birbirine bağlar. Zamanla şehir güçlenir, Roma
İmparatorluğu’na dahil edilir ve artık bu şehir Roma’nın doğu
sınırındaki en büyük kenti olmuştur. Gelişen bu yeni şehrin adı
da köprü geçiş noktası anlamına gelen ‘Zeugma’ olarak
değiştirilir. Yüzyıllar boyunca ihtişamla hüküm sürer fakat
zaman içinde hakimiyetini başka milletlere kaptırır ve toprağın
altında, arkeologlar tarafından keşfedilmek için 1987 yılına
kadar bekler.
Müzede sergilenen her bir eser değerli ve özellikli, ancak
müzenin en gözde eseri Çingene Kız Mozaiği. Zeugma kazıları
sırasında çıkarılan kadın figürü hem Zeugma’nın hem de
Gaziantep’in simgesi haline gelecek kadar büyüleyici. Milattan
sonra 2. yüzyılda yapılmış olan Maenad yani bizim bildiğimiz
adıyla Çingene Kızı Mozaiği; taban döşemesi olarak yapılmış
bir mozaik, Maenad Villası olarak bilinen yerde bulunmuş.
Düşünsenize bu güzel ve dünyanın en değerli
kompozisyonlarından biri olan Çingene Kız figürü aslında her
gün üstüne basıp geçilmek üzere tasarlanmış. Şimdi ise yüzü
bir daha toprakla örtülmemek üzere misafirlerini bekliyor.
Mozaikte yer alan kızın mahzun bakışlarından ötürü birçok
arkeolog ve sanat tarihçisi tarafından Zeugma’nın Mona Lisa’sı
olarak da nitelendirilmiş. Zeugma Antik kentinden çıkarılan
mozaiklerde Anadolu kökeni olduğu bilinen doğa ve şarap
tanrısı Dionysos ve zafer tanrıçası Nike bir arada
resmedilmiştir. Dionysos aynı zamanda adının verildiği bir
dinin tanrısı kabul edilir. Bu dinin mensupları şarap ayini
sayesinde gizemli bir yolculuğa çıktığına inanılırdı. Bu ayinde
insanın kendini aşması ve sırra ereceği düşünülürmüş. Fırat’ın
yatağından toplanan mozaiklerle yapılmış çoğu. Afrodit’in
doğuşu gibi popüler konular da burada görülmekte. Zeugma ve
Belkıs’tan gelen mozaikler bütün olarak taşınmıyor elbette.
Ziya Bey’in anlatımıyla öğreniyoruz nasıl olduğunu. Önce
101
kesim yeri belirleniyor, fotoğrafları çekiliyor ve
numaralandırılıyor tekrar birbirlerine kavuşmak üzere.
Mars Heykeli de mükemmel bir eser, elindeki figürle barış
yanlısı olduğunu düşündürüyor. Şehrin gözbebeği Zeugma;
tarihi ve kültürel bir miras, ziyaret etmeden dönmeyin.
Kendinizi büyülü bir zaman tünelinin içinde hissedeceksiniz.
Gaziantep’in tarihi dokusunu ve geleneksel evlerini keşfetmek
için tarih kokulu sokaklarında kaybolmanız lazım. Eski Antep
evlerinin kendine has dokusu çok etkileyici. Her ne kadar
turistik bir çevreye dönüşmüş olsa da hâlâ yaşayan yerlileri de
sokaklarda görmek mümkün. Ayrıca bu mahallenin büyük bir
önemi var. Bey Mahallesi, Atatürk’ün nüfusa kayıtlı olduğu bir
mahalle ve bu yüzden bir anı müzesi yapılmış. İkinci uğrağımız
bu Müze oluyor. İki binadan oluşan yapının birinci bölümünde;
Atatürk’ün konakladığı mekânın bir benzeri ve ziyaretinde
kullandığı kahve fincanından okuduğu kitaplara, şahsi
eşyalarının orijinalleri sergilenmekte. Ortak avluya bakan ikinci
bölümde ise; Atatürk Araştırma Kitaplığı ile Antep
Savunması’nın anlatıldığı Sözlü Tarih Araştırma Odası yer
almakta. Bu bölümde Antep Savunması kahramanları
sinevizyonla anlatılıyor. Ayrıca halkın o geçmişte kullandığı
eşyaların örnekleri sergilenmekte.
Aynı sokakta Oyuncak Müzesi de bulunuyor. Özellikle
Müze’nin girişindeki oyun oynayan çocuk heykelleri hepimizi
saklambaç oynadığımız çocukluğumuza götürüyor.
