hodbin (bencil, kendini beğenmiş, magrur) olmamak ile alakalı batınî emirleri ihtiva ediyordu. Bunlardan
şalvar ile alakalı emir; beline sahib olmak olup, gayri meşru münasebetten sakınmayı, ehl-i namus olmayı
ifade eder. Mide ile alakalı emir; haram yiyecek ve içeceklerden faiz, kumar, gasb, sirkat (hırsızlık), hîle,
hıyanet, yalancı şahidlik, yalan yere yemin ederek aldatmadan kaçmaktır. Dil ile alakalı emir; gıybetden
yani belli bir mü’minin ve ekik yazımm? kafirin aybını, onun arkasından söylemekten, nemîme (söz
taşımak), fitne çıkarmak, iftira ve hased etmekten, ara açmaktan sakınmaktır. Kulak ile; işitilmemesi
gerekenleri duymaktan ve haram sözlerden sakınmak, gözü ile; görülmemesi ve bakılmaması gerekenlerden
sakınmak, el ile; harama el sürmemek, ayağı ile harama gitmemek ve hırs ile alakalı emir de; dünya malına
gönül bağlamamak, dünya sevgisini kalbine yerleştirmemektir. Kalbine; Allah sevgisini, Resûlü ekrem
sallallahü aleyhi ve sellemin aşkını yerleştirip, İslâm ahlâkının güzel hasletlerini doldurmalıdır. Cömertlik,
parayı, malı; hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almak, tevazu; dünya rütbelerinde kendinden aşağı
olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü Ahî bilir ki, eline gelenler Allahü teâlânın lütfu ve ihsanıdır.
Kendi elinde bir şey yokdur. Kerem; herkese faydalı işleri, her türlü yardımı yapmasını sevmektir.
Merhamet ve affetmek; canlılara çok acımak, düşmandan veya suçludan intikam almaya, karşılığını
yapmaya gücü yeter iken vazgeçip yapmamaktır. Hodbin olmamak; kendi menfaatinden çok, kardeşlerini
düşünmektir.
Ahîlik merasimleri: Ahîlerin kendilerine has merasimleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir.
1-An’anevî Ahî Evren merasimleri: Senelik olup, Kırşehir’de yapılır.
2-Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahîliğe girmek talebinde bulunan gençlerin birliğe kabul edilmesi
mahiyetindeki bir merasim olup, bu merasim zamanla çırak kabul etme halini aldı.
3-Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlamış olanların kalfalığa yükseltilmesi merasimidir.
Ahîlik mensuplarının, takdir edilmenin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Mesela şu suçları işleyen,
Ahîlikten çıkarılırdı: Şarap ve alkollü içki içen, zina, livata yapan, gammazlık eden (dedikodu, iftira,
münafıklık edip, başkalarının ayıblarını meydana çıkarmaya uğraşan), gururlanıp kibirlenen, sert ve
merhametsiz olan, ihanet eden, kin tutan, affetmeyen, sözünde durmayan, yalan söyleyen, emanete hıyanet
eden, hain olan, kadınlara ve kızlara şehvetle bakan, din kardeşinin ayıbını örtmeyip, açığa çıkaran, cimrilik
eden, sözünde durmayan, koğuculuk ve gıybet eden, hırsızlık ve diğer gayr-i ahlâkî fiilleri işleyen...
Ahîlik teşkilatı ve Ahî birlikleri, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde çok büyük hizmetler verip, önemli
vazifeleri îfa etti. Milletin gönlünde taht kurdu. Osmanlıların son zamanlarında, Tanzimat, Meşrutiyet ve
daha sonraki devrelerde faaliyet sahası daraltıldı. Bundan sonra, İslâm’ın güzel ahlâkından ayrılıp, hakkın
yerine batıl ve dalalete, hidayet yerine bid’at ve şehvete, marifet yerine kavga ve çekişmeye, alçak
gönüllülük yerine benlik ve nefse, fütüvvet yerine kemlik ve kötülüğe, itaat ve ibadet yerine fesada düştüler.
Onların isimleri altına saklanarak türlü kötülükler işlenmesine ve çıkarılmasına rağmen, Ahîler,
Anadolu’nun bağrmda ve Türk Milleti’nin gönlünde taht kurduklarından, asîl hizmetleri unutulmamıştır.
Zaviyelerin gördüğü hizmeti; köy odaları, yaran odasi, imece usûlü, kuşak merasimi, muaşeret kaidelerinin
öğretildiği terbiye ocağı, esnaf ve san’atkarın vakurane hali, hâlâ Ahîlerin usûl, erkan ve adabının bazılarını
devam ettirmektedirler.
Ahîler, zaviyelerin bakımma, edeb ve muaşeret kaidesine çok ehemmiyet verirlerdi. Ahî zaviyesi, müstakil,
geniş avlu içinde, beyaz duvarlı ve aydınlık bina idi. İçerisi halı ve kilimlerle döşeli, temiz, çeşmeli ve
kapısında nöbetçi var idi. Ahîler, ikindiden sonra zaviyeye gelip, toplanırdı. Kazançlarını, Ahî babaya
teslim ederlerdi. Bu parayla yemek ve meyve alınır, misafirlerle beraber yemek yenir ihtiyaçlar te’min
edilirdi. Yemekten sonra Kur’ân-ı kerîm okunur, sohbet edilirdi. Ahîlerin muaşeret adabı kaidelere
bağlanıp, yedi yüz kırk maddeden müteşekkildi. Zaviyeler de hususiyetle Cumartesi akşamları, bu
kâidelerin öğretilmesine ayrılırdı. Ahîliğe yeni katılan gençlere; Ahîlerin tavır ve hareketlerini belirleyen
kaideler öğretilirdi. Mesela, yemek yemekle alakalı olan kaidelerden bazıları şöyle idi: Temiz giyinmek,
sofrada büyüklerden önce yemeye başlamamak, yemekten önce ve sonra el yıkamak, kendi önünden yemek,
lokmaları küçük almak, yemek odasına ayakkabı ile girmemek, ağız, diş ve burun temizliğini başkalarının
yanında yapmamak, kaşınmamak, lokmaları çiğnerken dudakları yummak, ağzını şapırdatmamak,
hakkından fazlasını yememek, yediğinin helal olduğunu bilerek yemek... Ayrıca su içmek, konuşmak,
çarşıda yürümek, bir yerden bir yere gitmek, bey’ ve şira yani alış-veriş, oturmak, hamama gitmek, başını
taramak, yatakta yatmak gibi mevzûların edebî kaideleri maddeler halinde bildirilmiş idi. Her hareket,
muamele, işin başı, devamı, sonu edebe başlı idi. Zaviyede ve diğer yerlerde kıyafetlerine çok dikkat
ederlerdi.
1) Rıhle-i İbn-i Battuta; sh. 285
2) Zeyl-i Şakâyık-i Nu’mâniyye (Mecdi tercümesi); sh. 33
3) Aşıkpaşa-zâde târihi
4) Evliya Çelebi seyahatnâmesi
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 115
6) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 69
7) El-Fusul-ul-müntehibc. min asar-il-fütüvvet-it-Türkiyye vel-İslâmiyye (İstanbul 1922)
AHLÂK
İstemeden, kendini zorlamadan, insanda meydana gelen bir meleke, yani yerleşmiş huy. Lugatte, huy,
seciye, tabiat manalarına gelen hulk kelimesinin çoğuludur. Bunlar gibi, insandaki manevî değerlerin,
davranışların hepsine birden ahlâk denilmektedir. Ruhun hallerini ve işlerini yani ahlâkı bildiren ilme, ahlâk
ilmi denir. ahlâk ilmi, din bilgilerinin esası olan sekiz yüksek ilimden birisidir.
İslâm dinine göre huylar, güzel ve çirkin olmak üzere ikiye ayrılır. Güzel huylara ahlâk-ı hasene, ahlâk-ı
hamide, kötü huylara da ahlâk-ı kabiha, ahlâk-ı zemime gibi isimler verilir. Edeb, haya, cömertlik,
tevazu, ikram gibi huylar güzel; kibir, cimrilik, sefîhlik gibi huylar da girkin kabul edilir. Bütün bunlardan
bahseden ilme de ahlâk ilmi denir.
İslâm alimleri, güzel ahlâkı; “Güler yüzlü olmak, insanların kalbini kırmamak, kimse ile münakaşa
etmemek, müslümanlara su-i zanda bulunmamak, cömerd olmak, Allahü teâlânın dînine hizmet etmek, aim
açık olmak, insanların sıkıntılarına katlanmak ve karşılık beklememek” şeklinde bildirmişler ve böyle tarif
etmişlerdir.
Adem aleyhisselamın ve Havva validemizin Cennet’ten çıkarılıp dünyaya indirilmesinden sonra bir çok
çocukları oldu. Çocuklarının ve torunlarrnın sayısı arttıkça, toplumlar meydana geldi. Allahü teâlâ bu
toplumlara peygamberler ve kitaplar göndererek, insanlara doğru yolu ve cemiyet halinde yaşarken dikkat
etmeleri gereken bir çok kuralları bildirdi. Topluluklar, ilahî emirlerdeh uzaklaşıp, ahlâksızlık baş
gösterince, Allahü teâlâ onlara doğru yolu bildirmek için peygamberler gönderdi. Peygambertere
inanmayan, ahlâksızlıklarını devam ettiren kavimleri de helak etti.
