 (H. 242)
senesinde vefat etti.
Çok dindar olan Melik Muhammed, iyi huylu, güzel ahlâkli, cömert, adil ve şefkatli bir hükümdardı.
Halkına zulm etmekten çok sakınırdı. Ramazan geceleri sokaklarda dolaşır, hayvanlara yüklettiği para ve
malları fakirlere dağıtırdı.
Melik Birinci Muhammed’in yerine, oğlu Ahmed geçti. Melik Ahmed de babası gibi adil bir idareci idi.
Askerlerine bol ihsanlarda bulunurdu. Pekçok kale inşa ettirdi. Yedi yıl on ay on iki gün süren saltanatı
zamanında herhangi bir ayaklanma olmadı. 863 (H. 249) senesi Ocak ayının üçünde yirmi sekiz yaşında
vefat etti.
Melik Ahmed’in yerine kardeşi ikinci Ziyadetullah geçti. Melik İkinci Ziyadetullah da babası ve ağabeyinin
yolundan yürüdü. Saltanatı bir yıl altı gün sürdü. 864 (H. 250) senesi Aralık ayının yirmi dördünde vefat
etti. Yerine kardeşinin oğlu İkinci Muhammed gecti. Melik Muhammed ava çok düşkündü. Babası ve
amcası gibi o da halka çok iyi muamelede bulundu. 874 (H. 261) yılında vefat eden Melik ikinci
Muhammed’in on sene beş buçuk ay süren saltanat döneminde Sicilya’daki mücadeleye devam edildi.
Hükümdarlığı sırasında dört Abbasî halifesi değişti. Halffelerin hepsi onun hükümdarlığını tasdik ettiler.
Yerine oğlu Ebu Ikal geçti. Melik ikinci İbrahim, saltanatı, bir kaç günlük hükümdar olan yeğeni Ebu Ikal
bin Muhammed’in elinden zorla aldı. İkinci İbrahim, Tunus Ağlebî sultanlarının en çok saltanat süreni oldu.
877 (H. 263) senesinde Rakkade şehrini kurdu. Aynı yıl Saragossa feth edildi. Melik İbrahim, devlet
idaresinde adil ve ihtiyatlıydi. Tunus’ta emniyet ve asayişi sağladı. Pazartesi ve Perşembe günleri Kayrevan
Camii’nde mahkeme kurar, davacı ve davalıları sabırla dinler ve aralarında adaletle hüküm verirdi. İhsanı
bol olup, iyilik yapmayı çok severdi. Malının çoğunu sadaka olarak dağıttı. Yirmi sekiz yıl altı ay on iki gün
saltanat sürdükten sonra, 902 (H. 289) senesinde vefat etti.
Melik ikinci İbrahim’in ölümünden sonra yerine oğlu Abdullah Ebu’l-Abbas geçti. Melik Abdullah dokuz
ay on bir günlük kısa bir saltanattan sonra köleleri tarafından öldürüldü. Yerine, isyan etmek isteyip de
hapse attığı oğlu Üçüncü Ziyadetullah geçti.
Melik Üçüncü Ziyadetullah, Ağlebi sultanlarının sonuncusu oldu. Fatımî propagandacısı Ebu Abdullah eş-
Şüii, bu hükümdar zamanında bilhassa haricîler arasında faaliyetlerini arttırdı. Ebu Abdullah, Melik
Ziyadetullah’ın zevk ve sefaya dalmasını fırsat bilerek, sapık fikirlerini kısa zamanda yaydı ve bir çok şehri
ele geçirdi. Vezirlerin çoğu da onun fikirlerini benimseyince, 904 (H. 291) senesinde, Kayrevan’ın batısında
kalan bölgeler Fatımîlerin eline geçti. Sonunda Üçüncü Ziyadetullah, tahtını bırakıp Mısır’a kaçınca, bir asır
boyunca süren Ağlebî hükümdârlığı son buldu. Toprakları Fatımîlerin eline geçti.
1) Kâmûs-ul-a’lam; cild-2, sh. 998
2) Tarih-i Taberi
AHİDNAME
Andlaşma metni. İki devlet arasında sulh ve asayişle ve diğer işlerle ilgili hususların üzerine yazılıp
imzalanan, mühürlenen resmî kağıt, vesîka. Bu tabir, bir devletin kendi içinde çeşitli hususlarda tanzim
ettiği bir evrak için de kullanılır. Ahîd, Arabça bir kelime olup, söz vermek, bir işin yapılmasını üstüne
almak manasınadır. Name ise Farsça bir kelime olup mektup, bir taraftan diğer tarafa yazılıp gönderilen
resmî kağıt manasmadır. Osmanlılarda bu iki kelime name-i ahid tamlamasından gevrilerek ahidname
haline gelmiş ve “Ahîdname” tabiri ortaya çikmıştır. Arabça’da, müsaleha, müşhede kelimeleri ahidname
karşılığı kullanılmıştır. Ahîdnameler iki hükümdar arasında olduğu gibi iki kumandan arasında da yapılırdı.
Ahîdnameler asr-i saadetten beri yapılagelmiştir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın çeşitli
kabilelere verdiği ahidnameler vardır. Hulefa-i raşidinin de (r. anhüm) ahidnameleri vardır. Doğuda
hükümdarlık alameti olarak ahidname verilmesi çok eskidir. Abbasî halifelerinden Kaim bi-Emrillah,
Büyük Selçuklu Devleti sultanı Tuğrul Bey’e 1057 (H. 449) senesinde ahidname vermiştir. Halifeler,
sultanlara, hükümdârlara verdikleri ahidname gibi veliahdlarına da ahidname verirlerdi. Osmanlılar
zamanında da ahidnameler verilmiştir. Osmanlı sultanının verdiği ahidnameye Ahîdname-i hümayun
denilmiştir.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamm, müslümanların, hıristiyanlara ve yahudîlere yapmakla
mükellef oldukları muamele şeklini bildiren bir ahidnamesi şöyledir:
“Bu yazı, Abdullah oğlu Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün hıristiyanlara verdiği sözü
bildirmek için yazılmıştır. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak kendisini rahmet olarak gönderdiğini müjdelemiş,
insanları Allahü teâlânın azâbı ile korkutmuş, insanlar üzerindeki emâneti muhâfaza edici yapmıştır.
İşte bu Muhammed (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), bu yazıyı müslüman olmayan bütün kimselere
verdiği ahdi, sözü tevsik işin kaleme aldırdı. Her kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultan,
ister başkası olsun, Cenâb-ı Hakk’a karşı isyân, O’nun dini ile istihzâ etmiş sayılır ve Cenâb-ı
Hakk’in lanetine müstahak olur. Eğer hıristiyan bir rahib (papaz) veya bir seyyâh (turist) bir dağda,
bir derede veya cilltik bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibâdet için
perhiz yapıyorsa; kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle berâber, onlardan her türlü
teklifleri kaldırdım. Onlar, benim himâyem altındadır. Ben onları, başka hıristiyanlarla yaptığımız
ahdler mucibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden muaf tuttum. Cizye, harac
vermesinler veya kalbleri râzı olduğu kadar versinler. Onlara cebr etmeyin, zor kullanmayın.
