The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by kitablarinmuhteviyati, 2021-12-05 13:40:10

İslam Tarihi Ansiklopedisi 1. Cild

İslam Tarihi Ansiklopedisi 1. Cild

Keywords: İslam Tarihi Ansiklopedisi

başlıca prensipleriydi. Başlangıçta, fikirlerini kabul etmeye müsait gördükleri kimselerin fikirlerine uyar
görünürler, sonra onu âyet-i kerîmelerin zahirî mânâları hakkında şüpheye düşürürlerdi. Böylece onun
merakını, artırırlar ve sırlarının yeminsiz olarak kimseye söylenemiyeceğini belirtirlerdi. İstekli olan
kimseden ahd ve yemin aldıktan sonra, tedrîcen açılırlardı. Bu sistemin en son merhalesi, dâîlik olup,
insanların İslâm dîninden çıkmasını te’mindi.

Abdullah bin Meymûn ve ona tâbi olanların temel inanışları şöyle özetlenebilir: Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerin zahir yâni açık mânâlarına inanmayıp, bâtınî mânâ dedikleri kendi uydurdukları değişik mânâları
verirler. Zahirî mânâlara göre amel etmek haramdır ve cevizin kabuğu değil, içi, özü işe yarar derler.”
Bunlar, İsmail bin Ca’fer es-Sâdık’ın imametini kabul ettikleri için İsmâiliyye diye de adlandırılırlar (Bkz.
Bâtınîlik).



1) Muhtasar-ı Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye; sh. 17

2) El-Milel ven-Nihâl; cild-1, sh. 191, 198

3) Fihrist; sh. 186

4) Siyâsetnâme; sh. 184

5) El-Kâmil fit-târih

6) Kavâid-i Akâid-i Ali Muhammed; sh. 33, 49

7) El-Fark beynel-firâk

8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh 459

ABDULLAH BİN MÜBAREK

Tebe-i tabiînin büyüklerinden. Mücâhid bir zât olup, hadîs ve fıkıh âlimi idi. İsmi, Abdullah bin Mübarek
bin Vâdıh Hanzalî Temîmî, künyesi Ebû Abdurrahmân’dır. Emevî halîfelerinden Hişâm bin Abdülmelik
devrinde 736 (H. 118) yılında Horasan’da Merv şehrinde doğdu. 797 (H. 181) senesi bir gaza dönüşü,
Bağdad yakınlarında Hît denilen yerde vefat etti. Türk asıllıdır.

Abdullah bin Mübarek, sâlih bir ana babadan dünyaya geldi. Ana ve babası ve doğumu ile ilgili menkıbe
meşhûrdur: Merv şehri kadısının bir kızı vardı. Şehrin eşraf ve ileri gelenleri bu kızı istediler. Kadı,
danışmaya ehil olanlarla meşveret etti. Bir de hıristiyan komşusu vardı. “Onunla da meşvret edeyim, başka
dindendir ama, görünüşte komşumuzdur” deyip, çağırdı. Meşveretten sonra, hıristiyan şöyle dedi: “Ey
Kadı! Bu işte, bizden öncekilerin yolları, âdetleri vardır. Sizden öncekilerin de âdetleri, sünnetleri vardır.
Zamanımız insanlarının da âdetleri vardır. Şimdi sen serbestsin. Hangisini istersen seç.” Kadı; “Üç yolu,
âdeti de açıkla” dedi. Hıristiyan şöyle anlattı: “Bizim evvelkilerin yolu, asîl, soylu birisini bulup, kızını oha
verirlerdi. Sizin evvelkilerinizin sünneti, âdeti, takva sahibine (Allahü teâlâdan korkana) vermekti.
Zamânımızdakilerin âdeti ise zenginleri tercih etmektir. İyi soya, asalete ve kuvvetli dîne îtibâr etmezler.
Sen hangisini seçiyorsun!” Kadı; “Ben kendi evvelkilerimizin sünneti ile amel eder ve takva sahibini tercih
ederim” dedi. Sonra düşündü. Merv’de, kölesinden daha muttaki (Allahü teâlâdan korkan) ve dindar kimse
bulamadı. Kızını ona verdi. Fakat kölesi kırk gün kızın yanına gitmedi. Annesinin bundan haberi olunca,
kadıya şikâyet edip; “Böyle sâlihâ bir kızı, kölene verdin de, henüz yüzüne bile bakmadı, senin bu yaptığın

nedir?” dedi. Kadı, (kölesi Mübârek’e; “Ey Mübarek! Sen benim kızıma nâz mı ediyorsun da, yanına
gitmiyorsun?” dedi. Mübarek cevâbında; “Ey müslümanların kadısı! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nasıl
nâz edebilirim? Ama siz kadısınız. Bu yüzden kızınızın evinizde iken şüpheli birşey yemesinden korktum.
Ben ise, lokmalara çok dikkat ediyorum. Ona helâl yemek yediriyor ve kanının tamamen temiz olmasını
istiyorum. Allahü teâlâ bize bir çocuk verirse, sâlih ve iyi olmasına çalışıyorum” dedi. Kırk gün sonra
hanımının yanına yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat etmesi neticesinde, Allahü teâlâ ona Abdullah
gibi bir oğul verdi. İşte bu çocuk; bütün dünyânın makbulü olan Abdullah bin Mübarek hazretleri idi.

Abdullah bin Mübarek, ilk tahsilini Merv şehrinde yaptı. Sonra Bağdad’a geldi. Tabiînden büyük âlim,
şaşıranların yol göstericisi, dînin senedi, Hanefî mezhebinin reîsi olan İmâm-ı a’zamdan ilim tahsil etti.
Ayrıca zamanın meşhûr âlimlerinin derslerine devam ederek, hadîs ve fıkıh ilimlerinde söz sahibi oldu.

Süleyman Teymî, Hamîd-i Tavîl, İsmail bin Hâlid, Yahya bin Sa’îd Ensârî, Sa’îd bin Sa’îd Ensârî, İbrahim
bin Ebî Abele, Ebû Halde Hâlid bin Dînâr, Âsım el-Ahvel, İbn-i Avn, İkrime bin Ammâr, Îsâ bin Tahmân,
Fıtr bin Halîfe, Muhammed bin Aslan, Mûsâ bin Ukbe, A’meş, Hişâm bin Urve, Süfyân-ı Sevrî, Şu’be bin
Haccâc, Evzâî, İbn-i Cüreyc, Mâlik, Leys, İbn-i Ebî Zi’b hocalarından bâzılarıdır. Talebelerinden bâzıları
da; Ma’mer bin Râşid, Ebû İshak Fezârî, Ca’fer bin Süleyman, Bakıyye bin Velîd, Dâvûd bin
Abdurrahmân, Süfyân bin Uyeyne, Ebü’l-Ehvâs, Fudayl bin Iyâd, Mu’temir bin Süleyman, Velîd bin
Müslim, Ebû Bekr bin lyâş ve başkalarıdır. Kitapları, kerametleri ve yetiştirdiği talebeleri pek çoktur.
Bunlardan birisi de mezheb reisi Ahmed bin Hanbel hazretleridir.

Abdullah bin Mübarek, ilim tahsîlinden sonra tekrar Merv’e döndü. Burada bir yıl ticâretle uğraşır,
kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl, İslâmiyet’i yaymak için cihâda çıkar, harblere giderdi. İlmi,
fıkhı, edebi, fesahati ve zühdü çok idi. Geceleri ibâdet ile geçirirdi. Az konuşmayı kendine âdet edinmiş
olup, emîn ve sözleri sehed idi. Arkadaşından emânet aldığı bir kalemi iade etmek için, Merv’den Şam’a
kadar yaya olarak gelmiş ve emâneti yerine ulaştırmıştır. Kitaplarında yirmi binden ziyâde hadîs-i şerîfe yer
vermiştir.

“Tezkire”de onun hakkında şöyle bildirilmektedir: “Din düşmanları ile cihâd edenlerin başında gelirdi.
Âlimlerin sultânı ismini alan Abdullah bin Mübarek, ayrıca yiğitlikte zamanının bir tanesi idi. Dînimizin
büyüklerini görmüş, sohbet etmiş ve onların makbulü olmuştur. Onun hakkında, önceleri hıristiyan olan ve
hidâyetine vesile olduğu, Hasen ibni Îsâ Masercis şöyle anlatır: “Abdullah bin Mübârek’in arkadaşlarından
Fadl bin Îsâ, Muhalled bin Hüseyn ve başkaları yanıma gelip; “Haydi Abdullah bin Mübârek’in güzel
hâllerini sayalım” dediler. Beraberce şöyle saydık “Onun; ilmi, edebi, fıkhı, nahvi, lügati, şiiri, fesahati,
zühdü, verâı, insafı, gece ibâdeti, haccı, gazası, biniciliği, kahramanlığı, riyazeti, boşuna konuşmaması,
arkadaşlarına karşı gelmemesi ve başkalarıdır.”

Ali bin Sadaka onun hakkında şöyle demiştir: “Hadîs âlimleri arasında İbn-i Mübarek, insanlar arasında
Emîr-ül-mü’minîn gibidir.”

Ayrıca onun hakkında pek çok söz söylenmiştir. Meselâ, Abdullah bin Muhammed; “İbn-i Mübârek’i
dinledim. O, bize göre insanların en yükseği ve onların içinde kendi zamanındaki ihtilâfları en’iyi bilendir”
demiştir.

Talebesi Nuaym bin Hammâd; “İbn-i Mübarek gibisini görmedim. O, sanki benzeri olmayan, husûsî
dokunmuş bir kumaş gibidir” buyurdu.

Şu’ayb bin Harb; “Abdullah bin Mübarekle kim karşılaşırsa şeref kazanır. Çünkü o, zamânındakilerin
hepsinden üstün vasıflara sahip bir zât idi” şeklinde bildirmiştir.

Kütüb-i sitte ehlinden İmâm-ı Nesâî (r. aleyh) şöyle dedi: “Biz, zamanımızda İbn-i Mübârek’ten daha
kuvvetli, daha üstün, her övülen sıfatın kendinde bulunduğu bir başka zât tanımıyoruz.” Talebesi Yahya bin
Sa’îd el-Kattân da, ondan bahisle; “İlimde anlayış sahibi, hafız, zâhid, âbid, zengin, çok hac ve gaza eden,
nahiv bilgisi çok kuvvetli, şâir bir zât idi. Onun gibisini görmedim” demiştir.

İbn-i Hibbân; “Onda, kendi zamanında ilim ehlinden hiç bir kimsede olmayan güzellikler vardır”
buyururken, İsmail bin lyâş; “Zamanında onun gibisi yoktu. Allahü teâlâ yarattığı her güzel hasletten ona da
vermiştir” diye bildiriyordu.

Abdullah bin Mus’ab da (r. aleyh); “Hadîs ve fıkıh ilmini, Arab edebiyatını iyi bilen, şecaati, ticâreti,
cömertliği ve yanında olmadıkları zamanda, arkadaşlarına muhabbeti kendisinde toplamış mümtaz bir zât
idi” buyurmuştur.

Süfyân-ı Sevrî (r. aleyh); “Bütün ömrümde bir sene Abdullah bin Mübârek gibi olmayı isterdim. Fakat buna
gücüm yetmez. Hattâ üç gün bile” buyurmuştur.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) sünnete uyar, bid’atten ve bid’at ehlinden nefret ederdi. Böyle kimselerle
oturmadığı gibi, oturanları da men ederdi. Zararını anlatır ve münafıklık alâmetlerinden olduğunu söylerdi.

Bir defasında, Horasan âlimlerinden olan Abdullah bin Ömer Serahbî şöyle buyurdu: “Bir keresinde bid’at
ehliyle oturup yemek yedim. Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) bundan haberdâr olunca, bana; “Seninle otuz
gün konuşmayacağım” dedi. Selâm bin Ebî Mutî’; “Doğuda onun bir benzerini görmedim”, Hâkim;
“Asrında dünyânın imâmı idi. İlim, zühd, yiğitlik ve cömertlikte en iyileri idi”, Hasen bin Îsâ; “Duası kabul
olunanlardandı” demişlerdir.

Ebû Üsâme de; “İbn-i Mübârek’ten çok ilim isteyen, bir başkasını görmedim” buyurdu.

İbn-i Mehdî; “İmamlar dörttür; “Süfyân-ı Sevrî, Hammâd bin Zeyd, İbn-i Mübarek, Mâlik” diyerek, onu
imamlar içinde saymıştır.

İmâm-ı Ahmed; “Zamanında ilmi ondan daha çok taleb eden yoktu”, Fudayl bin Iyâd; “Ardından bir
benzeri gelmedi”, İbn-i İshak Fezârî; “İbn-i Mübarek, müslümanların imamıdır”, Ata bin Müslim; “Onun
bir benzerini görmedim. Başkaları da görmedi.” Evzâî; “Onu gören gönüller rahatlardı.” buyurmuşlardır.

Mevlânâ Muhammed Rebhâmî (r. aleyh); “Üstadımın şöyle buyurduğunu işittim” dedi: “Abdullah bin
Mübârek’in (r. aleyh) dört şeyde eşi yoktu. Birincisi, zamanında dünyâda onun gibi bir âlim yoktu.
Diğerleri sıra ile; hilm, şecaat ve yiğitliği, bir de cömertliği idi. Bu dört şeyde, zamanında, hiç kimse onunla
eşit değildi.”

İbn-i İshak şöyle dedi: “Ben, Sahâbe-i kiram ile Abdullah bin Mübârek’in işlerine, hâllerine dikkat ettim.
Onların aynı idi. Yalnız, Eshâb-ı kirâm’ın (r. anhüm) üstünlükleri, Peygamber efendimizin eşsiz sohbetinde
bulunmaktan ileri geliyordu.”

Abdullah bin Mübârek’in (r. aleyh) huzurunda birisi aksırdı. Fakat Elhamdülillah demeyi unuttu. O
kimseye, suâl sorar gibi bir eda ile; “Aksıranın ne demesi îcâbeder efendim?” dedi. O da “Elhamdülillah”
deyince, İmâm da; “Yerhamükellah” buyurdu. Bu rivayeti bildiren Muhammed bin Cemîl; “Bu edebli
hareket bizi şaşırttı. Bu derece edebe hayran olduk” demektedir.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh), Allahü teâlâdan çok korkar, titrer ve gözyaşı dökerdi. Arkadaşı Fudayl bin
Iyâd (r. aleyh); “Onu sevmemin asıl sebebi, Allahü teâlâdan çok korkmasıdır” buyurdu.

Kendisini Mekke-i mükerremeden uğurlayan hocası İbn-i Cüreyc (r. aleyh), ona; “Sen, Allahü teâlâyı
sevdikçe, O da senin yardımcın olsun” diye dua etmişti.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh), hudut boylarında at koşturur ve Ribât denilen gözetleme karakollarında
bulunurdu. Cihâd için Tarsus’a kadar geldi ve Rakka’ya uğradı. Buraya geldiğinde, muazzam bir kalabalık
kendisini karşıladı, öyle ki, kalabalığın kaldırdığı toz, bulut gibi göğe yükseliyordu. Küçükler, büyükler ve
şehrin ileri gelenleri onu görmek için can atıyorlardı.

Misis denilen yerde de ikâmet etti. Tarsus’da, hadîs-i şerîf rivayetinde bulundu. İlim, ibâdet ve cihâddan
geri durmadı. Misis’de, ikindi namazında Cum’a Mescidi’ne gelir, güneş batıncaya kadar kıbleye karşı
oturur, Allahü teâlanın zikriyle meşgul olur, kimseyle konuşmazdı. “Kim gündüzünü Allahü teâlâyı anarak
geçirirse, o, bütün gün zikretmişlerden yazılır” buyururdu.

Muhammed bin Abdurrahmân bin Sehm’den rivayet edildiğine göre; Abdullah bin Mübarek (r. aleyh),
Misis nahiyesinde on yedi bin hadîs-i şerîf rivayet etti. Küçük yaştaki talebesi Abdet bin Süleyman’a hadîs-i
şerîf yazdırır, öğrendiği ilme karşılık bir şey vermemesi cin, üstelik para verirdi.

O zaman Şam’ın hudut vilâyeti olan Misis, Antalya ile Rumlar arasında bulunuyordu. Burada sâlih kimseler
hudut muhafızı yâni murâbıt olarak kalırlardı. Abdullah bin Mübarek de (r. aleyh) bu gaza mahallerinde,
Rumlara karşı yapılan gazalara iştirak edip, büyük kahramanlıklar gösterdi. Mu’temir bin Süleyman ve
Abdullah bin Sinan’la birlikte cihâda çıkarlardı. Abdullah bin Sinan (r. aleyh) onun cihâd ve
kahramanlıklarını şöyle bildirmektedir: “Abdullah bin Mübarek, harpteki kahramanlıklarını gizler, kimsenin
kendisini tanımasını istemezdi. Bir defasında, harp sahasında bir çok müslümanı şehîd eden ve kimsenin
karşısına çıkamadığı azılı bir kâfiri katletti. Arkasından da beş kişiyi daha öldürdü. O, bu kahramanlığından
dolayı tanınmak istemeyip, kendini gizledi. Hattâ bana; kimseye söylememem için yemîn verdirdi.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) böyle bir gazadan dönünce, Mekke-i mükerremede bulunan evliyadan
Fudayl bin Iyâd’a (r. aleyh) manzum bir mektup yazdı. Bu mektupta cihâdın faziletini bildirip, ibâdetle
meşgul olan arkadaşına, mektubunda özetle şöyle demektedir:

“Ey Haremeyn’de ibâdet edip, göz yaşı döken! Bizi bir gör. Biz kanlarımızla boyanıyoruz. Akınlarda
yorulan atlarımızın ayaklarından etrafa saçılan tozlar, bize misk ü anber olurken, oradaki misk-ü anber
kokuları sizin olsun derim. Peygamber efendimizden bize hiç yalanlanamayan doğru haber geldi: “Allah
yolunda savaşan atların sıçrattığı tozlar, bir kişinin burnunda. Cehennem ateşinin dumanıyla
birleşmez.” Allahü teâlâ da meâlen şöyle buyurdu: “Allah yolunda şehîd olanlara “Ölülerdir”
demeyiniz. Hakikatte onlar diridirler. Fakat siz anlayıp bilemezsiniz.” (Bekara sûresi: 154)

Fudayl bin Iyâd (r. aleyh) mektubu gözyaşları içinde okudu. Sonra da; “Ebû Abdurrahmân doğru söylüyor
ve bana nasihat ediyor” buyurdu.

Gaza arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır: “Seferde bir gece, Abdullah bin Mübarek (r. aleyh)
istirâhate çekilmişti. Ben de mızrağıma dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr
vaktine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmağa geldi. Uyumadığımı, kendisinin durumunu
gördüğümü anlayınca, hayasından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle devam etti.”

Hıbbân; “İbn-i Mübarek ilemücâhidler olarak Şam’a varmıştık. Orada halkın ibâdetini, gazaya hazır
hâllerini, her gün seriyyelerin (küçük askerî birliklerin) geliş-gidişlerini görünce, İbn-i Mübarek şöyle
buyurdu: “Bu güzel hâller ile Rabbimizin huzuruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını açtık” buyurdu.

Sehl Ali bin Abdullah Mervezî, Abdullah bin Mübârek’in derslerine devam ederdi. Bir gün; “Artık senin
dersine gelmeyeceğim. Çünkü, bugün gelirken, senin kızların dama çıkmış, beni çağırıyorlardı. Benim
Sehl’im, benim Sehl’im diyorlardı. Bunların terbiyesini vermiyor musun?” dedi. Abdullah bin Mübarek, o
gece talebesini toplayıp; “Sehl’in cenaze namazına gidelim” dedi. Gidip, vefat etmiş buldular. “Vefatını
nerden anladın?” dediklerinde; “Benim hiç cariyem yok. O gördükleri Cennet hûrîleri idi. Onu Cennet’e
çağırıyorlardı” dedi.

Abdullah bin Mübarek buyurdular ki: Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz vakti gelince ondan, namaz
kılarken bana zarar vermiyeceğine dâir söz aldım. Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir namaz kıldım.
Sonra ateşperest olan o şahsın ibâdet zamanı gelmişti. Şimdi sıra bende, ben ibâdet ederken, sen de zarar
vermiyeceğine dâir söz ver deyince; rahatça ibâdetini yapabileceğini bildirdim.

Fakat ateşperest, ateşe tapmak üzere secdeye varınca, hemen üzerine atıldım. Sözümde durmadım. Şöyle bir
ses duydum: “Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir!” Bunun üzerine, ona zarar vermeden geri çekildim.
Sonra, ateşperest ibâdetini bitirdiğinde bana sordu: “Evvelâ hücûm ettin. Sonra niye vazgeçtin?...” “Ben,
Allalrdan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat
tam o anda; “Söz verdiğin zaman, ahdifli yerine getir” diyen bir ses, beni o teşeb-büsten alıkoydu” dedim.
Bunun üzerine ateşperest; “Rab, senin Rabbindir! Kendi düşmanı için, dostunu bile azarlıyor! İşte
huzurunda müslüman oluyorum” diyerek Kelime-i şehâdet getirdi.

Bir gün Abdullah bin Mübarek, Şam’a gitmek üzere sefere çıktı. x Giderken, yolda ölmüş bir merkep gördü.
Yanı başında ayakta bir fakir de ağlıyordu. Abdullah bin Mübarek ona niye ağladığını sordu. Fakir, cevap
olarak; “Ben fakir bir kimseyim ve çoluk-çocuk sahibiyim. Bunu üç yüz dirheme almıştım. Bundan sonra
ne yapacağımı düşünerek ağlıyorum!” dedi. Abdullah bin Mübarek; “Sen bunu sağ iken üç yüz dirheme
almıştın. Şimdi ise bunu senden semeri ile beş yüz dirheme alıyorum” deyip, beş yüz dirhemi sayarak eline
verdi. O gece fakir, rüyasında mahşeri gördü. Baktı ki, bahçeler, bağlar içerisinde bir merkep! Yularını ve
palanını altın ve mercanlarla süslemişleri Yanı başında bir melek, şöyle nida ediyordu: “Kim buna binerse
ona müjdeler olsun.” Fakir bunu duyunca, meleğin yanına gelip dedi ki: “Bu benim ölen merkebimdir.
Bunu bana ver!” “Evet, bu senindir. Fakat ölüsüne sabır etmediğin için, şimdi başkasının oldu. Baksana,
yuları üzerinde ne yazıyor?” Fakir yulara bakınca bir de ne görsün; “Bu, Abdullah bin Mübarek
hazretlerinin bineğidir” yazılıydı. Sonra fakir, uykudan uyanıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kendi
kendine; “Bana yazıklar olsun, bir hayvanın ölmesine bile sabredemedim” dedi. Hemen beş yüz dirhemi
alıp, doğruca Abdullah bin Mübarek hazretlerinin yanına gitti. Parasını geri vermek istedi ve dedi ki: “Ben
satıştan vazgeçtim.” “Sen akşam gördüğün rüya üzerine geldin. Ben de vazgeçtim. Beş yüz dirhemi de sana
hediye ettim” buyurdu.

Bir gün bir âmâ gelip; “Bana dua buyurun da, Allahü teâlâ gözlerime görme kuvveti versin!” dedi. Bunun
üzerine Abdullah bin Mübarek, Allahü teâlâya yalvararak dua eyledi ve derhal âmânın gözleri görmeye
başladı.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh), bir hâtırasını şöyle anlatır: “Şiddetli bir kıtlık ve kuraklık senesi
Medine’ye gitti m. Halk ile beraber yağmur duasına çıktık. Üzerinde adî ketenden iki elbise bulunan ve
birini izâr, diğerini de peştemal olarak kullanan siyâhî bir genç, benim yanı başıma gelerek pturdu ve; “Yâ
Rabbî! Amellerimizin kötülüğü’, günahlarımızın çokluğu, senin katında yüzlerimizi kararttı. Bizi terbiye
etmek için rahmetini bizden kestin. Ey Hilm ü vakar sahibi olan ve ey kulları kendisinden iyilikten başka bir
şey bilmeyen Rabbimiz! Şu anda kullarına rahmetini inzal etmeni senden dilerim” diye dua etti. “Bu saatte,
bu saatte” derken gökyüzü bulutlandı ve her taraftan yağmur yağmaya başladı. Oradan ayrıldık. Fudayl’ın
yanına gittim. Fudayl (r. aleyh); “Ne oluyor, seni mahzun görüyorum?” dedi. Ben hâdiseyi kendisine
anlattım ve siyâhî delikanlının bizi geçmiş olduğunu söyleyince, Fudayl, bir âh çekerek bayıldı ve yere
düştü.”

Abdullah bin Mübarek hazretlerinin bir kölesi vardı. Bunun için etraftan kendisine; “Kölen mezar açıp,
kefen soyuyor ve bu suretle aldığı paraları sana veriyor” dediler. Abdullah (r. aleyh) buna çok üzüldü. Bir
gece onu tâkib etti. Köle, mezarlığa girdi. Bir kabrin üstünü açtı, orada namaza durdu. Biraz daha yaklaşıp
dikkatle baktığında, kölesinin üzerinde bir çul, boynunda bir zincir gördü. Secdeye gidip ağladı, sızladı.
Onun bu hâlini gören Abdullah bin Mübarek (r. aleyh), sessizce geri çekildi ve bir köşede ağladı. Köle,
sabaha kadar orada ibâdetine devam etti. Sonra mezardan çıkıp üstünü örttü. Sonra da camiye sabah
namazına koştu. Namazdan sonra; “Ey asıl sahibim olan Rabbim! Mecazî efendime para vermem gerekiyor.
Muhtaçların sığınağı sensin” diye dua etti. O zaman kölenin avucuna bir dirhem kondu. Bu hâdiseyi
seyreden Abdullah bin Mübarek hazretleri, dayanamayıp onun yanına gitti ve kucaklayıp öptü. “Senin gibi
köleye canlar feda olsun. Keşke sen efendi, ben de kölen olsam” dedi. Bunun üzerine köle; “İlâhî! Hâlim
anlaşıldı. Emânetini al!” dedi. O anda ruhunu teslim etti. Cenaze namazı kılınıp, aynı elbise ile aynı kabre
defnedildi.

‘Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) vefatı yaklaştığı zaman bütün malını fakirlere verdi. Hizmetinde bulunan
bir talebesi dedi ki: “Efendim, malûmunuz üç çocuğunuz var. Onlara mîras bırakmayacak mısınız?”
Buyurdu ki:

“Onları Allahü teâlâya emânet ediyorum, O, en iyi vekildir. Eğer çocuklarım, sâlih olursa, cenâb-ı Hak,
onları hiç ummadıkları yerden rızııklandırır. Yok eğer, fâsık olurlarsa, malımın kötü insanlara kalmasını
istemem.”

Vefatı ânında gözlerini açtı, güldü ve meâlen; “Amel edenler, bu ebedî nimete kavuşmak için
çalışsınlar” (Sâffât sûresi: 61) âyet-i kerîmesini okudu.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) vefatı esnasında, âzâdlı kölesi olan Nasr’a; “Başımı toprağa koy” dedi.
Nasr ağladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince; “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü
görüp ağlıyorum” dedi. İbn-i Mübarek; “Ağlama. Zîrâ ben, Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve
yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkin et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu
tekrar etme” buyurdu.

Hâlid bin Ma’dan’dan rivayet ettiği hadîs-i şerîfde, sevgili Peygamberimiz; “Şehîdler, Allah’ın emin
kıldığı kimselerdir, ister öldürülsünler, isterse yataklarında ölsünler” buyurdu.

Fudayl bin Iyâd’ın oğlu Muhammed şöyle dedi: “Abdullah bin Mübârek’i rüyamda gördüm. Ona; “En üstün
amel nedir?” dedim. “İçinde bulunduğundur” buyurdu. “Hudud boylarında beklemek ve cihâd mıdır?”
dedim. “Evet” buyurdu. “Allahü teâlâ sana ne muamele yaptı?” dedim. “Beni sonsuz mağfireti ile mağfiret
edip, izzet ve ikramlarda bulundu” dedi.

