The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-12-05 13:40:10

İslam Tarihi Ansiklopedisi 1. Cild

İslam Tarihi Ansiklopedisi 1. Cild

Keywords: İslam Tarihi Ansiklopedisi

engelini aşmak ve Rusların Asya’ya yayılmasını önlemek için, Don-Volga kanalını açmaya teşebbüs edildi.
Bu kanalla Osmanlılar, Don ve Volga nehirleri vasıtasıyla Hazar Denizi’ne ulaşmak ve Asya’daki Ehl-i
sünnet îtikadındaki Türkler ile daha yakın münâsebet kurmak istiyorlardı. Abdullah Hân, 1587 (H. 996)
senesinde Osmanlılar’a elçi göndererek, Ejderhân da denilen Astırhan Hanlığı arazisine sefer
tertiplenmesini istedi. Osmanlılar, Ejderhân ve Kazan seferi olarak bilinen seferler düzenlediler. Abdullah
Hân ise, Ruslar’ın; Astırhan ve Hazar Denizi’ndeki faaliyetleriyle, Orta Asya’ya yayılma teşebbüsü ile ciddî
şekilde ilgilendi. Tabıl’daki Küçüm Hân’a maddî ve manevî yardımda bulundu. Başkurdistan’daki Nogaylı
Urus Mirzâ’ya da külliyetli mikdarda yardımda bulundu. Rus aleyhdârı faaliyetleri başlattı. Rusların, daha
onaltıncı asrın sonlarında Orta Asya’da görünmesinin önüne geçti. Abdullah Hân, İdil nehrinin doğusundaki
bütün memleketleri, Türkistan’ı nüfuzu altına aldı.

Alimlere ve evliyaya hürmet ve saygıda hiç kusur etmeyen Abdullah Hân, savaşa çıkmadan önce onlara
danışır, uygun görülmeyen işi yapmazdı. Yine böyle bir sefer başlangıcında hazırlıklarını yapıp, ikide bir
Ehl-i sünnet müslümanları ta’ciz eden, dedesi Şeybânî Hân’ı hunharca katledip kafatasında şarab içecek
kadar alcaklaşan Eshâb-ı kiram düşmanı Safevî mezhepsizlerin üzerine savaş açmanın caiz olup olmadığını
âlimlerden sordu. Zamanın ve daha sonrasının büyük âlimi, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî
hazretleri, meşhûr “Redd-i Revâfıd” risalesini yazarak, Abdullah Hân’a gönderdi. İmâmrn Rabbânî
hazretleri, risale ile birlikte gönderdiği mektubunda; “Bunu İran’da Şah Abbâs-ı Safevî’ye gösterin! Kabul
ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur” buyurdu. Safevî İran şahı, bu mübarek zâtın doğru yola
davetini kabul etmeyip, sapıklık ve zındıklığında ısrar etti. Abdullah Hân, Osmanlı serdâr-ı ekremi Ferhat
Paşa’nın, İran’ın batısında Karabağ, Gence ve havâlisinde başarılı fetihlerde bulunmasından da istifâde etti.
Safevîler üzerine, doğu taraftan sefer açtı ve 1588 (H. 997) senesinde Herat’ı feth etti. Sapıkları,
cezalandırıp, müslümanları rahatlattı. Kendisi, Nişâpur, Sebzvar ile diğer şehir ve kaleleri feth ederken, oğlu
Abdülmü’min de, İran’ın Meşhed, İsfehan ve daha bâzı mühim şehirlerini zabt etti. 1594 (H. 1003) senesi
başında İstanbul’a bir elçi gönderip, muvaffakiyetlerini halîfe-i müslimîne arz etti. Osmanlılar da, Abdullah
Hân’a bir elçilik hey’eti ile birlikte, teknik yardım ve eleman gönderdiler.

Bu savaşlardan sonra, Abdullah Hân, oğlu Abdülmü’min’i, kendi yerine tahta vâris yaptı. Bu sebeple ona
Hân ünvanını verdi. Babasının, kendisine karşı müsamaha ve iyiliklerine rağmen, muharebe meydanlarında
kazandığı zaferler onu aldattı. Bütün Şeybânîleri kendi emri altında toplama hevesine kapıldı. Bu yüzden
babası ile arası açıldı. Oğlunun kendisine karşı itaatsizlik etmesinden dolayı, Abdullah Hân çok üzüldü ve
hastalanarak yatağa düştü. Kısa bir süre sonra üzüntüsünden hastalığı arttı ve 1595 (H. 1004) senesinde,
Semerkand’da vefat etti. 1598 senesinde vefat ettiği de rivayet edilir. Vefat ettiğinde 62 yaşında idi. Kırk
beş senelik hükümdarlığının; on üç senesinde babasının yerine, otuz iki senesinde de kendi nâmına icraatta

bulundu.

Zamanın en mümtaz âlimlerinin elinde yetişen Abdullah Hân, iktidarı boyunca evliyalar diyarı olan
Buhârâ’ya bir çok hizmetlerde bulundu. Beş vakit namazını harpde ve sulhda intizamlı bir şekilde kıldığı
gibi, nafile namazlara da bir intizam içerisinde devam ederdi. Hizmetiyle şereflendiği Horasan ve
Mâverâünnehr evliyasının, her dâim feyz ve bereketlerine kavuştu. Âlim ve talebelere çok kıymet veren
Abdullah Hân, meclislerini onlarla süslerdi.

Devrin evliya ve âlimlerine, maddî ve manevî imkanlar sağladı. Arazî verdi. İslâmiyet’in yayılması için,
Sibirya dâhil, çevre memleketlere rehber âlimler gönderdi. Mâverâünnehr, Türkistan, Horasan ve
havâlisinde Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için çalıştı. Memleketinde medfûn bulunan kıymetli
şahsiyetlerin ve Belh’de medfûn Eshâb-ı kiramdan Ukâşe bin Muhsin’in (r. anh) kabrini muhteşem bir
şekilde îmâr ve tezyin ettirdi. Hâce Ebû Nasr Pârisâ hazretlerinin de kabrini yaptırdı. Yılan Otı denilen yere

bir kitabe diktirdi.

On altıncı asırda Mâverâünnehr ve Türkistan’da en büyük Özbek hânı ‘an Abdullah Hân, memleket içinde
merkeziyetçi bir idare, dışarda da güçlü ittifak sistemleri kurdu. Mâverâünnehr’e sulh, sükûn ve huzur
getirdi. Adaleti ve refahı sağladı, îmâra ehemmiyet verdi. Yaptırdığı cami, medrese, han, hamam, hastahâne
ve su sarnıçlarının sayısı bine ulaştı. Kermine ve Murata taraflarındaki çorak sahaları sulayarak, îmâr etti.
Zerefşan ve Kaşka Derya’daki köprüleri yaptırdı. Zirâat gelişip, tahıl, meyve, sebze ve bilhassa pamuk
istihsâli arttı.

Abdullah Hân, halkın hem eğitim ve öğretimi, hem de refahı için büyük gayret sarfetti. Zamanında,
medreseler, talebeler ile dolup taştı. Medreselerin ihtiyaçları, vakıflar tarafından karşılanırdı.

Medreselerde yetiştirilen tasavvuf ehli âlimleri îmâr edilen yerlere iskân ederek, o mahallin, maddî ve
manevî bakımdan kalkınmasını sağladı. Belh şehri çok mâmurlaşıp, nüfûsu arttı. Yeni mahaller kuruldu.
Etrafı surlarla çevrildi. Başşehir Buhara, yol ağı ile örüldü. Kara ve deniz yoluyla, dünyânın her tarafıyla
irtibat kuruldu. Buhârâ-Rusya, Belh-Hindistan ve daha başka ticâret merkezleriyle, ülkelerarası, deniz aşırı
memleketlerle ticâret yapıldı. Bilhassa Özbekler ile Bâbürlüler arasındaki ticâret yolu emniyet altına alınıp,
her mevsim, kervanlar çalışır hâle geldi. Edres, kamka, kendek, kitat, zendeni adı verilen kumaşlar ihraç
edilip; çay, baharat, deri, kösele, mutfak ve ev eşyası, süs eşyası, ateşli silâhlar, Frenk kumaşları ithâl edildi.
Malların toplanıp mahzenlenmesi ve pazarlanması için, Mâverâünnehr tam bir ticâret merkezi hâline geldi.



1) Eshâb-ı Kiram; sh. 157. 305

2) Feridun Bey münşeatı; cild-2, sh. 484

3) Târih-i Buhara; sh. 338

4) El-Fütûhat-ül-Murâdiyye (İbn-i Yûsuf el-Vâiz, Atıf Efendi Kütübhânesi nr. 1912); vr. 2296 vd.

5) Abdullah-nâme (Hafız Tanış)

ABDULLAH-I DEHLEVÎ (r. aleyh)

Hindistan’da yaşayan âlim ve evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu
gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen âlim ve velîlerin yirmi
sekizincisidir. Meşhûr ismi Abdullah, babasının ismi Abdüllatîftir. Gulâm-ı Ali diye de bilinir. Seyyid olup,
hazret-i Ali soyundandır. 1745 (H. 1158) senesinde Hindistan’ın Pencap eyâletinin Bitâle kasabasında
doğdu. Evliyanın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerine talebe olup, onun sohbetleriyle kemâle
geldi ve zamanının bir tanesi oldu. Pek çok kerametleri görüldü. Binlerce talebe yetiştirdi. Zamanındaki
devlet adamlarına, âlimlere ve cemiyete hükmeden kimselere mektuplar yazarak nasîhat etti. 1824 (H.
1240) senesinde Dehli’de vefat etti.

Babası Abdüllatîf Efendi, riyazet ve mücâhede eder yâni nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini
yapardı. Allahü teâlânın yasaklarından ve şüpheli şeylerden şiddetle sakınır, bu suretle tasavvuf yolunda
olgunlaşıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı. Abdüllatîf efendi, oğlunun doğumundan bir gün
önce rüyasında hazret-i Ali’yi gördü. Hazret-i Ali ona, doğacak oğluna kendi ismini (Ali) koymasını tavsiye
etti. Annesi de o günlerde rüyasında Abdülkâdir-i Geylânî’yi görmüştü. O da kendi ismini koymasını
tavsiye etmişti. Evliyâullahtan olan amcası da sevgili Peygamberimizi rüyasında görmüş, Peygamber
efendimiz, doğacak çocuğa Abdullah isminin verilmesini emr buyurmuştu. Çocuk doğduğu zaman; babası
Ali, annesi Abdülkâdir, amcası da Abdullah ismini verdiler. Abdullah-ı Dehlevî beş-altı yaşına geldiği

zaman, kendisine Ali demekten haya edip, Ali’nin hizmetçisi mânâsına, Gulâm-ı Ali dedi. Gulâm-ı Ali
olarak tanındı. Daha sonra bu ismi ve Abdülkâdir ismi ile çağrılmaz olup, Abdullah ismi meşhûr oldu.
Abdullah-ı Dehlevî, küçük yaşından îtibâren babasının yanında ilim öğrenmeye başladı. Onüç yaşına
gelince, babası onu, hocası olan Nâsıruddîn Kâdirî hazretlerinin sohbetinde bulunup, ilim öğrenmesi için
Dehli’ye götürdü. O sırada Nâsıruddîn Kâdirî vefat ettiği için görüşmek mümkün olmadı. Bunun üzerine
babası; “Ey oğlum! Ben seni üstadım Nâsıruddîn hazretlerinden ilim öğrenip, onun terbiyesi altında
yetişmen için getirmiştim. Ne yapalım, nasîb değilmiş. Şimdi serbestsin. Mübarek kalbine nereden bir
marifet kokusu gelir, seni yetişdirecek bir âlim ve velî buîabilirsen ona gidip büyüklerin yolunu
öğrenebilirsin” dedi.

Dehli’de Allah adamlarının sohbetlerinde bulunmaya gayret sarfeden Abdullah-ı Dehlevî, Hâce Zübeyr ve
onun talebelerinden; Ziyâullah, Abdül-adl, Hâce Nâsıruddîn’in oğlu Hâce Mîr Dürer, Mevlânâ Fahreddîn,
Fahr-i Cihân-ı Çeştî Devlevî, Hâce Nânû, Hâce Gulâm-ı Çeştî gibi zâtların sohbetleriyle şereflendi. Yirmi
iki yaşına kadar onlardan; tefsir, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yolunda da yetişmek
istedi. Yirmi iki yaşına geldiğinde, zamanının bir tanesi, zahirî ve bâtını ilimler hazînesi Mazhar-ı Cân-ı
Canan hazretleriyle karşılaştı ve kendisini talebeliğe kabul buyurması için yalvardı. O da; “Evlâdım! Bizim
yolumuz, tuzsuz taş yalamak gibidir. Bunun için, sen kendine zevk ve şevk ile dolu olan yerler bul”
buyurdu. Onun büyüklüğünü anlayan Abdullah-ı Dehlevî ise; “Ben de tuzsuz taş yalamayı murâd
ediyordum. Bunu hepsinden çok seviyorum. Ne olur bu fakiri kabul buyurunuz” dedi. Mazhar-ı Cân-ı
Canan hazretleri onu talebeliğe kabul edip, önce zahirî ilimleri öğretti. Sonra da tasavvufta yetiştirmeye
başladı. Nakşibendiyye yolunun edeblerini öğretti. On beş sene Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerinin
sohbetinde kalan Abdullah-ı Dehlevî, tasavvuftaki dereceleri geçti. Zahirî ve bâtınî ilimlerde yüksek
derecelere ulaşması üzerine, Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri ona icazet (diploma) verdi ve talebe
yetiştirmekle vazifelendirdi.

Abdullah-ı Dehlevî, Mazhar-ı Öân-ı Canan hazretlerinin sohbetinde kaldığı on beş sene içinde çektiği
riyazet ve yaptığı mücâhedeyi şöyle anlatır: “İlk zamanlar geçimimde, zorluk ve güçlüklerle karşılaştım.
Elimde olan ne kadar dünyâ malı varsa hepsi gitti. Allahü teâlâya tevekkülü ahlâk edindim. Eski bir hasırı
yatak, bir tuğlayı yastık edindim. Bir elbiseyi yıllarca giydim. Bu şekilde on beş sene kanâat kösesinde
oturdum. Bir defasında o kadar çaresiz kalıp bitkin düştüm ki; artık, bulunduğum bu hücre, benim mezarım
olacak diye düşünmeye başladım. İşte bende bu düşünce hâsıl olunca, Allahü teâlânın yardımı ulaştı. Onun
ihsan denizine gark oldum. Kalb gözüm açıldı. Melekler âlemini görmeye başladım. Ondan sonraki
günlerde hücreme bir kimse gelip; “Kapıyı açınız” dedi. Açmadım. Tekrar; “Açınız” dedi. Yine açmadım.
Bunun üzerine pencereden bir mikdar para atıp gitti.”

Abdullah-ı Dehlevî, hocasının vefatından sonra talebe yetiştirmeye başladı. Alim ve sâlih kimselerden
yüzlerce kimse gelip, onun ilim meclisiyle ve sohbetiyle şereflendi. Teveccühleri bereketiyle yüksek
makamlara kavuştular. Bunların en başta geleni, Bağdad’dan gelen Mevlânâ Hâlid hazretleridir.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine çok kimseler gelir, hastalıklarından kurtulmak için dua etmesini isterlerdi.
O da dua eder, hastalıklarından Allahü teâlânın izniyle kurtulurlardı. Ancak, ömrünün sonuna doğru, kendi
bedenine üç tane hastalık arız olmuştu.. Bu hastalıkları sebebiyle güçsüz kalmış, ibâdetlerini şevkle, fakat
sıkıntıyla yapar hâle gelmişti. Bu sıkıntılı hâlini bilen dostları ona; “Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak
için sizden dua istiyor, cenâb-ı Hak da dualarınızı reddetmiyor. Her gelen huzurunuzdan şifâya kavuşmuş
olarak ayrılıyor. Hâlbuki kendi üzerinizde birden fazla hastalık var. Dua buyursanız da bu dertlerden
kurtulsanız” dediler. O da cevaben; “Onlar, hastalıklarından kurtulmak için dua istiyorlar. Biz ise, Allahü
teâlânın gönderdiği bu dert ve belâlardan, O gönderdiği için razıyız. Dert ve belâlar kemend-i mahbûbdur.
Allahü teâlâ bu dertleri, sevdiği kullarından dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil,
onlara sabretmeyi isteriz” buyurdu.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, ömrünün sonuna doğru hastalıkları iyice fazlalaştı. Basur hastalığının
kaşıntısı arttı. Bu sırada Luknov’da bulunan Ebû Sa’îd Fârûkî’ye mektup yazarak, vefatından sonra yerine
onun geçmesini bildirdi. Bu mektup üzerine kısa zaman içinde yanına gelen Ebû Sa’îd Fârûkî’ye şu
vasiyetnameyi yazdırdı: “Devamlı zikr ediniz. Büyüklere bağlılığınızı muhafaza ediniz. Güzel ahlâklı olup,
insanlarla iyi geçininiz. Kaza ve kader hususunda. nasıl ve niçini bırakınız. Yol kardeşleri ile birlik olmayı
lâzım biliniz. Fakr, kanâat, rızâ, teslim, tevekkül ve feragat üzere, olunuz. Benim cenazemi âsâr-ı
nebeviyyenin bulunduğu Dehli’deki Büyük Câmi’ye götürünüz, Allah’ın Resûlünden şefaat isteyiniz!”
Sonra buyurdu ki: “Hâce Nakşîbend Buharî (r. aleyh); “Bizim cenazemizin önünde;

Huzuruna müflis olarak geldim
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim

Şu boş zenbilime elini uzat
O mübarek eline güvenirim

beytlerini okuyun” buyurmuşlardı. Ben de bu şiirin ve ayrıca aslı Arabî olan şu şiirin okunmasını istiyorum:

Kerîm’in huzuruna azıksız geldim,
Ne iyiliğim var ne doğru kalbim!

Bundan daha çirkin hangi şey olur
Azık götürürsün, O ise Kerîm.”

Bir Cumartesi günü idi. Yanında bulunanlara; “Çabuk Meyan Sâhib’i (yâni Ebû Sa’îd Fârûkî’yi) çağırınız!”
buyurdu. Ebû Sa’îd hazretlerini çağırdılar. O kapıdan girince, bakışlarını ona çevirdi ve bu hâlde 82
yaşındayken, 1824 (H. 1240) senesinde Safer ayının 22. gününde vefat etti. Onun vefat haberini duyan
binlerce kişi toplandı. Cenaze namazını, Dehli’deki Büyük Câmi’de, Ebû Sa’îd Fârûkî hazretleri kıldırdı.
Vasiyeti üzerine, Büyük Cami bahçesindeki, üstadı Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerinin kabrinin sağ yanına
defn edildi.

Abdullah-ı Dehlevî, günlük hayâtını hadîs-i şerîflere uygun olarak geçirfrdi. Çok az uyur, teheccüd
namazına kalkar, namazdan sonra yatmaz; Kur’ân-ı kerîm okur, murakabe ve Allahü teâlâyı zikr ile meşgul
olurdu. Sabah namazını evvel vaktinde cemâatle kılar, talebeleriyle birlikte işrak vaktine kadar Allahü
teâlânın yüce ismini zikrederlerdi. Herbirtalebesine ayrı ayrı teveccüh ederek, onların tasavvuf yolunda
ilerlemelerini sağlardı. İşrak vaktinden sonra talebelerine hadîs ve tefsîr dersi verirdi. Ziyarete gelenleri
kabul edip onlara ikramlarda bulunur, onlarla kısaca görüşür, sıkıntılarını giderdikten sonra gitmelerine
müsâde ederdi.

Öğleye doğru birazcık yemek yerdi, öğleye yakın sünnet-i şerîfe uymak için bir müddet kaylûle yapar, ezan
okunduğunda, kalkıp namazı cemâatle kılardı. Talebelerine; “Adâb-ül-Mürîdîn”, “Nefâhat” ve benzeri
kitapları, daha sonra ikindiye kadar tefsîr, fıkıh ve hadîs ilimlerini okuturdu. İkindi namazından sonra yine
hadîs-i şerîf ve “Mektûbât-ı Rabbânî”, “Avârif-ül-meârif” ve “Risâle-i Kuşeyriyye” gibi eserleri okur ve
açıklardı. Akşam namazını kıldıktan sonra Allahü teâlâyı zikr eder, talebelerinin, evliyalık makamlarında
pay sahibi olmalarına çılışırdı. Akşam, çok az, bir kaç lokma yemeğini yer, yatsı namazını kılardı. Gecenin
çoğunu zikr ile geçirir, uykusu geldiği zaman seccadesi üzerine sağ yanı üzere yatardı. Ayaklarını uzatarak
yattığı hiç görülmedi. Sert ve kalın elbise giyerdi. Cömertliği dillere destan olup, hayası o kadar çoktu ki,
insanlarla göz göze gelmemeye çalışır, aynada kendi yüzüne dahi bakmazdı. Müslümanlara karşı o kadar
şefkat ve merhamet sahibiydi ki, kendisine kötülük yapanlara bile gece seher vakitlerinde dua ederdi.

Abdullah-ı Dehlevî’nin meclisinde dünyâ kelâmı konuşulmazdı. Birisi gıybet etmeye kalksa, ona;
“Kötülenmeye lâyık olan benim” buyururdu. İnsanlara Allahü teâlânın emirlerini anlatır, yasak ettiklerinden
kaçınmaları için çok gayret sarf ederdi.

Zamanının pâdişâhına bile çekinmeden, emr-i bilmârûf ve nehy-i anil-münkerde yâni Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını tebliğde bulunurdu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli olur korkusuyla mubahların fazlasını
terk eder, dünyâya hiç bir zaman meyi etmezdi. Hiç kimseden bir şey istemezdi. Zamanın pâdişâhı ve diğer
devlet adamları dergâhta harcanmak üzere para gönderir, kabul buyurması için yalvarırlardı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, Şehzade Mirza Cihangîr’e yazdıkları bir mektuplarında şöyle buyurdular:
“Mektubuma Besmele ile başlıyorum. Allahü teâlânın yardımları, ihsanları zât-ı âlinizi kaplayıp, her yerde
muzaffer, mavaffak ve makbul kılsın! İslâm’ın sünneti olan selâm ve isteklerin yerine gelmesi için duadan
sonra, fakîr Gulâm-ı Ali’den, gördüğünüz rüyanın tâbirini soruyorsunuz. Uyku, hayret verici bir âlemdir.
Çok kere oraya vehim ve hayâl karışır. Geçmiş ve gelecek hâller de orada görülür. Bâzan ilgisiz bir kimse,
rüyada bâzı hâller görür ve; “Benim hâllerim bunlardır” diye tahayyül eder. Bunların hepsi vehimdir. Bâzan
bunlar, sırf şeytanın tasarruf ve te’siri ile olur. Birisi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme geldi ve; “Ben
rüyamda başımı kesilmiş gördüm” diye arz etti. Buyurdular ki: “Şeytan seninle oynamıştır.”

Bâzan, namaz ve zikir için uyandıran korkunç rüyalar görülür. Eshâb-ı kiramdan Berâ bin Azib, rüyasında;
teheccüd namazı kılarken, bir öküzün kendisine boynuz vurduğunu ve okumak âdeti olan sûre-i Bekara’yı
geciktirdiğini gördü. Derhal uyandı, teheccüd namazı kılmaya ve Bekara sûresini okumağa başladı.

Bâzan rüyalar, vücuddaki maddelerin çoğalmasına uygun olarak görülür. Meselâ, safranın artmasında
sarılıklar, kanın artmasında kırmızı şeyler görülmesi gibi... Bunun gibi rüyalara, sıcak ve soğuk gıdalar da
te’sir eder. Karışık rüyalar, îtibâr edilmeyecek boş düşlerdir.

Sizin gördüğünüz rüyanın kısımları da böyledir. Hatırınızı hoş tutunuz, endişe etmeyiniz. Sığır cinsinden bir
sadaka veriniz ve Allahü teâlâya sığınınız. Hadîs-i şerîfde: “Sadaka belâyı defeder” buyruldu. Belâların
defi ve sadakanın kabulü için yalvararak kalbinizden niyet ediniz. Böylece hadîs-i şerîfin şaşmaz
doğruluğuna uyulmuş olur. Mevsim soğuktur. Fakirlere örtünecek bir şeyler veriniz ve belâların
defedilmesini dileyiniz. Allahü teâlâ sizi yüceltsin ve selâmette kılsın. Sabah ve akşam yatarken, bir kere
Âyet-el-kürsî, üçer ihlâs ve Mu’avvizeteyn sûrelerini okuyunuz. Bunu âdet edininiz. Böylece cenâb-ı
Hakk’ın hıfzına, nimetlerine kavuşursunuz. Vesselam.” (12. Mektûb)

Abdullah-ı Dehlevî’nin, Peygamber efendimize çok fazla muhabbeti vardı. Şerefli ismini duyduğu zaman,
kendinden geçecek gibi olurdu. Kur’ân-ı kerîmi okumaktan ve dinlemekten çok zevk alırdı. Eğer şevk
hâlinin gâlib olduğu zamanlar dinlerse, düşer kalır ve; “Daha okumayınız dayanamıyorum” derdi. Ekseriye
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sini okutup dinler, onunla vecd hâline kavuşurdu.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin dillerde dolaşan kerametleri toplansa, ciltler dolduracak kadar çoktur.

Kerametlerinin en üstünü, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınması ve sevgili
Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine sıkıca bağlı olmasıdır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, kendine gelen tâliblerin gönüllerine tasarruf eder, Hakk’ın feyz ve
bereketlerini onların kalblerine akıtır, kaiblerini devamlı olarak Allahü teâlâyı anar hâle getirirdi.

Bununla beraber dünyâya ait kerametleri, ilâhi ilhamlarla gaybden haber vermeleri de çok idi. İnsanların
müşküllerini çözer, dert ve istekleri için dua ederdi. Gelenlerin işleri, onun duası bereketiyle hallolurdu.

Talebelerinden Mevlevî Kerâmetullah, Zât-ül-cenb hastalığına yakalanmıştı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri
elini, hastanın üzerine temas ettirince, Allahü teâlânın izniyle iyileşti.

Dehli Câmii’nin imamının çocuğu uzun zamandır hasta yatıyordu. Bir gece rüyada Abdullah-ı Dehlevî
hazretleri evine gelip, hasta oğluna bir şey içirdi. Sabah olunca oğlunun tamamen iyileştiğini gördü. Çok
sevindi. Ertesi gün biraz para alıp huzuruna geldi ve; “Bunu kabul ediniz” diye arz etti. Abdullah-ı Dehlevî
tebessüm edip; “Bu bizim geceki hizmetimizin karşılığı mıdır?” diyerek, geceki durumu açıkladı.

Abdullah-ı Dehlevî bir gün Hâkim Nâmdâr Hân’ı ziyarete gitti. Onu, Sekerât-ül-mevt (ölüm sarhoşluğu)
hâlinde, gözlerini kapamış ve şuuru gitmiş olarak buldu. Yakınları; “Allahü teâlâya, hastalığının gitmesi
için dua ediniz” dediler. O da hastaya bir baktı. O anda hastanın şuuru yerine geldi ve gözlerini açtı. Bir
müddet rahat olarak onunla konuştu. Sonra Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kalkıp dışarıya çıkınca hasta vefat
etti.

Bir kimse Abdullah-ı Dehlevî’ye gelerek, çocuğunun iki aydan beri kayıp olduğunu ve çocuğun bulunması
için dua etmesini istedi. Abdullah-ı Dehlevî de; “Çocuğunuz evdedir” buyurdu. Gelen kimse şaşırarak;
“Ben şimdi evden geldim” dedi. Tekrar; “Evinize gidiniz, çocuğunuz evdedir” buyurdu. O kimse emre
uyarak evine gidince, çocuğunu gerçekten evde buldu.

Bir defasında Dehli’de kıtlık ve kuraklık zuhur etti. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri mescidin avlusuna çıkıp,
kızgın güneşin altında oturdu ve yağmur yağdırması için Allahü teâlâya dua etti. Bir saat geçmeden yağmur
yağmaya başladı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, binlerce âlim ve evliya yetiştirdi. Bunların en meşhûrları; Mevlânâ Hâlid-i
Bağdadî, Ebû Sa’îd Fârûkî, Mevlânâ Beşâretullah, Mevlânâ Pirzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed
Can, Mevlânâ Fadl Gulâm, Mevlânâ Şeyh Sa’dullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerîm, Mevlânâ Şeyh
Gulâm Muhammed, Mevlânâ Abdurrahmân, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Mağribî,
Mevlânâ Pîr Muhammed, Mevlânâ Muhammed Münevver gibi zâtlardır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kıymetli eserleri ise şunlardır:

1-Makâmât-ı Mazhariyye: Bu eserinde Hocası Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerini Fârisî olarak pek güzel
anlatmaktadır.

2-Mekâtib-i Şerîfe: Bu kıymetli eserinde de çok faydalı bilgi ve sırları açıklayan çeşitli yerlere yazdıkları
Fârisî mektupları mevcuddur.

3-Dürr-ül-Meârif: Bu eser, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetlerini ihtiva etmektedir. Talebelerinden
Rauf Ahmed Müceddidî tarafından toplanarak kitap hâline getirilmiştir ve Fârisîdir.

Bu kitapların üçü de İstanbul’da İhlâs Vakfı tarafından neşr edilmiştir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de, Dîvân’ında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin fazîlet ve
üstünlüklerini anlatmışlardır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kalblere şifâ olan kıymetli sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Dünyâ sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı da küfürdür.”

“Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur. Ey insan! Kime tâbi isen ona kul olursun.”

“İnsanlar dört kısımdır: Nâmerdler, merdler, civânmerdlervefertlerdir. Dünyâyı isteyen nâmerd, âhıreti
isteyen merd, âhıretle birlikte Hak teâlâyı isteyen civânmerd, yalnız Hakk’ı isteyen ferddir.”

“Bizden konuşan, bizim elbisemizi giyinir ve bizim tavrımızı seçmiş olur.”