Onların dinî reislerini makamlarından indirmeyin. Onları, ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın.
Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının, kiliselerinin hiç bir tarafını
yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp, müslüman mescidleri için kullanılmasın. Her ilim buna
riayet etmezse Allah’ın ve Resûlünün kelamını dinlememiş ve günaha girmiş olur. Ticâret yapmayan
ve ancak ibâdet ile meşgul olan kimselerden, her nerede olurlarsa olsunlar, cizye ve garâmet gibi
vergileri almayın. Denizde ve karada, şarkda ve garbda, onların borçlarını ben saklarım. Onlar
benim himâyem altındadır. Ben onlara emân verdim. Dağlarda yaşayıp ibâdet ile meşgul olanların
ekinlerinden harac ve uşr (ondalık) almayın. Ekinlerinden Beyt-ul-mâl (devlet hazînesi) için hisse
çıkartmayın. Çünkü, bunların zirâati, sırf nafakalarını te’min etmek için yapılmakta olup, kâr için
değildir. Cihâd için adam lâzım olursa, onlara baş vurmayın. Cizye (varlık vergisi) almak gerekirse,
ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mulkleri buhinursa bulunsun, yılda on iki
dirhemden daha fazla almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklif olunmaz. Kendileriyle bir müzdkere
yapmak icdb ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir. Onları dâimd merhamet
ve şefkat kanatları altında himaye ediniz! Nerede olursa olsun, bir müslüman erkekle evli olan
hıristiyankadınlara, fend muamele etmeyin. Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre
ibâdet etmelerine mâni olmayın. Her ilim ki, Allahü teâlânın bu emrine itâat etmez ve aksine hareket
ederse, Cenâb-ı Hakk’ın ve Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) emirlerine isyân etmiş
sayılacaktır. Bunlara hilise tâmirlerinde yardımcı olunacaktır. Bu ahidnâme (sözleşme) kıyamet
gününe kadar devâm edecek, dünya sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse bunun aksine
bir harekette bulunamayacaktır.”
Bu ahidname hicretin ikinci senesi, Muharrem ayının üçüncü günü, Medîne’de Mescid-i Seadet’te hazret-i
Ali’ye (radıyallahü teâlâ anh) yazdırılmıştır. Altındaki imzalar:
Muhammed bin Abdullah Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebu Bekr bin Ebî Kuhafe, Ömer bin
Hattab, Osman bin Affan, Ali bin Ebi Talib, Ebu Hüreyre, Abdullah bin Mes’ûd, Abbas bin Kays, Zeyd bin
Sabit, Haris bin Sabit, Zübeyr bin Avvam, Talha bin Abdullah, Sa’d bin Mu’az, Sa’d bin Ubade, Sabit bin
Kays Zeyd bin Sabit, Haris bin Sabit, Abdullah bin Ömer, Ammar bin Yasir (radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’in).
Hazret-i Ömer’in, ilya (Kudüs) şehri ahalisine verdiği emanı bildiren ahidname: “İsbu mektup,
müslümanların emiri Abdullah Ömer’in (r. anh), ilya ahalisine verdiği eman mektubudur ki; onların
varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ve diğer bütün milletler için yazılmıştır.
Şöyle ki:
Müslümanlar onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, mallarından bir habbe
(tanecik) bile almayacak dinlerini ve ibadet tarzlarını değiştirmeleri ve İslâm dinine girmeleri için
kendilerine karşı hiç bir zor kullanılmayacak. Hiç bir müslümandan en ufak bir zarar bile görmeyecekler.
Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları
üzerine eman verilecektir. şayet burada kalmak isterlerse tamamen te’minat altında olacaklar. Yalnız ilya
ahalisi kadar cizye (gelir vergisi) vereceklerdir. Eğer ilya halkından bazıları Rum halkı ile birlikte aile ve
malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibadet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere
kadar canları, dinleri, malları üzerine eman verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse
gitsinler, ekin biçme zamanma kadar, onlardan hiç bir vergi alınmayacaktır.
Allahü azimüşsanın ve Allah’ın Resûlu sallallahü aleyhi ve sellem hazretlerinin emirleri ve bütün İsfam
halifelerinin ve umum müslümanların verdiği sözler, isbu mektupda yazılı olduğu gibidir.”
İmzalar: Abdullah Ömer bin Hattab
Şahidler: Halid bin Velîd, Amr ibni’l-As, Abdurrahman bin Avf, Muaviye bin Ebî Süfyan.
Habîb bin Mesleme’nin Gürcistan ülkesi beldelerinden Tiflis ahalisine verdiği ahidnamesi: “Sizin,
çocuklarınız, ehliniz, mallarınız, kiliseleriniz, manastırlarınız ve mabedleriniz için bir te’minattır. Buna
karşılık küçülmüşlüğü kabullenerek cizye vereceksiniz. Her aileye bir dinar cizye vergisi düşer. Birden
fazla aileyi bir araya getirerek cizye vergisini azaltmaya hakkınız olmadığı gibi, bizim de, cizyeyi
çoğaltmak gayesiyle aynı aileyi parçalamaya hakkımız yoktur. Bizesadakatinizi esirgemiyeceksiniz ve
Allahü teâlânın, Resûlunun ve mü’minlerin düşmanlarına karşı, güçünüz yettiği kadar bize destek
olacaksiniz. Ayrıca müslüman misafiri bir gece iyilikle ve makul esaslar çerçevesinde ağırlamak ve ehli
kitabın helal yiyecek ve içeceklerinden ikramda bulunmak size zaran dokunmayacak şekilde yolcuya yol
göstermek ile mükellefsiniz. Eğer mü’minlerden biri yolunu şaşırırsa, onu en yakın mü’min ve müslüman
bir cemaate ulaştırmanız icab eder. Ki onlardan ayrı düşmesin. Eğer İslâm’ı kabul eder, namazı kılar ve
zekatı verirseniz, din kardeşlerimiz olursunuz. Her kim imandan, islâm’dan veya cizyeden kaçınırsa, o,
Allah’ın, Resûlünün ve mü’minlerin düşmanıdır; ondan yardımma siğınılan ancak Allahü teâlâdır. Eğer
müslümanların sizi korumaya mani olan bir meşgaleleri ortaya çıkar da düşmanlarınız sizi hezîmete
uğratırsa, bundan dolayı, sorumlu tutulmayacaksınız. Binaenaleyh müslümanlara ve mü’minlere döndükten
sonra, bu, (yani düşmana mağlub olup istemeyerek ona ram olmanız) ahdinizi ihlal etmiş sayılmayacaktır.
Leh ve aleyhinize olan (hak ve vazifeleriniz) bundan ibarettir. Buna Allahü teâlâ, melekleri, Resûlü ve
mü’minler şahiddir. Şahid olarak Allahü teâlâ yeter.”