Nuh aleyhisselam zamanında ahlâksızlık almış yürümüs, zina had safhaya ulaşmış, kadınlarda haya ve edeb
kalmamıştı. Nûh aleyhisselamın nasihatlarını dinlemiyorlar, onu her yerde yalanhyorlardı. Küçükler
büyükleresaygı nedir bilmiyor ve kötülük yapıyorlardı. İnsanların, yapılan iyiliklere, kötülükle karşılık
vermeleri adet haline gelmiş ve kibirlerinden fakirlerle oturup kalkmaları da kmamr olmuştu. Allahü teâlâ
onların bu kadar ahlâksızlasmaları ve yola gelmemeleri üzerine, Nuh tufanını yaratarak inanmayanların
hepsini helâkeyledi. Sadece Nuh aleyhisselam ve ona uyanlar, O’nun emriyle yaptıkları bir gemiye binip
kurtuldular.
Lut aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği Sedum ahalisi (Lut Kavmi), Lut gölü civarında ve
Kur’ân-ı kerîmde “El-Mü’tefikat” (Alt-üst edilen yer) olarak bildirilen bölgede yaşıyordu. Bunlar putlara
tapıyor, yol kesip, soygunculuk yapıyorlar ve o zamana kadar hiç bir kavim ve millet tarafından işlenmemiş,
bugün en tehlikeli hastalıklardan AIDS’in baş sebeplerinden olduğu tesbit ve isbat edilen Üvata (erkeğin
erkeğe yaklaşması) gibi çirkin ve iğrenç fiili hiç çekinmeden herkesin içinde işliyorlardı. Adâletsizlik ve
zulüm kol geziyor, zayıf insanlar eziliyor, fuhus ve ahlâksızlık olan söz ve fiiller, herkesin içinde aleni
olarak yapılıyordu. Edeb ve haya tamamen yok olmuştu. Ayıp ve günah bilinen herşey topluluk içinde gibi,
yapanlar daha çok itibar görüyordu. En kötüsü, bu yapılan girkin ve işreng hareketlerden kimse kimseyi
sakındırmıyor, bu hareketleri yapmayanlar, toplumun dişına itilip ayıplanıyordu.
Allahü teâlâ bu kavme, Lut aleyhisselamı gönderdi. Fakat kavmi ona inanmayıp, ahlâksızlıklarını daha da
arttırdı. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu kavmi helak için Cebrail, İsrafil ve Azrail’i (aleyhimüsselam)
gönderdi. Allahü teâlânın emri ile kavmin üzerine, kime isabet edeceği belli olan ateste pişmi? taslar
yağdırıldı. Kavmin yaşadığı şehirler, olduğu gibi yere batırıldı. Kavimden sadece Lut aleyhisselam ve ona
uyanlar kurtuldu.
Fahr-i kainat efendimiz doğmadan önce de bütun alem manevi yonden muthiş bir zulmet ve karanlık içinde
idi. İnsanlar sınır tanımıyan bir azgınlığın içine dusmüslerdi. Allahü teâlânın çok kıymet verdiği Kabe-i
muazzamaya üç yüz altmış adet put yerleştirmişlerdi. İşte bu zamanda zulüm son haddine variyor,
ahlâksızlık iftihar vesîlesi olarak kabul ediliyordu. Arabistan; dinî, ruhi, ictimai ve siyasi bakımdan yaygın
bir karanlık, tam bir cahiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık icerisinde idi. İçki, kumar, zina, hırsızlık,
zulüm, yalan ve ahlâksızlık nammane varsa alabildiğine yayılmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze karşı
kullandığı en amansız ve tuyfer urpertici bir vasıta olarak başvuruluyor; kadın, elde basit bir mal gibi alınıp
satdiyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felaket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunc
telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını kumlar üzerine actikları cukurlara diri diri yatirıp;
“Babacığım! Babacığım!” diyerek boyunlarına sarilmalarına ve acı acı feryad etmelerine rağmen, üzerlerini
toprakla kapatarak, ölüme terkediyorlardı. Bu hareketlerinden dolayı vicdanları hiç sızlamıyor, hatta bunu
bir kahramanlık sayıyorlardı. Netlce îtibariyle, o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve
adalet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Allahü teâlâ Peygamber efendimize peygamberliğini bildirdikten sonra, vahy yoluyla insanlara doğru yolu,
güzel ahlâkı bildirdi. Yavaş yavaş cahiliyet karanlığından kurtulan yeryüzünü, İslâm güneşi aydınlatıyordu.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfde; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurdu.
Müslümanlar, gittikleri heryere adaleti, doğuruluğu, iyiliği, şefkati ve merhameti götürdükleri içini İslâm
dîni kısa zamanda yayıldı. ahlâksızlık yerini güzel ahlâka, ilme ve doğruluğa bıraktı.
İslâm alimleri, ahlâk ilmine çok ehemmiyet verip, üzerinde önemle durmuşlar, buna dair çeşitli eserler te’lif
etmişlerdir. Çünkü, insanların iki cihan saadeti, rahat ve huzur içinde yaşayabilmeleri güzel ahlâka riayet
etmeleriyle mümkün olur. Bütün sistemler, rejimler sahib oldukları topluluklara bir takım ahlâkı kaideler
koymaya mecbur kalmışlardır. Fakat, her şeyde olduğu gibi, bu hususta en mükemmel hüküm ve kaideler,
baştan başa ahlâk ve fazilet dini olan İslâm’ın koyduğu hükümlerdir.
Abdullah bin Mübarek’in Kitab-üz-zühd’ü, Haris-i Muhasibî’nin Er-Riaye li hukukillah’ı, Ebu Talib-i
Mekkî’nin Küt’ül-kulub’u, İbn-i Miskeveyh’in Tehzib-ül-ahlâk’ı, Maverdî’nin Edeb-ud-dünya veddin’i,
İmam-ı Kuseyrî’nin Risale’si, Muhammed bin Huseyn el-Acurrî’nin ahlâk-ul-ulema’sı, İmam-ı Gazalî’nin
İhyau ulumiddin, Kimya-i seadet adlı eserleri, Şihabuddîn-i Suhreverdînin Avarif-ül-mearif’i,
Celaleddîn-i Devanî’nin ahlâk-ı Celâlî’si, Huseyn Vaiz-i Kaşifî’nin ahlâk-ı Muhsini’si Kınalızade Ali
Efendi’nin ahlâk-ı Alai’si, Nasiruddîn Tusi’nin ahlâk-ı Nasiri’si, Muhammed Rebhamî’nin Riyad-un-
nasihin’i İslam âleminde te’lif edilen meşhûr ahlâk eserlerinden bazılarıdır.
İslam ahlâkı üç kısma ayrılır:
1) İnsan, yalnız iken, başkasını düşünmeden işlerinin iyi veya kötü olduğunu anlatan ilme; İlm-i ahlâk
denir. İnsan yalnız olduğu zaman da, bu işleri, bildiği gibi yapar. Mesela, yumuşak huylu, cömerd, haya
sahibi insan, yalnızken de, başkaları yanında da, hep öyledir. İlm-i ahlâk, insanın böyle hiç değişmeyen
işlerini öğretir.
2) İnsanın ev içinde, çoluk-çocuğuna karşı hareketlerini tedkik eder. Buna Tedbir-i menzil yani ev idaresi
adabı denir.
3) İnsanın cemiyetteki vazifelerini, hareketlerini, herkese faydalı olmasını öğretir. Buna Siyaset-i medine
yani ictimaî veya sosyal terbiye denir.
Müslümanların, İslâm’ın güzel ahlâkını her yerde tatbik etmeleri lazımdır. Güzel ahlâklı olmak suretiyle
müslümanlığı tanıtmak, emr-i maruf yapmak olur.
Allahü teâlâ, Kalem sûresinin 4. ayet-i kerîmesinde Muhammed aleyhisselama meâlen: “Sen huluk-i azim
üzeresin” buyurdu. Ayet-i kerîmedeki huluk-i azim yani güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâktır.
Çok kimselerin İslâm dinine girmesne, Resûlullah’ın güzel ahlâkı sebeb oldu. Peygamber efendimiz bir
hadîs-i şerîfinde; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”, diğer bir hadîs-i serîfinde de;
“Kıyâmet günü mizâna konan feylerin en ağın güzel ahlâktır” buyurdu.
Peygamber efendimize; “Amellerin en üstünü nedir?” diye, sual edilince; “Güzel ahlâktır” buyurdu. Bir
kişi Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme gelip, nasîhat isteyince; “Nerede olursan ol, Allahü teâlâdan
kork” buyurdu. Gelen kimse; “Biraz daha nasihat et” dedi. “Her kötülükten sonra bir iyilik yap ki, o
kötülüğü silsin” buyurdu. “Biraz daha nasîhat et” deyince; “İnsanlarla güzel geçin, onlara karşı güzel
huylu ol” buyurdu. Bir başka hadîs-i şerîf de; “Allahü teâlâ kime güzel ahlâk ve güzel yüz nasib ederse,
Cehennem ateşi onu yakmaz” buyurdu.
Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi vesellem; “Filan kadın gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılar,
fakat huyu kötüdür. Dili ile komşularını incitir” dediklerinde; “Onun yeri Cehennem’dir” buyurdu. Yine
buyurdu ki: “Sirkenin balı bozduğu gibi, kötü ahlâk da ameli bozar.”
Resûl aleyhisselam, güzellik, ahlâk bakımından ve her bakımdan insanların en üstünü idi. Dua ederken;
“Allah’ım, senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk isterim” ve “Allah’ım, yaratılışımı güzel yaptığın gibi,
ahlâkımı da güzel eyle” diye dua etmiştir. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize; “Allahü
teâlânın kuluna verdiği en iyi şey nedir?” diye sual edildikte; “Güzel ahlâktır” buyurdu. Yine buyurdu ki:
“Güneşin buzu erittiği gibi, güzel ahlâk da günahları yok eder.”
