The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

2019 Ocak ayında yayınlanan The Notes 1 kitabının tamamının Türkçe çevirisi

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by CYPHER, 2020-02-18 13:55:29

[Türkçe] CYPHER 花樣年華: The Notes 1- The Most Beautiful Moment In Life

2019 Ocak ayında yayınlanan The Notes 1 kitabının tamamının Türkçe çevirisi

Keywords: hyyh,the notes,the notes 1,bts,türkçe

Hoseok

7 Temmuz, YIL 22

Ayak bileğim tam iyileşmedi. Birkaç gün önce ufak bir kaza
geçirmiştim. Şu an “küçük” diyebiliyorum ama o sırada ciddi bir
şeydi. Jimin ve o kız bir figürün pratiğini yaparlarken birbirlerine
çarpıp çok kötü düşmüşlerdi. Kızı sırtımda taşıyıp hastaneye
koştum. Uzakta değildi ama yağmur yağıyordu. Kızın bilinci
kapalıydı.
Tedavisini olurken koridorda volta attım durdum. Gece geç bir
saatti ama acil servisin önündeki koridor makineden kahve içen
yada telefonlarına bakan insanlarla doluydu. Yağmur ve ter
saçlarımdan akıyordu. Köşenin birinde bir bankın üzerine oturup

Cypherbir elimle saçlarımı karıştırırken kazayla çantasını düşürdüm. Bozuk

paralar yere yuvarlanırken tükenmez kalemler ve bir mendil her yere
saçıldı. Bir de uçak bileti vardı. Uluslararası bir dans takımına
katılmak için başvuru yaptığını biliyordum. Bilet, kabul almış
olduğu anlamına geliyor olsa gerekti.
O anda doktor beni yanına çağırdı. Bileti çantasına geri koyup
doktora doğru yürüdüm. Kızın başını çarpıp sarsıntı geçirdiğini ve
çok endişelenecek bir şey olmadığını söyledi. Dışarıda hala yağmur
yağıyordu. Girişin orada onunla birlikte durdum. “Hoseok” diye
seslendi bana. Söyleyecek bir şeyi var gibiydi. “Bekle burada. Gidip
bir şemsiye alayım.” Şiddetli yağmurun içine koştum. Bir büfe
görüşüme girdi. Ne diyeceğini duymak istemiyordum. Tebrik

edebilir miydim emin değildim.
Jimin beni stüdyoda tedirgin bir şekilde bekliyordu. Kızın iyi
olduğunu söyledim ama Jimin morali bozuk bir halde başını eğdi.
Sonraki sabah ayak bileğim şişmişti. Bir gece önce onu sırtımda
taşırken hafifçe ayağım takılmıştı. Yağmur yağıyordu ve ben
koşuyordum. Düşmemiştim bile. Sadece ayağım biraz kaymıştı.
Ağrı kesici bir bant yapıştırıp daha dikkatli yürümeye çalıştım. İyi
olurum sanıyordum. Başta o kadar şişmemişti ama gittikçe
kötüleşti. Burgercide bütün gün ayakta durmak zorundaydım. Dans

Cypherprovasını da atlayamazdım.

Taehyung

10 Temmuz, YIL 22

Dar yollardan ve dar arka sokaklardan koşarak iniyordum. Yirmi
sene kadardır bu mahallede yaşıyordum. Avucumun içi gibi
biliyordum buraları. Her bir köşe eski hikayeler ve anıları
hatırlatıyordu bana. Ama anıları yad edecek bir zaman değildi şu an.
Polis peşimdeydi. Hatıralarda kaybolacak zamanım yoktu. Ama bir
köşeden diğerine döndükçe, bir çitten diğerine atladıkça zaman
sanki geriye akıyormuş gibi geliyordu.
Uzun zamandır ilk kez otobüs durağına sprey boyayla graffiti
yapmıştım. Elime tekrar sprey boya almam bir kız yüzündendi.
Birkaç gün önce bir büfeden yemek çalmaya çalışırken karşılaştım

Cypheronunla. Boş ellerine bakmayı kendine yedirememişti. Belli ki boş

ellerinden korkuyordu. Tam olarak ne hissettiğini bildiğimi itiraf
etmek istemedim. Kendi boş ellerinize doğru düzgün bakmak
zorundasınız. Kimse sizin için yapamaz bunu. Ama gözlerimi
ondan ayıramadım. Yüzündeki bakışı tanıyordum. Dünyadaki
hiçbir yere ait değilmişsiniz gibi hissettiğinizdeki o bakış…
Hayatınızda yanlış giden her şeyden siz sorumlusunuz diye
korktuğunuzdaki… Yalnız kaldığınızda ve nereye gideceğinizi,
nerede kalacağınızı bilemediğinizdeki…
O günden sonra bu kızı ara ara görmeye başladım. Birlikte özel bir
şey yaptığımız yoktu. Ya sokakta oturuyor ya da demiryolu boyunca
yürüyorduk. Sonra birlikte birkaç graffiti yaptık. İlk kez sprey boya

kutusu tuttuğu için bir tuhaf hissediyor gibiydi ama yaptıklarımı
takip etmek için elinden geleni yapıyordu. En nihayetinde otobüs
durağına gelmiştik. Namjoon hyung bu durakta inerdi. Polis de sık
sık bu durakta belirirdi. Bir kez burada graffiti yaparken
yakalanmıştım. Elimde boya kutusuyla hareketsiz dururken kız
yüzümü okumaya çalıştı.
Namjoon hyung’u hastanede gördüğümden beri onunla iletişimde
değildim. Ama birkaç gün önce bir akşam demiryolunun oradaki
konteynerinin önünden geçtim. Babamdan ve sarhoş asabiyetinden
kaçmak için kendimi sokağa vurmuştum. Körü körüne dışarı
fırlamış, amaçsızca dolanmış, sonra da konteynerin ışığının açık
olduğunu görmüştüm. İçeride biri vardı. Namjoon hyung olsa
gerekti. İçeri girmek istedim ama yapamadım. Yakınlaşınca hafif bir
melodi ve horlama sesini duyabiliyordum. Konteynerin önünde

Cypheryere oturup gökyüzüne baktım. Tek bir yıldız bile görünmeyecek

kadar kapkaranlıktı.
Polis bana iyice yetişmeye başlamıştı. Sonu bir çıkmaza varan bir ara
sokakta saklanıyordum. Kaçacak yerim yoktu. Olacağı varmış.
Anıları yad etmeyi bırakıp kaçmaya odaklansam bile yine de
yakalanırdım. Beklenen sonuç buydu. Boş yumruklarla hiçbir
problem çözülemiyordu. Ara sokaktan çıkıp iki kolumu da havaya
kaldırdım. Teslim oldum.

Namjoon

13 Temmuz, YIL 22

Çantamı toplayıp kütüphaneden çıktım. Benzinlikte gece
vardiyasında çalışmaya başlayalı bir aydan fazla olmuştu.
Gündüzleri de kütüphaneye gidiyordum. Tüm gece çalıştıktan
sonra eve geldiğimde tükenmiştim. Ama alarm çaldıktan sonra
öylece oturmadım. Geçtiğimiz ay içinde bir şey başardığımdan da
değildi. Sersemlik içinde ya camdan dışarı bakıyor ya da dergi
karıştırıyordum. Sabırsızlık da hissetmiyor değildim. Kendi hızımda
ilerlemem gerektiğini biliyordum. Ama sandığım kadar kolay
değildi. Tüm bu insanlar kütüphanede ne yapıyorlardı? Onlara
yetişebilecek miydim? Ama nereden başlayacağımı ya da neye

Cyphertutunacağımı bilmiyordum.

Başımı otobüsün camına yasladım. Kütüphaneden benzinliğe. Her
gün. Bezdirici derecede tanıdık manzara camın dışında akıp
gidiyordu. Bu rutinden kaçmayı hiç becerebilecek miydim ki? Daha
iyi bir yarın umuduna kapılmak bile benim için imkansız hale
gelmişti.
Görüşüme otobüsün ön tarafında oturan bir kadın girdi.
Omuzlarını sanki iç geçiriyormuş gibi kaldırdı. Yaya üstgeçidinde
broşür dağıtan kadındı bu. Kütüphaneden de tanımıştım onu. Bir
aydır aynı kütüphanede ders çalışıp aynı otobüsle eve dönmüştük.
Onunla hiç muhabbete girmemiştim ama aynı manzarayı izlemiş,
aynı tecrübeleri yaşamış ve aynı şekilde iç geçirmiştik.

Kütüphanenin köşesinde nasıl uyuyakaldığını, kahve makinesinin
önünde nasıl burnunun kanadığını görmüştüm. Onu aradığım
yoktu ama zaman zaman gözüme takılırdı. Saçını sarı bir lastikle
topladığını gördükten sonra bir işportacıdan düşünmeden aldığım
toka hala cebimdeydi.
Otobüs onun durağına yaklaşıyordu. Birisi dur tuşuna bastı ve
birkaç yolcu ayağa kalktı. Ama kadın kalkmadı. Uyuyakalmış olsa
gerekti. Uyandırsam mı ki? Bir an tereddüt ettim. Otobüs sonunda
durdu ama o hiç kıpırtı belirtisi göstermiyordu. Yolcular indi, kapı
kapandı ve otobüs yoluna devam etti.
Otobüs benim durağıma geldiğinde kadın hala uyanmamıştı. Arka
kapıdan inerken bir kez daha tereddüt ettim. Kimse onu
umursamıyordu. Durağını zaten kaçırmıştı ve birkaç durak geçene

Cypherkadar da uyanmayacaktı. Hayatına daha da yorgunluk ekleyecekti bu

muhtemelen.
Ben iner inmez otobüs hareket etti. Arkama bakmadım. Tokayı
kadının çantasının üzerine koymuştum, o kadardı işte. Birkaç gün
önce buraya gelmiş ve durağın önündeki duvara çizilmiş bir graffiti
görmüştüm. Otomatik olarak etrafıma baktım ama Taehyung
ortalarda yoktu. Sprey boya kutuları yerde yuvarlandığından
alelacele gittiğini varsaymıştım. Duvarın her yerine çizili graffitiye
bir süre baktım kaldım.