Misisli İsmail ibni İbrahim anlatır. “Haris bin Atıyye’yi rüyada görüp ona hâlini sordum; “Rabbim beni
mağfiret etti” dedi. “Abdullah bin Mübarek nerededir? dedim. “O, hergün Allahü teâlâ’nın huzuruna
çıkanlardandır” dedi!

Nevfel; “Abdullah bin Mübârek’i rüyada gördüm ve; “Rabbin sana ne muamele yaptı?” dedim. O da; “Beni
mağfiret etti” buyurdu. Süfyân-ı Sevrî’ye ne yaptı?” dedim. “O, şehîdlerin içinde yüksek derecelerdedir”
buyurdu.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh), edeb ve hikmet sahibi idi. Hikmetli sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Biz çok ilimden ziyâde az da olsa edebe muhtacız.”

“Âlimler edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır.”

“Çalışman ve işlerini Allahü teâlâya ısmarlaman, tevekküle mâni değildir. Tevekkül ve tefviz hâli içinde
kazanmak ibâdettir.”

“Hastalanınca harcamak, vefatında da kefenini almak için insan, çalışmalı ve bir mikdar mala sahib
olmalıdır.”

“Çalışıp kazanma zahmeti çekmemiş kimsede hayır yoktur.”

Buyurdu ki: “İlmin evveli niyettir. Sonra anlamaktır. Sonra yapmaktır, sonra muhafazadır, sonra
yaymaktır.”

“Nefsini bilen Rabbini bilir” hadîs-i şerîfinin sırrına eren, nefsini, sokakta gördüğü köpekten aşağı bilir.”

“Nice küçük amel, niyetle büyür, nice büyük amel de niyetle küçülür.”

“Bana hıyanet edecek hiç bir şeyi kalbime koymadım.”

“Ölümden sonrası için ölmeden önce hazırlık yap.”

“Sükût, doğruluk, vakar; kişi için en güzel süstür.”

“Allahü teâlâdan korkan kimselerle beraber ol. Bid’at sahipleriyle oturmaktan sakın!”

“Bir kimsenin çoluğu-çocuğu olup, onların ihtiyâcı için çalışsa, geceleri kalkıp üzerleri açık olarak, gördüğü
evlâdının üzerlerini yorganları ile örtse, onun bu çeşit işleri gaza ve cihâddan daha üstündür.”

“Âlimleri hafîfe alanın âhıreti, ümerâyı hafîfe alanların dünyâsı, dostlarını hafîfe alanın mürüvveti yıkılır.”

“Salih kimselerden olmadığım hâlde, sâlihleri severim. Kötü kimselerden daha aşağı olduğum hâlde,
kötüleri sevmem”

“Eğer gıybet etseydim; anamı, babamı gıybet ederdim. Çünkü sevâblarımın onlara verilmesi daha hayırlı
olur.”

Allah için ilme çok ehemmiyet verirdi. Buyurdu ki:

“Müstehâbları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşek davranmak,
farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da marifete, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşamaz.”

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) birisine; “Allahü teâlâyı murakabe et” dedi. O kişi; “Bu nasıl olur”
dedikte; “Allahü teâlâyı görür gibi ol” buyurdu.

“İnsan nefs, şeytan, münafık gibi üç düşmanla karşı karşıyadır ve bunlardan kurtulmak çok güçtür.”

Salim bin Abdullah’ın naklettiğine göre, ilmin faydası hakkında da şöyle buyurdu:

“Kim ilmi ararsa öğrenir. İlmi öğrenen, günah işlemekten korkar. Günahtan korkan ondan kaçar. Ondan
kaçan ise kıyamet günü hesaptan kurtulur.”

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) çok cömerd olup, misafiri çok sever, onsuz bir şey yemezdi. Sebebini
sorduklarında; “Misafirle yenen yemekden suâl olunmayacak. Bu sebepten misafirle yemek yemeğe gayret
ediyorum” buyururdu.

Onun ikramlarını gören yakınları; “Mal azaldı. Şu misafirleri biraz azaltsanız” dediklerinde; “Mal azaldıysa,
ömür de azaldı” buyurdu.

Buyurdu ki: “Şüpheli bir kuruşu geri vermeyi, binlerce lira sadaka dağıtmaktan daha fazla severim.”

“Din kardeşimin bir ihtiyâcını görmem, bir sene nafile ibâdet etmemden daha önemlidir.”

Abdullah bin Mübârek’e (r. aleyh); “İnsanların en alçağı kimdir?” diye sorulunca; “Din kisvesi altında
dünyâ menfaati sağlayandır” buyurdu.

“Okumadan yüksek derece isteyene şaşarım.”

Abdullah bin Mübârek’in, Zeyd bin Eslem’den rivayet ettiği hadîs-i şerîfde; “Bir müslümanın hayırlı bir
sözü öğrenip, öğretmesi ve onunla amel etmesi, bir senelik (nafile) ibâdetinden hayırlıdır.” buyruldu.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) buyurdu ki: “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe; âlim, âbid, zâhid, Allah’dan çok
korkan ve O’nun rızâsmı dileyen bir zât olup, çoğu kere, gece namazı kılardı.” Yine İbn-i Mübarek
hazretlerinin yanında. İmâm-ı a’zam hazretlerinden söz açıldığında şöyle buyurdu: “Bütün varlığıyla dünyâ,
kendisine arzedildiği hâlde, ondan kaçan bir zâtın aleyhinde nasıl konuşuyorsunuz?”

Abdullah bin Mübarek hazretleri, sadakalarını öncelikle âlimlerin fakirlerine tahsis ederdi. Kendisine, niçin
böyle yaptığı soruldukta; “Ben, peygamberlikten sonra ilimden daha üstün bir rütbe olduğunu
zannetmiyorum. Alimlerden biri, bir ihtiyaçla karşılaşınca, onun ile meşgul olur da okuyamaz. Onun
ihtiyâcını te’min edip, okumasını sağlamak daha makbuldür” buyurdu.

İnsanlar arasına karışmayıp uzak durmasının sebebi soruldukta; “Kalabalıklara karışıp da ne yapayım?
Onlar birbirlerini gıybet etmekten başka ne yapıyorlar? Biz de hadîs-i şerîf okuyarak ve okutarak Resûlü
ilah ve O’nun mübarek arkadaşları ile beraber oluyoruz” buyurdu.

“İlimde cimrilik yapan kişiye Allahü teâlâ üç belâ verir; “Ya ölür, ilmi gider. Yâhud unutur veya kendine
ilmi unutturacak kimse ile dostluk kurar, öylece ilmi gider.”

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) çok soğuk bir kış günü Nişâbur pazarında giderken, sırtında sâdece bir
gömlek bulunduğu için üşümekten titreyen bir köleye rastladı. Ona; “Efendine söylesen de sana bir palto
alsa olmaz mı?” dedi, Köle; “Efendime ne söyliyebilirim ki, o hâlimi görüyor ve biliyor” deyince, Abdullah
bin Mübarek hazretleri feryâd edip yere düştü. Kendine geldiğinde; “Sabrı ve kanâati bu köleden öğreniniz”
buyurdu.

Abdullah bin Mübârek’e (r. aleyh); “İnsandaki en üstün haslet hangisidir?” diye sorulunca; “Kâmil akıl”
buyurdu. “Eğer o yoksa” dediler. “Güzel edebdir” buyurdu. “O da yoksa” dediler. “Kendisiyle istişare
edilecek şefkatli bir kardeş” buyurdu. “O da yoksa” dediler. “Devamlı sükût” buyurdu. “O da bulunmazsa”
dediklerinde, “Ölmek” buyurdu.

“Şöhretten (elle gösterilmekten) sakının.”

“Şu dört cümle, dört bin hadîs-i şerîften seçilmiştir; kadına güvenme, mala aldanma, mideni fazlaca
doldurma, işine yarıyacak kadar ilim öğren.”

“Bir âlimin sakınması gereken en önemli husus; Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak durması ve
dünyâya gönül bağlamamasıdır.”

“Dünyâ sevgisi ve günahlar, kalbi istilâ ettiklerinde, o kalpten nasıl hayır beklenir.”

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlâya isyan ederken, O’nu sevdiğini açıklarsın. Bu
ise kıyasta acâibdir. Eğer sevgin doğru olsaydı, O’na itaat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itaat eder.”

Abdullah bin Mübârek’in (r. aleyh) bir oğlu vefat etti. Mecûsînin biri onu şöyle taziye etti: “Aklı başında
olana yakışan, bu gibi hâdiselerde, câhilin beş gün sonra yapacağını hemen yapmaktır.” Yâni câhil bağırır,
çağırır, beş gün sonra susar. Aklı başında olan ise, mukadderata boyun eğerek hemen bu günden susar ve
sabreder” demek istedi.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh) buyurdu ki: “Gece karanlığı bastığı zaman, Allahü teâlânın sevgili kulları
rükû ederler. Çünkü korku, uykularını kaçırmıştır. Kendilerini emniyette hisseden gafiller ise, dünyâda
gaflet uykusuna dalmış, bu fırsatı kaçırmışlardır.”

Abdullah bin Mübarek hazretlerine; “Güzel ahlâkı, bir cümlede hülâsa eder misin?” dediklerinde;
“Kızmamaktır” buyurdu.

Abdullah bin Mübarek (r. aleyh), Selmân-ı Fârisî’nin (r. anh) Ebü’d-Derdâ hazretlerine şöyle bir mektup
yazdığını haber verdi: “Kardeşim! Muhakkak ki, nefsinin arzu ettiği şeyleri terk etmekle istediğin şeye
kavuşabilirsin. İyi görmediğin şeylere sabretmekle arzuna kavuşabilirsin. Sözün zikir, sükûtun tefekkür,
bakışın ibret olsun. Dünyâ, geçici, nimetleri, güzellikleri değişici, aldatıcıdır. Ona aldanma. Evin, mescidin
olsun. Selâm ederim.” Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ da (r. aleyh) şu cevâbı yazdı: “Sana selâm ederim. Sonra
Allahü teâlâdan korkmayı (takvayı); hastalanmadan önce sıhhatin, ihtiyarlıktan önce gençliğin,
meşguliyetten önce boş vaktin, ölümden önce hayâtın kıymetini bilmeni tavsiye ederim. Âhıreti unutma.
Orada Cennet ve Cehennem’den başka yer yoktur.”

Eserleri: Abdullah bin Mübârek’in (r. aleyh) eserleri çoktur. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1-Kitâb-üz-Zühd
ver-Rekâik, 2-Kitâb-ül-Cihâd. “Keşf-üz-Zünûn”da bu ikisinin, onun ilk telif eserleri olduğu
zikredilmektedir. 3-Kitâb-ül-Birr ves-sıla, 4-Müsned-i Abdullah.

Abdullah bin Mübârek’in (r. aleyh) “Kitâb-ül-Cihâd” ındaki hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır:

“Muhakkak Allah yolunda cihâd eden, namaz kılan, oruç tutan; Allahü teâlâya karşı huşu sahibi,
rükû ve secde eden kimse gibidir.”

“Cennet’e giren kimse; dünyâda olan her şey kendisinin olsa bile, dünyâya geri dönmeyi istemez.
Ancak şehîdler müstesna. Çünkü onlar, on defa geri dönmeyi temenni ederler.”

Ebü Hüreyre’den rivayet ettiği hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz buyurdular ki: “Bana Cennet’e girenlerin
ve Cehennemce girenlerin ilk üçü arz olundu. Cennet’e giren ilk üç kişi; 1-Şehîd, 2-Rabbine ibâdeti
güzel yapan, efendisine de itaat eden bir köle, 3-Âilesi çok olan, buna rağmen kötü iş ve sözden uzak

duran namuslu bir adam. Cehennemce giren ilk üçe gelince; 1-Zâlim sultan, 2-Malı olup, zekâtını
vermeyen zengin, 3-Allahü teâlâya isyan eden fakir.”

“Farz namazlar ntizân gibidir. Kim ki, namazı âdabına riâyet ederek hakkıyla kılarsa, mükâfatını da
bol alır.”

“Er-Rekâik”deki hadîs-i şerîflerde şöyle buyruldu.

“Kim ki akşam ile yatsı arasında namaz kılarsa, işte o Evvâbin namazıdır.”

“Kim ki, sadakayı güzelleştirir, helâlinden, gönlü coşarak, güler yüz, tatlı sözle verir ve vermekte
acele ederse, Allahü teâlâ da onun vereselerini güzelleştirir, evlâdını âfetten muhafaza eder.”

“Sadaka, yetmiş şerrin kapısını kapatır.”

“Abdestli olarak uyuyan kişinin ruhu arşa yükselir.”

“Allah her şeyden daha büyük, daha üstün ve daha nezîhdir. Yâni daha çoğunu da verir.”

“Din kardeşine eziyet verecek sert bakış ile bakmak, mü’mine helâl olmaz.”

“Yüzüne karşı medhettiğin (din) kardeşinin boğazına, kızgın usturayı çekmiş gibi olursun.”

“Bir şey murâd ettiğin zaman, sonunu düşün. Dîne muvafık ise hemen yap, uygun değilse, hemen
vazgeç.”

Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Bir takım Kur’ân-ı kerîm okuyucular gelecek ki, okudukları Kur’ân,
hançerelerinden aşağı geçmeyecektir. Onlar; “Biz Kur’ân-ı kerîmi okuyoruz, var mı bizim gibi
okuyan? Var mı bizim gibi bilen?” diyeceklerdir. Onlar, Cehennem’in yakacaklarıdır.”

“Kul, işlediği günah sebebiyle Cennet’e girer” buyurdu. “Bu nasıl olur?” diye soranlara; “Çünkü,
işlediği günaha pişman olur ve dâima ondan uzak kalmağa dikkat eder de bu sayede Cennet’e girer”
diye cevap verdi.

FAKİRE YARDIM VE KABUL OLAN HAC!

Abdullah bin Mübarek, bir sene hacca gitmişti. Hacdan sonra rüyasında gökten inen iki melekten birinin
diğerine; “Bu sene kaç kişi hacca geldi?” dediğini duydu. Öbür melek; “Altı yüz bin kişi” dedi. “Peki kaç
kişinin haccı kabul edildi?” O da; “Bunlardan hiç birinin haccı kabul edilmedi” diye cevap verdi. Abdullah
bin Mübarek buyurdu ki: “Bunu işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki: “Bunca insan, bunca
zahmet ve meşakkete katlanıp dünyânın her tarafından hacca geldiler. Çöller ve diğer zor şartlarda büyük
sıkıntılara katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?” Bunun üzerine o melek şöyle dedi; “Şam’da
ayakkabı tamir eden Ali bin Muvaffak adında birisi vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi.
Lâkin haccı kabul edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar, Dolayısıyla hepsinin haccı kabul edildi.”
Bunu işitince uykudan uyandım ve; “Gidip o zâtı ziyaret etmeliyim” dedim. Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam
kafilesine katıldım, Şam’a gidince, o zâtın evini araştırıp buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı.
Adını sordum. “Ali bin Muvaffak” dedi. İsmimi sordu. “Abdullah bin Mübarek” deyince, feryâd edip
kendinden geçti. Kendine gelince, gördüğüm rüyayı kendisine anlattım. Haccının kabul edildiğini ve kendi
haccı ile beraber altı yüz bin kişinin haclarının da kabul edildiğini haber vererek; “Bana nasıl hayırlı bir
amel işlediğini anlat” dedim. O da şöyle anlattı: “Ben ayakkabı tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca

gitmeyi arzu eder dururdum. Bu işimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca
gidecektim. Hanımım hamileydi, Komşumun evinden burnuna yemek kokusu geldi. Hanımım komşudan
yemek istememi söyledi. Gidip, hanımımın arzusunu söyledim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: “Ey Ali bin
Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir.
Bütün Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zaruret
mikdârınca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz” dedi. Bunu
duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; “Bunu çocuklarına nafaka
yap, haccımız bu olsun” dedim. Abdullah bin Mübarek bunun üzerine; “Allahü teâlâ, doğru rüya gösterdi”
buyurdu.



1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild 2, sh. 97

2) Hilyet-ül-evliyâ; cild-8, sh. 162

3) Tabakât-ül-Kübrâ (Şa’rânî); cild-1, sh. 59

4) Târih-i Bağdat; cild-10, sh. 153

5) Câmiu-Kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 104

6) Tezkiret-ül-evliyâ; sh. 246

7) Vefeyât-ül-a’yân; cild-3, sh. 32

8) Şezerât üz-zeheb; cild-1, sh. 295

9) Tezkiret-ül-huffâz; cild-1, sh. 274

10) El-Meârif

11) Tehzîb-üt-tehzîb; cild-5, sh. 382

12) Nesâim-ul mehabbe; sh. 15

13) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 140

14) Keşf-ül-mahcûb

15) Kitâb-ül-cihâd

16) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 14

17) El-Meârif (Türkçe); sh. 359

18) Risâle-i Kuşeyriyye

19) Nefehât-ül-üns

ABDULLAH BİN ÖMER (ranh)

Eshâb-ı kiramın büyüklerinden; fıkıh, tefsîr, hadîs ilminde en üstün olanlarından. Künyesi Ebû
Abdurrahmân’dır. Müslümanların gözbebeği hazret-i Ömer-ül-Fârûk’un oğlu olup, annesi Zeyneb binti
Maz’ûn-ı Cümeyhî’dir. Mekke-i mükerremede hicretten on dört (m. 608) sene önce doğup, aynı yerde 692
(H. 73) yılında vefat etti. Kabri, Muhasseb’dedir.

İlk îmâna gelenlerdendir. Babası İslâmiyet’le şereflenince, çocuk yaşta müslüman oldu. Medîne-i
münevvereye hicret etti ve İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğundan, Bedr ve Uhud gazalarına
götürülmedi. Bununla ilgili olarak kendisi; “Bedr harbinde; Resûlullah’ın huzûr-ı şerîflerine çıkmakla
şereflendim. Fakat Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, yaşım küçük olduğu için harbe katılmamı
münâsib görmediler. O günün gecesi çok ağladım. Böyle ağlayarak geçirdiğim başka bir gece
hatırlamıyorum” demiştir.

Abdullah bin Ömer, ilk önce Hendek gazasında bulundu. Bî’at-ı Rıdvan’da babasından önce bî’at ettiği
rivayet edilmektedir.

Mekke’nin fethi sırasında, İbn-i Ömer yirmi beş yaşlarında bulunuyordu. Sür’atli koşan bir atı vardı. Bu at
üzerinde, elinde mızrağı olduğu hâlde çok heybetli idi. Resûlullah efendimiz onun bu hâlini görünce;
“Abdullah! İşte Abdullah” buyurarak mücâhidliğini övdüler. Müslüman ordusu büyük, bir ihtişamla
Mekke’ye girdiği zaman, Resûl-i ekrem bir deve üzerinde olup, İbn-i Ömer de yanında bulunuyordu.
Mekke’nin fethinden sonra Abdullah bin Ömer, Huneyn muharebesine katıldı. Büyük kahramanlıklar
gösterdi. Ordu bir ara geri çekilmek üzere iken İbn-i Ömer, Resûlullah efendimize yaklaşarak, dua istedi ve
“Zafer nasîb olursa îtikâf edeceğim” diye arzetti. Resûl-i ekrem onun bu arzusu üzerine; “Dilediğini yapar,
adağını yerine getirirsin” buyurdular. Sonra zafer nasîb oldu. Huneyn’den sonra Tâif muhasarası oldu. Bu
muhasarada öncü kuvvetlerinden idi. Resûlullah’ın duası ile fetih nasîb oldu.

Abdullah bin, Ömer, Mûte harbinde bulundu. Bu hususla ilgili kendisi şöyle anlatır: “Resûlullah efendimiz
Mûte gazasında Zeyd bin Hârise’yi kumandan yapmıştı: “Eğer Zeyd şehîd olursa, Ca’fer bin Ebî Tâlib, o
da şehîd olursa, Abdullah bin Revaha kumandanlık yapsın” buyurmuştu. Ben de busavaşta idim. Ca’fer
bin Ebî Tâlib’i harb meydanında aradık ve şehîdler içerisinde bulduk. Vücûdunda doksandan fazla kılıç ve
mızrak yarası vardı.”

İbn-i Ömer, veda haccında da Resûlullah efendimizin yanında idi. Hazret-i Ebû Bekr devrinde, Amr bin As
(r. anh) komutasındaki orduda vazife aldı. Ordu, Filistin toprağına girince, müslümanlar düşmanla bütün
güçleriyle harbedeceklerine dâir karara vardılar. Amr bin As (r. anh), Abdullah bin Ömer’e (r. anh), bir
sancak ve emrine bin süvari verdi. Bunlar arasında Sakîf kabîlelerinden bir çok kahraman vardı. Birlik, Amr
bin Âs’ın emri üzerine hareket etti. Sabaha kadar yürüdüler. Bu sırada, kalabalık insan topluluğuna dâir
birtakım izlere rastladılar. Abdullah bin Ömer (r. anh); “Zannederim bu asker izi, Rumların öncü
birliklerine aittir” dedi. Sonra emrindeki askerlerle birlikte durdu. Askerler; “Bu izi tâkib edelim” dediler.
Abdullah bin Ömer (r. anh); “Hayır, izin kime âid olduğunu öğreninceye kadar kimse dağılmasın” diye
talimat verdi ve kimse yerinden ayrılmadı. Araştırma netîcesinde, müslümanlardan haber almak için
dolaşan, on bin kişilik Rum askerinin, yakınlarında olduğunu anladılar. Abdullah bin Ömer, onları görünce,
askerlerine; “Bu fırsatı kaçırmayınız. Cennet kılıçların gölgesi altındadır” deyince, bütün asker gür bir sesle;
“La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” dedi. Kelime-i tevhîd sesleri semâyı çınlattı. Sanki ağaçlar,
taşlar ve her şey onlara Kelime-i tevhîd ile cevap veriyordu. İlk hücûm eden İkrime bin Ebî Cehl oldu. Onu
Süheyl bin Amr, sonra da Dehhâk tâkib etti. İki ordu birbirine girmişti. Abdullah bin Ömer (r. anh) savaş
hâlini, şöyle anlatmıştır: “O anda Rumların önde gelen cengâveherinden, iri yapılı, sağına soluna çevik
hareketlerle vuran birini gördüm. Bu, öncü kuvvetlerinin komutanı ve Rumların gözbebeği olan birisi idi.
Rum askerinin üzerinde moral yönünden büyük te’siri vardı. Üzerine hücûm edip, mızrağımı uzattım, fakat

kendini kurtardı, öldürmek için tekrar bir fırsatını bulup, yaraladım. Kılıcımla vurdukça vuruyordum. Sanki
taşa çalıyordum. Her vuruşta kılıç, sert taşa vurulmuş gibi ses çıkarıyordu. Hattâ kırıldığını zannettim.
Nihayet yere düşürdüm. Bunu gören Rumlar büyük bir korkuya kapıldılar. Müslüman mücâhidler ise daha
şiddetli ve aşkla çarpışmaya başladılar. Allah için, Dehhâk ve Haris bin Hişâm çok kahramanlıklar
gösterdiler ve düşman büyük bir hezimete uğrayıp dağıldı. Böylece Allahü teâlânın yardımı ile zafere
ulaştık.”

Muharebe bittikten sonra, müslüman askerleri toplandılar. Rumlardan aldıkları malları ve ganimetleri ortaya
getirdiler. Bütün askerler döndüğü hâlde, Abdullah bin Ömer (r. anh) hâlâ görünmüyordu. Müslümanlar
birbirlerine; “Abdullah bin Ömer nerede?” diye sorunca, içlerinden birisi, onun çok zâhid ve ibâdete düşkün
olduğunu söyledi. Başkaları da, onu medheden konuşmalarda bulundular. Bu konuşmaları, bulunduğu yerde
dinleyen Abdullah bin Ömer (r. anh), yüksek sesle, tekbir ve tehlîllerle, Resûlullah’a salât ü selâm getirdi ve
elindeki bayrağı salladı. Bunu gören müslümanlar, yanına koştular. Kendisine, nerede idin diye
sorduklarında; “Rumların kumandanları ile meşguldüm. Onu öldürdüm” dedi. İbn-i Ömer, Mûte ve Yermük
muharebelerinde de bulundu. Yine Abdullah bin Ömer (r. anh), hazret-i Ebû Bekr’in hilâfeti zamanında
Hâlid bin Velîd’in (r. anh), iç Arabistan’da isyan hâlinde bulunan mürted kabilelere karşı açtığı sefere
iştirak etti. Ayrıca Nihâvend muharebesine ve hazret-i Osman’ın Mısır valisi Abdullah bin Sa’d’ın Kuzey
Afrika fütuhatını tamamlamak için Medine’den gönderdiği yardımcı kuvvetler ile harbe katıldı. Yine
azzaman sonra 650-651 (H. 30) târihinde Sa’îd bin As kumandasındaki Horasan ve Taberistan seferine
iştirak etti.

Abdullah bin Ömer (r. anh), hazret-i Muâviye’nin hilâfetinde, Yezîd bin Muâviye ile Bizans seferine katıldı.
Eyyûb Sultan hazretleriyle İstanbul surları önüne kadar gelip, Bizanslılar ile olan mücâdelede bulundu.

Abdullah bin Ömer (r. anh), devlet kadrosunda vazife almaktan uzak durdu. Babası, şehâdetinden önce
yerine oğlunu göstermesini isteyenlere; “Bir evden bir kurban yeter” buyurmuştu. Seçilmemek şartıyla şûra
üyeliğinde bulundu. Hazret-i Osman’ın şehâdetinden sonra, hazret-i Ömer’in oğlu olması, ilmî mertebesinin
yüksekliği ve muhârebelerdeki kahramanlığı ileri sürülerek, halîfe olması istendiyse de kabul etmedi.
Hazret-i Âli’ye bî’at etti. Fakat, iç hâdiselere karışmadı. “Cihâd, İslâm ülkesinde, müslümanlar arasında
olmaz. Cihâd, kâfirlere ve gayr-i müslim memleketine karşıdır” buyururdu. Sıffîn muharebesinden sonra
kendisine hilâfet teklif edilince, yine kabul etmedi.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi görme, sohbetinde bulunma, O’na hizmet etme şerefine kavuşma ve
fıtraten üstün hâllere sâhib olması sebebiyle, bütün ilimlerde mahir, üstâd idi. Haram ve şüphelilerden
sakınması, ilmi ve dünyâya düşkün olmaması yönleri ile örnek durumdaydı. Her işte çok araştırıcı,
inceleyici ve dikkatliydi. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri hususunda sahabenin ileri gelenlerinden idi. Helâle ve
harama ait hadîs-i şerîflerin çoğunu o bildirmiştir. İşittiği hadîs-i şerîfleri yazar, gerek duymadıkça hadîs-i
şerîf rivayet etmezdi. Bununla ilgili olarak, İmâm-ı Begavî; “Hadîs rivayeti hususunda İbn-i Ömer kadar
dikkat edeni yoktu” buyurmuştur.

İbn-i Ömer ekseriya Resûlullah efendimizin hizmetinde ve huzurunda bulunurdu. Bulunmadığı zamanlarda,
O’nun söz, fiil ve takrîrini sorar, araştırırdı. Anlayamadığında, bizzat Resûl-i ekremden öğrenir, bildiğini
öğretmekten zevk duyardı. Medîne-i münevverede ders meclisi kurup, hadîs-i şerîf öğretti. Ayrıca hac
mevsiminde de dünyânın her yerinden gelen ilim ve hak âşıklarına hadîs-i şerîf rivayetinde bulundu.

Ali bin Abdurrahmân ve başkaları; “Abdullah bin Ömer, hareketlerinde dâima Resûlullah’a uyar ve
başkalarına öğretmeye çalışırdı” demişlerdir.

Hazret-i Aişe’den gelen rivayete göre; “Hâl ve hareketinde Resûlullah’a en çok benzeyenlerden biri de İbn-i
Ömer idi” buyruldu.