Türkiye’de ayakta kalabilen kalelerin en güzel örneklerinden
birisi olan Antep Kalesi’ndeyiz. Kale heybeti ve bir sır gibi
gizlediği tarihiyle şehir merkezinde, Alleben Deresi’nin güney
kenarında, yaklaşık 25-30 metre yükseklikte bir tepe üzerinde.
Artık serbest zaman vakti, nefis kokular baş döndürmeye
başladı bile. Çok sayıda tercih edebileceğimiz mekan var. Biz
tercihimizi Yesemek‘ten yana yaptık. Kapısında “Dünya Bir Ev
102
Olsaydı Antep de Mutfağı Olurdu” yazısıyla karşılıyor bizi.
Gaziantep Mutfağı denilince birçoğumuzun aklına baklava,
kebap, fıstık gelir. Fakat Antep Mutfağı bir hazine, bir sanattır.
Kullanılan araç gereci, ürünü, yiyeni, pişireniyle ayrı bir kültür
ve uygarlıktır. Mevsimine göre meyve ve sebzelerin, tahılların,
salçaların, baharatların bir arada kullanıldığı son derece sağlıklı
tencere yemeklerini de içeren zengin bir mutfaktır. Yesemek de
bize bunu kanıtladı. İlk kez Beyran çorbası içtim. Kesinlikle
tavsiye ederim, yoğun baharat seviyorsanız tabi. Yediklerinizi
eritmek vaktidir. Çevrede yürüme mesafesinde birçok tarihi
yapı var ama tabii günübirlik geldiğimiz için görülmesi gereken
en önemli yapıları ziyaret etmemiz daha önemli. Bedesten
kelimesi Farsçada değerli, kıymetli kumaşlar, mücevherler ve
buna benzer eşyanın satıldığı kapalı bir çarşı anlamına geliyor.
Konum itibariyle İpekyolu üzerinde bulunmasından dolayı tarih
boyunca ticari bir öneme sahip olmuş.
İçinde baharatçılar, ahşap eşya satan dükkânlar, gümüşçüler
dışında inanılmaz çeşitli ürünler de bulabileceğiniz Bakırcılar
Çarşısı, İstanbul’daki Kapalıçarşı’nın bir benzeri. Antep
denilince akla bakırcılık gelse de sedef işlemeciliği de bakır
kadar önemi olan ve günümüzde yaşatılan geleneksel el
sanatlarından biri. Ahşap sandık, çerçeveler, sehpalar ve
aklınıza gelebilecek birçok hediyelik eşyaya işlenmiş parlak
beyaz sedef sanatını ustalarının ellerinde mutlaka görmelisiniz.
Türkiye’nin birçok şehrinde bakırcılar çarşısı var tabii ama
burası bir başka, çünkü Gaziantep’te 500 yılı aşkın bir geçmişe
sahip olan bakır işlemeciliği hâlâ geleneksel yöntemler
kullanılarak devam ediliyor. Çarşıdaki dükkânların yapım tarihi
kesin olarak bilinmiyor fakat 19. yüzyılda yapıldığı düşünülen
yapı tek katlı dükkânlardan oluşuyor. Buraya gelip tarihin
izlerini taşıyan çarşıda bakırcıları bakırı döverken izleyip,
çıkardıkları tak tak sesinin müzikleşmesine tanık olun. Bu kadar
gezdikten sonra bir kahve molası iyi gider değil mi?
103
Gaziantep’e has bir kahve çeşidi olan menengiç kahvesi
içmeden dönmek olmaz. Yabani fıstıktan yapılan ve sütle
pişirilen kahve ezber bozan cinsten. Benim damak tadıma çok
fazla uymadı fakat farklı lezzetlere açıksanız şans verebilirsiniz.
Hem menengiç kahvesini denemek hem de tarihi bir yerde
kahve içmek isteyenler Tahmis Kahvesi’ne uğramalı. 1635
yılından beri kahve kültürünü yaşatan Tahmis’in tarihi dokusu
korunmuş, içerisi çok keyifli ve otantik. Kahve sevmeyenlere
başka bir alternatif de var, zahter çayı. O nedir diyenler
olacaktır, açıkçası ben de orada öğrendim. Doğu Akdeniz’e
özgü farklı biçime sahip bir kekik türünün Arapçadaki ismi
zahter. Çayı da oldukça faydalıymış, merak edenler denesin
derim.