Abdurrahman bin Semre (r. anh) şöyle rivayet eder: Resûlullah efendimiz, yanında bulunduğum bir sırada
buyurdu ki: “Dün gece garib bir şey gördüm. Ümmetimden bir erkek diz üstü düşmüştü. Kendisi ile
Allahü teâlâ arasında bir perde vardı. Güzel ahlâkını getirdiler, aradaki perde kalktı ve Allahü
teâlâya kavuştu.” Yine buyurdu ki: “Kul, güzel ahlâkı sebebiylet gündüz oruç tutmuş, geceleri namaz
kılarak geçirmiş gibi derece kazanır. İbadeti az da olsa yüksek derecelere kavuşur.”
Fudayl bin lyad hazretleri buyurdu ki: “Güzel huylu bir fasıkla arkadaşlık etmeyi, kötü huylu hafızla
arkadaşlık etmekten daha çok severim.”
Kettanî hazretleri de; “Tasavvuf ehli iyi huyludur. Kimin ahllaki senin ahlâkından güzel ise, o senden daha
çok tasavvuf ehlidir” buyurdu.
Hasen-i Basrî hazretleri; “Kötü huylu olan, kendine eziyet eder” buyurdu. Enes bin Malik (radıyallahü anh)
buyurdu ki: “İnsan, güzel ahlâkı sebebiyle Cennet’in yüksek derecelerine kavuşur. Kötü ahlâklı kimse ise,
çok ibadet de etse, Cehennem’in derinliklerine yuvarlanabilir.” Hazret-i Ömer; “Güzel ahlâk ile insanların
arasına karışınız. Fakat amelleriniz ile ayrılınız. Onlar kötü amel yapsa da siz yapmayınız” buyurmuştur.
Yahya bin Mu’az (r. aleyh) de; “Kötü huy öyle bir günahtır ki, o kötü huyla işlenen çok iyilikler boşa gider,
fayda vermez” buyurmuştur. İbn-i Abbas (r. anh); “Her binanın bir temeli vardır. İslâm binasının temeli de
güzel ahlâktır” buyurdu. Ata bin Yesar (r. aleyh); “Yükselenler, hep güzel ahlâkları sayesinde
yükselmişlerdir. ahlâkın kemal mertebesine, ancak Muhammed aleyhisselam yükselmiştir” buyurdu. Allahü
teâlâya en çok yaklaşanlar, güzel ahlâkta Resûlullah’a en çok tabi olanlardır.
Güzel ahlâka sahib olmak için, kötü huyları teşhis etmek lazımdır. Bir kimse, bu teşhisi ya kendi yapar.
Yahud bir alimin, rehberin bildirmesi ile anlar. Mü’min, mü’minin aynasıdır. İnsan kendi kusurlarını zor
anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak kusurunu öğrenir. Sadık olan dost, onu tehlikelerden koruyan kimsedir.
Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimelerde, insana ayıplarını tanıtmağa yarar. Çünkü düşman,
insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. Arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görrnezler. Birisi İbrahim
Edhem hazretlerine, aybını, kusurunu bildirmesi için yalvarınca; “Seni dost edindim. Her halin hareketlerin
bana güzel görünüyor. Aybını başkalarına sor” dedi. Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak,
kendinde bulursa, bundan kurtulmağa çalışmak lazımdır. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadîs-i şerîfinin
manası budur. Yani, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür. İsa aleyhisselama, bu güzel ahlâkını
kimden öğrendin dediklerinde; “Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmiyen şeylerinden
sakındım ve beğendiklerimi yaptım” buyurdu. Hazret-i Lokman Hakîm’e; “Edebi kimden öğrendin?”
dediklerinde; “Edebsizden!” dedi. Selef-i salihinin, Eshab-ı kiramm, velilerin hayat hikayelerini okumak da
iyi huylu olmağa sebeb olur.
Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmasının sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeğe, zıddını
yapmağa çalışmahdir. Kötü huydan kurtulmak, bunun ziddmi yapmak için çok uğraşmak lazımdır. Çünkü,
insanın alıştığı şeyden kurtulması güçtur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.
Büyüklerden Ebu Osman el-Haynyi ziyafete davet ettiler. Davet yerine vardığı zaman kendisine; “Kusura
bakma, çok insan geldi sen! kabul edemiyeceğiz” dediler. Az gidince tekrar çağırdılar. Gelince tekrar, kabul
edemiyeceklerini bildirdiler. Böyle bir kaç defa çağırıp döndürdükten sonra kendisine dediler ki: “Biz bunu
seni denemek için yaptık. Gerçekten güzel ahlâklıymışsın!” Cevabında buyurdu ki: “Bu ahlâk o kadar güzel
midir? Bir köpeği de çağırsanız gelir, kovsanız gider.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki:
“Ahlâkınızı güzelleştiriniz.”
“Allahü teâlâ indinde kulların en sevgilisi, ahlâkca en güzel olamdır.”
“Allahü teâlâ indinde, kötü ahlâktan büyük günah yoktur. Çünkü, kötü ahlâklı, bir günahtan tövbe
edip kurtulursa, bir başka günaha düşer. Hiç bir vakit günahtan kurtulamaz.”
“Bir kimse tövbe ederse, tövbesini Allahü teâlâ kabul eder. Kötü ahlâklı kimsenin tövbesi ise makbul
olmaz. Zirâ bir günahtan tövbe ederse kötü ahlâkı sebebiyle, daha büyük bir günah işler.”
“Güzel ahlâk; senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni
affetmektir.”
“Yumuşak davran! Sertlikten ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliği giderir.”
“Yumuşak davranmayan, hayır yapmamış olur.”
“İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.”
“Kendisine yumuşaklık verilen kimseye, dünyâ ve dhiret iyilikleri verilmiştir.”
“Hayâ imândandır. İmam olan Cennet’tedir. Fuhs, kötülüktür, kötüler Cehennem’dedir.”
“Cehennem’e girmesi haram olan ve Cehennem’in de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum.
Dikkat ediniz! Bu kimse insanlara kolaylık, yumuşaklık gösterendir.”
“Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse
hay van ona uyar. Taşın üzerine sürmek isterse hayvan oraya koşar.”
“Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onu herkesin
arasından çağırır, Cennet’te istediğin hûrinin yanına git, der”
Bir kimse Resûlullah’dan nasîhat istedikte; “Kızma, sinirlenme” buyurdu. Bir kaç kerre sordukta, hepsinde
de; “Kızma, sinirlenme” buyurdu.
1) Ahlâk-ı Alâi
2) İhyâu Ulumiddin
3) Ahlâk-ı Nâsiri
4) Ahlâk-ı Celâli
5) Ahlâk-ı Muhsini
6) Er-Riaye li hukukillah
7) İslâm Ahlâkı
8) Tam İlmihâl Seddet-i Ebediyye
9) Peygamberler Târihi; cild-2, sh. 160, 162, 163
AHLATŞÂHLAR
Van Gölü’nün batı sahilinde bulunan Ahlat’ta, on ikinci asrın başlarında kurulmuş olan bir Türk devleti.
1100 (H. 494) senesinde Sökmen el-Kutbî tarafından kuruldu. 1207 (H. 604) senesinde, Ahlat şehrine
Eyyubîlerin davet edilmesi ile son buldu. Ahlat’ta kurulan bu devlete Ahlatşâhlar ve Ermensahlar denildiği
gibi, kurucusu olan Sökmen’den dolayı Sökmenlilerde denilmektedir.
Sökmen, Büyük Selçuklu sultanı Meliksah’ın amcasının oğlu Kutbeddin İsmail’ln kölesi idi. Bu yüzden
Sökmen el-Kutbî diye tanındı. Kendisini yetiştirip, Muhammed Tapar’ın kumandanlarından oldu. Adaleti
ve iyiliğiyle söhret kazanan Sökmen, Mervânîler’in Ahlat emiri halka kötü davranınca, bu şehre cagrıldı ve
ordusuyla o sıralarda Doğu Anadolu’nun en kalabalık ve müstahkem bir şehri olan Ahlat’a geldi.
Savaşmadan şehri teslim aldı. O zamanlar Azerbaycan ve Erran (Karabağj) meliki olan Muhammed Tapar,
bu hizmetlerinden dolayı Ahlat ve Van çevresine, Sökmen’i vali tayin etti. Böylece 1100 (H. 494) senesinde
Ahlatşâhlar Devleti’nin temeli atılmış oldu.
Gittikçe kuvvetlenen Sökmen, ülkesini genişletmeye başladı. Önce Meyyafankin üzerine yürüdü. Buranın
valisi Atabeg Humartas, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalınca şehri teslim etti. Sökmen buraya kölesi
Oğuzoğlu’nu vali tayin etti.
1109 (H. 503) senesinin sonlarına doğru Sultan Muhammed Tapar, Ahlatşâhi Sökmen’e ve Musul emîri
Mevdud’a mektup yazıp, haçlılara karşı savaşmalarını emretti. Bu istek üzerine Sökmen el-Kutbî ve
Mevdud, Artuklu İlgazî’nin de kendi birliklerine katılmağiyla haçlılara savaş açtılar ve Urfa’yı kuşattılar.
Urfa kuşatması iki ay sürdü. Haçlılara yardım kuvveti geldiğini gören Türk muttefik kuvveti muhasarayı
kaldırarak, Harran’a doğru geri çekildi. İki ay süren muhasarada Türk askeri epey zşyiat vermiş ve
yorulmuştu. Askerlerini daha fazla zayi etmek istemeyen üç komutan, çekilmeyi daha uygun buldular.