Seokjin

14 Temmuz, YIL 22

Çadır barda Namjoon’un yanındaki banka oturdum. Saat gece
yarısını geçmişti ama çadır bar günlerini mayhoş içkilerle kapatmaya
gelmiş misafirlerle doluydu. Telefon öğleden sonra geldi. Namjoon
benden benzinlikteki vardiyası bittikten sonra onunla buluşmamı
istemişti. Şimdiye kadar da hiçbir şey söylememişti. Kadeh üstüne
kadeh yuvarlamaya devam etti. Yolunda olmayan bir şey mi var diye
sordum ama sadece bana gülümseyerek başını salladı.
“Doğduğumdan beri hayatımın biraz olsun değiştiği yok.
İyileşmiyor da kötüleşmiyor da.”
Namjoon enerjisinin kalmadığını söyledi. Bizim için bir şey

Cypheryapamadığında bir arkadaşmış gibi yaptığını… Taehyung’u

görememesinin yada Jungkook’u tekrar ziyaret edememesinin
sebebinin bu olduğunu… Şu an bile bahaneler uydurduğunu ve bir
hiç olduğunu…
Bayağı bir içtikten sonra aklımıza lise yıllarımız geldi. Taehyung’un
sahilde açık ettiği o olay… Namjoon neden beni savunmuştu ki o
zaman? “Neden o zaman beni savundun?” Sorumu
cevaplamaktansa Namjoon başka bir soru sordu. Neden o zamanlar
yaptığım şeyi yapmıştım? Annemin ölümü, anneannemin Los
Angeles’taki evinde geçen çocukluğum, Kore’ye döndüğümde
babamın o soğuk ifadesi… Bir ailenin sıcaklığını hiç
hissetmemiştim ben. Belki çakırkeyif olmuştum, belki de gece

havasındandı ama daha önce açık etmediğim tüm sırlarımı açmıştım
ona.
“Artık senin hakkındaki her şeyi biliyorum ama diğerleri de hikayeni
paylaşmanı beklemiyorlar mı? O zamanlar ne olduğu hakkında bir
ipucu vermeni beklemiyorlar mı?” dedi Namjoon itiraflarımı
dinledikten sonra. Ona veda edip eve yollandım. Bir süre biraz
sendeleyerek sokakta gezindim. Gece meltemi iç ferahlatıyor,
gökyüzünde ay parlıyordu. Otobüs durağına çizilmiş bir graffitinin
önünde durdum. Her şeyi itiraf etsem Namjoon bana inanır mı ki?
Benim söyleyeceklerimi biri bana itiraf etse ben ona inanır mıydım?
Birkaç gün önce Taehyung’un çalıştığı büfenin önünden geçtim.
Arabanın camından gülümsediğini görebiliyordum. Bir müşteriyle
konuşup kahkaha atıyordu. O ağzını kareye çeviren tanıdık

Cypherkahkahasını… Bir müşteriyle konuşup bu denli kahkaha atacak ne

vardı ki? Eh, Taehyung hep böyle olagelmişti. Kimsenin gülmediği
esprilere katıla katıla güler, kimsenin üzülmediği şeylere gözyaşı
dökerdi. Taehyung’la aramı nasıl düzeltsem? Gelecek pek iç açıcı
görünmüyordu.

Hoseok

16 Temmuz, YIL 22

Eskiz defterinin sayfalarını birer birer çevirdim. Sınıftan bozma
depoda, tünelde, denizin önünde hep birlikte gülüyorduk. Jungkook
asfalt yolda bir başına yatıyordu. Yoldan kan akıyordu. Kocaman ay
gökyüzünde asılı duruyordu.
“Yaralandın mı?” Arkamı dönünce Jungkook’un hasta odasına geri
döndüğünü gördüm. Ayak bileğim baskı bandajına sarılı bir halde
dans etmiştim. Şimdi ise o bileğin etrafında bir alçı vardı. “Senden
daha iyi durumdayım bence ben”. Sözlerine bilerek dramatik bir
tepki verdim ve sağlığının inanılmaz olduğunu söyledim. Jungkook
sonraki hafta tam sağlık taramasına gireceğini, sonrasında da sorun

Cypherçıkmazsa eve gidebileceğini söyledi.

Ona parti vermemiz gerektiğine karar verdim. Jimin’in hastaneden
kaçtığı gün Namjoon’un konteynerinde hamburger, kola, bir de
Seokjin hyung’un aldığı pastayla bir parti yapmıştık. Elimizdeki tek
parti şapkasını kimin takacağı konusu yüzünden şapka parçalanana
kadar kavga etmiştik. O pahalı pastayı birbirimizin suratına
sürmüştük. Namjoon, pisliği kendi başına temizlemek zorunda
kalacak diye şikayetlenmişti. Yedimiz liseden ayrıldıktan sonra
sonunda ilk kez bir araya gelmiştik. Her bir lafa, her bir harekete
gülüyorduk. Çok bir şey söyleyip yapmamamıza rağmen her bir
dakika neşe ve heyecan vericiydi. Böyle bir gün hazırlamak
istemiştim. Tekrar bir araya gelip birlikte güldüğümüz bir gün…

Jungkook biz asansörden inip hastanenin ön kapısına doğru
giderken “Hey, o gece…” diye başlayacak oldu. Gözü dışarıda bir
şeye takılı kalmıştı. Bir şeye bakmaktan ziyade eski bir anıyı
hatırlamaya çalışıyormuş gibi gözlerini kırpıştırıyordu. “Seokjin
hyung o geceden konuşuyor mu hiç? Yani hiç beni gördüğünü falan
söyledi mi…?” deyip sustu Jungkook. “Seokjin hyung mu? Seni mi
gördü? Nerede?” diye sordum ama Jungkook bir daha ağzını
açmadı.
Jungkook yollarımızı ayırmadan önce bana “Sen iyi bir insansın
değil mi hyung?” diye sordu. “Saçmalama yahu” diyerek omzuna
şakayla vurup veda ettim. Hızlıca yönümü değiştirdim. İyi bir insan
mıyım ben? Büyürken canlı ve neşeli bir çocuk derlerdi bana.
Eskiden hassas olduğumu ve çabuk etkilendiğimi söylerlerdi. İyi bir
insan olduğum anlamına mı geliyordu bu? Daha önce hiç

Cypherdüşünmemiştim. Arkama dönüp bakınca Jungkook hala daha

hastane girişinde bulutlu gökyüzüne bakıyordu.

Seokjin

24 Temmuz, YIL 22

Babamın peşinden iyi aydınlatılmış toplantı odasına girdim. Girişin
yanındaki bir sandalyeye oturup etrafıma baktım. Niye buraya
çağırıldığımdan pek emin değildim. Babam ortada oturuyordu ve
etrafı tanıdık yüzlerle çevriliydi. Saate baktım. Jungkook’un
taburculuk partisinin başlamış olması lazımdı. Tam diğerlerini
aramayı düşünüyordum ki babam ağzını açtı ve tüm oda sessizliğe
gömüldü. Atmosfer ağırdı ama karanlık değildi. Ondan ziyade
odada bir heyecan ve beklenti dalgası vardı. Işıklar söndü ve
konferansın başlığı ekranda belirdi. Songju Şehir Merkezinin
Yeniden Yapılandırılması Ana Planı.

CypherBabam beni durduk yere aramıştı. Arayan tam olarak sekreteriydi

aslında. Randevum olduğunu söylemiştim ama işe yarayacağını
düşünmüyordum. Buraya gelirken yolda babam bana hala daha o
sözde arkadaşlarımla görüşüp görüşmediğimi sordu. Cevap
vermedim. Soru sormuyordu çünkü. Sadece onları aşağılıyor ve
bana onlarla iletişimimi koparmamı buyuruyordu.
Bana bakmadı bile. “Vaktini bir hiç uğruna harcama. Sana bunu
tecrübemden söylüyorum. Ayrıca buraya çok yardım etmen
gerekecek. Elinden geldiğince çok şey öğrenmeye çalış. Öyle
yaparsan yakında işinin ehli bir adama dönüşürsün.”

Jimin

24 Temmuz, YIL 22

Konteynerin içi tamamen süslenmişti. Hoseok hyung’un getirdiği
hamburgerler, patates kızartması ve içecekler masaya kurulmuş,
duvarlardan da Noelimsi süsler sarkıyordu. Jungkook ortada
oturuyordu.
Yedi bardaktan sadece üçü doluydu. Hoseok hyung yiyecekleri
hazırladıktan sonra part-time vardiyasına gitmişti. Namjoon hyung
da işten çıkınca geç gelecekti. Kimse Yoongi hyung’a ulaşamıyordu.
Seokjin hyung da geleceğim demişti ama daha ortada yoktu.
Taehyung bir şey demeden öylece oturdu. Hala daha Namjoon
hyung’un konteynerinde huzursuz mu ki? Az daha sürükleyerek

Cyphergetirecektim onu ama atmosferi canlandırmak imkansızdı.

Denizden döndükten sonra çoğu zaman böyleydik işte. Kimse
diğerlerini ilk arayan olmuyor, herkes diğerlerinin ne yaptığından
bihaber yaşıyordu. Belki de kaçınılmaz bir şeydi bu. Beraber
takılmak için okulu kıran öğrenciler değildik artık. Şimdi herkesin
kendi sorunları ve sorumlulukları vardı. Sırf birlikte olmak istiyoruz
diye bunları görmezden gelemezdik. Benimse hastaneye geri
dönmemek için çok uğraşmam ve okula geri dönüp
dönmeyeceğime karar vermem gerekiyordu. Hem aileme hem de
kendime iyi olduğumu kanıtlamak zorundaydım. Kimseye yük
olmadığıma emin olmak zorundaydım.

Bir süre sonra Jungkook tereddüt ederek ayağa kalktı. Biraz daha
kalıp Namjoon hyung’u görsün diye ona tutundum. Jungkook
sadece gülümseyip sonra yaparız dedi. Orada tutamadım onu.
Masayı toplayıp konteynerden çıktık. Telefonlarımızın fener
özelliğini açtık. Saat on buçuktu. Konteynerin önünde ayrıldık.
Demiryolunu geçip otobüsün gelmesini beklerken uzakta Jungkook
ve Taehyung’un ellerinde fenerlerle yürüdüklerini görebiliyordum.

Cypher

Taehyung

24 Temmuz, YIL 22

Tek adımda üçer dörder basamak çıkarak merdivenlerden yukarı
fırladım. İçki şişeleri sağda solda yuvarlanıyor, bardaklar ve tabaklar
ise yere saçılmış duruyordu. Babam başı eğik bir köşede yere
düşmüştü. Ben daha ağzımı açmadan ablam düşündüğüm gibi
olmadığını söyledi. “Babam biraz sesini yükseltti. Biri de bizi
dövdüğünü düşünüp polis çağırmış olsa gerek.”
Polis memurları göründü. Kapımızın önünde toplanan mahalle
teyzeleri cıkcıklayıp uzaklaştılar. Ablam memurlara sürekli özür
dileyip eğildi durdu. “Bir şey kırılmadı. Kimseye de bir şey olmadı.”
Bu durumdan utanmama gerek yoktu. Babamın içme huyu uzun

Cyphersüredir mahallenin dedikodusu olmuştu ama umursamamıştım.