Ve günün yorgunluğunu baklavayla taçlandırma zamanı Cenk
de, ben de bunun için sabırsızlanıyoruz. O kadar çok dükkân var
ki seçmekte zorlanıyoruz. Katmer için bir daha geleceğiz söz
sevgili Gaziantep.
Her dönüş yolunda olduğu gibi yüzlerde tebessüm artık
yediklerimizden mi gördüklerimizden mi bilinmez. Oh iyi ki
gelmişiz manası gözlerde. Elbette aynı soru Cenk’e, hangi
rotada buluşacağımıza dair. Dönünce çalışması gerekecek
cevabı için. İyi ki varsın Çiğdemim Derneği. Sağlıcakla kalın.
Yollar, bekleyin bizi.
104
SEVGİ, BARIŞ, HOŞGÖRÜ KENTİ;
DOĞUNUN KRALİÇESİ HATAY…
M.Demet Yücelgen
Cuma akşamı dokuzda Dernek önünde buluşup bu kez barış
elçisi olmak üzere yollardayız. Çan, ezan ve hazana tanıklık
etmek üzere. Öncelikle Hatay - Antakya karmaşasına bir
açıklama getirmek gerekirse: Hatay tüm ilin adı. Hatay ilinin
merkez ilçesi ise Antakya, en büyük ve kalabalık ilçesininse
İskenderun olduğunu bilgi notlarımızdan öğreniyoruz. 754
kilometrelik yolu gece boyu geçerken zor da olsa uyumaya
çalışıyoruz. İki yoğun gün için hazır olmalıyız. Vazgeçilmez
rehberimiz Haşim Ağca bilgi vermeye hızla başlıyor. Önceden
hazırlanan bilgi notlarını dağıtmak ise Cenk’in görevi. Hemen
hemen tüm katılımcılar Cenk’i tanıyor. Sanırım kafalardaki
otizm yargılarını da yıktık. Antiyos bugünkü ismiyle Antakya
üçüncü büyük Roma kenti, Hz.İsa’nın dinine inananlara ilk kez
Hıristiyan adı verilen kent. Kudüs’ten sonra Hıristiyanlığın
105
yayıldığı yer. Hıristiyanlığın bilinen ilk kilisesi de burada.
Hatay ili aramıza en son katılan ilimiz. 1939’da Türkiye
Cumhuriyeti’ne dahil olmuş. 1937-1939 yılları arasında
bağımsız Hatay devleti iken kendi istekleriyle Türkiye’ye dahil
olmuşlar. Roma İmparatorluğu döneminde Roma ve
İstanbul’dan sonra dünyanın üçüncü en kalabalık şehriymiş
Antakya.
Hatay’da kültürel çeşitlilik had safhada. Müslümanlardan
Aleviler, Sünniler ve türlü mezheplerin bir arada yaşaması bir
yana, hatırı sayılır çoğunlukta Hıristiyan ve Musevi de var bu
şehirde. Hepsi beraber barış içinde yaşıyorlarmış. Gün henüz
doğarken Hatay’dayız. Kurtuluş Caddesi ile ilk adımlarımızı
atıyoruz. Antik Çağ'da Ortadoğu zenginlerinin alışveriş merkezi
haline gelen ve gündüzler insanlara yetmeyince geceleri de
meşaleler kullanılarak aydınlatınca ‘dünyanın ilk ışıklandırılan’
caddesi unvanını alan Kurtuluş Caddesi (Herod Caddesi), yerin
yaklaşık 9 metre altındaymış. Daracık sokaklardan ilerleyerek
kahvaltı yapacağımız mekana geliyoruz. La Mistik Kafe’de
bizler için hazırlanan masalarda yok yok. Yöresel lezzetlerle
donatılmış. Hangi birini yiyeceğimizi şaşırıyoruz. Personelin de
ilgisi çok iyi olunca üşüdüğümüzü bile hissedemedik. Açık
havada ve yağmurda yesek de. Cenk’le ikimiz için yemek
yemek gezilerimizi taçlandırıyor. Kümelenen bulutların bir süre
sonra getirdiği yağmur şiddetini arttırsa da gezgin bedenimiz
engel tanımıyor. Kurtuluş Caddesi’ndeki dar sokakları
fotoğraflamak harika olacaktı, tabii yağmur müsaade etseydi.
Cami duvarına bitişik giriş kapısı olan Aziz Pavlus Ortodoks
Kilisesi’ni bizler için açıyorlar. Küçük ama tertemiz ve huzurlu
bir yer. Kısa bir açıklama dinledikten sonra terasına çıkıyoruz.
Çan kulesinin hemen yakınındaki Cami minaresiyle dostluğu
görülmeye değer.