Abdullah bin Ömer, fıkıh ilminde de kemâl derecesinde idi. Fıkıh âlimlerinin fetvalarının çoğu ve Ehl-i
sünnetin dört büyük imamından biri olan, îmâm-ı Mâlik’in (r. anh) fıkhı, İbn-i Ömer’in (r. anh) fetvalarına
dayanır. İbn-i Ömer (r. anh), fetva hususunda çok titiz idi. Bir çok mes’eleye; “Bilmiyorum” diye cevap
verirdi. Fetvaları çok kıymetlidir. Ehl-i sünnetin Mâliki mezhebinin imâmı, İmâm-ı Mâlik (r. anh), onun
hakkında buyuruyor ki: “Abdullah bin Ömer, Peygamberimizden sallallahü aleyhi ve sellem sonra hac
mevsiminde ve başka zamanlarda, insanlara altmış sene fetva vermiştir. Fetva verme hususunda pek
ihtiyatlı hareket ederdi.” Hadîs ve fıkıh âlimleri arasında Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbâs,
Abdullah bin Zübeyr ile Abdullah bin Amr İbni’l-As’a Abadi le-i erbaa yâni dört Abdullah ünvanı
verilmiştir. Bu dört zât, bir mes’elede ittifak edince, “Abâdile’nin kavli” denilir. Ancak fıkıh kitaplarında,
Abâdile (Abdullahlar) denilinçe, ekseriya İbn-i Mes’ûd, İbn-i Abbâs ve İbn-i Ömer hazretleri kasdedilir.

İyilik etmesini, hayrı, sadakayı, köle âzâd etmeyi çok severdi. İyi ve güzel huylu olup, kötülükten uzaktı.
Her işini ve her şeyini Allah için yapardı. Yüzüğünün taşında, “Abdullah bin Ömer, Lillah” ibaresi yazılı
idi. Abdullah bin Ömer (r. anh) buyurdu ki: “Müslümanlıkla şereflendikten sonra, en büyük sevinç ve
neş’em; gönlümün, herkesi peşinden koşturan bir takım istek ve arzulara meyletmemiş olmasıdır.” Dünyâ
malına hiç gönül bağlamazdı. Câbir bin Abdullah; “Hazret-i Ömer ve oğlu Abdullah’dan başka içimizde
dünyâya meyli olmayan kimse yoktur” buyurmuştur.

Nâfî’ (r. aleyh), Abdulah bin Ömer’in âzâtlısıdır. Onu, on bin dirheme satın aldıktan sonra; “Seni Allah
rızâsı için âzâd ettim” buyurdu. Çokcömerd, halim ve selîm idi. Köle ve cariyelerinden hangisini Allahü
teâlâya ibâdet ederken görse, onu âzâd etmek âdeti idi. Köleleri böyle görünerek kendisini aldattıklarını
söylediklerinde; “Hayır için aldanmaktan iyi şey var mıdır?” buyurduğu meşhûrdur.

İmâm-ı Nâfî’, efendisi ile ilgili olarak buyurdular ki: “Abdullah bin Ömer, bin kişi âzâd etmeyince, ruhunu
teslim etmedi. Bâzan bir ay geçerdi de bir parça et yemezdi. Ancak, misafiri bulunduğunda veya Ramazân-ı
şerîfde yerdi. “Sevmeye başladığı bir şeyi Allah rızâsı için, ihtiyâcı olana verirdi. Böylece, Allahü teâlânın;
“Beğendiklerinizden çıkarıp vermedikçe, zinhar iyilik mertebesine erişemezsiniz!” (Al-i İmrân sûresi:
192) meâlindeki âyet-i celîlesiyle amel ederdi.

Ka’kaa bin Hâkim’den rivayet edildiğine göre, o zamanın zenginlerinden Abdülazîz bin Harun; “Her ne
ihtiyâcın varsa bana bildir” diye Abdullah bin Ömer’e mektup yazmıştı. Karşılık olarak yazdığı mektupda;
“Resûlullah’dan, “Önce geçindirmekle yükümlü olduğun kişilere ver; yüksek el, alçak elden
hayırlıdır!” buyurduklarını işittim. Yüksek elin veren el, alçak elin de alan el olduğunu sanıyorum. Senden
hiç bir isteğim yoktur. Allahü teâlânın bana gönderdiği bir nîmeti de geri çevirmem” diye yazdı.

İbn-i Ömer’e (r. anh), bir gün, dört bin dirhem para ve kaftan getirilmişti. Dostlarından Eyyûb bin Vâil,
ertesi gün onun çarşıda binek hayvanına veresiye yem aldığını görünce, şaşırdı. Derhal evine gidip;
“Abdullah bin Ömer’e (r. anh) dün dört bin dirhem para ile bir kaftan gelmemiş miydi?” diye sorunca;
“Evet, gelmişti!” dediler. Eyyûb bin Vâil; “Bugün onu binek hayvanı için yem satın alırken gördüm.
Bedelini peşin ödeyecek parası yoktu” dedi. Ev halkı; “Dünkü paradan yanında bir kuruş kalmadı. Kaftanı
da dün omuzlarına alıp gitmişti. Eve döndüğü zaman sırtında yoktu. Ne yaptığını sorduğumuz zaman, bir
fakîre hediye ettiğini söyledi” dediler. Bunun üzerine, onun cömertliğine ve hâline imrenen dostu, geri
dönüp çarşı esnafına; “Ey tacirler! Sizin hâliniz nice olacaktır! İşte hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah, binlerce
dirhemini fakir fukaranın ihtiyâcına sarf ediyor da, kendi binek hayvanının yem ihtiyâcını veresiye satın
almak mecburiyetinde kalıyor” dedi.

Bir gün, Abdullah bin Ömer’in (r. anh) devesi çalındı. Çok aradı, fakat bulamadı. Alana helâl olsun dedi.
Mescide girip namaz kıldı. Biri gelip deven şuradadır dedi. Nalınlarını giyip giderken, geri döndü ve; “Helâl
etmiştim, artık almam” dedi.

Hazret-i Nafi’den şöyle rivayet ediliyor: “Cum’a namazına gitmeden önce mutlaka yıkanır ve güzel kokular
sürünürdü. Bayram namazları için de aynı şeyi yapardı. İhram için, Mekke’ye giriş için ve Arafat’ta vakfe
için de yıkanırdı. Günde iki defa güzel koku sürünür; elbiselerinin tertemiz ve kokusunun güzel olmasına
dâima dikkat ederdi.” Hazret-i Nâfî’e, hazret-i Abdullah’ın evindeki hayâtı sorulduğunda, şöyle anlattı:
“Her namaz için abdest alır ve bunların arasında Kur’ân-ı kerîm okurdu’.’

Abdullah bin Ömer şöyle anlatır: “Asr-ı seâdette bir rüya görmüştüm. Güya elimde ipekli bir kumaş parçası
var ve ben Cennet’ten nereyi istiyorsam bu ipekli kumaş parçası sayesinde oraya uçuyorum. Derken iki kişi
beni tutup Cehennem’e götürmek istediler. Derhal karşılarına bir melek çıktı ve bana; “Korkma!” dedi.
Bunun üzerine beni bıraktılar. Hazret-i Hafsa, benim bu rüyamı Resûlullah’a anlattı. Cenâb-ı Peygamber
efendimiz; “Abdullah ne iyi insandır! Keşke geceleri de namaz kılsa!” buyurdular.” Bunun üzerine gece
namazına başladım.”

Abdullah bin Ömer’in (r. anh) oğlu Hâlid’in âzâd ettiği Ebû Gâlib diyor ki: “Abdullah bin Ömer (r. anh)
Mekke’ye geldiği zaman, bize misafir olurdu. Geceleri kalkar, teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah
namazı yaklaştığı zaman, bana; “Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur’ân-ı kerîmin üçte birini okusan da
olur!” deyince, sabahın yaklaştığını ve bu kadar kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmin üçte birini okuyup
yetiştiremeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine bana; “İhlâs sûresi, Kur’ân-ı kerîmin üçte birine eşittir” diye

mukabelede bulundu.

Tabiînin büyüklerinden âzâdlısı Nâfi’ buyurdu ki: “Abdullah bin Ömer (r. anh) ile beraber giderken, ney
sesi işittik. Hemen kulaklarını parmakları ile kapadı ve oradan hızla uzaklaştı. Biraz gittikten sonra, “Ney
sesi daha işitiliyor mu?” deyince; “Hayır işitilmiyor” cevâbını verdim. Parmaklarını kulaklarından çekti ve,
“Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de böyle yapmıştı” dedi.”

Birisi İbn-i Ömer hazretlerinin yanına gelip; “Allah için, seni çok seviyorum” deyince; “Ben de Allah için
seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen, ezanı tegannî ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun” buyurdu. Allah’tan
başka kimseden korkmazda Bir gün de yolculukta önlerine bir aslan çıktı. Yanındakiler, korktuklarından
yürüyemediler. Abdullah bin Ömer (r. anh) aslanın yanına gidip, kulağından tuttu ve onu yoldan kenara
çektikten sonra; “Resûlullah’dan işittim.” “İnsanoğlu Allah’dan başkasından korkmazsa, Allahü teâlâ
ona hiç bir şeyi musallat etmez.” buyurdu. Dostlarından birisi ona bir ilâç hediye, ederek; “Bu önemli bir
ilâçtır! Sana Irak’tan getirdim” dedi. “Bu ilâç neye kullanılır?” diye sordu. O kimse; “Hazmı kolaylaştırır”
deyince, İbn-i Ömer (r. anh), gülümsedi ve dostuna şu mukabelede bulundu. “Hazmı kolaylaştırır mı? Ben
hiç bir zaman karnımı doyururcasına yemedim. Benim hazım ilâcına ihtiyâcım olacağını zannetmiyorum”
diyerek az yediğini ve acıkmayınca bir şey yemediğini bildirmişti. Hazret-i Abdullah, kötülüğe karşı iyilikle
mukabele ederdi. Zeyd bin Eslem’den rivayet edilmiştir. Bir kimse yolda Abdullah bin Ömer’e sövüp
saymaya başladı. Hazret-i Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu dinledi. Sonra, adama dönerek;
“Ben ve kardeşin) Asım kimseye sövmeyiz” buyurdu.

Nâfi’ şöyle anlatır: “Abdullah bin Ömer (r. anh), bir gün, bir kaç arkadaşı ile Medîne-i münevvere dışına
çıkmışlardı. Yemek vakti gelince sofra hazırladılar. O sırada köle olan bir çoban selâm verdi. İbn-i Ömer,
çobanı yemeğe davet etti. Çoban oruçlu olduğunu söyleyip sofraya oturmadı. İbn-i Ömer ona; “Bu çok
sıcak günde hem koyunları otlatman, hem de oruç tutman nasıl oluyor?” diye sordu. Çoban da; “Bu hâlde
çok günler oruç tuttum” dedi. İbn-i Ömer, onu denemek için; “Koyunlarından birini satar mısın? Hem
parasını, hem de iftar etmen için etinden veririz?” buyurdu. Çoban; “Koyunlar efendimin” deyince, İbn-i
Ömer (r. anh); “Efendine kaybolduğunu söylersin” buyurdu. Çoban tam bir teslimiyetle; “Allahü teâlâ
görüp biliyor” dedi. Abdullah bin Ömer, çobanın sözünü bir kaç defa tekrar ettiler. Medîne’ye
döndüklerinde, çobanın efendisine birisini gönderip, sürüyü ve çobanı satın aldılar. Onu âzâd ederek,
koyunları da hediye ettiler.

Adem bin Ali’den rivayet edildiğine göre, bir sohbetinde; “Kıyamet gününde aksaklar diye çağrılacak
kişiler vardır” dedi. Cemâat; “Aksaklar kimlerdir?” diye sorunca; “Sağa-sola bakmak ve bâzı hareketler
yapmak suretiyle namazlarını eksilten ve aksatan kimselerdir” diye cevap verdi.

Abdullah bin Ömer hazretleri buyurdu ki: “Ey Ademoğlu! Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhıreti bul.”

“Kambur oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça kabul olunmaz.”

“Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.”

“İnsanın mâhiyeti arkadaşından anlaşılır.”

“Kendinden üsttekine hased, aşağıdakine tahakküm eden ehl-i ilim sayılmaz.”

“Peygamber efendimize yaptığım bî’atı, bugüne kadar bozmadım ve değiştirmedim. Fitne ve kargaşalığa
tarafdâr olan kişiye de bî’at etmedim. Hiç bir müslümanı rahat döşeğinden uyandırmadım (rahatsız
etmedim)...”

“Alan için sev, Allah için buğz et, Allah için dost ol, yine Allah için düşmanlık et. Allahü teâlânın sevgisine
bu şekilde kavuşulur.”

Birisi Abdullah bin Ömer’e (r. anh); “Ey insanların en iyisi” deyince; “Ben insanların en iyisi değilim.
İnsanların en iyisinin oğlu da değilim. Ben sâdece Allahü teâlânın bir kuluyum, O’nun rızâsını bekler,
O’ndan korkarım. Siz böyle övmeye devam ederseniz, insanı helak edersiniz” buyurdu.

Biz öyle zamanlar gördük ki, hiç kimse müslüman kardeşinden daha çok paraya, pula sahip olmayı
düşünmedi. Şimdi ise, altın ve gümüş daha kıymetli gelmeye başladı.”

“Kulun, temizlenmesi gereken âzası dilidir.”

“Kişi, bakî olanı fânî (yok) olana tercih etmedikçe, kâmil îmâna kavuşamaz.”

“Allah korkusundan dolayı bir damla yaş akıtmak, benim için, bin altın sadaka vermekten daha sevimlidir.”

“İnsan, imkânı kadar iyilik etmeli, her zaman tatlı konuşmalı ve güler yüzlü olmalıdır.”

“İnsan, ne kadar çok cenâb-ı Hakk’a yaklaşırsa, o nisbette derecesi yükselir.”

“İnsanın kıymeti, ilim ve îmânladır.”

“Güzel ahlâklı olmalı, kimseyi hased etmemeli ve kin gütmemelidir.”

“İbn-i Ömer birisinin Haccâc’ın aleyhinde konuştuğunu duydu ve kendisine; “Haccâc burada olsa, böyle
konuşabilir miydin?” diye sordu. “Hayır konuşamazdım” deyince, İbn-i Ömer; “İşte biz, Resûl-i ekrem
zamanında bunu münafıklık sayardık” dedi.

Yine şöyle buyurdu: “Kişi kabre konduğu zaman, kabir şöyle seslenir: “Ey âdemoğlu! Seni ne aldattı?
Buranın; karanlık, yalnızlık, korku, yılan ve çıyanlarla dolu bir yer olduğunu bilmedin mi?”

Eğer îmân ile ölmüş, feraha kavuşan kimselerden ise, onun nâmına kabre birisi şöyle cevap verir: “Bu
kimsenin dünyâda iken insanlara iyiliği emredip kötülüklerden sakındıran kimselerden biri olduğunu
görmedin mi?” Bunun üzerine; “Evet şimdi onun için güllük gülüstanlık olurum. Onun cesedi nur olur.
Ruhu da semâlara yükselir” der.”

Abdullah bin Ömer (r. anh), iki bin altı yüz otuz hadîs-i şerîf rivayet etti. Hadîs okuttu. Kendisinden
Abdullah bin Abbâs, Câbir bin Abdullah, Mûsâ bin Sa’d ve diğer Eshâb-ı kiram ile oğullarıdan, Salim,
Abdullah, Hamza, Tabiîn dâhil pek çok âlim hadîs-i şerîf rivayet etti. Rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden ve
Peyamberimizden gördüklerinin bâzıları şunlardır.

“Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı (r. anh) abdest alırken gördü. “Yâ Sa’d!
Suyu niçin israf ediyorsun?” buyurdu. “Abdest alırken de israf olur mu?” diye sorulunca; “Büyük
nehirde de olsa, abdestde fazla su kullanmak israf olur” buyurdu. Dua şeklini de şöyle anlattı:
“Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem dua ederken, mübarek ellerini, yağmur duasında mübarek yüzünün
karşısına, başka dualarda omuzları hizasına kadar kaldırırdı”

“Bir genç ayağa kalkıp; “Yâ Resûlallah! İnananların en akıllısı kimdir?” diye sorunca; Peygamber
efendimiz şöyle buyurdular: “Ölümü en çok hatırlayan ve gelmeden önce ona en iyi hazırlananlar; işte
en akıllıları onlardır!...”

“Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuuruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında densiz ve
değersizdir, ama yarın kurtulacaktır! Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli kuşamlı da vardır ki,
yarın kıyamet gününde kurtulamıyacaktır!”

“İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür.”

“Varlığı hâlinde veren kimse, yokluğu hâlinde bunu kabul edenden daha çok sevâb kazanan
değildir.”

“Sizden biriniz, Cum’a namazına gelecek olsa, gusül abdesti alsın, temizlensin.”

“Ancak iki kişiye gıbta edilir. Bunlardan birine Allahü teâlâ servet vermiş, o da bu serveti Hak
yolunda sarf etmiştir. Diğerine de ilim vermiş, o da ilmiyle amel etmiş ve başkalarına da öğretmiştir.”

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Abdullah bin Ömer’e bir nasîhatında buyuruyorlar ki:
“Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş, Allah için bozul. Velilik mertebesini ancak bununla
elde edebilirsin. Namazı ve orucu çok olsa bile, bu minval üzere olmayan kişi, îmânın tadını alamaz.”

“Dünyalıkta kendisinden aşağısına, dinde de kendinden üstününe bakan (ve buna göre davranan)
kimseyi, Allahü teâlâ hem sabreden, hem de şükredenlerden yazar. Fakat dünyalıkta kendinden
üstününe, dinde kendinden aşağısına bakanları, Allahü teâlâ ne sabreden ne de şükredenlerden
yazar.”

“Ölümü anın, iyi biliniz ki, nefsimi kudret, elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, benim
bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.”

Resûl-i ekrem, Abdullah bin Ömer’e (r. anh) hitaben şöyle buyurdu: “Sabaha çıktığın vakit akşama
çıkacağını düşünme, akşama çıktığın vakit de sabahlayacağını hatırına getirme. Hayâtından ölümün
ve sıhhatinden hastalığın için ayır. Ey Abdullah! Yarın adının ne olacağını bilemezsin.”

“Sizden biriniz vefat ettiğinde, varacağı yer akşam-sabah kendisine gösterilir. Cennetlik ise
Cennetteki yeri, cehennemlik ise Cehennem’deki yeri gösterilir ve; “İşte kıyamet günü dirilip
gideceğin yer burasıdır” denir.”


1) Sahih-i Buharî; cild-3, sh. 29
2) Sahîh-i Müslim; cild-1, sh. 275
3) Üsüd-ül-gâbe; cild-3, sh. 227
4) El-İsâbe; cild-2, sh. 338
5) Târih-i Bağdad; cild-1, sh. 171
6) Tezkiret-ül-huffâz; cild-1, sh. 17
7) Hülâsatü Tehzîb-il-Kemâl; sh. 175
8) Şezerât-üz-Zeheb; cild-1, sh. 181
9) Tabakât-ü İbn-i Şad; cild-4, sh. 105

10) Tabakât-üş-Şîrâzî; sh. 49
11) Tabakât-ül-Kurrâ ü İbn-i Cezerî; cild-1, sh. 437
12) El-îber; cild-1, sh. 83
13) En-Nücûm-üz-Zâhire; cild-1, sh. 192
14) Nüket-ül-Himyân sh. 183
15) Tabakât-ül-huffâz; cild-1, sh. 9
16) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-2, sh. 32 113
17) İzâlet-ül-hafâ; cild-2, sh. 190-191
18) İstiâb; cild-2, sh. 341
19) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1027
20) Eshâb-ı Kiram; sh. 303

21) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 15
22) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 199

23) Hilyet-ül-evliyâ; cild-1, sh. 292

24) Ahbâru Ömer ve Ahbâru Abdullah bin Ömer; sh. 473

25) Fütûh-üş-Şâm; sh. 17

26) Târîh-ul-Ümem vel mülûk; cild-6, sh. 233

ABDULLAH BİN REVÂHA (r. anh)

Peygamber efendimizin, Eshâbı içinde en çok sevdiği şâirlerden. İsmi Abdullah, künyesi Ebû Muhammed,
ünvanı Şâir-i Resûlullah’tır. Nesebi, Abdullah bin Revâha bin Sa’lebe bin İmri-ül-Kays bin Amr bin İmrul
Kays el-Ekber bin Mâlik el-Asgar bin Sa’lebe bin Ka’b bin Hazrec bin Haris bin Hazrec el-Ekber. Validesi,
Kebşe binti Vâkıd bin Amr bin İtnâbe’dir. Onun hanedanı, Haris bin Hazrec’dir. Ceddi, anne ve baba
tarafından Hazrec’de birleşmektedir.

Abdullah bin Revâha, ikinci büyük Akabe bî’atında müslüman oldu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi
ve sellem, ikinci Akabe gecesinde, Evs ve Hazrec kabilelerinden gelenlere hitaben, Kur’ân-ı kerîm okudu.
Onları İslâm’a davet ve teşvik ettikten sonra, buyurdu ki: “Yüce Rabbim için şartım; O’na hiç bir şeyi eş,
ortak koşmaksızın ibâdet etmeniz, namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteğim de;
Allahü teâlânın Resûlü olduğuma şehâdet etminiz, kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı
koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.” Abdullah bin Revâha (r. anh); “Böyle yaptığımız zaman
bize ne var?” diye sordu. Peygamber efendimiz; “Cennet var” buyurdu. Orada bulunanlar bu daveti kabul
edip; “Yâ Resûlallah! Sana nasıl bî’at edelim, söz verelim” dediler. Peygamber efendimiz; “Allahü
teâlâdan başka ilâh olmadığına ve benim Resûhıllah olduğuma şehâdet getirerek, namazı
kılacağınıza, mallarınızın zekâtını, “sadakasını vereceğinize, neş’eli ve neş’esiz zamanlarınızda
sözlerimi dinleyeceğinize, emirlerime tamâmiyle boyun eğeceğinize, bolluk ve sıkıntı zamanlarında
muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah
yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, iyiliği buyurup kötülüklerden sakındıracağınıza bî’at
etmeli, bana kesin söz vermelisiniz” buyurdu.

Bunun üzerine, orada bulunanlar Peygamber efendimize bî’at ettiler. Hazret-i Abdullah bin Revâha; “Biz,
Allahü teâlâdan ve O’nun Resûlünden geleni kabul ettik...” dedi. Medîneliler, tekrar; “Yâ Resûlallah! Bu
taahhüdümüz karşısında bize ne var?” diye sordular. Resûl aleyhisselâm; Allahü teâlânın rızâsı ve Cennet
var?” buyurunca, onlar da; “Razı olduk ve kabul ettik” dediler. Peygamberimiz; “İçinizden on iki kişi
seçiniz. Onlar her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olsunlar. Mûsâ da (aleyhisselâm),
İsrâiloğullarından oniki temsilci almıştı” buyurdu. Bunun üzerine, Hazrecliler dokuz, Evsüler de üç
temsilci çıkardılar. Hazreclilerin temsilcileri arasında Abdullah bin Revâha da vardı. Bunlar, Medine’nin
ileri gelenlerinden, bilgili, akıllı ve okur-yazar olanlarındandı. Temsil ettikleri topluluklara İslâm’ı anlattılar
ve onları bî’ata hazırladılar. Hz. Abdullah bin Revâha, Haris oğullarına nakîb tâyin edildi. Hicretten sonra,
hazret-i Mikdâd bin Esved ile arasında kardeşlik te’sis edilen Abdullah bin Revâha, Bedr ve diğer
muharebelerde bulundu. Zafer elde edilince, Peygamber efendimiz, onunla Zeyd bin Hârise’yi müjdeci
olarak Medîne’ye gönderdi. Pazar günü kuşluk vakti, Akîk mevkîinde ayrılıp, başka taraflardan şehre
girdiler. Ev ev dolaşarak zafer haberini duyurdular. O zaman Abdullah bin Revâha;

Ey Ensâr cemâati, size müjdelerim ki,
Sağ ve selâmettedir, Allah’ın Peygamberi.

Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler,
Esirlerin içinde, var şöhretli kişiler.

Rebîa ve Haccâc’ın oğulları bit-tamâm,
öldürüldü Bedr’de, Ebû Cehl bin Hişâm.

beytlerini yüksek sesle okuyarak zaferi müjdeliyordu. Hazret-i Asım bin Adiy; “Ey İbn-i Revâha!
Söylediğin gerçek mi?” diye sorunca; “Evet, vallahi gerçektir! İnşâallah, yarın Resûlullah da, elleri
bağlanmış bulunan esirlerle birlikte gelir, gelecektir!” buyurdu.

Abdullah bin Revâha, Hendek gazvesi için Medine’de hendekler kazılırken, teşvik edici şiirler söyleyerek,
Eshâb-ı kiramı coşturmuş, çalışmalarını hızlandırmıştır. O zaman özetle şunları söyledi:

“Yâ Rabbî! Senin lütuf ve inayetin olmasaydı, biz ne hidâyete erer, ne sadaka verebilir, ne de sana niyaz ve
ibâdet edebilirdik. Yâ Rabbî! Sen bize gönül rahatlığı ver. Müşriklerle karşılaştığımız zaman, bize sabır ve
sebat ver. Bizi fitnelerden koru.”

Hazret-i Abdullah bin Revâha 627 (H. 6) yılında Hudeybiye andlaşmasına katılarak bî’at-ı Rıdvan’da
bulundu. Yahudilerin reisi Ebû Râfî’in katlinden sonra, yahûdîlerin başına, Esir bin Zürâm geçmiş ve
müslümanların aleyhinde tahriklere başlamıştı. Esir bin Zürâm, Gatafan kabîlesini, müslümanlar aleyhinde
harekete geçirmek teşebbüslerinde bulunuyordu. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bu hareketten
haberdâr olarak, hicretin altıncı senesi Ramazan’ında Abdullah bin Revâha’yı otuz kişinin başında Hayber
tarafına göndermiş, hazret-i Abdullah da, Esir bin Zürâm’ın bütün ahvâlini uzun uzadıya tedkik ederek,
vaziyeti Resûlullah’a bildirmişti. Esir bin Zürâm’ın vücûdunu ortadan kaldırmak gerektiğini anlatınca,
Resûlullah onu bu işle vazifelendirdi. Abdullah bin Revâha (r. anh), otuz kişi ile birlikte hareket ederek,
Esir bin Zürâm’ın yurduna gitti. Hazret-i Abdullah, Esir bin Zürâm’ı Medine’ye davet etti. Daveti kabul
eden Esir bin Zürâm, her müslümana karşı bir kişi olmak üzere otuz kişi alarak yola çıktı. Esir, yolda bir
müddet ilerledikten sonra şüphelenip, Medine’ye gitmekten vazgeçti ve Hayber’e doğru yön değiştirdi. Bu
hâli gören Abdullah bin Revâha; “Ey Allah’ın düşmanı! Ne diye yön değiştirdin?” dedi. Esir bin Zürâm
şüphelendiğini söyledi. O anda iki taraf birbirine girdi. Kısa zamanda Esir bin Zürâm ve adamları imha
edildi.

Hazret-i Abdullah bin Revâha, Hayber’in fethinde, Resûl-i ekremin maiyyetinde bulunup, büyük
kahramanlıklar gösterdi. Daha sonra, Hudeybiye andlaşmasmın olduğu yıl yapılamayan Umre haccını
yapmak üzere Mekke’ye gitti. Resûlullah Mekke’ye girdiği sırada, Kusvâ adındaki devesinin yuları, hazret-i
Abdullah bin Revâha’nın elinde idi. Ayrıca Esbabından bâzıları kılıçlarını kuşanmış bir şekilde birlikte
yürüyorlardı.

Müşriklerin ileri gelenleri, yürekleri kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak, Resûlullah’ı gözetlemek için
Handeme, Kuaykıan dağına çıkmışlardı. Mekkeli erkek, kadın ve çocuklar da Resûlullah’ın Eshâbını
seyretmek için Dâr-ün-Nedve’de toplanmışlardı.

Abdullah bin Revâha (r. anh), Resûlullah’ın devesi Kusvâ’nın yuları elinde olduğu hâlde, şiirler söyleyerek
önlerinde yürüyordu. O zaman;

“Ey kâfirler çekilin, Peygamberin yolundan
Ki Allahü teâlâ O’na gönderdi Kur’ân,

Her hayır ve iyilik vardır, O’nun dîninde
Bu din için ölmektir, en hayırlı ölüm de,

Gerçekten Resûlullah’dır kabul ettim yürekten
Her sözüne inandım, kabul ettim şimdi ben,

Ey kâfirler! Kur’ân’ın Allahü teâlâdan
indiğini siz inkâr eylediğiniz zaman

Nasıl indirdik ise darbeleri anîden
Ve nasıl ayırdıksa başınızı gövdeden.