1) Hadâik-ül-verdiyye; sh. 209

2) İrgâm-ül-merîd; sh. 70

3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-6, sh. 77

4) Âdâb;sh.10

5) Makâmât-ı Mazhariyye; sh 159

6) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 190

7) Hadîkat-ül-evliya; sh. 122

8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 431, 701, 734, 920, 957, 979, 1081

9) Behcet-üs-Seniyye; sh 8

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 282

11) Reşehât Zeyli;sh. 72

12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 18

ABDURRAHMÂN I

Endülüs Emevî devletinin kurucusu ve ilk hükümdarı. 731 (H. 113) senesinde Suriye’de, Kınnesrin şehrinin
Deyr-i Hanna köyünde doğdu. 788 (H. 172) de vefat etti. 33 sene Endülüs Emevî devletinin başında
bulunup, hükümdarlık yaptı. Emevî halîfelerinden Halîfe Hişâm dedesi olup, nesebi şöyledir: Abdurrahmân
bin Muâviye bin Hişâm bin Abdülmelik bin Mervân bin Hakem. Annesi Râh, Mârib asıllı olup, Berberî idi.
Künyesi Ebü’l-Mutarrif’dir. Emevî hanedanından Endülüs’e ilk giren kimse olduğundan dolayı da muhacir
mânâsında ed-Dâhil lakabıyla zikredilmiştir. Cesur, gayretli ve tehlikeleri birer birer yenmesinden dolayı
da, “Kureyş Şahini” lakabı verilmiştir. Endülüs’te hüküm süren ilk emir olduğundan dolayı da kendisine,
Birinci Abdurrahmân denilmiştir. 20 yaşını geçtiği sırada babası vefat etti. Onu, dedesi Hişâm himaye etti.

Emevî ailesine mensüb olan Abdurrahmân bin Muâviye, Şam’dan Endülüs’e giderek, Endülüs Emevî
devletinin kurulmasını gerçekleştirdi. Bu hususta çok maceralı bir hayat geçirdi. Emevîler yıkılıp, hilâfet
Abbâsîlere geçince, Abbasîler, Emevî hanedanına önce emân vermişlerdi. Fakat sonradan bu emânı bozup,
Emevî hanedanının ileri gelenlerini öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Abdurrahmân bin Muâviye kaçıp,
önce Fırat nehri üzerinde bulunan ormanlık bir köyde bir müddet gizlendi. Bu kaçışını kendisi şöyle
anlatmıştır: “Bize, önce emân verilmişti. Sonradan bu emân bozulup, Ebû Futus nehri civarında yakınlarım
öldürüldü. Bu üzücü hâdiseyi işitince, insanların arasından kaçarak evime girdim. Kendimi ve çoluk-
çocuğumu kurtarma çârelerini aramaya başladım. Korku içinde evden çıkıp, Fırat nehri kenarında ağaç ve

ormanla kaplı bir köye gittik. Bu köyde bulunduğum sıralarda bir gün, oynamakta olan dört yaşındaki
oğlum Süleyman, yanımdan biraz uzaklaşmıştı. Bir müddet sonra korkmuş bir hâlde ağlayarak eve girip,
kendini kucağıma attı. Onu teskin etmeye çalıştım. Sonra da acaba ne var diye merak edip, dışarı çıktım. Bir
de baktım ki, köyü bir korku almış ve her tarafa siyah bayrak asılmıştı. Küçük kardeşim bana; “Kaç! Canını
kurtar!” diye bağırıyordu. Paramı üzerime alarak, küçük kardeşimle köyden kaçmaya hazırlandık.
Gideceğimiz yönü kız kardeşime göstererek, azatlı kölem Bedr’i bana ulaştırmalarını söyledim. Süvariler
köyü kuşatmıştı. Ancak beni yakalayamadılar. Önce bir arkadaşımın evinde gizlendim. Benim için, bir
binek hayvanı ve diğer ihtiyaçlarımı almaşını söyledim. Bu hazırlıklar sırasında evinde bulunduğum
arkadaşımın kölesi, köyü saran süvarilerin kumandanına gidip benim bulunduğum yeri söylemiş. Bu haberi
alan kumandan, süvarileri ile üzerime hücûm etti. Kardeşimle birlikte kaçmaya başladık. Peşimize düşen
atlıların önünde yaya olarak kaçıyorduk. Fırat kenarında bir bahçeye daldık. Buradan Fırat nehrinin
kenarına ulaştık. Bizi tâkib eden süvariler de hemen arkamızdan yetişmek üzere idiler. Kendimizi nehre
atıp, karşıya geçmek için yüzmeye başladık. Süvariler arkamızdan, size emân vereceğiz diye bağırıyorlardı.
Nehrin ortasına kadar yüzdük. Kardeşim daha fazla yüzmeye güç yetiremeyip, emân verileceğini duyunca
da geri döndü. Ben geri dönmeyip, yüzerek nehri geçtim. Karşıya geçince, süvarilere bakmaya başladım.
Geri dönen kardeşimi yakalayıp, hemen öldürdüler. Kardeşim henüz on üç yaşında idi. Kardeşimi de
kaybetmenin acısını yüklenerek, yalnız başıma yoluma devam ettim. Ormana dalıp saklandım. Beni
aramalarına son vermelerine kadar saklandığım yerden çıkmadım. Daha sonra batıya gitmeye karar verdim.
Uzun süren sıkıntılardan sonra Afrikiyye’ye ulaştım.”

Abdurrahmân bin Muâviye, Suriye’den ayrıldıktan sonra zorluklar içinde uzun süren bir yolculuk yaptı.
Mısır yoluyla Fas’a geçti ve Kuzey Afrika’da epey bir müddet dolaştıktan sonra, Endülüs’e ulaştı. Bu sırada
Endülüs valisi, Yûsuf el-Fıhrî idi. Bunun babası Abdurrahmân el-Fıhrî de Kuzey Afrika valisi idi. Kuzey
Afrika valisi, Abdurrahmân bin Muâviye’yi yakalamak için çok sıkı tedbir almıştı. Fakat yakalayamadı.
Abdurrahmân bin Muâviye bu tedbirler karşısında Berberî kabilelerinden Miknâse’ye sığınmak istedi.
Fakat, bu kabile kabul etmediği gibi sıkıntıya mâruz bıraktı. Bundan sonra Berberîlerden Zenata kabîlesine
sığındı. Bu kabîle onu iyi karşılayıp himaye gösterdi. Annesinin yakınları olan Nefzave kabilesinden de
himaye gördüğü rivayet edilmiştir. Abdurrahmân bin Muâviye, bu arada Endülüs’te bulunan Emevîlerle
mektuplaşarak irtibat sağladı ve onları etrafında îoplanmaya çağırdı. Bu hususta âzâdlı kölesi Bedr,
yardımcı oluyordu. Neticede 755 (H. 138) senesinin Rebî-ul-evvel ayında Endülüs’e girmeye muvaffak
oldu. Bir müddet sonra Yemen’den gelip Endülüs’e yerleşen kabileleri etrafında toplamayı başardı.

Endülüs valisi Yûsuf el-Fıhrî, Abdurrahmân bin Muâviye’ye şiddetle karşı çıkıyordu. Fakat te’sirsiz
kalıyordu. Çünkü o, akıllı, dirayetli ve yiğit bir kimseydi.

Birinci Abdurrahmân, Yûsuf Fıhrî ile olan bir muharebede askeri ile birlikte çok sıkıntılı anlar geçirdi.
Askerine şöyle hitâb etti: “Bugün, gelecek günlerin üzerine bina edileceği pek mühim bir gündür. Gelecek
günler bizim için, ya zillet yâhud izzet olacaktır. Öyleyse gönlünüzce olmayan şeylerde bir saat
sabrederseniz, buna karşılık geri kalan ömrünüzün gönlünüzce olmasını elde edersiniz.”

Birinci Abdurrahmân, Kurtuba muharebesinden sonra da şöyle hitâb etti: “Sonradan dostluğunu ümîd
ettiğiniz düşmanlarınızın hepsini öldürmeyiniz. Onları daha fazla, düşman olanlar için bırakınız.”

Gayet sistemli ve plânlı bir şekilde Endülüs’ü yavaş yavaş ele geçiriyordu. Nihayet Kurtuba şehrine girerek,
Yûsuf el-Fıhrî’nin ibaresine son verdi. 756 (H. 139) senesinde müstakil bir Emevî emirliği (Endülüs Emevî
Devleti) kurdu. Bu sırada 25 yaşında bulunuyordu. Fakat halifelik ünvanını hiç kullanmayıp, emîrlik
ünvanını kullandı. Bu sırada halifelik, Abbâsîlerde idi. Onun emîrlik ünvanını kullanması, Endülüs Emevî
devletinde Üçüncü Abdurrahmân’a kadar devam etti. Bundan sonrakiler halifelik ünvanını kullandılar.

Abdurrahmân bin Muâviye, emirliğini îlân ettikten ve halkın bî’atından sonra ve Emevî taraftarlarının da
akın akın onun etrafında toplanmasıyla kuvvetli ve âdil bir idare kurdu. Kurtuba’yı merkez yapıp, orada
yerleşti. İçte ve dışta emniyetli bir siyâset tâkib etti. Ayrıca kuvvetli ve daimî bir ordu kurdu. Endülüs’ü,
Şam merkezinin etkisi altından çıkarıp, bağımsız hâle getirdi. Halka yumuşak ve adaletli davrandı. İdarî
işlerde önemli yenilikler yaptı ve dîvânlar topladı. İstişare kurulları teşkil ettirdi. Fakirlere maaş bağlayıp,
orduyu disiplinli ve düzenli bir hâle soktu. Kendisiyle beraber olup yardım edenleri ihmâl etmeyip, onlara;
vezirlik, kâtiblik, haciblik, kadılık gibi önemli makamlar verdi.

Kurduğu devleti kuvvetlendirmek için, bölgesindeki müslümanları kendi etrafında topladı. Memlekette
asayiş ve güven yerleşti. Tarım ve sanayi gelişti. Bir ticâret filosu kurarak, İstanbul’a kadar ticarî
münâsebetler kuruldu. Camiler, yollar ve surlar yapıldı.

Abdurrahmân bin Muâviye’nin idareye tamamen hâkim olması, dıştan ve içten kaynaklanan pek çok
ayaklanmayı bastırdıktan sonra mümkün oldu. Bu ayaklanmaların başında Fıhrîlerin ayaklanması gelir.
Gösterdikleri muhalefet üzerine onlarla, el-Musâra savaşını yapıp gâlib geldi. Dıştan kaynaklanan
ayaklanmalar ise, Abbâsîlerin desteği ile oluyordu. Bu ayaklanmaların en önemlileri şunlardır:
Abdurrahmân bin Habîb el-Fıhrî ve Âlâ bin Mugis el-Yahsubî’nin isyanı. Saragossa’da, İbn-i Yahya’nın ve
Frank kralı Şarlman ile irtibatlı olarak Süleyman bin Yakzân el-Kelbî’nin Barselona’daki ayaklanmaları.
Bunlar tamamen bastırılmıştır.

Bunlardan başka, Endülüs’ün çeşitli bölgelerinde ayaklanmalar oldu. İşbiliye’de, Tuleytula’da, Lebne’de,
Cezîret-ül-Hadrâ’da ve diğer bölgelerde vuku bulan muhtelif ayaklanmalar da bastırıldı. Bu ayaklanmalar
içinde, Abdurrahmân bin Muâviye’yi en çok meşgul edeni, Şakyâ el-Berberî’nin Endülüs’te şiî Fatımî bir
devlet kurmak maksadıyla yaptığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma on sene süren bir mücâdeleden sonra
bastırıldı.

Bu ayaklanmaya liderlik yapan Şakyâ el-Berberî, Endülüs’ün doğusunda ikâmet eden Miksâne adındaki
Berberî kabilesine mensub idi. Şakyâ; çocukların eğitimi, öğretimi ve yetişmesi ile meşgul oluyordu.
Hazret-i Hüseyn’in neslinden geldiğini iddia ederek, kendisine bir de isim uydurmuştu. Kendisini, Abdullah
bin Muhammed ismiyle tanıtıp, 769 (H. 152) senesinde faaliyete geçti. Kısa zamanda taraftarlarını çoğaltıp
Endülüs’teki Berberîlerin büyük bir kısmını etrafında topladı. Taraftarları çoğalan Şakyâ el-Berberî, ilk
hareket olarak Santaver’i kuşattı. Buranın valisini öldürdü ve bu bölgede bağımsızlığını îlân etti.
Abdurrahmân bin Muâviye, bunlar üzerine derhal bir ordu gönderdi. Şakyâ dağa çekilip, vurup kaçma
yoluyla savaştı. Bunun üzerine, gönderilen ordu bir netîce alamayacağı için Kurtuba’ya geri döndü. Şakyâ
ve taraftarları da önceden işgal ettikleri Santaver’e geri geldiler. Bu ayaklanmanın ilk müdâhalede
bastırılamaması üzerine, Şakyâ’nın taraftarları arttı. Abdurrahmân bin Muâviye bu isyanı bastırmak üzere
ikinci bir teşeb-büste bulunup, Süleyman bin Osman’ı, isyancıların merkez olarak yerleştikleri Santaver’e
vali tâyin etti. Fakat bu vali, isyanı bastıramayıp, isyancılar tarafından öldürüldü. Bu sefer Santaver’e, Ebû
Za’bel es-Sadfurî vali olarak tâyin edildi. Bunu da mağlûb edip Coria ve Medellîn’i ve bir müddet sonra da
Maride’yi ele geçirdiler. Abdurrahmân bin Muâviye’nin âzâdlı kölesi Bedr komutasında gönderilen ordu,
Şakyâ taraftarlarıyla Sopetran’da karşılaştı. İsyancılar çöle çekilince, Bedr komutasındaki ordu bir netice
alamadan geri döndü. Yapılan diğer pek çok hareketlerde de bir neticeye ulaşılamadı.

Nihayet Abdurrahmân bin Muâviye bizzat başında bulunduğu bir ordu ile bu isyancıların üzerine gitti.
Gazvet-üd-Dûr adı verilen savaş başladı. İsyancıların lideri Şakyâ, savaşmaktan çekindi. Sığınabilecekleri
her yer tahrib edildi. Bu sırada Hayva bin Melâmis tarafından İşbiliye’de bir ayaklanma çıktı. Bunu haber
alan Abdurrahmân bin Muâviye, isyancı Fâtımîlere karşı savaşacak olan orduyu Ubeydullah Ebû Osman
komutasına bırakarak, İşbiliye’ye döndü.. Şakyâ, Ubeydullah Ebû Osman’ın komuta ettiği bu ordudaki
Berberîler arasında ihtilaf çıkartarak, orduyu zayıflattı. Ubeydullah Ebû Osman’ın elinde bulunan yerlerin
çoğunu aldı. Komutanlarından çoğunu da öldürdü.

Abdurrahmân bin Muâviye, 772 (H. 156) senesinde, Fatımî isyancılara karşı yeniden harekete geçip,
Santaver’e yürüdü. Şakyâ, savaşmaktan kaçtı. Bunun üzerine, Abdurrahmân bin Muâviye başka bir plân
düşündü. Hilâl Medyûnî’yi evlâtlık edindi ve Fâtımîlerin hâkimiyetinde olan bölgelere vali tâyin etti. Hilâl
Medyûnî, Berberî komutanlarından olup, Doğu Endülüs’te Berberîler arasında nüfuz ve itibâr sahibi bir
kimseydi. Buna valilik vazifesi verilince, Şakyâ’yı ortadan kaldırması istendi. Bu plân başarılı olmuştu.
Hilâl Medyûnî, vali tâyin edilince, Berberîler, Şakyâ’yı bırakıp onun etrafında toplandılar. Şakyâ,
Santaver’den ayrılmak zorunda kaldı. Hâkimiyetini yeniden kurmak maksadıyla Hûf’a gitti. Bundan sonra
bir kaç sene daha devleti uğraştırdı. 776 (H. 160) senesinde, Şakyâ üzerine bir ordu gönderildi. Bu sefer
Şakyâ’nın taraftarlarından çoğu öldürüldü. Bir sene sonra gönderilen başka bir birlik, Şakyâ’nın
kuvvetlerini önemli derecede zayıflattı. Fakat yine kesin netice alınamadı. Abdurrahmân bin Muâviye, kesin
bir neticeye ulaşmak için, Şakyâ’nın üzerine Temmâm bin Alkame’yi ve Ubeydullah Ebû Osman’ı
gönderdi. Bunlar, emirlerindeki kuvvetle, Şakyâ’nın, bulunduğu yeri muhasara altıha aldılar. Ubeydullah
Ebû Osman’ın yeğeni Vecîh el-Gassânî’yi, Şakyâ’ya elçi olarak gönderip, teslim olması şartıyla andlaşma
yapmayı teklif ettiler. Şakyâ, teklifi kabul etmediği gibi, Vecîh’i de kandırarak kendi tarafına çekti ve
mutlaka zafer elde edeceğini iddia etti. Bundan sonra Şakyâ üzerine gelen Temmâm bin Alkame ve
Ubeydullah Ebû Osman, umûmi bir hücûma geçtiler. İki taraf arasında çok çetin ve şiddetli bir savaş oldu.
Bu çarpışmada Şakyâ gâlib geldi. Sonra Santever’e gitmek üzere yola çıktı. Yolda Vâdi’l-uyûn denilen
köye indi. Şakyâ’nın üzerine gelen iki kumandan, burada ona bir tuzak kurmuşlardı. Şakyâ, Vâdi’l-uyûn
köyüne inince, kurdukları plâna göre onu yakalayıp öldürdüler. En kritik bir anda Şakyâ’ya elçi olarak
gönderildiği hâlde onun tarafına dönüp, harekete geçen Vecîh el-Gassânî de, Şakyâ’nın öldürülmesi üzerine
Elvira tarafına kaçtı. Fakat üzerine gönderilen Şuheyd ve Abdûs bin Ebî Osman tarafından, bir bayram günü
tuzağa düşürülerek öldürüldü. Böylece on yıldan beri süren şiddetli ayaklanma tamamen sona erdirildi.
Önemli bir fitne söndürülüp ortadan kaldırıldı.

Abdurrahmân bin Muâviye, 33 sene süren meliklik devresinin büyük bir kısmını, kendisine ve devlete karşı
yapılan isyanları bastırmakla geçirdi. Çünkü Endülüs, onun idareye hâkim olmasından önce son derece
karışıklıklar içinde idi Lider olanlar ve itibarlı kişiler, anarşiye ve zayıf bir merkezî idareye alışmış
olduklarından, Abdurrahmân bin Muâviye’ye kolayca teslim olmadılar. Bunlardan her biri, bulunduğu
bölgede hâkimiyeti elde etmek için harekete geçti. Böylece yeni kurulan devleti epey müddet meşgul ettiler.

Abdurrahmân bin Muâviye, cesur, metanetli ve kararlı bir melik olduğundan, bütün bunlara göğüs gerdi.
İdareye güçlü bir şekilde hâkim olmaya; hangi lider ve kumandan olursa olsun, devletten kopmasına
müsâde etmemeye kesinlikle kararlılık gösterdi. Çünkü, bu gerçekleşmezse, devletin birliği bozulacak ve
ülke parçalanacaktı. Devletin birliğini sağlamak ve korumak için bütün gücüyle çalıştı. Devlet kurma
hususunda azimli ve yönetimde tecrübeli bir hanedandan gelmesi, onun önemli bir vasfıydı. Devletin
bütünlüğünü ve idarenin hâkimiyetini sağlamak için uzun müddet mücâdele verip, bütün ayaklanmaları
bastırdıktan sonra dış seferlere de çıktı. Fransız kralı Pepin ile ve sonra bunun oğlu Şarlman ile muharebe
yaparak galip geldi. Abbasî halîfesi Ebû Ca’fer bin Mansûr tarafından üzerine gönderilen orduyu da mağlûb
ederek gücünü gösterip, devletinin temelini kuvvetlendirdi. Devamlı mücâdele içinde olmasına rağmen, bir
taraftan da memleketin îmârıyla meşgul oldu. Kurtuba’da büyük bir cami ve saray yaptırdı. İlmi, fenni,
zirâatı ve sanayü himaye ve teşvik ederek, tebeasının refahını sağladı. Memleketini mâmur hâle getirdi.
Daha kendisi hayatta iken, küçük oğlu Hişâm’ı, yerine hükümdar tâyin edip ona bî’at etti.

Abdurrahmân bin Muâviye’nin kurduğu Endülüs Emevî devleti, zamanla önemli ve büyük bir kültür,
medeniyet ve ilim merkezi oldu. Avrupa’nın aydınlanması, fen ve teknolojide ilerlemesi, buradan aldığı
kültür ve ilim sayesinde gerçekleşti. İslâm dîni, İspanya’dan Avrupa’ya yayıldı. Fas, Kurtuba ve Gırnata
üniversiteleri Burularak, batıya ilim ve fen ışıkları yayıldı. Bu alanda yetişen gençler, hıristiyan âlemini,
içinde bulunduğu gaflet ve cahillikten uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin, temelinin atılmasına sebeb
oldular. Dünyâ üzerindeki ilk üniversite, Fas’ın Fez şehrinde bulunan Kayruvan Üniversitesi idi. Endülüs
Emevî devletinde, ilme ve âlime çok değer verilirdi. Bunun için, Endülüs’te ilim ve fen çok ilerledi.

Saraylar ve devlet dâireleri birer ilim yuvası oldu. Her memleketten, ilim öğrenmek için Kurtuba’ya akın
akın toplandılar. Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kuruldu. Avrupa’da ilk tıb fakültesi bu
fakülte oldu. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için Kurtuba’ya gelir, gördükleri medeniyete, güzel
ahlâka, misafirperverliğe hayran kalırlardı. Kurtuba’da altıyüz bin kitap bulunan bir kütüphane yapıldı. Pek
çok ilim, bilhassa tıb ve astronomi ilmi çok ilerlerdi. Ayrıca emsaline pek az rastlanan ince san’atlı camiler,
saraylar, bahçeler yapıldı. Bilhassa Kurtuba’da yaptırdığı, her yönü ile bir san’at şahikası olan cami, haçlılar
tarafından yapılan bütün tahribata rağmen hâlâ ihtişamını muhâfaza etmektedir. (Bkz. Kurtuba Büyük

Camii)

Bu kadar büyük işler başaran, büyük bir devleti kuran, Avrupa’ya ilim ve fen ışıklarını yayan, dîn-i islâm’ı
en ücra köşelere kadar duyuran Abdurrahmân bin Muâviye, nasıl bir şahsiyete sahipti. Bu sorunun cevâbını
Makkarî, “Nefhu’t-Tîb” adlı eserinde şöyle kaydetmiştir. “O, yumuşak huylu ve sabırlı idi. İlmi çok, isabetli
ve çabuk kavrayışlı idi. Çok temkinli olup, hareketlerinde serî ve kararlarını uygulamakta sert idi. İşlerinde
istişare eder, başkasına bırakmazdı. Rahatına düşkün değildi. Cesur ve atılgan idi. Fakat ferdî, taşkın
hareketlerden uzaktı. Edebiyata meraklı olup, kuvvetli bir şâir ve hatib idi. Cömert, tatlı dilli ve güler yüzlü
idi. Beyaz elbise giymeyi ve başına sarık sarmayı severdi. Cenaze namazlarında bulunur, Cum’a ve bayram
namazlarında hutbe okurdu. Hastaları ziyaret eder, halkın arasına sık sık çıkıp, onlarla görüşüp sohbet eder,
dertlerini dinlerdi. İslâmiyet’e tam uyar, haramlardan, dînin yasakladığı şeylerden son derece sakınırdı.
Endülüs’e ilk geldiği sırada, kendisine içmesi için şarap vermişlerdi. Şarabı görünce; “Ben aklımı azaltacak
şeye değil, aklımı artıracak olan şeye muhtacım” diyerek, içmeyip reddetti. Yine bu gelişinde, kendisine
hediye edilen güzel bir cariyeye şöyle bir baktıktan sonra; “Ben kendi işimle meşgul olup bunu ihmal
etsem, kendisine haksızlık etmiş; bununla meşgul olsam, bu sefer vazifemi aksatmış olurum. Bu bana uygun
değildir” diyerek sahibine geri verilmesini istemiştir.

Kurtuba’da kendisinden bir şey isteyen bir askere şöyle cevap verdi: “Sözünü dinledik, ihtiyâcını gidermeyi
kabul ettik. Ancak bundan sonra, bir daha dileğini açığa vurarak insanlara yüz suyu dökme. Başına bir iş
geldiğinde veya sıkıntıya düştüğünde, sizin de bizim de sahibi ve mâliki olan, bütün mahlûkâtın rızk vericisi
Allahü teâlâya ihlâsla cân-ü gönülden dua et. Sonra bir pusula ile hacetini bize ulaştır. Biz senin bu
ihtiyâcını başkasına duyurmayız. Böylece düşmanlarının senin hakkındaki şamatasına fırsat verilmemiş
olur.” Bundan sonra Abdurrahmân bin Muâviye, ona bol ihsanda bulundu.

Büyük bir dehâ ile zamanının en güçlü devletleri, Abbâsîlere ve Franklara gücünü kabul ettirecek derecede
bir devlet kuran Abdurrahmân bin Muâviye hakkında, Abbasî halîfesi, Halîfe Mansûr’un şu sözleri dikkat
çekicidir: “Fevkalâde güçlü oluşumuza hayret etmeyiniz. Bütün işlerinde yalnız ve tuttuğunu koparan
Kureyşli genç Abdurrahmân bin Muâviye’nin hâlini düşününüz. O, çoluğunu-çocuğunu ve bütün
yakınlarını kaybetmişti. Kuvvetli bir azim ve üstün bir gayretle, bütün bu sıkıntılardan sıyrıldı. Üstünlüğünü
te’sis etmek için, kendisini korkunç tehlikelere attı. Yılmadan, korkmadan çok uzak adalara gitti. Dehasıyla,
düşmanlarının ordusunu dize getirdi. Siyâseti ile, gruplardan bir kısmını yanına alarak diğerlerini sindirdi.
İdareciliği sayesinde halkın gönlünü, sevgisini kazandı. Onu destekleyenler, ona itaat ederken; karşı
duranlar boyun eğmek mecburiyetinde kaldılar. Düşmanlarını yendi, taraftarlarını korudu. Memleketini
düşmanlara karşı muhafaza etti. Hem sevilen, hem de kendisinden korkulan bir kimse oldu. Kısacası,
kendisini medhedeni yalancı çıkarmayan kahraman bir kişidir.”

Halîfe Mansûr, başka bir mecliste yanındakilere; “Kureyş meliklerinin en kahramanı kimdir?” diye sormuş
ve aldığı hiç bir cevâbı uygun bulmamıştı. “Peki kimdir efendim?” diye sorulunca, şöyle cevap verdi:
“Denizi geçip, çölü aşarak yalnız başına yabancı bir memlekete giren, şehirler inşâ eden, ordular toplayan
dîvânlar tertib eden, sebatı ve güzel idaresiyle büyük bir devlet kuran Abdurrahmân bin Muâviye’dir.”



1) Kamûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3070

2) Ikd-ül-ferîd; cild-5, sh. 229

3) El-Fütuh

4) Vesâik’us-siyâsiyye; sh. 33. 127

5) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 134

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 484

7) El-Kâmil fit-târih

8) Endülüs târihi; cild-1, sh 60

9) El-îber (İbn-i Haldun); cild-4, sh. 120

10) Nefh-üt-tîb (Makkari); cild-1, sh. 310, cild-4, sh. 36

ABDURRAHMÂN II

Endülüs Emevî devletinin dördüncü sultânı. Künyesi, Ebü’l-Mutarrafdır. İkinci Abdurrahmân ismiyle
meşhûrdur. Endülüs Emevî devleti sultanlarından Birinci Abdurrahmân ile Üçüncü Abdurrahmân arasında
sultanlık yaptığı için “İkinci Abdurrahmân” veya ortanca mânâsında “Abdurrahmân el-Evsat” denilmiştir.
792 (H. 176) senesinde Tuleytula’da doğdu. 851 (H:237) de Kurtuba’da 62 yaşında vefat etti.

821 (H. 206) senesinde 30 yaşında iken tahta geçen İkinci Abdurrahmân, 31 sene sultanlık yaptı. Mührüne
şu mânâda bir mısra’ yazdırmıştı: “Allahü teâlâya kulluk eden ve O’nun hükmüne razı olan, devletini halkı
için yöneten hükümdarın mührü.” Babasının vefatını müteâkib, tahta geçtiğinde; kardeşlerini, akrabalarını
ve devlet erkânını toplayıp onlara nasîhatte bulunarak şöyle dedi: “Ölümü kesin bir ferman kılan, her şeyi
dilediği gibi yapan, yegâne hâkim ve bakî olan, mahlûkâtı itaati altına alan Allahü teâlâya hamd olsun ve
O’nun Resûlü Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun. Sultanımızın vefatından duyduğumuz acı
pek büyük oldu. Allahü teâlâ bize sabır verip, ecrini ihsan etsin. Vefat etmiş bulunan sultanımız sizleri
duşünerek sizi bize emanet etti. Biz de ona yerdiğimiz sözü yerine getireceğiz. Hatta bize vasiyet ettiği
şeylerin daha fazlasını sizlere sunacağız inşaallahü teâlâ.”

Abdurrahman bin Hakem’in sultanlık dönemi, Endülüs Emevî devletinin en parlak devridir, Hatta tarihciler
bu dönemden, duğun günleri manasında “Eyyam-ul-arus” diyerek bahsetmişlerdir. Bu dönemde gazalar ve
fetihler yapılmış, büyük ordularla çıkılan seferlerde düşmanlar ağir mağlubiyetlere uğratılmıştır. Bu
dönemde devletin gelirleri artıp, altı yüz bin dinar olan vergi geliri, senelik bir milyon dinars ulaşmıştır.
Yirre bu devirde şehir sulan düzenlendi, limanlar yapıldı. Dokumacilik geliştirildi. Para basıldı ve büyük
camiler inşa edildi. Endülüs halkı bu dönemde refah bir hayat yaşadı.

“A’mal-ul-a’lam” adlı eserde, Abdurrahman bin Hakem devrinden şöyle bahsedilmektedir: “Endülüs Emevî
devleti, Abdurrahman bin Hakem’in sultanlığı zamanında parlak bir devir yaşadı. Devletin güzel
yönetilmesinden memnûn olan Endülüs halkı, bu dönemi methedip misal göstermiştir. Şam hazinelerinden
getirilen tarihî esyanın muhafazasi, şehre su getirilmesi ve Tiraz dokuma atolyelerinin kurulması, bu
devirde olmuştur.” Abdurrahman bin Hakem, tahîda bulunduğu müddetçe, devletin idaresinde büyük bir
hassasiyet gösterdi. Adaleti yaygınlaştırmak ve teb’asını rahat ettirmek için büyük bir gayretle çalıştı.

Bilhassa adliye, haciblik, vezirlik, hazine, maliye ile ilgili hizmetlere tayin olunacak kimselerin tesbiti
konusunda çok hassas davranırdı. Kadılık makamına ise; alim, faziletli, dinin emirlerine titizlikle uyan ve
adaletli kimseleri tayin etmiştir. Devlet idaresinde, işleri hakkıyla yapabilecek kimselere vermek, yönetimde
babarının temeli olduğu hususuna dikkat göstermiş ve üstün bir muvaffakiyet sağlarınstir. Maddf bir
bolluğa, kültür ve ilimde yüksek bir seviyeye ulaşılan bu devirde de, birtakım iç ayaklanmalar olmuşsa da,
bu isyanlar da ha önceki dönemlere kıyasla çok azdır ve tamamen bastırılmıştır.