Sultan Muhammed Tapar, 1111 (H. 505) senesinde Musul emiri Mevdud komutasında bir orduyu haçlılara
karşı görevlendirdi. Hasta olmasına rağmen Sökmen de askerleriyle birlikte bu orduda yer aldı. Fakat 1112
(H. 506) senesinde ordu haçülarla çarpışırken, vefat etti. Sökmen’in cenazesi askerleri tarafından Ahlat’a
götürülerek defn edildi. O’nun zamanında Ahlatşâhlar Beyliği, baskent Ahlat olmak üzere Malazgird, Ercis,
Adilcevaz, Eleskird, Van, Tatvan, Erzen, Bitlis, Mus, Hani, Meyyafarikm ve Bargiri şehirlerini elinde
bulunduruyordu.
Sökmen’in yerine oğlu İbrahim geçti. Başarısız yönetimi yüzünden İbrâhim zamanında Ahlatşâhlar Beyliği
zayıfladı ve topraklarının bir kısmını kaybetti. Annesi inang Hatun’un devlet idâresini ele geçirme arzusu,
beyliğin zayıflamasında büyük rol oynadı. Bitlis beyi Hüsamüddevle, bu durumu fırsat bilerek istikbalini
îlan etti. İbrahim Bey, Husamuddevle üzerine yürüyerek mağlubetti ve Bitlis’i tekrar aldı. İbrahim Bey,
devletini eski durumuna getirmek için çok palıştı. Artuklu Beyi Davud ile 1125 (H. 519) senesinde
Gürcistan seferine katıldı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu seferden bir süre sonra oldu.
İbrahim Bey’in ölümü üzerine yerine kardeşi Ahmed geçti. Ahmed’in beyliği on ay kadar sürdü. Inang
Hdtun siyaset sahnesine tekrar çıkarak, torunu İkinci Sökmen Bey’i başa geçirtti. Çocukyasta olan İkinci
Sökmen Bey’in yerine, beyliği Inang Hatun idare etmeye başladı. Fakat beyliğin ileri gelenleri Inang
Hatun’u oldurerek, devlet idâresine karışmasını önlediler.
Ahlatşâhlar Beyliği, çocukluk dönemi hariç, İkinci Sökmen bey zamanında en iyi devresini yaşadı. İkinci
Sökmen bir ara Sasunlulara esir düştü ise de, Artuklu Beyi Timurtas’ın yardımıyla esaretten kurtuldu.
Musul Atabegi imadeddin Zengi’nin ölümünden sonra, İkinci Sökmen, ona aid olan Hizan ve Maden’i ele
geçirdi. Bu sırada Artuklu beyi Kara Arslan; Malazgirt ve Tutab şehirlerini Ahlatşâhlardan aldı.
Artuklulardan Necmeddîn Alp’in aracı olmasıyla, Kara Arslan ele geçirdiği yerleri geri verdi.
1161 (H. 555) senesinde Gürcüler, Anî’yi ele geçirince, Ahlatşâhlar beyi ikinci Sökmen, diğer Türk
beyleriyle Gürcistan seferine çıktı. Bu seferde ikinci Sökmen büyük bir hezimete uğradı. İki yıl sonra tekrar
birleşen Türk beyleri Gürcistan’a yeni bir sefer düzenlediler ve Gürcüleri yenilgiye uğrattılar. İkinci
Sökmen, Ahlat’ta parlak törenle karşılandı. On iki yıl sonra Azerbaycan atabegi Şemseddin ildeniz, ikinci
Sökmen’i Gürcülere karşı yardıma çağırdı. Nahcivan’da toplanan Türk orduları Taryalis ovasına kadar
ilerledi. Gürcu kralı savaşmaya cesaret edemedi ve or man lik bir bölgeye kaçtı. Türk ordusu pek çok
ganîmet elde ederek geri döndü.
Bu sırada Selahaddin-i Eyyubî, 1174 (H. 570) senesinde bağımsizlığını îlan ederek Eyyubî Devleti’ni
kurdu. Ülkesini genişleten Selahaddin Eyyubî, Doğu Anadolu’yu da topraklarına katmak istiyordu.
Selahaddin Eyyubî, Musul’u kuşatınca, Atabek İzzeddin Mes’ûd diğer Türk beylerinden yardım istedi.
Halife Nasir, ikinci Sökmen ve Atabek Kızıl Arslan’ın aracı olmasıyla, Selahaddin Eyyubî Musul
kuşatmasını kaldırdı ve dönüşte Sincan’ı kuşattı. Atabek Mes’ûd, yine ikinci Sökmen ve Artuklu beyi
ilgazi’den yardım istedi. İkinci Sökmen, Selahaddin Eyyubî’yi bu muhasarayı kaldırması için iknş edemedi.
Bunun üzerine ikinci Sökmen, Atabek Mes’ûd, Artuklu beyi ilgazi ve Erzen beyi Devlet-sah ile birleşti.
Ordu Harzen mevkiinde buluştu. Fakat Selahaddin Eyyubî Sincan’ı alıp, ikinci Kılıç Arslan’ın kendisine
karşı ittifak yaptığını öğrenerek geri çekildi. Bu sırada Artuklu beyi Kutbeddin ilgazi oldu ve yerine, oğlu
Husameddin Yavlak Arslan geçti. İkinci Sökmen, Yavlak Arslan’ın dayısi idi. Bu sebeple Artukluların
idaresine karıştı. Fakat çok geçmeden 10 Temmuz 1185 (H. 581) yılında vefat etti.
İkinci Sökmen’den sonra tahta geçecek bir kimsenin olmayısi, Selahaddîn Eyyubî’ye arzusunu
gerçekleştirme fırsatı verdi. Amcasının oğlunu bir ordu ile Ahlat üzerine gönderdi. Fakat Ahlatşâhlar’ın
dirayet ve kuvvet sahibi beyi Seyfeddîn Begtimur, duruma hakim olarak tahtı ele geçirdi. Yedi senelik bir
iktidardan sonra, 1193 yılında damadı Aksungur tarafından tahttan indirildi. Aksungur, kyınpederinin yerini
aldı ve kyınbiraderini hapsetti. 1197 (H. 594) senesinde ölen Aksungur’un yerine, Sökmen’in kölesi Ermeni
asıllı Atabek Kutluş geçti. Yedi günlük bir saltanattan sonra halk tarafından tahttan indirildi. Yerine
Begtimur’un oğlu Muhammed geçti.
Muhammed Bey zamanında Gürcüler iki sefer Ahlatşâh topraklarına saldırdılar. Birisini Erzurum meliki
Tuğrul Şah’ın yardımı, diğerini de din adamlarının askeri teşvikiyle geri puskurttu. Fakat Muhammed Bey,
Atabek Kutluğ’u öldürünce, halk ve asker aleyhine döndü. İkinci Sökmen’in yeşeni olan Artuklu beyi
Arslan, Ahlat’a çağrildi. Bu sırada tahtı ele geçirmek isteyen Sökmen’in komutanlarından İzzeddîn
Balaban, Ahlat’ı ele geçirerek duruma hakim oldu. Muhammed Bey’i bir kaleye haps etti. Bunu fırsat bilen
Necmeddîn Eyyubî, Ahlat’a hücûm etti. İzzeddin Balaban, Erzurum meliki Tuğrul Şah’dan yardım istedi.
Tuğrul Şah Ahlat’a geldi ve İzzeddîn Balaban’ı öldürdü. Fakat halk tarafından şehre sokulmayınca geri
Erzurum’a döndü. Halkın kendisini davet etmesi üzerine, Necmeddîn Eyyubî 1207 (H. 604) senesinde
Ahlat’a geldi ve şehri teslim alarak Ahlatşâhlar Devleti’ne son verdi.
Kültür ve medeniyet: Her Türk-İslâm devleti gibi, ülkelerin tamiri ve insanların maddî ve manevî refaha
ulaşmasını gaye edinen Ahlatşâhlar da, belde halkını huzura kavuşturmak için ellerinden gelen gayreti
gösterdiler. Hükümdar ailesi ve çevresindeki devlet büyükleri, sanlarına yaraşır eserlerle beldelerini
süslediler. Ahlat, Bitlis, Musgibi hakimiyet sahalarına giren şehirlerde camiler, hastahaneler, hamamlar,
koprü ve medreseler yaptırarak halkın sosyal ihtiyaçlarını gidermeye calıştılar. Şehirlerin kale ve surlarını
tamir ile de sayunma tedbirleri aldılar. Emirlerinde bulunan insanların eğitimine çok ehemmiyet verdiler.
Onların dinlerini en iyi şekilde öğrenmelerini te’min için, üstün vasıflara haiz din adamı yetiştiren
medreseler açtılar. Toprakların en iyi şekilde değerlendirilmesi için zirai çalışmalara ehemmiyet verdiler.
Elde edilen urun ve te’min edilen huzurla, insanlar refah içinde yaşadılar. Sağlanan refah sayesinde kültür
faaliyetleri hızlandı. Ahlat’ta yetişen alimler ve san’atkarlar, çevre memleketlere yayıldılar. İlmi ile amil
alimlerin ve mücahid gazîlerin yurdu olarak tanınan Ahlat, Kubbet-ül-İslâm adıyla anılmaya başlandı.
Ahlat’tan; Safiyuddîn Ebu’l-Berekat, Şeyh Mü’min ed-Darir, Yahyâ bin Ahmed Hudadad, Muhammed bin
Melikdad gibi alimler yetişti. Konya Alaeddin Camiinin mimari Hacı el-Ahlatî, Tercan’da Mama Hatun
türbe ve kervansarayının mimari Mufaddal el-Ahlati ve Divriği Dârussifasi’nin mimari Hurremsah el-Ahlati
gibi san’atkarlar, Ahlat’ta meydana gelen kültür ve medeniyet muhitinde yetiştiler. Yine kimyager İbrahim
bin Abdullah da Ahlatlı olup, boyacılıkta bilhassa laciverd imalinde mahir, tıp ve başka ilimlerde meşhûrdu.