O’nun mânâsına da, inanmazsanız eğer
iner aynı şekilde başınıza darbeler

Başlarım O Allah’ın, mübarek ismiyle ki,
Yoktur O’nun dîninden, başka dîn-i hakîkî

Ve yine başlarım ki, ismiyle O Allah’ın.
Muhammed hem kulu ve hem Resûlüdür O’nun.

beytlerini söyleyince, hazret-i Ömer; “Ey İbn-i Revâha! Sen Resûlullah’ın önünde ve Harem-i şerîfde nasıl
şiir okuyabiliyorsun?” diye sordu. Peygamber efendimiz; “Yâ Ömer! Ona mâni olma. Allahü teâlâya
yemin ederim ki, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çabuk, daha çok
te’sirlidir. Ey İbn-i Revâha devam et” buyurdu. Hazret-i Ömer sükût etti. Resûlullah biraz sonra
Abdullah bin Revâha’ya; “Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur! Bir olan O’dur. Vadini gerçekleştiren
O’dur. Bu kuluna yardım eden O’dur. Askerlerini güçlendiren O’dur. Toplanmış olan kabileleri
bozguna uğratan da yalnız O’dur, de!” buyurdu. Abdullah bin Revâha (r. anh) da;

Allahü teâlâdan yoktur başka ilâh,
Yoktur O’nun şeriki, La ilahe illallah.

O’dur müslümanların, askerine güç veren
Ve O’dur kâfirleri, dağıtan, mağlûb eden

diye söylemeye başladı. Müslümanlar da onun sözlerini tekrar ettiler. Hazret-i Ömer de; “Rahmetini ihsan
eyle Yâ Rabbî!” dedi.

Hicretin sekizinci senesi Cemâzil evvel’inde (27 Ağustos-25 Eylül 629) Mûte gazası vuku buldu. Resûl-i
ekrem, sallallahü aleyhi ve sellem, Busra emîrine bir mektup göndererek, onu İslâmiyet’e davet etmiş ve
elçi göndermişti. Bunlar, Resûl-i ekremin gönderdiği elçiye iyi davranacakları yerde, onu şehîd ve
müslümanlara karşı harb îlân ettiler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem, 3000 kişilik bir kuvvet hazırlayarak,
kumandayı Zeyd bin Hârise’ye verdi.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, mescidinde öğle namazını kıldırdıktan sonra, Eshâb-ı kiramla birlikte
oturdular ve; “Cihâd için hazırlanan ordunun başına Zeyd bin Harise’yi kumandan tâyin ettim. Zeyd
bin Harise şehid olursa, yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib, Ca’fer de şehîd olursa, Abdullah bin Revâha
geçsin. Abdullah da şehîd olursa, müslümanlar, aralarında münâsib birini kendilerine kumandan
seçsinler” buyurdular. Bunun üzerine Eshâb-ı kiram isimleri sayılan kahramanların şehîd olacaklarını
anlayarak ağlaştılar ve; “Yâ Resûlallah! Keşke sağ kalsalar da kendilerinden istifâde etseydik” dediklerinde,
Resûlullah, cevap vermeyip, sükût ettiler.

İslâm mücâhidleri, Medîne-i münevvereden yola çıkacakları sırada Resûlullah, beyaz bir sancak bağlayıp,
hazret-i Zeyd bin Hârise’ye verdi. Haris bin Umeyr’in şehîd edildiği yere kadar gidip, oradakileri
İslâmiyet’e davet etmesini, müslümanlığı kabul ederlerse ne âlâ, etmedikleri takdirde, Allahü teâlânın

yardımına gücenerek, onlarla harbetmesini emrettiler ve orduyu uğurlamak üzere Veda tepesine kadar
mücâhidlerle beraber yürüdüler.

Abdullah bin Revâha, yanındaki kumandan arkadaşlarıyla birlikte vedâlaştıkları sırada ağladı. Ona; “Ey
Revâha’nın oğlu! Niçin ağlıyorsun?” diye sorduklarında;

“Ağlamamın sebebi, değil dünyâ sevgisi
Ve değildir vallahi, özleyeceğim sizi.

Asıl sebep şudur ki, Kur’ân-ı kerîminde
Şöyle buyurmaktadır, Rabbimiz bir âyette;

“Muhakkak biliniz ki, sizlerin içinizden
Hiç bir kimse yoktur ki, geçmesin Cehennem’den” (Meryem sûresi: 71)

İşittim bu âyeti, Resûlullah okurken
Cehennem’e uğrarsam nasıl sabrederim ben”

diye söyledi. Müslümanlar; “Allahü teâlâ sizi sevgili kulları zümresine ilhak buyursun. Sâlihlerden olun”
diye dua ettiler. Sonra Abdullah bin Revâha (r. anh), şöyle dua etti:

“Mağfiret diliyorum rahman olan Rabbimden,
Vücûdum baştan başa kan olsun darbelerden

Na’şıma uğrayanlar desinler; “Ne saadet,
Kan revân yerde yatan, şehîd olmuş nihayet.”

Ordu hareket ettiğinde, Abdullah bin Revâha, (r. anh), Peygamber efendimizin yüksek Huzurlarına gelerek
vedâlaştı. Sonra; “Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şeyi emir ve
tavsiye buyurur musunuz?” deyince, Resûlullah; “Sen, yarın Allah’a pek az secde edilen bir ülkeye
varacaksın. Orada secdeleri, namazları çoğalt” buyurdu. Hazret-i Abdullah bin Revâha; “Yâ Resûlallah!
Bana, nasihatinizi arttırır mısınız?” dedi. “Allahü teâlâyı unutma! Çünkü, Allahü teâlâyı zikr,
umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu. Resûlullah, Seniyyet-ül-vedâ’da mücâhidlerin hepsi
ile vedâlaştıktan sonra; “Ben size, Allahü teâlâhın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmanızı,
yanınızdaki müslümanlara karşı hayırlı olmanızı ve onlara iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allahü
teâlânın yolunda, O’nun ismini söyleyerek harbediniz. Ganimet alınan mallara hıyanet etmeyiniz.
Ahde vefasızlık göstermeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Orada hıristiyanların kiliselerinde,
insanlardan ayrılıp kendilerini ibâdete vermiş bâzı kimseler bulacaksınız. Onlara dokunmaktan
sakınınız. Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları bâzı kimselere de rastlayacaksınız
ki, onların başlarını kılıcınızla koparınız. Siz, kadınları, yaşlanmış pîr-i fânileri öldürmeyiniz.
Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!” buyurdu. Sonra Abdullah bin Revâha (r.
anh), Resûlullah’ı şu beytlerle selâmladı.

“Vedâlaştım Nahil’de Allah’ın Resûlünden
Selâmet orda kaldı, O’ndan ayrılınca ben.

Eyvah! Arkada kaldı, Allah’ın sevgilisi,
Eyvah! Uzakta kaldı, Dostların hayırlısı.”

Zeyd bin Erkam der ki: “Ben, hazret-i Abdullah bin Revâha’nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. O
Müte seferine çıktığında, devesinin terkisine beni de bindirmişti. Geceleyin biraz gidince, dudaklarından şu
beytler dökülüyordu.

“Ey devem! Kumluktaki, kuyuya eğer beni,
Oradan da dört konak, götürürsen ileri.

Çıkarmam artık seni, bundan başka sefere,
Sahipsiz kalacaksın, az sonra, ona göre.

Ben herhalde evime, geri dönmeyeceğim,
Umarım ki bu harpte, ben şehîd düşeceğim.

Son konakta mü’minler, geçti beni hız ile,
Ey Revâha’nın oğlu, en yakınların bile,

Kardeşlik bağlarını, kopararak geçtiler,
Seni Hak teâlâya bırakıp da gittiler.

Artık düşünmüyorum, geride ne malım var?
Hiç umurumda değil, ağaçlarla hurmalar”

Bu beyitleri işitince, ağladım. Bunu fark eden hazret-i Abdullah bin Revâha kamçısıyla dokunarak; “Ey
yaramaz! Sana ne oluyor. Sana, ne zararı var? Allahü teâlâ, bana şehîdlik nasîb ederse, sen de hayvan
üzerinde geri dönüp, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyânın dert, tasa, üzüntü ve hâdiselerinden kurtularak,
rahata kavuşurum” dedi. Geceleyin inip iki rek’at namaz kıldı. Sonunda uzunca bir dua yaptık ve bana; “Ey
çocuk!” diye seslendi. “Buyur” dedim. “Bu seferde inşâallah şehîdlik nasîb olacaktır!” dedi.

İslâm mücâhidleri, yollarına devam ederek, Şam topraklarından Muan’a vardılar ve orada konakladılar.
Kayser Herakliüs’ün, Rumlardan yüz bin askerle Belkâ topraklarından Muan’a gelip konduğunu ve Beliy
kabîlesinden Mâlik bin Zafile adında birinin kumandası altında; Lahm, Cüzam, Kayn, Behrâ, Vâil, Bekr ve
Beliy hıristiyan Arablarından yüz bin kişilik bir kuvvetin de gelip onlara katıldığını haber aldılar. İslâm
mücâhidleri, durumu görüşmek üzere, Muan’da iki gece kaldılar. Zeyd bin Harise (r. anh), Rumların
kendileri için pek çok asker topladıklarını haber verip, mücâhidlere görüşlerini sordu. Bâzıları; “Rumlarla
karşılaşmaktan vazgeçip, memleketlere akın yap. Halklarını esir al, Medîne’ye geri dön” dediler. Diğer
mücâhidler ise; “Resûlullah aleyhisselâma yazı yazıp, düşmanımızın sayısını bildirelim. Bize, acele asker
göndermesini ve bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim” dediler. Bu hususta söz ve
görüş birliğine vardılar. Hazret-i Abdullah bin Revâha;

“Ey kavmim ne sebepten, tereddüt edersiniz?
Şehîd olmak kasdiyle, cenge gelmedik mi biz?

Silâhça, süvarice, çokluk olduğumuzdan,
Dolayı savaşmadık, kâfirlerle hiç bir an.

Allahü teâlânın, bize ihsan ettiği,
Şu din kuvveti ile, savaştık aslan gibi.

Gidiniz, çarpışınız, muhakkak iyilik var,
Bu işin neticesi, ya şehâdet ya zafer.

Bedr günü vallahi, vardı iki atımız,
Uhud’da tek at ile, pek azdı silâhımız.

Bu cenkte galip gelmek, varsa eğer kaderde,
Zâten böyle vâdetti, Allah ve Peygamber de.

Hak teâlâ vadinden, döner mi hiç geriye,
Ey mü’minler öyleyse, yürüyün ileriye.

Şehîdlik varsa eğer, bizim kaderimizde,
Kavuşuruz Cennet’te, şehîd kardeşimize”

dedi. Hazret-i Abdullah bin Revâha’nın bu sözleri, mücâhidleri cesaretlendirmişti. “Vallahi Revâha’nın
oğlu, doğru söylüyor” dediler ve yollarına devam ettiler.

Meşârif köyünde düşman askerleri yaklaşmaya başlayınca, İslâm mücâhidleri, Mûte’ye çekilerek hemen
savaş düzenine girip, düşmanın üzerine yürüdüler. İki taraf birbirleriyle amansızca çarpışmaya başlamıştı.
İslâm ordusunun başkumandanı Zeyd bin Harise (r. anh), Peygamber efendimizin sancağını eline aldı.
Vücûdu, Rumların mızrakları ile delik deşik edilip, kanları saçılıncaya kadar çarpıştı ve sonunda şehîd
düştü. Sancağı Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib alarak, düşman ortalarına kadar daldı. Çarpışırken, bir eli kesildi.
Sancağı, diğer eline aldı. O kesilince, sancağı koltuğunun altına kıstırdı. O sırada biri mızrağını sapladı ve
hazret-i Ca’fer’i şehîd etti. Ca’fer (r. anh) şehîd olunca, Ebû’l-Yüsr Ka’b bin Umeyr sancağı alıp, Abdullah
bin Revâha’ya verdi. Abdullah bin Revâha, elinde sancak atlı olarak düşman üstüne yürüyerek kendi
kendine;

“Ey nefsim, bana boyun eğeceksin elbette,
Bugün şehîd olurum, yemîn ettim bu harpte.

Ya sen kendiliğinden, razı olursun buna,
Ya kabul ettiririm, bu işi zorla sana.

Eğer öidürülmezsen, şayet sen bu savaşta,
Hiç ölmeyecek misin, ey nefsim söyle bana.

Ca’fer bin Ebî Tâlib ve Zeyd bin Hârise’nin,
Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin.

Onlar şehîd oldular, ey nefsim durma geri,
Sonra bedbaht olursun, haydi atıl ileri!”

diyerek ileri atıldı. Bir ara çarpışırken, parmağı yaralanınca, atından indi. Yaralı parmağını ayağının altına
koyup; “Sen sâdece yaralı bir parmak değil misin? Zâten bu kazaya da Allahü teâlânın yolunda uğramış
bulunuyorsun” diyerek çekip kopardı. Sonra atma atlayıp, planca gücü ile çarpışmaya devam etti.

Hazret-i Abdullah bin Revâha çarpıştıktan sonra dönüp atından indiği sırada, amcasının oğlu kendisine
pişirilmiş et getirdi ve; “Al, bunu ye de biraz güçlen” dedi. Abdullah bin Revâha, üç günden beri bir şey
yememişti. Etten ağzına bir lokma aldığı sırada, müslümanların bulunduğu yerde bir karışıklık gördü.
Bunun üzerine; “Sen hâlâ bu dünyâdasın ve yiyip-içmekle meşgulsün” diyerek, nefsini kınadı elindeki eti
bırakarak kılıcını sıyırıp, tekrar savaşa girdi. Kahramanca çarpıştı. Bir ara düşman askerlerinden biri,
mızrağını Abdullah bin Revâha’ya fırlattı. Abdullah bin Revâha (r. anh), müslümanlarla düşman safları

arasındaki yere düşerek, özlediği şehâdete kavuştu. Eshâb-ı kiram (r. anhüm), hemen istişare ederek
aralarında hazret-i Hâlid bin Velîd’i kumandan seçtiler.

Peygamberimizin sâdık arkadaşları, Hâlid bin Velîd kumandası ve sancağı altında hücûma geçtiler ve
düşmanı bozguna uğrattılar. Hâlid bin Velîd; “O gün, benim elimde dokuz kılıç parçalandı.

Elimde geniş yüzlü bir Yemen palası’ndan başka bir şey kalmamıştı” diyerek, o zamanı dile getirmiştir.

Peygamber efendimiz, kumandanların şehâdet haberleri Medine’ye gelmeden, Eshâbını mescidde topladı.
Çok üzgün idiler. Eshâbı (r. anhüm); “Yâ Resûlallah! Sizi üzüntülü gördüğümüzden beri, acımızın
derecesini ancak Allahü teâlâ bilir” deyince, Peygamber efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı
ve; “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehîd olmaları idi. Bu hâl,
onları, Cennet’te karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti.
Zeyd bin Harise sancağı eline aldı. Nihayet şehîd edildi. O şimdi Cennet’e girdi. Orada koşup
duruyor. Sonra sancağı Ca’fer bin Ebî Tâlib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o
da şehîd oldu. O, şehîd olarak Cennet’e girdi ve yakuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor.
Ca’fer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı. Elinde sancak olduğu hâlde, düşmanlarla
çarpıştı ve şehîd oldu ve Cennet’e girdi. Onlar, Cennet’te altından tahtlar üzerinde bana gösterildi”
buyurdu.

Abdullah bin Revâha, dînine son derece bağlı, dünyâ malına ve rütbesine kıymet vermezdi. Allahü teâlâya
ibâdet etmekte ve Peygamber efendimizin emirlerini ölüm pahasına da olsa yerine getirmekte eşine az
rastlanırdı. Bir defasında, Peygamber efendimiz hutbe okurken cemâate; “Oturunuz” buyurduğunda,
Abdullah bin Revâha (r. anh), mescidin dışında bir yerde bulunuyordu ve hemen olduğu yerde oturdu, hutbe
bitinceye kadar, hiç kımıldamadan orada bekledi. Onun bu hareketi Peygamberimize ulaştırılınca; “Allahü
teâlaya ve Resûlüne gösterdiğin itâatde, Allahü teâlâ hırsını artırsın” buyurdu.

Peygamberimiz, Abdullah bin Revâha’yı çok sever, hastalandığı zaman ziyaretine gider, hâl ve hatırını
sorardı. Bedr’den başlayarak, şehîd olduğu Mûte savaşma kadar Peygamberimizin iştirak ettiği bütün
savaşlarda bulunan Abdullah bin Revâha (r. anh), Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem şâir ve
hatiplerinden olup, aynı zamanda vahiy kâtibiydi. Şairlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve takdir
edilirdi. Şiirleri, Eshâb-ı kiram tarafından ezberlenerek dilden dile yayıldı. Resûlullah, şiirlerini çok beğenir,
bunların düşmana ok atmakdan daha te’sirli olduğunu beyân ederdi. Yine onun hakkında; “Cenâb-ı Hak,
Abdullah bin Revâha’ya rahmet eylesin. Melâike onun meclisi ile iftihar ederlerdi” buyurdu.

Ebû Hassan şöyle anlatır: “(Meâlen) “Şâirlere ancak azgınlar uyar” (Şuarâ sûresi: 224) âyet-i kerîmesi
inince, Hassan bin Sabit, Abdullah bin Revâha ve Ka’b bin Mâlik (r. anhüm) ağlayarak Resûlullah’ın
yanına geldiler ve; “Bizim hâlimiz ne olacak” dediler. O zaman Resûlullah; “Ancak inanıp sâlih
amellerde bulunanlar müstesna” (Şûra sûresi: 227) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.”

Ebü’d-Derdâ (r. anh) anlatır: “Abdullah bir Revâha’yı hatırlamadığım bir gün geçmemiştir.
Karşılaştığımızda göğsüme ve omuzlanma dokunur ve; “Ey Üveymir (Ebü’d-Derdâ)! Bir ara gel, seninle
oturup Allahü teâlânın razı olduğu şeylerden konuşalım” der ve; “Bunlar, îmânımızı kuvvetlendiren
meclislerdir” buyururdu.

Enes bin Mâlik (r. anh) şöyle anlatır:

“Abdullah bin Revâha, Eshâbdan birini görmüş ve ona; “Kardeşim, gel seninle Rabbimizden bahsedelim”
demişti. O zât Resûlullah’a gelerek; İbn-i Revâha’nın sözlerini arzedince, Resûlullah; “Allahü teâlâ, İbn-i

Revâha’ya iyilikler versin. Zira o, meleklerin bile imrendiği zikir (ilim) meclislerini seviyor”
buyurdular.

Ata bin Vesâm anlatır: “Abdullah bin Revâha birisine; “Gel îmân edelim” dedi. O; “Biz mü’min değil miyiz
de yeniden îmân edeceğiz” diye sordu. İbn-i Revâha; “îmânımızı kuvvetlendirelim demek istedim”
buyurdu.”

Hanımı onun hakkında; “Evden dışarıya çıkarken ve dışardan eve girdiği zaman, dâima iki rek’at namaz
kılar ve bunu asla terketmezdi. Harbe giderken, herkesten önce çıkar, dönüşte ise en son gelen o olurdu”
demiştir.

Ebü’d-Derdâ; “Resûlullah ile beraber çok sıcak bir günde yaptığımız bir seferi hatırlarım. Sıcağın
şiddetinden, insan, elini başının üzerine koymak mecburiyetinde kalıyordu. İçimizde Resûlullah ile
Abdullah bin Revâha’dan başka oruçlu yoktu” diyerek, onun üstünlüğünü dile getirmiştir.

Abdullah bin Ömer (r. anh), Abdullah bin Revâha’nın adaleti hakkında şöyle dedi: “Abdullah bin Revâha
her sene Hayber’e gelir, oradakilerin mahsûlünün takdirini yaparak verecekleri vergi ve zekâtları (uşurları)
tesbit ederdi. Hayberliler, Abdullah bin Revâha’yı fazla takdir ve tesbit ediyor diye Resûlullah’a şikâyet
ettiler. Ayrıca rüşvet teklifinde de bulundular. Bunun üzerine o; “Ey Allahü teâlaya isyan edenler! Siz bana
haram mı yedirmek istiyorsunuz? Ben size canımdan ve herkesten daha çok sevdiğim Resûlullah’ın
yanından geldiğimi yeminle söylerim. Şu hâlinizle maymun ve hınzırlardan aşağı oluyorsunuz. Size olan
kinim ve Resûlullah’a olan sevgim beni size adaletsizlik etmeye sevketmez” deyince, Hayberliler pişman
olup; “Bunların yüzünden, gökler ve yerler ayakta duruyor” dediler.”



1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-2, sh. 128

2) Sahîh-i Buhârî; cild-5, sh. 87

3) Üsüd-ül-gâbe; cild-3, sh. 159

4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 992,1009, 1088

5) El-Kâmil fit-târih cild-2, sh. 234

6) Târih-i Taberî; cild-3, sh. 107

7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 203

8) Eshâb-ı Kiram

ABDULLAH BİN SA’D BİN EBÎ ŞERH

Vahiy kâtibi olmakla şereflenen Eshâb-ı kiramın büyüklerinden ve Afrikiye diye anılan, Kuzeybatı
Afrika’nın fâtihi büyük komutan ve vali. İsmi, Abdullah bin Sa’d bin Ebî Şerh bin Haris bin Hubeyb el-
Kureşî el-Amirî olup, künyesi Ebû Yahya’dır. Osman bin Affân’ın (r. anh) süt kardeşidir. Resûlullah
efendimizle sallallahü aleyhi ve sellem Medine’ye hicret etti. Ayrıca, vahy kâtibi idi. Sonra dinden dönerek,
müşrik oldu. Mekke’ye geri döndü. Mekke’nin fethinde, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem, Abdullah
bin Sa’d’ın ve Abdullah bin Hatal’ın Kâbe-i muazzamanın altında bulunsalar bile öldürülmelerini emretti.

Fakat Abdullah bin Sa’d, Osman bin Affân’ın yanına kaçtı. Hazret-i Osman da onu fetih tamamlandıktan ve
herkes yatıştıktan sonra Resûlullah’ın huzuruna götürdü. Resûlullah efendimizden sallallahü aleyhi ve
sellem onun hakkında emân istedi. Peygamber efendimiz uzun müddet sükût etti. Sonra; “Evet” buyurdular.
Abdullah bin Sa’d tövbe ederek, o gün müslüman oldu. O günden sonra, onda hiç bir uygunsuz hareket
görülmedi.

Abdullah bin Sa’d, Kureyş’in ileri gelenlerinden idi. Mısır’ın fethinde Amr bin As’ın ordusunun sağ
kanadında komutan olarak bulundu. Buranın fethindeki bütün muharebelere katıldı. Hazret-i Osman, onu,
Amr bin As’ın yerine Mısır valisi yaptı.

Rodos adasının hazret-i Muâviye tarafından fethedilmesinden sonra, Rum imparatoru Kostantin bin
Herakliüs, büyük bir kuvvet ve donanmayla, müslümanlarla denizde muharebe yapmak üzere yola çıktı.
Bunu haber alan Osman bin Affân (r. anh), mektuplar yazarak hazret-i Muâviye’ye Şamlılardan, Abdullah
bin Sa’d’a da Mısırlılardan meydana gelen bir donanma hazırlamalarını bildirdi. Amr bin As’dan da,
Abdullah bin Sa’d’ın hazırlığına yardım etmesini, mal ve silâh bakımından gereken yardımı yapmasını

istedi.

Şamlılardan ve Mısırlılardan meydana gelen İslâm donanması, bütün ağırlıkları ile Akka sahilinde toplandı.
Ayrıca Akka’dan, içinde pek çok yiyecek, asker ve mühimmat bulunan 500 gemi daha te’min edildi.

Rum imparatoru Kostantin ise bin gemi ile Kostantiniyye’den (İstanbul’dan) ayrıldı. İslâm donanmasının
hazırlıklar ve manevralar ile meşgul olduğu bir sırada, Rum donanması meydana çıktı. O gün rüzgâr
müslümanlara doğru esiyordu. Rum donanmasının görülmemiş sayıda gemiyle ortaya çıkması karşısında,
mücâhidler, Allahü teâlâya tazarrû ve niyazda bulundular, düşmana karşı muzaffer kılması için dualar
ettiler. Düşman donanması tam karşılarına gelip demir attı. Bu sırada rüzgâr durmuş, akşam olmuştu.
Rumlar sabaha kadar içki içip oyun oynarlarken; müslümanlar geceyi Kur’ân-ı kerîm okumak, namaz
kılmak ve dua etmekle geçirdiler. Sabah olunca, her iki taraf harb düzenine girdi. Hazret-i Muâviye,
Abdullah bin Sa’d’ı Rumlara elçi olarak gönderdi. “İsterseniz sahile çıkalım orada muharebe edelim” diye
teklifte bulundu. Rumlar bu teklifi kabul etmiyerek, müslümanlara biraz daha yaklaştılar. İslâm
donanmasının gemileri birbirine bağlandı. Mücâhidler, ellerinde mızrak, kılıç ve ok olduğu hâlde saf hâline
geçtiler. İki taraf arasında şiddetli bir muharebe başladı. Tekbir sesleri göğe yükselmiş, denizin yüzü kan
rengine bürünmüştü. Dalgalar, kan pıhtılarını ve cesedlerini sahile sürüklüyordu. Kıyı, insan cesedleriyle
dolmuştu. Bir çok mücâhid, bu muharebede şehâdet şerbetini içti. Rum imparatoru muharebe sırasında
başından ve vücûdunun bir çok yerinden yaralandı. İçinde bulunduğu gemi ile muharebe meydanından
kaçtı. Abdullah bin Sa’d, bu sırada; “Haberiniz olsun, kim Rumlardan bir kişi öldürürse, ona üç dinar
verilecek” diye sesleniyordu. Nihayet kalabalık Rum donanması hezimete uğradı. Kaçamıyan gemileri
deniz üzerinde metruk hâlde kaldı.

Zaferle dönen İslâm donanması, Akka sahiline demirledi. Abdullah bin Sa’d ve hazret-i Muâviye, halîfe
hazret-i Osman’a müslümanların muzafferiyetini, Rum ordusunun hezimetini bildirdiler. Osman (r. anh), bu
haberden çok memnun oldu. Bir süre sonra Osman (r. anh), Abdullah bin Sa’d’ı, Mısır valiliğine tâyin etti.

