izlerin olduğu, 280 metre çapında, 16 metre yüksekliğinde tipik
bir Anadolu höyüğü. Bu bölgede 10 bin nüfuslu bir toplumun
yaşadığını kanıtlayan ve Anadolu tarihine ışık tutan bir yer.
Kazı heyetinin Şeref Başkanı Altes Prens Takahito Mikasa, 31
Mayıs 1986’da ilk kazmayı vurarak höyükte arkeolojik kazı
çalışmalarını başlatmış. 1998’de, Prens Takahito Mikasa’nın
onayıyla, Dr. Sachihiro Omura başkanlığında Japon Anadolu
Arkeoloji Enstitüsü kurulmuş. “Burada çalışmak dünya tarihini
okumak demektir.” diyen ve 40 yılı aşkın süredir Türkiye’de
yaşayan Dr. Sachihiro Omura başkanlığında yürütülen
kazılarda; MÖ 3000 yıllarına kadar kültür katları tespit edilerek,
2000’i aşkın müzelik eser bulunmuş.
Dr. Sachihiro Omura başkanlığındaki Japon kazı heyetince
düzenlenen kazılar sonucunda; Osmanlı Döneminden, Eski
Tunç Çağına kadar olan dönemlere ait pek çok eser ortaya
çıkarılmış. Ortaya çıkarılanlar arasında tapınak, depolar ve şehir
kapısının önemli kalıntıları da var. Buluntuların daha çok Hitit
Krallığı ve Asur Ticaret Kolonileri Dönemine ait olduğu
düşünülüyor. Höyükten çıkarılan çeşitli madenler, hayvan
kemikleri, pişirilmiş topraktan imal edilmiş tabletler, figürler
mühürler, çanak, çömlek ve aksesuarlar, aynı yerde açılmış
şahane bir müzede sergileniyor. Müze toprağa gömülü, üzeri
çimenlerle kaplı bir höyük şeklinde inşa edilmiş.
Yerin altında hâlâ ulaşılamamış tarih katmanları var. Kaman-
Kalehöyük kazılarıyla elde edilen veriler, bize eski çağlardan
modern çağa kadar olan Anadolu’nun tarihi ve dünyadaki yeri
hakkında aydınlatıcı bilgiler veriyor.
Müze gezisi sonrasında, görevlilerin şu anda kapalı olduğunu
söyledikleri bozkırın ortasındaki yeşil bir alanın içine girmekten
kendimizi alıkoyamadık. Bahçeye Japon Prensi Takahito
Mikasa’nın adı verilmiş. Burası Japonya dışındaki en büyük
Japon Bahçesi örneklerinden biriymiş. İçinde Japon kiraz
51
ağaçları, bir göl ve yapay bir şelale ile gölün içinde çok sayıda
Japon balığı yer alıyor. Tabii Japon bahçelerinde yer alan süs
objeleri de bahçedeki yerlerini almış. Müze, bahçesinden dolayı
2011 yılında en iyi yeşil müze ödülünü almış. Bu bahçeyi, kiraz
ağaçları çiçek açtıkları zamanlarda görmek isterseniz genelde
mart ayı sonu ve nisan ayının başlarında gitmeniz doğru
olurmuş. Bahçede yaklaşık 15 çeşit ağaç yer alıyormuş. Prens
Mikasa Türkiye’ye geldiğinde önce Ankara’da Anıtkabir’i
ziyaret ediyor sonra da bu bahçeye geliyormuş. Buradan sonra
Kırşehir’e doğru yolumuza devam ediyoruz.
İç Anadolu’nun tam orta yerinde yer alan Kırşehir, tarihi
İpekyolu üzerinde bulunan, 4 bin yıllık kültürel bir mirası
barındırıyor.
Kırşehir’de ilk olarak, il merkezinde bunan ve günümüzde de
cami olarak kullanılan, Nureddin Cacabey'in 1272'de kurmuş
olduğu Cacabey Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Bu medrese
aynı zamanda bir rasathane imiş. Döneminde astronomi
yüksekokulu olarak hizmet vermiş. Türk-İslâm kültür ve
medeniyetinin muhteşem mimari özelliklerini yansıtan Cacabey
Medresesi, Selçuklular döneminde dinî ilimler yanında müspet
bilimlerin de öğretildiği bir fakülte olarak kullanılmış;
gökyüzünün, güneşin, ayın, yıldızların hareketlerini inceleyen
bir gözlemevi olarak yıllar boyu ayakta kalmıştır. Şu anda
restorasyon sürecinde olan bu muhteşem eseri gördükten sonra,
Ahi Evran Camii ve Türbesi’ni ziyaret ediyoruz.
Kırşehir'in UNESCO Geçici Kültürel Miras Listesi’ndeki iki
tarihi eserinden biri olan Ahi Evran Camii, 6 asırdır Ahilik
kültürünün öğretilerini günümüze taşıyor. Cami ve türbe 1482
yılında yapılmış ve 15'üncü asırdan bu yana ziyaretçilerini
ağırlıyor. Burası, Ahilik kutlamaları sırasında ve yaz aylarında
çok sayıda turist ağırlıyor. Buraya gelenler Ahilik felsefesini,
Ahilik teşkilatının neler yaptığını öğrenmek istiyorlar. Ahi
Evran, Hacı Bektaşi Veli'nin tavsiyesiyle zamanın Rum, Ermeni
52
ve Yahudi esnaflarına karşı Anadolu’ya yeni gelen Türk
esnafların birlik ve dayanışması için sonradan Ahilik denen
esnaf dayanışma loncalarını kurmuş...
Kırşehir’in merkezinde yaptığımız ziyaretler sonrası, herkes
otelimize gidip şifalı termal suların keyfini sürmek için
sabırsızlandı. Ve işte Armas Termal oteldeyiz. Odalarımıza
yerleştikten sonra termal havuzların, hamamın, saunanın keyfini
çıkarıyoruz gün boyu. Otel oldukça büyük ve temiz, yemekleri
ise oldukça lezzetli. Akşam termal suların verdiği rahatlıkla
derin bir uyku sonrası kahvaltı ve açık havada yaklaşık bir
saatlik yürüyüş yapıyoruz. Bu yürüyüş de ruhumuza çok iyi
geliyor ve tekrar termal sularda keyfimize devam ettikten ve
saat 3’te çay pasta keyfimizi yaptıktan sonra otelden
ayrılıyoruz.
Buralara kadar gelmişken, 25 Eylül 2012 tarihinde yaşamını
yitiren ve cenazesi Kırşehir Bağbaşı Mezarlığında toprağa
verilen “Bozkırın Tezenesi” ünlü halk ozanımız Neşet Ertaş’ın
mezarını ziyaret ettik. Mezarı babası Muharrem Ertaş'ın
yanında bulunuyor. Mezar taşında ''Sakin ol ha, insanoğlu.
İncitme canı, her can bir kalp, Hakk'a bağlı. İncitme canı,
incitme.'' yazılıdır.
Bu ziyaret sonrası Kaman’da ceviz ve lavaş ekmeği alışverişi
yapıyoruz ve sonraki gezilerin hayalini kurarak yaklaşık 2.5
saat süren bir yolculukla Ankara’ya varıyoruz.
53
NAHİTA’DAN NİĞDE’YE
Dilek Yüceel
“Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” sözüyle sıklıkla
andığımız şehrimize doğru büyük bir heyecanla yola çıkıyoruz.
Üniversiteyi bitirip, çalışma hayatıma başladığım şehirdir
Niğde. Ve ilk ayrılışımdır ailemden. Bu sebeple hep kalbimde
ve aklımda güçlü bir yere sahiptir. Bu şehirdeki ilk günlerimden
birinde, Niğdeli bir teyze bana “nörüyorsun?” diye sorduğunda
(ne yapıyorsun nasılsın demekmiş) ben örgü bilmiyorum, hiç
bir şey örmüyorum demiştim. Hala gülerek hatırlarım bu anımı.
Tam 26 yıl olmuş oralardan ayrılalı. İşte yine bu güzel,
hatıralarla dolu şehre merhaba deme zamanı.
İlk durağımız, Konya ile Aksaray sınırlarının birleştiği yerde
bulunan Tuz Gölü. Türkiye’nin yüzölçümü açısından, Van
Gölü’nden sonra ikinci büyük gölü. Göl aynı zamanda dünyanın
en tuzlu göllerinden biri olup tuz oranı yüzde 32’nin üzerinde.
Türkiye’nin tuz ihtiyacının yüzde 40’ını karşılayan eşsiz bir
kaynak. Büyük bir ekosistemin parçası olan Tuz Gölü,
54
birçok kuş türünün ürediği, biyolojik çeşitliliğin devamı
açısından önemli bir alan. Kuşlar kışın en sert soğuklarında bile
donmayan gölde diledikleri gibi yüzebiliyor, ilkbaharda ise göl
içindeki adalarda kuluçkaya yatabiliyorlar. Göl ve çevresinde
yaklaşık 85 tür kuş, 15 tür memeli, 129 tür böcek ve 40
civarında endemik bitki yaşıyor. Birinci derece doğal sit
alanı olarak korunuyor ve aynı zamanda da Avrupa kıtasında
nesli tükenmekte olan flamingoların habitatı. Fakat ne yazık ki
daha 10 gün önce, bu bölgede beş altı flamingonun
öldürüldüğüyle ilgili bir haber duymuş ve insanlığımdan
utanmıştım.
Yolumuza devam edip, rotamızı Derinkuyu yeraltı şehrine
yönlendiriyoruz. Nevşehir'e 29, Niğde'ye 50 km. mesafede
bulunan ve Kapadokya'daki 36 yeraltı şehrinden en büyüğü olan
Derinkuyu Yeraltı Şehri, Derinkuyu ilçesinde yer almaktadır.
Yeraltı şehirleri sadece Kapadokya bölgesinin jeolojik
oluşumlarına özgü yapılar olup, diğer bölgelerde bu tür
örneklere rastlanmamaktadır. 1963 yılında tesadüfen bulunmuş,
binlerce kişinin barınma, yeme-içme, ibadet, savunma ihtiyacını
karşılayabilecek büyüklükteki yeraltı şehrinin 8 katı
temizlenerek 1967 yılında turizme açılmıştır. Yeraltı şehrinin
ziyarete açık alanlarında ahır, kiler, yemekhane, kilise, şırahane
(şaraphane), misyonerler okulu, uyuma ve dinlenme birimleri
ve mezar odası bulunmakta. Büyülenmemek elde değil
gerçekten. En alt kata kadar iniyoruz, bu muhteşem şehri
görmek için. İndiğimize de değdi doğrusu. Derinkuyu yeraltı
şehrinin biraz ilerisinde, heybetli bir kilise bulunmakta.
Kilisenin adı Aziz Theodoros Trion Kilisesi'dir. Türkçe adı ise
Üzümlü Kilise. Bu kilisenin en büyük özelliği, ön kapının her
iki yanında bulunan hareketli sütunlarıdır. Çevirdiğiniz zaman
dönebilen bu sütunların yapılış amacı, binada herhangi bir hasar
ya da çökme tehlikesi varsa sıkışarak dönmemesi ve böylece
içeriye girmek isteyenleri bu tehlikeden haberdar etmesidir.
55
Sütunlar, günümüzde halen elle rahatlıkla döndürülebiliyor.
Kilise ziyaretimizden sonra artık Niğde’ye gitme vakti.
Niğde’deki otelimizde yemeğimizi yedikten sonra, Niğde
Müzesi’ne gidiyoruz. Antik adı NAHİTA olan Niğde şehrindeki
yerleşik yaşam 10 bin yıl önce başlayarak günümüze kadar
devam etmiştir. Bu binlerce yıllık kültür birikiminin
oluşumunda onlarca toplulukların ve uygarlıkların katkısı
vardır. Bu kültür ve medeniyetlerin oluşturduğu çok zengin
eserlerin; onarılması, tanıtılması ve muhafaza edilmesi hiç
kuşkusuz müzelerle mümkündür. Bu bağlamda; Niğde Müzesi
Anadolu arkeolojisini en zengin bir şekilde temsil etmektedir.
Niğde Müzesi’nde, Orta Anadolu arkeolojisinin kronolojik
olarak sunulduğu altı teşhir salonu bulunmaktadır. Bu
salonlarda sergilenen eserlerin çoğunluğunu bölgedeki
kazılardan elde edilen buluntular oluşturmaktadır. Gerçekten
güzel ve görülmeye değer bir müzedir.
Müze’den sonra sıra, bu eserlerin çıktığı alanları görmekte.