Abdurrahman bin Hakem devrindeki isyanlardan bir kısmı da gayr-i müslimler tarafından çıkarılmıştır.
Bunlardan biri, 826 (H. 211) senesinde Takoronna şehrinde Turil adinda bir berberînin liderliğinde yapılan
isyandır. Bunlar üzerine İbn-i Ganirn komutasında gönderilen ordu, bu isyanı tamamen bastırdı.

Bir diğer isyan, Mayorka adasında ikamet eden halkın, 848 (H. 234) senesinde çıkardığı isyandır.
Abdurrahman bin Hakem, bunlar üzerine deniz kuwetlerinden üç yüz gemilik bir filoyu gönderdi. Bu
kuvvet adayı feth edip, isyancıları itaat altına alarak döndü.

Bu filo, Mayorka adasından döndükten bir yıl sonra, Mayorka adasi ahalisi, Abdurrahman bin Hakem’e,
adaya giden filodan şikayet eder mahiyette bir mektup yazdı. Abdurrahman bin Hakem, bu mektuba cevap
olarak yazdığı mektubunda onlara şöyle dedi: “Mektubunuz bana ulaştı. Müslümanların sizi incittiğini
yazıyorsunuz. Cizye vermeyi Kabul ederek devlete bağlılığınızı yenilediğinizi, müslümanlara karşı iyi
niyetli olduğunuzu bildiriyor ve müslümanlara hiç bir zarar vermeyeceğinize söz veriyorsunuz. Bu
sözünüze bağlı kalacağınızı yazıyorsunuz. Omîd ederim ki, başınıza gelen bu had ise, sizin düzelmenize
sebeb olur. Bir daha böyle bir hata yapmazsınız. Eğer böyle olursanız, biz de size bir zarar
vermeyeceğimize ve sizi koruyacağımıza söz veriyoruz.” isyanlardan bir diğeri de, 850 (H. 236) senesinde
Ceziret-ul-Hadra’da, Habib el-Baransî adında bir berberî tarafından çıkarıldı. Bu berberî, etrafına topladığı
bir takım asî kimselerle harekete geçmişti. Bunların üzerine gönderilen ordu, sığındıkları kaleyi kuşatıp
çoğunu kılıçtan geçirdi. Liderleri Habîb el-Baransî kaçıp, halk arasına karıştı. Alman tedbirler netîcesinde
bu isyan da tamamen ortadan kaldırıldı.

Abdurrahman bin Hakem; Normandlara, isyan çıkaran hıristiyanfara ve İspanyollara karşı da savaşlar
yapmıştır. Kuzeydeki merkezlerinden çıkıp, uzak denizlere açılarak girdikleri yerlerde, gasb ve yağma
yapan Normandların, Endülüs sahillerine saldırıları da onun zamanında durduruldu. Dokuzuncu asrın
ortalarında, Güney Afrika sahillerinde yaşayan halk üzerine saldırarak korku salmaya başlayan Normandlar,
önce, Frank sahillerine, oradan da İspanya sahillerine uzandılar.

Büyük kalabalık halinde siyah yelkenli gemiler ile gelen Normandlar, sahilde bulunan köy ve şehirlere
saldırıp yağma ediyorlardı. Bunların Endülüs sahillerine ilk saldırılan, 844 (H. 229) senesinde oldu. Bu
saldırıda Lizbon şehrine girmişlerdi. Lizbon halkı, bunlara her ne kadar karşı koydular ise de, korsanlar,
şehri yağmaladılar. Lizbon valisi Vehb bin Hazm bu hadiseyi derhal Abdurrahman bin Hakem’e bildirdi.
Bunun üzerine Sultan, sahil bölgelerindeki valilere birer mektup göndererek, Normandiya korsanlarına karşı
Lizbon valisine yardım etmelerini emretti. On üç gün şehre devamlı saldıran korsanlar, sonunda çekilmeye
mecbur kaldılar. Ancak, bu sefer başka hedefler seçtiler. Yeni hedefleri Kadis ve Sidoina idi. Bunlara
ulaşıp, İşbiliyye’ye gitmek için Vadi’l-Kebir’e geçtiler. Nehir boyunca ilerlerken, 844 (H. 230) tarihinde
Kaptel ismiyle tanınan bir nehir adasına uğrayıp, bu bölgede kaldıkları üç gün içinde Kora’ya (Coria de
Rio) kadar giden bir kısım korsanlar, burada pek çok insanı öldürdüler. Sonra yola çıkıp isbiliyye’ye
ulaştılar. İşbiliyye’ye de saldırıp, şehri işgal ederek yağmaladılar ve harab bir hale soktular. İşbiliyye halkı,
korsanlara karşı duramayıp şehre yakın dağlara kaçmağa mecbur kaldı. Korsanlar, şehirde kalan ihtiyarları
öldürdüler. Kadınları ve çocukları da esir ettiler. Bir camiye toplanmış olan pek çok müslümanı, caminin
içide şehîd ettiler. Bu camiye sonradan “Şehîdler Camii” denilmiştir. Bir ay kadar süren bu işgal hadisesine
karşı hazırlıklarını tamamlayan Abdurrahman bin Hakem, topladığı askerleri harekete geçirdi. Önce bir
kesif kolu, sonra da bir süvari birliği gönderdi, İşbiliyye’ye giren bu süvari birliği, ilk çarpışmalara başladı.

Bundan sonra da ordu gelip asıl çarpışma başladı ve müslümanlar galip geldi. Korsanlardan cogu öldürüldü.
Diğerleri de isbiliyye’yi terkedip kaçmaya başladı. Takib edilince de aldıkları esirleri bırakıp gittiler.
Normandiyalılar, isbiliyye’den çıkarıldıktan sonra, Niebla, Beyave Lizbon şehirlerine uğradılar ve sonunda
İspanya’yı terkedip gittiler. Böylece memleket, sükun ve huzura kavuştu.

Bu hadiselerden sonra Abdurrahman bin Hakem, İşbiliyye şehrinin surlarını yeniden tamir ve inşa ettirdi.
Yine isbiliyye’de bir tersane kurulup burada gemi yapılmasını emretti. Denizcilik eğitimi yaptırarak, bu
hususda eleman yetiştirdi. Deniz kuvvetlerinin güçlenmesini ve deniz filolarının genişletilmesini sağladı.

Normandiyalıların saldırısından sonra, askeri sahada ve bilhassa denizcilikde büyük ilerleme kaydedildi.
Bundan sonra da Normandiyalılar, Endülüs Emevî devleti üzerine saldırmaya cesaret edemeyip, anlaşma
yaptılar.

Abdurrahman bin Hakem devrinde devleti meşgul eden diğer bir hadise de, bazı papazların liderliğinde
ortaya çıkan bir grup hıristiyanın azgın ve taşkın hareketleridir. Bu hıristiyan grubun taşkın hareketi,
İslâmiyet’e, peygamberimiz Muhammed aleyhisselama dil uzatmakla ve girkin sözler söylemekle
başlamıştı. Şahsi düşüncelerini din diye millete yutturmaya çalışan mutaassib papazlar, müslümanlarla
görüşmeleri neticesinde gözleri açılan hristiyanlarla menfaat iliskilerinin bozulma tehlikeleri göstermesi
üzerine, böyle bir harekete başlamışlardı. Semavî dinlerde inanca ve mukaddesata karşı baskı yapümaması
esasını da hiç dikkate almıyorlardı. Halbuki Endülüs Emevî devletinin idâresi altında yaşayan hıristiyan
İspanyollar, maddi ve sosyal bakımdan son derece refah içinde idiler. Hıristiyanlar, müslümanların
idaresinde tam bir hurriyete kavuşmuş idiler. Büyük servetlere sahib oldukları gibi, devletin idarî işlerinde
bile vazife alabiliyorlardı. Ayrıca hıristiyan teb’adan pek çoğu, edebiyatta ve diğer konularda, severek bir
çok kitap okuyorlardı. Arabça’yu Latince’ye tercih ederek, İslâm kültürüne alaka ve yakınlık duyuyorlardı.

Avrupalı müsteşrik tarihçi Dozy, İspanya’da müslümanlarla ilgili olarak yazdığı “Histoire des Musulmanes
d’Espagne” adlı eserinde, hıristiyanların, Endülüs müslümanlarına olan hayranlığını şöyle dile getirmiştir:

“Kurtuba’da yaşayan hıristiyanlara, dinî vecibelerini yerine getirme hususunda hurriyet veriliyordu.
Kendilerine verilen imkanlardan şikayetçi değillerdi. Bu imkanlar ve hürriyet, onlar için yeterli idi. Diğer
taraftan pek çok hıristiyan, askerliği bir meslek olarak seçip, devletin resmî ordusuna girmişlerdi. Bir kısmı
da sarayda ve diğer devlet dairelerinde önemli vazifeler almıştı. İşlerinin çoğunda Arabları taklid etmeye
gayret gösteriyorlardı.”

Kurtuba’daki hıristiyanlardan bazı cahiller, güya dinleri uğrunda ölmek, papazların Cennet’in anahtarı diye
takdîm, ettikleri küflü demir parçalarına sahip olmak için, İslâmiyet’e karşı kat’i bir taassubla saldırıya
geçtiler. Fitneci papazlar, bu tarz hareketlerin yayılmasına sebeb oldular. Sonra da güya kahramanlık olarak
kabul ettikleri bu taassub hareketlerini ve böylece öldürülenleri anlatmak için, küfürlerle dolu kitaplar
yazmaya başladılar. Bunların başını Euligio ve Alvaro adında iki papaz çekiyordu. Bunlar, fanatik ve
bağnaz bir düşünce içinde olduklarından, hakikati görmekten ve İslâmiyet’i tanımaktan mahrumdular.”
Müsteşrik Dozy, papazların neden bu hallere düştüğünü de şöyle anlatır: “Hıristiyan papazların,
müslümanlar hakkında doğru bilgi edinmelerini sağlayacak güvenilir kaynaklara müracaat etmeleri hiç de
kolay değildir. Çünkü hıristiyan papazlar, ellerinde bulunan ve müslümanlar hakkında asılsız düşünceler
yazan yanlış kaynakları bir tarafa bırakamıyorlar. Ellerinde bulunan bu yanlış kaynaklara taassubla
başlanan, gerçeğe bakmıyan papazlar, İslam dîni hakkında tamamen yanlış ve asılsız fikirlere
saplanıyorlardı. Hatta, papazlardan bazısı hazret-i Muhammed’in sallallahü aleyhi vesellem, insanları
gerçekten doğru yola çağırdığını iyi anlayıp, diğerlerine anlatmaya çalışıyordu. Fakat bir türlü kabul
ettiremiyordu. Çünkü bu papazlar, İslâmiyet ile Roma putperestliğini aynı kefeye koyma yanlışlığına
düşüyorlar ve bunda ısrar ediyorlardı.”

Abdurrahman bin Hakem, Kurtuba’da hıristiyanlardan bir takım kimselerin çıkardığı bu isyan ve fitne
hareketine bir çare düşündü. Hıristiyanlardan da pek çoğu bu hareketi desteklemiyorlar, kendileri için kötü
neticeler doğuracağından da korkuyorlardı. Sultan İkinci Abdurrahman, hıristiyanların ileri
gelenleriniçağırıp, bir konsil toplayarak bu ise son vermelerini söyledi. Baspiskopos Gomez Antonion bunu
memnuniyetle kabul edip, hükûmetin emriyle topladığı konsile bütün papaz ve piskoposları davet etti. Bu
konsile başkan olarak isbiliyye baspiskoposu Recaredo seçildi. Bu konsilde, günlerce süren tartışmadan
sonra karara vardılar.

Hıristiyanların ileri gelenlerinin aldığı bu kararda, İslâm dini ve Muhammed aleyhisselam hakkında,
hakarete varan sözler sarfetmenin tehlikeli bir cürüm, suç olduğu belirtildi. Böyle bir nifak hareketinde ısrar
edenin sebeb olacağı olayların sorumlusu kendileri olacağını, ayrıca böyle bir harekette bulunan kimselerin,
kiliseye de karşı gelmiş sayılacakları hususu karar altına aimdi. Bundan sonra bu fitne sönüp, zamanla

unutuldu.

Abdurrahman bin Hakem, otuz küsur senelik iktidarı boyunca fetih hareketleri ile de meşgul olup,
müslümanları müdafaa etmek ve dîn-i İslâmı yaymak için faaliyetlerde bulundu. Tahta geçince, ilk altı sene
İspanyollara karşı, Kuzey Endülüs bölgelerine seferler yaptı. Bu seferlere bazan, bizzat kendisi komuta etti.
Bazan da komutanlar tayin edip ordular gönderdi. İlk altı senede yaptığı fetih hareketlerinden sonra, on sene
memleketin iç işleriyle meşgul oldu. Bu zaman içinde İspanyol devletleriyle sulh yaptı. Daha sonra, çeşitli
zaferler kazandığı fetih seferlerine başlayıp, saltanatının sonuna kadar devam ettirdi. Bu seferlerinde, Frank
topraklarında ilerleyerek, Narbon’a kadar ulaştı. Abdurrahman bin Hakem, omrunun son senelerinde, oğlu
Muhammed’i veliaht tayin etti. Vefatından sonra da bu oğlu tahta geçti.

Emir Abdurrahman Evsat, oğlunun terbiyesine çok dikkat ederdi. Birgün oğluna; “Şüphesiz ki, sende aşırı
bir kibir görüyorum” dedi. Bunun üzerine oğlu Munzîr, “Sizin gibi babası olan bir çocuk için kibirlenmesi,
kendisini büyük görmesi, gâyet tabii bir iştir” dedi. “Ey oğulcuğum! Kibirli kimse, insanların gözünden
düşer. Kalbler ondan nefret eder” dedi. Munzîr; “Ey babacığım! Benim insanlar arasında şerefli bir yerim
var. Ben soy sahibi birisiyim, istediğim gibi emrediyorum. Bütün bunları yaparken onlara hizmet etmeyi
şeref sayıyorum. Hal böyle olunca, nasıl olur da insanların gözünde aşağı ve kalblerin nefret ettiği birisi
olurum? Halbuki, herkesin bana teveccüh ettiklerini, sevdiklerini, herkesin beni dinlediklerini görüyorum.
Sultan olan şahsın, öyle bir çeşnisi (güzelliği ve süsü) vardır ki, onun kılık ve kıyafetine dikkat etmemesi,
insanlar arasında onun bu güzelliğini silip götürür. Sultanın, tebeası arasındaki yeri öyle yüksekdir ki,
hareketlerine dikkat etmeyip, kendisini salıvermesi, tebeasının gözünden düşürür. Halkın kendisine göre
öyle bir ölçüsü, terazisi vardır ki, bizi onunla tartarlar. Eğer aşırı bulurlarsa, ağırlığı kadar ona kıymet
verirler. Şayet onu noksan görürlerse, onu aşağı ve hakir sayarlar. Onun tevazusunu, küçüklük; alçak
gönüllülüğünü, aşağılık olarak görürler” dedi. Bunları oğlundan dinleyen babası onun bu konuşmalarını
beğendi ve memnuniyetini bildirdi.

ÇOCUĞUN TERBİYESİ

Abdurrahman Evsaf’ın oğlu Munzir, genç yaşlarında görüştüğü kötü arkadaşlarının te’siri altında kalmıştı.
İnsanlara eziyet ve sıkıntı veren, vakitlerini onu bunu çekiştirmekle geçiren bu insanlar, Emir’in oğlu
vasıtası ile gayelerine ulaşmak istiyorlardı. O da gücü yettiklerine ceza veriyor, diğerlerini ise yeri geldikçe
babasına şikayet ediyordu. Oğlunun bu hareketleri, Emir Abdurrahman’ı iyice rahatsız etti. Bunun üzerine,
adamlarından birine emredip, insanlardan uzak bir dağa, oğlu için bir ev yapmasını, onu ziyaret için
gelenleri de yanına bırakmamasını emretti. Bir müddet sonra emredilen ev yapılarak, Emir’in oğlu oraya
yerleştirildi. Orada yalnız olarak günlerini geçirmeye balladı. Önceki rahat günlerini hatırlayarak canı
sıkıldı. Babasının bekçi olarak orada bıraktığı vazifeli şahsa; “Arkadaşlanının beni ziyarete geleceklerini
ümid ediyorum. Ne olur, ziyarete geldiklerinde onlarla görüşdür de, sohbet edip birazcık olsun
rahatlayayım” dedi. Vazifeli şahıs; “Arkadaşlarının, yanında yaptıkları dedikodudan uzak kalman ve rahata

kavuşman için, babanız, burada yalnız kalmam ve kimseyle görüştürülmemeni emretti.” dedi. Munzir,
babasının kendisini bu yolla terbiye etmek istediğini anladı. Bunun üzerine babasına şöyle bir mektup
yazdı: “Ben burada çok yalnızlık çekiyorum. Kendileriyle görüşüp konuşacağım, yalnızlığımı giderecek
dostlarım yok. İzzet ve şerefim elimden alındı. İyi insanlara ve sohbet ehline ihtiyacım var. Kötü arkadaşın
ne demek olduğunun idraki içindeyim. Çok üzgünüm ve pişmanım. Şayet benim bu halim, zat-ı alinizin
bildiği fakat benim bilmediğim büyük bir suçtan dolayı ise, beni terbiye için verdiğiniz cezaya sabrediyor;
affınız için zat-ı alinize yalvarıyorum.”

Emir Abdurrahman, oğlundan gelen mektubu okuyunca, terbiye için verdiği ceza ile, maksadının hasıl
olduğunu anladı ve oğluna şöyle mektup yazdı: “Mektubunu aldım. Oradaki yalnızlığından şikayetçi olup,
arkadaşlarınla görüşüp konuşmayı arzu ediyorsun. Ben bunu sana ceza olarak yapmadım. Fakat senin,
dedikodulardan sıkıldığını, bundan şikayetçi olduğunu görünce, sana başkalarından laf taşıyan, koğuculuk
yapan kimselerin sözlerinden uzak kalarak rahatlaman için böyle bir harekette bulundum.”

Oğlunun pişmanlığını ve suçunu itiraf ettiğini anlayan Abdurrahman Evsat; yalnız kaidığı yerden, Şehre
dönmesine izin verdi. Ancak buraya geldiğinde, ilim ehliyle beraber olup, kötü arkadaşlardan ve koğuculuk
yapanlardan uzak kalmasım oğluna emir buyurdu. Bundan sonra; Arkadaşlarından işittiklerini sanki
işitmemiş, gördüklerini de görmemiş gibi olacaksm” diye tenbihte bulundu ve şunları ilave etti:

“Sunu iyi bil ki, insanlar arasından en yakın ve en sevdiğim kimse sensin. Bununla beraber öyle zaman olur
ki, yaptığın bir işi beğenmiyebilir, bu sebeple bana kalbinden kızabilirsin. Fakat Allahü teâlâ, senin kafben
kızdığını bana bildirse idi, bu kızman hiç hoşuma gitmezdi. Allahü teâlâya hamdolsun ki, birinde olandan
diğerinin haberi olmaması için kalbler arasına perde koydu.

Şüphesiz sen, gayretli ve çalışkan bir gençsin. Böyle olan bir kimse, sabırlı olur. Her şeyi görür, her
söylenileni dinler ve kendisini üzmez. Bunlara tahammül eder. Ceza yerine mükafat verir. İnsanlardan gelen
sıkıntı ve eziyetlere sabreder. İşte böyle yapan kimse, ilerde bunların semeresini görüp sevindirici şeylerle
karşılaşır. Daha önce bana yaptıkları kötülükler ve hakkımda söyledikleri sözler sebebiyle, kendilerini parça
parça etsem, kızgınlığımın geçmeyeceği kimseler hakkında, bugün öyle düşünmüyorum: Önemli olan,
kötülük yapmaya muktedir olunduğunda, sabır ve tahammül göstermek, insanların yaptıklarına göz
yummak, iyi muamelede bulunmaktır. Etrafımda bulunup, bana iyilikleri ve kötülükleri bulunan kimselere
bakdığımda, kalblerinin zamanla değiştiğini, bilahare kötünün iyi, iyinin kötü olduğunu gördüm. Bu sebeple
daha önce bazı kimseleri cezalandırdığıından dolayı pişmanlık duymaktayım. Fakat, yaptığım iyiliklerden
dolayı asla pişmanlık duymuyorum.

O halde, ey oğulcuğum! Yüksek, kıymetli ve pişman olmayacağın işlere sarıl. Bu ise, bazı şeylere göz
yummakla mümkündür. Böyle yapmıyan kimsenin arkadaşı, onun şerrinden emîn olamaz. Hiç bir kimse
ona yardımcı olarak yaklaşamaz. Böyle bir kimse ise, maksadına ve emeline ulaşamaz, muhtac olduğunda
yardımcı bulamaz.”

Babasından bu nasîhatleri dinleyen Munzir, onun elini öptü ve nasihatlerine bütün gücüyle uymaya
çalışacağına söz verdi. Sonunda güzel ahlâk sahibi, kadr ve kıymeti yüksek, şerefli bir insan oldu. Böylece
Emir Abdurrahman, oğluna yaptığı nasihati ile maksadına kavuştu.



1) Kâmûs-ul-a’lâm; cild-4, sh. 3069

2) Ikd-ul-ferîd; cild-2, sh. 371, cild-5. sh. 233,.cild-7. sh. 37

3) Cemheretu hutab-il-Arab; cild-3,. sh. 164
4) El-Fütuhat-ül-islamiyye (Ahmed Zeyni Dahlan, Kahire, 1968); cild-1, sh. 246
5) El-İber; cild-4, sh 127

6) Nefh-ut-tib; cild-2, sh. 327
7) Mir’ât-ı kainât; cild-2, sh. 82
8) Beyân-ül-Magrib; cild-2, sh. 122
9) Nihâyet-ül-ereb; cild-22, sh. 51
10) A’mâl-ül-a’lâm (İbn-i Hatib); sh. 18
11) Târihu iftitah-il-Endülüs (İbn-i Kutiyye); sh. 83
12) Histoire des Musulmanes d’Espagne (Dozy); cild-1, sh 263
13) Histoire de I’Espagne Musulmane-(Levi Provencal); cild-4, sh. 152
14) El-Muktebes fi tarih-il-Endülüs (İbn-i Hayyân); sh. 296

15) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 20
16) Vesâik-us-siyâsiyye; cild-7, sh 38, 144
17) El-Müslümun fi Avrupa fil-usur-ul-vüsta (Tarhan İbrahim Ali, Kahire, 1966); sh 275
18) Endülüs Târihi (Ziya Paşa); cild-1, sh. 83
19) İslâm von Spanien bis İndien (Alfred Renz); sh. 160
20) El-A’lâm; cild-3, sh. 305
21) El-Kâmil, cild-7, sh. 22

22) Cezvet-ul-Muktebes; sh. 11

ABDURRAHMÂN III

Endülüs Emevî Devleti’nin ilk halifesi. Babası Muhammed bin Abdullah, Endülüs Emevî Devleti’nin
yedinci meliki Abdullah bin Muhammed’in oğludur. 891 (H. 278) yılı Ramazan ayında doğan
Abdurrahman, dedesinin vefatı üzefihe yirmi üç yaşında Üçüncü Abdurrahman ünvani ile tahta çıktı.
Zamanında, devletini en güçlü hale getirdi. 928 (H. 316) yılında halifeliğini ilan etti. Emîr-ül-mü’minîn ve
Nasiruddin ünvanını aldı. 961 (H. 350) senesinde yetmiş iki yaşında iken vefat etti.
Abdurrahman en-Nasır daha bebek iken, babası vefat etti. Onu, dedesi Abdullah bin Muhammed yanına
aldı. Sarayda terbiye edip buyuttü. Oğullarından çok severdi. Gayet iyi bir şekilde yetiştirilmesine itina

gösterdi. Zekî, cesur, kültürlü, cömert, hoş görülü ve sağlam iradeye sahip bir şehzade olmasını sağladı.
Onu, toplantı ve merasimlerde kendisine vekil tayin etmek suretiyle, devlet işlerinde de yetiştirdi. 912 (H.
300) senesinde dedesi Abdullah bin Muhammed vefat edince, vali ve komutanlar, Abdurrahman en-Nasır’i
tahta çıkarıp, ona tabi oldular. Üstün bir ahlâk, kuvvetli bir iradeve anlayışa sahib olması sebebiyle, saray
mensupları ve Kurtuba halkı, hükümdar olmasını memnuniyetle karşılayıp, kabul ettiler ve bu işe çok
sevindiler. Kendi akrabası, hanedan ailesi de onun seçilmesine memnun oldular. Hanedanın en yaşlı olanı
bir konuşma yaparak, bî’at ettiklerini bildirdi. Ona îtimad ettiklerini ve itaat edeceklerini söyledi.

Abdurrahman en-Nasır; itimada şayan, dirayetli, azimli ve dinin emirlerine tam uyan bir sultan idi. İşlerinde
istişare eder, fıkıh (hukuk) alimlerini ve edebiyatçıları sever, onlara değer verir ve korurdu. Onun
idaresinden müslümanlar çok memnun olduğu gibi, halkından gayr-i müslim olan hıristiyanlar ve musevîler
de memnun idiler. Ona minnetdar olup, sevgi ve saygı gösterirlerdi. Bütün tebea (halk), onun döneminde
mutfu bir hayat yaşadı. Gün geçtikçe devletini daha çok refaha ulaştıran Abdurrahman en-Nasır, hoş sohbet
nüktedan, tatlı dilli, şakacı olarak tanınmıştı.

Abdurrahman en-Nasır tahta çıktıktan sonra, devletin zayıflamış durumda olan îtibarını güçlendirmek ve
daha yaygın hale getirmek için faaliyete geçti. Devlete yarı bağımsız durumda bağlı bulunan prenslikleri
ortadan kaldırmak suretiyle, devletin bütünlüğünü sağlamaya çalıştı. Diğer taraftan da vuku bulan isyanları
bastırdı. Bütün bölge ve eyaletleri devlete bağladı. Devletin posta, ordu, emniyet ve maliye gibi
teşkilatlarını yeniden ele alıp, düzenledi. Yeni idarecileri iş başına geçirdi. Devlet otoritesini kuvvetlendirdi.
İnsanların her bakımdan rahat ve huzur için yaşamaları için gayret sarfetti. Esirleri çeşitli işlerde çalıştırmak
suretiyle, devlete yük olmaktan kurtardı.

Abdurrahman en-Nasır, isyanları bastırmada kendine has bir usül uygulardı. Her isyanı bastırdıktan sonra,
isyanın liderini yanına alıp, ona hil’at giydirirdi. Onu yakınları arasında bulundurup, pek çok hediye ve
bahşiş verirdi. Böylece ayaklananlardan çoğu severek itaat ederdi. İsyan edenleri bu yolla azaltıp, itaat
etmeyerek direnenlerle daha iyi mücadele etme fırsatı bulurdu. Kendinden önceki sultanların, özerk bir
bölge olarak bırakmak mecburiyetinde kaldıkları Tuleytula’yı da itaat altına aldı. En ziyâde direnen burası
olmuştu. Berberîleri, İspanyolları ve İspanyol asıllı müslümanları idaresi altına aldı. Bastırdığı en önemli ve
en tehlikeli ayaklanma, Hafsoğullarının ayaklanması oldu.

Abdurrahman en-Nâsir için önemli olan bir diğer mes’ele de; Endülüs’ün kuzeyinde yaşayan hıristiyanların
yanında, ayrıca bir de Fatımîlerin tehdidi idi. Endülüs şehirleri, Afrika’da (Mağrib ülkelerinde) Fatımîlerin,
kuzeyden de hıristiyanların ve bilhassa Asturias’da yaşayan hıristiyanların tehdidi ile karşı karşıya idi. Leon
bölgesinde hakim olan bu hıristiyanlar, Zamora St-Estevano, Osma ve Simacacas kalelerini inşa etmişlerdi.
Abdurrahman en-Nasır, bu bölgelere hakim olmak için sefere çıktı. Ancak, yaptığı bu savaşlarda ağır
kayıplar verdi. Navar kralı Sancho’dan himaye ve yardım gören bu hıristiyanlar, daha önceden
müslümanların elinde bulunan topraklarda yerleşmişlerdi. Yapılan ilk çarpışmaları kazanan hıristiyanlar,
çok zulmettiler, binlerce müslümanın kanını döktüler. Lane-Poole bile; “The Moors in Spain” adlı eserinde
dindaşlarını kınayarak, onların bu kötülüklerini şöyle dile getirmektedir: “Bu hıristiyanların, yaptığı işler ve
takındıkları huylar, cahilliklerine tam uygundu. Bu kaba ve cahil insanlardan, taassub ve zulümden başka
bir şey beklenmezdi. Ne, eman dileyene eman verirler, ne de kaçanı bırakırlardı. Yaralıya da acımaz ve
himaye etmezlerdi. Müslümanlar ise, hasımlarına her zaman efendi, alicenap, cömert, müsamehakar ve
affedici, davranmışlardır. Bütün bunlar göz önünde iken, Leon ve Kastilya’nın azgın insanlarının, böylesine
iyilik sever insanlar olan müslümanları boğazladıklarını, şehirleri harab edip, halkı kılıçtan geçirdiklerini ve
kalanların da köle edildiklerini hatırladıkca, içimize büyük bir üzüntü doluyor.”

Müslümanların ağır kayıp vermelerini fırsat bilen Leon kralı ikinci Ordona da, İslâm topraklarına saldırdı.
Bunun üzerine bir İslâm ordusu hazırlandı. Hıristiyanlar üzerine ilk hücûmu, 916 (H. 304) senesinde yapan
bu ordu, bir sene sonra yaptığı ikinci hücûmda, St. Estevano surları önünde mağlup duruma düştü.