Babam uykuya dalmış gibiydi. Bir inşaatta gündelikçi olarak çalıştığı
için yüzü güneşten yanmış ve gür bir sakalla kaplanmıştı. Her
zamankinden çok gri saçı vardı. Ağzının ıslak iç kısmını ve dilini
görebiliyordum.
Eskiden rüyalarımda babamı öldürürdüm. Bir keresinde az daha
gerçekten bıçaklayacaktım. Belki de bu noktadan itibaren
başlamıştı. Onu anlamaya başladım. Anladığım için de kendimden
nefret ediyordum. Bu insana baba denilebilir miydi ki? Baba olacak
vasfı yoktu.
Biri omzuma dokununca arkamı dönüp tanıdık bir yüzle

karşılaştım. Evime birkaç kez gönderilmiş bir polis memuruydu bu.
Graffiti yüzünden içeri alındığım zamanlarda da birkaç kez
karakolda görmüştüm onu. Başımı eğdim sadece. Yok yere alelacele
buraya geldikleri için “Özür dilerim” demek üzere bir jestti bu. Ama
aynı zamanda yüzüme nasıl bir ifade takınmam gerektiğini
bilmiyordum. “Komşularınız ikiniz için çok endişeleniyor galiba.
İhbarı yapan kadının sesi hiç sinirli gelmiyordu. Daha ziyade tekrar
tekrar birine bir şey olmadan gelmemizi rica etti. Daha sonra
mutlaka kendisini bulup teşekkür edin.” Kadının sesi tok ve boğuk
mu geliyordu diye sordum. Tam hatırlamıyordu ama öyle
olabilirmiş de. Başka bir memurla konuşan ablam başını çevirip
bana baktı.
Herkes gittikten sonra “Annemle iletişimde misin sen?” diye
sordum. Ablam yere saçılmış şişe ve tabakları toplarken ben duvara

Cypheryaslanmış oturuyordum. Babam hala o rahatsız pozisyonda

uyuyordu. Güneş çoktan batmıştı ve babamın başının üzerindeki
uzun pencere kapkaranlıktı.
Ablam ayağa kalkıp yemek masasına oturdu. Tek kelime etmedi ama
sessizliği sorumu cevaplamaya yetti de arttı bile. Annemin adresini
ve telefon numarasını istedim. “Numarasını bilmiyorum. Sadece
Bukgu, Munhyeon’da kiralık bir evde oturduğunu biliyorum. Niye
onunla iletişime geçmek istiyorsun Taehyung?” diye sordu.
“Sormak için. Aklından ne geçtiğini. Niye gittiğini. Niye tekrar
ortaya çıktığını.” Ablam yanıma oturdu. “Taehyung, annem seni
özlüyor.” Burnumdan soluyup ayağa kalktım. Besbelli ne kadar

öfkeli olduğumun farkında değildi. Anneme bu soruları soracağımı
söylemiştim ona ama cevaplarını pek merak ettiğim söylenemezdi.
Niye gittiğini bilsem bile ne işime yarayacaktı ki bu? İçin için yanan
kinimi salıvermek istiyordum sadece. “Niye geldi buraya? Bizi terk
eden oydu. Şimdi de annecilik mi oynamak istiyor?”
Munhyeon tarafına, kuzeye doğru yürümeye başladım. Çarpan
kalbimden daha hızlı yürümek istiyordum. Nefes alabilmemin tek
yolu buydu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Otobüsler
çalışmıyordu ve taksiye verecek param da yoktu. Tek seçeneğim
yürümekti. Oraya varmak için demiryolundan, bir köprüden ve
şehir merkezinden geçmem gerekiyordu. Güneş doğmadan
varabilirdim belki. Demiryolunu geçerken arkamda birinin
adımlarını hissettim. Jungkook peşimden geliyordu. Evin önünde
devriye arabasını görünce Jungkook’un benimle olduğunu

Cyphertamamen unutmuştum.

“Git buradan!” diye Jungkook’a bağırarak arkama bakmadan
yürümeye devam ettim. Her şeyi görmüş olmalıydı. Polisi,
komşuların cıkcıklamasını, etrafta yuvarlanan içki şişelerini,
babamın horlamasını ve başı önüne eğik ablamı… Jungkook her
şeyi görmüş olmalıydı. Kimseye babamın şiddet eğiliminden
bahsetmemiştim. Asla. Diğerlerine annemin kaçtığını hiç
anlatmamıştım. Gururum yüzünden değildi. Belki de öyleydi. Sefil
durumumu ve hayatımı kendi başıma açıklamak zorunda olmak adil
gelmemişti sadece.

Adımlarımı hızlandırdım. Arkamda ayak sesleri duyduğumda
sonunda mesken bölgesinden çıkmış, demiryolunun üstündeki yaya
üstgeçidinin basamaklarını tırmanmıştım. Şöyle bir bakınca
Jungkook’u gördüm. Niye hala beni takip ediyor diye bağırmak
üzereydim ki fikrimi değiştirdim. Beni ilgilendirmezdi.
Demiryolundan inince köprüye bir adım attım. Jungkook hala
uzaktan beni takip ediyordu. Köprünün orta yerinde durup aşağı,
nehre baktım.
Gecenin köründe yollar ve binalar sokak lambalarıyla loş bir şekilde
aydınlatılmıştı ama nehir aydınlatılmamıştı. Kapkaranlık nehir,
ayaklarımın altında gür bir sesle vahşi bir şekilde akıyordu.
Karanlıkta seçilemediği için daha bir göz korkutuyordu. Jungkook
da arkamda durup nehre baktı. Köprüde sadece ikimiz vardık.
Başka ne bir yaya ne de bir araba vardı. Tişörtlerimiz terden

Cypherıslanmış,rüzgardauçuşuyordu.

“Son bir saattir yürüdüğümüzün farkında mısın?” Jungkook’a el
sallayınca yanıma geldi. Yanyana yürümeye başladık. “Nereye
gittiğini sorabilir miyim?” Annemin evine gittiğimi söyledim. Ona
söyleyecek bir şeylerim vardı. Jungkook başını salladı. Adımlarım
yavaşlıyordu. Birden gerçekten de anneme mi gidiyorum diye merak
ettim. Tam nerede oturduğunu bilmiyordum. Ne telefon
numarasını ne de adresini biliyordum. Apartmana vardıktan sonrası
için hiçbir planım yoktu. Öfkem bir saat içinde dinip yerini açlık ve
acıya bırakmıştı.

Karşılaşmamız nasıl olur diye hayal ettim. Aslında sayısız kez hayal
etmiştim. Belli olmayan şey bir sonraki adımdı. Anneme sorularımı
sorduktan sonra ne diyecekti? Hepsini cevaplayacak mıydı?
Cevaplasa da cevaplamasa da nasıl tepki vermem gerek? Belki de
onunla buluşmamam hepimiz için daha iyi olacaktı. Sonucum hep
buraya çıkıyordu. Ama hep o anı hayal edip duruyordum ve şimdi
ise annemi görmeye dair hiçbir planım olmadan gece sokaklarında
böyle dolanıyordum.
“Bacağın iyi mi?” Doğru ya, Jungkook’un alçısı yeni çıkmıştı. Ben
de onu saatlerce yürütmüştüm. “Doktor dedi ki fizik tedavi olarak
bol bol yürümeliymişim.” Jungkook bana gülümseyerek sanki
kanıtlamaya çalışıyormuş gibi önüme geçti. Burada duralım demeyi
kendime yediremedim. Yorgun argın da olsa yürümeye karar
verdim. “Aç değil misin?” Gevşedikçe duyularım feryat figan geri

Cyphergelmeye başladı. “Pastayla hamburgeri bitirmediğime pişmanım şu

an.” Jungkook’un sözlerine güldüm. İnsanlar ya absürt derecede
güçlü yada absürt derecede zayıf oluyorlardı. Bizler de bunun
kanıtıydık – Açlıktan ölüyor, bacaklarımızın ağrıdığından şikayet
ediyor, bir de üstüne bu durumda bile birlikte gülüyorduk.
Işıklar daha da parlak ve şen şakrak bir hal alırken bir süre sonra
kalabalık bir sokak önümüzde belirdi. Gece çok geç bir saatti ama
apaydınlık sokak insanlar ve geçen arabalarla dolup taşıyordu. Saat
sabahın üç buçuğuydu. Bir büfenin önündeki masaya oturduk.
Hazır ramyeonlarımızın yarısına gelmiştik ki Jungkook susadığını

söyledi. İçecek almaya içeri girdim. Geri döndüğümde birisi
Jungkook’un önünde duruyordu. Arkası bana dönük olduğundan
kim olduğunu yada ne yaptığını kestiremiyordum. Jungkook panik
halinde adamın yüzüne bakıyordu. Jungkook’un yanına koşup
adama baktım.
Adam yaz ortasında koyu haki rengi bir palto giyiyordu. Fırça gibi
kirli gri saçları ve dağınık sakalında ramyeon çorbası lekesi vardı.
Leş gibi içki kokuyordu. Açgözlülükle benim ramyeonumu yalayıp
yutuyordu. Bu kim yada neden benim ramyeonumu yiyor diye
sormanın bir anlamı yoktu. Şaşırmıştım ama kızgın değildim.
Korkmuştum aslında.
O anda büfeden çıkan bir grup serseriden birisi adamın omzunu
iterken bir diğeri de adama çelme taktı. Paltolu adam dengesini

Cypherkaybedip düşerken masayı itti. Jungkook’un hazır ramyeon kasesi

devrilince çorbası bacaklarına döküldü. Jungkook ayağa fırlayarak
alelacele pantolonunu silkeledi. İyi olduğunu, çorba zaten soğuduğu
için yanmadığını söyledi.
Serseriler kıs kıs gülerek uzaklaşıyordu. Kirli haki paltolu adam
devrilen kaseye bakıyordu. Parmakları masanın üzerinde ve erişte
içindeydi. İyi mi diye sormayı kendime yediremedim. “Özür
dilemeniz gerekmez mi? Ortalığı batırdınız az önce.” diye bağırdım
adamlara. Arkalarını döndüler. “Hayır batırmadık. Bu herif yaptı.
Kimse de size orada oturun demedi. Bu saatte veletlere bak…”
Adamlar anlaşılmaz bir şekilde küfrediyorlardı.