106
Sıra Musevi Havrasında. Oldukça sessiz olmaya itina göstererek
Harun Cemali Bey’in açıklamalarını dinliyoruz. 1700’lü
yıllarda, Antakya Kurtuluş Caddesi’ndeki bir binanın havraya
dönüştürüldüğü tahmin edilmektedir. Havra'da bulunan
mukaddes kitap ‘Tevrat’ ceylan derisi üzerine İbranice yazılmış
olup, 500 yıllık bir geçmişe sahipmiş. Harun Bey fotoğraf
çekmemize izin vermiyor haklı olarak. 25 asır önce bu
coğrafyaya geldiklerini şu an ise sadece 14 kişilik cemaatleri
olduğunu anlatıyor. Her gün 3 vakit ibadet yaptıklarını
İslamiyet’teki ritüellerden farklı olduğunu, yıl içerisinde 5 kez
oruç tutulduğunu ve oruç süresinin 25 saat olduğunu ifade etti.
İftarın yapılabilmesi için yıldızın görülmesi şartmış. Kapalı
havalarda bu sebeple 27 saat oruç tuttukları da olmuş. Anaerkil
toplum oldukları için anne Yahudi olduğunda doğan çocuklar
da Yahudi olarak kabul görüyormuş. Erkekler ise farklı
mezhepten bir kadınla evlendiklerinde doğan çocuk Yahudi
kabul edilmeyip sonradan Yahudi oluyormuş. Bu yüzden
kadınlar çok değerliymiş. Unsuz balık, domuz eti, kabuklu
deniz ürünleri ve böcek yemek günahmış. 8 günlükken sünnet
yapılıyormuş. 13.yaş gününde ise yetişkinliğe geçiş için dini
tören yapılıyormuş. Tanrı evreni altı günde yarattığı için kutsal
gün yedinci gün yani cumartesileri çalışmıyorlarmış. Tevrat’ta
107
belirtilen on emri tek tek anlattı. Musa Tanrı ile konuşabilen
tek peygamber. Yahudilik bir din, Musevilik ise bir ırk.
Çan ve Hazan’dan sonra sıra Ezan’da. Daracık sokaklarda
yürüyerek Habibi-neccar Camisi’ndeyiz. (Allahın sevgili kulu
marangoz anlamında) Cami, Antakya’nın 638 yılında
Müslüman Arapların eline geçtiği dönemde inşa edilmiştir.
Bugünkü Türkiye sınırları içerisinde inşa edilen ilk cami olduğu
kabul edilmektedir. Kurtuluş Caddesi’nde bulunan Cami, Hz.
İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda canını veren bir
Antakyalının adını taşımaktadır. Bu olay Kur’an-ı Kerim’de
Yasin Suresi’nde geçmektedir. Cami büyükçe avluyla karşılıyor
bizleri. Yuhanna (Yunus) ve Pavlos (Yahya)’un mezarları
Hıristiyan olmalarına rağmen cami içerisinde. Cami girişindeki
7 kolon 7 medeniyeti anlatıyormuş. Farklı dinlerin, dillerin,
ırkların, mezheplerin kardeş olduğu bu şehirde Habib-i Neccar
Camii hoşgörünün, kardeşliğin merkezi, şehrin gözbebeği
gibi… 7'den 70'e, eksiğiyle fazlasıyla hemen herkesin dilindedir
hikâyesi. Antakyalıların genel olarak bildiği şekliyle hikâye
şöyle:
Habib-i Neccar geçimini marangozlukla sağlayan bir
Antakyalıdır. (Neccar, Arapça'da marangoz demek.) Cüzzamlı
bir oğlu olduğu için yaşamını dağdaki bir mağarada
sürdürmektedir. Hz.İsa, iki havarisini (Yahya ve Yunus)
Antakya'ya gönderir. Dağları aşıp şehre giren elçiler ilkin
Habib-i Neccar'a rastlarlar. Habib-i Neccar şehre yabancı olan
bu iki elçiyi görür ve kim olduklarını sorar. Onlar da Hz.İsa'nın
elçileri olduklarını söylerler. Habib-i Neccar iki elçiden
kendilerini peygamberin yolladığına dair bir delil ister. Onlar da
derler ki “Allah'ın izniyle biz hastalıklara şifa veririz.”
Cüzzamlı oğlu, onların elinden şifa bulunca Habib-i Neccar
şüphesiz imân eder elçilerin dinine. Sonra elçiler şehre inip
halkı dine davet ederler; fakat çabaları sonuçsuz kalır.