Ahlatşâhlar, kuzeyde Gürcülere, güneyde ve batıda haçhlara karşı mücadele ediyorlardı. Topraklarında Ebu
İshak Kazerunî hazretlerinin yolunda olan dervişler vardı. Bu mübarek insanlar sayesinde asker arasında
cihad ruhu canlılığını daima korudu. Hükümdarlar, onlara hususi dergahlar yapar, hürmet gösterirlerdi.
Çok çalışkan olan Ahlatlılar, Van-Tatvan-Vastan limanları arasında, Ahlat Ercis arasında büyük gemiler
çalıştırdılar. Ticaret yaptılar. Van Gölunde acemiliklerini çıkaran Ahlatli gemiciler, Karadeniz’de de ticari
faaliyetlere giriştiler. Tebriz’den gelen ticaret yolu üzerinde bulunan Ahlat, iki milyon altın vergi tahsil
edebilecek bir şehir haline geldi. Ticaret yolları üzerinde; hanlar ve kervansaraylar yaptıran Ahlatşâhlar,
tüccarlara kolaylıklar sağladılar. Buranın san’atkarları, demircilik ve çilingirlikle meşgul oldular. Ayrıca
Ahlat civarındaki kuyulardan çıkanları kirmizi ve sari renkli arsenik, komsu memleketlere ihrag edildi. Van
Gölunde tututan baliklar komsu ülkelere satıldı.
1) A History of the Crusades, (S. Runciman, London 1965)
2) El-Vafi bil-vefeyât (Selahaddin Safdi, İstanbul 1931); cild-1, sh. 47
3) Târih-i Atabekiyye el-Musul (İbn-ul-Esir)
4) Târih-i Meyyafarikin
5) Târih-ul-beşer (Ebü’l-Fida, İstanbul 1286); cild-2, sh. 223
6) Chroniqües (Suryani Mihael); cild-3, sh. 175
7) Düvel-i İslâmiyye; sh. 242
8) El-Kâmil (İbn-ul-Esir, Kahire 1303); cild-9, sh. 25
9) Kitâb-ür-Ravdateyn (Ebu Şame); cild-2, sh. 38
AHMED BİN HANBEL
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelf mezhebinin imamı, kurucusu. Künyesi, Ebu
Abdullah’tır. 780 (H. 164) senesinde Başdad’da doğdu. 855 (H. 241) senesinde bir Cum’a günü orada vefat
etti. Bab-i Harb denilen kabristanda medfundur. Babasının ismi Muhammed bin Hanbel’dir. Dedesi Hanbel
bin Helal, Basra’dan Horasan’a gelerek yerleşmiş, Emevî Devleti’nde Serahs şehri valiliği yapmıştır.
Ahmed bin Hanbel’ın babası asker (subay) idi. Annesi ona hamile iken, Merv şehrinden Bağdad’a göçtüler.
Soy itibariyle Arab asıllıdır. Nesebi, Arablar arasında meşhûr bir kabîle olan Şeyban kabilesine dayanır. Bu
kabîle, Adnan’ın torunlarından Nizarda Peygamber efendimizin soyu ile birleşmektedir.
Ahmed bin Hanbel’in babası daha o küçük yaşta iken vefat etti. Onun terbiye ve yetişmesiyle annesi
ilgilendi. Ahmed bin Hanbel, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Bu sırada Bağdad önemli bir ilim
merkezi olup, burada hadîs, tefsîr, kıraat ve diğer ilimlerde söz sahibi alimler ve evliyanın büyükleri
bulunuyordu. Ahmed bin Hanbel, önce Kur’ân-ı kenmi ezberledi. Bundan sonra lugat, hadîs, fıkıh, tefsîr,
Eshab-ı kiram ve Tabiîn’in rivayetlerini öğrendi. Henüz 15-16 yaşlarında iken emsali arasında ciddiyeti,
cahskanlığı, takvasi, sabn, metanet ve güzel ahlâkı ile üstün oldu ve alimlerin dikkatini çekti. Bu sebeple
Heysem bin Cemîl (r. aleyh), onun hakkında; “Bu çocuk yaşarsa, zamanındakilere ilimde rehber olacaktır”
demiştir.
İlk önce, İmam-ı a’zam’ın talebesi olan Ebu Yusuf’dan fıkıh ve hadis ilimlerinde ders aldı. Bundan sonra da
üç sene Huseym’in derslerine devam edip, ondan hadîs-i şerîf dinledi. Kendisi;. “Hocam Huseym’den
işittiğim her şeyi ezberledim” demiştir. 795 (H. 179) senesinde tahsile başlayıp, 802 (H. 186) senesine kadar
7 yıl Bağdad’da meşhûr alimlerden ilim öğrendi. Bundan sonra ilim tahsîli için seyahatlere başladı. 802 (H.
186) yılında Basra’ya ve bir yıl sonra da Hicaz’a gitti. Böylece; Kufe, Basra, Mekke-i mukerreme, Medine-i
münevvere, Şam ve el-Cezîre’ye giderek hadîs ilmini öğrendi. Hadîs ravîlerini bizzat görerek, kendilerinden
hadîs-i şerîf dinledi. Basra ve Hicaz’a beş er defaseyahatyaptı. Hicaz’a yaptığı ilk seyahatinde, fıkıh ilminde
hocası olan İmam-ı Şafiî ile Mekke’de Mescid-i Haram’da görüştü. İkinci defa ise, Bağdad’da bir araya
geldiler.
Ahmed bin Hanbel (r. aleyh), ilim öğrenmek için her türlü zorluğa katlandı. İlmî seyahatlerini çok kere yaya
olarak yaptı. Hac yapmak için beş defa Mekke-i mukerremeye gitti. Bu seferlerinden birinde, hac yaptıktan
sonra bir müddet, mucavir olarak Mekke’de kaldı. Sonra meşhûr hadîs alimi Abdürrezzak bin
Hemmam’dan hadîs-i şerîf öğrenmek için Yemen’in San’a şehrine gitmek üzere yola çıktı. Bu yolculuk
sırasında, çok sıkınti çekti. Yolda yiyeceği bitmişti. Parası da olmadığı için, San’a şehrine varıncaya kadar,
nakliyecilerin yanında ücretle hamallık yaptı. Ticaret ve kazanç için elverişli olmayan San’a’da iki sene
kalıp, Abdürrezzak bin Hemmam’dan hadîs-i şerîf dinledi. Böylece İmam-ı Zührî ve İbn-i Museyyib
yoluyla rivayet edilen, bir çok hadîs-i şerîfi işitip öğrendi.
Ahmed bin Hanbel, ilim öğrenmek için pek çok İslâm beldesini dolaştı ve bu uğurda pek çok meşakkate
katlandı. Kitap gantalarını sırtında taşırdı. Bir seferinde onu tanıyan biri, ezberlediği hadîs-i şerîfler ve
yazdığı notların çokluğunu görerek; “Bir Kufe’ye, Bir Basra’ya gidiyorsun! Ne zamana kadar böyle devam
edeceksin?” deyince, Ahmed bin Hanbel hazretleri; “Hokka ve kalem ile mezara kadar...” diyerek cevap
vermişti.
Ahmed bin Hanbel hazretleri, kırk yaşında ders ve fetva vermeye başladı. İlmi ve üstün ahlâkı ile çok
sevilip, hadîs rivayetinde ve fetvada başvurulan önemli bir kaynak oldu. İki çeşit ders halkasi (meclisi)
vardı. Biri, talebelerine verdiği muntazam dersler, diğeri de talebelerinin ve halktan isteyenlerin katıldığı
dersler idi. İlim meclisine pek çok kimse katılırdı. Bazı rivayetlere göre, dersini dinleyenlerin sayısı beş bini
bulmuştur. Ahmed bin Hanbel’den ders alıp, ilim öğrenen talebenin çokluğu, ondan hadîs-i şerîf rivayet
edenlerin ve fikhi mes’eleler nakledenlerin pek çok sayıda olmasından da anlaşılmaktadır. Onun meclisine
gelip, derslerini dinleyenlerin bir kısmı, sadece ondaki üstün hallere, yüksek ahlâka ve derin ilme hayran
kaldığı için, bir kısmı hem ilmini, hem ahlâkını alırken, bir kısmı daonun yaşayışına göre yaşamak, onu
tanımak, ahlâk ve edeb hususunda yaptığı vaz u nasîhatten istifade etmek için huzuruna gelirlerdi.
Ahmed bin Hanbel’in meclisinde, derslerinde vekar, ciddiyet, tevazu ve gönül huzuru hakim idi.
Dinleyenlere ve katılanlara saadet vesilesi olan derslerini, ikindiden sonra, Bağdad’da büyük bir mescidde
verirdi.
Ders meclisine daima kitaplarıyla, yazıp kaydettikleri ile çıkardı. Çok kuvvetli bir hafızaya sahib olmasına
rağmen, hadîs-i şerîf rivayet ederken, yazdıklarına bakardı. Kitabından okur, talebelere yazdırırdı.
Derslerinde hadîs-i şerîf rivayetinden başka, bir de fikhi mes’eleler hakkında verdiği cevaplar yer almakta
idi. Ondan ders alıp, ilimde yetişenlerin sayısı 900 civarındadır. En meşhûr talebelerinden olan oğlu Salih
bin Ahmed, babasının ictihadlarını, yazdığı mektuplarla yaydı. Kadılık vazifesi de yaptığ için Hanbeli
mezhebini tatbik edip, uygulama safhasına koydu. Diğer oğlu Abdullah bin Ahmed, babasının ictihadlarını
nakletti.