Paltolu adam bana baktı. Gözlerimiz havada buluştu. Sarımtırak
gözleri ve yaşlılık lekeleriyle kaplı bir yüzü vardı. Bana birini
hatırlatıyordu. Hep içen, yumruklarını her şeye sallayan, bir diktatör
ve zavallı gibi yaşayan birini…
Olmasını beklediğim şey oldu. Kendimi adamların üzerine attım ve
gruptan iki kişi bana yumruk salladı. İlk yumruğu ıskaladım ama
ikincisi çenemi sıyırdı. Jungkook beni durdurmak için araya girdi
ama o da kavgaya karıştı. Plastik masa ve sandalyeler ters gelmiş,
“Park Yapılmaz” yazısı yere serilmişti. Büfede yarı zamanlı çalışan
kişi böyle kavgalara alışıkmışçasına çoktan polisi aramıştı. Bir dakika
sonra sirenleri duyabiliyorduk. Hepimiz ayağa fırlayıp birbirimize
bu sefer kaçtıkları için şanslı olduklarını bağıra çağıra ters yönlere
kaçtık.

CypherKaçma işini özellikle iyi becerirdim. Bazen bilerek yakalandığım

olurdu ama şu an öyle bir an değildi. Jungkook yetişiyor mu diye
kontrol ede ede başı çekmeye devam ettim. Gümüş rengi bir araba
son hızla yanımızdan geçti. Yan aynası Jungkook’a sürttü. Afallamış
bir halde yere çöktü Jungkook. İki ay önce bir trafik kazası
yüzünden yattığı hastaneden daha yeni taburcu olmuştu. Afallaması
çok doğaldı. Araba acı bir fren sesiyle durdu ve az önce bize çarpan
adamlardan biri yolcu koltuğundan kafasını çıkardı. “Dikkat etsene!
Bu seferlik sizi bırakıyoruz. Bir dahaki sefere acımak falan yok.” Ve
araba gürüldeyen bir motor sesiyle kayboldu.
Jungkook koluma tutunarak yavaşça ayağa kalktı. Rahatsız

görünüyordu. Düşünce bacağını incitmiş olsa gerekti. Ağzımın içi
zonkluyordu. Ağzımı elimle silince arkasına kan bulaştı. “Nereye
gitsek?” diye sordu Jungkook. “Bu bacakla mı? Geri dönüyoruz.”
Jungkook iyi olduğunu söyleyerek yürümeye başladı. “Bak! İyiyim
ben.” Öylece durup Jungkook’un bir ayağını sürümesini izledim.
“Geri dönelim haydi!” diye Jungkook’a bağırdım. Telefonumu
kontrol ettim. Saat beşe on vardı. İlk otobüs gelene kadar öldürecek
vaktimiz vardı biraz. Etrafa şöyle bir bakınca eğlence semtinin
ardında alçak bir tepe buldum. “Gün doğumunu izledin mi hiç?”
Tepeyi çıkarken Jungkook’a destek oldum. Hafif yokuşun sonunda
merdivenlere çöktüm. Güneş doğmadan önce gökyüzünün en
karanlık halidir derler. Doğruydu da. Kapkaranlık gökyüzünde bir
tek yıldız bile görünmüyordu. Fakat farklı şekil ve renklerdeki neon

Cyphertabelalar altımızdaki şehre parlak ışıklar yayıyordu. Gözlerimi

kuzeye çevirdim. Annemin oturduğu mahalleyi kabaca tahmin
ettim. Şurası, şurası olsa gerek. Yemek yiyor, uyuyor ve evi
temizliyordur kesin.
“Jungkook, annemi takip etmiştim ben o zaman.” Jungkook bana
baktı. Gözlerimi apartmanın pencerelerinden taşan ışıklara diktim.
O zaman. O gece. On sene önce annemin gittiği gece. Babamın
annemi, ablamı ve beni öldüresiye dövdüğü ve ağlayarak
uyuduğumuz o gece. Bizi niye o kadar çok dövmüştü
hatırlayamıyordum. Ama net bir şekilde ‘Yarın arkadaşlarımla
yüzmeye gideceğim. Annem bana öğle yemeği hazırlayamayacak o

zaman herhalde.’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Patlamış
dudağım yarına kadar iyileşir mi ki? İyileşmezse benimle dalga
geçerler. Omuzlarım acıyor. Yumruklarından kaçmak için dönmeye
çalışmamam gerekirdi. Ablam sessiz sessiz ağlıyor. Sesini bugün
duymak daha bir acı veriyordu.
Yarı uyur halde annemin ayakucumuzda durup bize baktığını
gördüm. Gidiyordu. Bizi terk ediyordu. Anında anlamıştım.
Uyuyormuş gibi yapıp doğruldum ve peşinden gittim. Bir planım
yoktu. Onunla yaşamayı düşünmüyordum. Gücenmemiştim,
korkmuyordum da. Annesiz olmak nasıl bir şeydir, annesiz yaşamak
nasıl bir şeydir – öylesine anlayabileceğiniz şeyler değildi bunlar.
Bayağı bir süre takip ettim onu. Hafızamda tüm gün yürümüştüm.
Ama o zamanlar küçücük bir çocuk olduğum için bu hatıram abartı

Cypherolsa gerek. Arkasına bakmadı. Bir kez bile. Gerçekten onu takip

ettiğimin farkında değil miydi? Belki de arkasına bakarsa beni de
yanında götürmesi gerekecek korkusuyla önüne bakmaya
zorluyordu kendini. “O düşünce sonradan aklıma geldi tabii. Onu
anlamaya çalışırken zorlandığım zaman. Şimdi mi? Niye buralara
kadar geldim bilmiyorum.”
“Hey.” Jungkook’un sesiyle başımı kaldırdım. “Özür dilerim.”
Yüzüne baktım. “Ne için özür diliyorsun? Neden özür diliyorsun
ki?” “Benim yüzümden gidip anneni göremedin” diye cevap verdi
Jungkook. “Aptal mısın sen?” diye parladım. Bu kadar sinirlenmek
istememiştim ama sesim kendi kendine yükselmişti. Konuşmayı ve

hislerimi ifade etmeyi beceremediğimden saçmalayıp duruyordum.
“Niye özür diliyorsun? İnsanların senden özür dilemesi gerek esas.
Sen neyi yanlış yaptın ki? Seni buraya kadar getirdiğim için benim
özür dilemem gerekir. Seni buraya getirmeme sebep olan annemle
babamın özür dilemesi gerekir. Kavga çıkaran o heriflerin özür
dilemesi gerekir.” Sesimi yükseltmeye devam ettim. “Sen iyi bir
insansın. Alabildiğine iyi bir insansın. Senin suçun değil bu. Senin
suçun değil!”
Sonsuzluk gibi gelen bir süredir kapkaranlık olan gökyüzü bir anda
mavimsi bir renk almaya başladı. Gökyüzünün en uzak ucundan
nüfuz eden ışık, neon tabelaların parıltısını içine çekiyordu. Tek
kelime etmeden güneşin doğuşunu izledik. Devasa, kıpkırmızı
güneş apartmanın arkasından yükseldi. Annem de gün doğumunu

Cypherizliyor mudur ki?

Eve dönerken ikimiz otobüsün arkasında yanyana oturduk. Şafak
sökmeden önceydi. Yol boştu ve otobüs hızla ilerlemeye devam
ediyordu. Kafamı çevirerek tekrar kuzeye doğru baktım. O gece.
Annem yürümeyi bırakmıştı. Bir süre kıpırdamadan öylece durdu.
Arkasına da bakmıyordu. O noktada devam etseydim ona
yetişecektim. Eline tutunup nereye gidiyor, bizi arkada bırakıp
nereye yollanıyor ve ne zaman dönecek diye sorabilirdim. Ağlayıp
yaygara koparabilir, belki de onu tekrar eve çekebilirdim. Ama tek
yaptığım arkamı dönüp tek başıma eve dönmek oldu. Bütün
vücudum ağrıyordu ve arkadaşlarımla yüzmeye gidememiştim.
Terlerken uyumaya çalışarak yerde öylece uzandım. Sebebini

bilmiyordum.
“O adam yine.” Jungkook’un sesini duyunca pencereden dışarı
baktım. Haki renkli paltosu olan kamburu çıkmış bir adam tek
başına yürüyordu.

Cypher

Güneşin
Doğduğu Yön

Cypher

Hoseok

25 Temmuz, YIL 22

Hastaneden dans stüdyosuna dönerken Yoongi hyung’a rastladım.
Fark etmeden dans stüdyosuna yollanmıştım. Durdum. Ne
yapabilecektim ki orada? Ayak bileğim kötüleşmişti. Yumuşak alçı,
gerçek, sıvadan alçıyla değiştirilmişti. Doktor beni azarladı. “Ayak
bileğini zorlamaman gerek.” Ama burgercide çalışırken
oturamıyordum. Dans stüdyosunda da bir sürü şey oluyordu. “Ayak
bileğine daha da dikkat etmek zorundasın. Daha önce de
sakatlanmıştı. Özen göstermezsen temelli zarar görebilir.” deyip
duruyordu doktor.
Koltuk değneklerimle evime giden ana yola girdim. Eve daha önce

Cypherhiç bu kadar erken bir saatte gitmemiştim. Özel bir neden olmadan

da pratiği hiç aksatmamıştım. Yoongi hyung’la yüzyüze geldim.
Sarhoş olmuş, bir yaya geçidinde sendeliyordu. Yanımdan geçip
giderken beni tanımadı bile.
Başımı çevirip gözümü “Geç” işaretine diktim. Jungkook’u
hastanede ziyaret ettikten iki gün sonra Yoongi hyung’un
stüdyosuna uğramıştım. Telefonumu açmadığı için direkt
stüdyosuna gittim. Sabah saatlerinde olsa gerekti çünkü Two Star
Burger’e gitmeden önceydi. Kapıyı çaldım ama kimse açmadı. Hafif
bir müzik sesi kapıdan taşıyordu. Onu tekrar aramayı düşündüm
ama sonra vazgeçtim. Onun yerine kapıyı tekmeledim.