Müslümanların yenilmesinden cesaretlenen Leon ve Navar kralları, ordu gönderip, Tuleytula ve çevresine
zarar verdiler. İslâm ordusu bunlara karşı koyup, ilk zaferi kazandı. Hıristiyanların saldırılarını tamamen
ortadan kaldırmak, onları itaat altına almak isteyen Abdurrahman en-Nasır, savaş için hazırlanıp, bizzat
ordunun başına geçti. 920 (H. 308) senesinde çıktığı ilk seferde, Osma ve St. Estevano kalelerini hasara
uğrattı. Sonra da, kuzeydeki hıristiyanlara yardım eden ve onların lideri durumuna gelen kral Sancho’nun
hakim olduğu Navar üzerine yürüdü. Yapılan savaşta, kral Sancho kaçtı ve hıristiyan orduları,
Abdurrahman en-Nasır’ın ordusu karşısında Cist üste mağlubiyete uğradı. Bütün bunlara rağmen Leon kralı
Ordona ve peşinden de daha önce kaçmaya mecbur kalan kral Sancho, toparlandıktan sonra tekrar 923 (H.
311) senesinde İslâm beldelerine saldırdılar ve bazı kaleleri de işgal ettiler. Bu durum karşısında,
Abdurrahman en-Nasır sür’atle kuzeye doğru hareket etti. Ordu, uğradığı bütün şehirleri aldı. Navar kralı
Sancho’nun ordusunu dağıttı ve baş şehri Pampeluna halkını hezimete uğrattı. Diğer taraftan, Leon kralı
ikinci Ordona oldu. Oğulları arasında da iç savaşlar başladı. Bütün bu hadiseler, Abdurrahman en-Nasır’ın
işler inin kolaylasmasını sağladı. Böylece, memleketinin diğer işleriyle ilgilenmeye fırsat buldu. Hem içte
hem de dıştaki mes’eleleri halledip, kuvvetli bir hale geldi. Abdurrahman en-Nasır’ın halife ünvanını
kullanmaya başlaması da, 929 (H. 317) senesine rastlayan bu kuvvetli dönemde olmuştur. Fakat
toparlanmanın hemen akabinde, Leon Devleti tahtına oturmuş olan ikinci Ramiro, kuzeydeki hıristiyanlar
ile birleşti. Bundan sonra, Abdurrahman en-Nasır’a tabi olmayı terkeden Saragossa valisi Muhammed bin
Haşim ile de anlaştılar.

Bu durum karşısında sür’atle harekete geçen Abdurrahman en-Nasır, Saragossa’yı itaat altına aldı ve bunun
akabinde de Navar üzerine yürüdü. Bu seferinde, önce bir kaç yerde hıristiyanlara karşı galib oldu. Yüz bin
civarında mevcudu olan müslüman ordusu karşısında muvaffak olamayacağını anlayan ikinci Ramiro,
hileye baş vurup tuzak hazırladı. Bu hilesi Simaneas surları önünde kazdırdığı hendekler idi. Karşılaşmada
önce geri çekilip, İslâm askerini, gece, hendeklere doğru çekti. Hendekleri fark etmeyen İslâm
mücahidlerinden ellibini şehîd oldu. Acı bir felaket olan bu savaşa, “Hendek savaşı” denildi.

Abdurrahman en-Nasır, Endülüs Emevî devletine hükümdar olduğu günden, ömrünün sonuna kadar
devletini güçlü ve büyük bir devlet haline getirmek için çalıştı ve bunu başardı. O böyle bir ise giriştiği
zaman, Endülüs’te iç karışıklıklar, kabileler arasında rekabet ve devamlı çekişme halinde olan gruplar vardı.
Bütün bunları hallederek ve aşarak, devletini zengin ve huzurlu bir hale getirmeyi babardı. En önemli
mes’elelerden biri olan Fatımî tehlikesini bertaraf etti. Uzun yıllar belirli bir politika takib etti. Bu politikasi,
halifenin tam hakimiyeti prensibine dayanıyordu. Netice îtibariyle Abdurrahman en-Nasır, önce
hakimiyetini sağlayıp, halîfeliğini ilan etti. İkinci safhada, sağladığı hakimiyet ve idare ile diğer devletler
arasında itibar kazandı. Üçüncü safha ise tam ve kesin hakimiyet sağladığı safhadır ki, bu, başarısının en
yüksek noktasıdır.

Abdurrahman en-Nasır, devletinin her sahada gelişmesi için çok gayret sarfetmiş ve önemli hizmetler
gerçekleştirmiştir. Devletini maddeten ve manen. güçlendirmiştir. Eğitim ve öğretimi her bakımdan
destekleyip ilmin yaygınlasmasını sağladı. Dîn ve fen ilimlerinde alimler yetişmesini teşvik etti. Ticarete,
iktisada, tarıma ve san’ata önem verip, bunların gelişmesini sağladı. İki yüz gemilik bir donanma kurdu.
Kurtuba’da yaptırdığı Kurtuba Üniversitesi, o devirde dünya üniversiteleri arasında en meşhûru ve en
gözdesi idi. Bu üniversiteye, İspanya’nın her tarafından talebeler ilim öğrenmeye geldiği gibi; Avrupa’dan,
Afrika’dan ve Asya’nın çeşitli bölgelerinden müslüman ve hıristiyan pek çok talebe gelip tahsil yapıyordu.
Bu üniversite, Bağdad’da kurulan Nizamiye ve Mısır’da kurulan Ezher medreselerinden daha önce
kurulmuştu. Bu dönemde eğitim ve ilmi teşvik için çeşitli vakıflar da kuruldu. İlmî araştırmaların yayılması
ve eğitim müesseselerinin gelişmesi ve daha çok hizmet vermesi için her fedakarlık yapıldı. Netîcede
Endülüs’te kültür, yüksek bir seviyeye ulaştı. Okuma-yazma bilmeyen hemen hemen hiç kimse kalmadı.
Büyük kütüphaneler kuruldu. Zengin bir Saray kütüphanesi teşekkül etti. Ayrıca, Kurtuba dışında, Malaga,
Valencia, Almeria ve diğer büyük şehirlerde yerli ve yabancı talebelerin eğitim ve öğrenim görmek için
toplandıkları medreseler, üniversiteler de vardı. Abdurrahman en-Nasır, alimlere ve ilim ehline büyük

yardımlarda ve ihsanlarda bulunmayı adet haline getirmişti. Ders veren muderrislerin ve talebelerin
kalacakları yerler ve yiyecekleri te’min edilir, ihtiyaçları eksiksiz karşılanırdı. Ayrıca, misafir olarak gelen
alimlere yakın alaka ve hürmet gösterilir, ikram ve yardım yapılırdı. Abdurrahman en-Nasır’ın katibi Arib
bin Sa’d, meşhûr bir fizik ve tarih alimi idi. Endülüs Devleti’nin Avrupa’ya ilim ve irfan saçtığı zamanda,
hıristiyan Avrupa’da okuma-yazma bilen son derece azdı. Ekseriyeti kiliseye mensup pek az kimse okuma-
yazma bilirdi. Kültürde bu nisbette çok düşük bir seviyede idi.

Lane Poole, Abdurrahman en-Nasır hakkında, “The Moors in Spain” kitabında şöyle yazmıştır:
“Abdurrahman en-Nasır, Endülüs’ü isyancılardan ve düşmanlarından kurtardı. Endülüs’ü yok olmaktan,
tamamen yıkılmaktan kurtardığı gibi güçlü bir devlet haline getirdi. Kurtuba’da hiç bir devir, onun devri
gibi zengin ve parlak olmadı. En müreffeh devir, onun devri oldu. Tarımda verim arttı, endüstride çok
ilerleme kaydedildi. Karışıklıklar ve ayaklanmalar da, en iyi şekilde onun devrinde bastırıldı. Abdurrahman
en-Nasır, halk tarafından sevilip, sayılmıştır. Fransa’dan, Almanya’dan ve İtalya’dan Endülüs’e gelen
elçiler, gördükleri medeniyete hayran kalırlar ve takdir ederlerdi. Bu takdirlerini Abdurrahman en-Nasır’a
bildirmek için huzuruna çıkmada yarış ederlerdi. Devletinin kuvveti ve memleketinin serveti, Afrika’da ve
Avrupa’da darb-i mesel oldu. Şöhreti, İslâm ülkelerinin Asya’daki en uzak yerlerine kadar ulaştı. Bu
muazzam gelişmeyi sağlayan Abdurrahman en-Nasır; zekası, doğruluğu ve kararlılığı sayesinde karşısına
çıkan her düşmanı mağlub etti ve her engeli aştı. Endülüs’ü, kargaşa ve isyan bataklığından, kuvvetli
zirvesine ulaştırdı.”

Abdurrahman en-Nasır, bozuk itikadlı kimselerle de mücadele etti. Bunlardan biri İbn-i Meserre adlı biri
idi. İbn-i Meserre, Endülüs’te yetişti. Doğum yeri, tarihi, ismi, babaları hakkında kafi bilgi yoktur.
Endülüs’te ilim tahsîl etti. Felsefe ile ilgilendi. Bilhassa, Empedokles’in fikirlerine dayanan Almeria
ekolünün te’sirinde kaldı. 912 yılında Kurtuba’da ders vermeye başladığı rivayet edilir. Bir çok bozuk
fikirler ortaya attı. Ehl-i sünnet alimleri, onun bu bozuk fikirlerine cevap verince, doğuya kaçtı. Buralarda
bilgisini arttırmaya devam etti. Bu arada İsmailî ve mu’tezilî olan kimselerden ders aldı. Tekrar Endülüs’e
döndü. Burada bozuk fikirlerini yaymaya devam etti. Bazı cahilleri aldattı. 931 (H. 319)’da oldu. Fikirleri
daha sonra talebeleri tarafından bilhassa Ebu’l-Abbas ibni Arîf tarafından sistemleştirilmiştir. Ehl-i sünnet
âlimleri, bunlara yine doyurucu cevaplar verdiler. Ayrıca durumu Abdurrahman Nasır’a bildirdiler. Bunun
üzerine Abdurrahman Nâsır, vezir Abdurrahman bin Abdullah’a aşağıdaki hutbeyi hazırlatıp, memleketin
her tarafına gönderdi ve minberlerde okunmasını emretti. Bu hutbe şudur:

“Bismillahirrahmanirrahîm. Allahü teâlâ, İslâm dinini, dinlerin en üstünü kıldı. Kullarından,
müslümanlıktan başka bir dini kabul etmedi. Sadece müslüman olmalarına rıza gösterdi. İslâm dini daha
önceki dinleri nesh etti, hükmünü kaldırdı. Nitekim ayet-i kerîmede meâlen şöyle buyruldu;
“Muhammed’in (aleyhisselam) getirdiği İslâm dininden başka din isteyenlerin dinlerini, Allahü teâlâ
sevmez ve kabul etmez. Din-i İslâm’a arka çeviren, âhirette ziyân edecek, Cehennem’e girecektir.”
(Al-i İmran sûresi: 85)

Allahü teâlâ, Habîbini, mahlukatın en üstünü Muhammed aleyhisselamı son peygamber olarak gönderdi.
Mahlukatı yaratmadan önce ismini arşına yazdı.

Kur’ân-ı kerîmi O’na inzal etti. O’nunla, Hanif ismini verdiği en yüce din olan İslâm dînini ümmetlerin en
hayırlısı olarak sectiği ümmete gönderdi. Allahü teâlâ bu ümmetin faziletini meâlen şöyle beyan buyurdu:
“Siz, ümmetlerin en iyisi oldunuz. İnsanların iyiliği için yaratıldınız. İyilik yapılmasını emreder,
kötülükten nehyedersiniz.” (Al-i imran sûresi: 110) Allahü teâlânın bize bol bol ihsan ettiği bu nîmetlere
hamd olsun. Bizi, bozuk ve sapık yollardan kurtarıp, doğru yolu gösterdi. Hidayeti ve hakikati anlamayı
nasîhat etti. Doğru, vazih, açık ve pek kolay olan yolunu göstermek suretiyle, bizi pek çok zihin ve fikir
yorma meşakkatinden kurtardı. Dünya ve ahıret saadetini, cemaatten ayrılmamağa bağlı kıldı. Tefrika ve
ayrılıktan razı olmadı. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Allahü teâlâ; dini doğru tutun, onda tefrikaya

düşmeyin diye dinden (İslâmiyet’den), hem Nuh’a tavsiye ettiğini, hem sana vahyeylediğimizi, hem
İbrahim’e, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şeriat yaptı..” buyuruyor. (Şura sûresi: 13)

Allahü teâlâ, dinde tefrikadan sakındırdı. Bundan uzaklaşmayı, fitne çıkarmamayı emretti. Bütün
memleketlerde, nazil olduğu yani Resûlullah efendimizin bildirdiği şekilde dinini hakim kıldı. İste,
memleketin her tarafında, mü’minlerin emîrinin adaletiyle, itaat te’sîs edilip, nîmetler bollaşıp, huzur ve
sükun meydana gelince, hayrı istemeyen, ayak takımından bir bozuk fırka ortaya çıktı. Bunlar kısa
görüsleri, koyu ahmaklıkları ile okudukları kitapları anlamıyor, akılları ince mes’elelere yetmiyor. Bununla
beraber, kitapları anladıklarını, bilmediklerini öğrendiklerini zannediyorlar. Bunlar, Allahü teâlânın
inayetinden mahrum, kendi nefsleri ile başbaba bırakılmış kimselerdir. Şeytan, onların üzerine bütün
askerlerini sevketmiş, kendi bozuk yollarını onlara süslü göstermiştir. Onların ilimden nasîbleri yoktur. İşte
bu sebeple Kur’ân-ı kerîmin mahluk olduğunu söylüyorlar ve Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesiyorlar.
Halbuki, Allahü teâlânın rahmetinden ancak kafirler ümit keserler. Kur’ân-ı kerîm ayetleri hakkında çok
mücadele ve münakaşa yaparlar. Resûlullah efendimizin hadîs-i şerîfleri hakkında te’vîl yapmanın haram
olduğunu söylerler. İşte böyle kimselerden Allahü teâlânın zimmeti beridir, uzaktır. Nitekim ayet-i
kerîmede meâlen buyruldu ki: “(Habibim!) Allahü teâlânın ayetleri (yani Kur’ân-ı kerîm) hakkında
çekişenleri görmedin mi, (onlar Kur’ân-ı kerîmi tasdikten) nasıl döndürülüyorlar? Kur’ân-ı kerîmi ve
peygamberlerimiz ile gönderdiğimiz şeyleri inkar edenler, (yakında, kıyamette kendilerine ne
yapılacağını) bileceklerdir. O vakit, boyunlarında (demirden) halkalar ve zincirler olduğu halde
sürüklenecekler. Kaynar suda, sonra ateşte yakılacaklar (her türlü azabı tadacaklardır).” (Mü’min
sûresi: 69-72)

Bu ayet-i kerîmeler, ilim, rüşd olmadan ve büyüklük taslayarak, Allahü teâlânın ayetleri hakkında mücadele
ve münakaşa edenler hakkında en şiddetti tehdiddirler. Yine Mac sûresi dokuzuncu ayet-i kerîmesinde de
bunların uğrayacağı azablar bildirilmiştir.

Bu kimseler, batıl fikir ve iftiralarında daha da ileri gittiler. Kendilerine mağfiret ve tövbe kapılarını
kapadilar. Şefaati yalanladılar. Kendi bozuk akıllarına göre Kur’ân-ı kerîmin muhkem âyet-i kerîmelerini
tefsîr ettiler ve bu dereceye kavuştukları iddiasında bulundular. Ayet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
“Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne ve fesad çıkarmak için Kur’ân-ı kerîmden yanlış mana
çıkarır, yanlış yola saparlar. Bu ayet-i kerîmelerin bildirdiklerini yalnız Allahü teâlâ bilir. Rasih
alimler ise; “Biz ona (mutesabih ayetlere) iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Bunları
ancak akıl sahipleri, düşünüp anlarlar.” (Al-i imran sûresi: 7)

Hadîs-i şerîf ilmini bilmemeleri, bildirilen haberleri ve Eshab-ı kiramın sözlerini yanlış anlamalarına,
böylece doğru yoldan ayrılıp Eshab-ı kirama dil uzatmalarına sebeb olmuştur. Hadîs-i şerîflerin ravilerini
kaldırdılar. Kendi nefslerine, arzularına uygun kitap te’lif ettiler. Böylece Ehl-i sünnet ve cemaat ydlundan
ayrıldılar. Dalalet yoluna saptılar. Hatta müslümanlara selam vermeyi bile terk ettiler. Halbuki, selam,
Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde beyan buyurduğu adabdan olup, bununla aynı zamanda cahiliyye devri
selamı nesh edilmiş, ortadan kaldırılmıştır. Ayet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “(Bir mü’min tarafından)
bir selâmla selamlandığınız zaman, siz ondan daha güzeli ile karşılık verin veya aynı ile mukâbele
edin...” (Nisa sûresi: 86)

Bunlar, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmak lazım geldiğini söylediler. Cehalet ve dalalete batıp, şaşırıp
kaldılar. Gerçek müslümanlara kin ve düşmanlıklarından kanlarını helal saydılar. Onların namuslarını
ciğneme ve kadın, çocuk demeden hepsini esir etme fırsatmi kolladılar. Onların bu düşmanlık ve kinleri
sözlerinden belli olmakta ise de kalblerinde gizledikleri daha büyüktür.

Emîr-ül-mü’minin, onların dalalet ve cehaletlerinin yayıldığını, dindeki bozukluklarını, doğru yoldan
ayrıldıklarını duyunca uykuları kaçtı. Onları pek şiddetli bir şekilde takib, etti ve cezalarını verip, korkuttu.

Bütün bunları, Allahü teâlânın rızası için yaptı. Bu hutbenin, kendisinin de hazır olacağı en büyük camide
okunmasını emretti. Bununla maksadı, cahil olanları bunlardan sakındırmak, zalimleri korkutmak, inatçının
inadını kırmaktır. Ayrıca bu, hutbenin memleketin her tarafına gönderilip, müslümanlara okunmasını da
emretti. Bir kavim, ancak bu habis topluluğun Sünnet-i seniyyeyi değiştirmekte yaptığı gibi, Kur’ân-ı kerîm
ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hadîs-i şerîflerini değiştirmekle bela ve musîbete müstehak olur.
Allahü teâlâ, geçmis ümmetleri, hak dinleri değiştirip, doğru yoldan ayrılmaları sebebiyle helak etmiştir. Bu
hutbe halkın arasında neşredilsin. Bu bozuk taifenin nerelerde oldukları araştırılsın. Onlar arasına adamlar
gönderilsin. Onlardan olduğu delilleriyle tesbit edilenlerin isimleri ve bulundukları yerler, şahidlerin
isimleri ve ifadeleri Emîr-ül-mü’minin’e gönderilsin. Böylece onları, gerekli cezaları vermek için Emîr-ul-
mü’minîn’in huzuruna celbetmek mümkün olur. Çünkü Emîr-ul-mü’minîn onlar üzerinde çok ehemmiyetle
durmaktadır. Onlara yardım edilmekten sakınılsın. Yardım edenlerin sonu felaket olur.”

Kamus-ul-a’lam’da Abdurrahman Nasır hakkında şöyle denmektedir: “Endülüs sultanı Üçüncü
Abdurrahman (rahmetullahi aleyh) memleketini genişletti ve kuvvetlendirdi. Fas’da hükûmet süren
İdrisîleri, Fatımllere karşı destekledi. Bunları hükmü altına aldı. Mükemmel bir donanma da yapdı. Kendisi
ve adamları ilim ve edeb sahibi idiler. Alimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüs’de ilim ve
fen çok ilerledi. Sarayı ve devlet daireleri, birer ilim kaynağı oldu. Her memleketden, ilim öğrenmek için
Kurtuba’ya akın akın toplandılar. Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir tıp fakültesi kuruldu. Avrupa’da ilk
kurulantib fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedavi için Kurtuba’ya gelir, gördükleri
medeniyete, güzel ahlâka misafirperverliğe hayran kalırlardı. Altı yüz bin kitap bulunan bir kütüphane
yaptırdı. Kurtuba’dan üç saatlik mesafedeki Vadi-yul-kebir kenarında, “Ez-zehra” isminde pek büyük ve
ince san’atlarla dolu bir saray ile, mükemmel bahçeler ve büyük bir câmi yaptırdı. Kurtuba’da çok sayıda
derin alimler yetişti. Endülüs’deki “Benî Ûmeyye” halifelerinin sekizincisi olan Üçüncü Abdurrahman, elli
sene adalet ile hüküm sürüp, 961 (H. 350) senesinde yetmiş iki yaşında vefât etti.”

ŞÜKÜR ve YAĞMUR DUASI

Endülüs’de 929 (H. 317) senesinde Şiddetli bir kıtlık olmuşdu. Bunun üzerine, Abdurrahman Nasır,
memleketin her tarafında yağmur duasına çıkılması için valilerine mektup gönderdi. Mektup şöyledir:

“Bismillahirrahmanirrahim. Allahü teâlâ kullarına verdiği bol rızık ve nimete, arttırdığı ihsanlarına karşılık
şükür yapılmasını ister. Bu nimetlerini ve rızıkları göndermeyip tuttuğu zaman ise, bunların kendisinden
taleb edilmesini, bu sebeple kendisine yalvarıp, yakarılmasım da ister. Çünkü kullarına rızkı O verir.
Kuvvet sahibi ve bu mülkün malikidir. İşledikleri günahlar içn kullarının yaptıkları tövbeleri kabul eder ve
onları affeder. O, ne yaparsanız, hepsinden haberdardır. O, kullarının, ümitlerini keser gibi oldukları bir
sırada yağmur yağdınverir, geniş rahmetini yayıverir. O, her şeyin sahibidir. Bütün hamdler O’nadır.

İşte bu sebeple, Allahü teâlâya yönelmemiz, O’nun izzetine boyun eğmemiz, muhtaç olduğumuz şeyleri,
O’ndan ısrarla istememiz, O’nun gadabına sebep olan günahlardan, kötü işlerimizden devamlı tövbe
etmemiz, gadabından rızasına sığınmamız lazımdır. Önceki Cum’a günü camide, hatibimiz, Şayet gelecek
Cum’a’ya kadar yağmur yağmazsa, sonraki Pazartesi günü, istiska namazı kılmak için çıkılacağını söyledi.
Sen de hatibe emret, cemaate aynı şekilde söylesin. Cemaat, Allahü teâlâya günahını itiraf eden ve Allahü
teâlânın rahmetinden ümitli olan kimsenin yalvarışı gibi yalvarsın. Çünkü, Allahü teâlâ, sonsuz mağfiret ve
merhamet sahibidir. O’ndan yardım istenir. O’nun şeriki, ortağı yoktur.”



1) El-A’lâm; cild-3, sh. 324

2) Nefh-ut-tib; cild-1, sh. 166

3) El-İber; cild-4, sh. 138
4) El-Kâmil; cild-8, sh. 177
5) Mesâhir-ül-İslâm; cild-4, sh. 1519
6) Beyân-ül-magrib; cild-2, sh. 175
7) Ezhâr-ur-riyâd; (Makkari) cild-2, sh. 252
8) El-Muktebes fî târih-il-Endülüs; sh. 18

9) Bugyet-al-multemis (Ed-Dabbi, Madrid, 1884); sh. 84
10) Kudât-i Kurtuba (Husent); sh. 11, 203
11) A’mâl-ül-a’lâm; sh. 34
12) El-Hullet-us-siyera (İbn-i Abbâr, Kahire, 1963); sh. 106 A
13) Histoire des Musulmans d’Espagne; (Dozy); cild-2, sh. 157
14) Endülüs Tarihi (Ziyd. Paşa); cild-1, sh. 113
15) Mir’ât-i Kâinât; cild-2, sh. 83
16) Kâmus-ul-a’lâm; cild-4, sh. 3069
17) Histoire de L’Espagne Musulmane (Levi Provencal); cild-4, sh. 99
18) Islâm von Spanien bis Indien; sh. 160, 163
19) El-Fütuhât-il-İslâmiyye; cild-1, sh. 352
20) Nihâyet-ül-ereb
21) El-Vesâik-us-Siyâsiyye; cild-7, sh. 42. 156

22) The Moors in Spain, (lanc-pootc) sh. 122
23) El-Ikd-ül-Ferid; cild-5, sh. 239, 244
24) Devlet-ul-İslâm fil-Endülüs; sh. 374

ABDURRAHMAN BİN AVF (r. anh)

Eshab-ı kiramın büyüklerinden. Cennet’le müjdelenen on kişiden ve ilk müslüman olan sekiz kişiden biri.
İsmi; Abdurrahman bin Avf bin Abd-i Avf bin Haris bin Zuhre bin Kilab bin Mürre bin Kusey’dir.
Annesinin ismi, Şifa binti Avf’dır. Soyu, dedelerinden Kilab bin Murre’de, Resûlullah efendimiz ile
birleşmektedir. KünyesL Ebu Muhammed’dir. İslamiyet’ten önce ismi, Abd-i Amr, Abd-ul-Kabe veya Abd-

ul-Haris olup, müslüman olduğu zaman Peygamber efendimiz tarafından Abdurrahman olarak değiştirildi.
Fil vak’asından on yıl sonra, 580 senesinde doğdu ve 651 (H. 31) senesinde Medîne-i münevverede vefat

etti.

Hazret-i Ebu Bekr’in teşvikiyle müslüman oldu. Müslüman olmadan önce ticaretle meşgul olurdu.
Peygamber efendimize peygamberlik emri bildirilmeden önce, ticaret için Yemen’e gittiği zaman, Askelan
bin Avakir-ül-Himyerî’ye misafir olurdu. O zat, ona her vansında Mekke’den haber sorar; “İçinizde kendisi
hakkında haber ve zikir bulunan zat zuhur etti mi?” derdi. Nihayet, Resûlullah efendimize peygamberlik
bildirilip, İslâm dinini insanlara gizlice tebliğ etmeye başladığı senede, Abdurrahman bin Avf (r. anh)
Yemen’e yine gidip aynı zata misafir oldu. Ev sahibi; “Ben seni ticaretten daha hayırlı bir müjde ile
müjdeleyeyim mi?” dedi. Abdurrahman bin Avf (r. anh); “Evet müjdele” deyince, ev sahibi; “Hiç şüphesiz,
Allah senin kavminden kendisinden razı olduğu, seçtiği bir peygamber gönderdi ve O’na Kitab da indirdi.
O, insanları putlara tapmaktan men edecek ve İslâmiyet’e davet edecek. Hakkı buyuracak ve işleyecek,
batılı da men ve iptal edecektir. O, Haşimoğullarındandır. Siz O’nun dayılarısınızdır. Dönüşünü çabuklaştır.
Gidip O’na yardımcı ol. Kendisini tasdîk et ve şu beytleri de O’na götür” dedi. Abdurrahman bin Avf (r.
anh), o zatın söylediği beytleri ezberleyip, Mekke-i mukerremeye döndü ve hazret-i Ebu Bekr ile buluştu.
Ona, Yemenli ihtiyarın söylediklerini haber verdi. Ebu Bekr (ranh); “O kimse, Abdullah’ın oğlu
Muhammed aleyhisselamdır. Allahü teâlâ, O’nu insanlara peygamber olarak gönderdi. Hemen O’na gidip
iman et” dedi. Abdurrahman bin Avf, Resûlullah efendimizin huzuruna girdi. Resûl-i ekrem onu görünce,
gulumsedi ve; “Arkanda ne haber var, yâ Eba Muhammed?!” diye sordu ve devam ederek; “Bana tevdi
edilmek üzere o kimsenin seninle gönderdiğini getir, ver. Hic Şüphesiz onu bana gönderen,
Himyeroğulları mü’minlerinin üstünlerindendir.” buyurdu. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf,
Peygamber efendimizin telkiniyle Kelime-i sehadet getirerek müslüman olma Şerefine kavuştu ve Yemenli
ihtiyarın söylediği beytleri okuyarak, onun anlattıklarım anlattı. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz;
“Zaman zaman öyle mü’minler bulunacak ki, onlar beni görmeden bana inanacak ve beni tasdik
edeceklerdir” buyurdu.

Abdurrahman bin Avf’ın, Peygamberimizin yanına, Osman bin Maz’un, Ubeyde bin Haris, Ebu Seleme bin
Abdülesed ve Ebu Ubeyde bin Cerrah (radıyallahü anhüm) ile birlikte gittiği ve Peygamberimizin onlara
İslâm’a girmelerini teklif ettiği zaman, hepsinin müslüman oldukları bu hadisenin de Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellemin, Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evinde, halkı İslâmiyet’e gizlice davete
başlamasından önce vuku bulduğu da rivâyet edilir.

Abdurrahman bin Avf (r. anh) İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, diğer müslümanlar gibi türlü eziyet ve
işkencelere uğradı. Böylece vatanını terk ederek, hicrete mecbur oldu; 615 sehesinde birinci defa hicret
eden müslümanlarla birlikte, Habesistan’a gitti. Daha sonra, Peygamber efendimizin emri üzerine, Medine-i
münevvereye hicret etti. Peygamber efendimiz, hicretten sonra, Mekke’den hicret eden müslümanlarla
(Muhacirler) Medineli müslümanlar (Ensar) arasında kardeşlik andlaşması îlan ettikleri zaman;
Abdurrahman bin Avf’ı da, Sa’d bin Rebî el-Ensarî ile kardeş yaptı. Sa’d bin Rebî, her şeyini Abdurrahman
bin Avf ile ikiye bölerek paylasmak istedi. Abdurrahman bin Avf (r. anh), bu hususu şöyle anlatır:
“Resûlullah efendimiz, benimle Sa’d bin Rebî arasında kardeşlik yaptıktan sonra, Sa’d, benimle her şeyini
paylaşmak istedi. Ona dedim ki: “Allahü teâlâ, senin ehline ve malına bereket versin. Sen banacarsının
yolunu göster.” Kardeşim bana çarşıyi gösterdi, ben değahstim, kazandım. Bir kaç gün sonra, Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem beni kokulanmış görerek guldu ve; “Ne var Abdurrahman?” buyurdu. Ben de;
“Ya Resûlallah! Ensardan bir kadınla evlendim” dedim. Resûlullah efendimiz; “Ona ne takdim ettin?”
buyurdular. Bir mikdar altın verdiğimi söyleyince; “Ey Abdurrahman! Bir düğün yemeği tertiple ve bir
koyun kes” buyurdular.”