Resûlullah’ın halifesi hazret-i Ebu Bekr’in, Ensar, Muhacir ve diğer müslümanlardan meydana gelen bir
orduyu kumandasına verip, dinden dönenler üzerine gönderdiği Halid bin Velîd’e (r. anh) ahidnamesi:
“Gizli ve açık her işinde Allahü teâlâdan kork. O’nun emirlerini yerine getirmekte büyük gayret göster.
Allahü teâlâdan vaz geçip, O’ndan başkasına yönelenlerle ve İslâm’dan dalalete, cehalete ve seytanın
isteklerine dönenlerle cihad et. Hangi ırktan olursaolsun, İslâmiyet’i kabul edenin, bu icabetini kabul et.
Gerek iyilikle gerekse kılıçla, İslâm’a davet edilen kimseye adaletle muamele et. Allahü teâlâya imana
davet olunan bir kimse bu daveti kabul ederse, ona asla zarar verme. Selman (r. anh), beraberinde
bulunanlara komutan olarak harb etsin.
Ey Halid! Takva üzere ol. Emrin altındakilere yumuşak davran. Çünkü maiyetinde bulunanlar, İslâmiyet’i
ilk kabul eden Muhacir ve Ensardan olup, Resûlullah’ın Eshab-ı kiramıdır. Karşılaştığın zorlukları onlarla
istişare et. Onlara muhalefet etme. Ordunun önünden öncü birlik gönder. Konakladığın yerlerin insanlarına
ikram ve ihsanlarda bulun. Her türlü hazırlığını tamamlamış olarak yola çık.
Sana en büyük tavsiyem, Yemame ehli hakkındadır. Onlarla muharebede çok dikkatli ol! Çünkü bana
ulaştığına göre onların hepsi dinden dönmüşler. Onların kayalık çöl bir memleketi vardır. Ordunla oraya git.
Umarım orada bulunan zayıflar hürmetine muzaffer olur, inşaallah onların memleketine girersin. Oraya
girince çok dikkatli ol. Onlarla karşılaşınca, onlar seninle hangi silahla harb ediyorlarsa, sen de onunla
muharebe et. Oka ok ile, mızrağa mızrak, kılıca kılıç ile mukabelede bulun. Yarın kıyamet gününde, beni
sıkıntıya düşürecek bir seyle karşıma çıkma. Benim bu nasihatimi iyi dinle. Ezan duymadığın bir
memlekete uğrama. Namaz kılanları öldürmekten sakın.
Ey Halid! Şunu iyi bi! ki, Allahü teâlâ senin içini de dişını da bilir. Orduna nasihat et. Onları kendilerine
faydasi olmayan şeylerden nehyet. Bu nasihatima uyarsanız, düşmanlarınıza karşı muzaffer olacağımzi
umanz. Allahü teâlânın bereketi ve yardımı ile git!”
1) Herkese Lâzım Olan İman; sh. 349, 350, 351
2) Cevâb Veremedi; sh. 25
3) Mecmu’â-i Münşeat-us-salatin; cild-1, sh. 30
4) Kitâbu’l-emval; No: 523
5) Fütuh-ul-büldân; sh. 238
6) Kitâb-ul-harâc
AHÎ EVREN
Anadolu’dan Ahîlik adlı esnaf teşkilatının kurucusu olan büyük alim. İsmi, Mahmud bin Ahmed el-Hoyi;
künyesi, Ebu’l-Hakayik ve lakabı, Nasiruddîn’dir. 1171 (H. 567) senesinde İran’ın batı Azerbaycan
taraflarında bulunan Hoy kasabasında doğdu. Bu kasabaya nisbetle Hoyî denilmiştir. 1262 (H. 660) da şehid
edildi.
Zamanının en büyük alimlerinden Fahreddîn-i Razî hazretlerinin derslerine devam ederek ceşitli ilim
dallarında zahiri ilimleri öğrenen Ahî Evren, diğer taraftan Ahmed Yesevi hazretlerinin talebelerinin
sohbetlerine devam ederek tasavvuf yolunun feyz ve bereketlerine kavuştu. Manevi olgunluklar ve yüksek
derecelere ulaştı. Tasavvuf yolunun büyüklerinden Şihabuddtn-i Suhreverdi hazretlerinin sohbetlerinde
bulundu. Bir hac yolculuğu esnasında evliyadan Evhaduddîn Hamid Kirmam (Kezman?) ile tanışıp, onun
talebeleri arasına katıldı ve vefatma kadar yanından ayrılmadı. Böylece, tefsîr, hadîs, fıkıh, kelam ve tıp
ilimlerinde derin alim, tasavvuf yolunda yüksek makam sahibi bir veli oldu.
Konya’daki Anadolu Selçuklu Devleti idarecileri arasında büyük nlifuz sahibi olup, Bağdad’a elçi olarak
gönderilmis olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin babası Mecduddîn İshak’ın daveti üzerine, Allahü
teâlânın rızası için, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve beraberliği aşılamak için Muhyiddîn ibni
Arab! ve hocası Evhaddüddîn’le birlikte Anadolu’ya gelen Ahî Evren, hocasının kızı Fatıma Bacı ile
evlendi. Mürşid-ulkifaye ve Yezdan-Şinaht adlı eserlerini Sultan Alauddîn Keykubad’a takdim etti.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, istikbalin büyük kelam ve tasavvuf alimi Sadreddin-i Konevî’yi yetiştirirken,
Ahî Evren de hocası ve kyınpederi, Evhaduddîn’le birlikte Anadolu şehirlerini dolaştı. Vazlarında,
hususiyle esnafa İslâmiyet’i anlatarak, dünya ve ahıret işlerini düzenli hale getirmeleri için nasihatlerde
bulundu. Dünya menfaati ve şahsî çıkar düşünmeden, sadece Allahü teâlânın rızası için; O’nun dîninin
öğrenilmesi, öğretilmesi, yaklaşan Moğol tehlikesine karşı müslümanların metanetinin artırılması ve
teşkîlatlandırılması için çalıştı. Öteden beri mevcud olan birlik ve kardeşliği kuvvetlendirdi. Hocasının
vefatından sonra yerine geçti ve vekili oldu. Kayseri’ye yerleşti. Debbağlık yapar, kendi elinin emeşi ile
geçimini te’min eder ve ahaliyi irşad etmekle meşgul olurdu.
Bir vahsî hayvan sürüsü misali saldıran insanları parçalayıp, şehirleri yıkarak gelen Moğollara karşı, halkın
şuurlanması ipin elinden gelen bütün gayreti gösterdi. Bilhassa san’at sahibi esnaf kimseler arasında Çok
sevildi. Her şehir ve kasabada teşkîlatlar kurdu. Ahîlik (kardeşlik) teşkilatı adı verilen ve bugünkü manada
esnaf teşkîlatı diyebileceğimiz bu kuruluşun mensupları, kısa zamanda bir çok şehir ve kasabada
teşkilatlandılar. Toplanıp sohbet edebilecekleri, birbirlerinin ilimlerinden faydalanacakları, gelen misafirleri
ağırlayabilecekleri dergahlar yaptılar.