Yoongi hyung’u ortaokuldan beri tanıyordum. Annesinin nasıl
öldüğünü, ölümünün onu nasıl etkilediğini, sonrasında nasıl
zorlandığını biliyordum. Ona karşı teselli veren, güvenilir bir
arkadaş olmaya çalıştım. Sert sözlerine gülüp geçtim; sinir bozucu
olduğumu düşünse de etrafta gezdirdim onu. Ama bizim onun için
hiçbir önemimiz yoktu. En azından Jungkook farklıdır sanıyorduk.
Kendisinin Jungkook için ne ifade ettiğinin kuşkusuz farkındaydı.
Jungkook’un kazasını çoktan Jimin’den duymuştu. Ama hastaneye
gelmedi. Daha da kötüsü müzik partneri olduğunu iddia eden bir
kadın iki gün önce durduk yere yanıma geldi. Dedi ki herkese sora
sora bulmuş beni. Hyunga ulaşamadığını söyledi.
“Geç” ışığı yeşile döndü. Kendim de sendeleye sendeleye karşıya
geçmeye başladım. Yönümü değiştirerek arkama baktım.
Yapmamaya çalıştım ama elimde değildi. Yoongi hyung aksesuar

Cyphersatan bir işportacının önünde sokakta yatıyordu. Yoldan geçenler

yüzlerini buruştururken işportacı ona bağırıyordu.
“Ne zaman bunu yapmayı keseceksin?” dedim. Boş gözlerle baktı
bana. “Zor zamanlardan geçenin bir tek sen olduğunu mu
sanıyorsun? Hayatım güllük gülistanlık diye mi insanlara
gülümsüyorum sanıyorsun? Söyle bana. Neye bu kadar sıkıldı
canın? Herkes müzikte iyi olduğunu biliyor; herkes hır çıkardığında
bile seve seve sana katlanıyor. Evet, annen öldüğünden beri acı
içindesindir. Biliyorum bunu. Ama sonsuza kadar böyle devam
edemezsin. Müzik yapmayacak mısın? Müziksiz yaşayabilir misin ki?
Müzik sayesinde bir kerecik bile olsa mutlu değil miydin? Niye

Jungkook’u görmeye gitmedin? Onun için ne ifade ettiğini bilmiyor
musun? Bizim de acı çektiğimizi görmüyor musun sen? Görmüyor
musun?”
Onu bu kadar zorlamak istememiştim ama canım çok sıkkındı.
Tamamen onun yüzünden de değildi. Koltuk değneklerindeyim
diye canım sıkılıyordu. Dansçılar için sakatlıklar kaçınılmaz ama
aynı zamanda da ölümcül bir şeydi. Tetikte olduğumu sanıyordum
ama hiç beklemediğim bir anda sakatlanmıştım. Benim suçumdu;
başka kimsenin değil. Her dans ettiğimde gergin olacağımın ve
aklımın bileğime gideceğinin farkındaydım. Bu da moralimi
bozuyordu. Yoksa yine sakatlanırdım. Ama vazgeçemiyordum bir
türlü. Dans etmeden yaşayamıyordum. Moralim bozuk da olsa,
sakatlansam da dans etmeye devam etmek zorundaydım.

Cypher“Kaçmayı bırakmanın zamanı geldi artık. Tekrar kaçacaksan hiç geri

gelme.”
Arkamı dönüp karşıya geçtim. “Hoseok”. Bana seslendiğini sandım
ama arkama bakmadım. Ters giden her şey için hep kendimi
suçlamıştım. Hep şunu şöyle yapmam gerekirdi, buna katlanmam
gerekirdi diye düşünmüştüm. Artık bu şekilde yaşamak
istemiyordum.

Yoongi

25 Temmuz, YIL 22

Gözlerimi gecenin bir yarısı açtım. Yağmur yağıyordu. Kendimi
yerden kaldırırken küfürler ağzımdan otomatik olarak boşalıyordu.
Bir süre kıpırdamadan oturdum. Tüm vücudum yağmurdan
sırılsıklam olmuştu. Her bir yerim titriyor ve üşüyordu.
“Tekrar kaçacaksan hiç geri gelme.” Hoseok’un sesi kulaklarımda
çınladı. Jungkook’un hastanesinden ayrıldıktan sonra tek
hatırlayabildiğim sendeleyip, bir şeylere çarpıp düşmeye devam
edişimdi. Sarhoşluğa, baş ağrılarına, korkuya ve çaresizliğe kapılıp
ne kadar zaman geçtiğini yada nerede olduğumu fark etmemiştim.
Hoseok’la o sırada karşılaştım. O an boğazım düğümlendi. Yarı

Cypherneşe yarı rahatlama duygusuydu bu. Kendim anlayamasam da, bir

sebepten Hoseok’un kafa karışıklığımı ve korkumu anlayabileceğini
düşünmüştüm.
Ama Hoseok başını çevirdi. Beni görmemiş gibi yaptı. Hemen
sonra ışık değişti; ben de öylece arkasından gidişini izledim. Derken
biri beni itince yere düştüm. İnsanların bana bağırdığını ve
cıkcıkladıklarını duydum.
“Niye Jungkook’u görmeye gitmedin? Onun için ne ifade ettiğini
bilmiyor musun?” Tabii ki biliyordum. Belki de bu yüzden odasına
girememiştim. Çarpık ve dikenleri olan biriydim ben. Yanıma
gelmeye çalışan herkes acı çekmeye mahkumdu.

“Tekrar kaçacaksan hiç geri gelme.” Hoseok’un sesi kulaklarımda
çınladı. Jungkook’un hastanesinden ayrıldıktan sonra tek
hatırlayabildiğim sendeleyip, bir şeylere çarpıp düşmeye devam
edişimdi. Sarhoşluğa, baş ağrılarına, korkuya ve çaresizliğe kapılıp
ne kadar zaman geçtiğini yada nerede olduğumu fark etmemiştim.
Hoseok’la o sırada karşılaştım. O an boğazım düğümlendi. Yarı
neşe yarı rahatlama duygusuydu bu. Kendim anlayamasam da, bir
sebepten Hoseok’un kafa karışıklığımı ve korkumu anlayabileceğini
düşünmüştüm.
Ama Hoseok başını çevirdi. Beni görmemiş gibi yaptı. Hemen
sonra ışık değişti; ben de öylece arkasından gidişini izledim. Derken
biri beni itince yere düştüm. İnsanların bana bağırdığını ve
cıkcıkladıklarını duydum.

Cypher“Niye Jungkook’u görmeye gitmedin? Onun için ne ifade ettiğini

bilmiyor musun?” Tabii ki biliyordum. Belki de bu yüzden odasına
girememiştim. Çarpık ve dikenleri olan biriydim ben. Yanıma
gelmeye çalışan herkes acı çekmeye mahkumdu.
Başımı kaldırıp ıssız dağ yoluna baktım. İki yol vardı. Dağın daha da
içine yürüyebilir yada aşağı geri inebilirdim. Karanlık ormanın içine
doğru yürümeye başladım. Yollar çatallandığında hep risk alırdım.
Varacak bir yerim yoktu. Zaman mefhumumu kaybetmiştim. Belki
de yuvarlaklar çizip duruyordum. Isıran soğuk ve yorgunluktan
dizlerimin bağı her an çözülüverecekmiş gibi hissediyordum. Nefes
nefeseydim ve kalbim çarpıyordu. Buraya yığılıp ölüverseydim peki?

Kaderimde burada ölmek varsa o zaman burada öleceğim. Yere
çöktüm.
Yağmur damlaları yüzüme düşüyordu. Gözlerim açıkken de sanki
kapalıymışçasına karanlıktı. Katmanlarca karanlığın içinde
boğuluyordum. Tekrar tekrar ölümü düşündüm. Bana musallat olan
korku ve arzulardan kaçmak istiyordum. Beni çaresizce kendine
çeken ama direkt olarak bakamadığım o korkunç nesneden, beni bir
aşırılıktan diğerine iten o ızdıraptan mümkün olduğunca uzağa
gitmek istiyordum. Artık zamanı gelmiş olmalıydı. Böylesi daha
iyiydi.
Daha büyük acılar çektikçe başkalarının da canını acıtmıştım.
Yaralarını görmezden geldim. Sorumluluk almak istemedim.
Karışmak istemiyordum. Böyle biriydim ben. Tam şu an herkes için

Cypherbir lütuf olsa gerek. Gözlerimi yavaşça kırparak uykuya dalmaya

başladım. Soğuk, acı ve yorgunluk kayboldu. Karanlığa da, ışığa da,
çevreme de hissizleştim. Her şey loşlaştı.
Piyano sesiyle birlikte gözlerimi tekrar açtım. Ortalık sessizdi.
Sadece düşen yağmur damlalarının ve hışırdayan yaprakların sesi
vardı. Sessizliğin ortasında kırılgan ve narin piyano sesleri bana
doğru akmaya başladı. Gecenin bir vaktinde dağın derinliklerinde
biri piyano mu çalıyordu? Bir sanrı olduğunu düşündüm ama ses
devam etti.
Yine de bir elimle kendimi yerden iterek sesin geldiği yöne doğru

gitmeye başladım. Sendeliyordum ve vücudum titriyordu. Yüzüm
ve ellerim uyuşmuştu. Bacaklarımı hissedemiyordum. Vücudumun
hiçbir uzvu benim kontrolümde değil gibiydi. Ama melodiye
yaklaşmak için birer birer kararlı adımlar attım.
Kocaman yağmur damlaları başıma vuruyordu. Gömleğim
sırılsıklamdı. Her bir eklemim ve kaslarım çığlık atıyor gibiydi.
Bacaklarım o kadar şiddetli sarsılıyordu ki ayaklarımı yerden
kaldıramıyordum. Ayaklarım ıslak çimenlerde kayınca dikenli dallar
omzuma sürtündü. En içime kadar ürperdim ve az daha yere
yığılacaktım. Hızım gittikçe yavaşlıyordu. Piyano melodisi attığım
her adımda benden uzaklaşıyordu.
Müzik kesilmeden önce kaynağını bulmak için büyük bir gayretle
adımlarımı hızlandırdım. Bir kere kesilirse bir daha asla duyamam