Ahmed bin Hanbel, hadîs ilminde zamanın en büyük alimi olup, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi
senedleriyle birlikte ezbere bilirdi. Ebu Zur’a’ya göre, bir milyon hadîs-i şerîfi ezberlemişti. Kendisinden
pek çok alim, hadîs-i şerîf nakletmiştir. İlim ve amelde öncü, Ehl-i sünnet olan dört imamın dördüncüsü idi.
İmam-ı Şafiî (r. aleyh) buyurdu ki: “Bağdad’dan ayrıldığım zaman, orada Ahmed bin Hanbel’den dahaalim,
daha fakîh, haramlardan ve süphelilerden onun kadar kaçan kimseyi bırakmadım.”
Ebu Davud Sicistanî şöyle buyurmuştur: “İki yüz meşhûr alimle karşılaştım. Ahmed bin Hanbel gibisini
görmedim. O hiç bir zaman, insanların daldığı dünya işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca
konuşurdu.” Ebu Zür’a da; “İlmin her dahnda Ahmed bin Hanbel’in bir benzerini görmedim. Onun ilimde
ulaştığı dereceye, başkası ulaşamamıştır” demiştir.
Menha bin Yahya da; “Ahmed bin Hanbel, her hayn kendisinde toplamıştı. Çok alim gördüm, fakat ilimde,
verada ve zühdde, onun gibi üstün birine rastlamadım” demiştir.
İmam-ı Ahmed bin Hanbel, büyük bir müfessir, yüksek bir muhaddis olup, hazırladığı tefsîri, yüz yirmi bin
hadîs-i şerîfden meydana gelmiştir. Ahmed bin Hanbel hazretlerinin eserleri, müfessirler için birer feyz
kaynağıdır. Bunun için kendisi “Üstad-ül-Müfessirîn” ünvanıyla anılır. Bir çok muhaddis yetiştirmiştir.
Binlerce hadîs-i şerîf ile hafızasrın süslemiştir.
Yaşadığı devir, yazılan hadîs-i şerîflerin toplandığı bir devirdi. Bu devirdeyetişen büyük hadîs alimlerinin
en meşhûru oldu. Otuz bin hadîs-i şerîfi içine alan Müsned adlı eserini, 700 bin hadîs-i şerîf içinden seçerek
yazdı.
Bağdad’da mu’tezile fırkasına mensub olanlar, Kur’ân-ı kerîm mahluktur diyerek, bu yanhî itikadlarına,
Abbasî halifesi Me’mun’u inandırdılar. Bunu kabul etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp,
Me’mun vasıtasıyla bu hususta baskı ve işkence yaptılar ve yirmisekiz ay hapsettiler. Bu arada Ahmed bin
Hanbel’e, İmam-ı Şafiî hazretleri, Mısır’dan mektup göndermişti. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca;
“Rüyada Resûlullah efendimizi görmüş, Ahmed bin Hanbel’e mektup ile benden selam yaz ve de ki;
Kur’ân-ı kerîmin mahluk olup olmadığı kendisinden sorulacak. Onların istediği cevabı vermesin!
buyurmuş” dedi. Bunun üzerine bütün baskı ve işkencelere rağmen, o; “Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın
kelamıdır. Mahluk değildir” diyerek, Ehl-i sünnet itikadını bildirdi. Mu’tasım’ın halifeliği sırasında da baskı
ve işkencelere maruz kaldı. El-Mütevekkil halife olunca, mu’tezile fırkasi mensublarını saraydan
uzaklaştırdı. Fıkıh ve hadis alimlerine hürmet ve yakınlık gösterdi. Böylece Ahmed bin Hanbel hazretleri,
yapılan baskı ve işkenceden kurtuldu. Yaptığı hizmetlerle, zamanındaki ve sonraki asırlardaki insanlara
rehber oldu.
Mezhebi: Allahü teâlâ, bütün müslümanlardan tek bir îman istemektedir. İslâmiyet’te; îmanda, îtikadda
tefrikaya (ayrılığa), kesinlikle izin verilmemiştir. Resûlullah efendimizin inandıdı ve bildirdiği ve Eshab-ı
kiramın naklettiği gibi îman eden müslümanlara, Ehl-i sünnet ve cemaat veya kısaca Sünni denir. Sunnî
müslümanlara, mezheb imamı olan büyük İslâm alimleri tarafından, Kur’ân-ı kenın ve hadîs-i serîflerde
hükmü açıkça bildirilmemiş olan bazı ibadetlerin ve günlük muamelelerin tarifinde ve yapılışında gösterilen
ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturan yollara, ameli mezhebler denilmiştir. Mezheb imamı olan büyük
İslâm alimlerinin, aralarındaki böyle ictihad ayrılıklarına, dînin sahibi izin vermiş ve bu hal, her zaman ve
her yerde, müslümanların İslâmiyet’e dosdoğru uymalarını te’min ederek, müslümanlarığın rahmet
olmuştur. Nitekim hadîs-i şerîfde de; “Alimlerin (müctehidlerin) mezheblere ayrılması rahmettir”
buyrulmuştur.
İslâmiyet’te, Ehl-i sünnet itikadı üzere olan, amelde dört hak mezhebten biri de, Hanbelî mezhebidir.
Ahmed bin Hanbel hazretleri bu mezhebin imamıdır. O, ictihadlarıyla, müslümanların, Allahü teâlânın
rızasına kavuşmaları için, amellerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun gösterdiği bu yola “Hanbelî
mezhebi” ve Ehl-i sünnet îtikadında olan müslümanlardan, amellerini bu mezhebin hükümlerine uyarak
yapanlara Hanbeli denir.
Ahmed bin Hanbel’in, talebelerinin ve kendisine sual soranların müşkullerini hallederken ortaya koyduğu
ve takib ettiği usûller, Hanbelî mezhebinin temel kaideleri olmuştur. Bu usûller şunlardır:
1-Kitab ve Sünnet: Bütün müctehidler gibi Ahmed bin Hanbel de, bir işin nasıl yapılacağini Kur’ân-ı
kenınde acık olarak bulamazsa, hadîs-i şerîflere bakar, bunlarda bulursa ona göre hüküm verirdi.
2-İcma ve Sahabe kavli: Hadîs-i şerîflerde de açıkça bulamadığı bir iş için, icma var ise, öyle yapılmasını
bildirirdi.
İcmâ, Eshab-ı kiramın hepsinin aynı suretle yapması veya söylemesi demektir. İcmaya sözbirliği de denir.
Eshab-ı kiramdan sonra gelen Tabiînin de icmasını delil, senet kabul etmiştir. Sahabe kavli (sözü, ictihadi)
bulunan bir mes’elede, kendi ictihadına göre hüküm vermezdi. Sahabenin sözüne göre hüküm verirdi. Hatta
Sahabe sözü bulamadığı hususlarda, Tabiînin büyüklerinden olan müctehidlerin ictihadını, kendi re’yine
tercih ederdi.
3-Bir mes’ele hakkında, Sahabe veya Tabiîne ait bir re’y (ictihad) bulamazsa, zayıf ve mürsel hadîslerle
amel eder, ona göre hüküm verirdi. Zayıf hadîsin de, sahih hadîsin bir çeşidi olduğunu göz önünde tutardı.
4-Kıyas: İmam-ı Malik’in rivayet yolunu ve İmam-ı a’zamın re’y ve kıyas yolunu almış ise de, pek çok
hadîs-i şerîf ezberledişinden, önce, hadîs-i serîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihad etmiştir.
Ictihadda bu usûl, sadece Ahmed bin Hanbel’e aittir.
Hanbelî mezhebinde bir çok alimler yetişmiştir. Bu alimlerin başıda Ahmed bin Hanbel’in kendi oğulları
Salih ve Abdullah gelmektedir. Ebu Bekr el-Esrem, Abdülmelik el-Meymunî, Ebu Bekr el-Mervezî, Harb
bin İsmail, İbrahim bin İshak el-Harbî gibi alimler, Ahmed bin Hanbel’in bizzat kendisinden fıkıh ilmini
öğrenmişlerdir. Bu mezhebin esasını yaymak hususunda üstün gayret gösteren alimlerden biri de Ebu Bekr
el-Hallal’dir. Seyyid Abdülkadir-i Geylanî de, Hanbelî mezhebinin esaslarını yayan alimlerdendir. Oğlu
Salih, çeşitli kimselere yazdığı mektuplarla babasının mezhebini yaymıştır. Abdülkadir-i Geylanî, Fütuh-
ül-Gayb ve Gunyet-üt-talibin kitapları ile, Abdurrahman el-Cezîrî de Kitab-ül-Fıkhı alel-Mezahib-il-
Erbaa’sında bu mezhebin esaslarını en geniş şekilde açıklamaktadır. El-Mugni, El-İkna, Bülûg-ul-Emani
adındaki eserler de, Hanbeli fıkhı üzere yazılmıştır.
Bu mezheb, Şam ve Bağdad taraflarında çok yayılmıştı. Şimdi azalmıştır. Arabistan’da da mensubları vardı.
Ahmed ibni Hanbel hazretlerinin fazîletlerini, zamanında bulunan İslâm alimeri değişik ifadelerle
anlatmışlardır.
Yahya bin Main; “Ahmed bin Hanbel gibi bir zat daha görmedim. Elli sene onunla sohbet ettim. Kendinde
bulunan üstünlüklerden hiç biriyle asla kendini medhetmedi” buyurmuştur.
Oğlu Abdullah; “Babam her gece Kur’ân-ı kerîmin yedide birini okur, her yedi günde bir hatim ederdi.