Hicretin ikinci yihndan îtibaren başlayan gazalara katıldı. 624 (H. 2) senesinde vuku bulan Bedr gazasında
bulundu. Bu muharebede, cesaret ve şecaatiyle büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu muharebede şahid

olduğu, küfrun temsilcisi ve İslâm’ın en büyük düşmanı Ebu Cehl’in iki genç tarafından öldürülüşünü şöyle
anlatır: “Bedr günü, safta duruyordum. Bir ara sağıma soluma baktım. Ensardan iki delikanlı gördüm.
Henüz pek gençtiler. Bu gençlerden biri, beni gözüyle süzdü ve bana; “Amca, Ebu Cehl’i tanir mısın?” diye
sordu. Ben de; “Evet” dedim. Ben; “Ey kardeşimin oğlu! Ebu Cehl’i ne yapacaksın?” diye sordum. O da;
“Bana haber verildiğine göre, Ebu Cehl, Resûlullah efendimize sövermiş. Allahü teâlâya yemin ederim ki,
onu bir görürsem, öldürünceye veya kendim ölünceye kadar asla ondan ayrılmayacağım” dedi. Bir gencin
heyecan halındesöylediği bu söze hayret ettim doğrusu. Ardından, öteki genç bana yaklaşıp, aynı soruyu
sordu. Bu sırada Ebu Cehl’i, adamları arasında ileri geri gidip gelirken gördüm. Hemen gençlere dönüp;
“Aradığınız adam iste” dedim. Onlar da hemen kılıclarına sarılıp, Ebu Cehl’in üzerine atıldılar ve onu
olduğüne kanaat getirinceye kadar kılıc darbesine tuttular ve yere yiktilar. Sonra Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemin huzuruna dönüp, olanları arz ettiler. Resûlullah efendimiz; “Ebu Cehl’i hanginiz
öldürdü?” diye sual buyurdular. Gençlerin her ikisi de; “Ben öldürdüm” dediler. Resûl-i ekrem;
“Kılıçlarınızı sildiniz mi?” buyurdu. Onlar da; “Hayır silmedik” dediler. Bunun üzerine Resûlullah
efendimiz, kılıçlarına ne kadar kan bulaştığını ve ne derece derinlikte battığını anlamak için gençlerin
kılıclarını tedkik buyurdu. Tebrik ve iltifat ederek; “İkiniz öldürmüşsünüz” buyurdular. Bu iki delikanlı,
Afra hatun’un oğulları Mu’az ile Mu’avviz idiler.

Abdurrahman bin Avf (r. anh), Uhud savaşına da katılarak büyük kahramanlıklar gösterdi. Yirmi yerinden
yara aldı. Bu yaralardan birisi sebebiyle ayağı sakat kaldı. Ayrıca 12 tane dişi kırıldı. Bu muharebede iki
tane müşrik öldürdü.

Medine’ye hicret ettiğinde, hiç bir mail ve serveti bulunmayan Abdurrahman bin Avf, ticaretle meşgul olup,
kısa zamanda zengin oldu. Kazandığı malını Allah yoluna sarf etti. Çok kanaatkar olup, hiç bir zaman
dünya mahna gönül vermedi. Hatta; “Taşa el uzatsam, altın ve gümüş olduğunu görürdüm” derdi.

Hicretin 6. senesinde, Resûlullah efendimiz tarafından Kelb kabilesini İslâm’a davet etmek için Dumet-ul-
Cendel’e gönderilen yedi yüz kişilik orduya, kumandan tayin edildi. Dumet-ul-Cendel, Tebuk şehrinin
yakınında olup, büyük bir panayır ve ticaret merkezi idi. Resûlullah efendimiz, Abdurrahman bin Avf’ı (r.
anh) yanına çağırıp; “Hazırlan! Ben seni bugün veya yarın sabah inşaallah askeri birliğin başında
göreceğim” buyurdu. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra, Peygamber efendimiz onun Dumet-ul-
Cendere hareket etmesini ve oranın halkını İslâmiyet’e davet etmesini emir buyurdu. Dumet-ul-Cendere
gidecek ordu, seher vakti Medine dışındaki Curuf denilen mevkide toplandı. Peygamber efendimiz,
Abdurrahman bin Avf’ın geride kaldığını görünce; “Arkadaşlarından niçin geri kaldın?” buyurdu.
Abdurrahman bin Avf (r. anh); “Ya Resûlallah! En son görüşmemin ve konuşmamın sizinle olmasını
istedim. Yolculuk elbisem üzerimdedir” dedi.

Abdurrahman bin Avf (r. anh), basma, siyah pamuklu ve kalın bezden, gelişi güzel bir bez sarmıştı.
Peygamber efendimiz, onun sarığını eliyle çözüp, sarığın ucunu iki omuzunun ortasından sarkıtarak bağladı
ve; “Ey İbn-i Avf! İşte sarığını böyle sar” buyurdu. Daha sonra eline bir sancak vererek; “Ey İbn-i Avf!
Allah adıyla, Allah yolunda cihad et ve Allah’ı inkâr edenlerle çarpış. Zulüm ve taşkınlık yapma.
Allah’ın emri dâiresinde hareket et. Çocukları öldürme. Eğer o belde ahalisi senin davetine icabet
ederlerse, o kabilenin reisinin kızıyla evlen” buyurdu.

Abdurrahman bin Avf (r. anh), emrine verilen yedi yüz kişilik orduyla birlikte hareket ederek, Dumet-ul-
Cendere ulaştı. Kelb kabilesini, tatlı bir üslubla İslâm’a davet etti. Üç gün orada kaldıktan sonra, Kelb
kabilesinin reisi Esbağ bin Amr ve kavminin büyük bir kısmı müslüman olup, hıristiyanlığı terkettiler. Bir
kısmı da hıristiyan olarak kalıp, cizye vermeğe razı oldular. Abdurrahman bin Avf, müslüman olan
Esbag’ın kızı Tümadir ile evlendi. Onunla birlikte Medine’ye geldi. Tumadir, Abdurrahman bin Avf’ın oğlu
Ebu Seleme’nin annesidir. Ebû Seleme ise büyük fıkıh alimlerindendir. Dumet-ul-Cendel’deki Kelb

kabilesinin hidayete kavuşmalarına vesîle olan Abdurrahman bin Avf (r. anh), Mekke’nin fethinden sonra
vuku bulan bütün hadiselerde bulundu. Resûlullah efendimizin veda haccına da iştirak etti.

Çok cömert ve hayırsever bir zat olan Abdurrahman bin Avf (r. anh), Peygamber efendimizin zamanında,
üç defa, malının yarısını fisebilillah (Allah yolunda, O’nun rızası için) fakirlere tasadduk etti. Birinci
defasında dört bin, ikinci defasında kırk bin dirhem ve üçüncü defasında kırk bin altın tasaddukta bulundu.
Tebük seferi için beşyüz at ve yüklü beş yüz deve yardımda bulundu.

Bir defasında Abdurrahman bin Avf; buğday, un ve çeşitli zahire yüklü yedi yüz deveden meydana gelen
ticaret kervanı ile Medine-i münevvereye girdiği zaman, hazret-i Aişe’nin (r. anha), Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemin; “Abdurrahman bin Avf, Cennet’e emekliye emekliye (diz üstü) girer” buyurduğunu
bildirmesi üzerine, “Ey Emîr-ül-mü’minîn! Ben de bu develeri yükleriyle birlikte Allah yolunda
dağıtacağıma söz veriyor ve seni şahid tutuyorum” dedi. Abdurrahman bin Avf (r. anh) bu müjdeyi aldıktan
sonra, sevgili Peygamberimizin huzuruna vardılar. Resûl-i ekrem efendimiz; “Allahü teâlâya karz-i hasen
(borç) ver. Bu sayede ayakların çözülür” buyurdu. Sonra Cebrâil aleyhisselam gelerek, Resûlullah
efendimize şöyle dedi: “İbn-i Avf’a söyle; misafir ağırlasın, fakirleri doyursun, kendisinden birşey isteyen
muhtaçları boş çevirmesin. Bunları yaparsa, içinde bulunduğu durumuna (yani zenginliğinin hakkını
vermeğe) keffaret olur.”

Abdurrahman bin Avf (r. anh), bir günde otuz tane köleyi satın alarak azad etti ve her birine yüz altın
dağıttı.

Büyük servet sahibi olmasının, ahırette kendisine bir noksanlık getireceğinden korkan ve bu sebeple üzülen
Abdurrahman bin Avf (r. anh), bir gün Ümmü Seleme’ye (r. anha); “Malın çokluğu helake götürür, bundan
çok endişe ediyorum” dedi. Bunun üzerine hazret-i Ümmü Seleme; “Fakat, Allahü teâlâ yolunda sarf olunan
mal böyle değildir” diye cevap verdi. Hayatının sonuna kadar bütün servetini Allahü teâlâ yolunda sarf
etmeye devam eden Abdurrahman bin Avf, vefatı sırasında binlerce dinarını Allahü teâlâ yolunda sarf
edilmek üzere vakf etti. Bunlardan başka çok para vererek satın aldığı başı, Peygamber efendimizin
zevcelerine vakf etti. Onlar da bundan istifade ettiler. Hazret-i Aişe, onun bu ihsanından dolayı teşekkür
ederek, dua eder, Allahü teâlânın ona Cennet selsebîlinden içirmesini niyaz ederdi. Sevgili
Peygamberimizin zevcelerinden Ümmü Seleme (r. anha) ise, bu hususda kainatın sultanından şöyle rivayet
etti ve dedi ki: “Resûlullah’ın zevcelerine şöyle buyurduğunu işittim: “Benden sonra sizi gözeten kimse,
sâdık ve iyilik sahibidir. Ey Allah’ım! Abdurrahman bin Avfa Cennet selsebilinden içir.”

Bir defasında da, Mısır’dan dönen yüz develik ticaret kervanını Medinelilerin yetimlerine bağışlamış olan
Abdurrahman bin Avf (r. anh); “Allah’ım! Nefsimin cimriliğinden beni koru” diye dua ederdi. Medine halkı
onun ev halkı gibiydi. Servetinin üçte birini onlara ödünç verir, üçte biriyle onların borçlarını öder, üçte
birini de onlara insan ederdi. Hastalandığı zaman, servetinin üçte birini fakirlere dağitmış, sonra da Bedr
harbine katılmış olanlardan her kişiye dört yüzer dinar (altın) verilmesini vasiyet etmişti. Bedr eshabından
sağ kalan yüz kişiye vasiyeti üzerine dört yüzer dinar ihsanda bulunulmuştu.

Sevgili Peygamberimize hürmette kusur etmeyen ve çoğu zaman beraber bulunmakla şereflenen
Abdurrahman bin Avf, kendisi nakl ediyor: “Resûl-i ekrem yola çıktılar. Kendilerini takib ettim. Hurmalık
bir yere geldiler. Yere kapanarak secdeye vardılar. Bu secdeleri o kadar uzadı ki, kendi kendime; “Aman yâ
Rabbi! Acabş Resûl-i ekreme bir hal mi oldu?” diyerek büyük bir korku ile yaklaştım. Yanlarına varıp
oturdum. Başlarını secdeden kaldırarak; “Sen kimsin?” buyurdular. “Ben Abdurrahman’ım” dedim. “Bir
şey mi oldu?” buyurdular. “Hayır ya Resûlallah! Secdeye kapandınız ve secdeniz o kadar uzadı ki, size bir
hal olmasından endişe ettim” dedim. Bunun üzerine Resûl-i ekrem buyurdular ki: “Cibrîl-i emin geldi.
şunu müjdeledi: “Yâ Habiballah! Kim ki, sana salat ve selam getirirse, cenab-ı Hakk’ın mağfiret ve
selamına nail olur. Ben de bu müjdeye karşı secdeye kapandım.”

Abdurrahman bin Avf (r. anh), Resûlullah’ın ahırete teşriflerinden sonra O’nunla geçirdiği günleri
hatırlayarak daima ağlar; O’nun sohbetinden mahrum olmanın verdiği ızdırabla âh eder, kendisi için
dünyanın hiç bir kıymeti ve lezzeti kalmadığını söylerdi. Resûlullah’a olan bağlılık ve muhabbetinden
dolayı, O’nun mübarek zevcelerine hizmet eder, çok ikram ve iyilikte bulunurdu. Mesela, kırk bin altına
satın aldığı bir bağın hepsini onlara hediye etmişti.

Nevfel bin lyas el-Huzelî nakl ediyor: “Abdurrahman bin Avf, bizimle oturuyordu. Ne hoş sohbet bir zat
idi. Bir gün bizi evine davet etti. İçinde ekmek ve et bulunan bir tepsi getirdi. Bu sırada ağladı. “Ey Ebu
Muhammed, seni ağlatan nedir?” dedik. “Resûlullah vefat etti. Fakat, kendisi ve ehli, arpa ekmeğinden bir
defa olsun doyuncaya kadar yemedi. Biz sonumuzun hayırlı olup olmıyacağını bilmiyoruz” diyerek,
kendinden geçip yere düştü.”

Sevgili Peygamberimizin vefâtından sonra, ilk halife seçilen hazret-i Ebu Bekr’in, en samîmî ve zekî
müşavirlerinden olan Abdurrahman bin Avf (r. anh), hafîfe seçimiyle ilgili Bent Sa’îde toplantısında
bulundu. Ebu Bekr’e (r. anh) ilk bî’at edenlerden oldu. Hazret-i Ebu Bekr, ona son derece hürmet eder ve
her işte onun fikrini öğrenmeye ehemmiyet verirdi. Vefatı yaklaştığında, Abdurrahman bin Avf’ı çağırarak,
hazret-i Ömer hakkında ne düşündüğünü sordu. İbn-i Avf; “Ömer (r. anh), sizin düşündüğünüzden daha
iyidir, yalnız biraz şiddeti vardır” dedi. Hazret-i Ebu Bekr de ona; “Ömer’in şiddeti benim rikkatimden ileri
geliyor, işleri üzerine alırsa şiddeti de terk eder. Ben dikkat ettim, bir kimseye kızdığım zaman, Ömer ona
itidal gösteriyor. Ben yumuşak davranırsam, şiddet gösteriyor” buyurdu.

Nihayet, Ebu Bekr-i Siddîk (r. anh), diğer Eshab-ı kiramla da istişare ettikten sonra, ahidname yazdırarak
hazret-i Ömer’in halîfeliğe seçilmesini emir buyurdular.

Abdurrahman bin Avf, Ömer (r. anh) zamanında sura uyesi idi. Bu devirde, devlet ve hükûmet teşkilatı
gelişmiş, işlerin belli bir sistem içinde yürütülmesine önem verilmişti. Bu sebeple de, o zamanın en önemli
müesseselerinden biri durumunda bulunan şura meclisi kuruldu. Bu meclis, mühim mes’eleleri müzakere
ederdi.

644 (H. 23) senesinde hazret-i Ömer bir gün sabah namazını kildırıyorken, Firuz adlı İranlı bir köle
tarafından uğradığı sal din sonucu ağır yaralanmıştı. Ömer (r. anh), bu durumda namazı
tamamlayamayacağını düşünerek, Abdurrahman bin Avf’ı (r. anh) imamet makamına geçirdi. Cemaatle
namazı İbn-i Avf kıldırdı.

Aldığı ağır yaralar sonucu hazret-i Ömer’in rahatsızlıği gittikçe artıyor, müdahaleler fayda vermiyordu.
Eshâb-ı kiramın ileri gelenleri, hazret-i Ömer’den yerine halife seçilecek kimseyi bildirmesini istediler.
Bunun üzerine Ömer (r. anh), Resûl-i ekremin kendilerinden hoşnud ve razı olarak vefat ettığı altı zatı
namzet gösterdi. Bunlar; hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Abdurrahmân bin Avf, hazret-i Sa’d bin Ebî
Vakkas, hazret-i Talha ve hazret-i Zübeyr (r. anhüm) idiler. Ömer (r. anh) bu altı kimsenin toplanarak,
aralarından birini halîfe seçmelerini ve Abdurrahman bin Avf’ın iltihak ettiği tarafın tercih edilmesini
tavsiye buyurdu. Hatta bu hususda; “Abdurrahman, son derece isabetli rey sahibi ve selim tabiatlıdır.
Endişeden uzak kimsedir. Hangi tarafa iltihak ederse, siz de o tarafa iltihak ediniz” buyurdu.

Hazret-i Ömer’in vefat ve defninden sonra, tayin edilen bu altı sahabi toplandılar. İlk olarak Abdurrahman
bin Avf (r. anh) söz alıp şöyle dedi: “Ey Cemaat! Bu hususda benim de sizin de görüşlerimiz var.
Dinleyiniz, öğrenirsiniz. Kabul ediniz anlarsınız. Muhakkak ki, hedefe isabet eden ok, isabet etmeyenden
üstündür. Bir yudum yavan fakat soğuk su, hastalığa sebeb olan tatlı sudan daha faydalıdır. Sizler,
müslümanların rehberleri, müracaat olunan alimlerisiniz. O halde, aranızda meydana gelecek ihtilaflarda
bıçağı ağzını köreltmeyin. Kılıcları düşmanlarınızdan ayırıp kınlarına sokmayınız. Yoksa düşmanlarınız
karşısında tek kalmış, amellerinizi noksanlaştırmış olursunuz. Herkesin muayyen bir eceli, her evin emrine

itaat edilen, yasaklarından çekinilen bir emîri, reisi vardır. Öyleyse aranızdan, işlerinizi görecek birisini
emir tayin edin. Böylece maksada erişirsiniz. Şayet, kör fitne, saşırtan dalalet olmasaydı niyetlerimiz
bildiklerimizden, amellerimiz niyetlerimizden başka olmazdı. Zîra fitne ehli; gözlerinin görmediğini,
fitnenin kendilerini, gölde şaşkın, nereye gideceğini bilmez bir şekilde bıraktığını söylerler. Nefslerinize ve
fitnecilerin sözlerine uymaktan sakınınız. Sözle olan hâle, kılıcın yarasından daha şiddetlidir. Halîfeliği,
aramızdan musîbet ve felaket zamanlarında metanet ve sabırlı, bu işte muvaffak olacağını umduğunuz, onun
sizden, sizin ondan razı olacağınız birisine veriniz. Size nasihat eder görünen fesatçılara itaat etmeyiniz.
Size yol gösteren rehbere muhalefet etmeyiniz. Söyleyeceklerim bundan ibarettir. Allahü teâlâdan kendim
ve sizin için mağfiret dilerim.” Bundan sonra, şu teklifte bulundu: “İçimizden üçümüz, diğer ucumuz lehine
adaylıktan çekilsin.” Abdurrahman bin Avf’ın bu teklifi hemen kabul olunarak Zübeyr Ali’ye, Talha
Osman’a, Sa’d bin Ebî Vakkas da Abdurrahman bin Avfa (r. anhüm) oylarını verdiler. Arkasından
Abdurrahman bin Avf da çekildi ve hazret-i Osman ile hazret-i Ali kaldılar. Bu sırada Abdurrahman bin
Avf şöyle konuştu: “İçinizden hangisi bu işten feragat ederse bu işi ona verelim.” Bu sırada Osman ve Ali
(r. anhüm) sükut buyurdular. Hazret-i Abdurrahman onların sükut ettiklerini görerek; “İçinizden birini
seçmeyi bana bırakır mısınız? Bana bırakırsanız, efdal olanınızı araştırır ve bu işi ona veririm” buyurdu.
Hazret-i Ali ve hazret-i Osman’ın rızâları üzerine İbn-i Avf, bu iki zattan birinin elini, eline aldı ve şöyle
söyledi: “Senin, Resûlullah’a akrabalığın ve İslâmiyet’te kıdemin var. Emirliği sana verecek olsam, adalet
üzere hareket edecek; vermediğim takdirde itaat edecek ve dinleyecek misin?” Sonra ikincisinin de elini
tutarak aynı şeyleri söyledi. Her ikisinden de söz aldıktan sonra istişareye başladı ve üç gün üç gece devam
etti. Nihayet, Zübeyr’i, Sa’d bin Ebî Vakkas’i, Ali’yi ve Osman’ı (r. anhüm) davet edip her biriyle ayrı ayrı
istişare etti. Sabah ezanı okunurken mescide gitti. Namazdan sonra tavsiye edilen altı kişi, Ensar ve
Muhâcirler, ordu komutanları ve diğer mü’minler toplandılar. Abdurrahman bin Avf (r. anh) ayağa kalkarak
sehadet getirdi ve şöyle dedi: “Ey Ali! Ben herkesle istişare ettim. Onların hazret-i Osman üzerinde
taplandıklarını gördüm. Onun için Osman’a (r. anh) bi’at ediyorum” dedi. Hazret-i Osman’a dönerek;
“Allah’ın Kitabı ve Resûlunun sünnetini takib eden iki halifenin sünneti üzere sana bi’at ediyorum”
buyurdu. Herkes, Abdurrahman bin Avf’ı (r. anh) takib ederek, hazret-i Osman’a bi’at ettiler. Bu suretle
müslümanlar arasında tam bir birlik sağlanmış oldu.

Abdurrahman bin Avf’ın (r. anh), üç gün üç gece hiç uyumayarak herkesle istişare etmesi, herkesin
kanaatlerini öğrenmesi ve sonra bütün cemaat huzurunda rey ve kararını îlan etmesi, kararının herkes
tarafından îtirazsız kabul olunması; üzerine aldığı işi tam bir liyakatle yerine getirdiğinin ifadesidir.

Hazret-i Osman devrindeson derece sakin bir hayat yaşayan Abdurrahman bin Avf (r. anh), 651 (H. 31)
senesinde vefat etti. Bu sırada 75 yaşında bulunuyordu. Hazret-i Ali onun vefatı üzerine; “Ey Avf oğlu!
Ebedî hayata gittin. Sen bu fanî hayâtın bütün nîmetlerini elinde bulundurmuş, fakat hepsini tasadduk etmiş,
elinde yok bilerek ahırete göçmüş bulunuyorsun. Ne mutlu sana!” diyerek onun üstünlüğünü bildirmişti.
Sa’d bin Ebî Vakkas da; “Ey koca dağ” diyerek onun seciyesindeki sağlamlık ve metaneti ifade etmişti.

Abdurrahman bin Avf’ın cenaze namazı, halife hazret-i Osman tarafından kıldırıldı ve Medine’deki Cennet-
ul-Baki’ kabristanına defn edildi.

Her halinde ve işinde Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme bağlı olan Abdurrahman bin Avf (r. anh),
Resûlullah’ın feyz ve ilminden çok istifade etmiş, fazilet ve kemalat itibariyle yüksek bir dereceye
kavuşmuştu. Cömerd ve alicenab olup, kalbi; Allah korkusu, Resûlullah sevgisi, doğruluk, iffet ve şefkatle
doluydu. Dünya malına ve servetine hiç değer vermezdi. Çok takva sahibi idi.

Abdurrahman bin Avf (r. anh), oruçlu olduğu bir gün akşam yemeğine davet edilmişti. Anlatmağa başladı:
“Uhud günü, benden çok hayırlı olan Mus’ab bin Umeyr şehid düştü. Onu bir kumas parçasıyla kefenledik.
Başını örttüğümüz zaman ayakları açık kalıyor, ayaklarını örtsek başı açık kalıyordu. O gün, hazret-i
Hamza da şehid düştü. O da benden hayırlıydı. Sonra dünya bize açıldı. Türlü türlü nimetlere kavuştuk.

Korkarım ki, bizim hasenat devrimiz geçti!..” diyerek ağlamaya başladı. O kadar üzüldü ki, iftar etmeği
unuttu.

Hazret-i Abdurrahman, namazlarını son derece husu ve hudu ile kılardı. Günlerinin çoşunu oruçlu geçirir,
her sene hacca giderdi. Hazret-i Ömer halife olduğu sene, hac emirliğini ona vermişti.

Geçimini ve iaşesini, ticaret ve ziraatla te’min ederdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ona Hayber
tarafından arazi vermişti. Malında ve servetinde büyük bereket olduğu için, hepsini Allah yolunda sarf ettiği
halde bitmiyor, daha da fazlalaşıyordu. Sofrası her gün herkese açıktı. Fakirlerin hepsi de onun sofrasına
devam ederler, orada izzet ve ikramla karşılanırlardı. Kendisi son derece sade yaşar, gida ve giyiminde
külfetten sakınırdı.

Abdurrahman bin Avf (r. anh), uzun boylu, kirmizi beyaz tenli, yüzü güzel ve sevimli bir zattı. Uhud
gazasında aldığı yaradan dolayı biraz aksak yürürdü.

Değişik zamanlarda on dört defa evlenmiş olan Abdurrahman bin Avf’ın (r. anh), yirmi sekiz tane çocuğu
olmuştu. Zevcelerinden bazıları; Gülsüm binti Rebîa, Tumadir binti Esbag, Gülsüm binti Ukbe bin Ebî
Mu’ayt, Sehle binti Asim bin Adiy, Gazal binti Kisra, Cumeyna binti Abduluzza, Zeyneb binti Sabah,
Beyliye binti Gaylan, Esma binti Selame’dir. Yirmi bir tanesi erkek, yedi tanesi ise kız olan çocuklarının
bazılarının isimleri; Salim, Muhammed, İbrahim, İsmail, Hamid, Zeyd, Mu’in, Ömer, Urve-i Kebir, Adiy,
Abdulluh, Mus’ab, Osman, Yahya, Bilal, Ümmü Kusem, Hamide, Ümmu Yahya, Cüveyriyye, Amine ve
Meryem’dir.

Resûlullah efendimizin yakın sahabelerinden olan Abdurrahman bin Avf (r. anh), altmış beş adet hadîs-i
şerîf rivayet etmiştir. Kendisinden Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Ömer, Cabir bin Abdullah, Enes bin
Malik, Cubeyr bin Mut’im ve oğulları, İbrahim, Hamid ve Ebu Seleme (r. anhüm) ve bir çok alim hadîs-i
şerîf rivayetinde bulunmuşlardır. Resûlullah efendimizden bizzat rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları
şunlardır:

“Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki, Cennet’te
tehlike diye bir Şey yoktur. Cennet; parlayan bir nur, etrafa yayılan bir kokudur. Binaları
kuvvetlidir. Irmakları devamlı akar, bol ve kemale ermiş meyva yeridir. Orada hûriler vardır.
Cennet’te üzüntü ve keder yoktur. Nimetleri devamlıdır.” Eshab-ı kiram; “Biz ona hazırlanmışız”
dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; “İnşaallah deyiniz” buyurdu ve cihadı anlattı.

“Bir yerde veba hastalığının çıktığım duyduğunuz vakit, oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde veba
görüldüğü vakit, kaçarcasına oradan uzaklaşmayınız.”

“Bir kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur, zevcesine itaat
ederse, dilediği kapıdan Cennet’e girer.”

“Serveti çoğalanlar helak oldu. Ancak Allah’ın fakir kullarına verip, bu servet ile hayırlı amel
işleyenler müstesnâ. Ne yazık ki, bu gibiler azdır.”

Hazret-i Ömer, Abdurrahman bin Avf ile Talha, Zübeyr ve Sa’d bin Ebî Vakkas’a (r. unhum) sordu:
“Resûlullah efendimizin; “Bizim mirasımız yoktur. Bıraktıklarımız sadakadır.” buyurduğunu duydunuz
mu?” Hepsi de; “Evet” dediler.

Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Sadaka malı eksiltmez. Sadakanızı veriniz. Bir kul, Allah için
birinin kusurunu affederse, Allah onu yükseltir. Kıyâmet günü izzetini artınr. Fitnenin kapısını
açanın yüzüne, Allah fakirlik kapısını açar.”

Eshab-ı kiramın büyüklerinden Abdurrahman bin Avfa (r. anh); “Bu büyük serveti nasıl kazandın?” dediler.
Buyurdu ki: “Çok az kara da razı oldum. Hiç bir müşteriyi boş çevirmedim. Hatta bir gün bin deveyi
sermayesine satmıştım. Yalnız dizlerindeki ipler kar kalmıştı. Bir ip, bir dirhem gumüş değerinde idi. O gün
develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise bin dirhem olmuştu.”

CENNETLİK OLANLAR

Tebük muharebesi dönüşünde, Peygamber efendimiz def-i hacet için uzaklara doğru gitmişlerdi. O sırada
Eshab-ı kiram, sabah namazı vaktinin geçeceği endişesiyle Abdurrahman bin Avf’ı (r. anh) imamete
geçirdiler. Peygamber efendimiz döndüğünde, Eshab-ı kiram’ın namaza durduğunu gördüler. İkinci rek’atte
yetişip Abdurrahman bin Avfa uydular ve namazın sonunda; “Güzel yaptınız. Bir peygamber, salih bir
kimsenin arkasında namaz kılmadıkça, ruhu kabz olunmaz” buyurarak, Abdurrahman bin Avf’ın (r.
anh) kıymetini ve üstünlüğünü bildirdiler. Diğer bir hadîs-i şerîfde de; “Abdurrahman bin Avf, yerdekiler
ve semadakiler katında emmdir” buyurdu. “Ebu Bekr Cennet’tedir. Ömer Cennet’tedir. Osman
Cennet’tedir. Ali Cennet’tedir. Talha Cennet’tedir. Zu’beyr Cennet’tedir. Abdurrahman bin Avf
Cennet’tedir. Sa’d ibni Zeyd Cennet’tedir. Ebu Ubeyde bin Cerrah Cennet’tedir” buyrularak, İbn-i Avf’ın;
Cennet’e gideceği müjdelenen ve Aşere-i mübeşşere denilen zatlar arasındaki yüksek derecesi bildirilmiştir.

Abdurrahman bin Avf (r. anh), Resûl-i ekremin en yakınlarından olup, O’na karşı muhabbeti sonsuzdu.
O’nun uğruna katlanmayacağı fedakarlık yoktu.



1) El-İsabe; cild-2, sh. 416

2) El-İstiab; cild-2, sh. 393, 398

3) Tabakat-i İbn-i Sa’d; cild-3, sh. 124, 132, 393, cild-2, sh. 89

4) Usud-ül-Gâbe; cild-3, sh. 313, 317

5) Metâli-un-Nücum; sh. 239, 245

6) Sahih-i Buhârî; cild-4, sh. 222, 268

7) Sahih-i Müslim; Bâb-i Gazve-i Uhud

8) Müsned-i Ahmed ibni Hanbel; cild-1, sh. 191, cild-4, sh. 247

9) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 113

10) Eshab-ı Kirâm; sh 309

11) Herkese Lazım Olan İman; sh. 98

12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 19

13) Siret-i İbn-i Hişam; cild-1, sh. 268

14) Hilyet-ul Evliya; cild-1, sh. 97

15) Kenz-ul-Ummal; cild-13, sh. 222, 229

16) Tam İlmihâl Seddet-i Ebediyye; sh. 809,1030

17) Kitâb-ul-Meârif; sh 103

18) Siyer-i Alem-un-Nubelâ (Zehebi); cild-1, sh. 4, 49,53

19) Terâcim-il-İslâmiyye li kibâr-is-Sahâbeti vet-Tabiin; sh. 123, 136

20) İnsân-ul-Uyun; cild-1, sh. 446

21) Tefsir-i Taberî; cild-10, sh. 197

22) Riyâd-un-Nadara; cild-2, sh. 383

23) Ricâl-Un-Havl-er-Resûl; sh. 584, 594

24) Hidâyet-ul-Murtâb fî fedail-il Eshâb; sh. 169

ABDURRAHMÂN SÛFÎ

Onuncu asırda yaşamis ünlü müslüman astronomi alimi. İsmi, Abdurrahman bin Ömer bin Muhammed bin
Sehl es-Sufî olup, künyesi Ebu’l-Hasen’dir. 903 (H. 201) senesinde Tahran civarında bulunan Rey şehrinde
doğdu. 986 (H. 376) senesinde vefat etti. Hayatı hakr kında fazla bilgi yoktur.