Cypherdiye korkuyordum. Yürüyüş patikasını ormandan ayıramadan ileri

gidiyordum. Sarkan dallar bana çarpıyordu. Derken bir anda
dizlerim çöktü ve yere düştüm. Nefesim o kadar kesilmişti ki
kusmak istiyordum. Bütün duyularım son hızla geri geldi ve soğuğu,
yorgunluğu ve dağın derinliklerindeki bu tuhaf çevreyi capcanlı bir
şekilde hissettim. Adımlarımı daha da hızlandırdıkça, daha da çok
dala çarptıkça, ayaklarım daha da çok kaydıkça piyano sesi daha da
netleşti. Acı ne kadar şiddetliyse, ses de o kadar yükseliyordu.
Saatlerce yağmurda dolandıktan sonra en nihayetinde durdum.
Melodi daha da berrak bir şekilde canlandı. Birkaç gün önceye dek
bestelediğim parçayla birleşip kafamın içinde patladı. İki kolumla

başımı tutarak yere çöktüm. Müzikten ziyade ham duyguya daha
yakındı bu. Duyma duyumdansa acı hissiyatımı tetikliyordu. Acı,
umut, neşe ve korku karışımı bir şeydi. Kaçmak için bunca çaba
sarfettiğim her şeydi.
Bir anda gözlerimin önünde güneşli bir öğlenden bir sahne belirdi.
Stüdyomdaki piyanonun önünde bir ezgi çalıyordum. Başımın
içinde dönüp duran bir melodiydi bu. “Kulağa çok güzel geliyor bu”
diyerek bana yaklaştı Jungkook. Hafifçe güldüm. “Hep böyle
diyorsun”.
Tek bir melodi değildi. Farklı hatıraların bir birleşimiydi. Çocukken
piyano tuşlarına neşeyle bastığım günlerden… Arkadaşlarımın
sınıftan bozma depodaki performansımla senkronize bir şekilde
dans ettiği günlerden… Bütün gece oturup şarkılar yazarak taze

Cyphersabah havasını içime çektiğim günlerden… Her bir mutlu hatıramda

piyanom yanıbaşımdaydı. Bu mutlu hatıralar en nihayetinde hep
paramparça oldu ama varlıkları inkar edilemezdi.
Bu parçayı tamamlamak ne anlama gelecekti? Cevabı hala
bulamıyordum. Ama bu soru ve cevaptan da önce gelen bir şey
vardı. Tüm bunlar havaya uçmadan önce hepsini yakalayabilmek
istiyordum. Birini memnun etmek ya da bir şey kanıtlamak için
değildi. Yalnızca kafamın ve kalbimin içinde patlamak üzere olan bu
duyguyu, acıyı ve korkuyu müzikle yakalamak istiyordum. Bir şeyin
başlangıcına işaret etmek zorunda değildi. Bir anlama gelmek
zorunda değildi. Bu parçayı tamamlamak istiyordum sadece.

Piyano sesi artık duyulmuyordu. Yağmur yavaş yavaş durmaya
başlamıştı ama vücudum kontrolsüzce titriyordu. Gözlerimi
kapayıp beni çevreleyen her şeyi daha da canlı bir şekilde hissettim.
Yanaklarıma düşen, yere sıçrayan, bir akıntı halinde akan yağmur
damlalarını, serin rüzgarı, toprağın kokusunu, yaprakların
hışırtısını… Bir de nefesimi. Kendimi ayağa kaldırdığımda kaplıca
tabelasını gördüm. Dağın alabildiğine derinine gittiğimi sanıyordum
ama başladığım noktaya geri dönmüştüm. Yol hala iki zıt yöne
uzanıyordu. Adımlarımı güneşin doğduğu yöne doğru çevirdim.

Cypher

Jimin

28 Temmuz, YIL 22

Two Star Burger’i kontrol ettim. Hoseok hyung ortalıkta yoktu.
Stüdyoya en son geleli dört gün olmuştu. Birinin dediğine göre dans
partnerime ara vereceğini söylemiş ama kimsenin telefonlarına
çıkmıyordu. Just Dance sohbet grubuna yazılan mesajları bile
okumuyordu.
Ayak bileği yüzünden canı sıkılıyordu, biliyordum. Belki de o gece
olmuştu. Dans partnerimin benim yüzümden yaralandığı gün. O
gece yağmur yağmıştı ve kızı o yağmurda sırtında hastaneye
taşımıştı. Durumu kötüleşiyor olsa gerekti.

CypherRestorana girince çalışanlar beni neşeyle karşıladılar. “Hoseok

hyung bugün izinli mi?” Aşağı yukarı üç haftadır istirahat izninde
olduğunu, ama emin olamadıklarını söylediler. Ayak bileği
kötüleşmişti. Ayağının alçıya alınması gerekince müdürü izne
ayrılmasını tavsiye etmişti.
Direkt evine koştum. Otobüsün gelmesini bekleyemeyince yokuş
yoldan yukarıya koşmaya başladım. O gün hava kaynıyordu. Sırtım
terden sırılsıklamdı. Hızla çatı katındaki odasına fırladım. Güneşten
ısınan kapı kolu alev alev yanıyordu. Kapı kilitliydi. Sohbet grubuna
bir mesaj bıraktım. “Neredesin hyung?” Günün sonunda hala cevap
vermemişti.

Yoongi

28 Temmuz, YIL 22

Öğleden sonra sonunda kalkmayı becerebilmiştim. Dağdan
indikten sonra iki gün boyunca ciddi titreme nöbetleri geçirdim. O
iki günden hiçbir detay hatırlayamıyordum. Ateşten titreyip
ürperiyordum. Bazen kendime geliyor ama hemen tekrar
fenalaşıyordum.
Yatak örtülerim sırılsıklamdı. Hala başım dönüyordu. Kendimi
dengede tutmaya çalışarak stüdyomdan dışarı çıktım. Serum almaya
hastaneye gidip ağzıma yiyecek bir şeyler teptim. Ama yediklerimi
gerisingeri çıkardım. Lavaboda ağzımı yıkarken Jimin’in mesajını

Cypherokudum. Mesajın yanındaki sayı azalsa da cevap veren yoktu.

Demiryolu boyunca yürüyerek otobüs durağına vardım. Uzaklarda
tamamlanmamış bir bina vardı. İnşaatı aylardır durdurulmuştu.
Enstrüman dükkanı bu binayı geçtikten sonra tepenin az
ilerisindeydi. Dükkanın önünde durdum. Alevlerin çıtırdayan sesi ya
da o beceriksiz, yavaş piyano performansı duyulmuyordu. Eğilip
yerden bir taş alarak fırlatacak enerjim yoktu. Tüm bunlar o kadar
uzak bir geçmişe ait gibi geldi ki gerçekten oldu mu diye merak
ettim. Vitrinden piyanoyu görebiliyordum.
“Bizim de acı çektiğimizi görmüyor musun sen? Görmüyor
musun?” Geçen gün böyle demişti Hoseok. O günün hatıraları
kafamın içinde karman çorman olmuştu. Ama Hoseok’un biraz

farklı olduğunu net bir şekilde hatırlıyordum. Hoseok’un bana ilk
kez kızışı değildi bu. Hiç böylesine öfkelenmemişti ama her
düştüğümde beni hep şöyle bir itip çeker, beni yüreklendirirdi.
Öyleyse niye farklı gelmişti?
Jimin’in mesajını tekrar açtım. “Neredesin hyung?” Birkaç saat
geçmişti ama Hoseok cevap vermemişti. Onu hayal kırıklığına
uğrattığımı görebiliyordum. İçimde bir şey çırpınıp küt küt
atıyormuş gibi hissediyordum. Hoseok sık sık bize kızıp üstümüze
gelirdi. Ama asla sessizliğe gömülmemiş yada görmezden
gelmemişti. Ne kadar uzağa saparsam sapayım bana geri döneyim
diye yolu açan kişi hep o olmuştu. Ama bu kez değil. Bu kez geri

Cypherdönüşü yok gibiydi.

Namjoon

7 Ağustos, YIL 22

Işığı açıp konteynerimin kapısına tutturulmuş broşüre baktım.
“Yeniden yapılandırılma” ve “yıkım” yazıyordu. İnsanlar yine bu
bölgenin yeniden yapılandırılmasını konuşuyorlar herhalde.
Demiryolundaki konteynerlerin ve etrafındaki gecekonduların
yıkımı hep konuşulurdu. Broşürü buruşturup çöpe attım. Yeniden
yapılandırma muhabbeti dün başlamış değildi. Ama hep yıkım bir
sonraki gün başlayacakmış gibi ortalık kızışır, kısa bir süre sonra da
sakinleşirdi.
Çantamı bırakıp yere uzandım. Güneş batalı bir süre olmuştu ama
konteynerin içi hala sıcaktı. Jungkook’u ziyaret ettikten sonra her

Cyphergecemi burada geçirmiştim. İnanılmaz yorucuydu. Yüzümü

yıkarken ara sıra burnum kanardı. Ama benzinliğin küçücük arka
odasındansa hep buraya geliyordum.
Kimse bu kapıyı açıp içeri girmemişti. Belki de kimse bir daha hiç
gelmeyecekti. Bir araya gelen herkes istisnasız bir şekilde yoluna
gitmek zorundadır. Bizim sıramız gelmiş olabilirdi. Ama içimizden
biri hala daha “bizim” bir arada olmamıza ihtiyaç duyuyorduysa,
ona burada olduğuma dair bir işaret göndermek istedim. Ona
“bizim” sığınağımızın hala burada olduğunu ve ışıklarının hala
yandığını göstermek istedim.

Taehyung

11 Ağustos, YIL 22

Vardiyamı bitirdikten sonra büfeden çıktım. Alışkanlıktan
telefonumu çıkardım ama cevapsız arama yada bir mesaj yoktu.
Güneş batıyordu ve sokak telaşlı telaşlı yürüyen insanlarla doluydu.
İki elimi ceplerime koyarak yürümeye başladım. Yoldan boğucu bir
rüzgar geçti. Birkaç adımdan sonra terlemeye başladım. Bu yaz daha
ne kadar sürecekti? Sinirimden yeri tekmeledim.
Başım yerde yürümeye devam ederken tanıdık bir duvarın önünde
durdum. O kızın ilk graffitisini çizdiği duvardı bu. Otomatik olarak
etrafıma bakındım. Onu ara sokakta bırakıp devriye arabasının
farlarının önüne tek başıma çıktığımdan beri mahallemde

Cyphergörmemiştim onu.