Yatsı namazını kıldtktan sonra biraz istirahat eder, sonra kalkıp sabaha kadar ibadet ve taatla meşgul olurdu.
Giydiği elbiseyi en ucuz kumastan yaptırırdı. Çok defa az yer; “Ölecek olan kimse için, bunlarçok bile”
derdi” demiştir.
Gece namazını hiç bırakmazdı. Halka daima kolaylık yollarını gösterir, aşır vazifeleri yüklemezdi. Acıktığı
zaman bir şey bulamazsa, kimseyi rahatsız etmez, birşey istemezdi. Çoğu zaman ekmeğine sirke katık
olurdu. Yolda yürürken, hızlı adımlarla yürürdü. Onu daha çok, mescidde, cenaze namazmda ve hasta
ziyaretinde görürlerdi.
Seleme bin Şebîb’den şöyle nakledilmiştir: “Birgün Ahmed bin Hanbel’in huzurunda oturuyorduk. İçeriye
bir zat girip; “Ahmed bin Hanbel kimdir?” dedi. Biz susup bekledik. “Ahmed bin Hanbel benim, ne
istiyorsun?” dedi. Gelen zat dedi ki: “Dört yüz fersah uzaktan geliyorum. Cum’a gecesi uyumuştum.
Rüyamda biri gelip, bana; “Ahmed bin Hanbel’i biliyor musun?” dedi. “Hayır tanımıyorum” dedim.
“Bağdad’a git, onu sor ve bulunca, Hızır alayhisselâm sana selam söyledi de! Semşvâttaki melekler ondan
razıdır. Çünkü o, nefsine asla uymadı, Allahü teâlâya itaat hususunda çok sabırlı davrandı” dedi. Ahmed bin
Hanbel;” Masaallah, la havle vela kuvvete illa billah” dedi. Sonra o zata; “Başka bir söyleyeceğin ve
ihtiyacrn var mi?” dedi. “Hayır sadece bunun için geldim” dedi ve o gün Bağdad’dan ayrıldı.”
Ahmed bin Muhammed bin Amr, Ebu Abdurrahman bin Ahmed’den neklen şöyle anlatır: “Bir defasında
hadis alimleri, Ebu Asim Dahhak ibni Mahled’in meclisinde toplanmıştı. Onlara; “Fıkıh öğrenmek istemez
misiniz? Halbuki aramızda fıkıh aümi yok” dedi. “Aramızda bir kişi var” dediler. “Kimdir o?” dedi. “Şimdi
birazdan gelir” dediler. Biraz sonra Ahmed bin Hanbel karşıdan göründü. “Karşılayalım” dedi. Oradakiler;
“O böyle şeyden hoşlanmaz” dediler. Gelince Ebu Asim onu yanına oturtup, fikhi mes’eleler sormaya
başladı. Bir sual sordu ve cevap aldı. Sormaya devam ederek, bir kaç kere sorup cevap aldı. Sonra da; “Bu,
derya gibi bir alimdir” dedi.”
Nadr bin Ali; “Ahmed bin Hanbel’in işi, hep ahıretle ilgili idi. Dünya menfaatleri ona yöneldi, fakat o kabul
etmeyip, geri çevirdi” dedi.
Nuh bin Hubeyb şöyle demiştir: “Ahmed bin Hanbel’i, Hîfe mescidinde 813 (H. 198) senesinde gördüm.
Bir direğe yaşlanmış oturuyordu. Hadis ilmi ile uğraşan hadis ehli, yanına toplanmıştı. Onlara hadîs-i şerîf
vefıkıh öğretiyordu. Bize de, haccın yapılışı ile ilgili fetvâ verdi.”
İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri kendisi anlatır: “Bir gün, sahrada yalnız idim. Yolu şaşırmıştım. Bir
kenarda oturan bir köylu gördüm. Gideyim ve ona yolu sorayım dedim. Gittim ve sordum. “Açım” dedi. Bir
parça ekmeğim vardı, ona verdim. GCir bir sesle; “Ey Ahmed! Sen kim oluyorsun ki, Allahü teâlânın evine
(Beytullah’a) gidiyorsun! Allahü teâlâ oraya gitmene razı olmayınca, elbette ki, yolunu şaşırırsm!” dedi.
Bunun üzerine; “Ya Rabbi! Senin köşelerde, kenarlarda, sakladığın, halkın gözünden orttuğün böyle
kulların da varmış” dedim. O zat şöyle dedi: “Ne zannediyorsun Ahmed, ne zannediyorsun! Allahü teâlânın
öyle kulları vardır ki, eğer Allahü teâlâdan isteseler, bütün gökler ve yerler, onların hürmetine altın olur.” O
anda toprak ve dağlar altın olmuştu.. Kendimden geçtim ve düştüm.”
Ahmed bin Hanbel’in, yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine, bu işçiye ücretinden fazla ver,
dedi. Talebe, ücretinden fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. Hazret-i imam, arkasından yetiş, şimdi alır,
dedi. Dediği gibi işçi parayı aldı. Hazret-i imam’a sebebi sual edildiğinde buyurdu ki: “O zaman böyle bir
şey aklından geçiyordu... Şimdi ise bu düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülunu bozmayacağı için aldı.”
Tevekkül nedir? diye sual ettiler. “Rızkın, Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır” buyurdu.
Taberanî hazretleri şöyle nakleder: “Zamanın meşhûr bir falcisi vardı. Fal baktırmak isteyenler her taraftan
gelir, kendisini bulurlardı. Bu sahis falciliği meslek haline getirmişti. Daha sonra hastalandı. Yirmi sene
iyilesemedi. Biri ziyaretine gelmişti. Halini görünce; “Senin iyileşmenin tek yolu var. O da zamammizin en
büyük alimlerinden ve evliyasından biri olan Ahmed bin Hanbel hazretlerinin dua etmesidir” dedi. Bu falci
da annesini gönderip, dua etmesini istedi. Annesi, Ahmed bin Hanberin evine varınca dedi ki: “Oğlum yirmi
senedir hasta yatmaktadır. Bunun iyileşmesi için sizden dua istemeye geldim. “Herkes iyileşmek için
oğluna gelirdi. Senin oğlun da, her şeyi bildiğini zannederdi. Kendi hastalığını tedavi etmeyip de, seni bana
mı gönderdi?” dedi. Kadının çok ısrari karşısında dayanamayıp, falolığı bırakması şartıyla dua edeceğini
söyledi. Hazret-i imam’in bu sözü üzerine falciliği bıraktı. Tövbe istiğfar etti ve sıhhate kavuştu.”
Bir gencin, felç olmuş, hasta bir annesi vardı. Bir gün oğluna; “Ey oğlum! Eğer benim rızâmı almak, beni
sevindirmek istersen, İmam-ı Ahmed’in huzuruna git ve sıhhate kavuşmam için bana dua etmesini söyle.
Belki Allahü teâlâ, beni bu hale getiren hastalıktan kurtanr” dedi. Genç, İmâm-ı Ahmed’in kapısına geldi ve
seslendi. İçerden bir ses;
“Kimsin?” dedi. Cevabında; “Size muhtacım. Hasta bir annem var, sizden dua istiyor” dedi. İmam çok
üzüldü. Kendi kendine; “Beni nereden biliyor?” dedi. Sonra kalktı, abdest aldı, namaza durdu. İmam’in
hizmetçisi o gence; “Sen geri don, imam dua ediyor” dedi. Genç geri döndü, evin kapısına geldiği zaman,
annesi kalktı ve oğlunu kapıda karşıladı. Allahü teâlânın izni ile tam sıhhate kavuşmuştu.
İbn-i Ebi Verdi hazretleri anlatır: “Bir gece rüyamda Resûlullah’ı gördüm. Kendisine dedim ki: “Ya
Resûlallah! Ahmed bin Hanbel hakkında ne buyurursunuz?” “Senin yanına Mûsâ aleyhisselam geliyor, bu
sualini ona sor?” buyurdu. Sir müddet sonra yanıma Mûsâ aleyhisselam geldi. Aynı sualimi ona
sorduğumda buyurdu ki: “Ahmed bin Hanbel, zahirî ve batmî ilimde kemale gelmiş, çok sadık bir kimsedir.
Allahü teâlâ, muhakkak sadıklarla beraberdir.”
Ahmed bin Hanbel vefat ederken eliyle işaret edip; “Hayır olmaz” dedi. Oğlu; “Babacığım bu ne haldir?”
dedi. “Şu an tehlike zamanıdır, dua ediniz. Şeytan felaket toprağını başıma saçmak istiyor. Ey Ahmed,
benim elimde can ver diyor, ben de; “Hayır olmaz, hayır olmaz!” diyorum” dedi. “Bir nefes kalıncaya kadar
tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emîn olmak yoktur” buyurdu. Vefât haberi, bütün Bağdad halkını
ağlattı. Cenaze namazını kılmak için gelenlerin çok fazla olması sebebiyle Bağdadlılar evlerinin kapısını
açıp, cenaze namazı için abdest almak isteyen gelsin, diye bağırdılar. Cenaze namazı kılınınca, kuşlar,
tabutu üzerinde uçusup, kendilerini tabuta vurdular. Cenaze namazmda yüz bine yakın kişi bulundu. O gün
yahudi ve hıristiyanlardan pek çok kimse, bu hadiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp, yalvararak; “La
ilahe illallah” dediler.
Muhammed ibni Huseyme der ki, vefâtından sonra hazret-i imâm’ı rüyamda gördüm. “Nereye gidiyorsun?”
dedim. “Cennet’e gidiyorum” dedi. “Allahü teâlâ sana ne muamele etti?” dedim. Cevabında buyurdu ki:
“Allahü teâlâ beni mağfiret etti. Başıma taç giydirdi ve; “Ey Ahmed! Kur’ân-ı kerîme mahluk demediğin
için, bu nimetleri sana verdim” diye buyurdu.”