Tyana su kemerlerini görmek için yola çıkıyoruz. Kısa bir
yolculuk sonrası, Bor ilçesi, Kemerhisar kasabasında bulunan
Tyana ören yerindeyiz Tarih öncesinden Hititler’in yıkılışına
değin pek çok uygarlığa mekân olan Kemerhisar (Tyana),
Hititler döneminde Tuwanuwa, Roma’da ise Tyana olarak
tanınıyor. Tyana su kemerleri tüm güzelliğiyle sokak boyunca
uzanmakta. Uzunluğu 1 km’den fazla. Su demek medeniyet
demek. İnsan kemerlerin büyüklüğünü gördüğü zaman
inanamıyor. Çok büyük taş kütlelerinin üst üste
yerleştirilmesiyle yapılan kemerler bizi etkiliyor. Bu kemerlerde
Roma dönemine ait sanat ve mimarideki büyüleyici gücü
görmek mümkün. Bu kemerler, buradan sonra gittiğimiz
Bahçeli kasabasındaki Roma Havuzu’nda biriktirilen suyun
Kemerhisar’a taşınmasını sağlıyormuş.
Sıra geldi Bizans sanatının Anadolu’daki en güzel ve en iyi
korunmuş eserlerinden biri olan Gümüşler Manastırı’nı
56
görmeye. 1973 yılında arkeolojik sit alanı kabul edilen,
Niğde’ye 9 km uzaklıktaki manastır oldukça büyük ve geniş bir
kaya kütlesi içine kazılmış. Kilise’nin duvarlarını kaplayan
fresklerin güçlü ve canlı anlatımları, barındırdığı yeraltı şehri ve
büyük mezarlık odası, Gümüşler Manastırı’nın döneminin
önemli dini merkezlerinden biri olduğunu göstermektedir.
Kilise içinde bulunan Meryem ve İsa freski Anadolu’da ilk ve
tek olması bakımından önem taşır. Freskte, kucağında İsa ile
hangi yönden bakılırsa o yöne doğru gülümseyen Meryem
görünmektedir.
Bu muhteşem manastırı ziyaretten sonra bugünkü gezimizin son
durağı olan Niğde Kalesi ve Alaaddin Camii’ni ziyaret
ediyoruz. Niğde Kalesi’ne çıktığınız anda muhteşem bir Niğde
manzarası sizi bekliyor olacak. Kale, bir höyük olan Alaaddin
Tepesi’nin kuzey kısmı üzerine inşa edilmiş. Anadolu’nun pek
çok ilinde bulunan ve şehrin sembolü olan saat kulelerinden
Niğde’de de var. Niğde Kalesi üzerinde yer alan saat kulesi
1866 yılında, Ziya Paşa tarafından yaptırılmış.
2012’de UNESCO Dünya Kültür Miras Geçici Listesi'ne alınan
Alaaddin Camisi, 800 yıldır orijinalliğini koruyor. Selçuklu
mimari sanatının tüm inceliklerini yansıtmasının yanında bu
camiyi meşhur kılan özellik, girişindeki işlemelerin uygun ışık
geldiğinde kadın başı silueti şeklini almasıdır. Camiyi yapan
usta Sancakbeyi’nin kızına gönlünü kaptırıverir. Aşkını sonsuza
kadar yaşatmak isteyen usta, kapı duvarının taşlarına
Sancakbeyi'nin kızının yüz kısmının siluetini işlemek için
büyük emek verir. Asırlardır Sancakbeyi’nin kızının yüzü,
Alaaddin Camisi’nin kapısında ışık gölgesi olarak
belirmektedir. Ustanın umutsuz aşkını taşlara işlediği böyle
rivayet edilir. Biz de objektiflerimizle yakaladık kızın yüzünü...
Yazımı Emile Zola’nın çok sevdiğim bir sözü ile noktalıyorum.
”Hiçbir şey zekayı seyahat etmek kadar geliştirmez.“
57
ÜÇ SAKİN ŞEHİR
Dilek Yüceel
Tarih 2018 yılının 4 Kasım’ı, günlerden Pazar, saat sabahın
06:30’u, yine yollardayız. Üç sakin şehre doğru gidiyoruz,
Ankara’nın stresini, gürültüsünü arkamızda bırakarak. İlk gezi
noktamız Ayaş, Beypazarı, Nallıhan üzerinden ulaştığımız,
Sakarya’nın Taraklı İlçesi.
Ankara’ya 3,5 saat uzaklıkta olan bu şirin ilçe, tarih
sayfalarından fırlamış gibi eski dokusu bozulmamış minyatür
bir Osmanlı kasabası olarak karşımıza çıkıyor. Evliya Çelebi
ünlü Seyahatnamesi’nde ilçede halkın şimşir kaşık ve tarak
yapması nedeniyle adının Yenice Tarakçı olarak anıldığını
belirtiyor. Tarakçı ismi zamanla halk dilinde Taraklı olarak
değişip şimdiki kullanıldığı halini almış. Taraklı Beldesi, bugün
Cittaslow “Sakin Kentler” listesine dahil olan Türkiye’nin sayılı
beldelerinden biri. Taraklı yüksekçe bir tepenin eteğinde kurulu.
Bu da müthiş güzellik katmış Taraklı’ya.
58
Taraklı, 2013 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne
aday olmuştur. Yani UNESCO’nun kriterlerine uygun ve
korunması gereken bir kültür mirası olarak değerlendirilmiştir.
Bence, bu durum Taraklı’nın görülmesi için en büyük etkendir.
Gezimize önce ilçe merkezindeki meydanda, yer alan Taraklı
Kültür Evi’ni gezerek başlıyoruz. Burası eski konaklardan
birisidir. Yapı 1930 yılından itibaren: okul, belediye binası ve
hükümet konağı olarak kullanılmıştır. 2001 yılında ise restore
edilerek kültür evi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Burada:
yöresel kadın kıyafetleri, Taraklılı hattat Saim Özel’in eserleri,
Taraklı evlerinin minyatürleri ve demirden yapılmış çeşitli sanat
eserleri sergilenmektedir. Başta tarak ve kaşık olmak üzere
birçok tahta ürünleriyle ilgili işçiliğini sergileyen İsmail Usta da
burada bulunmakta. Kendisiyle sohbet edip, meşhur tarak ve
kaşıklardan alıyoruz. Daha sonra meydandaki tarihi Yunus Paşa
Camisi’ni görüyoruz. Yavuz Sultan Selim, 1517 Mısır seferine
giderken veziri Yunus Paşa’ya bu caminin yaptırılmasını
emretmiştir: Mimarının, Sinan olduğu söyleniyor. Cami’nin
kubbesi kurşun kaplı olduğu için buraya Kurşunlu Cami de
deniyor. Mimari olarak kare planlı ve tek minarelidir.
Taraklı sokakları, adeta ahşap işçiliğinin sergilendiği bir açık
hava müzesi, evlerin bir kısmının üç asrı aşan tarihleri var. Bu
evler Osmanlı’nın genel ahşap ev karakteristiğini taşıyorlar.
Evler genelde 3 katlı. Bir kısmı konak olarak kullanılıyor.
Ancak, günümüzde bu evlerin birçoğunun viran olduğunu
göreceksiniz. Çünkü sit alanı ilan edildikleri için, sahipleri bu
evlere çivi bile çakamıyorlar. Ancak, devlet tarafından da
restore edilmediklerinden, içinde oturanların onarmasına da izin
verilmeyince, evler çürümeye terk edilmiş haldedir.
Görülmesi gereken evlerden biri de, bir 19’ncu yüzyıl yapısı
olan Fenerli Ev - Haşim Ağa Evi’dir. Bölgenin en güzel
yapısıdır. Zamanında Taraklı’nın en büyük tüccarlarından olan
Haşim Ağa tarafından yaptırılmıştır. Dört bir tarafı pencereli
‘cihannüma’sı (buna fener denir) ile tanınır. Bu cihannüma,
59
Haşim Ağa tarafından, Taraklı’ya gelenlerin evini bulabilmeleri
için yaptırılmıştır.
Meydandaki, köylülerin ev yapımı ürünlerini sattıkları yöresel
ürünler pazarı harikaydı, neler almadık ki? Elbiseden tutun, süs
eşyaları, organik ürünler her şey var bu pazarda. Başka yerlerde
bırakınız yemeyi, belki adını bile duymadığınız bir tatlısı var
Taraklı’nın; Uğut tatlısı. Buğdayın çimlenmesiyle elde edilen
yöresel, katkısız bir tatlı ve gerçekten çok lezzetli. Bu tatlının
yapıldığı ‘Buğday çimi’: günümüzde Amerika’da kemoterapi
karşıtı kanser hastaları tarafından tedavi amaçlı
kullanılmaktadır.
Taraklı’dan ayrıldıktan sonra, yeşillikler ormanlar arasından
geçerek Göynük’e ulaşıyoruz. Bolu’nun güneybatı bölgesinde
yer alan Göynük, iki tepe arasında kalan vadiye kurulmuş klasik
bir Osmanlı yerleşimi. Vadiye girmemizle, Safranbolu ile
özdeşleştirdiğimiz Osmanlı konaklarından oluşan bir ilçe
karşılıyor. Genelde birçok medeniyetin geçiş yolu olmuş.
Osmanlı’nın son dönemlerinde saray aşçılarının Bolu’dan
çıkması boşuna değil. Bunu Göynük gezimizde ziyadesiyle
anladık. Göynük’te öğle yemeğini ilçenin meşhur restoranı
Paşazade Göynük Sofrası’nda yedik. Hem de ne yedik. İyi
yedik ama.
Keşli cevizli kaşık sapı mantısı, güveçte et, güveçte etli yaprak
sarma, pide, salata, ciğer, güveçte kaşarlı kanlıca mantarı, tava
yoğurdu ve tahinli pide ile bir ziyafet çektik kendimize
Göynük özellikle Fatih Sultan Mehmet’in hocası
Akşemseddin’in türbesine ev sahipliği yapmasıyla da meşhur.
Biz ilçeyi gezmeye Akşemseddin Hazretleri’nin Türbesi ile
başladık. 1389 yılında Şam’da doğan ve Fatih Sultan
Mehmet’in hocası olarak ünlenen Akşemseddin, Göynük’ten
geçerken burayı çok beğeniyor ve bu huzurlu ilçede vefat
ediyor. Akşemseddin’in huzurundan etkilendiği ilçenin ‘Sakin
Şehirler Listesi’ne dahil olması ayrıca manidar olmuş.
Akşemseddin’in türbesi Fatih Sultan Mehmet tarafından
60
yaptırılmış. Her yıl mayıs ayı sonunda ilçede Akşemseddin
adına şenlik düzenleniyor.
Göynük’te ilk karşımıza çıkan, Sakarya Zaferi’nin müjdecisi
olarak kabul edilen Zafer Kulesi oluyor. Tarihi kuleyi görmek
üzere tırmanışa geçerken yolumuzun üstündeki Akşemseddin
Konağı’na uğruyoruz. Konak, 19. yüzyılda Hacı Nuri Efendi
tarafından Ermeni ustalara yaptırılmış. Günümüzde otel olarak
hizmet vermekte olan konağın girişinde Akşemseddin’in soy
kütüğünü görebilirsiniz.
Göynük’ten sonra, buraya 27 km yol uzaklıktaki, muhteşem bir
doğal güzelliğe sahip Sünnet Gölü’ne ulaşıyoruz. Göl etrafında
yürüyüşler yapıp gölün büyüsüne kapılarak çokça fotoğraf
çektik. Göldeki yansımalar gerçekten harikaydı.
Bugünkü son gezi noktamız olan Mudurnu, Bolu’nun 52 km
uzaklıktaki bir ilçesidir. Mudurnu 2018 yılı Mart ayı itibariyle
Türkiye’nin de 15. Sakin Şehri olmayı başardı. Eski Türk evleri
bakımından tam bir Osmanlı köyüdür. Bugün ilçede Osmanlı
dönemine ait çokça önemli yapı bulunuyor. Bu yapıların
birçoğunun tarihi 600 yılı aşmaktadır. Evliya Çelebi’nin
notlarında da yer verdiği Mudurnu, Cumhuriyet Tarihi’nde de
çok önemli bir yere sahip. İlçenin tarihi dokusunda Osmanlı’nın
geleneksel ahşap konaklarının çok önemli bir yeri var.
Mudurnu sokaklarında gezerken bu eski Türk evleri arasında
hayranlığımızı gizleyemiyoruz. Ayrıca birçok konak da restoran
ve otel olarak hizmet veriyor.
İlçenin adını duyar duymaz ilk akla gelen tavuk oluyor ancak
biz tavuk yerine Mudurnu’nun diğer ünlü ürünü Saray
Helvası’nın satış merkezine uğruyoruz. Burada saray
helvalarından ve diğer yöresel ürünlerden alıp geldiğimiz yol
üzerinden Ankara’ya doğru yola çıkıyoruz. Tarihle ve tabiatla iç
içe, sakinlikle ve huzurla dopdolu bir günün ardından saat 22
sıralarında Ankara’ya varıyoruz. Şimdiden içimizde başka
gezilerin heyecanını hissederek...