Hastalıklara şifâ verdikleri duyulup halkın onların etrafında
108
toplandığını haber alan şehrin hükümdarı bu elçileri sorgusuz
sualsiz zindana attırır.
Uzun süre kendilerinden haber gelmeyince üçüncü elçi (Şem-un
Sefa) Antakya'ya gönderilir. (Yasîn Suresi'nin 14. ayetinde
geçen olayın bu olduğuna inanılıyor.) Kimliğini açığa vermeden
Kral’ın sarayına girer Şem-un Sefa; amacı, kendisinden önce
gönderilen iki elçiyi kurtarmaktır. Aradan zaman geçer ve
Kral’ın güvenini kazanır Şem-un Sefa. Kra’la kendisinden önce
şehre gelerek hastalara şifâ verdiklerini söyleyen elçileri
imtihana tâbi tutmayı teklif eder. Kral, kabul eder ve elçileri
çağırtır. Arkadaş oldukları hâlde birbirlerini tanımazlıktan gelir
elçiler. Oyunun bir parçasıdır bu. Şem-un Sefa arkadaşlarına:
“Nereden gelip nereye gidersiniz, sizi kim gönderdi?” diye
sorar. Elçiler kendilerini İsa Peygamber’in gönderdiğini, hak
olan tevhîd dinini davete geldiklerini söylerler.
Bunun üzerine Şem-un Sefa “madem sizi bir peygamber
gönderdi, elinizde bir delil olmalı” der. Hastalıklara şifa veren
elçiler ölüleri de diriltebildiklerini söylerler. Sarayda henüz yeni
vefat eden birini elçilerin huzuruna getirirler ve diriltmelerini
isterler; onlar da Allah'ın izniyle diriltirler. Dirilen kişi, “Ey
Antakya halkı, siz de öldükten sonra benim gördüğüm azabı
görmek istemiyorsanız beni kurtaran bu üç kişiye uyun” der ve
bu esnada Şem-un Sefa'nın da kim olduğu ortaya çıkar. Kral
şaşkındır, sorar “Şem-un Sefa, sen de mi onlardansın?”
Bozuntuya vermez Şem-un Sefa, Kral’a dönüp, “Bu elçiler
olağanüstü bir hâl gösterdi. Putlarına söyle, onlar da
marifetlerini göstersinler” der. Tabi Kral bilir putlarının böyle
hünerlerinin olmadığını... Yemeyen, içmeyen, konuşmayan
putlar ne yapabilir ki?
Kral’ın bu olaydan sonra iman ettiği bilinir, rivayetler bu
yöndedir. Fakat halkı, davete icabet etmez, aksine inkâr yoluna
giderler. Büyü yapmakla suçlarlar elçileri. Atalarının dininden
vazgeçmeyen halk elçileri taşa tutar. Bunu duyan Habib-i
109
Neccar gelir şehre koşarak ve der ki “Ey kavmim, sizden hiçbir
karşılık beklemeyen bu kimselere uyun. Onlar doğru yola ermiş
olanlardandır.” (Bu olayın Yasîn Suresi 20-22. ayetlerde geçen
olay olduğuna inanılır.) Halk, elçilerin getirdiği dine inandığı,
atalarının dinine ihanet ettiği gerekçesiyle Habib-i Neccar'ı
taşlayarak şehit eder.
Antakya Camları Müzesi şimdiki durağımız. Asfuroğlu
Ailesi’ne ait 140 yıllık konak içinde sergilenmekte olan
gözyaşı, koku şişeleri, ilaç, zehir, sıvı saklama kapları, cam
bilezik ve yüzükler ile cam sikkelerin röprodüksiyonlarının da
satılmakta. Oldukça küçük ve şirin olan Müze’de Antakya’ya
özgü yeşil cam eserler de sergilenmekte.
Sıra Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi’nde. Müze, Hatay’da
tespit edilen bazı tıbbi ve aromatik bitkileri tanıtmak amacıyla
2012 yılında açılmış. Türkiye’nin ilk tıbbi ve aromatik bitkiler
müzesine ev sahipliği yapan yapı 19. yüzyılda inşa edilmiş, iki
katlı eski bir Antakya Evi. Müze’de 280 tür tıbbi ve aromatik
bitki halkın ilgisine sunuluyor. Cam kavanozda ve el örgüsü
sepetlerde kullanıma hazır nihai hallerinin sergilendiği tıbbi ve
aromatik bitkilere; adaçayı, civanperçemi, tilki üzümü, oğulotu,
fesleğen, defne, kantaron, karabaş otu, hartlap, çakşır kökü,
meyan kökü, taş nanesi, böğürtlen kökü, erguvan yaprağı, pelin
otu, hatmi gülü, ebegümeci ve ölmez çiçeği gibi örnekler
verilebilir.