Abdurrahman Sûf, aklının, zekasının keskinliği ve yapmış olduğu astronomik rasatlardaki dikkat ve
hassasiyeti ile meşhûr oldu. Zamanının alimleri arasında seçkin, mümtaz bir yer işgal etti. Büveyhî
hanedahından Adududdevle’nin hocası ve dostu idi. Adududdevle, kendisini yetiştiren hocası olması
sebebiyle, Abdurrahman Sufî’yi çok sever, hürmet ederdi. 975 (H. 365) senesinde Melik Adudüddevle’nin
oğlu Şerefuddevle, Bağdad’ı ele geçirdikten sonra, büyük bir ilim merkezi olan bu şehirde, Abdurrahman
Sufî; çağdaşları Ebu Sehl el-Kuhi, Ebu İshak İbrahim bin Hilal, Ebu’l-Hasen el-Mağribî, İbn-ul-Alem ve
Ebü’l-Vefa gibi alimlerin çalışma ve gözlemlerini tamamlamak, düzeltmek ve kendi gözlemlerini
geliştirmek suretiyle astronomide yeni bir devir başlattı.

Abdurrahman Sufî’yi astronomide üstad haline getiren, Kitabun fil kevakib-is-Sabite ve Kitab-ul-ameli
bil-Usturlab adlı eserleridir. Onun bu iki eseri, o devirde İslâm aleminde, elden ele dolaşıtı. Doğulu ve
batılı alimler, onun bu eserlerine çok önem verdiler. Bu sebeple de eserleri bir çok dillere tercüme edildi.

Abdurrahman Sûfî, binlerce yıldızı senelerce inceleyerek yerlerini tesbit etti. Yıldızların hacimlerini
yaklaşık olarak hesapladı. Bazı bilginlerin, sabit yıldızların mikdarına 1025 demelerine karşılık o, bunların
binlerce olduğunu ifâde etti. Görünmeyen yıldızların ise sayılamayacak kadar çok olduğunu belirtti.
Hazırlamış olduğu astronomik cetveller, kendisinden önce hazırlanmış olan cetvellerden daha muntazam ve
doğru idi. Abdurrahman Sufî, Batlamyus’u tenkid etti, yorumladı ve yeni nazariyeler ortaya koydu.
Kevakib-is-Sabite adlı eserini, esasında Batlamyus’un Macisti’sine dayandırmaktadır. Fakat o,
Batlamyus’un bir çok görüşünü kabul ederek, onu körü körüne taklid etmedi. Bütün yıldızları teker teker

astronomik gözlemlerden geçirdi. Yerlerini ve mikdarlarını, hayret uyandıracak bir dikkat ve sağlamlıkla
belirtti. Batlamyus ve daha önceki bilginler, burçlar dairesinin hareketini her 100 senede bir derece olarak
tayin etmişken, o bunu 66 senede bir derece olarak hesapladı. Bugün modern hesaplamalara göre bulunan
değer 71,5 senede bir derecedir.

Abdurrahman Sufî’nin eserlerinde dikkati çeken husus, üslubunun çok kolay anlaşıhr olmasıdır. Ortaya
koyduğu bilgileri, araştırma, ve gözlemleriyle vesikalandırarak, sağlam esaslar üzerine oturttu. Yıldız ve
gezegenlerin yer ve şeklini varlık olarak bizzat kendisi gizerek tesbit etti. Göklerin haritasını gizdi,
renklendirdi ve onu yıldızlarla süsledi. Şekillerle mes’eleleri îzah etti. Özelliklerini açıkladı. Yıldızların eski
ve yeni isimlerini, Arabca’daki adlarını tesbit etti. Ayrıca bir de, gökyüzünü andıran bir küre yaptırdı.

Abdurrahman Sufî, Suverül-kevaib adlı eserinde, Batlamyus’un Almagest adlı eserini kaynak almak
suretiyle, 48 klasik sabit yıldızlar grubunu inceledi. Bu gruplardan her birinin tarifini dört bölüm halinde
yaptı:

Birinci bölümde; yıldızlar grubunun genel manada incelenmesi ve bu gruba mensup münferid yıldızların
tesbiti yer almaktadır. Sufî, bu incelemeleri sırasında Batlamyus nazariyesine karşı tenkidler yöneltmekte ve
daha sonra kendi gözlemlerini ortaya koymaktadır. İkinci bölümde ise; gruba giren yıldızların Arabça
orijinal isimlerini tesbit ve tescil etti. Nihayet bu isimdeki yıldızların, Batlamyus nazariyesindeki yıldızların
hangilerine tekabul ettiğini inceleyerek, hüviyetlerini ortaya koymaya çalıştı.

Oçüncü bölümde de; gruba mensup yıldızların iki ayrı tasviri verilmektedir. Bu tasvirden ilki, o yıldızın gök
küresi üzerindeki (yıldızlar alemindeki) görünüsüne göre; ikincisi ise gökteki (sema içindeki) görünüşüne
göre verilmiştir.

Son bölümde; grubu meydana getiren yıldızların cetveli verilmekte ve bunların mevkii, enlem, boylam ve
büyüklüklerinin tasnifi yapılmaktadır. Sufî’nin verdiği bu cetveller, hemen hemen Batlamyus’un
“Macisti”sindeki tanzime uygun düşmektedir.

Sufî’nin bu eseri, astronomi tarihi açısından büyük bir önem taşımaktadır. Eser, müslümanların sabit
yıldızlar hakkında ortaya koyduğu sahih bilgileri ihtiva etmekte, Batlamyus’un vermiş olduğu tariflerin
revizyonunu yapmaktadır. Bu yüzden bu eser, sabit yıldızlar hakkında mühim bir müracaat kaynağı
olmuştur. Hem İslâm ilim dünyasında, hem de batı ilim dünyasında derin izler bırakmıştır.

Onun eseri, müslüman astronomi alimlerinden, özellikle Bîrunî üzerinde etkili oldu. Bîrunî bir çok eserinde
sabit yıldızlardan bahsederken, çoğu defa Abdurrahman Sufî’nin bu meşhûr eserine müracaat eder ve ondan
iktibaslar yapardı. Bîrunî’den bir asır sonra İbn’us-Salah adlı astronomi alimi de, Sufî’nin bu eserinden
faydalandı. Ünlü kozmografya alimi Zekeriyya Kazvîni de Acaib’ul-Mahlukat adlı ünlü eserinde, Sufî’den
iktibasda bulunmakta, hatta bazı tasvirleri de aynen almaktadır. Abdurrahman Sufî’den istifade eden diğer
bir astronomi alimi de, meşhûr Uluğ Beg’dir. O, “Zîc-i Cedid-i Sultanî”sindeki önsözünde, Sufî’nin
eserinden büyük ölçüde istifade ettiğini ifade etmektedir. Yapılan araştırmalara göre Uluğ Beğ, Sufî’nin
eserinin Nasıruddîn Tusî tarafından yapılan Farsça tercümesinden faydalandı. Tusî’nin bu tercümesi,
İstanbul’da Ayasofya Kütüphanesi’nde 2595 numara ile kayıtlıdır ve 1969 yılında Tahran’da ofset baskısı
yapılmıştır. Anlaşılan, Uluğ Beğ bu tercümeyi okumuş ve kendi yıldız kataloğundaki yıldızların tarifinde
Tusi’nin formüllerini uygulamıştır.

Abdurrahman Sufî’den, Ortaçağ Avrupa dünyası ve Rönesans döneminde yapılan istifade şu merhalelerde
gerçekleşmiştir:

1) Sufî’nin eserinin Latince’ye tercüme edilmesi, “Libros del Saber” hazırlanırken olmuştur. (Sufi Latinus
corpus)

2) Sufî’nin, Kastilyalı Onuncu Alfonso’nun astronomik faaliyetleri yoluyla Avrupa bilim alanında
tanınması.

3) Alman astronomi alimi Petrus Agianus’un bazı eserleri ile onun Batı dünyasında tanınması.

4) T. Hyde’nin, Uluğ Beğ’in “Zîc”ini tercüme ve tefsir etmesiyle, Sufî’yi dolaylı yoldan batıya tanıtması.
Ayrıca Ideler adlı ilim adamı, Kazvinî’nin kozmografyaya ait “Acaib’ul-Mahlukat”ını açıklamalı olarak
tercüme etmek suretiyle, onu batı bilim dünyasına tanıtmıştır.

Ingolstadt Üniversitesi’nde matematik profesörü olan Petrus Apianus 1527’den, öldüğü 1552 yılına kadar
Sufî’nin adı geçen eserinin Arabca’sını kullandı. Eserlerinden bazılarında, yıldız ve burç isimlerini,
“Azophi” şeklinde zikrettiği Sûfî’den almış, hatta yıldız haritalarından birine, Sufî tarafından tarif edilen
Arabî isimli yıldız kümelerinden bazılarına yer vermiştir.

Eserin bazı nüshaları; Escevriol (Madrid), Bibliotheque Nationale (Paris), Leiden Kütüphanesi (Hollanda),
Library of Bodler (Oxford), India Office (Londra) ve British Museum’da bulunmaktadır. Eser, İspanyolca,
Fransızca ve İngilizce’ye tercüme edilmiştir. Nasiruddin Tusî de bu eseri Farsça’ya tercüme ederek
çalışmalarında kullandı.

Ondokuzuncu asırda Fransız bilgini J. J. A. Caussm de Perceral, Sufî’nin bu eserini bütünüyle Fransızca’ya
tercüme etmiş ve “Notices et extraits des manuscripts”ın onikinci sayısının, 236-276 sayfalarında
neşretmiştir. Ayrıca eserin tamamı Schillerug tarafından Fransızca’ya tercüme edilerek, 1874’te
“Description des Etoiles Fixes” adıyla Petersburg’da yayınlanmıştır. 1986 senesinde Frankfurt’da yeniden
basıldı. Ayrıca Hindistan’da Haydarabad şehrinde 1954 senesinde basılmıştır.

Diğer önemli eseri ise Kitab-ul-amel bilusturlab’dır. Eser 402 bölümden meydana gelmiştir. 1962
senesinde Haydarabad’da neşredildi. Ayrıca 1985 senesinde Fuad Sezgin tarafından diğer eserleriyle
birlikte yayınlandı.

Önemli eserlerinin bazıları da şunlardır: 1-Kitab-ül-ercüze fil-Kevakib-üs-sabite, 2-Kitab-üt-Tezkire, 3-
Kitabu Metarih-us-Şucaati 4-Kitabi Suveril-Kevakib-is-semani vel-erba’in.

Abdurrahman Sufî’nin eserlerinden, modern astronomide de istifade edilmektedir. Günümüzde
Nebulalardan biri onun eserlerinin ışığında keşfedildi. Onun astronomi ilmi, sahasındaki orijinal buluşları
ve Batlamyus’un “Macisti”sine yaptığı yorum ve tenkid sonucu ortaya koyduğu yeni fikirler, tamamen
İslamî bir ilim anlayışının semeresi olarak kabul edilmektedir.

Abdurrahman Sufî’nin astronomi ilmine böylesine samimi ve derin bir nezaketle eğilmesi, gerçek bir
müslüman olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü o, yıldızlarda ve onun yörüngelerinde, muntazam
hareketlerinde, güneşin büyüklüğünde, ayın ölçülu hareketlerinde ve diğer tabiat olaylarında, Allahü
teâlânın azametine ve sıfatlarının kemalde olduğuna alamet ve işaretler mevcut olduğunu yakinen bilen
gerçek bir alim idi.



1) Eseru ulama-il-Arab vel müslimin fi tatauvuri ilm-il-Felek; sh. 52, 59

2) Dirâsetün fî târih-il-ulum indel-Arab; sh. 196, 208

3) Zeitschrift fur Geschichts der Arabisch İslâmischen Wissenschaften; cild-3, sh. 56

4) Brockelmann Gal-1, sh. 253 Sup-1. sh. 398

ABDÜLHAK-I DEHLEVÎ

Hindistan da yetişen tefsir, hadis ve fıkıh alimlerinin büyüklerinden. Evliyanın önderi Muhammed Baki-
billah hazretlerinin talebesi idi. Muhaddis Dehlevî diye meşhûr oldu. 1551 (H. 958) de Delhi’de doğdu.
Babası Seyfeddin bin Sa’dullah’dır. Dedeleri, Sultan Alauddîn Muhammed Halcî zamanında Buhara’dan
Hindistan’a hicret etmişlerdi.

Seyfeddin bin Sa’dullah, oğlu Abdulhak-i Dehlevî’yi büyük bir alim olacak şekilde yetiştirdi. Abdulhak-i
Dehlevi’nin fevkalade kuvvetli bir hafızası vardı. Öyle ki, annesinden süt emdiğini hatırlıyordu. İki ay gibi
kısa bir zamanda babasının önünde Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Buyururdu ki: “Babamın terbiye, talim, irşad
eserleri, bu fakîrin üzerinde açıkca görülür. Nazm ve şiir kitaplarından bu diyarda (Hindistan’da)
okutulanları, Sa’dî’nin Bostan ve Gulistan’mi ve Hafiz-i Şirazî divanını öğretti. Arabî Sarf çekimlerini
okutup ezberletti. Nahivden, Kafiye ve Misbah okuttu. Mübarek vakitlerinin ekserisini bu zavalli ile geçirdi.
Buyurdu ki: “İnsaallah, alim olacaksın.” Yine buyurdu ki: “Bize, Allahü teâlâ senin elinle görülmemiş
nîmetler verecektir. Zîra Hak teâlâ, sana yüksek kemaller verdi. Ömrümün sonunda, köşemde senin ders
vermeni dinleyeceğim,” Sonra bazı kitaplar sayarak; “Her ilimden muhtasar bir kitabı iyice oku. Bundan
sonra inşaallah bereket ve saadet eserleri üzerine saçılacaktır. Böylece bütün ilimleri zorlanmaksızın tahsil
edeceksin” dedi ve bana hayır dua buyurdu. Onun emirlerine uymam ve duasının bereketiyle, en zor
mes’eleleri ve kitapları kendi başıma hallediyordum. Bundan sonra Maveraünnehr alimlerinin derslerinde
bulundum. İlme o kadar çok çalışıyordum ki, onüç yaşında Mutavvel adlı meşhûr eseri bitirdim. Hocalanın
bendeki gayreti görerek; “Biz senden istifade ediyoruz. Sen bizden değil... Bizim senin üzerinde bir
hakkımız yok!” diyorlardı. İdare edecek kadar yiyor, sonra ilim ile meşgul oluyordum.”

Abdulhak-i Dehlevî; tefsîr, hadis, fıkıh ve zamanın fen ilimleri yanında tasavvuf ilimlerini tamamlayarak on
yedi yaşında iken tahsilini bitirdi. Bunlarla yetinmeyerek, 1587 yılında Hicaz’a gitti. O devirde Mekke, ilim
ve kültür merkezi idi. İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin talebesi Ali Mutteki ve onun talebesi Abdülvehhab-
i Mutteki, Mekke’de bulunuyordu. Abdulhak-i Dehlevî, burada Abdülvehhab-i Muttekî’den hadis ilimlerini
okudu. Daha sonra Medine-i münevvereye gelerek, Peygamber efendimizin Ravda-i mutahharasına yakın
olan yerde ikamet etti. Burada Resûlullah efendimizden pek çok manevî feyz ve berekete kavuştu. Buyurdu
ki: “Bu hakîr ve fakir, Resûlullah’ın ikram ve ihsanlarını anlatmaya kalksam gücüm yetmez.”

Abdulhak-i Dehlevî, Mekke-i mukerremeye yerleşmek istedi, fakat hocası Abdülvehhab-i Mutteki,
Hindistan’a dönmesini, emr-i maruf ve nehy-i anil-münker yapmasını yani insanlara iyiliği emr edip,
kötülükten sakındırmasını istedi. Bunun üzerine Hindistan’a döndü. Hace Muhammed Bakî-billah
hazretlerinin sohbetlerine kavuşarak, Ahrariyye yolunda yetişti. 1592 (H. 1001) senesinde, Kadiri yolunun
büyüklerinden şehid Mûsâ Multanî’nin derslerinde bulundu. Ondan, Kadirî yolunun inceliklerini öğrendi.
Zamanın ileri gelenlerine, mektuplar yazdı. Din ilimlerinin her sahasında eser te’lif etti. Hindistan’ın en
büyük alimlerinden oldu.

Abdulhak-i Dehlevî, ilk zamanlar, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin yazılarını beğenmez, îtirazlar yazardı.
Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inayetine kavuşarak, yaptıklarına pisman olup, tövbe etti. Hace
Muhammed Baki’nin me’zun ettiği talebelerinden Mevlana Husameddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle
yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Farukî’ye selametler ihsan etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok halis
oldu. Beş eriyyet perdeleri kalkdı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din

büyüğüne karşı gelmemeliydim. Aklın îcabi bu idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde ve
vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam! Kalbleri çevirmek, halleri
değiştirmek, Allahü teâlâya mahsustur.”

Abdulhak-i Dehlevi, kendi çocuklarına da mektup yazarak; “Ahmed-i Farukî’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh”
sözlerine karşı îtirazlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamıştır.
Kalbim ona karşı halis olmuşdur” dedi.

Abdulhak-i Dehlevî’nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bazıları diyor ki: “Resûlullah efendimizi rüyada
gördü ve inkarından dolayı kendisini azarladı.” Bazıları da diyor ki: “İmam-i Rabbanî hakkında, Kur’ân-ı
kerîm’den tefe’ul (hayır dileme) de bulundu: “Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ
vâd ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!” meâlindeki ayet-i kerîme çıktı. Bir kerre de; “Onlar, Allahü
teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişde bile Allahü teâlâyı kalblerinden çıkarmazlar” meâlindeki ayet-i
kerîme çıktı. Bazıları da diyor ki: “Ona karşı îtirazları, düşmanların gönderdiği uydurma bir mektup sebebi
ile idi. İŞin doğrusunu anlayınca, pisman blup tövbe etti.”

Abdulhak-i Dehlevî hazretleri, insanların kurtuluşa ve saadete kavuşmaları için birbirinden kıymetli kitaplar
yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tarih-i Hakkı, Tarih-i Abdulhak, Matla’ul-envar, Medaric-ün-
nübüvve, Cezb-ul-kulub, Ahbar-ul-ahyar, Mektubat, Sifr-us-seadet Şerhi, Merec-ül-Bahreyn, Eşi’at-
ül-leme’at.

Abdulhak-i Dehlevi, çeşitli kademedeki devlet büyüklerine mektuplar yazıp onlara nasihatlarda bulunurdu.
Bu mektuplardan birisi söyledir:

“Şerh-i Sadr; göğsün yani kalbin açılması en yüce makam, en büyük nimet ve en aziz ilahî
hediyelerdendir. Zira Hak teâlâ, büyüklerin efendisi, kainatın hülasası, habib-i kibriyası olan Resûlünü
sallallahü aleyhi ve sellem bu hususî ihsan ile nimetlendirmiştir.

Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: “Kalbe imân nuru girince, genişler ve açılır.” Eshab-ı kiram
aleyhimürrıdvan; “Ya Resûlallah! O nurun kalbe girmesinin alameti, işareti nedir?” dediler. Buyurdu ki:
“Alameti; kulun, yüzünü ebedi olan dhirete dönmesi, aldatan ve yoldan çıkaran dunyâdan ve ona
tutulmaktan uzaklaşıp kurtulmasıdır.” Dünya, görünüste susludur, yaldızlıdır, ama aldatıcıdır, hîlecidir.
Kendini sevenlerin gönüllerini galar. İman nuruyla bakılmca, yakmen görülür ve anlaşılır ki, dünya işlerinin
temeli sakat ve dayanıksızdır. Ahıret ise daimî ve sonsuzdur. Bu anlayışa erişen kimse, yüzünü fanî olan
dünyadan çevirir, kalb gözünü sonsuzluk alemine döndürür ve yolculuk için lazım olan sevab aziklarını
hazırlar. Kişinin sadrının (göğsünün) inşirahından, açılmasından nasibi, bu îman nurundan olan nasibi
kadardır. Bunun da mikdârı, kalbindeki ferahlıkla ölçülür. Çünkü nurun, sinenin açılmasında ve kalbin
ferahında te’siri tamdır. Bu sebebdendir ki, dünyadaki ışığın bile, gönül rahatlığma, kalb ferahlığına;
karanlığın da, sıkılmaya, daralmaya yol açması, sebeb olması büyüktür. Bunun için demişlerdir ki, nefs-i
natıka (insanî ruh), nura, ışığa aşıktır. Nerede bir ışık hüzmesi, parıltısı bulsa, o tarafa döner ve o yöne
koşar. Bu yüzden aydınlık yerde uyku az gelir. Zîra ruh, aydınlığa, nura olan teveccühü sebebiyle içerden
dışarıya gelir. Karanlık olunca, içe çekilir ve uykuya dalar. Beyt:

Sana visal meclisinde, göz uyku yüzü görmez,
Yüzünün kandili önde, uykuya sıra gelmez.

Anlaşıldı ki, nurun zuhuru, ferah ve sürûr sebeblerindendir. Kalbler onunla açılır. Sadrın serhinin
sebeblerinden biri de ilimdir. İlim sebebiyle kalb o kadar genişler, açılır ki, onun her kosesi göklerden ve
yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, sinesindeki genişleme de o
kadar artar. Bu ilimden murad, her ilim değil, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemden miras

kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle varis olunmaz. Hadîs-i serîfde; “Peygamberler,
varislerine, altın ve gümüş bırakmazlar. Onlar ilim bırakırlar” buyurulması o ilme işarettir. O
zamandan bu yana çok vakit geçti. Felsefe karanlıkları zuhur etti. İslâm semasm’ kararttılar. Bir kısım
insanları yoldan çıkardılar. Bunlara ilim değil, cehalet demek daha uygun olur.

Sadrın serhi sebeplerinden biri de, Allahü teâlânın kullarına; mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsanda
bulunmaktır. Mal ve para ile olan ihsan ve iyiliğin ne olduğunu herkes bilir. Kimin eli daha açık ise, kalbi
de o kadar geniştir. Kimin eli kısa ve kapalı ise, sinesi de o nisbette dardır. El açıklığı, cömertlik ve ihsan,
Allahü teâlâ ve kulları katında büyük mertebedir. Dünya ve ahırette izzettir, iyiliktir ve sevabdir. Makamla
olan ihsan; kimsesiz bir kişiyi, yanına veya emrine veya birisinin yanında bir ise koymakla yapılan ihsandır.

Sadrın serhi sebeplerinden biri de; Allah yolunda kahramanlık, insaf sahipleri yanında doğruyu söylemektir.
Bu da gönül açıklığına yol açar. Böyle yiğitlik, güzelliklerin başı ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Din
yolundaki şiddet ve zorluklar, ancak bununla asılır. “Canını düşünmeden saldırdığı zaman, yiğidin kalbine
açılan ve görünen şeyi, başkaları kırk sene halvette kalmakla göremez” derrüslerdir. Ama bu cesaret ve
yiğitlik, Allah için ve Allah’ın dininde olursa, herşeyden daha yüksektir. Bunun için onların karşılığı Al-i
imran sûresi 169 ve 170.; “Onlar, Rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden riziklanırlar.
Onlar, Allah’ın verdiği ihsandan dolayı, ferah ve sevinç içindedirler.” ayetlerinde meâlen bildirilen
büyük nimetlerdir. Bundan daha yüksek hangi mertebe olur.

Sinenin açılması sebeplerinden biri de; kalbi, sıfat-ı zemime, yani kötü sıfatlar denilen, hased, ucb, kibir,
riya, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makam, yani dünya sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir.
Çünkü bunlar; şehvet ve nefs topragından yükselen, zulmanî buhar ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve
karartırlar ve sadrın serhine sebeb olan iman nurundan, tevhidden, ilimden, muhabbetten ve zikirden insanı
alıkoyarlar. Mahrum bırakırlar. Kalb sahasını karartır ve daraltırlar. Beyt:

Dışarı çıkmaz isen tabiat sarayından,
Nasıl haberin olur, hakikat diyarından.

Bu güzel sıfatlar, en kamil, en yüksek, en mükemmel şekilde Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve selem de
mevcud idiler. O’ndan sonra, uyma mikdarınca, O’na tabi olanlarda bulunur. Mutabeatta, yani Resûlullah’a
uymada, kim daha ileri gitmisse, sadn daha çok genişlemiş ve kalbi o nisbette nurlanmış olur. Al-i imran
sûresi 31. ayetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsaniz ve
Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsaniz, bana tabi olunuz! Allahü teâlâ bana tabi olanları sever”
buyruldu. Hiç şüphesiz bir kimse, kimin peşinden gider, adim adim onu takib ederse, onun kavuştuğu yere,
bu da kavuşur. Gerçi Resûlullah’ın makamı daha yücedir, yeri herkesin olduğu yerden yüksektir. O’nun
makamında hiç kimse yoktur, herkes O’ndan aşağıdadır, ama daire geniştir ve etrafında makamlar vardır. O
parlayan nurdan ve gelen feyzden, etrafında olanlara da bir sua, bir serpinti ulaşır. Ayet-i kerîmede meâlen;
“Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” buyruldu. (Enbiya sûresi: 107)

Bilhassa muhabbet, alaka ve bağlılık bu işte büyük bir esastır. Çünkü muhabbet, ma’iyyeti (beraberliği)
icabettirir. Hadîs-i şerîfde; “Kişi, sevdiği ile beraber olur” buyruldu.” (41. mektup)

ÜZÜNTÜ VE SIKINTILARA SABIR

Abdulhak-i Dehlevi İmam-i Rabbanî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sadık talebelerinden oldu.
Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifade etti. İmam-ı Rabbanî, ona zaman zaman
mektuplar yazarak nasihatlarda bulunurdu. Gönderdiği mektuplardan birisi şöyledir:

“Allahü teâlâya hamd olsun ve O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selam olsun! Kıymetli efendim! Sıkıntıların
gelmeleri, görünüşde Çok acı ise de, bunların nimet oldukları umulur. Bu dünyanın en kıymetli sermayesi;
üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musibetlerdir. Bu tatlı nimetleri, acı
ilaçlarla kaplamışlar. Bunun için dostlara dert ve sıkıntı yağdırmağa başlamışlardır. Saadetli, akıllı olanlar,
bunların içine yerleştirilmiş olan tatlılan görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat
alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz.
Hastalık da, O’ndan başkasına gönül vermekdir. Saadet sahipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat
alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği halde, sıkıntılardan, sevenin nefsi
pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Mısra’;

Nimete kavuşanlara afiyet olsun!

Ya Rabbi! Bizi, Sıkıntıların sevablarından mahrum eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere duşürme!
İslâm’ın zayıf olduğu bu günlerde sizin kıymetli varlığınız, müslümanlar için büyük bir nimettir. Allahü
teâlâ selamet versin ve uzun ömürler ihsan eylesin! Vesselam.” (İkinci cild-29. mektup)



1) Ahbar-ul-Ahyar; sh. 314

2) Medâric-ün-nübüvve mukaddimesi.

3) Tam İlmihal Seddet-i Ebediyye; sh. 240, 313, 380, 403, 425, 660, 972

4) Eşi’at-ul-leme’at.

5) Merac-ül-bahreyn.

6) Herkese Lazım Olan İman; sh. 115

7) İslâm ahlâkı; sh 277, 283, 306, 310

8) İslâm Alimleri Ansiklopedisi cild-15, sh. 126

ABDULHALIK-I GONCDÜVANÎ

Evliyanın önderlerinden, İslâm alimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdulcemil, alim bir zat olup,
Malatyalı idi. İmam-ı Malik’in (r. aleyh) soyundandır. Hızır aleyhisselam ile görüşür, sohbet ederlerdi.
Hızır aleyhisselam bir gün kendisine; “Senin salih bir evladın olacak. İsmini Abdulhalık koy” diye tenbih
etti. Sonra Abdulcemîl (r. aleyh), Buhara’ya göç etti. Orada Goncdüvan kasabasına yerleşti. Abdulhalık-i
Goncdüvanî burada doğdu ve çocukluğunu burada geçirdi ve 1180 (H. 575) senesinde Goncdüvan’da vefat
etti.

Abdulhalık (r. aleyh) beşyaşında iken, ilim öğrenmek üzere Buhara’ya gönderildi. Buhara’nın meşhûr
alimlerinden Hace Sadreddîn’den (r. aleyh) okudu. Yaşından umulmayan derecede zor sualler sormasıyla,
hocasını hayretler içinde bırakmca, hocası; “Evladım! Suallerin kalb ilimlerinin konusudur. Allahü teâlâ
nasib ederse, seni bir üstada kavuşturur. Kalb ilimlerini ondan öğrenirsin. Böylece müşkulun halledilmiş
olur” buyurmuştur.

Hızır aleyhisselam, bir gün Abdulhalik’ın (r. aleyh) yanına geldi ve ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık
zikretme, anma usûllerini öğretti. Abdulhşhk’i manevi evlatliğa Kabul edip; “Kalbinle, “La ilahe illallah
Muhammedun Resûlullah” kelime-i tevhidini şöyle şöyle söylersin” diye tarif etti. Abdulhalık, bundan
böyle, bunu kendisine vazife kabul etti. Bu vazifesi manevi makamlarda pek çok yükselmesine sebeb oldu.

Abdulhalık Goncdüvanî (r. aleyh) şöyle anlatır: “Yirmi iki yaşında idim. Hızır aleyhisselam beni,
Maveraünnehr’de yaşayan alim ve evliyanın büyüklerinden Silsile-i aliyye de denilen büyük alimler
zincirinin sekizincisi Hace Yusuf-i Hemedanî’ye (r. aleyh) gönderdi. Ondan tam istifade ettim.” Bu sebeple,
Abdulhalık Goncdüvanî hazretlerinin sohbette üstadi Yusuf-i Hemedanî (r. aleyh), zikir taliminde hocası da
Hızır aleyhisselam idi.

Abdulhalık Goncdüvanî (r. aleyh), hocası Yusuf-i Hemedanî’nin vefatından sonra, onun yerine talebelerine
ders vermeye başladı.