61
VAN – DOĞUBAYAZIT – TATVAN – AHLAT – BİTLİS
Dilek Yüceel
Nisan’ın 12’si sabahın ilk ışıkları henüz belirmemişken, büyük
bir heyecanla Türkiye’nin doğusuna seyahate hazırız. Esenboğa
havaalanından bir buçuk saat süren keyifli bir uçak yolculuğu
sonrası, MÖ 7000’li yıllarda kurulmuş olan, Urartuların
başkenti Van’ın Ferit Melen Havaalanı’na iniyoruz. Hava güzel,
içimiz kıpır kıpır. Rehberimiz Erhan Bey’i alarak, Van Gölü
(oranın halkı Van Denizi diyor) kenarındaki muhteşem bir Van
kahvaltısına gidiyoruz. Van’ın İpek Yolu güzergâhında olması,
kahvaltı geleneğinin oluşmasında rol oynamış. Masada neler var
neler... Hakiki Van balı, yoğurt kaymağı, süt kaymağı, yayık
tereyağı, cacık, otlu peynir, örme peynir, beyaz peynir,
kavurmalı-sucuklu yumurta, zeytin, murtuğa ve kavut.
Böylesine harika bir kahvaltı bize güçlü bir motivasyon sağlıyor
ve ilk günkü gezimiz başlıyor.
62
İlk gün kaleleri fethetme günü oldu bizim için. Önce, Van’ın
Gürpınar ilçesinde, Van’dan Hakkari’ye giden karayolu
üzerinde, sarp kayaların tepesinde, Hoşap suyunun kenarında
bulunan Hoşap/ Güzelsu kalesine gidiyoruz. Bu kale Van’a 60
kilometre uzaklıkta. Kale 1643 yılında yapılmış ve günümüze
dek büyük ölçüde sağlam olarak ulaşmış. Kale içinde eski
hamam, cami, medrese, çeşme, su sarnıcı, zindan ve odalar yer
almakta. 19. yüzyılın ortalarına kadar faal olarak
kullanılıyormuş. Gerçekten çok etkileyici. Kaleyi gezerken
çocuklarla da tanışıyoruz, konuşuyoruz. Doğu insanının
sıcaklığına, çocukların doğal ve içtenliğine tanık oluyoruz.
Rehberimiz Erhan Bey ve Haşim Bey bize çok değerli bilgiler
veriyorlar gezdiğimiz yerlerle ilgili.
Buradan sonraki durağımız, yine Gürpınar ilçesi sınırlarında
bulunan Çavuştepe Kalesi. Burada kalenin 56 yıllık emektar
gönüllü tanıtıcısı Mehmet Kuşman Bey bizi karşılıyor. Mehmet
Bey, dünyada Urartu dilini bilen 12, Türkiye’deki 7 kişiden biri.
85 yaşında ve 1962 yılından beri ömrünü Urartulara ait eserleri
ortaya çıkarmak ve bu eserlerdeki kitabeleri okumak için
harcamış. Azmine, kararlılığına ve öğrenme sevdasına hayran
olmamak elde değil. Mehmet Bey 13 yıldır kalede gönüllü
bekçilik ve rehberlik yapıyormuş. Bizi sıcak bir şekilde
karşılıyor, gezdiriyor ve bilgilenmemizi sağlıyor.
Çavuştepe Kalesi MÖ 764-735 yılları arasında hüküm süren
Urartu Kralı II.Sarduri tarafından inşa ettirilmiş. 1961 yılından
beri Türk bilim insanlarınca kazı yapılan Çavuştepe'de; Aşağı
ve Yukarı Kale ortadaki ana giriş kapısıyla birleşmekte.
Doğudaki Yukarı Kale'de büyük bir kaya platformu ve Urartu
Baş Tanrısı Haldi'ye ait tapınak bulunmakta. Aşağı Kale'de ise
çok sayıda atölye binaları, 4-5 metre yüksekliğinde taş surlar,
saray, depo, mahzenler, Urartu Tanrısı İrmuşini'ye ait tapınak
yer almaktadır.
63
Burayı gezip bilgilendikten sonra, Van’a geri dönerek güzel bir
öğle yemeği sonrası, Van Kalesi’ne gidiyoruz. İl merkezine 5
km. uzaklıkta bulunan Van Kalesi, Urartu Kralı I.Sarduri
tarafından MÖ 840–825 yılları arasında yaptırılmış. Kale kesme
ve moloz taştan yapılmış olup, düzgün bir planı bulunmamakta.
Kalenin genişliği bazı yerlerde 20–120 metre arasında
değişmekte, uzunluğu ise 1800 metreyi bulmakta. Kaledeki;
Urartular döneminden kalan kaya mezarları, bin merdivenler,
ana kayaya oyulmuş sur duvarlarının temelleri ve bunların
üzerinde yükselen surlar günümüze iyi bir durumda
gelebilmiştir. Kalenin güneyinde eski Van şehrine (Tuşba) ait
kalıntılar bulunuyor. Bunlardan Selçuklu dönemine ait Ulu
Cami ile Osmanlı dönemine ait Kaya Çelebi ve Hüsrev Paşa
Camileri dikkat çekici eserler.
İkinci günümüze, Van'ın en önemli simgeleri arasında bulunan,
dünyaca ünlü cana yakınlığı, ipeksi beyaz kürkü, değişik göz
renkleri ve yüzmeye olan ilgileriyle bilinen Van kedilerini, Van
Yüzüncü Yıl Üniversitesi bünyesinde kurulan Van Kedi
Villası'nı ziyaret ederek başlıyoruz.
Van kedilerinde saf bir ırk elde edebilmek ve neslini korumak
amacıyla 1992 yılında hizmete açılan ‘Van Kedi Evi’, geçen
zaman içinde hizmet kalitesini geliştirerek ismini ‘Van Kedi
Villası’ olarak değiştirmiş. Burada kedilerin muayenesi,
tedavisi, üretimi ve beslenmesiyle ilgili komple bir faaliyet
yürütülüyor. Güne Van kedilerini görerek, severek ve onları
besleyerek başlamak harika hissettiriyor hepimizi. Güzel
duygularla ve istemeyerek ayrılıyoruz buradan.
Van merkezine 80 km uzaklıkta olan Muradiye ilçesi
sınırlarındaki Tendürek Dağı’ndan beslenen Bend-i Mahi çayı
üzerinde bulunan Muradiye Şelalesi’ne gidiyoruz. Adını Bağdat
seferine çıkan Osmanlı Padişahı IV.Murat’tan almış. Şelalenin
yüksekliği 50 metre imiş. Bend-i Mahi çayının kuvvetli akış
gücünden dolayı görkemli bir manzara sunan şelale, sadece
64
görüntüsüyle değil çevresini güzelleştiren tabiatıyla da
görülmeye değer gerçekten. Şelale, her mevsim ayrı bir
manzaraya bürünürmüş. Bahar aylarında rengârenk çiçekler
Muradiye Şelalesi’nin güzelliğine güzellik katarmış. Kış
aylarında ise donan şelale suları buzdan kristallere dönüşürmüş.
Muradiye Şelalesi’ni dinlemek insana eşsiz duygular yaşatıyor.
Doğanın yaptığı her beste gibi insana huzur veriyor.
Yola koyulmanın gerekliliğiyle ayrılıyoruz buradan ve
yolumuza devam edip, Çaldıran ovasını geçip toplamda 100 km
yol aldıktan sonra, Doğubayazıt’a 8 km mesafede, ovaya hâkim
dik bir tepe üzerinde bir masal dünyasından fırlamışçasına, tüm
heybetiyle görenleri kendine hayran bırakan İshak Paşa
Sarayı’na geliyoruz. İçine girdiğim andan itibaren büyüleyici
atmosferi ve efsaneleriyle bütün ruhumu sarıp sarmalayan
Saray, 1784 yılında Çıldıroğulları'ndan II.İshak Paşa döneminde
yaptırılmış. 18.yüzyıl Osmanlı mimarisinin, Anadolu’da
günümüze ulaşabilen tek saray yapısı olarak kabul ediliyor.
İshak Paşa Sarayı, saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Topkapı
Sarayı'ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsü.
Yapımı 99 yıl süren sarayın 366 odası bulunmakta. Saray
öylesine büyük ki, içinde barındırdığı cami, divan odası, fırın,
mutfak, ahırları ve hamamıyla sanki küçük bir şehir... Topkapı
Sarayı’na benzetenler de var. Konumu, görkemli mimarisi,
anıtsal kapıları, taşa hayat veren motifleriyle tam bir sanat
abidesi. Saray’ın dikkat çekici özelliklerinden biri de ısıtma
yöntemi. Şöyle ki; ocaklarda ısıtılan sıcak suyun, toprak künkler
vasıtasıyla yapı içerisinde dolaştırılmasıyla bir nevi kalorifer
sistemi oluşturularak iç mekânların ısıtılması sağlanmış.
Özellikle bölgenin iklim koşulları göz önüne alındığında, o
dönem itibarıyla ne kadar ileri bir ısıtma sistemi olması bugün
hâlâ şaşkınlık ve hayranlıkla karşılanıyor. Ağrı Dağı
Efsanesi kitabında Yaşar Kemal, birbirine kavuşamayan
65
Gülbahar ile Ahmed’in İshak Paşa Sarayı’nda geçen destansı
aşklarını anlatır.
Saray’a 500 metre kadar uzakta bulunan, büyük İslam
âlimlerinden, 'Memu Zin' adlı eserin sahibi, şair, filozof ve
mutasavvıf Şeyh Ahmedi Hani’nin türbesini ve yanı başındaki
camiyi ziyaret etmeden gitmek olmazdı buralardan.
Doğubayazıt’ta döner menüsüyle lezzetli bir öğle yemeği yiyip
ve yörenin meşhur çarşısından çay, hediyelik eşya alışverişi
yaptıktan sonra Büyük ve Küçük Ağrı dağlarının büyüleyici
manzarası eşliğinde, burada olduğu öne sürülmekte olan
Nuh’un gemisini görmeye gidiyoruz. Ağrı Dağı’nın güney
karşısındaki Telçeker ile Üzengili köyleri arasında doğal bir anıt
karşılıyor bizi. Aslında bu anıt, gemi biçiminde bir şekil, izden
başka bir şey değil. Bu iz, Türkiye-İran transit yolundan 3,5 km.
kadar içeride kalıyor. Tendürek dağlarının sönmüş volkan
kalıntılarını ve kar manzaralarını fotoğraflayıp, Van’a doğru yol
alıyoruz.
Üçüncü günümüzde kısa bir şehir turu ve yöresel ürün alışverişi
sonrası Van’dan ayrılıyoruz. Van Denizi manzarası eşliğinde
yolumuza devam edip, Gevaş İlçesi’ndeki Halime Hatun
Kümbeti’ni ziyaret ediyoruz. Giriş kapısı üzerindeki kitabesine
göre, Melik İzzeddin tarafından 1335 tarihinde, kızı Halime
Hatun için yaptırılmış. Ustası Ahlatlı Pehlivan oğlu Esed'dir. İki
katlı inşa edilmiş kümbetin cenazeliği kare planlı olup,
doğudaki kapısına merdivenle inilmektedir. Köşeleri pahlanmış
kare kaide üzerine onikigen gövdeli olarak yapılmıştır. Üstten
piramidal bir külahla örtülmüş olan Kümbet, düzgün kesme taş
malzemeyle inşa edilmiştir.
Bu ziyaret sonrası bizi bekleyen tekneye binip, rotamızı Van
Gölü’ndeki dört adadan en büyüğü olan, Akdamar adasına
çeviriyoruz. 25 dakika süren, güneşli, pırıl pırıl bir gökyüzü ve
karlı dağ manzaraları eşliğindeki yolculuk sonrası Akdamar
66
adasındayız. Ada’da bizi baharın gelişiyle çiçek açan badem ve
kayısı ağaçları karşılıyor. Turkuaz rengiyle Van Gölü ve karlı
Artos dağları büyülüyor hepimizi. Adada bulunan Akdamar
Kilisesi; yörede hüküm süren Vaspurakan hanedanından Kral
I.Gakik tarafından MS 915-921 seneleri arasında Mimar Keşiş
Manuel’e yaptırılmıştır. Ortaçağ Ermeni sanatını yansıtır.