Bizleri Hatay ‘a getirten en büyük sebep ise mozaikler. Birincisi
Tunus’ta, ikinci büyük müze Hatay’da, üçüncüsü ise
Fransa’daki Louvre Müzesi. Louvre’daki mozaikler,
19.yüzyılda, Fransız işgalindeyken Hatay’dan götürülmüş, bunu
duymak üzüyor. Rehberimiz mozaiklerin nasıl hazırlandığını
anlatıyor; Sönmüş kireç, yumurta akı ve çakıl taşlarından
hazırlanıyormuş. 3 santimetreyi geçmeyecek şekilde döşenip
üzerine Amerikan bezi yapıştırılır. Eski harçlar söküldükçe
bükülerek müzeye taşınır. Yerleştirilirken üzerine hasır demir
110
örülür ve çimento kuruyunca bez sökülür. Ve nihayet
beklediğimiz o an geldi. Yeni müze binası 28 Aralık 2014
tarihinde açılmış. Hatay’ın ilk çağlardan, ortaçağa kadar çeşitli
kültürlere tanıklık eden yapısının korunduğu, araştırıldığı,
yorumlandığı, herkesin dikkatine ve beğenisine sunulduğu, yeni
müzecilik anlayışının tüm gerekliliklerini kapsayan Hatay
Arkeoloji Müzesi yeni binasının açılmasıyla dünyanın ikinci
büyük mozaik sergileme alanına sahip müzesi niteliği
kazanmıştır. Yeni müze yaklaşık 10 bin metrekare. Daha
açılmamış yerleri var. Çok güzel bir yerleşim yapmışlar. Müze
girişinden itibaren yörenin zengin tarihinde seyahate
başlıyorsunuz. Mozaikler inanılmaz güzel ve görülmeye değer.
Keşke daha iyi aydınlatılmış olsalardı. Lahitlerin olduğu yer
büyüleyici. Antakya'ya gidecekseniz müze için en az yarım
gününüzü ayırın derim ne yazık ki biz vakitten dolayı hızlıca
geziyoruz. Şuppiluliuma ile fotoğraf çektirmeyi unutmayın. 1.5
metre boyunda ve 1.5 ton ağırlığında devasa bir heykel.
Arkeologlar Hitit Kralı Şuppiluliuma'ya 2012 yılında ulaştılar.
Sakalı ve bukle bukle saçlarıyla Kral, tam 3000 yıl sonra
Hataylı gibi açtığı gözleriyle yeniden gün yüzüne çıkmış. Kör
noktaları atlamamak için yerlerde yönlendirmelerin olmaması
büyük eksiklik. Yine de sırf bu müze için Antakya’ya gelinir.
Gün kararırken son durağımız St.Pierre (Aziz Petrus) Kilisesi.
Habib-i Neccar Dağı’nın batı yamacında yer alan Kilise, Asi
Nehri’nin doğu yakasında, Staurin (Hac) Dağı’nın eteğinde,
tavanı beşik tonoz şeklinde biçimlendirilmiş kayaya oyularak
şekillendirilmiş tek mekanlı bir yapıdır. Mağara Kilise olarak
adlandırılan yapı 13 m derinlikte ve 9,5 m genişlikte ve 7 m
yükseklikte. Giriş 20 lira ve müze kart geçmiyor.
Mağara Kilise ilk Hıristiyanlar tarafından kullanılmış. Hristiyan
inancının en eski kilisesi olduğuna inanılır. Hıristiyanlığın ilk
kez din olarak MS 40 yılında, o dönemin büyük
metropollerinden olan Antiokheia (Antakya)’da, ortaya çıkması
111
ve bu dine mensup cemaate ilk kez Hıristiyan kelimesinin
Antiokheia’da kullanılması bunu doğrular. St.Pierre Mağara
Kilisesi 1963 yılında dünyanın ilk mağara kilisesi olarak
Papalık tarafından haç yeri olarak ilan edilmiştir.