Mısır valisi olan Abdullah bin Sa’d, Hz. Osman’dan Afrikiye’nin fethi için izin istedi. Gönderdiği
mektubunda, Afrika’nın fethinin kolay olduğunu yazdı. Hz. Osman, ilk önce rızâ göstermedi, fakat sonra
razı oldu. Osman (r. anh), gece yarısı Misver bin Mahreme el-Kureşî’yi huzuruna çağırttı. Misver (r. anh)
gelince; “Ey Misver! Bu gece Afrikiye’ye ordu göndermek hususunda istihare yaptım. Ayrıca, Abdullah bin
Sa’d, müslümanların Afrikiye’yi fethetmeye dâir cesaretlerini de bir mektupla bildirdi” dedi. Bunun üzerine
Misver (r. anh); “Allahü teâlâ, Emîr-ül-mü’minîne ve müslümanlara zaferler versin. Ben de bu görüşteyim,
hayırlı olsun” dedi. Hz. Osman da; “Bu gazada Allahü teâlâdan hayır umuyorum. Yine de sabahleyin
Eshâbın ileri gelenlerini davet et, bu hususta istişare edeyim. Şayet onlar da aynı fikirde iseler, inşâallah

fethe teşebbüs edelim” dedi. Misver (r. anh) ertesi gün, Ali bin Ebî Tâlib, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin
Avvâm, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd ve Eshâbdan bâzılarını davet etti. Hz. Osman, onların Mescid-
i Nebevî’de toplandıklarını haber alınca, yanlarına gitti. Afrikiye’nin fethi hususunda, gün bir hayli
yükselinceye kadar istişare ettiler. İstişarenin netîcesinde, Afrikiye’nin fethine karar verildi ve sefer için
müslümanlar teşvik edildi. Hepsi bu davete icabet ettiler. Hz. Osman’ın yanında muhtelif kabilelerden pek
çok kimse toplandı. Toplanan gönüllülerin sayısı bir anda dört bin sekiz yüzü bulmuştu. Gönüllüler, eldeki
imkânlara göre teçhiz edildiler. Hz. Osman bizzat kendisi, muharebeye hazırlananlara 1000 katır yardımda
bulundu. Süvarilerin başına Mervân bin Hakem’i, kardeşi Haris bin Hakem’i de piyadelerin başına
kumandan yaptı. Allahü teâlâya hamd ve senadan sonra İslâm mücâhidlerine şöyle dedi: “Ey müslümanlar!
öyle bir dünyâda bulunuyorsunuz ki, burada gevşeklik ve ihmalkârlık muvafık değildir, Ömer bin Hattâb’ı
gördünüz. Allahü teâlâ ona Acem mülkünün fethini nasîb ve müyesser eyledi. Siz Mısır diyarını da
fethettiniz. Hâlbuki, Mısır’ın fethi daha zordu. Sayı bakımından fâzla idiler. Ben, Allahü teâlâ’nın Afrika
fethinde size yardım edeceğini ve sizi muzaffer kılacağını umuyorum. Bu sebeple ey Allah’ın kulları!
Takvaya yapışınız. Çünkü takva devamlıdır. Ondan başkası geçicidir. Mısır valisi Abdullah bin Sa’d’a
mektup yazdım. Ona, size yumuşaklıkla ve iyi muamele etmesini tavsiye eyledim. Tavsiyelerime ve emrime
uyacağını umuyorum. Allahü teâlâ bize kâfidir. O ne güzel vekildir. Yürüyünüz, Allahü teâlânın merhameti
üzerinize olsun. Allahü teâlâya emânet olun.”

Bu sözleri dinleyen İslâm mücâhidleri, Medîne’den ayrıldı. Uzun bir yolculuktan sonra Mısır’a, Abdullah
bin Sa’d’ın yanına vardı. İslâm ordusu Mısır’da toplandı. Abdullah bin Sa’d, 13 bin kişilik bir ordu ile
Afrikiye üzerine yürüdü. O sırada Afrikiye’nin Batı Trablus’dan Tanca’ya kadar olan bölgesi, Gregorios
isimli bir Rum valisinin idaresi altında idi. İslâm ordusu Batı Trablus’a girdi. Başlarında Abdullah bin Sa’d
olduğu hâlde, Afrikiye’nin içlerine doğru ilerlerken, vali Gregorios’a elçi gönderilerek İslâm’a davet edildi.
Gregorios buna kızarak; “Ben dîninize asla girmem” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Sa’d, ona tekrar elçi
gönderdi ve; “Şayet müslüman olmak istemiyorsan cizyeni ver” diye teklifte bulundu. Gregorios; “Bir
dirhem bile isteseydiniz, yine vermezdim” cevâbında bulundu ve müslümanlarla muharebe için asker
toplamaya başladı. Durum Abdullah bin Sa’d’a ulaşınca, İslâm ordusunu tekrar bir karargâhta toplayıp,
düşman üzerine yürüdü. Bu sırada, mücâhidlerin arasında bulunan Mısırlı bir müslüman şöyle dedi: “Ey
kumandan! Afrikiyeliler korkaktır. Harb zamanı kaçarlar. Onlardan kaçan olmaması için çeşitli yerlere pusu
kurdur. Çünkü kaçanlar tekrar müslümanlara saldırırlar.” Abdullah bin Sa’d bu fikri beğendi ve hemen
tedbir aldı. İki ordu, bölgenin başşehri olan Subaytala yakınlarında karşılaştı. Gregorios’un ordusu 60 bin
kişi idi. Bu arada, Hz. Osman, Afrikiye fethine çıkan mücâhidlerden haber alamadığı için, Abdullah bin
Zübeyr komutasında bir birliği, hem haber getirmek, hem de mücâhidlere yardımcı olmak gayesiyle
Afriki’ye’ye gönderdi. Abdullah bin Zübeyr, kısa zamanda bölgeye gelip İslâm ordusuna katıldı. Bunu
gören mücâhidler, tekbirlerle sevinçlerini açığa vurdular. Tekbir sesleri Gregorios’a ulaşmış, sebebini
sormuştu. Yanında bulunanlar; müslümanların yardımcı kuvvet aldıklarını ve sevinçlerinden tekbir
getirdiklerini söyleyince, manen yıkılmıştı.

Abdullah bin Zübeyr, muharebe meydanına vardığı zaman, mücâhidlerin sabahın erken saatlerinden öğleye
kadar çarpıştıklarını, öğleden sonra çadırlarına çekildiklerini gördü. Ertesi gün, savaş meydanında Abdullah
bin Sa’d’ı göremeyince nerede olduğunu sordu. Bir mücâhid; “Vali Gregorios, Abdullah bin Sa’d’ı
öldürene, yüz bin dinar ve kızını vereceğini îlân etti. Abdullah bin Sa’d, öldürüldüğü zaman İslâm
ordusunun dağılacağını düşünerek çadırında duruyor” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Zübeyr, Abdullah
bin Sa’d’a vararak; “Sen de, Gregorios’un başını getiren kimseye yüz bin dinar ve onun kızını verip bu
şehre de vali yapacağını îlân et” dedi. Gregorios bu îlân karşısında, Abdullah bin Sa’d’dan korkup,
çekinmeye başladı.

Abdullah bin Zübeyr, akşam namazından sonra Abdullah bin Sa’d’a; “Düşmanla işimiz uzayacağa
benziyor. Onlar, memleketlerinde olduklarından, devamlı yardımcı kuvvet alıyorlar. Biz ise bundan
mahrumuz. Uygun görüldüğü takdirde, yarın sabah bir grup mücâhid çadırlarında kalsın. Öğleyin herkes

muharebe meydanından çekilince, çadırlarda bulunan taze kuvvetle onların üzerine saldıralım. Düşman
yorgun olduğu için, inşâallah zafer kazanırız” teklifinde bulundu. Abdullah bin Sa’d, hemen Eshâbın ileri
gelenlerini toplayarak durumu görüştü. İstişare sonucunda, teklif yerinde bulundu.

Ertesi gün her zamanki gibi, mücâhidler öğleye kadar kahramanca çarpıştılar, öğle ezanı okununca
çekildiler. Çadırlarda bekliyen yorulmamış mücâhidler, hızla düşmana saldırdılar. Rumlar çok yorgun
olduklarından, silâhlarını bile bir yana bırakmışlardı. Şiddetli çarpışma sonucunda komutanları Gregorios,
Abdullah bin Zübeyr tarafından öldürüldü. Rumlar büyük bir bozguna uğradı. Kaçanlar pusuda bekleyen
mücâhidler tarafından öldürüldü. Aman dileyenler esir edildi. Büyük mikdarda ganîmet alındı.

Subaytala şehrini ele geçiren Abdullah bin Sa’d, mücâhidleri etraftaki şehirleri fethetmeleri için gönderdi.
Şehirlerin bir kısmı sulh yoluyla, bir kısmı da muharebe yapılarak ele geçti. İslâm ordusu, büyük ganimete
kavuştu.

Abdullah bin Sa’d, bu seferi sırasında, bir yıl üç ay süreyle Afrikiye’de kaldı. Bu sefer sırasında yapılan
gazalarda, müslümanlardan sâdece üç kişi şehîd olmuştu. Onlardan biri, şâir Ebû Züeyb idi. Mısır’a geri
dönen Abdullah bin Sa’d, zafer müjdesini ve elde ettiği ganimetlerin beşte birini Hz. Osman’a gönderdi.
Geri kalan ganîmeti mücâhidler arasında paylaştırdı.

Abdullah bin Sa’d, 656 (H. 36) senesinde, bir rivayete göre Askalan’da, bir rivayete göre de Remle’de vefat
etti. Abdullah bin Sa’d, Allanü teâlâya; “Yâ Rabbî! Son amelimi namaz kıl!” diye yalvarmıştı. Bir gün
sabah namazında, oturup sağma selâm verdikten sonra, sol tarafına selâm verirken ruhunu teslim etti.



1) Tarih-i Taberî; cild-4, sh. 203

2) Futûh-ül-Büldân; sh. 226

3) Üsüd-ül-Gâbe; cild-3. sh. 173

4) Eshâb-ı Kiram; sh. 304

5) Hak Sözün Vesikaları; sh. 190

ABDULLAH BİN SEBE (Bkz. İbn-i Sebe)

ABDULLAH BİN TÂHİR

Abbasî halîfesi Me’mûn zamanının Horasan valisi. İsmi, Abdullah bin Tâhir bin Hüseyn bin Mus’ab bin
Ruzeyk bin Mâhân el-Huzâ’î olup, künyesi Ebü’l-Abbâs’dır. Tâhirî hanedanını kuran Tâhir bin Hüseyn’in
oğlu, Horasan valisi iken 828 (H. 213) senesinde ölen Talha bin Tâhir’in kardeşidir. Dedelerinden Ruzeyk,
Eshâb-ı kiramdan Talha bin Abdillah’ın âzâdlısı idi. 798 (H. 182) senesinde doğdu. Horasan’da vali iken 26
Kasım 844 (H. 230) senesi Rebî’ul-evvel ayının ikinci haftasında hastalandı. Üç gün hasta yattıktan sonra
Rebî’ul-evvel ayının on birinde, Cum’a gecesi vefat eni. Bağdad’ın fethi ile ilgili bir risalesi ve çeşitli
mevzularda yazıları vardır.

Abdullah bin Tâhir, Me’mûn’un yanında büyük bir îtibâra sâhib idi. Bu, babası Tâhir’in halîfeye
hizmetlerinden değil bizzat kendi gayretlerinden ileri geliyordu. Abdullah’ın babası Tâhir, meşhûr
kumandanlardan ve halîfe Me’mûn’un has adamlarındandı. Me’mûn; Musul, Cezîre, Şam ve Mağrib

bölgelerinin genel valisi olarak Rakka’da bulunan Tâhir’i, Bağdad’ın emniyet müdürlüğüne ve Irak
bölgesinin mâliye me’mûrluğuna tâyin etmek üzere Bağdad’a çağırmıştı. Tâhir de, Temmuz 819 (H. 204)
da Bağdad’a gelirken, Rakka’da yerine nâib (vekil) olarak oğlu Abdullah’ı bırakmış, böylece onun devlet
hizmeti, daha genç yaşta başlamıştı. Me’mûn, Tâhir’den boşalan Rakka valiliğine Yahya bin Mu’âz’ı tâyin
edip, 6 Mayıs 821’de orada vekil bulunan Abdullah’ı Bağdad’a getirtti ve aynı târihte, Horasan’a vali olarak
giden oabası Tâhir’in yerme onu, Bağdad’ın sâhib-uş-şurta’lığına (emniyet müdürlüğüne) tâyin etti. Bir kaç
ay sonra Yahya bin Mu’âz vefat etti ve vefat ederken yerine oğlu Ahmed’i vekil bıraktı.

Diğer taraftan, bundan az zaman önce 815 (H. 199) senesinde (Tâhir zamanında) Cezîre’de, Halîfe
Me’mûn’a karşı meydana gelen Nasr bin Şebes isyanının çalkantıları devam etmekte olup, gerginlik
artmıştı. Bu sebeple, Bağdad’a gelmesinden bir-iki ay gibi çok kısa bir zaman sonra, Abdullah bin Tâhir,
halîfe Me’mûn tarafından tam bir selâhiyetle Temmuz-Ağustus 821 (H 206) da vali olarak Rakka’ya
gönderildi.

Bu sırada Horasan’da vali olan Tâhir, oğlunun Rakka valiliğine getirildiğini öğrenince, tecrübelerinden
istifâde ederek, bir idarecinin nelere dikkat etmesi, siyâsî ve diğer hususlarda hangi kaidelere riâyet etmesi
îcâb ettiğini ihtiva eden uzun bir mektup yazarak, oğluna gönderdi. İnsanların çok hoşlanıp, elden ele
dolaştırdıkları, nihayet halîfeye kadar ulaştırdıkları ve halîfenin beğenip, çoğaltarak bütün valilere
gönderdiği bu mektup özetle şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Bir olan, eşi ve ortağı bulunmayan Allahü teâlâdan kork. Dâima O’nun korkusu içinde bulun. Her an O’nu
murakabe eyle! Hep O’nu düşün. O’nun gadâbından sakın. Gecegündüz, idaren altında bulunan insanları
korumaya gayret eyle. Allahü teâlânın sana ihsan ettiği afiyet nimetini, âhıret için hazırlanmakta, mes’ûl
olacağın şeyi düşünmekte kullan.

Allahü teâlâ ihsan ederek valilik mevkîinde bulunmanı nasîb etmiş ve idaren altında bulunanlara da şefkat
ve merhametle muamele etmeni emretmiştir. Ayrıca, insanlara karşı âdil davranmanı, Allahü teâlânın
hakkına riâyet etmeni, insanlara O’nun emir ve yasaklarını tat-bik etmeni, onları zararlı şeylerden korumanı,
onların ırz ve namuslarını iyi muhafaza etmeni, kanlarının dökülmesine mâni olmanı, yolculuklarında
kendilerine yol emniyetini te’min etmeni, hâsılı, onları rahat ettirmeni emretmiştir.

Şunu iyi bil ki, Allahü teâlâ emrettiği şeylerden seni hesaba çekecek ve yaptığın işlerin; mükâfat veya ceza
olarak, karşılığını verecektir. O hâlde aklınla, zihninle, basîretinle, her şeyinle, Hak teâlâya vereceğin
hesaba hazırlanmaya yönel. Hiç bir meşguliyet bu mühim farzı terketmene ve gevşeklik göstermene sebeb
olmasın. Çünkü bu, her şeyin başıdır.

Üzerinde en fazla dikkat ve hassasiyet göstereceğin, ehemmiyetle duracağın en mühim şey; Allahü teâlânın
sana farz kıldığı beş vakit namaza devam etmektir. Ayrıca, namazlarını, Hak teâlâyı hatırlayarak, güzel
abdest alarak, müstehab olan vakitlerinde, bütün âdâb ve erkânına riâyet ederek cemâatle kılmaktır. Bundan
başka, namazda okuduğun âyet-i kerîmeleri, acele etmeden, edeble oku. Namazın rükû, secde ve diğer
erkânını, tam bir samîmiyet, ihlâs ve teslîmiyet ile îfâ et. Yapılan bütün iyi işlerin, hattâ diğer bütün
ibâdetlerin; namazı güzel ve düzgün kılabilmek için olduğunu unutma. Bu hususta en ufak bir gevşeklik,
tembellik gösterme ve kat’iyyen ihmalkâr davranma. Bil ki, bütün işlerin düzenli olması namaza bağlıdır.
Namaza bu şekilde devam eden, her kötülükten uzaklaşır. Çünkü Allahü teâlâ meâlen; “Doğru kılınan
namaz, insanı fahşâdan ve münkerden her hâlde uzaklaştırır” buyurdu (Ankebût sûresi: 45). Hem,
beraber olduğun kimseleri de namaza teşvik et!

Beş vakit namazdan sonra yapman îcâbeden en mühim husus, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin
sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmak ve O’nun ahlâkı ile ahlâklanmaktır.

Bir işle karşılaştığın zaman, önce Allahü teâlâdan korkarak istiharede bulun ve Resûlullah efendimiz
vasıtasıyla bildirdiği emir ve yasaklarına bağlı kalarak yapmaya çalış. Bu işin, Allahü teâlânın senin
hakkında, razı olduğu, beğendiği şekilde meydana gelmesini nasîb etmesi için O’ndan yardım iste!

Sana yakın olsun, uzak olsun hoşlandığın ve hoşlanmadığın bir hususta herhangi bir kimseye muamele
ederken, sakın adaletten ayrılma.

Her zaman fıkıh âlimlerini, sâlihleri, Allahü teâlânın emirlerine uygun yaşayanları tercih eyle. Kişinin
kendini süslediği şeylerden birisi, fıkıh ilmine sâhib olmak, fıkıh bilgisini elde etmek gayretinde olmak,
başkalarını da buna teşvik etmek ve insanı Allahü teâlâya yaklaştıracak şeyleri bilmektir. Bütün bunlara
riâyet edersen, Allahü teâlânın yardımı ve muvaffakiyeti seninle beraber olur. Bunun sayesinde, insanlar
senin emrine tazimde bulunur. Saltanatın onlara karşı heybetli olur. Böylece, herkes sana samimiyet
duymaya ve adaletine îtimâd etmeye başlar.

Bütün işlerinde orta yolu tut. İtidalli olmak, orta yolda bulunmak çok takdir edilmiş, beğenilmiştir. Orta
yolu tutmak, apaçık bir emniyet, fazîlet ve güzellik olup, insanı, istikâmet sahibi olmaya ve hidâyete
sevkeder. Hak teâlânın yardımı, muvaffakiyeti ve iki cihan saadeti ise, istikâmet, hidâyet üzere
bulunanlaradır. Bütün dünyâ işlerinde orta yol üzere bulun. Âhıreti istemekte, sevâb işlemekte, sâlih ameller
yapmakta, güzel hâl üzere bulunmakta gevşeklik gösterme. Zîrâ, Allahü teâlânın rızâsını, kazanmak ve
Cennet’te, O’nun dostu olan velî kullarla beraber olmak için çok hayır ve iyilik yapmanın, bu hususda
gayretli olmanın hududu yoktur.

Bil ki, dünyâ işlerinde orta yol üzere bulunmak, kişinin izzet ve şerefini arttırır. Günahlardan korur. Ayrıca
sen, kendini ve beraberinde bulunanları, ancak orta yolu tutmakla koruyabilir ve işlerini düzeltebilirsin. Orta
yolu tut ve buna riâyet eyle. Böylece işlerin tamam olur, gücün, kudretin artar. Sana tâbi olan insanlardan,
yakınında bulunanlar ve uzağında olanlar, düzelip ıslâh olurlar.

Allahü teâlâya zannını güzel eyle ki, maiyetinde bulunanlar da sana dosdoğru davransınlar.

Kendisine vazife verdiğin hiç bir kimseyi herhangi bir şeyden dolayı, durumunu iyice araştırmadan evvel,
kat’ıyyen bir suç ile itham etme. Çünkü, tertemiz kimselere ithamlarda ve kötü zanda bulunmak, büyük
günahdır. Arkadaşların ve yakınların ile alâkalı işlerinde iyi zanda bulun. Onlara sû-i zanda yani kötü
düşüncede bulunmaktan kaçın. Bu davranışın, onların iyi yetişmelerinde sana yardımcı olur. Allahü teâlânın
düşmanı olan şeytan, yaptığın işlerde, hoşlanacak bir şey bulamasın. Çünkü sende azıcık bir zayıflık
bulması, sû-i zannı ve hayâtının tadını kaçıracak olan gam ve kederi gönlüne sokmak için kâfidir.

Şunu iyi bil ki, hüsn-i zan sahibi olduğun müddetçe kuvvet ve rahat bulursun. İşlerinde, arzu ettiğin,
sevdiğin neticelere hüsn-i zan ile kavuşursun. Hüsn-i zan sayesinde insanları, seni sevmeye, bütün işlerinde
dosdoğru ve dürüst olmaya davet edebilirsin. Hüsn-i zan sahibi olursan, insanlar seni sever ve bütün işlerini
severek, dürüstlükle yaparlar. Bununla beraber, yakınlarına hüsn-i zannın ve emrin altında bulunanlara olan
yumuşaklığın hiç bir zaman işlerini takibe, sorup araştırmana, dostların işlerini hâlletmene,
ma’iyetindekileri gözetmene, onları dikkatle tâkib etmene mâni olmasın. Evliyanın işleri ile bizzat alâkadar
olman, idaren altında bulunanları iyi gözetip, ihtiyaçlarını gidermen ve himayelerini üstlenmen önde gelen
tercihin olsun. Dînin ayakta durması ve sünnetin ihyâsı, ancak bu şekildedir.

Bütün bu işlerin hepsinde niyetini sağlam eyle. İhlâslı ol. Yaptıklarından mes’ûl olduğunu, işlemiş olduğu
iyiliklerden mükâfat alacağını, kötülüklerden ise ceza göreceğini çok iyi bilen kimsenin yaptığı gibi,

devamlı kendini hesaba çek! Muhakkak ki, Allahü teâlâ dînini sağlam bir sığınak, izzet ve şeref kılmıştır.
Dînine uyanları yüksek, şerefli eylemiştir. O hâlde idare ettiğin, yetişmelerini üzerine alıp, kendilerini
gözettiğin kimselere din yolunu, hidâyet yolunu göster.

Allahü teâlânın hakkına mutlaka riâyet et. Suçlulara müstehak oldukları cezayı vermekten de geri durma.
Bunu ihmâl etme ve kat’iyyen gevşeklik gösterme! Suçlulara, cezalarını vermekte gecikme. Aksi hâlde bu
gecikmen, içinde bulunduğun hüsn-i zannı bozup, yok eder. Bu hususlara bildirilen şekilde riâyet eylersen,
dînin korunmuş ve mürüvvetin tamamlanmış olur.

Verdiğin her hangi bir sözü muhakkak yerine getir. Hayırlı bir şey vâdettiğinde, gecikmeden yap. Dâima
iyilik yapmaya, iyilik sahibi olmaya yönel! Sana iyilik yapanlara karşılık, iyilikle mukabelede bulun. İdaren
altında bulunanların ayıb ve kusurlarını görmezlikten gel. Lisânını yalan sözden ve yalancı şâhidlikten uzak
tut ve böyle yalancılara, yalancı şah idlere buğzet. Ayrıca nemmâmlardan yâni söz taşıyanlardan uzak dur,
onlardan alâkanı kes! İşlerinin, başında veya sonunda fesada uğrayıp bozulması, yalancıların sana
yaklaşmaları ve sana yalan söylemeye cür’et etmeleri ile başlar. Çünkü yalan, günahların başıdır. Nemime,
sahibini selâmete erdirmez. Nemmâm yâni koğucu ile arkadaşlık edenin de başı selâmete ermez. Ayrıca,
koğucunun sözlerine uyarak hareket eden kimsenin hiç bir işi rast gelmez.

Doğruluk ve iyilik sahibi kimseleri çok sev. Doğruluk üzere çalıştıkları müddetçe şeref sahiplerinin
yardımcısı ol. Zayıflara yardım eyle. Akrabanı ziyaret edip gözet. Bütün bunları, Allahü teâlânın rızâsı ve
O’nun dîninin yükselmesi için yap sevabını da sâdece Allahü teâlâdan iste ve dâima âhıret yurdunu taleb
eyle.

Kötü arzulardan ve zulümden çok kaçın. Hattâ bunları, hatırından, bite uzak tut. İdaren altında olanlara da,
bu düşüncelerden uzak olduğunu göster. Onları adaletle güzel idare eyle. Aralarında hak ve doğrulukla kal
ve seni hidâyet yoluna ulaştıracak marifet bilgisi ile muamele et. Kızdığın zaman kendine hâkim ol. Vakur,
ağır başlı ve yumuşak huylu ol. Bulunduğun mevkî sebebiyle kendini çok kıymetli zannetmekten, hiddet ve
gururdan çok sakın. Hem; “Ben başta bulunuyorum. Dilediğimi yaparım” gibi bir düşünceye kapılmaktan
çok sakın. Çünkü bu hâl, sende görüşün noksan olduğuna ve bir olan, ortağı bulunmayan Allahü teâlâ
hakkındaki yakîninin azlığına alâmettir. Allahü teâlâ için niyetinde samîmî, ihlâslı ve O’nun hakkında yakîn
sahibi ol!

Şunu iyi bil ki, mülk, Allahü teâlânındır ve onu dilediğine verir. Dilediğinden ise çekip, geri alır. Sultana
yakın olup, nîmetlere bol bol kavuşanlar, Allahü teâlânın bu nîmet ve ihsanlarına nankörlük ederler, küfrân-
ı nimette bulunurlarsa ve bu nîmetlerle övünüp büyüklenirlerse, o nîmetlerin elden çıkması ve cezanın
gelmesi çabuklaşır ve hiç bir şey o kadar sür’atli değildir.

Nefse düşkün olmaktan çok sakın. Biriktirmen ve saklaman gereken hazînelerini; iyilik, takva, adalet,
idaresine me’mûr olduklarını ıslâh, beldelerini îmâr işleri ile alâkadar olmak, canlarını korumak ve
mahzunlara, muhtaçlara yardım etmek için kullan.

Şunu iyi bil ki, mallar çoğaltılmakla ve hazînelerde biriktirilmekle, üzeri kilitlenmekle meyve vermez”, artış
göstermez. Ancak bu mallar, seninle bulunanların ıslâhı, haklarının kendilerine verilmesi, geçim
sıkıntılarının giderilmesi gibi hususlar için kullanıldığı takdirde kıymetli olur ve o zaman meyve vererek
artış göstermiş olur. O hâlde hazînelerinde, hakîkaten artan mal biriktirmek istiyorsan, mallarını bu şekilde,
İslâm’ın ve müslümanların faydaları için, onlara hizmette harcamalısın. Bu gibi hususlara riâyet eder, hak
sahiplerine haklarını ödersen, kavuştuğun nimetler elinde kalır ve Allahü teâlâ sana daha fazlasını ihsan
eder.

Herkese karşı adaletle ve ihsan ile muamele edersen, onlar da sana itââtta bulunup, her söylediğini ve her
istediğini kolaylıkla yaparlar.

Hududlarını bildirdiğim bu hususlara riâyet etmeye çalış. Hasenatını, iyiliklerini çok eyle. Maldan bakî
kalacak, âhırete yarayacak olan, Hak yoluna sarfedilendir. Şükredenlerin şükürlerini iyi tanı ve kendilerini
mükâfatlandır. Sakın dünyâ ve dünyâ gururu, sana âhıret korkusunu unutturmasın. Aksi hâlde üzerindeki
hakları hafife almaya, küçümsemeye başlarsın. Bir işi mühimsemeyip ağır davranmak, insanı tefrite,
ihmalkârlığa götürür. Tefrit ise helake sebeb olur. Yaptığın her amel, Allahü teâlâ için olsun. Sevabını
O’ndan bekle. Muhakkak ki, Allahü teâlâ, dünyâdaki nîmetini bol ve geniş olarak ihsan etmiştir ve bu
fadlını da senin elinde meydana çıkarıp, göstermiştir. O halde bütün bunlara karşı şükret. Şükre sımsıkı
sarıl. Yalnız Allahü teâlâya güven! Böyle yaparsan Allahü teâlâ, sana olan hayır ve ikramını arttırır. Allahü
teâlâ, şükreden kimselere şükürleri kadar, ihsan sahiplerini de ihsanları nisbetinde mükâfatlandırır, sevâb
ihsan eder. Kavuştuğun nimetlerden, nîmete kavuşmana vesile olanların hakkını ver. Onlara teşekkür et.
İyilik ve afiyet elbisesi giy. Hiç bir günahı hafif görme! (Çünkü günahların hepsi Allahü teâlânın emrini
yapmamak olduğundan büyüktür.) Bâzı günahlar bâzılarına göre daha büyüktür.) Hasedciye hiç meyletme!
Fâsık ve fâcire, açıktan günah işleyenlere merhamet gösterme. Nîmete nankörlük edene iyilikte bulunma.
Düşmana yaltaklık etme! Söz taşıyan koğucunun söylediklerini tasdik etme. Hâini emin kabul etme.
Fâsıklarla dostluk kurma. Azgın ve sapık kimselere tâbi olma ve onlara uyma. İki yüzlü olanları medhetme.
Hiç bir insanı hakîr, aşağı görme. Hakîkaten çok muhtaç olup, senden bir şey istemeye geleni boş çevirme.
Bâtıla hiç kulak verme. Mûziblik ederek insanları güldürenlerle alâkadar olma. Aksi hâlde, sende onlar gibi,
ciddiyetsiz, hafif meşrebli olursun. Vadinden dönme. Şuursuzca davranma. Gadab ve kızgınlıkla amel etme.
Övünüp kibirlenme. Kendini beğenme. Şımararak, gururlanarak yürüme. Hafif, basit olanlarla, Hakk’ı
tanımayanlarla, mahtıı ölçüsüz savuran câhillerle düşüp kalkma.