İzlerini bulmaya çalışırken graffitisinin üzerine çizilmiş büyük “X”
işaretini fark ettim. Ne anlama geliyordu bu? "X"lenmiş graffitinin
üzerine çeşitli görüntüler binmişti. Demiryoluna uzanmaya
çalışırken kafamı çarptığımda bana gülmesinin görüntüsü... Bir de
kaçmasına yardım ederken düştüğümde beni tekrar ayağa
kaldırmasının görüntüsü... Ekmeğini çalıp yediğimde sinirlenmesi...
Vitrininde aile fotoğrafları olan fotoğraf stüdyosunun önünden her
geçişinde mahzun görünmesi... Bu duvara yanyana çizerken ona
"Yükünü kendin sırtlanmak zorundaymışsın gibi düşünme.
Başkalarıyla da paylaş." demiştim. Tüm bu hatıraların üzerine
devasa bir “X” atılmıştı. Tüm bunların sahte olduğunu haykırır

gibiydi. Hepsi birer yalandı. O günden beri bu duvara hiç doğru
düzgün bakmamıştım.
"X"in altında küçücük harflerle yazılmış kısa bir cümleyi fark
ettiğimde dönüp gitmek üzereydim. Duvara Senin suçun değil cümlesi
kazınmıştı. O kızdı bu. Ne yazdığını görmüş ne de el yazısını
tanımıştım ama biliyordum işte. "Senin suçun değil". O kızdı bu.
Körü körüne annemi bulmak için yola düştüğüm günü hatırladım.
Sinirden köpürür halde deli gibi yürümeye devam etmiş ama günün
sonunda bir yere varamamıştım. Eve elim boş dönerken başımı
yaşadığı şehre çevirmiştim. Şehir, doğudan doğan günün altında
kayboluyordu. Ağlayasım gelmişti. Sıkı sıkı tutunduğum bir şey
parmaklarımın arasından kayıp gidiyor gibiydi. Yumru yumru
gücenmişlikler sessiz sedasız parçalandı. Vazgeçilmemesi gereken

Cypherbir şeyden vazgeçmişim gibi mahzun ve hüzün dolu hissediyordum.

"Senin suçun değil." Bu cümle bana o gün hissettiklerimi
anımsamıştı. Tekrar yürümeye başladım. Dar ara sokaklardan
geçerek sayısız yokuştan inip çıktım. Sonunda evim Manolya
Konağı göründü. Merdivenlerden çıktım. Kapının önünde
durduğumda babamın boğuk nefesini ve kadehlerin tıkırdamasını
duyabiliyordum. Arkamı dönüp tırabzanlara tutunarak dışarı
baktım. Güneş çoktan batmıştı. Loş kırmızı tonları, kararan
gökyüzünden kayboluyordu. "Senin suçun değil." diye mırıldandım.
Derin bir nefes alıp arkamı dönerek evime girdim.

Hoseok

12 Ağustos, YIL 22

Trenden inerken biri omzumu itti. Elimde tuttuğum biletimi
düşürdüm. Demiryoluna düşüp çatlakların birine girdi. Etrafıma
baktım. Ayrıldığımda yazın ortasındaydık ve şimdi de mevsim hala
yazdı. Tren ardında bir rüzgar bırakarak sonraki istasyona doğru
hareket etti.
Geçen ayın sonunda Songju’dan bu platformdan kalkan bir trenle
ayrılmıştım. Pencereden şehrin kayboluşunu izledim. Kendimi
bildim bileli Songju’da yaşamıştım. Şehirden asla gitmemiş, başka
bir yerde yaşamayı hiç hayal etmemiştim. Burgerciye ve dans
stüdyosuna vaktinde giderdim. Saatlerce dans ettikten sonra da eve

Cyphergidip devrilirdim. Şehir küçük olmasına rağmen, Songju’da gidecek

bir yere, bulunmam gereken bir yere ihtiyacım vardı.
Ayak bileğim sakatlandıktan sonra günlük rutinim mahvoldu. İşe ve
stüdyoya yumuşak alçı takarak gidiyordum. Bileğimin durumu
kötüleşti. Tam alçı takılınca da istirahat izni almak zorunda kaldım.
Hiçlikle dolu koskoca üç haftam vardı. İşsiz, danssız ve gidecek
yerimin olmadığı üç hafta…
İlk günün sabahında oyalanmayı başardım. Tüm gece indiren
yağmur sabaha karşı durmuştu. Evi temizleyip kıyafetlerimi
düzenledim. Saçımı kestirip evimin önündeki bankta biriken
yağmur suyunu sildim. Ama öğlene yapacak işim kalmamıştı.

Telefonum çalmamıştı. Tek gelenler çalışma arkadaşlarım ve Just
Dance üyelerinden gelen mesajlardı. Diğerlerinden hala ne bir
telefon ne de bir mesaj vardı. Bir düşününce gençleri ilk arayan hep
ben olmuştum. Telefonumu bıraktım. Bu sefer ilk arayan ben olmak
istemiyordum. Ya hiçbiri mesaj göndermezse? Öyle olsun madem.
Bir gece önce Yoongi hyung’la rastlaşmam aklıma geldi. Pat diye
söyleyiverdiklerim kafamın içinde tekrar tekrar oynuyordu. Ayağa
fırlayıp boşluğa bağırdım. “Hatırlamayacak ki zaten!”
Yoongi hyung’u orada bırakınca eve giden yol normalden de uzun
geldi. Yokuştan koltuk değnekleriyle çıkmam gerekiyordu. Güneş
batmış olmasına rağmen hava pek boğucuydu. Nemliydi bir de. Eve
geldiğimde terden sırılsıklamdım. Yoongi hyung’a söylediklerimden
pişman değildim. Kendine acımayı artık bırakması gerekiyordu.

CypherAma o anlar, o kelimeler sürekli aklıma geliyordu.

Çatıdan bensiz şehre bakabiliyordum. Tren şehir merkezinden
geçerek dağın eteklerindeki köşeden kayboluyordu. Kıyafetlerimi
dikkatsizce çantama fırlatıp istasyona yollandım. Bilet gişesinin
önünde yer alan şehir listesini inceleyip yakındaki en büyük şehri
seçtim. Büyük bir şehre taşınmak daha iyi olur diye düşündüm.
Böylece de Songju’yu terk etmiş oldum.
İki saat kadar sonra trenden indim. İstasyondan çıkar çıkmaz
hareketli bir kavşakla karşı kaşıya kaldım. Sıra sıra yüksek binalar ve
parlak güneşin altında telaşla yürüyen insanları görüşüme girdi.
Önümde duran ilk otobüse bindim.

“Ben nerede ineyim?” Şoför bana saçmalıyormuşum gibi baktı.
Kendi durağını soran bir yolcu mu? Evet, kulağa aptalca gelmiş
olsam gerek. Yirmi dakika kadar sonra şehrin eski bir kısmı gibi
görünen bir mahalleye vardım. “Misafirhane” tabelası olan bir
çarşıya bağlı küçük bir odaya çantamı bıraktım. Dışarı çıktım. Hangi
yön neresi kestiremiyordum.
İlk iki gün mahallede öylesine dolaştım. Yüksek binalar ya da parlak
ışıklı ticari bir bölge yoktu. Yokuştaki çatı katı odamın bulunduğu
mahalleye benziyordu. Hayatımda ilk kez Songju’dan ayrılmaya
karar verip bir başka Songju’ya varmıştım. Belki de bu yüzdendi.
Şehri ve ardımda bıraktığım insanları düşünmemeye çalıştım ama
kendimi tutamadım. Telefonumu açıp gençleri düşündüm.
Songju’dan ayrılmış olabilirdim ama aklım hala oradaydı.

CypherÜçüncü gün daha da uzağa gitmeye karar verdim. Ama çarşıdan

ayrıldıktan sonra yirmi dakika bile geçmemişti ki altında koltuk
değneklerimle omuzlarım kasılmaya başladı. Kavurucu güneşin
altında sırtımdan ter akıyordu. Önüme kırmızı tuğladan bir bina
çıktı. Belediye binasıydı burası. Satış otomatındaki düğmeye
basarken oditoryum kapısı açıldı ve içeriden birkaç kişi çıktı.
Sahnenin bir köşesinde, spot ışıklarının başını aydınlattığı bir
adamın esneme hareketleri yaptığını görebiliyordum.
Fark etmeden oditoryuma yollanmıştım bile. Kapıyı arkamdan
kapatırken karanlık ve müzikle başbaşa kalmıştım. En yakın koltuğa
oturdum. Müziğin sesi, çarpan dalgalar gibi havada akıyordu.

Sahnedeki adam yavaşça hareket ederek bacaklarını, ayak bileklerini,
kollarını, boynunu ve omuzlarını esnetti. Uzunca bir süre devam
eden esnemesi kendi başına bir koreografi gibiydi. Derken müzik
kesildi. Yerde oturan adam ayağa kalkarak sahnenin ortasına
yürüdü. Sahne bir süre sessizliğe büründü.
Müzik tekrar başladı. Bu sefer ise sağanak gibi yağıyordu. Adam
hareketlerini müziğe göre hızlandırıp gevşetiyordu. Kolları ve
bacakları yalnızca düz çizgiler değil, kıvrımlar ve üç boyutlu şekiller
de oluşturuyordu. Dinamik hareketleri ve jestleriyle bir an diğerini
kovalıyordu. Hareketleri sanki sonu gelmeyen bir hikaye
yaratıyordu. Elleriyle havayı bir kenara iterek yerden, gözlerimden
ziyade aklıma hızla adrenalin yayan titreşimler gönderiyordu.
Müziğin perdesi gittikçe düşerek adamın daha da büyük bir duygu

Cypherpatlaması yaşamasına sebep oldu. Tüm gücüyle öfkeyle bağırdı ve

soluklandıktan sonra uzakta bir şeye gözünü dikti. Acısı, umudu,
neşesi ve korkusunu ham bir şekilde iletmişti. Daha önce hiç
tecrübe etmediğim duygular sel gibi akarak içimde dönmeye
başladı.
Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildim. Oditoryumun ışıkları
açıldı. Orada öylece hareketsiz bir şekilde oturdum. Biri yanıma
gelerek dansçılar prova aldığı için gitmemi rica etti. Dışarıdan
insanların kalmasına izin yoktu. Belediye binasının girişine Dans
Akademisi’nin performans posteri iliştirilmişti. Performans
yarından sonra gerçekleşecekti.

Misafirhaneye geri dönerek arka bahçedeki geniş banka uzandım.
Gözlerimi kapayarak oditoryumda geçen o saatleri düşündüm. İlk
kez gerçek bir performansı gözlerimle görmüştüm. YouTube denen
küçük pencereden izlediklerimden tamamen farklı bir tecrübeydi.
Bu kadar canlı ve hayat dolu olduğu için hepten ağzım açık kalmış
olabilirdi. Kalbimi çarptıran her bir hareket ve jestin tekrar
üzerinden geçtim.
O anda cebimde telefonum çaldı. “Neredesin hyung?”. Mesaj
Jimin’den geliyordu. Mesajın yanındaki sayı yavaş yavaş azaldı ama
ardından başka bir mesaj gelmedi. Ne desem ki? Meramımı hep
şakayla karışık anlatırdım ama bu sefer öyle yapmak istemiyordum.
İlk kez bana gelen bir mesaja cevap vermedim. Sohbet grubumuz
sessizliğe büründü.