Artık yorgunluğumuzu yoğun olarak hissettiğimiz anda
kendimizi Özcihan Otel’de buluyoruz. Hatay'ın Defne ilçesinde
Harbiye Şelalesi’ne 200 metre, Hatay merkeze 6 km mesafede
olan otelimizde dinlendikten sonra yemek için yöresel
yemekleri tadabileceğimiz Kule Restoran’a gittik. Öğretmenler
günü olması sebebiyle çok kalabalık ve gürültülüydü. Çok da
yorgun olduğumuz için ortam biraz rahatsız ediciydi
birçoğumuza. Zaten yöresel tatları büyük çaplı restoranlar
yerine küçük sıcak mekânlarda yemeyi tercih etmişimdir.
Puslu bir güne merhaba dedikten sonra Harbiye Şelalesi’ne
doğru adımlamak iyi geliyor. Özellikle biraz sonra hepimizin
yüzünde belirecek tuhaf ifadeden önce. Defnenin antik ismi
olan Daphne, Zeus’un oğlu Apollon ile karşılaşır. Apollon’un
aşık olması üzerine Daphne, toprak anadan kendisini
saklamasını ister ve Daphne kök salarak bir defne ağacına
dönüşür. Bugünkü şelalelerin, Defne’nin gözyaşları olduğuna
112
inanılır. Yazın serinlemek için ideal bir yer olduğunu, oraya
istila etmiş mekanları görünce anlıyoruz. Şelalelere gelince biz
hiçbir şey göremedik. Zira mekanlar kapalı olunca bu güzelliği
görmemiz de mümkün olmadı, çok yazık doğanın bu şekilde
tutsak edilmesi. Şaşkınlık ve kızgınlıkla oradan ayrılırken defne
yaprağı toplamadan da dönmüyoruz. Türkiye'de hâlâ yaşamın
devam ettiği tek Ermeni köyü olan Vakıflı'ya da uğruyoruz. 150
kişilik temiz, bakımlı ve şirin bir köy burası. Organik tarımla
uğraşıyorlar. Vakıflı Köyü Kadınlar Kolu adında minik bir
kooperatifleri de var. Envai çeşit likör, yağ ve muhteşem nar
ekşisi üreten bu kooperatiften likör alıyoruz. Ortalığı portakal
limon mandalinanın mis kokusu kaplamış. İki yanı yeşil
bahçelerle kaplı yokuş bir yoldan çıkıyoruz. Bir tarafta Kel
Dağ, ucunda Akdeniz ve arkasından Suriye görünüyor. Diğer
tarafta Musa Dağı’nın geniş etekleri yayılıyor. Düzen ve
temizlik taktir edilecek şekilde. Kiliselerinde birazdan Pazar
Ayini başlayacağı için kısa bir ziyaret yapıyoruz. Kısa mesafe
yürüyerek Hıdırlı Köy’e geliyoruz. Karşımızda 27 metre
boyutunda dev bir ağaç Musa Ağacı. Rivayete göre Hz.Hızır ve
Hz.Musa Samandağ Sahili’nde buluşurlar ve dağlara doğru yola
çıktıklarında Hz.Musa yorulur, asasını toprağa saplar, su
kaynağından su içer ve yoluna devam eder. Asasını unuttuğunu
fark eder ve döndüğünde bir bakarki asa Çınar Ağacı’na
dönüşmüştür. O kadar büyük bir gövdesi var ki zamanında orası
dükkân, berber ve nalcı olarak kullanılmış.
Son uğrak yerimiz Titus Tüneli. Bu yüzden Samandağ’a doğru
yol alıyoruz. Roma İmparatoru Vespasian'ın emriyle yapımına
başlanan ve dağdan gelen suların neden olduğu selin taşıdığı
kum ve çakılların limanı doldurmasına engel olmak için bin
esire yaptırıldığı bilinen Titus Tüneli, doğanın içerisindeki
büyüleyici mimarisiyle bizi bekliyor. Bin 380 metre uzunluğu, 7
metre yüksekliği ve 6 metre genişliğiyle dikkat çeken ve
esirlerin çekiç ve murç yardımıyla dağı oyarak şekillendirdiği
113
tünel, görülmesi gereken bir yer. Kaymayan bir ayakkabı
giymenizi tavsiye ederim. Titus Tüneli’nin doğusunda yer alan
Beşikli Mağara içerisindeki Roma dönemine ait mezarların ise
soylu bir yönetici ve ailesine ait olduğu sanılıyor. Samandağ, 14
kilometre uzunluğundaki sahiliyle hem deniz hem de kültür
turizmiyle ön plana çıkmış. Künefe yemeden Antakya’dan
ayrılmak olur mu hiç! Tekrar şehir merkezine dönerek tatlı bir
ayrılığın niyetindeyiz. Tadı hala damağımda olan bu lezzet için
çok kere daha Hatay’a gelinir. Hızlı, yoğun, leziz bir gezinin
ardından artık eve dönüş başlar. Sonraki sürpriz rotanın
heyecanı Cenk’te başladı bile. Bakalım yollar bizi nereye
götürecek.