Kilise, merkezi kubbeli, dört yapraklı yonca biçimli haç
planında yapılmıştır. Dış cephe kırmızı kesme tüf taşlarından
oluşur. Ayrıca rölyef şeklinde işlenmiş bitki ve hayvan
motifleriyle süslenmiştir. Tarihçiler, Ermeni Kralı Gagik’in bu
kiliseyi yaptırmak için pek çok yerden mimar ve usta getirdiğini
söylüyor. Kiliseyi yaptırmalarının amacı Kudüs’ten İran’a
kaçırıldıktan sonra 7. yüzyılda Van’a getirilen ‘Hakiki Haç’ın
bir parçasını orada muhafaza etmektir. 1021 yılında Vaspurakan
Krallığı yıkılmış, 1113’te bu yapı manastıra dönüştürülmüş ve
Ermeni Patrikliği’nin merkezi olmuştur. Akdamar Kilisesi,
“Kutsal Haç Kilisesi” ismiyle bilinir. Her yıl eylül ayının ilk
pazar günü bu kilisede ayin yapılmaktaymış. Göl kenarında
bulunan restoranda, sadece Van Gölü’nde yaşayan bir balık
olan incikefali menüsüyle öğle yemeğimizi yiyoruz. Hemen
hemen hepimizin ilk kez tattığı balık, gerçekten çok lezzetli.
Alacabük, Küçüksu, Tatvan üzerinden ve Van Gölü’nün
Bitlis’in kıyısı boyunca, Nemrut ve Süphan dağları arasında yol
alarak Ahlat’a varıyoruz.
Meyve bahçeleriyle bezeli ufak bir yamaç üzerine kurulu
Ahlat’ta bir taraftan Van Gölü’nün maviliğini seyrederken diğer
taraftan da Türkiye’nin üçüncü büyük dağı Süphan’ın karlı
zirvelerini izleyebilirsiniz. Burası, Türklerin Anadolu’ya giriş
kapısı. Bu tarihî belde doğal güzellikleri ve bereketli ovası
nedeniyle Urartulardan Osmanlılara dek pek çok devlet ve
hanedana kucak açmış. Bu nedenle barındırdığı her
medeniyetten izler taşımaktadır. Ahlat, Selçukluların ‘İslam’ın
Kubbesi’, Osmanlıların ‘Ata Şehri’, Evliya Çelebi’nin ise
67
‘Oğuz Taifesi Şehri’ dediği memlekettir. Alparslan karargâhını
bu bölgeye kurmuş ve 1071’de Anadolu’nun kapılarını Türklere
sonuna kadar açan Malazgirt Savaşı öncesi burada soluklanmış.
Savaşta şehit düşen askerler de yine Ahlat’a defnedilmiş. Bir
rivayete göre Osmanlı’yı kuran Osman Bey’in babası Ertuğrul
Gazi, Ahlat doğumludur ve 20’li yaşlara kadar burada
yaşamıştır.
Bitlis’in Ahlat ilçesindeki gezimiz, Ahlat Müzesi’yle başlıyor.
Bölgenin tarihini orada bulunan parçalarla kısa ve öz anlatan,
modern bir müze. Zengin bir koleksiyona sahip olan Müze’de
Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait arkeolojik
eserler sergilenmekte. Müzenin koleksiyonları arasında MÖ
2000 yılına ait olan kaplar, 1965-1991 yılları arasında Ulu
Cami'de, Çifte Hamam'da yapılan kazılarda gün yüzüne
çıkarılmış eserler sergilenmektedir. Müze’den sonra yine
Ahlat’ta yer alan, Urartulardan, Selçuklulardan ve
Osmanlılardan derin izler taşıyan ‘Ahlat Selçuklu Mezarlığı’na
gidiyoruz. Mezarlıkta birçoğu yıkılmış olan 8200 mezar taşı
bulunmaktadır.
Ahlat taşlarıyla yapılmış mezar taşlarının en büyükleri yaklaşık
olarak 3.5 metre yüksekliğe sahip. Dikdörtgen yapıda olan
taşların üzerinde yazılarla birlikte ejderha başları, geometrik
şekiller ve palmetler gibi çeşitli süslemeler yapılmış. Taşların
üzerindeki işlemeler ahşapta bile yapılacak şeyler değil. O
zamanki teknolojiyle bu zor işlemeler taşın üzerine yapılmış. El
emeği ve göz nuruyla insanların birbirlerine gösterdikleri
saygıyı da ortaya koyuyor. Taşlar üstünde yazıların bulunması
bu eserleri, Türk dünyasında Göktürk Yazıtları’ndan sonra en
önemli eserler yapmaktadır. Mezarlıkta birçok çalışma
yapılmakta imiş ve bu çalışmalar neticesinde yaklaşık 600
mezar taşının temizlemesi yapılarak üzerlerindeki yazılar
okunmuş. Mezarlık UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası
geçici listesine alınmış ve yakın zamanda asıl listeye geçmesi
68
bekleniyormuş. Herkesin görmesi gereken yerlerden biri
gerçekten.
Emir Bayındır Kümbeti’ni de gezip gördükten sonra, eski
Ahlat’a gidiyoruz. Mağara oluşumları, ev yıkıntıları ve Emir
Bayındır Köprüsü’nü geziyoruz. Sonrasında yöreye özgü baston
atölyelerinden birini gezip baston alışverişi yapıyoruz. Ve
Tatvan’daki otelimize geçiyoruz.
Dördüncü günümüzde, beş minareli kent olarak anılan Bitlis’e
gidiyoruz. Türkülere konu, filmlere ilham kaynağı olan, birçok
manide yer alan ve Türkiye'nin değişmeyen simgeleri arasına
giren Bitlis'teki tarihi beş minareden biri kayıp. 1916 yılındaki
Rus savaşı döneminde her tarafın tahrip edilmesinden sonra
ayakta kalan 5 tarihi minareden birinin nerede olduğu, ne zaman
yıkıldığı bilinmiyor. Şu anda Şerefiye Camisi, Ulu Cami,
Meydan Camisi ve Gökmeydan Camisi olmak üzere dört tarihi
camide dört minare bulunuyor.
Sırada, Bitlis’in il merkezinde görkemli bir yapı olan Bitlis
Kalesi var. Dik bir yamaçta bulunan Kale, şehrin tarihine ışık
tutan yapılardan biri olup MÖ 312 yılına tarihlendirilmektedir.
Büyük İskender’in emriyle Leys Bedlis’in yaptığı Kale’yi
dışarıdan seyredip, fotoğraflayıp bilgi aldıktan sonra yine il
merkezinde bulunan İhlasiye Medresesi’ne geliyoruz. Medrese,
Selçuklular tarafından 1216 tarihinde yaptırılmış. Geçmişte atıl
halde olan medrese 1993 yılında Bitlis halkının baskıları
sonucunda etrafındaki yapılardan arındırılarak Arkeoloji
Müzesi olarak kullanılmak üzere restore edilmiştir. Ancak tarihi
yapı günümüzde Vakıflar Müdürlüğü olarak hizmet
vermektedir. Birçok bilim ve ilim adamının dışında önemli
şahsiyetlerin mezarları da medresenin etrafında bulunmaktadır.
Sonrasında Ulu Cami’yi ziyaret edip, Bitlis’in meşhur büryan
kebabını afiyetle yiyoruz. Bal ve çeşitli ürün alışverişi sonrası
Bitlis’ten ayrılıp, Bitlis-Tatvan yolu üzerinde bulunan, El Aman
69
olarak da bilinen Rahva Kervansarayı’nı geziyoruz.
XVI.yüzyılda Hüsrev Paşa tarafından yaptırılan El Aman
Kervansarayı, Anadolu'nun en büyük kervansaraylarından
biridir. Dükkanları, cami ve hamamı ile bir külliyedir.
Günün kararmaya başlamasıyla istemeyerek bu muhteşem
yapıdan ayrılarak Tatvan’a doğru yola koyuluyoruz.
Tatvan’daki otelimiz Van Gölü’ne oldukça yakın akşam
yemeğinden sonra gölün etrafında kısa bir yürüyüş yapıp gölle
vedalaşıyoruz.
Artık Ankara’ya dönme zamanı, sabah erkenden kalkıp saat
7:55’de kalkan Van Gölü trenindeyiz. 25 buçuk saat süren
oldukça keyifli bir yolculuk sonrası, güzel Ankara’mıza,
Ankara Marşı eşliğinde ve güzel insanlar tanımanın, güzel
dostluklar kazanmanın mutluluğuyla varıyoruz. Yeni gezilerde
buluşmak dileğiyle...
70
TUNCELİ – ELAZIĞ – MALATYA
Elvan Akbay 8
Yunus yürekli insanlarla tanıştığım,
Sadece “güzel” olarak tanımlarsam basite indirgeyeceğimden
korktuğum yerleri gördüğüm,
Çok şeye tanık olup çok şey öğrendiğim,
Saklı cennetin kendi gibi saklı gözyaşlarına zaman zaman
kendiminkileri de kattığım bir geziydi: Tunceli – Elazığ –
Malatya gezisi.
8 1963 Ankara doğumlu. 1981’de TED Ankara Koleji’nden, 1987’de
de ODTÜ Fen Edebiyat Fakültesi İstatistik Bölümü’nden mezun oldu.
İş Bankası Bilgi İşlem Müdürlüğü, Bayındır Holding, Işıklar Holding
gibi kuruluşlarda uzman ve yönetici olarak çalıştı. Çiğdem Mahallesi,
Çamlık Sitesi’nde yaşıyor. [email protected]
71
Anılarıma bir “iyi ki” daha ekleyen herkese ve mahalle
derneğimiz Çiğdemim’e teşekkür ederek yazıma başlamak
istiyorum. Bundan sonrası ise oldukça zor, çünkü böyle rüya
gibi bir geziyi anlatırken tanık olduğumuz güzelliklere şu fakir
kelimelerimle haksızlık ediyormuşum gibi hissediyorum. Hani
derler ya, anlatılmaz yaşanır diye. Derneğimizin düzenlediği bu
geziyi de anlatması çok zor olacak.
1 Haziran 2019 akşamı derneğimizin önünde, otobüste
oturacağımız yerler için kura çekip koltuklarımıza yerleştikten
sonra yola koyulduk. Program çok dolu ve güzeldi. Verdiğimiz
molalarda hem bu gezinin heyecanını birbirimize bulaştırıyor
hem de neler yaşayacağımıza dair tahminlerde bulunuyorduk.
Uzun yıllardır ismi terör olaylarıyla anılan bu bölgenin bir diğer
yüzü olmalıydı; vardı da… İşte biz o yüzü tanımaya, sevmeye
gidiyorduk.
Benim için ise bir başka anlamı daha vardı, bu gezinin.
Programda bulunan Elazığ! El-aziz; Azizler Şehri. Yıllar önce
küçücük bir kasaba görüntüsünde olan Elazığ’ı yeniden görecek
olmak beni çok heyecanlandırıyordu. Karmaşık duygularla gece
boyu yol aldıktan sonra, doğuda bulunduğumuz için saat
4.30’dan itibaren yavaş yavaş gecenin karanlığı kırılmaya
başladı. Erzincan’a yaklaşırken ortalık iyice aydınlanmıştı.
Dağların tepelerinde kar görmeye alışkındık ama yolun hemen
kenarındaki kar öbekleri hepimizi şaşırttı. Bundan sonraki
günlerde bu karlı manzaralara da alışacağımızı nereden
bilebilirdik ki?
Birinci Gün
İlk durağımız Erzincan yakınındaki Girlevik Şelalesi’ydi. Öyle
muazzam bir görüntüydü ki; şelaleyi seyredip, fotoğraf ve
72
videolarını çekmekten kahvaltıyı unutmuştum. Yol
arkadaşlarımdan birinin arayıp çağırmasıyla kendime geldim.
Şelalenin hemen alt tarafında bulunan tesiste, açık havada
yöreye has nefis bir kahvaltı yapıp yeniden şelalenin yanına
gittik. 30-40 mt yükseklikte bulunan ve tamamen doğal bir
şelale olan Girlevik’in suyu Munzur Dağları’nın yamacında yer
alan Kalecik Köyü’ndeki gözelerden geliyormuş.
Yol yorgunluğumuzu alan bu doğa harikasından ayrılmak zor
olsa da, yeni güzellikleri görmek üzere Pülümür’e doğru yola
çıktık.
Pülümür’e giden dağ yolunda verdiğimiz molada, yemyeşil
çimenlerin ardında yükselen karlı dağları arkamıza alarak bol
bol fotoğraf çektik. Burada dikkatimi en çok çeken konu ise;
kalekol, kulekol, karakol denilen, uzak tepelere kurulmuş ve
bölgeden geçenleri kontrol eden, gözetleyen yapılardı.