Ahî Evren’in yetiştirdiği talebeler gittikleri yerlerde zaviyeler inşa ederek, bilhassa, esnafı bir çatı altında
toplayıp teşkîlatlandırmaya ve dışardan gelen misafirleri ağırlamaya başladılar. Zamanla Ahî Evren’in ve
talebelerinin sevenleri çoğaldı. Moğol tehlikesine karşı halkı uyandırmaya ve Moğol istilacılarının önünden
kaçıp gelen kimsesizleri barındırmak için, ellerinden gelen gayreti göstermeye çalıştılar. Kısa zamanda gaza
aşkı ile dolu, Allahü teâlânın rızası için cihada hazır bir toplumun yetişmesine sebeb oldular. Allahü
teâlânın emir ve yasaklarına riayet edip, takdirine razı olan bu mübarek insanlar, Anadolu’ya gelen
putperest Moğollar’a karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar.
Moğollarla mücadelede, devlet güçlerinin yetersiz kaldığı yerlerde, esnaftan milis kuvvetleri teşkil edip;
“Vatan sevgisi imandandır” hadîs-i şerîfine göre; vatanlarını, din ve namuslarını müdafa için çalıştılar.
Anadolu halkının zalim Moğol kuvvetleri karşısında, eriyip yok olmaması için gayret ettiler.
Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı meydana gelen bir hadise bahanesiyle, onun nüfuzundan rahatsız olan
bazı kimselerin şikayeti üzerine, Ahî Evren tutuklanıp hapsedildi. Beş sene hapiste kaldı. Bu sırada
Moğollar, Kayseri’yi muhasara ettiler. Ahî Evren’in teşkîlatlandırdığı Ahîler, şehri kahramanca müdafa
ettiler. Ancak yığınla gelen Moğol putperestleri, onların müdafalarını kirip, bir çoklarını şehîd, bir kısmını
da esir ederek şehre girciler. Esirler arasında, Ahî Evren’in hanımı Fatıma Bacı da vardı.
Bu hadiseden sonra Ahîler, Moğolların Anadolu’daki her türlü faaliyetlerine karşı daha şiddetli bir şekilde
mücadeleye girdiler. Onlarla, güçleri yettiğinde düzenli olarak harbettiler. Kuvvetleri kafî gelmediği zaman
da, bir nevî gerilla savaşıyla karşı koydular.
Ahî Evren, beş yıllık tutukluluk süresini bitirdikten sonra, Denizli’ye gitti. Bir müddet sonra Sadreddîn-i
Konevî hazretlerinin isteği üzerine, diğer ulema ile birlikte Konya’ya döndü ve müslümanları irşad ile
meşgul oldu. Şems-i Tebrîzî’nin şehîd edilmesi hadisesinden sonra, Kırşehir’e (Gülşehir’e) yerleşti.
mezhebi ilmihal bilgilerine dair Menahic-i Seyfi adlı eserini, Kırşehir emîri Seyfeddîn Tuğrul’a takdim etti.
Vazlarındaki sadelik, herkesin anlayabilecegi şekilde mes’eleleri îzah ederek yazdığı kitaplar, kendisinde
görülen kerametler, ahlâkının güzelliği, dünya malına ehemmiyet vermeyip yalnız Allahü teâlânın rızası
için çalışması, insanların sevgisini kazanmasına vesîle oldu. Çevresine pek çok kimse toplandı. Herkesin
korkarak kaçıstiği Evran ismindeki büyükçe bir yılanın kendisine itaat etmesi ve herkesin gözü önünde bu
kerametinin izhari neticesinde, Ahî Evran (Yılanın kardeşi) ve İslâmiyet’e yaptığı hizmetlerden dolayı da,
Nasıruddin lakabı verildi.
Moğollar, Ahî Evren’in nüfuzundan ve sevenlerinin çokluğundan korkuyor, ne pahasına olursa olsun,
öldürülmesini istiyorlar, bunun için Kırşehir emîrine baskı yapıyorlardı. Nihayet Ahî Evren, 1262 (H. 660)
yılında Kırşehir’de şehid edildi.
Talebeleri onun yolunu devam ettirdiler. Ahî Evren’in hanımı Fatıma Bacı’nın yetiştirdişi bacılar da, elde
ettikleri mümtaz İslâm kültürünü, bacıdan bacıya naklettiler. Sogut civarında, Bizans hududunda gelişmeye
başlayan Osmanlı Beyliği emrine kosusan Ahîlerden bir kısmı, uğlarayerleşiptekkelerve zaviyeler kurdular:
Bir Ahî şeyhi olan, Şeyh Edebali ile Osman Bey arasında akrabalık te’sis edildi. Doğudan gelerek
Osmanlılara katılan Türkmenleri terbiye ederek yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri öğretip, gaza ruhunu
aşıladılar. Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılar ve bunların yetiştirdiği Bacıyan grubu da, yeni gelenlerin
hanımlarına İslâmiyet’i öğreterek İslâm dîninin emirlerini hakkıyla yaşamaları için gayret gösterdiler. Üç
kıt’ada altı asır at oynatacak, istikbalin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, onlara yardımcı oldular.
Osmanlılar da onların kadr ve kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler. Onlara hürmet gösterip,
vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar.
Ahîler, Allahü teâlânın rızası ve O’nun dînini yaymak aşkıyla cihad eden Alperenleri ve gazileri
yetiştirdiler.
Yalnız Allahü teâlânın rızasını kazanmak için çalışan bu mübarek insanlar, hiç dünya menfaati gözetmezler,
herkese karşı iyi muamele ederler, İslâmiyet’e uygun yaşarlardı. Güzel ahlâklarıyla, herkesin sevgisine
mazhar olurlardı. Bizans’ın bir çok şehir ve köyleri, Osmanlıların adil idareleri ve bu mübarek kimselerin
güzel davranış ve yaşayıslarıyla harpsiz fethedilirdi. Osmanlılar, Ahî Evren’in torunlarına ve halifelerine
bazı imtiyazlar verip, hizmetlerinin devammi sağlamışlar, esnafı teşkilatlandırıp, eğitmelerine yardımcı
olmuşlardır. Padişahlar da zaman zaman Ahîlere pirlik yapmışlar, onların lideri durumuna geçmişlerdir.
Padişahların tahta geçerken, culus merasimi esnasında kılıç kuşanmalarının, Ahîlerin “Şedd-i Bend” yani
kuşak kuşanmak esnasına dayandıcı da bildirilmektedir. Allahü teâlânın kullarına hizmet ve onlara din
bilgilerini öğretmek için gayret eden Ahî Evren, yazdığı kıymetli eserlerle, insanlara nasihatlerinin devamlı
olmasına gayret etti. Bu kıymetli eserlerin yirmi birini araştırmacıların tesbit ettikleri ifade edilmektedir.