Âhırete hazırlanmak hususunda gevşeklik tembellik gösterme. Günlerini, başkasına kızarak, onları azarlayıp
lanet ederek ve gizli gizli sır, söz taşıyarak, herkesin gizli hâllerini araştırarak geçirme. Kendisine
müsamaha ederek veya ondan korkarak zâlimin zulmüne göz yumma. Âhırette göreceğin mükâfatı, alacağın
sevabı, dünyâda dünyalık olarak bekleme.

Devamlı olarak, fıkıh âlimleri ile istişare et. Kendini yumuşak huylu eyle. Tecrübe sahiplerinin, akıl ve
hikmet ehlinin ve görüşü keskin olanların fikirlerinden istifâde et. İstişare ettiğin kimselerin arasına
müslüman olmayanları ve cimrileri katma. Zararları faydalarından çok olan bu kimselerin sözlerini dinleme.

Şunu iyi bil ki, seni, emrin altında olanların işleriyle meşgul olmaktan men eden şeylerin en sür’atlisi, en
te’sirlisi cimrilik ve hırsdır. Mala karşı çok haris olursan, çok toplayan ve az dağıtan, Allah için az veren
veya hiç veremeyen biri olursun. Böyle olunca, işlerinin pek azı doğru, düzgün olabilir. Emrin altında
olanlar, ancak mallarından elini çektiğin, üzerlerinden zulmü kaldırdığın zaman sana muhabbet beslerler.
Dostlarının, dostluktaki samimiyetleri desenin kendilerine olan iltifat ve ihsanların ile devamlı olur. Bunun
için cimrilikten çok sakın. İnsanoğlunun ilk defa cimrilik sebebiyle Rabbine isyanda bulunduğunu
hatırından çıkarma. İsyan eden âsî ise mahv, rezîl ve perîşân olmuş demektir.

Hak yolunda cömertlik yapmak, yolunu kolaylaştırır. Cömertliğin, kulların en faziletli ibâdetlerinden
olduğunu unutma. Bunun için cömertliği, kendine huy hâline getir. İş ve gidişat olarak cömertlikten razı ol!

Divânlarındaki, kayıtlardan ve yazılı oldukları diğer yerlerden askerlerinin durumlarını incşle. İaşelerini bol
eyle.

Maaşlarını da arttır. Böylece Hak teâlâ onların ihtiyaçlarını gidermiş olur. Onların işleri de seninle kâim
olur, kuvvet bulur. Ayrıca bu davranışınla kalblerinin bağlılığı ve emrine itaatleri fazlalaşır. Unutma ki, bir
sultan; askerine ve emri altında olanlara merhametli ve adaletli davranır, onları koruyup gözetir, insaf,

yardım, şefkat ve iyilikle muamele eder ve kendilerine bolluk te’min ederse, bu hâli, saadet olarak ona
kâfidir.

İyi bil ki, Allahü teâlâ indinde hiç bir şey, adaletle hükmetmek gibi değildir. Çünkü adaletle hükmetmek,
Allahü teâlânın öyle bir terâzisidir ki, yeryüzündeki bütün hâller onunla tartılır.

Hükümde ve amelde “adaletin kâim olması, bu terazi iledir. Böylece insanların durumları düzelir. Yolların
emniyeti sağlanır, mazlum hakkını alır, diğer insanlar da haklarını kolayca alırlar. Böylece hayat güzelleşir.
İtaat hakkı îfâ olunur. Yâni herkes itaatkâr olur. Allahü teâlâ afiyet ve selâmet ihsan eder. Böylece din kâim
olur, her tarafta dînimizin emir ve kaidelerine uyulur.

Allahü teâlânın emri hususunda çok dikkatli, pek hassas davran. Ayıb ve fesâd olan işlerden, iftiradan çok
sakın. Suç sahiplerine, Allahü teâlânın emrettiği cezaları ver. Aceleci olma. Başkalarını rahatsız etmekten,
sıkıntı ve üzüntü vermekten uzak ol. Rızkına kanâat eyle ki, gönlün rahat olsun. Gayretin, çalışman kararlı,
istikrarlı olsun. Tecrübelerinden istifâde eyle. Sustuğunda çok dikkatli, uyanık ol! Konuştuğun zaman,
doğruyu söyle.

Hasma karşı insaflı ol. Şüpheli, tereddütlü hâllerde dikkatli, ihtiyatlı, yavaş hareket eyle. Bir şeyin deliline
iyice ulaş, delîli iyi tesbit et ki, hükmün kat’î ve sağlam olsun. Tebeândan birisini “cezalandırman îcâb
ederse, herhangi bir himaye, müsamaha ve ayıplayıcının ayıblama ihtimâli, ceza vermene mâni olmasın. İyi
tesbit et, acele etme. Temkinli davran. Dikkatli bak, kontrol eyle. Tedbirli ol ve iyi düşün. Gördüklerinden
ibret al.

Rabbine karşı tevazu üzere bulun. İdaren altında bulunanların hepsine yumuşak muamele eyle Nefsine,
Hakk’ı hâkim kıl. Haksız yere, haram olarak kan akıtmaya kalkma. Çünkü bu, Allah katındaki suçların
büyüklerindendir.

İyi bil ki, sen vali tâyin edilmekle, idaren altında bulunan, kendilerinden mes’ûl olduğun insanların
hazinedarı, koruyucusu ve gözetleyicisi olçlun. Bu vazifelerinden dolayı, idaren altında bulunanlara,
korunup gözetilenler mânâsına ra’ıyye denilmiştir. Çünkü sen onları gözetirsin ve başlarında bulunursun.

Onlara bir me’mûr tâyin edeceğin zaman, görüş, tedbir ve tecrübe sahibi, işinin ehli, idareciliği bilen,
namuslu, dürüst kimseleri tâyin et. Erzak hususunda ahâline bolluk sağla. Zîrâ bu, sana dayanan, üzerine
aldığın Vazifenin îcâbı olarak yerine getirilecek haklardandır. Hiç bir meşguliyet seni bu vazifelerden
alıkoymasın ve hiç bir mâni seni bu işleri yapmaktan uzak tutmasın.

Bütün bu nasihatlere riâyet edersen, beğenilen, düşmanların gözünde bile adaletinden razı olunan; bütün
işlerinde, adalet, kuvvet, tedârik sahibi kıymetli bir idareci olursun. O hâlde, bu hususları yerine getirmeye
gayret eyle ve hiç bir şeyi buna tercih eyleme ki, Allahü teâlânın izni ile işinin sonunda medholunmaya
lâyık olasın.

İdaren altında bulunan yerlere vazifelendirdiğin kimselerin çalışmaları, hâl ve gidişatları hakkında sana
malûmat yazıp bildirecek emin kimseler gönder. Böylece vazifelendirdiğin me’mûrların çalışmalarını tâkib
et. Me’mûrlarına bir iş buyurmak gerekince, istediğin işin sonunu iyi düşün. Şayet bu işin âkıbetinde,
selâmet, emniyet ve afiyet görürsen ve bu işten güzel netîce, nasîhat, iyi karşılık umarsan, yap. Aksi hâlde
vazgeç. O iş hakkında, ilim ve basîret sahiplerine danış. Kişi sonunu düşünmeden bir iş yapmaya kalkarsa,
kendisini tehlikeye attığı gibi işleri de bozulabilir. Bu sebeple her işinde ihtiyatlı ol.

Bu günkü işini, yarırta bırakma! Kendi işini kendin yapmaya çalış. Yarınki günde karşılaşacağın işler ve
hâdiseler, yarına bıraktığın işleri yapmana mâni olur. Bil ki, gün, geçtiği zaman, içindekileri de birlikte

götürür. Bugünkü işini yarına bırakırsan, yarına iki günlük işi biriktirmiş olursun. Bu ise seni çok meşgul
eder, sonra hiç birini yapamazsın. Ama her günün işini o günde yaparsan, kendini ve bedenini rahatlatmış,
sultânının işlerini de muhkem etmiş olursun.

İhtiyaç içerisinde bulunan hanelerin haklarını araştır. Geçim yüklerini üzerine al, durumlarını düzelterek
sıkıntıya düşmelerini önle. Bundan başka fakirlerin, miskinlerin, durumunu sana kadar hükümdarların
hâllerinden ve akıbetlerinden ibret al. Sonra dîninin hükümlerine uyarak, dîninin ve kitabının kâim olması
için gayret edip, her hâlinde Allahü teâlânın emrine sımsıkı sarıl. Bunlara mugayir ve Allahü teâlânın
gadabına sebeb Aolan şeylerden uzak dur.

Haramdan mal toplama ve malını israf ile harcama. Sık sık âlimlerin meclislerinde bulun, onlarla istişare et
ve getirmeye muktedir olmayanların hakkını aramada bizzat alâkadar ol. Gizli mes’elelerini, sıkıntılarını
öğren. Allahü teâlânın izni ile hâllerini düzelt. Hastaların barınıp tedavi görecekleri hastaneler yap. Onlara
iyi bakıp, hizmet edecek, şefkatli davranacak hizmetçiler ve hastaları güzel muayene ve tedavi edecek
tabibler tâyin eyle.

İşlerin çokluğu sende bıkkınlık meydana getirmesin ve insanlarla meşgul olmana mâni olmasın. İnsanların
yanına gelmelerine, sık sık müsâde eyle. Onlarla görüş, kendilerine sakinlik göster. Merhamet kanatlarını
onlara aç. Sevindiğini onlara göster. Bir şey istemekte ve konuşmakta kendilerine yardımcı ol. Onlara karşı
şefkatli, merhametli ve cömerd ol. Verdiğini; üzmeden, başa kakmadan, cömertlikle, gönül açıklığı ile ver
ve karşılığını yalnız Allahü teâlâdan bekle. Bu şekilde verilenlerin, Allahü teâlânın izniyle çok kârlı,
kazançlı bir ticâret olduğunu bil.

Gördüğün dünyâ işlerinden ve senden önce, geçmiş asırlarda yaşayan helak olmuş milletlerdeki başkan ve
kendileri ile beraber ol. Tek arzun; Hak teâlânın emirlerine tâbi olmak ve bunu yaymaya çalışmak, işlerin
iyilerini, yüksek olanlarını tercih etmek olsun. Beraber olduğun, yanına girip çıkan kimselerin senin
nazarında en hayırlı ve kıymetlisi, sende gördüğü bir kusuru, korkmadan ve çekinmeden, tenhâ bir yerde
sana söyleyebilen kimse olsun. Böylelerinin sana olan samimiyeti, muhabbeti elbette yapmacık ve gösteriş
değildir.

Emrin altında bulunanlara ve başkalarına karşı, yaptığın herhangi bir iyiliği başa kakma.

Sana yazdığım bu mektubumu iyi anlamaya çalış. Bu mektup hakkında ve mektupda yazılanlarla amel
etmek hususunda sık sık düşün. Bütün işlerinde Allahü teâlâdan yardım iste ve hayırlı kılmasını dile.
Muhakkak ki, Allahü teâlâ doğru ile ve doğru olanlarla beraberdir. Hâl ve gidişatın; Allahü teâlânın rızâsını
kazanacak, O’nun dînine nizâm olacak, dînine tâbi olanlara izzet ve şeref bahşedecek, millete adalet ve sulh
te’min edecek şekilde olsun.

Allahü teâlâdan dilerim ki; yardımını, muvaffakiyetini, doğru yolda bulunmanı ve muhafazanı güzel kılsın.
Sana çok iyilikler ihsan etsin. Fazîlet ve rahmetini bol bol göndersin; düşmanlarını, hasımlarını ve cana baş
kaldıran, haddi aşan azgınları helak etsin. Sana ve emrin altındakilere afiyet ihsan etsin. Şeytanı ve şeytanın
vesveselerini senden uzak eylesin. İzzet, kuvvet ve yardım ile işini yüksek eylesin. Muhakkak Allahü teâlâ
kullarına yakındır ve onların dualarını kabul edicidir.”

Abdullah bin Tâhir, babasının bu mektubunu okuduktan sonra, vazifesine başlamak üzere Rakka’ya doğru
yola çıktı. “Târîh-i Taberî” de bildirildiğine göre, Abdullah’ın, vali olarak Rakka’ya gitmesi, babası
Tâhir’in vali olarak Horasan’a gitmesinden altı ay sonradır.

Nasr bin Şebes’in çıkardığı isyan ve karışıklığı gidermek için, dört yıla yakın çalıştı. Sonunda 825 (H. 209)
de Keysum kalesini alıp, Nasr’ı esir ederek Bağdad’a, halîfe Me’mûn’un yanına gönderdi.

Abdullah bin Tâhir, Rakka’da karışıklığı gidermeye çalışırken, Mısır’da Ubeydullah bin Serî isminde biri
Mısır’a hâkim olmuş, halîfeye itaatten ayrılmıştı. Ayrıca, Endülüs’den kovulmuş olan on beş bin kadar
kimse de Mısır’a gelerek İskenderiyye’yi ele geçirmişlerdi. Mısır’da bu hâdiseler, karışıklıklar sürüp
gitmekle beraber, Abdullah bin Tâhir, Nasr ile uğraştığından, Mısır ile meşgul olamamıştı. 825 (H. 210)
senesinde ordusu ile birlikte Mısır’a yürüyerek ele geçirdi. Ubeydullah emân dilemek mecburiyetinde kaldı.
Ayrıca İskehderiyye’yi zabt edenlere de elçi gönderip, halîfeye itaat etmedikleri takdirde kendileri ile
harbedeceğini bildirdi. Bu durum karşısında bulundukları yerden ayrılıp, İslâm diyarının dışında bir Rum
beldesinin kenar kısmında yerleşmek üzere emân dilediler. Böylece harb olmadan, İskenderiyye’den
sürülüp çıkarılmış oldular.

Kısa bir zamanda Mısır’da sükûneti sağlamayı başaran Abdullah bin Tâhir, Mısır ve Cezire bölgesinin
valiliğine devam ediyordu. Bu arada franlı sapıkların çıkardığı Hurremî hareketinin başı olan Bâbek’in
isyanı tehlikeli bir hâl aldı. Me’mûn, isyanı bastırmak için, Abdullah bin Tâhir’i Azerbaycan ve civarının
valiliğine tâyin etti. Abdullah, Bâbek’lesavaşmak için Dînever beldesinde asker toplamakla meşgul iken,
Horasan valisi olan kardeşi Talha’nın vefatı üzerine haricîler baş kaldırdılar. 828 (H. 214) senesindeki bu
hâdiseden sonra, Abdullah bin Tâhir, Horasan valiliğine tâyin edildi. Kendisi asker toplamakla meşgul
olduğundan, yerine kardeşi Ali’yi gönderdi. Fakat, yetmiş iki dalâlet fırkasının en azılılarından olan
haricîler, taşkınlık ve isyanlarına, çapulculuk hareketlerine devam ettiler. Hattâ Nişâpur’a bağlı El-Hamrâ
köyünü yağmalayarak, masum halktan pek çoğunu öldürdüler.

Bu hâdiseler üzerine, halîfe Me’mûn, Abdullah’a haber gönderip, Horasan’a kendisinin gitmesini emretti.
Abdullah, Horasan bölgesine doğru yola çıktı. Ağustos 830 (Receb 215) da Nişâpur’a geldi ve orayı
kendine baş şehir kabul etti.

Abdullah bin Tâhir, haricîlere karşı askerlerini cihâda teşvîk için şöyle hitâb etti: “Sizler, Allahü teâlânın
dînine hizmet eden, dîninin emirlerini yapıp haramlarından sakınan, insanları, Allahü teâlânın yapışılmasını
emrettiği ipine, yâni Kur’ân-ı kerîme ve emirlerine davet eden, dîninin bekçisi olan valilerine itaate ve
müslümanların birliğine çağıran bahtiyar kimselersiniz. O hâlde, düşmanlarınızla, yeryüzünde fesâd
çıkaran, azgın, taşkın ve Ehl-i sünnet ve cemâat yolundan ayrılan, dîninden çıkan kimselerle muharebenizde
Allahü teâlâdan zafer ve nusret isteyiniz. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Ey
îmân edenler! Eğer siz, Allahü teâlânın dînine (ve Resûlüne) yardım ederseniz, O da size (düşmanınıza
karşı) yardım eder (ve İslâmiyet’in emirlerini yerine getirmede ve muharebede) ayaklarınızı sabit kılar.”
(Muhammed sûresi: 7) öyleyse sabır, sığınağınız olsun! Sabırla istediğiniz yardıma kavuşursunuz. Çünkü
sabır, Allahü teâlânın size haber verdiği muhkem bir kale, giyilmesini emrettiği sağlam bir zırhtır.
Kendinizi tamamen Allahü teâlânın zikrine veriniz. O’ndan yardım isteyerek harb ediniz. Zîrâ Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Ey îmân edenleri Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız
vakit, sebat edin ve Allahü teâlâyı çok zikr ediniz ki, kurtulasınız.” (Enfâl sûresi: 45) Allahü teâlâ, sabır
bereketiyle sizi kuvvetlendirsin.”

Bundan sonra, Azîz bin Nuh komutanlığındaki on bin kişilik bir orduyu haricîler üzerine gönderdi. Bu ordu,
Horasan ve Sistan bölgelerini haricîlerden temizlediği gibi, bir çoğunu da kılıçtan geçirdi. Abdullah bin
Tâhir, 844 (H. 230) de Nişâpur’da, ömrünün sonuna kadar Horasan bölgesi valisi olarak kaldı. Horasan’dan
başka; Rey, Taberistan ve Kirman’ı da idaresi altına almış idi. Vefatından sonra, yerine oğlu Tâhir vali oldu.

Abdullah bin Tâhir; geliri çok, eli açık, çok cömert bir zât idi. Malı olduğu hâlde, Allah rızâsı için
harcamayanları tenkid eder, böyle yapmayı hiç hoş görmezdi. Bağdad’da vali iken, ihtiyaç sahiplerini tesbit
ettirdi ve dört bin civarında olan bu fakirlere her gün ekmek ve et gönderdi. Ayrıca, elbise almaları için
yazın yüz, kışın da yüz elli dirhem ihsan ederdi. “Hem kesesi dolu olmak, hem de iyilikle anılmak gibi iki
haslet çok az kimsede bir araya gelebilir” derdi. Adaleti, cömertliği dillere destan idi. Bunun için, bir çok
şâir, onun hakkında mersiyeler yazmışlardır.

Gayet edîp, zarîf bir zât olan Abdullah bin Tâhir, aynı zamanda kuvvetli bir şâir idi. Çok güzel şiirleri
vardır, önceleri mûsikî ile meşgul olmuş ise de, sonraları tövbe ettiği ve mûsikî âletlerini kırıp parçaladığı
kaynak eserlerde bildirilmektedir. Çeşitli mevzularda maharet ve istidadı vardı. Meşhûr Mısır kavununu ilk
defa onun yetiştirdiği ve çok beğendiği, bu sebeple Mısır kavununa, ona nisbetle Abdellâvî denildiği
bildirilmiştir. Çok şecâatli, cesur, heybetli bir zât idi. Aklı da cömerdliği gibi çok idi. İyilik ve ikramda
üstüne yok idi. Çok sadaka verir, Allah rızâsı için çok harcardı. Adaleti meşhûr idi.

TAHTI TERS ÇEVİRTEN DUA

Abdullah bin Tâhir’in ne kadar âdil olduğu, mazlumları nasıl koruduğu hususunda kaynak eserlerde şu
menkıbe bildirilmektedir: “Bir zaman, zaptiyeler birkaç hırsız yakalamış, vali Abdullah bin Tâhir’e
bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. Diğer taraftan Hiratlı bir demirci, Nişâpur’a gitmişti, işini bitirince,
memleketine dönerken, gece vakti zaptiyeler kaçan hırsız zannedip, onu yakaladılar. Hırsızlarla beraber
valiye çıkardılar. Vali; “Hepsini habsedin!” diye emir verdi. Demirci, hapishanede abdest alıp namaz kıldı.
Ellerini uzatıp; “Yâ Rabbî! Günahım olmadığını, yalnız sen bilirsin ve beni buradan ancak sen kurtarırsın.
Yâ Rabbî! Beni kurtar!” diye dua etti.

Vâli, o gece rüyada, dört kuvvetli kimsenin gelerek, tahtını tersine çevirdiklerini gördü ve uyandı. Hemen
abdest alıp, iki rek’at namaz kıldı. Tekrar uyudu, aynı rüyâyı tekrar gördü. Uyanınca, bir mazlûmun âhını
aldığını anladı.

“Binlerce top ve tüfek, yapamaz asla,
Gözyaşının seher vakti yaptığını.
Düşman kaçıran süngüleri, çok defa,
Toz gibi yapar, bir mü’minin duası.”

diye düşünüp; “Yâ Rabbi! Büyük, yalnız sensin! Sen öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçükler, sıkışınca,
ancak sana yalvarır. Sana yalvaran ancak muradına kavuşur” dedi.

Hemen, o gece, hapishane müdürünü çağırtıp, hapishanede bir mazlumun olup olmadığını sordu. Müdür;
“Bunu bilemem. Yalnız, biri namaz kılıp, çok dua ediyor. Gözyaşları döküyor” deyince, onu getirtti. Hâlini
sorup anladı. Özür dileyip; “Hakkını helâl ve bin gümüş hediyemi de kabul et ve herhangi bir arzun olunca
bana gel!” diye rica etti. Demirci; “Hakkımı helâl ettim ve hediyeni kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi
senden istemeye gelemem” dedi. “Niçin?” deyince, demirci dedi ki: “Çünkü, benim gibi bir fakir için, senin
gibi bir valinin tahtını bir kaç defa tersine çeviren sahibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmem
kulluğa yakışmaz. Namazlardan sonra ettiğim dualarla, beni nice sıkıntıdan kurtardı ve muradıma
kuvuşturdu. Nasıl olur da, başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazînesinin kapısını
açmış, sonsuz ihsan sofrasını, herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de, vermedi?
İstemesini bilmez sen alamazsın. Huzuruna edeble çıkmaz san, rahmetine kavuşamazsın.” şiir

İbâdet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu,
Dostun lütfü, açar ona, elbette binbir kapu.



1) Vefeyât-ül-a’yân; cild-3, sh. 83

2) Târîh-i Bağdadî cild-9, sh. 483

3) Şezerât-üz-zebeb; cild-2, sh. 68

4) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-6, sh. 65

5) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 440

6) El-A’lâm; cild-4, sh. 93

7) Târîh-i Taberî; cild-8, sh. 581

8) Târih-i Ümem-il-İslâmiyye; sh. 204

9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 198

10) Riyâd-ün-nasihîn (Muhammed Rebhânî, İstanbul 1405); sh. 104

11) Kâmus-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3102

12) Tabakât-ı Nasırı; cild-1, sh. 13

ABDULLAH BİN ÜBEY BİN SELÛL

Medîneli münafıkların reisi ve Hazrec kabîlesinin ileri gelenlerinden. İsmi; Abdullah bin Übey bin el-Hâris
bin Ubeyd’dir. Babaannesi, Huzâa kabîlesinden Selûl adında bir kadın olduğu için, İbn-i Selûl diye de
bilinir. Annesi, Neccâroğullarından Havle binti Münzir idi. Peygamber efendimiz, Mekke-i mükerremeden
Medîne’ye hicret buyurdukları sırada, Evs ve Hazrec kabileleri anlaşarak, İbn-i Selûl’ü kral yapmak için taç
giydirmek üzere hazırlık yapmışlardı. Sevgili Peygamberimizin Medîne’yi teşrif buyurmaları üzerine,
Medîneliler, Peygamberimizin etrafında toplandıkları için, İbn-i Selûl’ün liderliği gerçekleşmedi. Daha
sonra Medîneliler topluca müslüman oldular. O da müslüman olduğunu bildirdi ve münafıklığını gizledi.
Zaman zaman Peygamber efendimize karşı üzücü hareketlerde bulundu. Oğlu Abdullah, sahabedendir. İbn-i
Selûl, 630 (H. 9) senesinde Medine’de öldü.

Resûlullah efendimiz Medîne’ye hicret edince, îtibârını kaybeden Abdullah bin Übey bin Selûl, zahiren
müslüman olmuşsa da; gizlice Peygamber efendimize hased ve düşmanlık beslemeğe başlamıştır.
Müslümanlardan görünerek, aralarındaki sıkı ve samimî kardeşlik bağlarını koparmak için, onları sevgili
Peygamberimize ve birbirlerine karşı tahrik etmeğe devam etti. Peygamber efendimiz onun bu inanış ve
düşüncede olduğunu bildiği hâlde, sabr ediyor ve yumuşak davranıyordu. Abdullah bin Übey bin Selûl ise,
nifakının gereği olarak, Peygamberimizin yüzüne karşı yumuşak davranıyor, gıyabında ise kendisi gibi
münafıklarla ve İslâm’ın ve müslümanların azılı düşmanı olan yahûdîlerle işbirliği yapmaktan geri
durmuyordu.

Sevgili Peygamberimiz, İslâm’ın ve müslümanların zaferiyle sona eren Bedr muharebesinden bir sene
sonra, Mekkeli müşriklerin kalabalık bir orduyla Medîne’ye doğru yola çıktıklarını haber aldı. Bu haber
üzerine, müşriklere karşı nasıl hareket edileceği hususunu Eshâbıyla istişare etti. Onlardan bir kısmı,
düşmanla Medîne dışına çıkılarak harb edilmesini, bir kısmı ise düşmanın Medîne’de karşılanmasını teklif
ettiler. Peygamber efendimiz de, Medîne şehri içerisinde kalınarak düşmanla harb edilmesi taraftarıydı.
Fakat düşmanla Medîne dışında harb etmek isteyenlerin çokluğunu, cesaret ve azimlerini gören Resûlullah
efendimiz, Medîne dışına çıkmağa karar verdi. Harb hazırlığını yapıp, zırhını giydi. Dışarı çıkıp Cum’a
namazını kıldırdı. Cumartesi gecesi seher vaktinde, bin kişilik bir kuvvetle yola çıktı. Medîne ile Uhud
arasındaki Şavt denilen yere varıldığında, münafıkların lideri Abdullah bin Übey bin Selûl, Peygamber
efendimiz için; “Ey insanlar! Ben meydan harbine karşıydım. Muhammed (aleyhisselâm) benim dediğimi
yapmıyor da, çocukların dediğini yapıyor. Niçin öleceğimizi de bilmiyoruz” dedi. Kendi gibi düşünen ve

ordunun üçte biri kadar olan bir kuvvetle Peygamber efendimizden ayrılarak geri döndü. Bâzı müslümanlar,
onu ve beraberindekileri geri döndürmeye çalıştılarsa da dinlemediler. Bu husus, Al-i İmrân sûresi 167.
âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “Bir de münafıklık edenleri açığa vurmak içindi. Kendilerine; “Gelin
Allah yolunda savaşın veya (kendinizi ve ailenizi) müdâfâ edin” denildiğinde; “Şayet muharebe etmeyi
bilseydik, elbette arkanızdan gelirdik” dediler. Onlar o gün, îmândan ziyâde küfre yakın idiler.
Ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Allahü teâlâ onların gizledikleri şeyi bilir.”

Abdullah bin Übey bin Selûl ile beraber 300 kişinin, İslâm ordusundan ayrılarak Medine’ye dönmesi,
müslümanların şevkini kırmıştı. Bununla beraber Resûlullah efendimiz, azimle ve şevkle Uhud’a gelerek
karargâhını kurdu. 70 kişinin şehîdlik derecesine ulaştığı Uhud harbi başladı. Başlangıçta üstünlük ve zafer,
İslâm ordusunda idi. Müşrik ordusu bozguna uğramış kaçıyordu. Fakat, Ayneyn geçidi denilen yere
Peygamber efendimizin bıraktığı okçuların, yerlerinden ayrılması üzerine, müşriklerden bir süvari birliği
arkadan hücûm ederek harbin akışını değiştirdi. Kaçmakta olan müşrikler de geri dönerek hücûm ettiler. Bu
sırada müslümanlar dağıldılar. Hattâ sevgili Peygamberimizin hayâtı bile tehlikeye düştü. Fakat daha sonra,
Resûlullah efendimizin peşlerinden gönderdiği bir birlik, müşrikleri kaçırttı. Medine’ye dönen Abdullah bin
Übey ve arkadaşları ise, müslümanların düştüğü bu duruma sevindiler. Hattâ; “Eğer bize uysalardı
öldürülmezlerdi” diyecek kadar ileri gittiler.