Pülümür ilçe merkezinde Belediye
Başkanı Sayın Müslüm Tosun’la
tanıştıktan sonra, Türk şiirinde
modernist bir hareket olan İkinci
Yeni şiirinin öncü şairlerinden, 1931
Pülümür doğumlu Cemal Süreya’nın
anıtını ziyaret ettik. Süreya’nın
çocukluğu, 1938 Dersim İsyanı
sonrasında babası Bilecik’e sürülene dek Pülümür’de geçmiş.
73
Sonrası ise yine o yılların getirdiği özlem, acı ve yalnızlık dolu
bir çocukluk ve ilk gençlik yılları… Dizelerinin bu kadar
dokunaklı olmasının bir sebebi de belki acılarla çok erken
karşılaşmasıdır, kim bilir.
Süreya’nın ismiyle, Hozat’ta gördüğüm bir panodaki acı dolu
yazıda yeniden karşılaşacağımı bilmiyordum ama bilmeden de
olsa yüreğime kara-ağır bir hüzün çöreklenivermişti,
Pülümür’den ayrılırken.
Rehberimiz Haşim Ağca “Bu gezide suya doyacaksınız”
demişti. Bu kadar çok dere, nehir, şelaleyi daha önce bir arada
gördüğümü hiç hatırlamıyorum ama biz coşkuyla çağıldayan,
serinliğiyle bizi kucaklayan, bulunduğu coğrafyadaki gibi sert
ve zorlu suları çok sevdik. Yerel rehberimiz Serdar’ın da bize
katılmasının ardından yolculuğumuza devam ettik. Bir sonraki
durağımız Ağlayan Kayalar ve Zağge Şelalesiydi.
Bu güzellik karşısında hayretten ve hayranlıktan yorgun düşmüş
bir şekilde kıvrıla kıvrıla tırmanan yolu seyrederek Kemal
Kılıçdaroğlu ve Kamer Genç’in memleketi olan Nazımiye’ye
ulaştık. Burada da kısa bir mola verip Belediye Başkanı Sayın
Cafer Kırmızıçiçek’le tanıştık. Karşılıklı güzel dileklerimizi
ilettikten sonra Kutu Dere’nin kıyısında, artık akşamüzerine
evirilmiş olan öğle yemeğimizi yemek üzere durduk. Burası
Akdeniz sahillerindeki plâjları andıran bir yerdi. Çocuklar
suyun kenarında oynuyor, yetişkinler de akıntıya kapılmayacak
74
şekilde dikkatli bir biçimde dereye giriyor, kimileri de
ayaklarını suya sokarak serinlemeye çalışıyordu. Tunceli
gezimizin her aşamasında, Doğu Anadolu Bölgesi’nin
kırsallarında çatışmaların sürdüğü, televizyonlarda isimlerini
askeri operasyonlarla birlikte duyduğumuz ilçelerde
olduğumuza inanamadık. Her şey çok güzel, çok değişik, çok
özgündü; tıpkı bölgenin insanları gibi…
Tunceli’ye girdiğimizde artık akşam olmak üzereydi. Şehrin
girişinde, bizi, çok güzel bir konumda, tüm sadeliği, renkleri ve
etkileyiciliğiyle Tunceli Cemevi karşıladı. Mehmet Dede’yle
tanışmak, sohbetini ve bize verdiği çok değerli bilgileri
dinlemek büyük bir ayrıcalıktı.
Bizleri “Bu kapıdan giren herkes candır. Kadın, erkek, çocuk,
din, dil ayrımı yoktur. Hepimiz eşitiz” diyerek karşılayan genç
bir Alevi Dedesi olan Mehmet Dede’nin sevgi dolu ses tonuyla
söylediği şu cümleyi ise hiç unutamayacağım: “Söz sizdeyken,
söz sizin kölenizdir ama söz sizden çıktıktan sonra artık siz
sözün kölesisinizdir.” Ah keşke daha fazla zaman olsaydı da
Mehmet Dede’yi günlerce dinleyebilseydik.
Daha sonra otelimize yerleştik ve hızlıca akşam yemeği için
hazırlandık. Yemeğe gitmeden önce oda arkadaşımla yaptığımız
kısa şehir turunda, doğuda küçük bir şehirde değil, adeta Ege’de
bir sahil kentindeymişiz gibi hissettik. Gerçi buraya “Doğuda
küçük bir şehir” demek büyük haksızlık olur. Burası
75
Tunceli’ydi… Bu şehir bir başka kokuyordu. Bu, özgürlüğün ve
eşitliğin kokusuydu.
Akşam yemeği için kabına sığmayan, coşup taşan Munzur’un
kenarındaki Halikarnas Restoran’a gittik. Yıllardır en büyük
hayallerimden biriydi; Munzur’u görmek, Munzur’u yaşamak
ve Munzur’u hissetmek…
İkinci Gün
Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra hep beraber
bir Tunceli turu yaptık. Bu yürüyüşte elbette ki Tunceli
Belediyesi’ni de ziyaret ettik. Binanın en çarpıcı özelliği her
katın kitaplıklarla dolu olmasıydı. Ne yazık ki Maçoğlu Başkan
Tunceli’de olmadığı için tanışamadık. Böylece Tunceli’ye
yeniden gitmemiz için bir sebebimiz daha oldu. Biz Tunceli’yi
çok sevdik. Belediye ziyareti sonrasında yedi kadının ortaklaşa
işlettiği ve hizmet verdiği bir kafede kahvelerimizi içtik ve yine
yola koyulduk.
Ovacık’a giderken kısa bir mola verdiğimiz asma köprü ve yine
bir mola sırasında mum yakarak dileklerde bulunduğumuz Ana
Fatma Ziyareti ilgimizi çeken yerlerdendi. Ana Fatma Ziyareti,
bölge Alevileri için çok önemli ziyaret merkezlerinden biri. Bu
merkeze adını veren Fatma Ana, yerel rehberimizin anlattığına
76
ve Tuncelililerle yaptığımız her sohbette ifade ettiklerine göre
kadın erkek eşitliğinin bir sembolü haline gelen ve
derinlemesine incelenmesi gereken kadın evliyalardan biri.
Tunceli gezimizin her saniyesinde, esiri olduğumuz büyük
şehirlerde özlemini fazlasıyla çektiğimiz “kadın-erkek
eşitliği”ne birinci elden tanık olmanın mutluluğunu yaşadım.
Yolculuğumuz sırasında edindiğim bir başka bilgi ise, isminde
“venk” ya da “vank” olan köylerde ve yerleşim birimlerinde
manastır olduğuydu, çünkü Ermenice bir kelime olan Vank
(Venk) büyük manastır anlamına geliyormuş.
Ovacık’a ulaştıktan sonra köpüre köpüre akan, coşup taşan ve
Alevi-Bektaşi inancında kutsal su olarak tanımlanan Munzur
kenarında hem ruhumuzu dinlendirdik hem de öğle yemeğimizi
yedik. Biraz dinlenip yaklaşık 4-5 km mesafede bulunan ve
gördükten sonra “Bu konuda okuduklarımızın ve
dinlediklerimizin eksiği var, fazlası yok” dediğimiz, kimi
zaman sular içinde yürüyerek, kimi zaman da manzarayı
seyrederek Munzur Gözeleri’ne gittik.
Akşam yemeğimizi yine Munzur kenarında hoş bir restoranda
yiyip ortada yakılan ateş etrafında bağlama ve türküler eşliğinde
güzel zaman geçirdikten sonra uyumak üzere Munzur
Dağları’nın eteğindeki Ovacık Kayak Tesisi’ne yerleştik.
77
Üçüncü Gün
Doğanın ortasında sarı kantaronlar arasında uyanıp,
kahvaltımızı Ovacık’ta yaptıktan sonra Belediye Başkanı Sayın
Mustafa Sarıgül’le tanışmak üzere Tunceli’deki gibi kitaplar ve
kitaplıklarla dolu belediye binasına gittik. Bayramlaşmanın ve
faaliyetlerle ilgili kısa bir sohbetin ardından bütün günümüzü
iki etap halinde yürüyerek geçireceğimiz parkurların birincisi
olan Kırk Merdiven’e ulaştık. 8 km gidiş, 8 km geliş olmak
üzere toplam 16 kilometrelik parkurun gidiş geliş yaklaşık 4
kilometresini tamamladıktan sonra dere kenarında sucuk-peynir
ve ekmekten oluşan öğlen yemeğimizi yedik.
İkinci parkurumuz olan Mercan Tepe’ye giderken yol üzerinde
kısa bir mola vererek, yörede sık rastlanan ve Akkoyunlular
dönemindeki Türkmen geleneğine uygun bir koçbaşı mezarı
ziyaret ettik. Bu heykellerin bir kısmının üzerinde kılıç, bıçak,
dokuma tezgâhı gibi eşyaların figürleri bulunuyormuş. Bunlar
sadece mezar taşını süslemek için değil, orada yatan kişinin
cinsiyeti, toplumdaki yeri ve mesleğini de içeren figürlermiş.
Örneğin; kılıç, kalkan gibi şekiller mezar sahibinin yiğit bir
erkek olduğunu; kandil, terazi gibi şekiller din adamı olduğunu;
iğne, el gibi figürler kadın olduğunu gösterirmiş. Bazı
mezarlardaki Zülfikar (Hz. Ali’nin kılıcı) figürü de orada yatan
kişinin Alevî olduğunu belirtirmiş.
78
Koçbaşı mezarın bulunduğu köyden ayrıldıktan sonra yaklaşık
6 kilometrelik ikinci ve zorlu parkurumuz Mercan Tepe
tırmanışına geçtik. Parkurun sonuna doğru rastladığımız
Tuncelili bir aile, bu güzergâhı dağcıların kullandıklarını
söyledi.
Akşam yemeğimizi Munzur’un kenarındaki aynı restoranda
yedikten sonra geceyi yine Ovacık’taki kayak tesisinde
geçirdik.
Dördüncü Gün
Kahvaltının ardından, eski adı Pulur olan ve ova boyunca sarı
kantaron çiçekleriyle bezenmiş Ovacık’tan ayrılıp Hozat’a
doğru çıktık. Hozat... 1937-1938 yılları arasında gerçekleşen
79
Dersim isyanı sırasında olayların en çok yaşandığı, kırgın,
kızgın, hâlâ yaralı Hozat… İlçenin ana caddesi üzerindeki
büyük panolarda o yıllara ait acı dolu fotoğrafların ve yazıların
sergilendiği, bazı evlerin cephelerinde boydan boya Dersim
olaylarına, Seyit Rıza’ya, Kürt Milletvekili Hasan Hayri’ye,
Yılmaz Güney’e, Che Guevara’ya ait resimlerin olduğu, acısını
canlı tutan Hozat…
Eski Hozat evlerini sessizce gezip, yine aynı sessizlikte
çaylarımızı içtikten sonra kimimiz avuçlarımıza, kimimiz de
yüreğimize döktüğümüz gözyaşlarımızla Hozat’tan ayrıldık ve
Tunceli’nin en büyük ilçesi olan Pertek’e gittik.
Keban Barajı’nın suları altında kaldığı için ODTÜ Mimarlık-
Restorasyon Bölümü tarafından taşları su altından çıkarılıp
numaralandırıldıktan sonra ilçe merkezine taşınan ve burada
yeniden monte edilerek kullanıma açılan Çelebi Ağa ve Sungur
Bey Camii’ni gezdikten sonra feribotla karşı kıyıdaki Elazığ’a
doğru yola çıktık. Bu sırada yine baraj suları altında kalmış olan
Pertek Kalesi’ni de görme şansımız oldu.
6 yıl yaşamış olduğum Elazığ’a 17 yıl sonra ilk defa gidiyor
olmak beni çok heyecanlandırmıştı ama meşhur Çayda Çıra
heykeli ve Harput dışında hiçbir yeri tanıyamadım. Belki
böylesi daha iyi oldu. Zaman geçiyor, mekânlar da insanlar gibi
değişiyor.
80
Beşinci Gün
Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra yerel rehberimizin verdiği
bilgiler eşliğinde, Elazığ ovasına hâkim ve Elazığ’dan yaklaşık
350-400 metre yüksekte olan, ayrıca 2018’de UNESCO Dünya
Geçici Miras Listesi’ne girmeye hak kazanan Elazığ’ın antik
kenti Harput’a çıktık.