Metali’ul-iman, Tebsirat-ul-mübtedi ve tezkiret-ül-müntehi, Et-Teveccüh-ül-etemm, Menahic-i Seyfi,
Medh-i fakr ve zemm-i dünya, Agaz-i encam, Mukatebat, Yezdan-şinaht, Tercüme-i elvah-i İmadi,
Murşid-ul-kifaye bunlardan bazılarıdır.
1) Rıhle-i İbn-i Battuta; sh. 285
2) Zeyl-i Şakâyık-i Nu’maniyye (Mecdî Tercümesi); sh. 33
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 115
4) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 69
AHÎLİK
Kardeşlik, esnaf ve san’atkarlar birliği teşkilatı. Koku Arabça ah kelimesi olup, ahi olarak Türkçe’de de
kullanılmaktadır. Türkçe olan ve eli açık, cömert, yiğit manasına gelen akı kelimesinin zamanla değişerek,
ahi şeklini alması da ihtimal dahilindedir. Arabça ah kardeş, ahi de kardeşim manasındadır. Ahîlik,
ıstılahda; esnaf ve san’atkarlar birliği, teşkilatta da; Anadolu şehir, kasaba ve hatta köylerindeki esnaf ve
san’atkar kuruluslarının eleman yetiştirme, işleyiş ve düzenliliklerini teftiş eden bir müessese manasındadır.
Türkler İslâm dinini kabul etmekle şereflendikten sonra, Türkistan’dan Anadolu’ya kadar olan sahada esnaf
ve san’atkarlar arasında bir bağhlik ve kardeşliğin ancak bir teşkilatla devam edeceğine inanıyorlardı.
Böylece İslâm aleminde zaten mevcud olan ve güzel ahlâkın en yüksek mertebesi şeklinde bilinen
fütüvvetle yakından münasebet kurdular. Cömertlik, mertlik ve mürüvvet manalarına gelen fütüvveti
kendilerine has bir üslubla geliştirerek, kardeşliği, birliği kurdular.
Üzerinde ehemmiyetle durulan Fütüvvet müessesesi, eskiden beri müslümanlar arasında mevcud idi. Hatta,
fütüvvete mensub olanların nasıl hareket edeceklerine dair, fütüvvetname ismi verilen eserler yazılmıştı.
Bu müessese, uzun müddet faaliyet gösterdikten sonra zamanla unutuldu.
Abbasî halifesi Nasir bin Mustedî (1180-1225), fütüvvet zümrelerini yeniden teşkilatlandırmak için
faaliyete geçti. Fütüvvetname adı verilen tüzüklerle, bu kurulusun usül ve kaidelerini yeniden tesbit ve
tanzim etti. İslâm hükümdarlarına mektuplar yazarak, fütüvvet teşkilatları kurmalarını, kendilerinin de
fütüvvet kemeri kuşanıp, fütüvvet salvan giymelerini istedi.
Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti’nin elçisi olarak Bağdad’a giden, Sadreddin-i Konevî’nin babası
Mecdüddin İshak’a, Selçuklu sultanının da bu işte itina göstermesi için bir mektup verdi. Mecdüddîn İshak
da zaten temel olarak mevcud olan bu teşkilatı yeniden te’sis edip, insanları bir araya toplamak için;
Muhyiddîn-i Arabî, Evhaduddîn Hamîd Kirmanî, Ahî Evren gibi tasavvuf alimlerini Bağdad’dan Konya’ya
davet etti. Onlar da bu davete uyup, Allahü teâlânın rızası için, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve
beraberliği aşılamak gayesiyle Anadolu’ya geldiler.
Bilindiği gibi müslüman Türkler (Selçuklular) on birinci asrın ikinci yarısında Anadolu’ya girmeye
başlamışlardı. Bunlar, büyük bir ekseriyetle göçebe halinde idi. Aldıkları Anadolu topraklarında yavaş
yavaş köylere, kasabalara ve şehirlere yerleşiyorlardı. Fakat, ticaret, müslüman olmayan yerli Bizans
halkının elinde idi. Hatta uzun müddet onların ellerinde kaldı ve bir asır kadar devam etti.
On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzeyi ile kuzey batısı arasında, bir zulüm ve katliam başlamıştı.
Başlarında, dünyanın en büyük din düşmanlarından, meşhûr zalim ve kan dökücü Timuçin olarak da tanınan
Cengiz’in bulunduğu Moğol çapulcuları, on beş yıl gibi kısa bir müddet içinde, dünyanın siyasî haritasını
adeta altüst ettiler, korkunç katliamlarda bulundular. Bunun üzerine orta Asya’da bulunup göçebe halinde
yaşayanlar kaçmak mecburiyetinde kaldı. Zulüm durmak bilmeyip, artarak devam edince, esnaf ve yerli
kimseler de can havliyle oralardan göç edip Anadolu’ya geldi. Bunlar müslüman Türklerdi. Onların
Anadolu’ya gelmeleri esnaf arasında bir birlik ve nizamın sağlanmasını ve bir teşkîlatın kurulmasını zarurî
kıldı. Çünkü bunlar, müslüman olmayan yerli esnaf ile kendilerini takib eden hatta kovalayan Moğol
zalimlerinin aralarında kalmışlardı. Bu durumda müslüman Türkler düşmanlarına ve yerli esnafa karşı
teşkîlatlanmak, aralarında birlik kurmak mecburiyetinde kaldılar. Bu mecburiyeti pek iyi kavrayan, anlayan
alim ve velî zatlar idi. Zaten Moğol zulmünden Anadolu’ya gelen Türkmen göçebeleri, ilim ve san’at
sahiplerini dolayısıyla kültürlerini de beraberlerinde getirdiler. Horasan’dan gelen Mevlana Celaleddîn
Muhammed Rumî de Anadolu Selçuklu sultanının davetiyle Konya’ya yerleşti. Büyük mutasavvıf, gönül
sultanı Celaleddîn-i Rumî, Anadolu insanından çok hürmet ve iltifat gördü. Mevlevilik her tarafa yayıldı.
Muhyiddin ibni Arabî ve hocası Evhaddudin’le birlikte Ahî Evren de Anadolu’ya gelmişti. Ahî Evren
hocasının kızı Fatıma Bacı ile evlendi. Mürşid-ül-kifaye ve Yezdan-şinaht adlı eserlerini Sultan Alauddîn
Keykubad’a takdim etti. Hocası ve kayınpederi, Evhaduddîn’le birlikte Anadolu şehirlerini dolaştı.
Vazlarında, hususiyle esnafa İslâmiyet’i anlatarak, dünya ve ahıret işlerini düzenli ve intizamlı hale
getirmeleri için nasîhatlerde bulundu. Hocasının vefatından sonra Kayseri’ye yerleşen Ahî Evren debbağlık
yapar, kendi elinin emeği ile geçimini te’min eder ve ahaliyi irşad etmekle meşgul olurdu.