Bir aşure günü derste evliyalık hallerini anlatıyordu. Görünüşü müslüman kıyafetinde olan bir genç,
kapıdan girip, talebelerinin arasına oturdu. Abdulhalık hazretleri, arada sırada o gence bakıyordu. Bir
müddet onun sohbetini dinleyen genç; “Efendim! Muhammed aleyhisselam; “Mü’minin firdsetinden
korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nuru ile bakar” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir?” diye
sordu. Abdulhalık Goncdüvanî hazretleri; “Sirn şudur ki; belindeki zünnarını (hıristiyanların ibadette
belferine bağladıkları ve ucunda haç asılı parmak kalinliğmda yuvarlak ip) kesip çıkarman ve müslüman
olmakla şereflenmen!” buyurdu. Genç îtiraz edip; “Allahü teâlâya sığınırım, benim belimde zünnar mı
var?” deyince, Abdulhalık (r. aleyh) bir talebesine işaret etti. Talebe, o gencin üzerindeki hırkasını
çıkarınca, belinde zünnar bağlı olduğu görüldü. Buhadise karşısında genç çok mahcub oldu. Ne yapacağımı
şaşırdı. Kalbinde İslamiyet’e karşı bir sevgi meydana geldi. Abdulhalık Goncdüvanî hazretlerine muhabbet,
sevgi duymaya başladı. Böylece evliyanın, Allahü teâlânın nuruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi
anladı. Kelime-i sehadet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sadık talebelerinden oldu. Bunun üzerine
Abdulhalık Goncdüvânî hazretleri, talebelerine dönerek buyurdu ki: “Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyahm,
zünnârımızı keselim. İman edelim. Öyle ki, bu genç maddî zünnarı kesti, biz de kalbe ait zünnarı keselim. O
da kibir vegururdur. Bu genç af dileyenlerden oldu, biz de affa mazhar olalım.”

Abdulhalık Goncdüvanî (r. aleyh), Allahü teâlânın indinde duası makbul olan kimselerden idi. İnsanlar ve
cinler onun duasına kavuşmak için, uzak yerlerden bile gelirlerdi. Bir gün Abdulhalık Goncdüvanî’nin (r.
aleyh) huzuruna uzak yerden bir misafir, biraz sonra da yanlarına, güzel suretli, temiz giyimli bir genç geldi.
Abdulhalık hazretlerinden dua isteyip, hemen ayrıldı. Misafir; “Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba?
Gelmesi ile gitmesi bir oldu” dedi. O da; “Bizi ziyarete gelip dua isteyen bir melek idi” buyurdu. Misafir
hayret etti ve; “Efendim! Son nefeste iman selameti ile gidebilmemiz için bize de dua buyurur musunuz?”
diye arzuda bulundu. Bunun üzerine Abdulhalik Goncdüvanî hazretleri; “Her kim farzları eda ettikten sonra
dua ederse, duası kabul olur. Sen, farz olan ibadeti yaptıktan sora dua ederken bizi hatırlarsan, biz de seni
hatırlanz. Bu durum hem senin, hem de bizim için duanın kabul olmasına vesîle olur” buyurdu. Allahü
teâlâ, Resûlullah’ın ve avliyasının duasını kabul edeceğini Kur’ân-ı kerîmde bildirmektedir. Nitekim hadîs-i
şerîfde; “Saçları dağımk ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler,
Allahü teâlâ, onları doğrulamak için o şeyi yaratır” buyruldu. Allahü teâlâ sevdiği kullarını yalancı
çıkarmamak için, yemin ettikleri şeyleri bile yaratınca, dualarını elbet kabul buyurur. Allahü teâlâ, Mü’min
sûresinin 60. ayetinde meâlen; “Bana dua ediniz? Duanızı kabul ederim” buyurdu. Duaların kabul olması
için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan dua elbet kabul olunur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için,
dualar kabul olmuyor, Bu şartları yaptıklarına güvenilen alimlerin, velîlerin dua etmeleri için, onlara
yalvarmak lazımdır. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir. Onların hatin için istenileni yaratır.
Onların ruhları diri iken de, öldükten sonra da Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile ve izni ile dirilere yardım

ederler.

Tasavvufta meşhûr olan on bir temel kelime, Abdulhalik Goncdüvanl’nin sözlerindendir.

ŞÖHRET AFETTİR.

Abdulhalik Goncdüvanî hazretleri, Vasiyetname risalesinde manevî oğulları Hace Evliya-i Kebir’e
buyurdular ki: “Sana vasiyet ederim ey oğul ki; her halinde ilim, edeb ve takva üzere ol! İslâm alimlerinin
kitaplarını oku! Fıkıh ve hadis öğren! Cahil tarikatçılardan sakın! Şöhret yapma! Şöhrette afet vardır.
Aslandan kaçar gibi cahillerden kaç! Bid’at sahibi sapıklar ile ve dünyaya düşkün olanlarla arkadaşlık etme!
Helalden ye! Çok gülme! Kahkaha ile gülmek gönlü öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakir
görme! Kimse ile münakaşa, mücadele etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf büyüklerine dil uzatma!
Onları inkar eden felakete düşer. Mayan fıkıh, evin mescid olsun!”



1) Reşahat; sh. 25

2) Câmiu kerâmat-il-evliyâ; cild-2, sh. 50

3) Kâmus-ul-a’lâm; cild-4, sh. 3066

4) İrgamül-merid; sh. 51

5) Behcet-us-seniyye; sh. 13

6) Tam İlmihal Seddet-i Ebediyye; sh. 972

7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 28

8) Menâkıb-ı Abdulhalik Goncdüvânî (Fadlullah bin Rüzbehan İsfehânî, Yahyâ Tevfik kısmı No. 190)

9) Risâle fî âdâb-i tarikat-i li Hâce Abdulhalik Goncdüvânî (Yahyâ Tevfik kısmı. No: 190)

10) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-5, sh. 343

ABDÜLKÂDÎR-İ GEYLANÎ

Büyük İslâm alimlerinden ve evliyanın en meşhûrlarından. Peygamber efendimizin aziz torunlarından olup
sayılamayıcak kadar keramet, menkıbe ve fevkalade halleri günümüze kadar gelmiş gönüllerde yer etmiş ve
tevatür halini almıştır. Hem seyyid hem şerîftir. Künyesi Ebu Muhammed olup, lakabı; Muhyiddin, Gavs-
ul-a’zam, Kutb-i Rabbânî, Sultan-ı evliya. Kutb-i a’zam’dır. 1077 (H. 471) senesinde İran’ın Geylan
şehrinde doğdu Bu sebeple Geylanî denildi. 1166 (H. 561) senesinde 91 yaşında iken Bağdad’da vefat etti.
Türbesi Bağdad’da olup, ziyaret mahallidir. Babası Ebu Salih Mûsâ bin Abdullah Cengi Dost, annesi
Fatıma binti Ebu Abdullah Seyyide’dir. Umm-ul-Hayr, Amine-t-ül-Hayr lakabları vardır. Babası, hazret-i
Hasen’in oğlu olan Hasen-i Musenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Abdullah’ın annesi ise, hazret-i
Huseyn’in kızı Fatıma’dır. Baba ve ana tarafından Peygamber efendimizin torunudur. Annesi ve babası
evliyadan idiler.

Abdülkadir-i Geylanî hazretleri doğmadan önce. Bağdad’daki alimler ve veliler doğacağını
müjdelemişlerdi. Babası, oğlunun doğumundan önce, rüyasında Peygamber efendimizi, Eshab-ı kiramdan
ve evliyadan bazılarını gördü. Peygamber efendimiz; “Ya Eba Salih! Allahü teâlâ bu gece, sana kamil

bir erkek evlad ihsan etti. O benim evladımdandır. Derecesi ve sani başkalarına göre çok üstün ve
yüksek olacak” buyurarak müjde verdi. Annesi şöyle anlatmıştır: “Oğlum Abdülkadir doğduğunda,
Ramazan-ı şerîf başlamıştı. Birinci gün, imsak vaktinden güneş batıncaya kadar süt emmedi. Bu hali,
Ramazan-ı şerîf boyunca devam etti. Bu aya hürmet ettiğini ve oruç tuttuğunu anladım. İkinci sene, Şa’ban
ayının son günlerinde hava oldukça bulutlu geçmişti. İnsanlar hilali göremedikleri için, Ramazan-ı şerîfin
girip girmediğini tesbit edememişlerdi. Abdülkadir’in, Ramazan-ı şerîfde süt emmediğini bilenlere, o gün
imsakdan sonra süt emmediğini söyledim. Böylece Ramazan-ı şerîfin başladığı anlaşıldı.”

Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, ilim tahsiline doğduğu yer olan Geylan’da başladı. Küçük yaşta
Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. 1096 (H. 488) yılında on sekiz yaşında iken Bağdad’a gidîp, zamanın meşhûr

alimlerinden ilim tahsiline devam etti.

Bağdad’a tahsîl için gidişini, kendisi şöyle anlatmıştır: “Genç idim. Arefe günü çift sürmek için tarlaya
gittim. Öküzlerden birinin kuyruğuna yapışmış bir halde arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve bana
dönerek; “Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emr olunmadın.” dedi. Korktum, geri döndüm. Anneme;
“Beni, Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı
ziyaret edeyim” dedim. Annem sebebini sorunca, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras
kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını da koltuğumun altına dikti. Gitmeme izin verip, her
ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyerek, hiç yalan söylemeyeceğime dair benden söz aldı.
“Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için senden ayrıldım. Kıyâmete kadar bir daha yüzünü
göremem” dedi. Nihayet Bağdad’a giden küçük bir kafile ile yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı
eşkiya yolumuzu kesip, kafilemizi bastı ve kervanı soydular. Şakilerden biri benim yanıma gelerek; “Ey
fakir! Senin bir şeyin yok mu?” dedi. Yalan söylemek istemediğimden; “Kırk altınım var” dedim.
“Nerededir?” deyince, koltuğumun altında dikili olduğunu söyledim. Alay ettiğimi sanarak bırakıp gitti.
Birisi daha geldi. Aynı şeyleri o da sordu ve verdiğim cevaplar karşısında bırakıp gitti. İkisi birden
reislerine varipdurumu anlatınca, beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı.
Yanına vardığımda; “Altının var mı?” deyince, kırk altınım olduğunu söyledim. Koltuğumun altını
sökmelerini emredince, söküp altınları çıkardılar. Sonra; “Neden böyle söyledin?” dediler. “Annem, ne
olursa olsun doğru söylememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. İhanet edemem” diye
cevap verdim. Eşkiya reîsi, sözlerim karşısında ağlamaya başladı ve; “Bunca senedir beni yaratıp, yetiştiren
Rabbime verdiğim sözde durmadım” dedi. Tövbe edip, eşkiyalığı bıraktığını söyledi. Bu durum karşısında
yanındakiler; “İnsanları soymakta, yol kesmekte bizim reisimiz idin, tövbe etmekte de reisimiz ol” dediler.
Nihayet, hepsi elimde tövbe ettiler. Aldıkları malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tövbe edenler, bu
altmış kişidir.”

Bağdad’ın meşhûr alimlerinden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. Ebu
Hattab Mahfuz, Ebu’l-Vefa, Ali bin Ukayl, Ebu Huseyn bin Kadi Ebu Ya’la ve diğer fıkıh alimlerinden
fıkıh öğrendi. Hadis ilmini; Hasen-i Bakillam, Ebu Sa’id Muhammed bin Abdülkerim, Ebu Ganim
Muhammed bin Muhammed, Ebu Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebu Ca’fer, Ebu Kasım bin Ali, Ebu Talib
Abdülkadir, Ebu Bekr Hibetullah bin Mübarek, Ebu’l-lzz Muhammed bin Muhtar, Ebu Nasr Muhammed,
Ebu Galib Ahmed, Ebu Abdullah Yahya ve diğer hadis Alimlerinden tahsil etti. Tasavvuf ilmini ise; Ebu
Salih hazretleri ile Şeyh Ebu Sa’id Mahzumî’den ve Hammad-i Debbas’tan öğrendi.

İlim tahsilini tamalayıp yetiştikten sonra, vaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Sa’id Mahzumî’nin
medresesinde verdiği ders ve vaazları, çok büyük bir alaka ile takib edilirdi. Kendisini dinlemek için
toplananların meydana getirdiği kalabalık, medreseye sığmayıp sokaklara taştı ve çevresini de doldurdu. Bu
sebeple, ders verip sohbet ettiği medresenin çevresindeki evler de medreseye dahil edilmek suretiyle
genişletildi. Bu iş için, Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler ise bizzat çalışmak
suretiyle yardım ettiler. Hatta bir kadın, kocasından alacağı mehrin bedelini, efendisinin orada çalışması
şartıyla ödenmiş kabul etti. Derslerine devam edenlerin içinden, pek çok alim ve salih kimseler yetişti.

Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, bir müddet ders verip insanlara doğru yolu gösterdikten sonra, ders ve
vaazı bırakıp, inzivaya çekilerek yalnızlığı tercih etti. Daha sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın Kerh
harabelerinde yaşamaya, bütün vaktini, ibadet, riyazet ve mücahede ile geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
“Yirmi beş yıl kadar, yalnız başıma sahralarda dolaştım. Kırk sene, yatsı namazından sonra, sabaha kadar
Kur’ân-ı kenın okudum. Bir gece, nefsim uyumak istemişti. Fakat, nefsimin bu isteğine itibar etmedim.
Kırk gün oruç tutup, sonra iftar ettim.”

Yine şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlâya dua ve niyazda iken yanıma tanımadığım birisi geldi. Arkadaş
olalım dedim. Muhalefet etmemem şartıyla kabul etti ve gelinceye kadar beklememi söyledi. Gitti ve bir yıl
sonra geldi. Ben ise onu bekledim. Bir müddet beraber oturduk. Kalktı; “Ben gelinceye kadar buradan
ayrılma” deyip gitti. Bir sene sonra geldi ve yanında ekmekle süt getirdi. “Ben Hızır’ım, bunları sana
getirmemi söylediler” ve; “Kalk, Bağdad’a hareket et!” buyurdu. Beraber Bağdad’a gittik.”

Yine bir halini şöyle anlatmıştır: “Yıllarca bir yerde durdum. Bana birisi yedirmeyince bir şey
yemeyeceğime, lokma lokma ağzıma koymazlarsa ve su vermezlerse, kendim yiyip içmeyeceğime dair
Allahü teâlâya söz verdim. Böylece kırk gün yemedim. Kırk gün sonra birisi geldi. Bir parça yiyecek
getirip, gitti. Nefsim yemeğe saldıracak gibi oldu. Çok acıktığım halde Allahü teâlâya verdiğim sözü
bozmayacağım dedim. İçimden feryad eden bir ses duydum. “Açım, açım” diyerek inliyordu. Aniden
yanımda Şeyh Ebu Sa’id Mahzumî göründü. Bu sesi duyup; “Ey Abdülkadir, bu ses nedir?” deyince; “Bu,
nefsimin ızdırabıdır. Ruhum rahat ediyor. Rabbimi murakabededir” dedim. “Bizim eve buyur” dedi.
Kendisine; “Nefsime, buradan ayrılmayacağım dedim” diye cevap verdim. Biraz sonra Hızır aleyhisselam
geldi. “Kalk, Ebu Sa’id’in huzuruna git!” dedi. Kalkıp gittiğimde Ebu Sa’id, evinin kapısında beni
bekliyordu; “Ey Abdülkadir! Benim dediğim kafi gelmedi mi ki, Hızır’ın söylemesini bekledin?” diyerek
beni içeri aldı. Hazırladığı yemeği, lokma lokma ağzıma koydu. Doydum. Sonra bana icazet ve hilafet
verdi.”

Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, Bağdad’daki derslerine ve vazlarına ara verip, bir müddet yalnızlığı tercih
ettikten sonra, tekrar ders, vaz ve fetva vermeye başladı. Pek meşhûr oldu. İnsanlar her taraftan onun
sohbetine kgsustular. Alimler, salihler etrafında toplanmıştı. Daha önce ders verdiği medresenin
genişletilme işi, 1134 (H. 528) senesinde tamamlandı. Ders ve sohbetlerini bu medresede verdi. Oğlu
Abdülvehhab şöyle anlatmıştır: “Babam, haftada üç vakit ayımıştı. Bu vakitler; Cum’a, Cumartesi sabahı ile
Salı akşamı idi. Bu zamanlarda, bütün alimler, salih kimseler toplanır, onun vazlarını ve sohbetlerini
dinlerlerdi. Bu hal böyle kırk sene devam etti. Ayrıca, kendi medresesinde otuz üç sene müddetle ders verdi.
Sohbetlerinde bazan, bir kaç kişinin coşarak kendinden geçip vefat ettiği görülmüştü. Sohbetlerini dört yüz
kişi yazardı.” Bunlar, bazan kalabalığın çokluğu sebebiyle birbirinin sırtlarında yazarlardı.” Onüç çeşit ilim
ve fende ders vermiş, ayrıca isteyenlere, tefsir ve hadis dersleri de okutmuştur. Akşam ve sabah vakitlerinde
usül ve nahiv, öğleden sonra kıraat dersleri verilir ve Kur’ân-ı kerîm okunurdu. Konuşması gayet açık ve
pek te’sirli idi. Merhametsiz bir kimse onu görünce, kalbi yumuşar, korku ve heybet hissederdi. Ders ve
sohbetlerinde bulunanlar, sessizlik içinde büyük bir te’sire kapılarak anlatılanları dinlerlerdi. Dinlemeye
gelenler, kalabalık sebebiyle ister yakında, ister çok uzakta olsun, sesini aynı derecede işitirlerdi. Cum’a
günleri camiye giderken halk sokaklara dökülür, bereketlenmek için görmek isterlerdi. Kendisinden fetva
isteyenlere, gayet açık ve doyurucu cevaplar vererek, müşkillerini hallederdi. Yüzlerce talebesi vardı. Her
gün onlara ders verir, okutur, hatta kalemi olmayana kendi kaleminden verirdi. Tasavyuf yolunda ilerlemek
için gelene, kendi eliyle, mübarek silsileyi yazardı. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder,
fakirleri doyururdu. Talabesinin çeşitli suallerini cevablandırırken hiç kızmazdı. Onlara karşı son derece
sabırlı idi. Yanında oturanlarda; “Ondan daha kerîm ve lütufkar kimse olamaz” kanaati hakim olurdu.
Ahbablarından biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını kesmezdi. Kendisine kötü
davrananları bağışlar, köleleri satın alarak azad ederdi. Verdiği sözü tutar, kimseye karşı kötülük
düşünmezdi. Anbarında, helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda durur ve halka; “Yemek,

ekmek ve yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin” diye seslenirdi. Bir hediye gelse, yanında bulunanlara
dağıtır, birazını da kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.

Allame ibni Neccar Cubbaî de; “Bütün amelleri inceledim, yemek yedirmek ve güzel ahlâktan daha iyi bir
şey bulamadım. Bütün dünya bana verilse, hiç bir fakir bırakmarn, hepsini doyururum. Şu anda bana bin
altın verilse, bir gece bile bekletmeden ihtiyac sahiplerine dağıtırım” buyurduğunu bildirmiştir.

Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için vazifeli hizmetcilerinin, bir başka işi olsa, yahut
hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı.
Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğutur,
hamur yogurur, ekmek yapıp pisirir ve hepsine bolustururdu. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi
çocuk, ellerinde yanmsar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri
şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, her birinin istediklerini yerine getirdi ve gönüllerini hoş etti.

Gizli ve açık çeşitli kerametleri her gün görülürdü. “Keramet, ancak bir hayır ve hikmet için gösterilir, bu
halini gizleyemeyen dünyaya düşkündür”, “Bana mürid (talebe) olan yahud evladımdan ve halifelerimden
hilafet alıp, keramet derecesine ulaşıp, maksatsız keramet izhar edenin yüzü, iki dünyada kara olur”
buyururdu.

Her gün bin rek’at namaz kılar. Müzzemmil ve Rahman surelerini okurdu. İhlas sûresini okuyunca, en az
yüz kerre okur, her farz namazından sonra hatme devam ederdi. Ayrıca gündüzleri pek çok dua okurdu.

Ebu’l-Hasen Ali Mukri, onun ilmi ile amel ettiğini, çok çetin sorulara doyurucu cevaplar verdiğini, ihtiras
sahibi olan kimselere karşı sabır ve metanet gösterdiğini, bütün güzel huy ve üstün vasıflara sahib olduğunu
ve asrında bir, benzerinin bulunmadığını nakletmiştir. İbrahim bin Sa’d ed-Dari de, Abdülkadir-i Geylanî
hazretlerinin alim elbisesi giyip, süslenip, ata bindiğini haber vermiştir.

Abdullah el-Cubbaî, Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Her halukarda,
daima irşad vazifesi yapıyordum. Din hakkında konuşup anlatmasam, boğazım tikanacak, boğulacak gibi
olurdum. Vaz ve nasihat yaparken, önceleri yanımda birkaç kişi bulunurdu. Fakat daha sonra, halk duyunca
kalabalıklaştı. Bulunduğum yer, gelenleri almaz oldu. Bab-ul-Hibe’deki mescide gittim. Peşimi
bırakmadılar. Orada irşad hizmetine devam ettim. Gelenler çok kalabalık olduğu için. dışarıya büyük ve
yüksek bir kürsü koydular. Oradan vaz etmeye başladım. Halk, geceleri ellerinde kandiller ile toplanır,
anlattıklarımı can kulağı ile dinlerdi. Daha sonra, burası da cemaati almaz oldu. Bu defa kürsîyi büyük bir
tepe üstüne kurdular, orada vaz ve nasihat ettim. Herkes akın akın oraya toplandı. Atlar üzerinde gelip, beni
ask içinde dinlediler.”

Abdülkadir-i Geylanî hazretleri, asrının en meşhûr alimi ve mürşid-i kamili idi, insanları rusd ve hidayete
kavuşturmuş, nice gönüller onun feyzleriyle nurlanmıştır. Onun huzurunda beş yüz yahudi ve hıristiyan
müslüman olmuş, binlerce günahkar, onun sohbetleri sebebiyle tövbe etmiştir. Fıkıh ve hadis ilimlerinde
müctehiddi. Önceleri Şafii mezhebinde iken, Hanbelî mezhebinin ortadan kalkmak üzere olduğunu görerek,
bu mezhebe geçti. Böylece Hanbeli mezhebi yayıldı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaşmıştır.

Abdülkadir-i Geylanî hazretleri büyük bir mürşid-i kamil idi. Mürşid-i kamil, yol gösteren, rehberlik eden,
yetişmiş ve yetiştirebilen alimdir. Böyle olan alimlerin belli usûllerle gösterdikleri yollara tarikat
denilmiştir. Onun insanları saadete kavuşturmak” için tasavvufta takib ettiği usûllere ve gösterdiği yola,
Kadiriyye tarikatı denilmiştir.

Abdülkadir-i Geylanî hazretlermden feyz alarak yetişip, yükselenler arasında başta kendi oğullarından on
tanesi gelmektedir. Abdülvehhab, babasının vefatından sonra kendi medresesinde ders ve vaz ile meşgul

olup, çok talebe yetiştirdi. Şeyh Îsâ, hadis dersi okuttu. Mısır’da da talebe yetiştirdi. Diğer oğulları; Ebu
Bekr Abdulaziz, Şeyh Abdülcebbar, Abdürrezzak, İbrahim, Muhammed, Abdullah, Yahya ve Mûsâ bin
Abdülkadir’dir. Torunları da kendisinden ilim ve feyz aldılar. Bunlar dışında ilim ve feyz alan binlerce
talebesi vardır. Aliyy-ul-Hallavî isimli bir talebesi, Bacjdad’dan çıkarak senelerce seyahat yapıp, bir çok
yeri gezdikten sonra Bağdad’a dönmüştü. Arkadaşları seyahat hatıralarını sorduklarında şöyle anlatmıştır:
“Şam, Mısır, İran ve Afrika’nın kuzeyindeki memleketleri gezip, gördüm. Üç yüz altmış evliya ile görüşüp,
sohbet ettim. Hepsinden işittiğim söz şudur: “Abdülkadir-i Geylanî hazretleri bizim mürşidimizdir.
Rehberimizdir. Bizi Allahü teâlânın rızasına kavuşturan odur.” Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin irşad ile
vazifelendirdiği talebelerinden bir kısmı da şu zatlardır: Şeyh Ebu Midyen Magribî, Şuayb bin Huseyn,
Seyyid Seyfeddin, Abdülvehhab, Şeyh Seyyid Muhammed Şemseddin, Ebu Abbas Arif, Seyyid
Abdürrezzak, Şeyh Beka bin Batu, Ali bin Him, Muhammed bin Kayid Evanî, Ebussu’ud bin Şiblî, Şeyh
Kadîb-ul-Ban Musulî, Şeyh Yunus Kusab.

Vefatı: Abdülkadir-i Geylanî hazretleri vefat edeceği sırada, oğullarına; “Yanımdan ayrılm! Çünkü zahirde
sizinle, batında sizden başkasıyla (yani Allahü teâlâ ile) beraberim “ve yine o esnada buyurdular. “Yanımda
sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın, onlara karşı edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları
sıkıştırmyın!” Yine buyurdu: “Aleyküm-usselam ve rahmetullahi ve berekatühü. Allahü teâlâ beni ve sizi
mağfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabul etsin.” Bir gün bir gece hep böyle
buyurdular.

Oğlu Şeyh Abdürrezzak anlatır: “Gavs-ul-a’zam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve; “Ve aleyküm selam
ve rahmetullahi ve berekatühü! Tövbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz!” buyurdu.

Vefat ederken iki defa; “Allahümme refik’al a’la” deyip; “Size geliyorum, size geliyorum” buyurdu. Tekrar
buyurdu ki: “Durun!” Bunun ardından, olum ve sekerat hali geldi. Bu halde iken; “Bana kimse bir şey
sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde, bir halden başka bir hale geçmekteyim” buyurdu.

Son anlarında, oğlu Abdülcebbar; “Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?” diye arz edince; “Bütün
uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir” buyurdu.

Daha sonra; “Kudret ile hakim, kullarına olum ile galib olan Allahü teâlâ, her ayıb ve kusurdan
münezzehdir. La ilahe illallah Muhammedun Resûlullah!” Sonra; “Allah! Allah! Allah!...” deyip sesini
kesti, dilini damağına yapıştırıp, mukerrem ruhunu teslim eyledi. Vefatı herkesi uzuntuye bogdu. Cenaze
namazını kılmak üzere, görülmemiş bir kalabalık toplandı ve namazını oğlu Abdülvehhab kıldırdı.
Kalabalığın çokluğundan ancak gece defn edilebildi. İnsanlar, büyük kalabalıklar halinde ziyaretine geldiler
ve bu ziyaretler, günlerce devam etti.

Menkıbeleri: Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin kerametleri ve menkıbeleri pek çoktur. İmam-ı Vafî,
“Tarih”inde, Abdülkadir-i Geylanî’nin kerametleri ile ilgili olarak; “Kerametleri sayılamayacak kadar
çoktur. Dinde imamlık derecesine çıkanlardan, onun kerametlerinin tevatür haline geldiğini duydum. Bu
dinin alim ve velileri söz birliği ile diyorlar ki, Abdülkadir-i Geylanî’den görüldüğü kadar, hiç bir veliden
keramet görülmemiştir” demiştir.

İmam-ı Rabbanî hazretleri de; “Abdülkadir-i Geylanî, vilayet-i Muhammediyyenin son noktasına ulaşmıştır.
Bu ümmette en çok keramet ondan görülmüştür. Bir gün hutbe okurken, Hızır aleyhisselamm, kapının
önünden geçmekte olduğunu görünce; “Ey İsrailoğlu, gel de, hazret-i Muhammed’in mübarek sözlerini
dinle!” buyurduğunu nakletmiştir.

Gavs-ul-a’zam Abdülkadir-i Geylanî ve menkıbeleri hakkında çok sayıda kıymetli kitaplar ve risaleler
yazılmış, tabakat kitaplarında uzun anlatılmış, çok kıymetli sözler söylenmiştir.

Abdülkadir-i Geylanî hazretleri buyurdu ki: “Yirmi beş sene sahralarda dolaşıp, yerden biten otları
yemeden, derelerdeki sulardan içmeden ve bir kerre içince, bir yıl veya daha çok müddet susuz durmadan,
insanlar içinde oturup, onları irşada başlamadfm. Ben sahralarda dolaşırkeh, “Ol” sözü ile ihsan olundum.
Ondan sonra çok yiyecek maddeleri buldum. İstediğimi yerdim. Dağdan bir parça koparınca, elimde helva
olurdu, yerdim. Kuma tuzlu su dökerdim, tatlı su olurdu, içerdim.”

Şeyh Ebu Midyen Magribî buyurdu: “Hızır aleyhisselama rastladım. Asrımızdaki doğu ve batıda bulunan
memeşayıhi ve Gavs-ul-a’zamı sordum. Cevabında; “O, sıddıkların imamı, ariflerin hucceti, marifetin
ruhudur. Evliya arasında sani büyüktür” buyurdu.”

Abdülkadir-i Geylanî (r. aleyh) bir gün abdest almıştı. O anda, bir kuş üzerini kirletti. Başını kaldırdığında,
kuş uçuyordu. Bakışı ile yere düşüp oldu. Elbiseyi temizleyip, sattırdı. Parasını sadaka olarak dağıttı.
Üzerine sinek konmazdı. Bu hususda da ceddi Resûlullah’ın verasetine yani mîrasına kavuşmuştu.

İmam Hasen-i Askerî (r. anh) seccadesini eshabından birine emanet bırakıp, Gavs-ul-a’zama ulaştırmasını
vasiyet etti. Onu muhafaza ederek, omrunun sonunda, güvenilir birine emanet edip, aynı vasiyeti yapmasını,
böylece elden ele, hicri beşinci asrın ortalarında, Seyyid Abdülkadir-i Geylam ismi ile meşhûr Gavs-ul-
a’zam zuhur edince, ona verilmesini ve kendisinden ona selam söylemesini tavsiye etti.

Abdülkadir-i Geylanî (r. aleyh) buyurdu ki: “Hicri beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Sail
günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyamda gördüm. “Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?” buyurdu.
“Babacığım ben yabancıyim. Bağdad alimlerinin yanında nasıl konuşurum?” dedim. “Ağzını aç!” buyurdu.
Ağzımı açtım. Yedi defa mübarek ağzının suyundan ağzıma saçtı ve; “İnsanlarla konuş, onları güzel
hikmetve vazlar ile Rabbinin yoluna çağır” buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yammda kalabalık insanlar
gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebi Talib’i (r. anh) gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve
bana; “Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?” diyordu. “Babacığım! Nutkum tutuldu, konuşamıyorum” dedim.
“Ağzını aç” buyurdu. Açtım. Ağzının suyundan ağzıma altı defa saçtı. “Niçin yediye tamamlamadınız?”
dedim. “Resûlullah’a karşı olan edebimden” buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasih bir dille
konuşmaya başladım.”