Müzesi, kalesi, camileri, kilisesi, türbeleri ve daha pek çok
güzelliğiyle adeta bir açık hava müzesi olan Harput, bütün bu
özellikleriyle oldukça cazip ve çok ilgi çeken bir turizm
merkezi haline gelmiş. Depremler sonucu hafif yana yatmış
minaresi, taş yapısı, havalandırma delikleriyle ilginç bir yapı
olan Ulu Cami; geleneksel Harput Evi; Erzurum’daki Üç
Kümbetlerle benzer bir yapıya sahip Mansur Baba Türbesi ve
1279-80 yıllarında inşa edilmiş ve içinde mumyalaşmış ama
mumyalanmamış olduğu söylenen bir erkek bedeninin
bulunduğu Arap Baba Türbesi gezdiğimiz yerler arasındaydı.
Harput’un Arnavut kaldırımı sokaklarında gezerken, insan
kendini tarihin içinde dolaşıyor gibi hissediyordu.
Harput’un ardından otobüsle kısa bir şehir turu yaptıktan sonra
Malatya’ya doğru yola çıktık. Malatya’nın 5 milyon yıl önce
deniz olduğu gibi bilgileri de öğrendiğimiz Kent Müzesi ve
81
Etnografya Müzesi’ni gezdikten sonra da gün akşama
kavuşurken Ankara’ya doğru hareket ettik.
Fotoğraflarını kullanmama izin veren komşularıma ve böyle
güzel yerleri görmemize olanak tanıdığı için Çiğdemim
Derneğimize bir kez daha teşekkür ederek, bir sonraki gezide
yine birlikte olma dileğiyle yazımı bitiriyorum.
Bol gezili, bol bilgili, bol kitaplı nice günlere…
82
KAPADOKYA GEZİSİ
F.Buket Polat 9
Çankaya Belediyesi’nin ‘Kültür Gezileri’ kapsamında
düzenlediği dördüncü gezi, 27.09.2017 Çarşamba günü
Kapadokya’ya gerçekleşti. Yazdan kalma sıcacık, pırıl pırıl bir
gün, 44 mahallelinin mutluluğu ile taçlandı. Halktan aldığını
halka verme anlayışıyla düzenlenen bu etkinlik için, Çankaya
9 1956 yılında Tokat’ta doğdu. 1980 yılında Hacettepe Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü
mezunudur. 2000 yılında MEB’dan emekli oldu. Özel kurumlarda
eğitimci olarak çalışmaya devam ederken, Ankara Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Zihinsel Engelliler Sınıf Öğretmenliği Bölümünden mezun
oldu. 2020’de salgın koşullarından dolayı aktif çalışmayı sonlandırdı.
1991 yılından bu yana Dünya 1 Vadi Sitesi’nde oturmaktadır. Dernek
yönetiminde çeşitli görevlerde bulunmuştur. [email protected]
83
Belediye Başkanımız Sayın Alper Taşdelen’e, emek veren
Belediyemiz Kültür Müdürlüğü çalışanlarına, rehberlerimize ve
araç içi tüm görevlilere Çiğdem Mahallesi adına teşekkürler.
Saat 7’de Çiğdemim Derneği önünden başlayan gezinin ilk
durağı, Şereflikoçhisar sınırlarında kalan Tuz Gölü idi. Kış
mevsimindeki sığ görünümünün yerini, gözlerimizi kamaştıran
ve bembeyaz örtü gibi duran tuz tabakası almıştı. Tuzun sadece
sofralarımızın tadı tuzu olmayıp, kozmetikte de kullanıldığını
burada öğrendik.
Yaklaşık dört saatlik yolculuk sonunda Kapadokya Bölgesine
ulaştık. Bölgenin ilk doyumsuz manzarasını gördüğümüz
Göreme Seyir Tepesi’nde yorgunluk kahvelerimizi
yudumlarken peri bacalarını seyretmek ve çekilen fotoğraflarla
zamanı kayıt altına alma çabalarımız görülmeye değerdi.
Göreme-Avanos bölgesinde çanak çömlek sanatı yaygın.
Çanak çömlek işi, yaklaşık 9 bin yıldır var diye biliyorum.
Hititler aracılığıyla bu yörede yapılmaya başlamış. (anlatılanı
aktarıyorum) Kızılırmağın kızıl kili binlerce yıldan beri, insan
eli ve dehası ile birleşerek tencere tabak olmuş, süs eşyası
olmuş ve yöre halkından sanatçılar çoğalmış, kazanç kapısına
dönüşmüş. Dekoratif amaçlı pek çok obje yapılarak satışa
sunulmuştu. Kendi adıma itiraf edeyim, bakmaya doyamadım.
Yörede erkeğin evlenebilmesinin şartı, çömlek yapabilmek,
kapağını da gövdeye güzel denk getirebilmekmiş. Tabi ki bu
çooook eskilerde kaldı. Şimdiki şartlar pek ağır. Allah kız–
erkek herkese kolaylık versin diyelim.
Bu arada yeni öğrendiğim önemli bir bilgiyi de sizlere aktarmak
isterim. Bazı yörelerin toprağında demir tozu, asbest gibi ağır
metallerin yoğun bulunması nedeniyle, her yerden alınan toprak
kaplar mutfağımızda kullanılmamalıymış. Dekoratif amaçlı
tabii ki alınır. Toprak kaplarda üretim esnasında kullanılan boya
84
vb. ürünler de maalesef sağlığa uygun olmayan nitelik
kazanmalarına neden oluyor. Bize düşen bilinçli tüketici olmak.
Uçhisar Onyx Sanat Merkezi’nde, onyx hakkında ilginç bilgiler
verildi. Yöre bu taşın önemli merkezlerindenmiş. Aslında
mermer olmadığını, siyah, yeşil, beyaz türlerinin olduğunu,
beyazın ışık geçirgenliğini, yeşilin işlenemediğini ama siyah
olanın mücevher işleme sanatına uygun olduğunu öğrendik.
Gümüş ve altın ile yarı değerli taşların estetik, sanatsal
görünümü tek kelimeyle harika idi. Kendi adıma gözüm kalarak
ve derin bir ahhh çekerek oradan ayrıldım.
Paşabağı-Keşişler Vadisi, orijinalliği bozulmadan kalabilmiş
peribacaları diyarı. Antik Hıristiyanlık döneminde, keşişler
buralarda saklanarak kendilerini korumaya çalışmış. Erciyes
Dağı’nın aktif zamanında patlamasıyla oluşan tüflerin, rüzgar
etkisiyle yıpranması bu mistik ve ilginç yapıların oluşumunu
sağlamış. Oluşum kısmen de olsa hala devam etmekteymiş.
Yörede atlar, develer ziyaretçilerin ilgi odağı. Binip çevrede
salınıp duruyorlar. Bakarken, yıllar önce Daday At Çiftliği’nde
dört kişinin yardımıyla ata binme (binememe) anım aklıma
geldi. Ruh ile bedenin aynı hızda yol almayışını düşünerek ve
idrak ederek, çabalarını esirgemeyen arkadaşlarımı anımsadım,
buruk ve sevgi dolu bir tatla gülümsedim.
Antik Göreme’de yerleşim yok, Hemen hemen tüm yapılar otel,
restoran vb şeklinde kullanılıyor. Bana göre “yavaş şehir”
unvanını hak ediyor. Gitmeyip burada kalsam dedirten hoş bir
havası var.
Zelve-Hayaller Vadisi; deve, elin parmakları, derviş külahı, fok
balığı, öpüşen ördekler, ata binmiş gelin damat daha neler
neler… Adı ile uyumlu bak bak hayal et. Zelve ile ilgili rivayet
olmayan gerçek bir hikaye de var. 1960’lı yıllarda kış
mevsiminde Fransa’dan gelen bir turist gece olunca bacaların
ışıklı olup, duman çıkardığını görüyor. Gerçekte yöre halkının
85
ısınma amaçlı ateş yakmasından kaynaklanan bu görünümünü,
“periler yanıyor” diye düşünüyor. Fransa’ya gider gitmez
konsolosluğa bu gözlemini anlatılıyor. Böylece peri bacalarının
isim babası oluyor.
Ürgüp, tam bir konaklar diyarı. Sahiplerinin ismiyle anılan bu
konaklar butik otel olarak hizmete açılmış. Hâlâ burada çekilen
diziler varmış. Asmalı Konak dizisinden yadigar konak da ilgi
odağı olmaya devam ediyor, konuklar görmeden geçemiyor.
Kaya oteller görülmeye değer. Üzüm bağlarıyla meşhur
beldemiz, şarapları ve kuruyemişleriyle de hak ettiği önemi
koruyor. Tarım ve hayvancılık diğer bir geçim kaynağı.
Mağaralar doğal soğuk hava deposu olup, limon ve mantar
deposu olarak hâlâ kullanılmakta.
Yurdumuzun her yöresinin eşi bulunmaz bir açık hava müzesi
olduğunu düşünür, turizm gelirlerimizin bizleri memnun
etmesini ister ve beklerken, her yer gibi halk yakınma içinde.
Gözle görülür turist kaybımız var. Bu yazımın konusu dışında
olmasına rağmen “neden turist gelmiyor?” sorusunun pek çok
cevabının olduğunu düşünüyorum. Politik nedenler çok önemli
ama buna sığınıp, işvereninden işçisine tüm sektör çalışanları
kendini eğitip geliştirmedikçe, anlık kazanç peşine düştükçe bu
hep böyle olacak. Bireysel kazancımız ve tatminimiz elbette
gerekli ama kültürel değerlerimizin korunup kollanması bizlerin
sorumluluğu. Hiçbirisi bize ait olmayıp geleceğe bırakacağımız
dünya mirasımız! Her şeyden önce şu salaş, temizlikten yoksun
tesisler ve iki üç kelime yabancı dil bilgisiyle işi götüremeyiz.
İşimiz çok...
86
HASANKEYF SU ALTINDA KALIRKEN
Filiz Doğanay 10
Batman’ın bir ilçesi olan Hasankeyf, vadi içinde akan Dicle
nehrinin kenarında kurulmuştur. İlçe, Kale’nin bulunduğu
alanda yer alan Yukarı Şehir, Dicle’nin güney sahilindeki
teraslara ve düzlüğe yayılmış Aşağı Şehir ve Dicle’nin
kuzeyindeki Raman Dağı’nın eteklerindeki teraslarda bulunan
tarihi kent ve ören yerleri olmak üzere üç bölümdür.
Cumhuriyetin kendinden sonraki en büyük projesi olan GAP
(Güney Doğu Anadolu Projesi) kapsamında, Dicle nehri
üzerinde yapılan Ilısu Barajı’nın tamamlanarak (üç yıl
gecikmeli) su tutmaya başlamasıyla, Hasankeyf ilçesinin yüzde
10 1941’de Karabük’te doğdu. Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe
lisans, Hacettepe Antropoloji yüksek lisans mezunu. 38 yıl Köy İşleri
Bakanlığı Toprak Reformu Müsteşarlığı ve DPT’de araştırmacı,
uygulamacı ve planlamacı olarak görev yaptı. 32 yıldır Çiğdem
Mahallesi, Çamlık Sitesi’nde yaşamaktadır. [email protected]
87
yirmisi olan, aşağı şehir ve tarihi kent ören yerleri su altında
kalmaya başlayacaktır.
Hasankeyf günümüzde, orta çağa ait tarihi özellikler taşıyan tek
kent olarak çok değerli bir kültürel mirastır. Şehirde yaşamın
10-12 bin yıldır sürdüğü bilinmektedir. Paleolitik dönemden
itibaren şehrin kurulu olduğu arazinin özelliği: mağaraların
işlenerek yaşama mekânı olarak kullanımını kolaylaştırmış
olmasıdır. Bu mağaralar yakın zamana kadar kullanılmıştır.
İlçede, tarih boyunca Asurlular, Urartular, Sümerler, Romalılar,
Bizanslılar, Abbasiler, Hamdaniler, Artuklular, Mervaniler,
Eyyubiler, Selçuklular, Moğollar, Osmanlılar yaşamış ve
kültürel varlıklarını bırakmışlardır. Hasankeyf’in tarihi ve
kültürel varlıkları 1978 yılında Anıtlar Yüksek Kurulu’nca
tescil edilmiş, ayrıca İlçe, 1981 yılında yasal koruma altına
alınmıştır.
Öte yandan, Ilısu Projesi, elektrik üretimi, tarımsal kalkınma ve
yeni istihdam olanakları gibi birçok şekilde Güneydoğu
Anadolu Bölgesi’nin tamamının kalkınmasına katkıda
bulunacaktır.
Proje’nin uygulamaya başlanmasıyla ilçe yerleşiminin ve
kültürel varlıklarının su altında kalacak bölümleri için, kültürel
varlıkların korunup kurtarılmasına ve yeni yerleşime ilişkin
eylem planları ile ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme)
çalışmaları yapılmıştır.