Yetiştirdiği talebeleri, gittikleri yerlerde zaviyeler kurarak bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp,
teşkîlatlandırmaya ve dışardan gelen misafirleri ağırlamaya başladılar. Zamanla sevenleri çoğaldı. Yaklaşan
Moğol tehlikesine karşı halkı uyandırmaya ve Moğol istilacılarının önünden kaçıp gelen kimsesizleri
barındırmak için ellerinden gelen gayreti göstermeye çalıştılar.
Kardeşlik ve beraberliği te’sis için Anadolu’da hizmet ettiler. Bunlar Anadolu’da şehir şehir, kasaba kasaba,
köy köy dolaşıp; dünya menfaati ve şahsî çıkar düşünmeden, sadece Allahü teâlânın rızasını gözeterek,
O’nun dininin öğrenilmesi ve öğretilmesi, cihad ve vatan müdafaası için insanların metanetlerinin
arttırılması ve onları teşkîlatlandırmak için çalıştılar. İnsanların millî ve manevî duygularını sağlam, zinde
ve morallerini yüksek tutmak için büyük gayret gösterdiler. Öteden beri mevcud olan birlik ve beraberliği
kuvvetlendirdiler. Bu çalışmalar sayesinde, Anadolu’da önceleri kırlara, sahralara yönelen hayvan yetiştirici
göçebe Türkmenler, yavaş yavaş tarım işçiliğine intibak ederek, yerleşmeye başladılar. Esnaf, san’atkar,
nakliyeci, işçi olarak şehirlere mahsus iktisadî faaliyetlere katıldılar. Mevcutlara ilaveten; Aksaray,
Kırşehir, Karahisar, Alaiye gibi kasabalar kurdular. Ahîler sayesinde müslüman Türkler, vatan müdafaası
azmi ile bir yandan Bizanslılar ve haçlılarla, bir yandan da Moğollar ile mücadele ettiler. Bunun neticesinde
muharib bir hususiyet de kazandılar. Böylece Ahîlik, İslâmiyet’in; gaza hamlelerini kolaylaştıran askerî,
san’at erbabını himaye ve imalati kontrol eden iktisadî, manevî ihtiyağlan cevaplandıran tasavvufî yönleri
ile, dint, iktisadî, askerî ve ahlâkî vasıflar taşıyan çok cepheli bir tarikat halinde gelişti. Her derviş veya
mürid, kendi geçimini kazanmak için, bir san’at ve meslek sahibi olarak; başkasına muhtaç olmaktan
kurtuldu.
Anadolu’daki Ahîlik teşkîlatının teşekkülü bu şekildedir. Teşkîlatın kurucusu olan Ahî Evren, çeşitli
şehirlere halîfeler ve talebeler gönderdi. Bunlar vasıtası ile; İslâm alemindeki medeniyet eserlerini yakıp,
yıkan, milyonlarca müslümanı kılıçdan geçiren zalim Moğollara karşı Anadolu insanını gaza aşkı ile dolu,
Allahü teâlânın rızası için cihada hazır bir toplum olarak yetiştirdiler. Ahîler, Anadolu’ya saldıran ve tamiri
mümkün olmayan yaralar açan Moğollara karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve
katliamlarından yılmadılar.
Ahîlik, Anadolu Selçuklularının ve Osmanlıların ictimaî hayatında çok te’sirli oldu. Bilhassa gençler,
Ahîler sayesinde, yetişerek başıboş; olmaktan ve zararlı akımlara kapılmaktan kurtarıldı. İnsanların
birbirlerine yakınlaşması, kaynaşması, kısaca hakiki kardeşlik te’sis edildi. Bu suretle gelişip buyuyen
teşkilat ayrıca, Anadolu’nun birlik ve beraberlik, dinî, ahlâkî, iktisadî, ictimai hayatına büyük hizmet etti.
Ahî birlikleri muhtar bir idareye sahib olduklarından, kısa zamanda esnaf ve san’at hayatına hakim oldu.
Ahîlik teşkilatı, Osmanlı Devleti kuruluncaya kadar, Anadolu insanını dinî ve millî birlik içinde tutmaya
muvaffak oldu. Anadolu’nun Türkleşip, İslâmlaşmasında hizmeti geçti. Ahîlerin gayretli çalışmaları,
Anadolu’nun yapısında büyük rol oynadı. Bu gayretli faaliyet neticesinde, göçebe halinde devam eden
hayattan, yerleşik hayata geçildi. Yerli Bizans halkının elinde bulunan ticaret hayatına, yeni gelen
müslüman Türkler de katılmaya, hatta söz sahibi olmaya başladılar. Gayr-i müslimlere kapalı olan ahilik,
müslüman meslek erbabına bir nevi imtiyaz sağladı. Göçebe Türkmenlerin şehirlerdeki iktisadî hayata
girmelerini kolaylaştırdı. Anadolu’da yaşayan gayr-i müslim san’at ve iş sahipleri de bulunmasına rağmen,
ahî zaviyelerine girememeleri, onları İslâmiyet’e girmeye teşvik etti ve Anadolu’da İslâmiyet hızla yayıldı.
Ahîler, herkese hatta sultanlara nasthatlarda bulunup, onların güzel ahlâk ile yetişmelerini te’min ettiler.
Sogut civarında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı Beyliği emrine kosusan Ahîlerden bir
kısmı, uçlara yerleşip tekkeler ve zaviyeler kurdular. Nüfuzlu ve îtibarlı bir Ahî şeyhi olan Edebalî, Osman
Gazî ile yakın münasebetler kurup kızını ona verdi. Birinci Murad, ahîydi. O zamanın Ahî teşkilatının başı
olarak bilinmekteydi. Nitekim Kırşehir’in Hacı Bektas kazasında bulunan tekkenin, 1367 tarihli kitabesinde,
Birinci Murad’dan “Ahî Murad” diye bahsedilmektedir.
Ahîler, doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri terbiye edip yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri
öğretip, gaza ruhunu aşıladılar. Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılar ve yetiştirdikleri Bacıyan grubu da, yeni
gelenlerin hanımlarına İslâmiyet’i öğreterek, din-i İslâm’ı bi-hakkın yaşamaları için gayret ettiler, elde
ettikleri mümtaz İslâm kültürünü bacıdan bacıya naklettiler. Böylece Ahîler, üç kıt’ada altı asır at
koşturacak istikbalin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, yardımcı oldular.
Ahîler, sulhta muallim, savaşta asker idiler. Hatta Selçukluların sonlarında devlet otoritesinin zayıf olduğu
zamanlarda, Anadolu’nun bazı yerlerinde, bilhassa Sivas ve Ankara dolaylarında idarî teşkilata hakim
oldular. Sir ara Ankara’da, devlet kurdular.