Uhud gazasında müslümanlârı yenilgiye uğrattıklarını zanneden müşrikler, onları tamamen yok etmek için
yeni bir ordu hazırlamağa başladılar. Bu durumu haber alan Peygamber efendimiz, savunma için he
yapılması gerektiğini Eshâbıyla istişare etti. Selmân-ı Fârisî’nin teklifi üzerine, Medine’nin etrafına hendek
kazılmağa başlandı. Müslümanlar bütün güçleriyle hendek kazmağa uğraşırlarken, münafıklar, Peygamber
efendimizden izin almaksızın evlerine döndüler.

Abdullah bin Übey bin Selûl ve adamlarının bu hiyâneti, Kur’ân-ı kerîmin Nur sûresi GS âyetinde meâlen
şöyle haber verildi: “İçinizden, birbirini siper ederek gizlice kaçanları, Allahü teâlâ muhakkak biliyor.
Onun emrinden uzaklaşıp gidenler, dünyâda fitneye, âhırette de elem verici bir azaba uğramaktan
sakınsınlar!”

Benî Kaynuka ve Benî Nâdir yahûdîleri, nifaklarının cezası olarak Medîne-i münevvereden kovulduktan
sonra, Abdullah bin Übey bin Selûl. ortak hareket edebilecek bir kuvvetten mahrum kaldı. Bunun için de
elinden gelen her türlü fitne ve fesadı yaymağa çalıştı. Benî Mustalak (Müreysî) gazası dönüşünde, su
kıtlığı sebebiyle Muhacirlerden bir kimse ile Ensâr’dan bir kimsenin kendi aralarında münâkaşa etmelerini
fırsat bildi ve; “Ey Muhacirler!” diye bağırarak Ensârı, Muhacirlere karşı getirmeye çalıştı. Diğer
münafıklar da Ensâr tarafından olup, kavgayı alevlendirmek istediler. Sevgili Peygamberimiz müdâhele
ederek; “Böyle yardım istemek, câhiliye dönemine aittir ve fitneyi körükler. Hâlbuki, İslâm hepimizi
birleştirmiştir. Yardıma çağırmanız; “Yetişin ey müslümanlar!” şeklinde olsun” buyurdu ve fitneyi
önledi. Fakat münafıkların reisi olan İbn-i Selûl hiç boş durmuyor, Medînelileri başına toplayıp;
“Medine’ye döndüğümüzde Muhammed ve etrafındakilere hiç bir şey vermeyin ki, Muhammed’in
etrafından dağıtsınlar. Şüphesiz Medîne’ye döndüğümüzde şerefliler (yâni münafıklar), zelîl olanları (yâni
Peygamberimiz ve Eshâbını) Medine’den çıkaracaktır” diyerek içinde gizli olan küfrünü dışına vurdu. Bu
husus ise, Münâfikûn sûresi 7. ve 8. âyetlerinde meâlen şöyle haber verildi: “Onlar öyle kimselerdi ki
(Ensâra); “Allahü teâlânın Peygamberi nezdinâe bulunan kimselere (Muhacirlere) infâk etmeyin
(yedirip, giydirmeyin). Tâ ki dağılıp gitsinler” diyorlardı. Hâlbuki göklerin ve yerin hazîneleri, Allahü
teâlânındır (Muhacirlere de, başkalarına da rızkı veren, taksim eden O’dur.) Fakat o münafıklar bunu
anlamazlar, (rızık verenin Allahü teâlâ olduğunu bilmezler.) Onlar; “Eğer bu savaştan (Müreysî
gazvesinden) Medine’ye dönersek; kuvvetli, şerefli kimseler (yâni münâfı’lar), zayıf ve zelil kimseleri
(yâni mü’minleri) oradan çıkaracaktır” diyorlardı. Hâlbuki, şeref ve üstünlük, Allah’ın,
Peygamberinin ve O’na inananlarındır. Fakat münafıklar bu hakikati bilmezler.”

Abdulah bin Übey bin Selûl’un bu sözlerini duyan Zeyd bin Erkam, hazret-i Ömer’e haber verdi. O da,
Resûlullah efendimize gelerek olanları anlattı ve; “Yâ Resûlallah! İzin ver de Abbâd bin Bişr, bu herifin
başını uçursun” dedi. Sevgili Peygamberimiz, Ömer’i (r. anh) teskin ederek; “Yâ Ömer! Halk;
“Muhammed artık arkadaşlarını öldürtüyor” demez mi? Hayır, sâdece çağır, ordu yürüyüşe
başlasın” buyurdu. Resûl aleyhisselâmın o saatte yola devam etmek âdeti olmadığı hâlde, yürüyüş emri
verdi. Her zamanki âdetini terk ederek, istirahat vermeden uzun müddet yolculuğu devam ettirdi. Yolculuk
telaşıyla, kimse münâkaşa edecek vakit bulamadı ve konu böylece kapandı.

Abdullah bin Übey bin Selûl, Peygamber efendimize giderek, Zeyd bin Erkam’ın (r. anh) naklettiklerini,
kendisinin söylemediğine dâir yemîn etti. Bu sırada Münâfikûn sûresi nazil olup, İbn-i Selûl’un nifakı

ortaya serildi.

İbn-i Selûl’un oğlu Abdullah, samîmi mü’min olup, Sahâbe-i kiramdan idi. Medine’ye girişte babasının
atının dizginini tutup; “Vallahi, Resûlullah’ın şerefli, münafıkların şerefsiz olduğunu söylemedikçe seni
Medine’ye sokmayacağım” dedi. İbn-i Selûl bu sözleri söyledikten sonra Medine’ye girebildi. Oğlu
Abdullah, babasının öldürüleceği şeklinde bir teklif olduğunu haber alınca, Resûlullah efendimize giderek;
“Yâ Resûlallah! Eğer babamın öldürülmesini emredeceksen bana emret. Zira Hazrec kabilesi içinde
ebeveynine benden daha hürmetli kimse yoktur. Eğer onu başkası öldürür, sonra da ortalıkta Abdullah bin
Übey bin Selûl’ü öldüren kişi olarak dolaşırsa, nefsim bana galip gelebilir. Ben de intikam için onu
öldürürsem, bir kâfirin uğruna bir müslümanı öldürmekten çekmiyorum” dedi. Fakat Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem; “Hayır, biz ona merhametli davranacağız. O bizimle iyi geçindiği
müddetçe, onunla iyi geçinmeğe devam edeceğiz” buyurdu.

Enes bin Mâlik’den (r. anh) nakledildiğine göre; Peygamber efendimiz, etrafındakiler! İslâm’a davet için,
Abdullah bin Übey bin Selûl’e uğramak istedi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâb-ı
kiram aleyhimürrıdvân yola çıktılar. İnce topraklı bir yoldan geçiyorlardı. Abdullah bin Übey bin Selûl’un
yanına vardıklarında o, sevgili Peygamberimize dönerek; “Benden uzak dur! Senin merkebinin kokusundan
rahatsız oluyorum” dedi. Ensârdan bir zât; “Allah’a yemîn ederim ki, O’nun merkebinin kokusu, senin
kokundan daha güzeldir” diyerek onu susturdu.

Hicretin dokuzuncu senesinde, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Rumları, bâzı hıristiyan
Arab kabilelerini de yanlarına alarak müslümanlarla savaşmak üzere Filistin hududunda kuvvet
topladıklarını haber aldı. Bunun üzerine müslümanları cihâda davet etti. Bâzı kimseler, mazeretleri olmadığı
hâlde, Resûlullah’a gelerek mazeret beyân ettiler. Allahü teâlâ onların mazeretlerini kabul buyurmadı.
Münafıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selûl de, adamlarıyla birlikte harbe gitmek üzere yola çıktı. Bu
sırada, İbn-i Selûl ve adamları, müslümanları etkileyip, harbe gitmekten caydırmağa calışıyorlardı.
“Rumlarla çarpışmayı, Arabların birbirleriyle çarpışması gibi mi sanıyorsunuz? Vallahi, biz sizi, bir sabah
iplere ikişer ikişer bağlanmış olarak görür gibi oluyoruz” diyorlardı. Hattâ; “Vallahi! Eğer Muhammed,
peygamberlik dâvasında sâdık ise, biz eşekten daha kötüyüz” diyerek küfürlerini açıkça îlân ediyorlardı.
İbn-i Selûl, kendine bağlı olan kimselerle yola çıkmış olmasına rağmen, harbe gitmeyerek Medine’ye
döndü. Samîmi mü’minler ise, bütün dedikodulara rağmen savaşmak üzere Tebük’e gittiler. Peygamber
efendimiz, Medine’ye kendi yerine vekil olarak Ensârdan Muhammed bin Mesleme’yi, ailesine bakması
için de hazret-i Ali’yi bırakmıştı. Medine’de kalan münafıklar boş durmayarak; Muhammed aleyhisselâmın
hazret-i Ali’yi, sefer sırasında ağır hareket edeceğinden kurtulmak için Medine’de bıraktığı dedikodusunu
yaymağa başladılar. Hazret-i Ali, silâhını alarak Resûlullah’a yetişti ve münafıkların konuşmalarını O’na
nakletti. Peygamber efendimiz de ona; “Yalan söylemişler. Ben seni ailemin ve ailenin işlerinde vekilim
olasın diye bıraktım. Geri dön, seni sâdece mü’min olan sevecek ve sana sâdece münafık olan buğz
edecek” buyurdu. Peygamber efendimizin bu sözleri üzerine, hazret-i Ali geri döndü. Allahü teâlâ,
münafıkların ve savaşa gitmekte gevşeklik gösterenlerin hâllerini beyân ederek, Tevbe sûresi 42. âyetinde
meâlen şöyle buyurdu: “Eğer (davet olundukları şey) yakın (ve dünyevî) bir menfaat, orta bir sefer

olsaydı, elbette sana uyarlardı. Fakat meşakkatle katedilecek mesafe, onlara uzak geldi. (Bununla
beraber) onlar (sen, Tebük’den döndükten sonra); Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber cihâda
çıkardık” diye Allah’a yemin edecekler, böylece nefslerini helake sürükleyeceklerdir. Allah biliyor ki,
onlar mutlaka yalancılardır.”

Hayâtı boyunca bozgunculuk yapıp, Peygamber efendimizin ve müslümanların aleyhinde uğraşan Abdullah
bin Übey bin Selûl, hicretin 9. yılında hastalandı. Haber gönderip Peygamber efendimizle sallallahü aleyhi
ve selle m, görüşmek istediğini bildirdi. Peygamber efendimiz, onun yanına gelince, ölmek üzere olduğunu
gördü. Nifak ve zulümle dolu olan bir hayâtın geçiciliğine ve faydasızlığına işaret ederek; “Yahudilere
olan sevgin, seni helak etti” buyurdu. İbn-i Selûl; “Yâ Resûlallah! Bugün kınama zamanı değildir.
Vücûduna değen gömleğini bana giydirir misin? Ben bununla bağışlanma dilerim. Cenaze namazımı da kıl
ve benim bağışlanmam için Allah’a dua et” diyerek şefaat dileğinde bulundu. Sevgili Peygamberimiz ise
orayı terk etti.

Münafıkların reisi olan Abdullah bin Übey bin Selûl, öldüğü zaman cenaze namazını Peygamber
efendimizin kıldırmasını ve Peygamberimizin gömleğine sarılıp kefenlenmesin! oğluna da vasiyet etti.
Abdullah bin Übey ölünce, samîmî bir müslüman olan oğlu Abdullah, Peygamberimize gelerek; “Yâ
Resûlallah! Babam Abdullah bin Übey öldü. Gömleğini ver de, onu gömleğinin içine sarıp kefenliyeyim.
Onun cenaze namazını kıl ve yarlıganması için Allah’a dua et” dedi. Sevgili Peygamberimiz, Abdullah’ı (r.
anh) kırmak istemediğinden, sırtından gömleğini çıkarıp ona verdi. “Cenaze hazırlanınca bana haber ver.
Cenaze namazını da kılayım” buyurdu. Cenaze hazırlanıp musallaya konulduğu zaman, cenazenin namaz
için hâzır olduğunu Peygamber efendimize haber verdi. Peygamber efendimiz cenaze namazını kıldırmak
üzere ileri vardığı sırada, hazret-i Ömer, Peygamber efendimizin ellerine sarılıp, Abdullah bin Übey’in
kötülük yaptığı günleri birer birer sayarak; “Yâ Resûlallah! Filân gün şöyle, filân gün böyle söyleyen Allah
düşmanı Abdullah bin Übey üzerine mi namaz kılacaksın? Allahü teâlâ münafıklar üzerine namaz kılmanı
nehyetmedi mi?” dedi. Efendimiz tebessüm ederek; “Geri dur yâ Ömer! Allah beni (münafıklar için)
mağfiret dileyip dilememem hususunda serbest bıraktı” buyurarak; “Ey Habîbim! Onların ister
bağışlanmasını dile, ister dileme, birdir. Onlar için yetmiş defa istiğfarda bulunsan, Allah onları bağış
lamıyacakt ir. Bu, Allahü teâlâyı ve Peygamberini inkâr etmelerinden dolayıdır. Allahü teâlâ, fâsıklar
topluluğunu doğru yola eriştirmez” meâlindeki Tevbe sûresi 80.âyetini okudu ve cenaze namazına
hazırlık yaptı. Bu esnada; “Ebedî olarak ölen kâfirlerin hiç biri için namaz kılma. Mezon başında da
durma. Çünkü onlar; Allahü teâlâyı ve Peygamberini inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler” meâlindeki
Tevbe sûresi 84. âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bu âyet-i kerîmenin nazil olmasından sonra Peygamber
efendimiz, hiç bir münâfıkın cenaze namazını kılmadı ve kabrinin başında da durmadı.



1) Tefsir-i Kebîr, cild-8, sh. 213

2) Tefsîr-i Taberî; cild-10, sh. 205, 206, cild-28, sh. 113,114

3) Sahîh-i Buhârî; cild-2, sh. 76, cild-5; sh. 173, 206, 207

4) Sahîh-i Müslim (Kitâb-u sıfat-il-münâfıkîn)

5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-1, sh. 16, cild-2, sh. 18

6) İbn-i Mâce; cild-1, sh. 488

7) Sünen-i Ebû Dâvûd; cild-3, sh. 184

8) Feth-ul Bârî; cild-8, sh. 251, 254

9) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-2, sh. 39, 57, 165, cild-3, sh. 540

10) Sîret-i İbn-i Hişâm; cild-3, sh. 584. 585, cild-4, sh. 196, 944, 948

11) Târih-i Taberî; cild-3, sh. 12, 143, 153

12) Beyhekî, Sünen; cild-9, sh. 31

13) Vahidî, Megâzi; cild-1, sh. 367,368, cild-3, sh. 995, 996, 1057, 1059

14) Hâmisi Diyar bekri; cild-2, sh. 140

15) En-Nifak vel-Münâfıkûn; sh. 67. 73

ABDULLAH BİN ZEYD (r. anh)

Ezân-ı Muhammediyye’nin okunuşunu rüyasında görüp, Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem
haber veren ve Sâhib-ül-ezân lakabı ile meşhûr olan sahâbî. İsmi, Abdullah bin Zeyd bin Abd-i Rabbih’dir.
Künyesi Ebû Muhammed, annesinin ismi Sâde binti Küleyb bin Yesâf bin İnebe bin Amr’dır. Medine’nin
ileri gelen kabilelerinden Hazrec’e mensup olduğu için Hazrecî, Medîneli ilk müslümanlardan olduğu için
Ensârî nisbeleriyle bilinir. Mîlâdî 591 senesinde Medîne’de doğdu. 652 (H. 32) de 64 yaşında iken Medîne-i
münevverede vefat etti. Cennet-ül-Bakî’ kabristanına defnedildi.

İslâmiyet’ten önceki Arablar arasında okuma ve yazmayı bilen az kimselerden biri olan Abdullah bin Zeyd
(r. anh), sevgili Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretlerinden üç ay
kadar önce vuku bulan İkinci Akabe bî’atında bulunup, müslüman olma şerefine kavuştu. Bedr, Uhud ve
Hendek gazalarında ve diğer bütün savaşlarda bulundu. Hicretin birinci senesinde (m. 623) Peygamber
efendimiz müslümanları namaza davet için ne yapalım diye Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvânla istişare etti. O
güne kadar, “Essalâtü Câmi’a” denilmek suretiyle mü’minler namaza davet edilirdi. Eshâb-ı kiramdan
bâzıları; “Namaz vakti gelince bir alem yâni bayrak dikilsin, onu görenler bir birine haber verirler” dediler.
Peygamber efendimiz bu fikri beğenmedi. Bâzıları; “Yahudiler gibi boru çalınsın” dediler. Peygamberimiz
bu fikri de beğenmedi. “Bu yahûdîlerin işidir” buyurdu. “Nâkûs yâni çan çalınsın” diyenler oldu.
Peygamber efendimiz “Bu Hıristiyanların içidir” buyurarak kabul etmedi. Yüksek bir yere ateş yakılıp,
namaz vaktinin haber verilmesini teklif edenler oldu. Sevgili Peygamberimiz bunun mecûsîlere âid
olduğunu bildirdiler, ve; “Ben müslüman ve müzminlerin namazlarını birlikte eda etmelerini çok arzu
ediyor, bunun için, namaz vaktinde adamları evlere dağıtıp halka nida ettirmeyi, hattâ onlara namaz
vaktinde yüksek binalar üzerine dikilip müslümanlara nida etmelerini emr etmeyi, düşünüyorum”
buyurdular.

Hazret-i Ömer Peygamber efendimize; mü’minleri namaza çağırmak için bir adam göndermesini teklif etti,
sevgili Peygamberimiz; “Kalk yâ Bilâl! Namaz için seslen” buyurdu. Bilâl-i Habeşi radıyallahü anh
kalkıp, mü’minleri namaza davet etti. Bundan sonra da mü’minler namaza, “Essalâtü Camia” diye davet
edilmeye devam edildi. Bu günlerde bir sabah, Abdullah bin Zeyd (r. anh) Peygamber efendimize gelerek;
“Yâ Resûlallah! Bu gece rüyamda; üzerinde iki parçadan yeşil elbise bulunan ve elinde bir çan taşıyan
kimse yanıma gelip beni dolaştırdı. Ona; “Ey Allah’ın kulu! Bu çanı satar mısın?” deyince; “Ne
yapacaksın?” dedi. “Onunla namaza davet edeceğiz” dedim. Bu sözüm üzerine; “Ben sana ondan daha
hayırlı olanı tarif edeyim mi?” dedi. “Olur. Nedir o?” dedim. Kıbleye karşı durdu ve yüksek sesle ezanın
mübarek kelimelerini okudu. Biraz durduktan sonra aynı kelimeleri tekrar ederek, sonuna doğru, “Kad

kâmet-is-salâtü” cümlesini ilâve etti” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; “İnşâallah bu rüya
haktır! Bilâl ile birlikte kalk da, gördüğünü ona öğret. Ezanı okusun. Çünkü, onun sesi seninkinden
daha yüksek ve daha gürdür” buyurdu. Hazret-i Bilâl kalktı. Mescid-i şerîfin yakınında bulunan yüksek
bir dama çıkarak, ilk ezanı, öğretilen kelimelerle okudu.

Hazret-i Ömer, Bilâl-i Habeşî’nin (r. anh) okuduğu ezan sesini işitince, koşarak Resûlullah efendimizin
huzuruna geldi. Hazret-i Bilâl’in söylediği kelimeleri, aynen rüyasında gördüğünü arz etti. O gece, Eshâb-ı
kiramdan bâzıları da aynı rüyayı görmüşlerdi. İşte bu sırada; “Ey îmân edenler! Cum’a günü namaz için
çağrıldığınız zaman, hemen Allahü teâlânın zikri olan namaza gidiniz. Alış-verişi bırakınız. Bu,
bilirseniz sizin için daha hayırlıdır” meâlindeki Cum’a sûresinin 9. âyet-i kerîmesi nazil oldu. Böylece,
ezan vahiy ile de bildirildi. İşte o günden sonra, her namaz vakti ezan okunması sünnet oldu.

Bilâl-i Habeşî (r. anh) bir gün, sabah namazı vaktini bildirmek için ezan okumak üzere gelmişti. Peygamber
efendimizin henüz uyanmamış olduğunu görünce; “Essalâtü hayrun minen-nevm, Essalâtü hayrun minen-
nevm” demişti. Sevgili Peygamberimiz de hazret-i Bilâl’e, bunu, her sabah namazı ezanında okumasını
emir buyurdular 623 (H. 1).

Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (r. anh), Sâhib-ül-ezan diye anılması dolayısıyla şu mânâdaki beytleri
söylemiştir:

“Çok çok hamd ederim celâl ve ikram sahibi olan Allah’a, ezandan dolayı,
Getirdi onu bana, Allah’dan bir müjdeci.
Ne Muazzez, ne muhterem bir müjdeciydi o.
Ard arda geldi üç gece.
Geldikçe de artırdı nazanındaki vakar ve hürmetini,”

Abdullah bin Zeyd (r. anh) 624 (H. 2) senesinde yapılan Bedr muharebesine ve diğer bütün harblere
katılarak, büyük kahramanlıklar gösterdi. Mekke’nin fethinde müslümanlar, Mekke-i mükerremeye
girdikleri zaman, Hazrec kabilesinin Hârisoğulları kolunun bayrağını taşıdı. Bunun ardından Huneyn
gazasına da iştirak ederek, büyük yararlıklar gösterdi. Tebük gazasına da iştirak eden Abdullah bin Zeyd (r.
anh), döndükten sonra, Peygamber efendimizin veda haccında da bulundu. Hayâtını ve servetini Allah
yoluna vakfetmiş olan Abdullah bin Zeyd, veda haccı sırasında bütün servetini ve hayvanlarını fakirlere
sadaka olarak dağıttı. Kendisine, sâdece binek olarak bir kısrak alıkoydu. Hazret-i Osman’ın hilâfeti
sırasında, 64 yaşındayken Medîne-i münevverede vefat etti. Cenaze namazını hazret-i Osman kıldırdı.
Cennet-ül-Bakî’ kabristanında defn edildi.

Orta boylu olan Abdullah bin Zeyd (r. anh) cömertliği ile tanınmıştı. Sıkıntı ve zaruret içinde yaşadığı
hâlde, mallarını Allah yolunda sarf ederdi. Arazisi az olduğundan, hayvan besler ve bunları çoğu kere
fakirlere tasadduk ederdi. Abdullah bin Zeyd’in, müslüman olduktan sonra doğan Muhammed adında bir
oğlu vardı.

Resûlullah efendimize karşı muhabbeti ve bağlılığı çok fazla olan Abdullah bin Zeyd (r. anh), pek az hadîs-i
şerîf rivayet etmiştir. İmâm-ı Buhârî’ye göre, sâdece ezan hakkındaki hadîs-i şerîfi; İbn-i Hacer-i
Askalânî’ye göre ise, altı veya yedi tane hadîs-i şerîf bildirmiştir.

Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (r. anh) şöyle buyurdu: “Dünyâda olup da âhıret hayâtı yaşıyan insan, saadet
içindedir. Bir insan yaşadığı müddetçe Allahü teâlâyı hatırından çıkarmayıp, O’na hep yalvarırsa, âhırette
merhametine sebeb olur. Böylece âhıret hayâtı yaşamış olur.”



1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-1, sh. 247, cild-3, sh. 536, 557, cild-8, sh. 420

2) El-İsâbe; cild-2, sh. 312

3) El-îstiâb; cild-2, sh. 311

4) Üsüd-ül-gâbe; cild-3, sh. 165, 166

5) Sahîh-i Buhârî; cild-1, sh. 150, 151

6) Muhtasar-ı Sahîh-i Müslim (Hafız Münzirî); sh. 59

7) Sahîh-i Müslim; Kitâb-üs-salât, bâbü bed-il-ezân

8) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-4, sh. 42

9) Sünen-i Ebî Dâvucl; cild-1, sh. 134. 135

10) Sünen-i İbn-i Mâce; cild-1, sh. 233. 237

11) Sünen-i Dârimî; cild-1, sh. 268, 269

12) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; şfı. 192

13) Sîret-i İbn-i Hişâm; cild-1, sh. 508, 509, cild-2, sh. 102

14) Mevâhibü Ledünniyye

15) Medâric-ün-nübüvve; cild-2, sh. 99

16) Tehzîb-üt-Tehzîb; cild-5, sh. 223

17) Nesb-ür-Râye; cild-1, sh. 265

18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 214

ABDULLAH BİN ZÜBEYR (r. anh)

Eshâb-ı kiramdan. Babası, Aşere-i mübeşşereden yâni Cennet’le müjdelenen on sahâbîden biri olan Zübeyr
bin Avvâm, annesi Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r. anh) kızı Esma, teyzesi mü’minlerin annesi Aişe-i Sıddîka’dır
(r. anh). Nesebi Abdullah bin Zübeyr bin Avvâm bin Hüveylid bin Esed bin Abdiluzzâ bin Kusayy el-
Kureşî el-Esedî’dir.

Medine’de Muhacirlerden ilk dünyâya gelen çocuk odur. Hicretten yirmi ay sonra (veya birinci senede) 622
(H. 1) de Medîne yakınındaki Kuba’da dünyâya gelince, Muhacirler çok sevinip rahatladılar. Çünkü
yahûdîler; “Biz Muhacirlere sihir yaptık, çocukları olmayacak” diyorlardı. Bu mübarek zâtın doğumu,
yahûdîlerin yalanlarını ortaya çıkararak hesaplarını boşa çıkardı. Resûlullah efendimiz dua edip, ismini
“Abdullah”, künyesini de “Ebû Bekr” koydu. Diğer künyesi “Ebû Hubeyb” idi. Babası tarafından annesi
(ninesi) hazret-i Safiyye, Resûlullah’ın halası idi.

Hişâm bin Urve ve Fâtıma binti Münzîr şöyle anlatmışlardır: “Annesi Medîne’ye hicret ettiği sırada,
Abdullah bin Zübeyr dünyâya geldi. Annesi daha onu hiç emzirmeden, kucağına alıp doğruca Resûlullah
sallallahü aleyhi ve selleme götürdü. Peygamber efendimiz çocuğu kucağına alıp bir hurma istedi. Hurma
bulunup getirilinceye kadar bekledi. Getirilince, hurmayı mübarek ağzına alıp çiğnedi, sonra da suyunu
Abdullah bin Zübeyr’in ağzına verdi. Onun midesine ilk giren şey bu oldu ve bunun çok bereketine kavuştu.

Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamberimize getirildiğinde O’na bî’at etme şerefine kavuştu.
Hazret-i Ebû Bekr devrinden sonra yavaş yavaş çocukluk hayâtından çıkarak, hazret-i Ömer zamanında
kendini göstermeye başladı. 636 (H. 14) senesinde on iki yaşlarında iken, babası ile Yermük savaşına gitti.
Zübeyr bin Avvâm, onu sahabeden birine emânet ederek savaşa katıldı. Kendisi de babasını savaşırken at
üzerinden seyretti. Yine dört sene sonra, 639 (H. 18) da babası ile birlikte hazret-i Amr bin Âs’ın
kumandanlığında Mısır’ın fethine katıldı.

Abdullah bin Zübeyr, gündüzleri oruç tutarak, geceleri de namaz kılarak geçirirdi. Çok namaz kılması
sebebiyle, kendisine Mescid güvercini denmiştir. Yedi gün bir şey yemediği olurdu. Çok cesur, kuvvetli ve
kahraman idi. 649 (H. 29) senesinde, Abdullah bin Sa’d ile Afrikiyye harbine katıldı. Yüz yirmi bin düşman
askeri ile yirmi bin İslâm mücâhidi savaşırken, o birkaç mücâhid ile Bizans ordusu kumandanı, Roma
asilzadesi Gregorios’u öldürdü. Bu başarısı üzerine düşman kuvvetleri bozuldu. Zaserin kazanılmasında
mühim bir rol oynadı.