Bu çalışmalar doğrultusunda barajdan etkilenerek su altında
kalacak olan kent merkezi için; mevcut yerinin 3 km kuzey
doğusunda belirlenen bir alanda, yeni konutlar ve kamu hizmet
binalarıyla yeni bir yerleşim yeri oluşturulmuştur. Ayrıca yeni
yerleşim alanında Kültürel Miras Parkı ve Müze’yi kapsayan bir
alan planlanmıştır.
88
2018 yılında, aşağı şehirde su altında kalacak olan kültürel
miras eserlerinden Zeynel Bey Türbesi, İmam Abdullah
Zaviyesi, Artuklu Hamamı, El Rızık Camisi Minaresi, Sultan
Süleyman Camisi Minaresi, Kızlar Camisi, yeni Hasankeyf
yerleşkesindeki “Kültürel Miras Parkı ve Müze” alanına
taşınmıştır. Ayrıca Koca Cami Yamaç Külliyesi ile Artuklu
Köprüsü’nün dış cephe kaplamaları ve özgün mimari dekoratif
unsurlarının da taşınması planlanmıştır.
Hasankeyf’in Yukarı Şehir alanı, Ilısu Projesi’nin maksimum su
kotundan etkilenmeyecektir. Bu alanda çok sayıda mezar, türbe,
köşk, tarihi konut, bir tarihi cami, saray ve yüzlerce mağara
bulunmaktadır. Bakımsız ve harap durumdaki bu tarihi
merkezin kazılarının tamamlanıp uygun bir çevre
düzenlenmesiyle ‘Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi’”
olarak hizmete açılması için de çalışmalar sürdürülmektedir.
Ilısu Projesi tamamlandığında, Fırat Nehri gibi Dicle Nehri de
göle (İznik Gölü büyüklüğünde) dönüşecek ve bölge için tarih
yeniden yazılacaktır
89
AFRODİSİAS ANTİK KENTİ
Gönül Öner 11
Afrodisias Antik Kenti, ünlü fotoğrafçı Ara Güler'in 1958
yılında gazeteci olarak bu bölgede bir baraj açılışına gitmesi ve
dönüşte yolunu kaybetmesi üzerine bir köyden geçerken
köylülerin tarihle iç içe yaşadıklarını, sütunları, tarihi yapıları
ev yapımında, lahitleri üzüm şırası süzmek için kullandıklarını
fark etmesiyle keşfedilir. Ara Güler çektiği fotoğrafları Times
dergisine göndererek Afrodisias’ı dünyaya tanıtmıştır.
Amerika'dan gelen arkeologlar Geyre’de çalışmaya başlamışlar
ve böylece buranın antik bir kent olduğu anlaşılmıştır. Daha
11 1961 yılında Ankara’da doğdu. 26 yıl Maliye Bakanlığı Milli Emlak
Genel Müdürlüğü’nde çalıştıktan sonra 2009’da emekliye ayrıldı.
Halen Asemek Sitesi’nde ikamet etmekte ve Dernek genel sekreterliği
görevini yürütmektedir. [email protected]
90
sonra Prof. Kenan Erim tarafından kazılara başlanmış, uzun
yıllar süren çalışmalar sonucunda antik kent gün yüzüne
çıkarılmıştır. Ayrıca antik kentin bulunduğu Aydın’ın Karacasu
ilçesi, Neolotik Çağ'dan bu yana çömlekçilik yapılan bir yerdir.
Babadan oğula geçen bu meslek halen 37 atölyede 100’ün
üzerinde usta tarafından yaşatılmaktadır.
Biz de Dernek olarak bu kenti görmek isteyen komşularımızla 8
Aralık gecesi yola çıkarak Ankara Afyon karayolu üzerinden
(molalarla birlikte) yaklaşık 9 saat süren bir yolculukla Geyre
Beldesi’ne ulaştık. Bölge’nin yöresel ürünleriyle, sıcacık bir
sobanın etrafında nefis bir kahvaltı yaptıktan sonra, tekrar
aracımıza binerek UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde de yer
alan Afrodisias'a doğru yola koyulduk. Aracımızdan indikten
sonra bir traktörün çektiği çekeke binerek adını tanrıça
Afrodit’ten alan Afrodisias Antik Kentine geldik. Bir
tarafımızda çam ağaçları, bir tarafta lahitler olan yolda
yürüdükten sonra ortada mermer bir aslan heykeli olan meydana
geldik. Çevremizde her yer antik eserlerle çevriliydi ve biz
hangisine bakacağımızı şaşırdık. Biraz yürüyünce karşımıza
sütunlu ve çok etkileyici bir yapı çıktı. Afrodit Tapınağı’na
girişi sağlayan tören kapısı (Tetrapylon her dört tarafında bir
girişi bulunan antik Roma anıtları) bizi karşıladı. Bu tapınağın
çok uzun yıllar süren çalışmalar sonucu 1991 yılında bugünkü
haline getirilebildiğini öğrendikten sonra, yürümeye devam
ederek Afrodit Tapınağı’na geldik biraz ilerledikten sonra
ömrünün 30 yılını bu kentin ortaya çıkarılmasına adamış Prof.
Kenan Erim'in mezarına ulaştık ve çok etkilendik.
Afrodit Tapınağı’nın yapımı MÖ 1.yüzyıla tarihleniyor. MS 6.
yüzyılda kiliseye çevrilirken yapıda büyük değişiklikler olmuş
ve ortaya tapınaktan daha büyük, bazilika planlı bir kilise
çıkmış. Etrafımızda bulunan eserler arasında dolaşırken
hayranlığımız daha da arttı. Tapınağın karşı tarafında
dikdörtgen, küçük taşlarla örülmüş yapılar dikkat çekiyordu.
91
Merdivenleri çıkınca karşımıza Meclis binası çıktı
(Bouleuterion). Burası o dönemlerin şehir yaşamında çok
önemli bir yere sahipti. Meclis binasının arkasında MÖ 3. ve
4.yüzyıllarda kullanılmış olan mermer atölyeleri yer alıyor. Bu
atölyelerde mitolojik ve güncel temalı heykeller yapıldığını,
yapılan heykellerin depolandığını, Afrodisias'ın heykeltıraşlık
merkezi olduğunu ve eskiyen heykellerin de burada tamir
edildiğini öğrendik.
Odeion’dan çıktıktan sonra, Bizans döneminde, Piskoposluk
Sarayı olarak kullanılan alanı da görüp Hadrian Hamamları
kalıntılarına geliyoruz. Burada mermer havuzlu çeşmeyi
görüyor ve kölelerin çalıştırıldığı fırınlarda ısıtılan suların
borularla hamamlara ulaştırıldığını öğreniyoruz. Daha sonra
Agora’ya (pazar yeri ve kent meydanı) geçiyoruz. Etrafımızda
sütun bolluğuna bakıp bu kadar çok sütun kullanılan başka bir
kent var mı acaba diye düşünmeden edemiyoruz.
Buradan yaklaşık 30 bin kişilik Stadyum’a ulaşıyoruz ve hayran
hayran bakakalıyoruz. Biraz daha tepeye çıktığımızda Geyre
beldesini ve çokça kavak ağacını görüyoruz. Tepeyi geçer
geçmez de antik kentin muhteşem Tiyatro’su karşımıza çıkıyor.
Tiyatro, o kadar iyi korunmuş ki hayran kalmamak elde değil.
Biraz daha ilerledikten sonra Sebastaion Anıtı’nı görüyoruz.
Gezerken etrafımızda ağaçların tepesinde ve yapıların
arasındaki sincaplar dikkatimizi çekiyor. Sonrasında Afrodisias
Müzesi’ne geçiyoruz. Burada sergilenen heykelleri, tarihi
objeleri inceleyip fotoğraflarını çektikten ve biraz da dinlenip
mağazadan alışveriş yaptıktan sonra Denizli'ye doğru yola
çıkıyoruz...
92
TARİHİ SİL BAŞTAN YAZDIRAN KEŞİF
GÖBEKLİTEPE
M.Demet Yücelgen 12
Cenk’in bir isteği daha oldu. Gün doğmadan derneğin önünde
havaalanına gitmek üzere buluşuyoruz. 8’de Diyarbakır’a
uçacaktık iki saatlik rötarımız olmasaydı. Ama bu bile
keyfimizi bozamadı. 1 saatlik uçuş sonrası Diyarbakır’dayız.
Davul zurnayla karşılandığımız Hancı Restoran’da nefis bir
12 1965 yılında İzmir’de doğdu. Ege Üniversitesi’nde Mikrobiyoloji
okudu. MEB’da öğretmenliğe başladığında yolu Ankara ile kesişti.
Halen biyoloji öğretmenliği yapmakta. Cenk ve Cem’in annesi. Hayatı
Gez-Gör-Ye ile renklendirmektedir.
[email protected]
93
kahvaltıyla enerjimizi 3 güne yetecek kadar doldurduk. Dilek
arkadaşımızın doğum gününe denk gelmesi de pasta sürprizi
yaşattı. Siverek, Hilvan güzergahında 170 km yol bizleri
bekliyordu.
Şanlıurfa'dan 30 km uzaklıktaki Göbeklitepe’deki tapınakları
görmek için yola düştük. Ören yerinin hemen girişindeki,
çevreye uygun mimarisiyle dikkat çeken ziyaretçi merkezi
bizleri karşılıyor. Görsel ve işitsel olarak çok iyi tasarlanmış bu
merkez adeta bir zaman makinesi. Simülasyonlarla
günümüzden 12 bin öncesine götürüyor ve Göbeklitepe’yi inşa
eden insanların nasıl yaşadıklarını anlamamızı sağlıyor. Hiç de
ilkel değiller. 12 bin yıl öncesinde gelişmiş bir topluluk var
karşımızda. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer alan
ve tüm dünyanın dikkatini çeken.
Şanlıurfa'daki Göbeklitepe’de insanlık tarihinin bilinen ilk
tapınakları yer alıyor. Peki, MÖ 10 bin yıl önce henüz yerleşik
hayata geçmemiş olan avcı toplumlar böylesi görkemli
tapınakları nasıl yaptı? Göbeklitepe işte bu ezberi bozuyor.
Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi'nin girişinde bir pano var. Panoda
İngiltere'deki Stonehenge'in MÖ 2500'de, Mısır piramitlerinin
MÖ 2600'de, Mezopotamya’daki zigguratların MÖ 4000'de,
Portekiz'deki Almenders Cromlech'in MÖ 6000'de,
Göbeklitepe’deki tapınakların ise MÖ 12.000'de inşa edildiğini
gösteren bir çizelge bulunuyor. Bu çizelge bile Göbeklitepe’nin,
insanın tarihsel yolculuğunda nerede durduğunu anlamamız için
yeterli. İnsanın kendi elleriyle yaptığı, bilinen ilk tapınaklar var
burada. Hem de insanın henüz yerleşik hayata geçmediği, avcı
olarak yaşadığı bir dönemde inşa edilmiş. Sonra burayı inşa
edenler, nedendir bilinmez üzerini toprakla kapatmış ve
Göbeklitepe derin bir uykuya yatmış. Ta ki 1980'lere kadar.
1980'li yılların sonlarında iki köylü Şanlıurfa'da tepelik bir
arazide, topraklarını sürerken bir heykel buluyor. Alıp evlerine
götürüyor. Heykelin müstehcen olduğunu düşündükleri için
94
ahıra koyup üstünü örtüyorlar. Fakat bu heykelle ne
yapacaklarını da bilemiyorlar. Sonunda devlet yetkililerine
teslim etmeye karar veriyorlar. Ama 'devlete kirli heykel
götürülmez' diye bir güzel yıkayıp öyle Şanlıurfa Arkeoloji
Müzesi'ne teslim ediyorlar. O yıllarda müzede bu heykelin
değerini kavrayacak Neolitik Çağ uzmanı yok. Bunun için
heykel depoya kaldırılıyor. Aradan zaman geçiyor. 1990'lı
yıllarda Şanlıurfa'da Nevali Cori kazısını yapan Prof. Harald
Hauptmann ile onun ekibinden öğrencisi Klaus Schmidt bu
kazıdan çıkarılan eserleri teslim etmek için müzeye geliyorlar.
Müze yetkilileri onlara Örencik Köyü'nde yaşayan köylülerin
vakti zamanında getirdiği heykeli gösteriyor. Schmidt'in o an
gözleri parlıyor, müze yetkilisine "Nereden buldunuz bu
heykeli?" diye soruyor. Örencik Köyü'ne gidiliyor, köylüler
bulunuyor, Schmidt ile köylüler bu heykelin çıktığı araziye
gidiyorlar. İşte o arazi yıllar içinde kazılıyor ve altından insanlık
tarihini değiştiren, tarihin sıfır noktası olarak nitelendirilen
Göbeklitepe’deki tapınaklar ortaya çıkıyor. Milattan 10 bin yıl
önce insanlık bir inanç merkezi inşa etmiş! Bildiğimiz ezberler
bozuluyor bu bilgiyle. Peki nasıl?