Ahîler, diğer devletlerle olan mücadelesinde Osmanlıya yardımcı oldular ve yüklerini hafiflettiler. Bursa’yı,
Düzmece Mustafa’nın hücûmundan korudukları gibi, 1360 yılında Birinci Murad’ın hareketine hiç bir
mukavemet göstermeden, ellerindeki Ankara şehrini teslim ettiler.
Osmanlılar da onların kadr ve kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler. Onlara hürmet gösterip,
vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar. Böylece ahlâkî hayat ve buna bağlı olarak
sosyal hayat içinde bir müesseseleşme başladı. Yüksek bir ahlâka ve gaza ruhuna sahip gazi dervişler,
hanekah da denilen zaviyelerde toplanmaya başladılar. Zaviyeler de yüksek ahlâk sahibi, hürmete layık,
güçlü ve zengin liderler etrafında toplandı. Bu gruplar, zengin Ahî liderlerinin kurup finanse ettiği
zaviyelerde toplanıyorlardı. Zaviyeler, yolcuların misafir edildiği, ziyafet ve merasimlerin tertiplendiği
yerler haline geldi. Buralar kısa zamanda gelişerek, cesaret ve yiğitlik, misafirperverlik ve cömertlik, gazilik
gibi İslâm ahlâkı esasına dayanan ahlâk mektebi mahiyetini aldı.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayet edip, takdirine razı olan bu mübarek insanlar, sürüler halinde
Anadolu’ya akan Moğol putperestlerine karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve
katliamlarından yılmadılar. Anadolu’yu bir şefkat diyari haline getirdiler.
Afrika’dan gelerek 14. yüzyıl ortalarında Ortadoğu ve Anadolu’yu dolaşan Seyyah İbn-i Battuta, Ahîler
hakkında geniş bilgi vermekte, onların misafirperverliğini, cömertliğini tarafsız olarak anlatmaktadır. Bu
gezisi sırasında Ahîlerle beraber bulunmuş, onlarda misafir kalmıştır. İbn-i Battuta; Eğirdir, Denizli, Konya,
Aksaray, Nişde, Erzincan, Erzurum, İzmir, Manisa, Balikesir, Bursa, Kastamonu ve Sinop’ta Ahîlerle
görüşmüştür. Ahîlerin Anadolu’da köylere kadar yayıldıklarını, yabancıları misafir edip koruduklarını uzun
uzun anlatır.
İbn-i Battuta, Seyehatname’sinde Anadolu’daki Ahîlerden şöyle bahsetmektedir: “Ahî; kardeş, Ahîlik de
kardeşlik manasındadır. Ahîler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde; şehir,
kasaba ve köylerde bulunurlar. Bunlar, san’at sahibi kimseler olup, geçimlerini te’min etmek üzere bir
meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleriyle yardımlasan bir topluluktur. Memleketlerine gelen
yabancıları karşılayan, onlarla ilgilenerek bütün ihtiyaçlarını te’min eden ve haksızlıkları önleyen
kimselerdir. Dünyanın hiç bir yerinde bunların benzerlerine rastlamak mümkün değildir.
Anadolu’da bir şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkanlardan çıkan insanlar, bindiğimiz
hayvanları çevirerek yularlarından asıldılar. Bir başka grup ise, bunları durdurarak, onlar da
hayvanlarımızın yularından tuttular. Her biri hayvanın yularını kavrayıp, kendi tarafına çekmeye çalışıyor,
bu hususda ısrar ediyordu. Aralarında çekişme uzayınca, konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya
başladık. Malımıza ve canımıza kastedeceklerini zannettik. Nihayet yanımıza Arabça bilen, hacca gitmis bir
adam geldi. Ona, bu adamların bizden ne istediklerini ve aralarında niçin anlaşmazlık çıktığını sordum.
“Bunlar Ahîlerdir” dedi. Bizimle ilk karşılaşan Ahî Sinan’ın yoldaşları, sonra gelenler de Ahî Tuman’ın
yoldaşları imiş. Meğer bizi misafir etmek için çekişmişler. Nihayet kur’aya baş vurarak işi halletmeye karar
verdiler. Kur’a, Ahî Sinan tarafına düşünce, bizi misafir etmek üzere tekkelerine götürdüler. Çok izzet ve
ikramda bulundular. Ertesi akşam da Ahî Tuman’ın adamları gelip, misafirliğe götürdüler. Her iki tarafta da
yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm okundu, hoş sohbetler oldu. Tekkelerinde bir müddet kaldıktan sonra,
büyük bir memnuniyetle ayrılıp seyahatimize devam ettik.”
Yine İbn-i Battuta misafir kaldığı, bir Anadolu Ahî misafirhanesi hakkında şunları söyler:
“Kastamonu’dan yola çıkıp, bu bölge köylerinden birinde kaldığım Ahî misafirhanelerinin en güzelini
sizlere anlatayım. Burayı, Emir Fahreddin adında büyük bir zat yaptırmış. Köyün gelirini de, misafirhane
için vakfetmiş. Bakımı ve ağırlanacak olanların isteri için, kendi öz oğlunu görevlendirmiş. Misafirhane
karşısında bir de sıcak sulu hamam yaptırmış ki; gelip geçenler bilabedel (ücretsiz) olarak yıkanıp,
paklansınlar. Köyde ayrıca bir de çarşı kurdurup, bu Çarşının gelirini camiye vakfeylemiş.
Mekke ve Medine gibi mübarek beldelerden ve Horasan, şam, Mısır, Irakeyn gibi uzak diyarlardan gelen
fakirler için; vakıftan kişi başına birer kat elbise ile, ilk gün için 100 dirhem, kaldığı diğer günler için de
yetecek kadar et, ekmek, yağ ile pirinç pilav ve dahi tatlılar tahsis edilmiş...
Anadolu ahalisinden her ziyaretçi için, 100 dirhem akçe ile, 3 günlük ziyafet tayin edilmiş...”
Ahîlik, şehir ve kasabalarda sınai, ticarî ve iktisadî bütün faaliyetleri tanzim ediyor, dini ve ahlâkî temel ve
an’aneleri ile bir tarîkat, bir yol haline gelmiş bulunuyordu. Bu sayede devletin hiç bir te’siri olmadan, şehir
esnafı ve ahali kendi kendisini idare ediyor; en küçük bir mesleki su-i istimale, yolsuzluğa ve an’aneye
aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu.
Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra, Ahîler, siyasî faaliyetlerine son verip,
bundan sonra hayırsever bir cemiyet ve esnaf loncaları şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.
Ahî teşkîlatına girebilmekj için, ilimle ve san’atla meşgul olmak lazımdı. Ahîler, her Cum’a gecesi
aralarında toplanırlar, Kur’ân-ı kerîm, hadîs ve fıkıh kitapları, menkıbeler okurlar ve ahlâk konularında
sohbet ederlerdi. İlk Türkçe Fütüvvetname’yi yazan Burgazî, Ahîliğin esaslarını şöyle bildirir: “Ahî ve
şeyh, helalinden kazanmalıdır. Hepsi san’at sahibi olmalıdır. Cömerd olup, yoksullara yardım etmelidir.