CypherErtesi gün aynı saatte oditoryuma gittim. Karanlığa saklanıp adamın

hareketlerini seyrettim. Aynı performanstı ama bu kez farklı bir
hikaye ve farklı duyguları anlatıyordu. Tüm bu hisleri nasıl böyle
ifade edip karşıya iletebiliyordu? Prova sona erdi. Koridora çıkınca,
çok ileride ekip üyeleriyle konuşan adamla gözgöze geldik. Farkına
varmadan eğilerek selam verdim. Bir ekip üyesi yanıma gelerek “Ah,
sen dünkü adamsın.” dedi.
Sonraki gün performans gerçekleşti. Ama adam sahnede yoktu.
Dört bölümden oluşan performansta bu adamın rolü
bulunmuyordu. Performans bir saatten fazla sürdü ve ben
oturduğum yerden alkışlayarak birkaç kez bağırdım. Ama o

kadarcıktı. Kalbimi kaynatıp vücudumu donduran o yoğun anı
tekrar yaşayamamıştım. Hiçbiri bu adamın o muhteşem hareketleri
ile kıyaslanamazdı. Performansa neden katılmamıştı ki?
Performanstan sonra sahnede şöyle bir dolandım ama sadece ekip
üyeleri ve meşgul bir şekilde toplanmakta olan dansçılar vardı.
Tren istasyonunda performans takımına tekrar rastladım. Başka bir
şehre gitmek için platforma adımımı atmıştım ki uzakta toplanmış
bir grup insan gördüm. Besbelli sahne setlerini ve çeşit çeşit
boyuttaki ekipmanları trene yüklemekte zorlanıyorlardı. Yanlarına
yardım etmeye gittiğimde belli bir amacım yoktu aslında. Sadece
kafaları karışmış ve tecrübesiz görünüyorlardı; ben de bir şeyler
düzenleyip taşımaya alışıktım. Alçım araya girdi ama orada öylece
bocalayıp kalan birçok kişiden daha iyiydim. “Sen o adamsın yine.”

CypherEtrafıma bakınca o ekip üyesiyle karşılaştım.

“Sana doğru düzgün teşekkür bile edemedim.” Tren kalktıktan bir
süre sonra ekip üyesi koltuğuma geldi. Yanımdaki koltuğa oturarak
ortalık karıştığı için ekibin yarısının bırakıp gittiğinden bahsetti.
Yardımım olmadan beceremeyeceklerini de ekledi. Alçıma işaret
ederek ayak bileğime çok baskı oldu mu diye sordu. Sadece elimi
salladım.
“Bu arada, provada gördüğüm o adam… O neden performansta
yoktu?” Başta kafası karışmış gibiydi. Sonra başını salladı. “Ah, o.
Kendisi bizim sanat direktörümüz.” Ekip üyesinin açıklaması
devam ettikçe etti. Direktörlerinin nasıl zamanında çok takdir gören
bir dansçı olduğunu, nasıl korkunç bir sakatlık geçirdiğini ve nasıl

yıllarca çaresizlik ve öfke içinde yaşadığını anlattı. “En harika kısmı
da ne biliyor musun? Herkesi şaşırtarak bir koreograf ve direktör
olarak yeniden sahalara döndü.” Ama sakatlığı kalıcı bir hasar
bırakmış, tekrar sahneye çıkamamıştı. Ekip üyesi derin derin iç
geçirdi. Pencerenin dışında hava kararıyordu.
Tesadüf eseri bu gösteri grubuna katılarak turneye çıkacaktım. Bir
sonraki istasyonda bagajlarını indirmelerine yardım ederken çantam
da araya karışmıştı. Neyse ki ekip üyelerinden birinin numarası
bende vardı. Sonraki durakta inerek onların indiği durağa geri
döndüm ve kaldıkları yere yollandım. Gece geç bir saat olmuştu.
Ekip beni gece onlarla kalmaya davet etti. Sonraki sabah onlarla
kahvaltı ederek sonraki sahne alacakları mekan olan Semt Kültür
Merkezi’ne onlarla birlikte gittim.

CypherEkibin onlara katılıp birlikte turneye çıkma teklifi nispeten şakayla

karışık olmuş olsa gerek. Ben de şakayla karışık lafa girmiştim. O
anda provası başladı. Boş bakışlarla onu seyrediyordum. Derken
ekibe sordum: “Gerçekten sizinle gelebilir miyim?”
Onlarla beraber üç şehirde turneye katıldım. Bir otobüse yada trene
biniyor, inip bir motelde valizlerimizi yerleştiriyor, ağzımıza yiyecek
bir şeyler tepiyor, performans yapılacak mekandaki sahneyi kontrol
ediyor, motele geri gelerek tekrar otobüse yada trene biniyorduk.
Adam nerede olursa olsun her gün esneme hareketlerini yaparak
pratik yapıyordu. Sahne almayacak olmasına rağmen tek bir günü
bile atlamıyordu.

Ekip üyeleri ve dansçılarla arkadaş oldum. Dansları benimkinden
farklıydı ama hissettiklerimizi hareket aracılığıyla ifade etme
tutkusunu paylaşıyorduk. Trende ve otobüsü beklerken dans
hakkında konuşuyorduk. Birbirimize en sevdiğimiz dansçıları
anlatıp birlikte videolarını izliyorduk.
En nihayetinde ekibe Just Dance’in pratik videosunu izletirken
onunla konuşma fırsatı buldum.
“Sen dansçı mısın?” Omuzlarım hafif düşmüş vaziyette ayağa
kalktım. Adama baktım. Sorusunu nasıl cevaplayacağımı zerre
bilmiyordum. Onun önünde benim de bir dansçı olduğumu itiraf
etmeye tereddüt ediyordum. “Dansçısın sen.” dedi bana videodaki
halimi işaret ederek. İlk kez bu şekilde konuşmuştuk. “Dans etmeyi
neden seviyorsun?” Cümlemin sonunu gerginlikten ağzımda

Cypheryuvarlayarak “Yani şey… Yani…” deyiverdim. Bana ilk ne zaman

dans etmeye başladığımı sordu. On iki yaşlarındayken okuldaki bir
yetenek gösterisinde olduğunu söyledim.
Sınıf arkadaşlarım beni sahneye sürüklemişti. Vücudum kendi
kendine hareket etmeye başladı. Seyircinin alkışları ve
tezahüratlarıyla daha da heyecanlanmıştım. Kendiliğimden hareket
ediyordum sadece. Müzik bittikten sonra parmaklarımı terden
sırılsıklam olmuş saçlarımda gezdirerek karşıya bakmıştım. Kalbimi
tıkayan tüm yumruları kusmuşum gibi hissetmiştim. Canlandırıcı ve
tatmin edici bir tecrübeydi. Ne kadar heyecan verici olduğunu fark
etmem çok uzun bir zaman aldı. Bu his de seyircinin alkışından

ziyade içimin derinliklerinde bir yerden geliyordu.
Videodaki halime işaret ederek hareketlerimi beğendiğini söyledi.
“Her dansçı böyle hareket edemez.” Videoda kendimi izledim.
Dans ederkenki halim hoşuma gitmişti. Yerden havaya uçabiliyor,
dünyanın gözleri ve ölçütlerinden kurtulabiliyordum. Vücudumu
müzikle hareket ettirmek ve hislerimi vücudumla anlatmak dışında
hiçbir şeyin önemi yoktu benim için. Sahne dışında birçok şey beni
bağlıyordu. Ayaklarım yerden kesilmiş halde havada kalamıyordum.
Canım sıkkın ve üzgünken bile gülümseyip kahkaha atmak
zorundaydım. Önceleri sokakta baygınlık geçirir, ihtiyacım olmayan
ilaçlar alırdım. Gerçekten olduğum kişiyi açık edebildiğim anlar
vardı. Tekrar mutlu olabileceğime inandığım anlar. Beni yere çeken
her şeyi bırakıp yükseklere uçabildiğim anlar. Sahne dışında akla
hayale gelmeyecek yüksekliklere ulaşabildiğim anlar. Bu anları bana

Cypherdans etmek veriyordu.

“Ciddi bir kaza atlatmışsınız.” Bana dik dik baktı. Kabalık ettiğimin
farkındaydım ama sormak zorundaydım. Alçıma bakarak ağzını
açtı.
“Yükseklik önemlidir. Ama derinlik de öyle. Kendi dibine vurman
lazım. Daha da batamayana kadar, çaresizlikten boğulacakmışsın
gibi hissedene kadar batman lazım. Sonra da bundan kaçman gerek.
En önemli şey kendi itici gücünü keşfetmen. Yani seni tekrar dik
tutacak şeyi bulmak zorundasın. Bir buldun mu da asla bırakma. Bu
bir kişi de olabilir bir arzu da. Korkunç ve iğrenç bir şey bile olabilir.

Ama o şeye bağlı kal.”
İlk ve son konuşmamızdı bu. Turne devam etti ama tekrar onunla
konuşabilme fırsatı bulamadım. Her gün pratik yapmasını
seyrederek söylediklerini düşündüm. Derinlemesine hem de. En
karanlık çaresizliğim. Beni bu çaresizlikten kurtararak dik durmamı
sağlayacak şey.
Tren istasyonunun bekleme odasındaki tanıtım broşürüne bakarken
ekipten biri “Songju’da mı oturuyorsun sen? Direktörümüz de
oralı.” dedi. Songju’daki Yangjicheon nehri kıyısındaki havai fişek
festivali. 30 Ağustos. Kendimi bildim bileli festivali her yıl izlerdim.
Her yazın sonunda yapılırdı. Yetimhanede yaşarken çatıya tırmanıp
gece gökyüzüne dalga dalga yayılarak tekrar geri yağan havai
fişekleri seyrederdik. Yetimhaneden ayrıldıktan sonra Songju’nun

Cypheren yüksek mahallesinde birçok ailenin yaşadığı evin en üst katında

oturuyordum. Havai fişekleri seyretmek için en mükemmel yerdi.
Havai fişek gösterisinden biraz uzakta da olsa geniş, kesintisiz bir
görüntü sağlıyordu.
Ekip üyesi “Fikrini bir gecede mi değiştirdin?” diye sordu bana.
Birkaç gün önce ekibe katılmamı öneren oydu. “Güvenilir ve
yetenekli biri olduğunu düşünüyorduk.” Diğer üyeler de hevesle
katıldılar. Bazıları alkışladı bile. Az daha evet diyecektim. Fark
etmeden onlara bağlanmıştım. Turneye çıkmak çetin bir işti ama her
bir anını çok sevmiştim. Geceleri yatakta inleyip sızlanmayı bile.
Onlarla çalışmaya ve daha çok performans sahnelemeye devam


Click to View FlipBook Version