Abdullah bin Zübeyr (r. anh), hicretin otuzuncu senesinde hazret-i Saîd bin As kumandasındaki ordu ile
Horasan seferinde bulundu. Aynı sene Hazret-i Osman tarafından Kur’ân-ı kerîmin nüshasının çoğaltılması
için toplanan ilmî hey’ete davet edildi. Hazret-i Osman’ın şefoîd olduğu gün, onu büyük bir gayretle
müdâfaa etti. Ertesi sene 656 (H. 36) da meydana gelen Cemel vak’asında babasının yanında idi.

Hazret-i Muâviye, 680 (H. 60) senesinde vefat ettikten sonra, yerine oğlu Yezîd iktidara geçti. Abdullah bin
Zübeyr, ona bî’at etmeyip, hazret-i Hüseyn ile beraber Mekke’ye geldi. Yezîd de hemen Abdullah bin
Zübeyr üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordunun kumandanlığını Abdullah bin Zübeyr’in baba bir kardeşi
Amr bin Zübeyr yapıyordu. Bu orduyu mağlûb ederek onu esir aldı. Hazret-i Hüseyn’in Kerbelâ’da şehîd
olduğunu işittiği zaman, Yezîd’in adamlarını Hicaz’dan çıkartarak, kendi nâmına hilâfet îlân etti. Bu
hâdiseler üzerine, Mekke ve Medîne halkı kendisine bî’at etti. Böylece 680-681 (H. 61) de Hz. Abdullah
bütün Hicaz’a hâkim oldu.

Bu hâdiselerden iki yıl sonra, Yezîd’in gönderdiği Müslim bin Ukbe, Harre savaşı sonunda Medîne-i
münevvereyi ele geçirdi. Bu savaşda, Medîne halkından ve Eshâb-ı kiramdan pek çok kimse şehîd oldu.
Bundan sonra Mekke üzerine giderken, Müslim bin Ukbe vefat edince, yerine geçen Husayn bin Numeyr
es-Sekûni 683 (H. 64) senesi Muharrem ayında Abdullah bin Zübeyr’i Mekke’de altmış dört gün muhasara
etti. Mekkeliler çok sıkıntı çektiler. Rebî-ül-evvel ayında Yezîd’in ölüm haberi gelince, muhasarayı
kaldırarak Şam şehrine geri döndüler. Bu sırada Kâbe-i muazzama yanınca, hazret-i Abdullah yeniden
yaptırarak Hacer-ül-esvedi de içeriye aldırdı. Peygamber efendimizin türbesini tamir ettirdi. Yezîd’in
vefatından sonra Hicaz, Yemen, Irak ve Horasan halkı kendisine bî’at edip, halîfe olarak tanıdılar. Dokuz
sene Mekke’de halîfe oldu. Yalnız Mısır ve Şam bölgesi Emevîlerin elinde kaldı. 684 (H. 65) senesinde,
Mekke’ye gelerek Abdullah bin Zübeyr’in yanında yer almış olan bozuk îtikâdlı haricîler oradan ayrıldılar.
Ayrılmalarının sebebi şu hâdise idi:

Bir gün haricîlerin kendi aralarında şöyle bir konuşma geçti: “Biz Abdullah bin Zübeyr’in yanında yer
aldık. Ancak onun ne görüşte olduğunu bilmiyoruz; belki de bizim görüşümüzde değildir. Gidip onun ne
düşüncede olduğunu öğrenelim!” Bu karardan sonra Abdullah bin Zübeyr’in huzuruna gittiler; “Senin
görüşünü öğrenmek için geldik. Eğer doğru yâni bizim gibi düşünüyorsan sana bî’at ederiz. Yoksa, seni bu
îtikâdını bırakmaya davet ederiz” dediler ve; “Şeyhayn yâni hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer hakkında

ne dersin?” diye sordular. Abdullah bin Zübeyr; “Onlar hakkında sâdece hayır söylerim” diye cevap verdi.
“Peki Osman hakkında ne diyorsun? O, Resûlullah tarafından Medîne-i münevvereden kovulan Hakem bin
Ebi’l-As’ı Medîne’ye kabul etti. Mısırlılara verdiği sözün aksini yazdı” diye sordular ve hazret-i Osman’ın
sânına lâyık olmayan ithamlarda bulundular. Sonra; “Baban Zübeyr ve talhâ (r. anhümâ) hakkında ne
diyorsun?” diye sorup, onların da şanlarına yakışmayacak sözler söylediler. “Eğer bunlar hakkında bizim
gibi düşünüyorsan, biz senin yanında yer alır ve sana yardım ederiz. Şayet bizim düşüncemizi kabul
etmezsen, baban ve arkadaşı Talhâ’yı haklı görür, Osman’ın (r. anh) hilâfetini kabul edersen, Allahü teâlâ,
bizim elimizle senden intikamını alır” diye ilâve ettiler.

Onların bu konuşmalarına Abdullah bin Zübeyr (r. anh) şöyle cevap verdi: “Sizin o büyükler hakkında
böyle konuşmanız, asla doğru değildir. Çünkü Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâm ile kardeşi Harun
aleyhisselâmı, en azılı kâfirlerden olup Hanlık dâvasında bulunan Fir’avn’a gönderirken, gayet yumuşak
konuşmalarını emretti. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir: “İkiniz (Mûsâ ve Harun
aleyhimüsselâm) Fir’avn’a gidin. Çünkü o, (ilâhlık iddiasında bulunmakla) hakîkaten pek azgınlık etti.
Ona yumuşak muamelede bulunun. Yumuşak söz söyleyin. Olur ki, nasihat dinler, yâhud Allahü
teâlânın azabından korkar.” (Tâhâ sûresi: 43,44) Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ise, bir hadîs-i
şerîflerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Ölmüş kimselere sövmek (veya dil uzatmak) suretiyle dirilere
eziyet etmeyiniz!” Bunun için Resûlullah efendimiz, İkrime bin Ebî Cehl’e (r. anh) eziyet vermemek, onu
üzmemek için babası Ebû Cehl’e sövmeyi, lanet etmeyi yasaklamıştır. Hâlbuki, Ebû Cehl, Allahü teâlânın
ve Resûlünün düşmanı idi. Hicretten önce, Resûlullah efendimize buğz ve düşmanlık etmiş, hicretten sonra
da muharebede bulunmuştu. Hepsi bir tarafa, azılı bir müşrik olması günah olarak ona kâfi idi. Kâfir olduğu
hâlde, lanetlenmesine müsâade edilmemesi babama, arkadaşı hazret-i Talhâ’ya ve diğer Eshâb’a
söylediğiniz sözlerden vazgeçmeniz için yeterli bir sebeptir.” Bundan sonra, ertesi gün tekrar buluşmak
üzere ayrıldılar.

Ertesi gün haricîler, “kararlaştırılan saatte geldiler. Abdullah biri Zübeyr gelip yüksekçe bir yere oturdu.
Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salât ve selâm, getirdi. Sonra hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’den çok
güzel bahsetti. Hazret-i Osman’ın hilâfetiyle ilgili olarak da şunları söyledi: “Osman bin Affân’ın durumunu
bu gün benden daha iyi bilen hiç kimseyi bilmiyorum. Hakem bin As’ı Resûlullah efendimizin mübarek
izinleri ile Medîne-i münevvereye kabul etmiştir. Yaptığı işlerde faydalar var idi. Mısırlıların ele geçirip
getirdiği, içinde bâzı kimselerin öldürülmesi emredilen mektubu kendisinin yazmadığını belirtip şöyle dedi:
“Bunu ben yazmadım. Dilerseniz o yazdığıma dâir delîlinizi getiriniz, deliliniz yoksa ben size yemîn
edeyim.” Allahü teâlâ yeminin kabul edilmesini emrediyor. Hele Resûlullah’ın damadı, imametteki vekîli,
onun sebebiyle ağaç alîmde Bî’at-ı Rıdvan’ın yapıldığı hazret-i Osman’ın yemînini elbette kabul etmek
lâzımdır. O, ancak hak olan bir şeye yemîn eder. Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: “Kim Allahü teâlâya
yemîn ederse tasdik edilsin! Yemîn edilen kimse de razı olsun.”

Hazret-i Osman, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer gibi mü’minlerin emîridir. Ben onu sevenin dostu, ona
düşman olanın düşmanıyım. Babam ve arkadaşı Talhâ (r. anhümâ) Resûlullah efendimizin iki sahâbîsidir.
Hazret-i Talha’nın Uhud muharebesinde parmağı kesilince, Resûlullah efendimiz; “Parmağı Talhâ’dan
önce Cennet’e girdi” ve; “Talhâ, Cennet’e girmesine vesîle olacak bir iş yaptı” buyurdu.

Hazret-i Ebû Bekr, Uhud harbinden bahsedilince şöyle buyurdu: “Uhud harbinin hepsi veya çoğu Talhâ’ya
aittir.”

Zübeyr bin Avvâm (r. anh), Resûlullah efendimizin havârîsidir. Resûlullah efendimiz onu bu sıfatla
zikretmişler, Talhâ ile beraber cennetlik olduğunu bildirmişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde
şöyle buyurdu: “Sana, ağaç altında ellerini uzatarak söz verenlerden Allahü teâlâ razı oldu. Hepsini
sevdi.” (Feth sûresi: 18) Ayrıca onların Allahü teâlânın ve Resûlünün gadabına uğradıklarına dâir bir haber
bize ulaşmadı.

Onların hak olarak yaptıklarına gelince, onlar zâten buna lâyıktırlar. Şayet onlarda bir (zelle) sürçme
meydana gelmişse, o sürçmeyi onların Resûlullah’a yaptıkları hizmetlerin hürmetine gidermek Allahü
teâlânın affındandır.”

Haricîler bu sözler karşısında verecek cevap bulamadılar ve dönüp gittiler.

Abdullah bin Zübeyr (r. anh) elinde bulunan yerlere, kendine sâdık kimseleri göndererek, hükümeti
kuvvetlendirmeye başladı. Emevîlerin iktidarı zayıfladı. Ancak 684 (H. 65) yılında, Abdullah bin Zübeyr’in
(r. anh) en yakın taraftarlarından ve lehine çalışan kumandanlarından Dehhâk el-Fihrî’nin, Mercü Rahit
savaşında mağlûb olup şehîd edilmesi, Emevîleri rahatlattı. Bu arada kendisi de haricîleri sıkıştırdı.

Abdülmelik bin Mervân 684 (H. 65) de Emevîlerin başına geçince, Şam ve Mısır’da hükümeti
kuvvetlendirdi. Sonra Haccâc bin Yûsuf es-Sekafî’yi Hicaz’a gönderdi. Haccâc, 691 (H. 72) de Mekke-i
mükerremeyi kuşattı. Ebû Kubeys dağı üzerine mancınık kurup, oradan Mescid-i Haram üzerine taşlar
atarak şehri tahrib etti. Muhasara altı buçuk ay sürdü. Bu esnada, Abdullah bin Zübeyr’in gösterdiği
kahramanlık ve yiğitlik, her türlü tarifin üstündedir. Abdullah bin Zübeyr, bu savaş sırasında bir gün
annesini ziyarete gitti. Âmâ ve hasta bulunan, fakat çok kuvvetli bir îmâna sâhib olan o büyük sahâbîye
(teselli etmek için); “Ölümde rahatlık vardır” deyince, o mübarek annesi de; “Sen galiba benim ölümümü
temenni ediyorsun. Hayır. Ben senin galip veya mağlûb olduğunu öğrenmedikçe ölmeyi arzu etmiyorum.
Sen ya Allah yolunda şehîd olursun, ben de bu acıya sabrederek mükâfatını Allahü teâlâdan beklerim, veya
zafer kazanırsın ben de bununla sevinirim” diye karşılık verdi.

Abdullah bin Zübeyr şehîd olmadan bir gün önce, taraftarları dağıldı. Aralarında, oğulları Hamza ve
Hubeyb’in de bulunduğu on bin kadarı Haccâc’a teslim oldu. Yalnız Zübeyr ismindeki oğlu yanında kaldı.
Bu hâlde annesini tekrar ziyaret etti. Annesi Esma Hâtûn (r. anhâ), savaşa devam etmesini söyleyerek
nasihat ve dua etti. Tekrar savaş meydanına atılan Abdullah bin Zübeyr (r. anh), hücûm ettiğinde,
karşısındaki kuvvetleri darmadağın ediyordu. Bir aralık Kabe’de “Makam” denilen mübarek yerde iki rek’at
namaz kıldı. Yeniden harbe girdi. Bu esnada alnına gelen bir mancınık taşı ile ağır şekilde yaralandı.
Yüzünden kan akmaya başladı. Bir anda her tarafını saran Haccâc’ın askerleri, üzerine atılıp şehîd ettiler.

692 (H. 73) senesinde şehîd olduğu zaman, yetmiş üç yaşında idi. Annesi, Haccâc’ın karşısına çıkıp, acı ve
doğru sözler söyledi. Birkaç ay sonra da vefat etti. Abdülmelik bin Mervân, Kabe’nin bir duvarını yıktırarak
yeniden yaptırdı. Hacer-ül-esvedi eski yerine koydurup son şeklini verdi. Bugünkü Kabe’nin üç duvarı
Abdullah bin Zübeyr, bir duvarı da Abdülmelik bin Mervân yapısıdır.

Abdullah bin Zübeyr, Peygamber efendimizden bizzat işiterek hâdîs-i şerîf rivayet etti. Ayrıca babasından,
hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman’dan, teyzesi hazret-i Âişe’den, hazret-i Ali ve Süfyân
bin Ebî Züheyr es-Sekafî’den hadîs-i şerîfler bildirdi. Kendisinden de, kardeşi Urve, oğulları Âmir ve Ubâd,
yeğeni Muhammed bin Urve, Ebû Zibân, Urve bin Amr-i Selmânî, Ata bin Ebî Rebâh, Tavus, Amr bin
Dînâr, Vehb bin Keysân, Sâbit-i Benânî ve diğer zâtlar rivayet etti. Rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları
şunlardır.

“Herhangi bir memlekette vefat eden Esbabımdan biri, kıyamette mahşer yerine giderken, o
memleketin müslümanlarına önder olur ve onların önlerini aydınlatır.”

“Benim mescidimde kılınan namaz, Mescid-i Haram hâriç, diğer mescidlerde kılınan namazlardan
efdaldır. Mescid-i Haram’da (Kabe’de) kılınan bir namaz, burada (Peygamber mescidinde) kılınan yüz
namazdan efdaldır.”

“Allah yolunda bir gece nöbet tutmak, bin gündüzü oruçlu geçirmekten efdaldır.”

“Eğer Allah’dan başkasını dost edinseydim, ümmetimden Ebû Kuhâfe’nin oğlunu (Ebû Bekr’i) dost
edinirdim. Ancak o, din kardeşim ve (hicret esnasında) mağaradaki arkadaşımdır.”

Abdullah bin Zübeyr (r. anh), Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. Eshâb-ı kiramın tefsîr, hadîs ve fıkıh
âlimlerinden ve Abâdile (dört Abdullah) dan biridir. Kendisinden Sahîhayn’da (Buhârî ve Müslim) otuz üç
hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bunların altı tanesi “Buhârî” dedir. Rivayet ettiği otuz üç hadîs-i şerîfin
tamâmı, Ahmed bin Hanbel’in (r. anh) “Müsned” adlı hadîs kitabında mevcuttur. Hazret-i Osman’ın
zamanında, Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltma hey’etinde bulundu. İslâmiyet’te ilk olarak yuvarlak
gümüş parayı, Mekke-i mükerremede Abdullah bin Zübeyr (r. anh) bastırdı. Paranın bir yüzünde,
“Muhammedün Resûlullah” diğer yüzünde, “Allah vefakâr ve adaletli olmayı emretti” mânâsında bir cümle
yazılı idi.

Abdullah bin Zübeyr (r. anh), kahramanlık ve cesaretiyle birlikte çok ibâdet ederdi. Namazda o kadar huşu
ve huzur içinde bulunurdu ki, görenler cansız zannederlerdi. Gündüzleri oruç tutardı. Babası onun hakkında;
“İnsanların Ebû Bekr-i Sıddîk’a en çok benzeyenidir” buyurmuştur. Peygamber efendimiz, Habeşistan
hükümdarı Necâşî’nin N hediye ettiği harbeyi (kısa mızrak şeklinde bir silah) yanında taşır, namaz kılarken
sütre olarak önüne koyardı. Dört halîfe (r. anhüm) de bunu yanlarında taşırlardı. Bundan sonra Abdullah bin
Zübeyr’in (r. anh) eline geçince, şehîd oluncaya kadar yanından ayırmadı.

AFRİKİYYENÎN FETHİ

Abdullah bin Zübeyr, Afrikiyye’nin fethinden döndükten sonra hazret-i Osman’ın huzuruna gidip, ona
fethin nasıl gerçekleştiğini anlattı. Hazret-i Osman mescidde kalkıp, cemâate şöyle hitâb etti: “Ey
mü’minler! Allahü teâlâ Afrikiyye’nin fethini nasîb ve müyesser eyledi.” Sonra Abdullah bin Zübeyr’i
göstererek; “İşte bu Abdullah bin Zübeyr’dir. Şimdi size Afrikıyye’nin fethini anlatacak” dedi. Bunun
üzerine Abdullah bin Zübeyr, minberin yanında olduğu yerden ayağa kalkıp, cemâate, Afrikıyyenin fethinin
nasıl gerçekleştiğini anlatmaya başladı: “(Ey mü’minler!) Kalplerimizi birleştiren, birbirimizi sevdiren ve
nimetleri asla inkâr olunamayan, mülkü ebedî olan Allahü teâlâya, bildirdiği, tavsif ettiği şekilde hamd
olsun. Yine Allahü teâlâya hamdolsun ki, Muhammed aleyhisselâmı seçip, vahyini O’na emânet etti.
(Kur’ân-ı kerîmi gönderdi.) Muhammed aleyhisselâma insanlardan yardımcılar seçti. O’na teslimiyeti
yerleştirdi. Ona îmân ettiler; hürmet ve tazimde bulundular. Allahü teâlânın dîni uğrunda hakkıyla cihâd
ettiler. Bir kısmı bu hak yol olan islâm’da, Allah yolunda şehîd düştüler. Geride kalanları ise, Allahü
teâlânın rızâsını kazanmak için çalışmaktadırlar. Kına yanların kınamaları onları, bu yoldan asla
çevirememektedir.

Ey insanlar! Allahü teâlâ size merha met eylesin. Biz, bildiğiniz ve anlattığım bu maksadla cihâda
çıkmıştık. Emir-ül-mü’minîn’in tavsiyelerine ve emirlerine titizlik ile uyan bir vali ile beraber idik. Sabah-
akşam o da bizimle beraber yürüyor, öğle vaktinde bizimle konaklıyordu, Geceleyin yola devam edip, kurak
yerlerde durmadan acele geçiyor, bereketli ve bolluk yerlerde oldukça fazla kalıyorduk. Afrikiyye’ye
varıncaya kadar, Rabbimizin ihsan buyurduğu en güzel hâl üzere yolumuza devam ettik. Nihayet at
kişnemelerini deve böğürtülerini düşmanlarımızın duyacağı bir yere konduk. Birkaç gün orada ikâmet ettik.
Bu sırada, atlarımızı istirahata bıraktık. Silâhlarımızı harbe hazırladık. Sonra Afrikıyyelileri islâm’a davet
ettik. Fakat onlar müslüman olmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine, sulh ve zillet içinde kalmaları için
onlardan cizye istedik. Bu teklifimize ise hiç yanaşmadılar. Onların karşısında on üç gece bekledik. Bu
arada, elçilerimiz gidip geldi. Nihayet tekliflerimizi kabul etmeyeceklerine iyice kanâat getirince,
komutanımız kalkıp Allahü teâlâya hamd ve sena etti. Sonra cihâdın faziletini anlattı. Sabredip Allah için
cihâd edenlerin kavuşacakları sevâbdan bahsetti. Sonra hep birden düşman üzerine hücûm edip,
muharebeye başladık. O gün pek şiddetli bir muharebe oldu. İki taraf da çok çetin savaştı. Düşmandan pek
çok kimse öldüğü gibi, bizden de pek çok kimse şehîd düştü. O gece, her iki taraf da savaş meydanında
geceledi. Biz Müslümanların bulunduğu yerden, Kur’ân-ı kerîm okuyanların sesleri yükseliyordu. Düşman

ise, içki içerek ve eğlence içinde geceyi geçirdi. Sabah olunca, biz önceki günkü gibi yerlerimizi aldık ve
düşman üzerine hücûm ettik. Allahü teâlâ bize sabır, yardım ve zafer ihsan etti. İkinci gün akşama doğru
Allahü teâlâ bize Afrikiyye’yi fethetmek nasîb eyledi. Pek çok ganimet elde ettik. Mervân bin Hakem, bu
ganîmetlerin beşte birini devletin hazînesine koydu. Müslümanların yanından, onları sevinçli bırakarak
ayrıldım. Alınan bu ganimetler, müslümanları zenginleştirdi. İşte, ben, Allahü teâlânın bize nasîb ettiği bu
zaferi, şirkin uğradığı bu hezimeti, Emir-ül-mü’minîn’e ve size müjdelemek için geldim. Ey Allah’ın
kulları! Verdiği nimetlerden dolayı ve düşmanlarımıza indirdiği azâbdan dolayı, Allahü teâlâya
hamdederiz.”



1) Hilyet-ül-evliyâ; cild-1, sh. 329

2) Vefeyât-ül-a’yân; cild-3, sh. 71

3) El-A’lâm; cild-4, sh. 87

4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3101

5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 976

6) Eshâb-ı Kiram; sh. 139

7) Tehzîb-üt-tehzîb; cild-5, sh. 213

8) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-4, sh. 3

9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 215

10) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 16

11) Ikd-ül-ferîd; cild-2, sh. 149

12) Cemheretü hutab-il-Arab; cild-1, sh. 278

13) Ensâb-ül-eşrâf; cild-4, sh. 16

14) Ricâlün havl-er-Resûl; sh. 701

15) Fütûh-ül-büldân; sh. 250

16) Üsüd-ül-gâbe; cild-3, sh. 161

17) Târih-ül-ümem vel-mülûk; cild-7, sh. 202

18) El-Kâmil fit-târih; cild-4, sh. 135

19) El-İsâbe; cild-2, sh. 309

20) El-îstiâb; cild-2, sh. 300

ABDULLAH HÂN

Mâverâünnehr bölgesinde kurulan Şeybânî hanedanlığının büyük hükümdarlarından. İsmi, Abdullah bin
İskender bin Ebü’l-Hayr’dır. 1533 (H. 940) senesinde Aförinkend’de doğdu. Doğduğu zaman babası
İskender Hân, duasını almak için büyük âlim Ubeydlullah-ı Ahrâr’ın talebesi ve zamanın âlimi Hâce Kasım
Kâşânî’ye götürdü. Hâce Kâşânî, Abdullah Hân’ın sâlih bir kişi olması için dua ettikten sonra; “Bu çocuk,
ileride büyük bir sultân olacak” dedi ve belindeki deve tüyünden yapılmış olan kuşağını çıkarıp, Abdullah
Hân’a sardı. Onun, âfimler elinde terbiye edilmesini tavsiye etti.

Aklı ve zekâsının çokluğu, üstün kabiliyeti ile devrin kıymetli âlimlerinden ders alarak çok iyi bir şekilde
yetiştirildi. Kur’ân-ı kerîmi, aklî ve naklî ilimleri ve devlet idaresini çok mükemmel öğrendi. Babasının,
devlet erkânının, âlimlerin ve çevresinin takdirini kazandı. İskender Hân, oğlu Abdullah’a çok îtimâd
ettiğinden, şehzadeliğinde devlet idaresiyle vazifelendirdi.

Babası tarafından Kermine bölgesine vali olarak tâyin edilince, idarecilikteki kabiliyetini ortaya koydu. Bu
bölgede ilk işi, topraklarına saldıran çevre beyliklerin hücûmlarını önlemek oldu. Taşkent ve Semerkand
hakîmlerine karşı mücâdele etti. Onları te’sirsiz hâle getirdi. Buhara ve Şehr-i Sebz istikâmetinde seferler
yaptı. Bu seferlerde topraklarının bir kısmını kaybetmesine rağmen, mücâdeleyi bırakmadı. Taşkent hakîmi
Nevruz Ahmed Hân’ın vefatı üzerine, kaybettiği toprakları geri aldı. Yeniden ele geçirdiği Kermine
şehrinde yaşıyan ve zamanın büyük âlimlerinden olan Hâce Kasım, Kâşânî, Abdullah Hân’ı çok severdi.
Hâce Kasım Kâşânî, Kermine’ye gelmek için yola çıkan Abdullah Hân’ı karşılamaya çıktı. O mübarek zâtın
kendisini karşılamasına karşı, Abdullah Hân da tevâz üs undan başlığını atıp boynuna bir ip geçirdi. İpi de
süvarilerinden birinin eline verip çektirerek, Kermine’ye doğru geldi. Onun bu hâlini gören Hâce Kasım çok
müteessir oldu. Ona kendi hırkasını giydirdi ve muvaffakiyeti için dua etti.

Abdullah Hân, 1557 senesi ilkbaharında Buhârâ’yı alıp, payitaht yaptı. Babası, memleketin idaresini
Abdullah Hân’a bıraktı. Babasının vefatına kadar, on üç sene onun nâmına ülkeyi idare etti. Babasının
vefatından sonra Abdullah Hân, ülke topraklarını, Kuzey Türkistan’a kadar genişletti. Onun hâkim olması
ile bu bölgelerdeki halk, sulh ve sükûna kavuştu.

Abdullah Hân, sapık Safevîlere ve Ruslara karşı, zamanın en büyük devleti Osmanlılarla münâsebet kurdu.
Hindistan’daki büyük İslâm devleti Bâbürlüler (Gürgânîler) ile de dostâne münâsebetlerde bulunup,
müttefik oldular. Özbek sultânı Abdullah Hân ve Osmanlı sultanları, doğu ve batı Türklüğü ile Ehl-i sünnet
müslümanları birbirinden ayıran râfizî Safevîleri ortadan kaldırmak istediler. Devrin en mükemmel silâh ve
tekniğine sâhib olan Osmanlılar, özbeklere ateşli silâhlar, teknik âlet ve edevat ile bunları kullanacak
eleman gönderdiler. Abdullah Hân’ın Osmanlılardan aldığı teknik yardım, özbekler’in hâkimiyetini
kuvvetlendirdi. Bu yardımlarla Safevîlere, Rus ve âsîlere karşı daha da üstün duruma geçti. Abdullah Hân,
devlet ve hâkimiyetini kuvvetlendirip, İslâmiyet’i yaymak için, maddî kuvvetlerin yanında manevî
kuvvetleri de seferber etti. Pekçok evliya ve âlim yetiştiren Mâverâünnehr ve Türkistan’daki Allah
adamlarının yardımlarıyla, İslâmiyet’i yayıp Ehl-i sünnet îtikâdım kuvvetlendirmeye çalıştı. Bugün bile
normal hayat sürmeye müsait olmayan Sibirya’ya, Buhara ve Harizm’den alperenler (derviş gâzîler),
İslâmiyet’i anlatmaya gittiler.

Abdullah Hân, isyan ve sapıklıktan dönmeyenlere karşı, önce nasîhatçı gönderir, nasihat dinlemeyip de;
isyan, ihanet ve sapıklıkta ısrar edenler üzerine de, askerlerini seferber ederdi. 1587 (H. 996) senesinde,
Taşkent isyanını bastırdı. Bedehşân, Horasan, Gîlân ve Harizm’i zabt etti. Doğu Türkistan’a sefer tertib
ederek, Kaşgâr ve Yerkend’deki âsîleri cezalandırıp, mukavemet mahallerini tahrib etti.

Abdullah Hân, Osmanlı ve Bâbürlüler ile ittifakı, neticesinde, Safevîlere ve Ruslar’a karşı destanlaşan
mücâdeleler verdi. Çok hayırlı neticeler alındı. Doğu ve Batı İslâm âlemini birleştirmek, Safevî-İran


Click to View FlipBook Version