Alimleri sevmeli, gereken hürmeti göstermeli, namazlarını zamanında kılmalı, kazaya bırakmamalıdır.
Alçak gönüllü olmalı, fakirleri sevmelidir. Nefsine hakim olup, haramlardan kaçınmalıdır. Beylerin,
zenginlerin kapısına gitmemelidir.
Bir Ahînin üç şeyi açık olmalıdır.
1-Eli açık, cömert olup, israf etmemelidir.
2-Misafire kapısı açık olmalı, gelene ikramda kusur etmemelidir.
3-Sofrası açık olmalı, aç geleni tok döndürmelidir.
Ahînin üç şeyi de kapalı olmalıdır:
1-Gözü; harama ve başkasının aybını görmeye kapalı olmalıdır. Kimseye su-i zan etmemeli, yabancı
kadına, kıza ve başkasının, bakması haram olan yerlerine bakmamalıdır.
2-Dili bağlı olmalı kimseye kötü söylememeli, lüzumsuz yere konuşmamalıdır.
3-Beli bağlı olmalı, kimsenin namusuna, ırzına, haysiyet ve şerefine göz dikmemelidir.
Ahîlerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardır. Seyyah İbn-i Battuta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarıp
beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Ayrıca bellerine
bağladıkları Şedd-i bend denilen kuşağı kullanmak da Ahîliğin bir nişanıydı. Ahîliğe kabul edilen namzede
(adaya) şeyh tarafından kuşak kuşatılırdı. Kuşaklarında, bir de büyükçe bıçak taşırlardı.
Teşkîlatta şu mertebeler bulunurdu: 1-Teşkilata yeni giren yiğitler. 2-Ahî bölükleri, 6 bölük olup, ilk üç
bölüğe Eshab-ı tarik, diğer üçüne de Nakib denirdi. 3-Halife, 4-Şeyh, 5-Şeyh-ul-memeşayıh.
Ahîler iş yerlerinde meşgûl oldukları san’atı en ince teferruatına kadar, mükemmel bir şekilde öğrenirlerdi,
Bunun için bir Ahî, san’at sahibi oluncaya kadar yamak, çırak, kalfa ve ustalık safhalarından geçerdi.
Herkes gündüz vaktinde üzerinde çalıştığı, ihtisas yaptığı san’at kolunun inceliklerini dikkatle öğrenirken,
akşam vakitleri de, Ahîlere mahsus misafir evlerinde ve hususi toplantı salonlarında sohbetler yapılır,
böylece ahlâkî eğitim de bir taraftan halledilmiş olur, bu husus asla ihmal edilmezdi.
Ahî, san’atının inceliklerine vâkıf olarak yetiştiği gibi, diğer taraftan da tam bir ahlâkî eğitimden geçmiş
olurdu. Bu esnaf, hîle ve hıyanetten, kötü düşüncelerden uzak, tam bir birlik ve yardımlaşma halinde idi.
İntizamlı ve disiplinli çalışarak, hem kendilerini yetiştirmiş, hem de, daha önceden oralarda bulunan yerli
Bizans esnafı ve san’atkarları ile yarışacak, onları geçecek hale gelmişlerdi.
Selçuklular ve bilhassa Osmanlılar, teknikde ilerlemeyi hiç bir zaman kafî görmemişler, insanların bu
şekilde, ahlâkî eğitimini birinci planda tutmuşlardır. Böyle yetişmek isteyen insanlara, devlet olarak her
imkanı sağlamışlar, her tarafta kervansaraylar, medreseler, dar-üş-şifalar, sebiller, imaretler v.s. yaptırmışlar
ve bunların hepsini vakfetmişlerdir. Mes’elenin ehemmiyeti îcabi, devletin imkanları seferber edilmek
suretiyle bu hizmetlerin hemen hepsi karşılıksız ve bedelsiz olarak yapılmıştır. Bu hizmetler sebebiyledir ki,
san’at, teknik ve ticaret; haliyle kendiliğinden ilerlemiş, dinî ilimlerde çok yüksek alimler; fende, yeni
buluşları, keşfleri olan kıymetli zatlar yetişmiştir.
San’at sahibi bir Ahînin yetişmesi: Ahî, san’atını ustasından öğrenir. “Okumakla yazmakla olmaz, ta
üstaddan görmeyince olmaz” kaidedir. Meslekte imalat sır, san’at hikmet telakkî edilirdi. Bu sebeple, bir
san’atın öğrenilmesi için üstadın emrinde yıllarca çalışmak lazım idi. Ahînin yetişmesi için şu safhalardan
geçmesi gerekiyordu. Yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, Ahî babalık ve kethudalık.
Ahî birliklerinin idare hey’eti: İdare hey’eti, her san’at kolunda, kendi azaları arasından seçilmis beş
kişiden meydana geliyordu. Kendilerine kadı tarafından seçimden sonra resmî vesîka, icazet verilip,
icraatları ve netîceleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare hey’eti her ay üç gün toplanırdı. Toplantıda
esnafla alakalı çeşitli mes’eleler görüşülüp, halledilerek, lüzumunda büyük meclise bildirilirdi. İdare
hey’eti, birliğin hazînesi mahiyetinde olan orta sandığını idare ederdi.
Ahide aranan vasıflar: Ahî’de her şeyden önce edeb vasfı aranır. Ayrıca; Ahî’nin emeğini değerlendirecek
bir işi, san’atı olmalıdır. Birkaç iş veya san’atla meşgul olup da hepsini yanın öğrenmekle değil, kabiliyetine
en uygun olan ile meşgul olmalıdır. Doğru ve dürüst olmalı, hırsa kapılarak emeğiyle hak ettiğinden
fazlasını kazanma yoluna sapmamalıdır. Kazancının geçiminden arta kalanını bütünüyle fakirlere ve
yardıma muhtaçlara faydalı olmada kullanmalıdır. Ahî, işinin ve san’atının an’anevî pîrlerinden kendi
ustasına kadar bütün büyüklere, samîmiyetle tabi olmalı, san’atında ve hareketlerinde onları rehber
edinmelidir. Her Ahî, bir üstada bağlanıp pîrlerini tanımak, hayatlarını iyi bilmek mecburiyetindedir. Üstadı
ve pîri olmamak eksiklikdir, noksanlıkdır. Pîrler; peygamberler (aleyhimüsselam), Eshab-ı kiram ve diğer
İslâm büyükleridir. Peygamberlerin (aleyhimüsselam) her biri hayatındaki meşguliyetine göre bir san’atın
pîri kabul edilir.
Ahîlik mensuplarının uyması lazım gelen kaideler esaslara bağlanmış olup, şunlar idi: Şalvar, mîde, dil,
kulak ve göz, el ve ayak, hırs ile alakalı zahirî emirler ile cömertlik, tevazu, kerem, merhamet ve affetme,