Gavs-ul-a’zam bir gün bir mahalleden geçerken, bir müslümanla bir hıristiyanın münakaşa ettiklerini gördü.
Sebebini sordu. Müslüman; “Bu hıristiyan, bizim peygamberimiz, sizin Peygamberinizden üstündür diyor,
ben ise, bizim Peygamberimizin üstün olduğunu söylüyorum” dedi. Gavs-ul-a’zam, hiristiyana; “Îsâ
aleyhisselamın Muhammed aleyhisselamdan üstün olduğunu hangi delille isbat ediyorsun?” buyurdu.
Hiristiyan; “Bizim peygamberimiz ölüyü diriltti” dedi. Gavs-ul-a’zam (r. aleyh); “Ben peygamber değilim.
Sadece peygamberimiz Muhammed aleyhisselama uyan bir müslümanım. Eğer ölüyü diriltirsem,
peygamberimiz Muhammed aleyhisselama inanir mısın?” buyurdu. Hıristiyan; “İnanırım” dedi. Gavs-ul-
a’zam; “Bana, harab olmuş, eski bir kabir göster ve Peygamberimizin üstünlüğünü gör!” buyurdu. Eski bir
kabir gösterdi. Gavs-ul-a’zam, hıristiyana; “Sizin peygamberiniz ölüyü diriltmek istediği zaman, hangi
sözleri söylerdi?” buyurdu. Hıristiyan; “Kum bi iznillah-Allah’ın izni ile kalk, diril” söylerdi” dedi. Bunun
üzerine Gavs-ul-a’zam, ona; “Bu gösterdiğin kabirde yatan kişi, dünyada şarkıcı idi. İstersen onu şarkı
söyler halde dirilteyim, nasıl istersen öyle yapayım!” buyurdu. “Peki, öyle olsun” dedi. Gavs-ul-a’zam
kabre döndü ve; “Allah’ın izni ile kalk!” buyurdu. Kabir açıldı ve ölü, şarkı söyler halde kalktı. Hıristiyan
bu kerameti görünce, Peygamberimizin üstünlüğünü kabul edip, Gavs-ul-a’zamın elinde müslüman oldu.
Ebu’l-Feth Hirevî anlatır: “Şeyh Abdülkadir-i Geylanî’ye kırk sene hizmet ettim. Bu müddet içerisinde,
sabah namazlarını, yatsının abdesti ile kıldığını gördüm. Ne zaman abdesti bozulsa, o zaman abdest alır, iki
rek’at namaz kılardı. Yatsı namazını kılıp, hususî odasına girer, beraberinde o odaya kimse giremezdi.
Sabahleyin odadan çıkardı.” Yine Hirevî anlatır: “Bir gece Şeyh’in yanında yattım. Gecenin evvelinde
namaz kıldığını gördüm. Namazı çok uzun sürmedi. Sonra gecenin üçde biri geçinceye kadar zikretti. El-
Muhit, er-Rab, eş-Şehid, el-Hasib, el-Fa’al, el-Hallak, el-Halık, el-Ban, el-Mûsâvvir derdi. Gördüm ki,

zayıflamış, küçülmüs idi. Ardından kendisini çok büyük gördüm. Yani bir küçülüyor, bir buyuyordu. Sonra
havada yükseliyor, yükseliyor, gözümden kayboluyordu. Sonra ayakta namaz kıldı. Uzun sureler okudu.
Gecenin üçde ikisi böyle geçti. Secdeleri, gerçekten çok uzun idi. Sonra kibleye doğru oturur, sabah vaktine
yakın zamana kadar öylece dururdu. Arkasından dua eder, yalvarır, yakarır, kulluğunu Rabbine arz ederdi.
O esnada, kendisini, bakan gözlerin dayanamıyacağı bir nur kaplardı. Yanında, “Selamun aleyküm,
Selamun aleyküm” seslerini duyardım. O, bu selamlara cevap verir; bu hal, sabah namazına kadar devam
ederdi.”

Gavs-ul-a’zam (r. aleyh) bir defa Medine-i münevvereye geldi. Resûl aleyhisselamın Ravda-i mutahharasını
kırk gün ziyaret edip, ayakta durdu ve ellerini göğsunun üzerine koyup şu iki beytle munacat etti:

Günahların denizin dalgalarından da çok,
Yüce dağlara benzer, hatta daha da büyük;
Ve lakin affedici kerîm’in huzurunda,
Sinek kanadı kadar, hatta daha da küçük.

Bir başka zaman da gelip, Hücre-i şerîf enin yakınında bir dörtlük daha okudu. O esnada Resûlullah
efendimizin mübarek eli göründü, müsafeha etti, öpüp başına koydu.

Gavs-ul-a’zam bir gün, vaz için minberde oturuyordu. Birden sür’atle en son basamağa indi. Ayakta, elini
elinin üstüne koyarak, mutevazi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı ve eski yerine oturdu ve
vaz ile meşgul oldu. Orada bulunanlardan birisi, ne oldu diye sual edince; “Ceddim Resûl aleyhisselamı
gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana
yerime oturmamı ve insanlara vaz etmemi emretti” dedi.

Receb ed-Dari şöyle anlatmıştır: “Hicretin 616. yılında, Şam’da Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin oğlu
Şeyh Mûsâ’dan dinledim. Şöyle anlatıyordu: “Rahmetli babam bir gün buyurdular ki: “Bir vakit beriyyeye
yani göle çıkıp orada bir müddet kaldım. İçecek su bulamadığımdan susuzluğum son hadde varmıştı. Allahü
teâlâ üzerime bir bulut gönderdi. O buluttan yağmur yağdı. Kana kanasu içtim. Sonra bir parıltı ve onun
içinde bir suret görür gibi oldum. O suret tarafından bana şöyle bir hitab geldi: “Ya Abdülkadir! Ben senin
Rabbin ve Halik’inim, senin için muharremâtı, yani haramları ve senden başkaları için haram kıldığım
şeyleri sana helal kıldım.” Ben hemen; “E’uzubillahimineşşeytanirracim” dedim. Ve yanımdan git mel’ûn
diye onu kovdum. Sonra gördüğüm nur zulmete döndü ve o suret bir duman oldu. Nihayet yine hitab
ederek; “Ey Abdülkadir! Rabbinin hükmiyle senin ilmin ve yüksek marifetin ve hakikate vukufunla benim
vesvesemden ve aldatmamdan kurtuldun. Ben, şimdiye kadar tasavvuf ehlinden yetmiş kişiyi bu şekilde
kandırıp, doğru yoldan çıkarmıştım” dedi. Ben de ona; “Ey mel’ûn! Benim kurtulmam, ancak Rabbimin
fadlı, lütfu ve ihsanı iledir” diye cevap verdim.” Babama; “Bunun şeytan sesi olduğunu nasıl bildin” diye
sordukları zaman; “Şeytanın, sana haramları helal kıldım sözünden anladım” diye buyurdu.”

Marifetler sahibi Şeyh Abdullah-i Belhî Havarik-ul-ahbab fi marifet-il-aktab kitabının yirmi beşinci
babında, Kutb-ul-ibad Gavs-ul-bilad Hace Behaeddin Muhammed Nakşibendî’yi (r. aleyh) anlatırken diyor
ki: “Hacegî Sermest’ten duydum, o da Buhara’da yaşayan ve oturan kamil meşayıhdan duydu. Onlar şöyle
anlatırlardı: “Gavs-ul-a’zam (r. aleyh) bir gün bir cemaatle terasta durup, Buhara tarafına dönmüş, güzel bir
koku almış ve; “Benim vefatımdan yüz elli yedi sene sonra, Muhammedî meşreb birisi dünyaya gelir. İsmi
Behaeddin Muhammed Nakşibendî’dir. Bana mahsus nimetere kavuşur” buyurdu. Gerçekten öyle oldu.

Evliyanın büyüklerinden ve mürşid-i kamillerin en meşhûrlarından olan bu zat, Muhammed Behaeddîn-i
Buharî Nakşibend hazretleridir. O, Abdülkadir-i Geylanî hazretleri hakkında şu şiiri söylemiştir:

“Padişah-i her dua tern şah Abdülkadirest.
Server-i evlad-i Adem şah Abdülkadirest.

Afitab Mahitab-i Arş u Kürsî vel Kalem
Nur-i kalb ez nun azam Şah Abdülkadir est.”

Tercümesi:

“Her iki alemin sultanı şah Abdülkadir’dir.
Ademoğullarının server! şah Abdülkadir’dir.

Arş, Kürsi ve Kalem’m. Güneş’i ve Ay’ı odur
En üstün nûrdan bir kalb nurudur, şah Abdülkadir.”

Abdülkadir-i Geylanî hazretleri buyurdu ki: “Hakiki yaşamak demek, nefsinin arzularını, haram ve zararlı
isteklerini yerine getirmemektir.

“Allahü teâlâya en yakın olan, ahlâkı güzel, kalbi rahat olandır. En üstün amel kalbin Allah’tan başkasına
yönelmemesidir.”

“Bid’at yoluna sapmayınız! İtaat ediniz, muhalif olmayınız. Sabrediniz, sızlanmayınız! Sabit kalınız, ayrılıp
dağılmayınız! Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz! Özünüzü günahtan temizleyiniz, kirletmeyiniz! Hele
Mevlanızın kapısından hiç ayrılmayınız.”

“Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalb ile itiraf etmek ve dille söylemektir.”

“Allah için haline sabr eden fakir, Allah’a şükreden zenginden daha değerlidir. Haline şükredebilen fakir
ise, şükreden zenginden ve sabreden fakirden daha üstündür.”

“Nefsinin peşine düşüp, yol gösterici hakiki alimleri dinlemeyen kimse, gerçekten nasibsizdir.”

“İnsan, kendini Kelime-i tevhid, yani “La ilahe illallah” demeye alıştırmazsa, olum döşeğinde iken onu
hatırlaması ve söylemesi güç olur.”

“Kalb, dünya arzularından birine bağlandığı ve onun geçici lezzetlerinden birinin peşine takılıp gittiği
müddetçe, ahıreti sevmesi mümkün değildir.”

“İyi huy sahibi, insanlardan gelen şeylere aldırmaz. Bu hal ise, her şeyin Allahü teâlânın dilemesiyle
olduğunu bilmektendir. Böyle olan kimse, nefsini hakir görür.”

VASİYETİ

Abdülkadir-i Geylânî, oğlu Abdürrezzak sual edince şunları söyledi:

“Ey oğlum! Allahü teâlâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfik (muvaffakiyyet) ihsan eylesin! Sana
Allah’tan korkmanı ve O’na taat üzere olmam, dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmeni ve hududunu
gözetmeni vasiyet ederim.

Ey oğlum! Allahü teâlâ bize, sana ve müslümanlara tevfik versin! Bizim bu yolumuz, Kitab ve Sünnet üzere
bina edilmiştir. Kalbin selameti, el açıklığı, cömertlik, cefa ve ezaya katlanmak ve din kardeşlerinin
kusurlarını affetmek üzere kurulmuştur.

Ey oğlum! Dervişlerle beraber olmam, meşayıha hürmet gözetmeni, din kardeşlerinle iyi geçinmeni, küçük
ve büyüklere nasihat üzere olmam vasiyet ederim.

Ey oğlum! Zenginlerle görüşmen ve sohbet etmen kendine; fakirlerle görüşmen ise, onlara değer vermenden
olsun. Daima ihlas üzere ol! İhlas; insanların görmesini hatıra getirmeyip, yaradanın daima gördüğünü
unutmamaktır. Sebeplerde Allahü teâlâya dil uzatma. Herhalde Allahü teâlâdan gelene razı ve sükün üzere
ol. Allah adamlarının huzurunda; alçak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalbe sahib
olmak gibi üç sıfat üzere bulun. Hakiki yaşamak, nefsini öldürmekle olur. Nefsini öldürmek demek; onun
arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemek demektir.”



1) El-A’lâm; cild-4. sh. 17

2) Mir’ât-ül-haremeyn; cild-3, sh. 139

3) Nur-ül-ebsar; sh. 224

4) El-Bidaye ven-nihaye; cild-12. sh. 52

5) Fevat-ül-vefeyât; cild-2, sh. 2

6) Gunyet-üt-talibîn; cild-1, sh. 122, 151, 160

7) Fütuh-ül-gayb; sh. 6, 11, 30, 87, 92, 113, 150, 154, 158, 166. 167

8) Feth-ur-Rabbani: sh. 3. 9. 13. 48. 22. 27. 29. 34. 39. 96

9) Mektubât-ı İmam-ı Rabbânî; 3. cild, 123. Mektup

10) Tam İlmhâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 974

11) Redd-i Vehhâbî: sh-40

12) Tabakât-ül-evliya; sh. 246

13) Esma-ül-müellifîn; cild-1, sh. 59

14) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5. Sh. 307

ABDÜLKERİM SATUK BUĞRA HAN

İlk Müslüman-Türk hükümdarı. Babası; bugün Doğu Türkistan sınırları dahilinde bulunan Kaşgar şehri
civarında hükümran olan Karahanlı Devleti hükümdar ailesinden Bezir Arslan Han; onun da babası, Bilge
Mangur Kadir Han idi. Soyları, Afrasiyab bin Besen vasıtasıyla Türk bin Yafes bin Nuh aleyhisselama
ulaşmaktadır. 829 (H. 245) yılında bir Karahanlı şehzadesi olarak doğan Satuk Buğra Han, babası Bezir

Han’ın ölümü üzerine, amcası Oğulcak Kadir Hanla evlenen annesinin himayesinde büyüdü. 12 yaşlarında
iken müslüman olmakla şereflenip Abdülkerim ismini aldı. 25 yaşında iken islâm nimetine kavuştuğunu
herkese ilan etti. 26 yaşında iken, putperest olan amcasını öldürüp Karahanlı tahtını ele geçirdi. İlk,
Müslüman-Türk hükümdarı oldu. 70 yıl hakanlık yaptı. Güzel idaresi, kavminden binlerce kimsenin
müslüman olmasına sebeb oldu. 955-956 (H. 344) senesinde, Kaşgar civarında bulunan Artuc kasabasında

vefat edip oraya defnedildi.

Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olması hususunda, tarihçiler çeşitli bilgiler vermektedir.
Bunlardan Müneccimbaşı, “Cami-ud-duvel” adlı eserinde; “Karahanlılardan ilk müslüman olan, Satuk
Buğra Kara Han’dır. Onun müslüman olmasının sebebi şöyledir: O, rüyasında bir zat gördü. Bu zat ona;
“Müslüman ol, dünyada ve ahırette selamete erersin” dedi. Bunun üzerine rüyasında müslüman oldu.
Sabahleyin uyanınca, İslâmiyet’i kabul edip müslüman olduğunu açıkladı. Satuk Buğra Han, vefat edince,
yerine oğlu Mûsâ bin Satuk geçti. Bundan sonra onun oğlu Ali bin Mûsâ, sonra bunun oğlu Nasr Arslan
hükümdar oldu...” demektedir.

İbn-ul-Esir de, “El-Kamil fit-tarih” adlı eserinde; “Satuk Buğra Han, rüyasında yanına, gökten bir adamın
inip geldiğini gördü. Ona Türkçe; “Müslüman ol, dünyada ve ahırette selamet bul” dedi. Bunun üzerine
rüyasında müslüman olan Satuk Buğra Han, uyanınca da müslüman oldu” diyerek ondan bahsetmektedir.

Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olması hususu, onun adına yazılmış olan “Tezkire-i Satuk
Buğra Han” adlı eserde de yer almıştır. Bu eserin muellifinin Ahmed ibni Sa’d-ul-Erganî olduğu rivayet
edilir. Farsça ve Türkçe pek çok nüshası bulunan bu esere, sonradan sıhhatli olmayan bilgiler ve efsaneler
karıştırılmıştır. Bu bakımdan bu eserde verilen malumat, muteber kabul edilmemektedir.

Abdülkerim Satuk Buğra Han hakkında bilgi veren en önemli kaynak Cemal Karsî’nin yazmış olduğu
“Mulhakat-us-surah” adlı eserdir. Cemal Karsî de, Ebu’l-Fütuh Abdu’l-Gafîr ibni Şeyh Ebu Abdullah
Hüseyn Fadlî’den rivayet etmektedir. Rivayete göre, Horasan ve Maveraünnehr’de hükümran olan
Samanoğulları Devleti hükümdarlarından İsmail bin Ahmed, Nuh bin Esed’in vefatından sonra idareyi ele
alınca, Türklerle olan önceki iyi münasebetlerine sadık kaldı. Bu sırada Türklerin başına Satuk Buğra
Han’ın amcası Oğulcak Kadir Han geçmişti. Oğulcak Kadir Han’a, İslâm elçileri gelip gidiyordu. Fakat o,
elçilerin söylediklerini ve İslâm’a davetlerini kabul etmiyordu. Samanîlerden Nasir bin Ahmed,
kardeşleriyle giriştiği taht kavgasında mağlub olunca, Kaşgar’a gelerek Oğulcak Han’a sığındı. Oğulcak
Kadir Han, onu hoş karşılayıp himayesine aldı. Yardım ve ikramda bulunup; “Sen evine geldin, ailene
kavuştun” dedi. Sonra da Artuc nahiyesinin idaresini Nasir bin Ahmed’e verdi. Semerkand ve Buhara’dan
gelen kafileler, Artuc’da yiyecek ve çeşitli mallar satıyorlardı. Nasir bin Ahmed, Artuc’da bulunduğu
sırada, kendisini himaye eden Türk hakanı Oğulcak Kadir Han’a kıymetli hediyeler vererek, onun gönlünü
kazanmaya çalıştı. O zaman müslüman olmayanlar, yiyecekleri ve giyecekleri memleketin bir yerinde
topluyorlardı. Bunlardan istifade edebilmek, ancak onlarla yakınlık kurduktan sonra mümkün oluyordu.
Nasir bin Ahmed, bir ara Oğulcak Kadir Han’a müracat edip, ondan, cami yapmak için öküz derisi
genişliğinde bir yer istedi. Oğulcak Kadir Han bu isteğini kabul etti. Nasir bin Ahmed de, bir öküz kesti. Bu
öküzün derisini ince ince dildi. Metrelerce uzunlukta sırım yaptı. Sırımın çevrelediği yer kadar toprağa
sahib oldu. Sonra da kendisine verilen bu küçük yere bir cami yaptı. Bu yer Artuc Camii’nin bulunduğu
yerdir. Onun bu zekasına, insanlar hayret ettiler.

Bu sırada Oğulcak Kadir Han’ın yeğeni Satuk Buğra Han, güzel simalı, zeki, akıllı ve fasih bir lisan ile
güzel konuşan on iki yaşlarında bir genç idi. Artuc’a gelip giderken Nasir bin Ahmed’le tanıştı. Zaman
zaman onunla gizlice görüşüp, İslâmiyet hakkında bilgi aldı. Kalbinde İslâmiyet’e karşı sevgi ve muhabbet
hasıl oldu. Arasıra Buhara’dan gelen kafileleri görmek için Artuc’a giderdi. Yine bir defasında Artuc’a
gitmişti. Nasir bin Ahmed, Artuc’a gelen ticaret kafilesine gayet hoş muamele ve ikramda bulundu. Öğle
vakti olunca, müslümanlar öğle namazını kılmak için abdest alıp namaza gittiler. Satuk Buğra Han, bu

sırada henüz müslüman olmamıştı. Fakat, müslümanların namaz kılması hoşuna gitti. Niçin namaz
kıldıklarını merak edip, sebebini Nasir bin Ahmed’den sordu. O da; “Bizim üzerimize her gün beş vakit
namaz kılmak farzdır” dedi. “Bunu sizin üzerinize kim farz kıldı” deyince, Nasir bin, Ahmed; “Allahü teâlâ
farz kıldı” deyip, Satuk Buğra Han’a îmanı, İslâm’ı anlatmaya başladı. Sevgili peygamberimiz Muhammed
aleyhisselamm, Eshab-ı kiramın ve müslümanların üstün hallerinden bahsetti. Sonra da; “Allah’dan başka
ilah yoktur. İbadet ancak O’na yapılır. Muhammed aleyhisselam emin ve sadık bir peygamberdir. İnsanların
her bakımdan en üstünüdür. O’ndan başka tabi olunacak bir kimse yoktur. O’nun getirdiği din olan
İslâmiyet’ten de güzel bir din yoktur” dedi. Satuk Buğra Han’ın kalbinde îman nuru parladı. İslâmiyet’i
kabul ederek müslüman oldu ve Abdülkerim isrnini aldı. Bu hadiseye Oğulcak Kadir Han’dan gizlediler. Bu
arada, Satuk Buğra Han, Kur’ân-ı kerirni ve İslâmiyet’i öğrendi. Amcası Oğulcak Kadir Han’ın, bu
durumun farkına varmasından çekiniyordu. Bundan sonra, yakın akrabasından elli kişinin müslüman
olmasına vesile oldu. İslamiyet’i kabul eden bu elli kişilik grup, genç Türk şehzadesi Satuk Buğra Han’a
tabi oldu. Oğulcak Kadir Han ise Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olduğundan şüphelenerek,
durumu incelemeye başladı ve peşine adam taktı. Bunlar, Satuk Buğra Han’ı gizliden gizliye takib edip,
durumu araştırıyor, ne yaptığını anlamaya çalışıyorlardı. Bir defasında onun abdest alıp namaz kıldığını
gördüler. Durumu Oğulcak Kadir Han’a bildirdiler. Oğulcak da onun müslüman olduğunu çevresine ve
annesine bildirdi. Oğulcak Kadir Han bu hadiseden sonra, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ı bizzat kendisi de

denemek istedi. Bg maksadla ona, puthaneyi tamir etme vazifesini vermeye karar verdi. Bu durumu annesi
haber alınca, oğlu Abdülkerim Satuk Buğra Han’ı haberdar etti. Amcasının kendisini denemek istediğini ve
herkesten çok çalışrnasını söyledi. Nihayet Oğulcak Kadir Han bu hususta emir verince, Abdülkerim Satuk
Buğra Han derhal çalışmaya başladı. Zaten Nasir bin Ahmed ona bu hususta gerekli telkinlerde bulunmuş;
“Şimdi puthane olarak yapılır, sen sonra orayı camiye çevirirsin” demişti. Abdülkerim Satuk Buğra Han,
puthanenin tamir işinde gayretle çalıştı. Herkes birer birer kerpiç taşırken, o ikişer ikişer taşıyordu. Bu
çalışması sırasında bir taraftan da dua ediyor; “Ey yüce Allah’ım! Eğer bana, din düşmanlarına ve sana
iman etmeyenlere karşı yardım edersen, beni, İslâmiyet’in yayılmasına, senin isminin yüceltilmesine vasıta
kılarsan; ben elbette bu puthaneyi mescid yaparım. Senin kulların, orada sana ibadet etmek için toplanırlar.
Sana ibadet etmek için orada bir mihrab ve seni sena (yüce ismini anmak) için bir de minber yaparım.
Bundan sonra sadece senin rızan için ezan okur ve kendim imam olurum” diyordu.

Abdülkerim Satuk Buğra Han yirmi beş yaşına geldiği sırada, İslâm ilimlerini iyice öğrenmişti. Müslüman
olduğunu açıkça etrafına îlan etti. Bundan sonra da, hâlâ müslüman olmak şerefine erişemeyen ve Karahanlı
Devleti’nin başında bulunan amcası Oğulcak Kadir Han ile mücadeleye karar verdi. Bir gün, yanına
inananlardan elli kişilik bir süvari grubu alarak ava gitmek maksadıyla yola çıktı. Yegag Balık adlı beldeye
varınca, şehrin kalesini kuşattı. Bu kuşatma üç ay sürdü. Bunu haber alan Oğulcak Kadir Han, ona karşı
derhal harekete geçti. Bu sırada, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın etrafında üç yüz kadar Kaşgarlı süvari
toplanmıştı. Oğulcak Kadir Han ile Fergana savaşını yaptı. Bunu takib eden günlerde, taraftarları bin kişiye
yükseldi. İlk fethettikleri yer de Atbaşı oldu. Sahib olduğu üç bin kişilik atlı bir orduyla Kaşgar üzerine
yürüyüp, orayı da fethetti. Amcası Oğulcak Kadir Han’ı öldürdü. Kaşgar’da kendisine karşı çıkan asîleri
ağır bir yenilgiye uğrattı. Kaşgar halkını İslâm’a davet etti. Onlar da müslüman oldular. Kaşgar’dan sonra
Bormekik şehrini de aldı. Memleketin idaresini ele geçirip, ülkesinde İslâmiyet’i sür’atle yaydı.

Abdülkerim Satuk Buğra Han, müslüman olduktan sonra, Allahü teâlânın rızası için cihada başladı. Türk
ülkelerinde İslâm’ı yaydı. Zaferler kazandı. Büyük bir mücahid ve cihangir oldu ve her tarafta tanındı.
Doğru olarak öğrendiği İslâm dinini hiç saptırmadan Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdiği gibi yaydı. Bu, onun
en büyük meziyeti ve hizmeti oldu. Onun vesîlesiyle Türklere İslâmiyet saf bir şekilde; Peygamber
efendimizin bildirdiği, Eshab-ı kiramın ve Tabiînin aynen naklettiği Ehl-i sünnet itikadına uygun olarak
ulaştı.

Abdülkerim Satuk Buğra Han, Türklere İslâmiyet’i anlatıp yaymakta fazla zorluk çekmedi. Türklerin bazı
örf ve adetleri İslâmiyefe uygunluk gösteriyordu. Zaten Türkler, Nuh aleyhisselamın oğullarından

müslüman olan Yafes’in neslinden geliyordu. Yafes, mü’min idi. Evladı çoğalınca, onlara reis oldu. Hepsi,
dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibadet ederdi. Yafes nehirden geçerken boğulunca, Türk
ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Bunun evladı çoğaldı. Nesline Türk denildi. Bu Türkler,
ecdadı gibi müslüman, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar, zamanla çoğalarak Asya’ya yayıldı. Başlarına
geçen bazı zalim hükümdarlar, semavî dini bozarak, puta taptırmaya başladılar. Bunlardan, bugün
Sibirya’da yaşayan Yakutlar, hâlâ puta tapmaktadır. Dinden uzaklaştıkça, eski medeniyet ve ahlâklarını da
kaybetmişlerdi. Hele Hunlar ve onların reislerinden Atilla, dinsizliği ve zulmü ile Allah’ın gadabı ismini
almıştı. İslâm güneşi, Mekke-i mukerremeden doğarak, ilim, ahlâk ve her türlü fazilet ışıklarını dünyaya
saçınca, Romalıların, Asya’ya kadar yayılan sefahat ve ahlâksızlıkları ve Asya’yı, Afrika’yı kaplamış olan
dinsizlik, cahillik ve vahşet altında yetişmiş diktatörler, sömürdükleri insanların İslâmiyet’i işitmelerine,
anlamalarına mani oldular. Bu engeller kılıc gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hakanları, asaletleri ve uyanık
olmaları sebebi ile islamiyet’in işitilmesine mani olmadılar. Türk’ün asaleti ile İslâmiyet’in şerefi bir araya
gelmeden önce, Asurîler Türkistan’a girerek, Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmaya alıştırmıştı. Tan yeri
ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebepten, güneşin ismi, tanyeri ve nihayet tanrı oldu. Türkler sonradan
tekrar iman ile şereflenip, büyük gruplar halinde müslüman oldular. Sapıklık zamanında uydurdukları tanrı
ismini kullanmaz oldular. Kur’ân-ı kerîmde bildirilen; “Benim ismim Allah’dır. Beni Allah diye
çağırınız. Allah diye ibadet ediniz. Allah diye yalvarınız!” meâlindeki muteaddid ayet-i kerîmelere
uydular. Bu bakımdan Allahü teâlâya, kendi istediği ismi söylemeyip de, inanmıyanların, O’nun en
sevmediği mabudlarına koydukları tanrı ismi ile O’nu çağırmanın yanlış ve uygunsuz olduğunun şuuruna
vardılar.

Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın müslüman olmakla şereflenmesi ve ülkesinde İslâmiyet’i yayması, Türk
Tarihi’nin en büyük ve en güzel hadiselerinden biridir. Daha önceden, Oğuz ve Kalag Türkleri arasında
müslüman olan gruplar olmuşsa da, devlet olarak İslâmiyet’i kabul eden ilk Türk boyları Karahanlılar ve
İdil Türkleri olmuştur. Türkler devlet olarak müslüman olduktan sonra, İslâmiyet’in bayrakdarlığını yapıp
dünyanın dört bir tarafına yaydılar. Eshab-ı kiramdan sonra tarihte nadir görülen hizmetler yapıp, din
uğrunda cihad ettiler. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın bildirdiği İslâmiyet’i, Ehl-i sünnet
îtikadını; Karahanlı Türkleri, Türkistan’da; Gazneli Türkleri, Hindistan’da; Oğuz, Selçuklu Türkleri,
Anadolu’da ve tarihin en muhteşem müslüman Türk devleti olan Osmanlılar da üç kıtaya yaydılar. Böylece
müslüman Türkler, İslâmiyet’e bin yıldan fazla bir zaman hizmet ettiler. Abdülkerim Satuk Buğra Han,
Karahanlıların başına geçip hükümdar olduktan sonra, kendisinin müslüman olmasına vesile olan
Samanîlere de yardımda bulunmuştur. İbn-i Haldun’un “El-iber” add eserinde ve Cemal Karsî’nin,
“Mulhakat-us-Surşh” adlı eserindeki rivayete göre 915 (H. 303) senesinde Hasan ibni Kasım Ed-Daî
tarafından Cürcan’a vali tayin edilen Leyla bin Nu’man, Samanîlere karşı isyan etmişti. Etrafına da şiîleri
toplamıştı. Samanîler, Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan yardım istediler. Samanîlerin kendi orduları
Horasan’da başlayan isyanı bastıramamış, asilere yenilmişti. Şiîler, büyük bir ordu ile Horasan’ın merkezi
olan Nişabur’u işgal etmişlerdi. Samanîlere yardım etmek üzere hareket eden Abdülkerim Satuk Buğra Han,
921 (H. 309) yılında Leyla bin Nu’man’ın karşısına çıktı. Bu sırada Amid şehrinde bulunan Leyla bin
Nu’man’ı mağlub edip yakaladı ve idam ettirip başını Buhara’ya gönderdi.

Abdülkerim Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yagma, Çiğil, Oğuz kabilelerinin yerleşmiş
bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirdi. İslamiyet’i yayma hususunda, meşhûr alimlerden
olan Ebu’l-Hasen Muhammed bin Süfyan Kalamati Horasanî’den çok istifade etti. Ayrıca Karahanlılar
Devleti’nin doşu kısmına hakim olan Büyük Kağan, Çinlilerden yardım alarak 942 (H. 332) yılında
Abdülkerim Satuk Buğra Han’a karşı savaş açtı. Abdülkerim Satuk Buğra Han müslümanların yardım ve
desteğiyle, onunla Balasagun savaşını yaptı ve galib geldi.

Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pek çok İslâm alimi gelip,
İslâmiyet’i doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar. Kendisinden sonra Mûsâ Tunga adında bir oğlu


Click to View FlipBook Version