Göbeklitepe keşfedilmeden önce bize, 12 bin yıl önceki insanın
avcılık yaparak ilkel bir şekilde yaşadığı öğretilmişti. Böylesi
karmaşık bir tapınağı inşa etmesi için insanın önce barınak
yapmayı öğrenmesi, sonra tarıma başlayarak yerleşik hayata
geçmesi gerekiyordu. Yerleşik hayata geçmemiş ilkel avcı
toplumlarda inancın yerinin olmadığı düşünülüyordu. Ama
işte Göbeklitepe bu ezberi bozdu. Anlaşıldı ki Göbeklitepe’de
yaşayan insanlar, yerleşik hayata geçmeden önce ileri düzeyde
mühendislik zekasına sahipti ve heykelleri işleyecek bir estetik
anlayışları vardı. Ama en önemlisi daha avcı toplumuyken bile
bir inanca sahiptiler ve bu inanç onlara görkemli tapınaklar
yaptırmıştı. Bir toplumsal iş bölümü yapılmış. İşçi sınıfı,
yönetici bir sınıf ve dini temsilciler var. Ellerinde taşları
95
şekillendirecek hiçbir alet yok. Sadece çakmak taşı var. Ama
onlar o taşları kendi elleriyle ve zekalarıyla işleyip toplumsal
bir iş bölümüne giderek böylesi devasa mabetler yapmışlar.
Sonrasındaysa T şeklinde stellerden (dikilmiş, yüksekliği
eninden uzun yekpare bir taş) oluşan tapınaklara doğru yolculuk
başlıyor. İki ila altı metre uzunluğunda ağırlıkları beş ila 20 ton
arasında değişen stellerden oluşan tapınaklar tüm görkemiyle
bizi bekliyor. İnsanı temsil ettiği düşünülen bu stellerin
üzerinde kimi vahşi hayvan figürleri bulunuyor. Neden buraya
tarihin sıfır noktası denildiğini daha iyi kavrıyorsunuz. Alanında
dünyadaki sayılı müzelerden biri olan Şanlıurfa Arkeoloji
Müzesi'ni de görmek için şimdiden sabırsızlanıyoruz.
Göbeklitepe kazılarından çıkan görkemli sanat eserleri ve
heykelcikler burada sergileniyor. Tapınak yapılarındaki leopar
rölyefi, yaban domuzları, leylek, tilki, ceylan, akrep, yılan ve
kafası olmayan insan kabartması dönemin inancıyla ilgili
önemli bulgular. Ayrıca Göbeklitepe’nin etkileyici bir replikası
da müzede, ayrı bir bölümde sergileniyor.
Şanlıurfa Müzesi biletinizde Haleplibahçe Mozaik Müzesi’nde
ek bir ücret ödemeden giriş yapabiliyorsunuz. Bölgedeki en iyi
mozaik müzesi Gaziantep’te, o kesin. Fakat Şanlıurfa Müzesi de
görülmesi gereken güzellikleri barındırıyor. Yine son derece
ferah ve profesyonelce hazırlanmış olan bu müzede; eserlerin
üzerinden geçen camdan bir yürüyüş yolunda ilerliyorsunuz ve
sağlı sollu mozaikleri inceliyorsunuz. En belirgin mozaik bir
esir ve yanında gelen zebra. Diğerleri ise farklı sebeplerden
günümüze gelemediği için yarım hep. Ama kısa da olsa
görmeniz gereken etkileyici bir müze. Cenk için cam yolların
üzerinden yürümek biraz tedirgin etse de bir solukta bitiriyoruz.
Şehri, türküler söyleyerek gezdiğimizden sıra gecesine
antrenmanlı geldiğimizi sanıyorduk ama yanılmışız. Bizim
repertuarımız pek de geniş değilmiş. Yöreye özgü ağır türküler
eşliğinde zil çalan karnımızı lezzetli yemeklerle susturmaya
96
çalışıyoruz. Yörenin tınısı içimizde bir şeyleri harekete
geçiriyor, elimde poşiyle halay başında buluyorum kendimi.
Davulun ritmine koyuveriyoruz. Urfa Sarayı’ndaki sıra
gecesinden sonra adını bölgedeki uygarlığın en eski yerleşim
birimlerinden biri olan Nevali Çori’den alan Nevali Hotel, rahat
odalarında geleneksel misafirperverliğiyle bizleri misafir
ediyor.
Şanlıurfa’nın 44 kilometre
güneydoğusundaki sıcak,
seyahat, kervan anlamına
gelen Harran Surlarına
Rakka kapısından, günün
erken saatinde giriş
yapıyoruz. Her yıl binlerce
yerli ve yabancı turist
tarafından ziyaret edilen
tarihi Harran Kenti, kendi
adıyla anılan Harran Ovası
merkezinde kurulmuş.
Harran; Ay, Güneş ve
gezegenlerin kutsal sayıldığı eski Mezopotamya
putperestliğinin (Sabiizm) önemli merkezi olması yönüyle ünlü.
Tevrat'ta Hârân olarak geçen yerin burası olduğu söylenilir.
İslam tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber’in
torunlarından Kaynan’a veya İbrahim Peygamberin kardeşi
Aran'a (Haran) bağlarlar. Bölgede ağaç yetişmemesi nedeniyle
kerpiçten yapılan evlerden bölgede 900’den fazla varmış. Bu
evlerin en büyük özelliği ahşap malzemesinin olmaması, ayrıca
yazları serin, kışları ise sıcak olması. Bir evde zamanında çok
fazla aile yaşarmış, hepsi aynı evde yaşar ve hayat denilen
avluda sosyalleşirlermiş. Günümüzde bu durumu yaşayan
insanlar hâlâ var. Harran’da hâlâ yerleşim mevcut. Huni
şeklindeki kübik evler 1989 yılından sonra terk edilmiş.
97
Bölgede iki tane örnek Harran Evi var. Amaç kültürü anlatmak,
yaymak. Bunlardan birisi 22 odalı. Eski aşiret ağası 8 karısı ve
45 çocuğuyla bir zamanlar bu evde yaşamışlar. Kız istemeye
gittiklerinde ikram edilen mırra fincanı masaya konulursa ceza
kesilirmiş; kızın çeyizini yapmak zorunda kalırmış. Yol
boyunca pamuk tarlalarını görüyoruz. Yılda üç kez hasat
yapılıyormuş. Son hasat marabalara yani çalışanlara
bırakılıyormuş. Gördüğümüz evlerin tümünde ay ve yıldız
olması dikkatimizi çekiyor. Teröre karşı isyanı dile
getirircesine...
Ve Balıklı Göl. Balıkların kutsal olarak kabul edildiği yer.
Balıklı Göl, Hz.İbrahim’in ateşe atıldığında düştüğü yer olarak
kabul ediliyor. Dönemin zalim hükümdarı Nemrut ile düştüğü
görüş ayrılığı Hz.İbrahim’in ateşe atılmasına neden oluyor.
Allah’ın verdiği emirle ateş göle, ateşi harlayan odunlar da
balığa dönüşüveriyor. Hikaye orayı ziyaret eden herkes gibi
bizim de tüylerimizi diken diken ediyor. Anlatılanların etkisi
sürerken, Balıklı Göl’ün yakınındaki Hz.İbrahim’in doğduğu
yer olarak kabul edilen mağaraya geçiyoruz. Kapısında yazan
“Edeple giren, lütufla döner” cümlesi hayatı sorgulatan
cinsten.
98
Birecik, Şanlıurfa’nın küçük bir ilçesi. Kelaynak üretme
çiftliğindeyiz. Göçmen bir kuş olan kelaynağın nesli tükenmek
üzere iken yapılan çalışmalar ümit verici. Avcılık, üreme
alanlarında rahatsız edilmeleri, yaşam alanlarının değişmesi ve
beslenme alanlarında kullanılan zirai ilaçlardan zehirlenmeleri
sonucunda sayılarında ciddi azalma ve dağılım gösterdikleri
alanlarda daralma meydana gelmiş. Bugün, kelaynaklar nesli
tükenmekle karşı karşıya olan kuş türlerinden birisidir.
Kelaynaklar dünyada sadece Nil Vadisi’nde ve Birecik’te
bulunmaktadırlar. Başında tüy olmaması, isminin ‘Kelaynak’
olmasına neden olmuş. 1990 yılından bu yana, Birecik’teki yarı-
yabani kuşlar üreme dönemine hazırlık için Şubat-Mart
aylarında kafeslerden çıkarılıyorlar ve göç zamanına doğru
Temmuz-Ağustos aylarında tekrar kafeslere alınıyorlar. Bu
dönem içerisinde kuşlar doğal ortamlarında serbestçe
uçabiliyorlar ve ürüyorlar. Üretme istasyonunun içindeki
kayalıklar ve tahta yuvalarda üreyen kelaynaklara günde iki
kere yem veriliyor. Kuşlar aynı zamanda Fırat’ın kenarındaki
alanlara da gidip besleniyorlarmış.
Nihayet görmeyi en çok istediğim yerdeyiz. Hüzünlü bir
hikayesi olan Fırat Nehri kıyısındaki batık şehir Halfeti, adeta
adı gibi insanı da hüzne batırıyor.
Halfeti’de, 2000 yılında 69 köy baraj suları altında kalmış.
Eviniz, ocağınız, mahalleniz, sokağınız en önemlisi anılarınız
sular altında kalıyor, sizse suyun üstünde. Elinizden hiçbir şey
gelemiyor, sadece batan şehrinizi yukarıdan izleyebiliyorsunuz.
Baraj suları çıkagelmeden önce burada yaşayan halka köylerini
terk etmeleri için yüksek miktarda paralar verilmiş. Kimi kabul
edip gitmiş kimi ise terk edememiş toprağını, ocağını. Sonra ise
olan olmuş maalesef. Sular gelmiş, köyü içine almış ve insanlar
yine evlerinden ayrılmak zorunda kalmış ama daha acıklı bir
şekilde…
99
Halfeti’de gezilecek yerlerin büyük bir kısmı ya sular altında
kaldığından ya da karayla bağlantısı kesildiğinden tekne turu
yapmanız kaçınılmaz oluyor. Televizyonlarda karşınıza çıkan
Savaşan Köyü’ndeki, minaresi suyun üzerinde, kendisi suyun
altında olan Batık Cami’yi de bu tekne gezisi sırasında
görebiliyorsunuz. “Kim bilir, şu Fırat Nehri’nin suları altında
ne yaşanmışlıklar kaldı” diye düşünmeden edemiyor insan. Bir
zamanlar bu topraklarda yetişmeyen sebze-meyve yokmuş,
öylesine verimliymiş. Yerleşilen yeni toprakların gülü ise kara
renkte bitmiş, kara günleri unutturmamak istercesine. Suyun bu
seviyeyi bulması 6 ayda tamamlanmış. Nehrin sağ tarafı
Şanlıurfa, sol tarafı ise Gaziantep. 100 km uzunluğundaki
Fırat’ın üzerinde 5 baraj var. Toplamda 96 köy sular altında
kalmış. Hüzünle oradan ayrılıyoruz.
Günün bitiminde Gaziantep şehrimize giriş yapıyoruz. Safir
Otel’de misafiriz bu kez. Otelimizde aldığımız yöresel yemek
günün yorgunluğuna derman oluyor. Gaziantep deyince ilk
aklımıza gelen baklava değil midir? Hava bahardan kalma,
yürüyüş yapmak keyif veriyor. Kendimizi Koçak Baklavacı’da
buluyoruz. Eh yemeden de Ankara’ya dönülmez. Daha önce
yediğinizi sandığınız baklavalar aklınızdan ve damağınızdan
silinip gidebilir.
Zeugma Mozaik Müzesi, koleksiyonunda bulunan 1450
metrekare mozaik, 140 metrekare duvar resmi, 4 Roma dönemi
çeşmesi, 20 sütun ve daha birçok tarihi esere ev sahipliği
yapıyor. 30 bin metrekare üzerine kurulu Müze kompleksi üç
blok olarak inşa edilmiş. Zeugma Mozaik Müzesi, mozaik ve
arkeoloji müzesi olmanın yanı sıra sergi ve konferanslara ev
sahipliği de yapmakta… Zeugma’nın hikayesi ise şöyle; MÖ
300 yılında Büyük İskender’in generallerinden I.Seleukos, Fırat
Nehri’nin ticari açıdan önemli bir noktasına kendi adıyla
anılacak bir şehir kurar. Bu şehrin hemen karşısına da eşine
adadığı Apamenia şehrini kurar ve bu iki şehri bir köprüyle
100