Muhammed bin Huzeyme şöyle anlatır: “Ahmed bin Hanbel’in vefat haberini iskenderiyye’de iken
duydum. Çok üzülmüştüm. Rüyamda Ahmed bin Hanbel’in salına salına yürüdüğünü görüp kendisine; “Ey
imâm! Bu ne biçim yürüyüş böyle?” dedim. Ahmed bin Hanbel; “Dünyada, Allahü teâlânın dinine hizmet
edenlerin, Cennet’teki yürüyüşleri böyledir” buyurdu. Ben; “Allahü teâlâ sana nasıl muamele etti?” diye
sual ettim. İmam hazretleri; “Allahü teâlâ beni affetti, başıma bir taç, ayağıma altından iki ayakkabı giydirdi
ve “Ey Ahmed! Kur’ân-ı kerîmin kelamım olduğuna inandığın için, bu iltifatlara kavuştun. Ey İmam,
Süfyan-i Sevrî’den sana ulaşan dualar var, onlarla dünyada duâ ettiğin gibi, şimdi de duâ et” dedi. Bu emir
üzerine; “Ey alemlerin Rabbi olan Allah’ım, bizleri af ve mağfiret eyle. Bizlere sual sorma” diye dua ettim.
Bu duadan sonra; “Ey Ahmed, işte Cennet, gir oraya buyurdu ve ben de Cennet’e girdim.”
Eserleri:
1-Müsned; 30 bin hadîs-i şerîfi içine almıştır. Matbudur. 2-Kitab-üs-Sünne, 3-Kitab-üz-Zühd
(Matbû’dur), 4-Kitab-us-Salat, 5-Kitab-ul-vera’ vel-iman, 6-Kitab-ür-Reddi alel-Cehmiyye vez-
Zenadika (Matbudur), 7-Kitab-ül-eşribe (Matbudur), 8-Kitab-ül-mesail, 9-Cüz-fi usûl-us-Sünne, 10-
Fedail-us-Sahabe; 2 cild halinde matbû’dur. 11-Er-Reddü ala men-Tenakşa fil-Kur’an, 12-Et-Tefsir,
13-En-Nasih vel-Mensuh, 14-Et-Tarih, 15-Hadisu Şu’be, 16-Mukaddem vel-Muahhar fil-Kur’an, 17-
Vücubat-ul-Kur’an, 18-Menasik-ül-kebir ves-Sagir, 19-El-Cerhu vet-Ta’dil, 20-Kitab’ul-ilel ve
ma’rifet’ür-Rical (Matbudur).
Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdular ki:
“Kim, insanlara, ekmek ve su kadar lazımdır. Kim, rivayet ve kuru malumat çokluğu değildir. Kim, faydalı
olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.”
“Kulun, kalbini ıslah etmesi için, iyilerle beraber olması kadar faydalı bir şey yoktur. Yine kulun, fasıklarla
beraber olup, onların işlerine dikkat ve nazar etmesi kadar zararlı bir şey yoktur.”
“Günahlar, imanı zayıflatır.”
“Yemeni; din kardeşleriyle sürûr içinde, fakirlerle ikram ve cömertlikle, diğer insanlarla da mürüvvet içinde
yemek lâzımdır.”
“Sizde olmayan meziyetlerle, sizi medheden kimsenin; sizde olmayan kötülüklerle de bir gün
kötüleyeceğini unutmayınız.”
“İstediklerini vermediğiniz zaman kızan, kirilan veya küsen arkadaş, gerçek arkadaş değildir.”
“Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız.”
“İnsanların ahmak sınıfi, kendilerinin medh edilmesinden hoşlananlardır.”
“Tevekkül, her şeyi Allah’tan bilmek ve rızkı O’nun verdiğine inanmaktır.”
“İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kafi gelmez.”
“Husn-i zanın olanın hayatı hoş geçer.”
“Yalan söylemek, emniyeti giderir.”
“Meziyyet; fazîlet, ilim ve irfan tamamlığı iledir.”
“Ayıplardan uzak arkadaş arayanlar, arkadaşsız kalır.”
Ahmed ibni Hanbel’e; “Her gün sabahtan akşama kadar camide ibadet edip, Allahü teâlâ benim rızkımı
nereden olsa gönderir, diyen nasıl bir kimsedir?” diye sordular. Cevabında; “Bu kimse cahildir.
İslamiyet’ten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Allahü teâlâ benim. rızkımı,
süngümtin ucuna koymuştur. (Yani rızkım cihad ile gelmektedir)” demiştir.
“İhlas nedir?” sorusuna; “Amellerin Hfetlerinden kurtulmaktır”, “Tevekkül nedir?” sorusuna; “Rızkın,
Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır” cevabını vermiştir.
“Zühd nedir?” sorusuna; “Zühd üç türlüdür; cahilin zühdü, haramları terk etmektir. Alimlerin zühdü, helal
olanların fazlasından sakınmaktır. Ariflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan şeyleri terk etmektir” cevabını
vermiştir.
Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah; “Babam, fütüvvet nedir sorusuna; “Korktuğun şey (Cehennem) için,
arzu ettiğin şeyi (heva ve hevesi) terketmektir” diye cevap verdi” demiştir.
Ahmed bin Hanbel hazretlerinin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“İki kişi birbiriyle sevişir de sonra araları açılırsa, bu ancak birisinin işlediği bir günah sebebiyle
olur.”
“Bile bile bir dirhem gümüş kıymetinde faiz yemek, otuz zinâdan daha çok günahtır.
“Kişinin günahları çoğaldığı zarnan, günahlarına keffaret için, Allahü teâlâ onu geçim sıkıntısına
düşürür.”
“Bize en sevimli ve ahırette en yakın olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır. En sevimsiz ve en uzak
olanınız da, çok honuşup hezeyân eden, ağzini yayarak konuşan, konuşmasında kendisini öven ve
lüzumsuz sdzler söyleyen kibirlilerdir.”
“Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunanı, Allahü teâlâ yüzü üstü Cehennem’e atar.”
“Dünyayı seven, ahıretine zarar eder, ahıretini seven, dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz
bakiyi (ahıreti) fani üzerine tercih ediniz.”
“Faziletlerin en üstünü; sana gelmeyene gitmen, vermeyene vermen ve kötülük edene iyilik
etmendir.”
“İmânın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.”
“Kim bir musîbetle karşılaşır ve Allah’ın emrettiği gibi “İnnâ lillah ve inna ileyhi râciun” dedikten
sonra, Allah’ım, bu musibetle beni mükâfatlandır ve bunun ardında buhinan hayırlısını bana ver,
dese, Allahü teâlâ onun istediği gibi yapar.”
Ahmed bin Hanbel, Abdullah ibni Ömer’den nakleder: Sa’d (r. anh) abdest alırken, Resûlullah efendimiz
gördü. “Yâ Sa’d! Suyu niçin israf ediyorsun?” buyurdu. Abdest alırken de israf olur mu dedikte; “Büyük
nehirde de olsa, abdestte fazla kullanmak israf olur” buyurdu.
“Rükü ile secde arasında belini ve sırtım doğrultmayan kimseye, kıyamet gününde Allahü teâlâ
bakmaz.”
“Kıyamet günü Ars-i a’zamın etrafında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların
yüzleri, ayın on dördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryad ederken, onlar feryad etmez. İnsanlar
korkarken, onlar korkmazlar. Onlar, korku ve kederleri olmayan, Allah’ın gerçek dostlarıdır”
buyurdu. Bunların kim olduğu sorulunca; “Onlar, Allah için sevişen kimselerdir” buyurdu.
“Bütün çocuklar, müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bundan sonra anaları,
babaları; hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar.”
“Cum’a günü bir an vardır ki, mü’minin o anda yaptığı duâ red olmaz.”
1) Hilyet-ül-evliya; cild-9, sh. 161
2) Tehzib-üt-tehzib; cild-1, sh. 72
3) Târih-i Bağdad; cild-4, sh. 412
4) Tabakât-i Hanabile; cild-1, sh. 4
5) Tezkiret-ul-huffâz; cild-2, sh. 431
6) Şezerat-uz-zeheb; cild-2, sh. 96
7) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-2, sh. 96
8) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-1, sh. 290
9) Kamûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 788
10) Tam İlmihâl Seddet-i Ebediyye; Sh. 980
11) Vefeyât-ül-a’yân; cild-1, sh. 36
12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 121, cild-7, sh. 84
13) El-Biddye ven-nihâye; cild-10), sh. 325
14) Tezkiret-ul-evliya; cild-1, sh. 195
15) Miftâh-us-seade; cild-2, sh. 232
16) Hidayet-ul-muvaffikîn; sh. 63
17) Tabakât-ül-müfessirin; cild-1, sh. 70
18) Mir’ât-ul-cinân; cild-2 sh. 132
19) Eshâb-ı Kiram; sh. 310
20) Fâideli Bilgiler; sh. 13, 44, 73, 87, 91,143,158
21) Vehhâbiye Nasihat; sh. 13, 24
22) El-A’lâm; cild-1, sh. 203
23) Sıfat-us-safve; cild-2, sh. 190
24) Sebil-ün-necât; sh. 25
25) Eşedd-ül-cihâd; sh. 7
26) Mukaddimet-ul-Müsned (Zehebi); sh. 82
27) En-Nücum-üz-zâhire; cild-2, sh. 304
28) Menâkıb-ı Ahmed bin Hanbel (İbn-i Cevzi)
29) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-3, sh. 209-21