114
ILGAZ
M.Demet Yücelgen
Ilgaz Anadolu’nun Yalçın kayalıklar
Sen yüce bir dağısın Göklere yükseliyor
Baharda yeryüzünde Senin dumanlı başın
O cennetin bağısın Bulutları deliyor
Çocukluğumuzu hatırlatan güzel besteyi hissetmeye; bu kez
rotamız. Bir gün doğumunda yine Derneğimizin önünde
toplandık. Önümüzde 206 km. Daha önceleri Ilgaz Milli
Parkı’na gitmiştik. Kayak sevenler için güzel bir doğa olsa da;
yürüyüş için çok uygun olmadığından farklı bir yere gideceğiz.
Kadın Çayırı, Yıldız Tepe… Yıldız Tepe, Ilgaz ilçe merkezine
20, Çankırı’ya 70 km, Çankırı – Kastamonu karayolu üstünde
bulunan Ilgaz Dağı Tüneli’ne ise 3 km. uzaklıkta. Ankara ve
İstanbul’a çok yakın olan Ilgaz, kış turizmi açısından bulunmaz
bir cennet. İnebolu’dan Ankara’ya kadar uzanan İstiklal
Yolu’nun yöreden geçmesiyle bölge popülerliğini artırmış.
Ilgaz; İç Anadolu ve Karadeniz’i ayıran Ilgaz Dağı’na 25 km
mesafede bulunan, şirin ve doğal güzellikleri muhteşem bir
115
ilçemiz. Bu masalsı ilçe, Çankırı sınırları içinde yer alıyor. Ilgaz
ilçesi, ismini heybetli görüntüsüyle Ilgaz Dağları’ndan alıyor.
Yaz ve kış turizmi açısından eşine az rastlanan cennet yerlerden
birisi olan Ilgaz, manzarasıyla insanı mest etmeyi başarıyor.
Yaklaşık 3 saatlik yolculuk sonrası Yıldız Tepe’deyiz. Kar
mevsiminin son deminde yakaladık burayı. Soluğu teleferik
kuyruğunda alıyoruz. İkişerli bindiğimiz telesiyejle 15 dakika
boyunca harika manzara eşliğinde çıkıyoruz. Güneş kar
üzerinde elmas gibi.
Her bir anı fotoğraflamak istiyorum, parmağım deklanşörden
ayrılmıyor. Ve 1800 metrede, zirvedeyiz. İki kayak pistinin
ortasındayız. Snowboard yapanlar ilgimizi çekiyor. Keşke ben
de kayabilseydim diye iç geçiriyorum derin derin. Rehberimiz
Haşim Bey’in izinde bir yürüyüşle avunmak zorundayım. Hava
mis, üşümeyi bırakın montlar fazla geliyor. Akciğerlerimiz de
mutlu, nefis havayı soluyunca. Zaman dursun istiyoruz.
Uzaklardan gelen tarif edilemez sucuk kokusu dönüş zamanı
geldi diyor adeta. Cenk inerken de binerken de zorlanıyor
teleferikte. İniş daha keyifli. Kuş gibi iniveriyoruz. Koku
resmen nereye gitmemiz gerektiğine dair yol gösteriyor. Sanki
hiç doymayacakmışım düşüncesiyle mangal sırasındayız.
Harika bir yemeğin ardından güneşle içimiz de ruhumuz da
ısınıyor. Dinlendikten sonra tekrar yürümek için hazırlanıyoruz.
Ormanın yeşiliyle karın beyazı kol kola, masal diyarındayız
sanki. Zorlu bir yürüyüş de olsa bitsin istemiyoruz. Teleski ile
pistin zirvesine çıkanları izlemek de keyifli. Dönüşte sıcacık
çorba ile karşılıyorlar bizi. Grubumuzda kayak yapan genç
arkadaşlarımızı beklerken günün sürprizi sıcak şarapla son
noktayı koyuyoruz. Burada gözlerimiz doğal güzelliklere
doyarken ruhumuz Ilgaz’ın temiz havası ve sakinliğiyle adeta
huzur buluyor. Kesinlikle tekrar gelmek istiyor herkes. Ve
yüzlerde yorgun ama mutlu bir tebessümle dönüşteyiz. Cenk
sonraki rota için alternatifleri sunmaya başladı bile… Sağlıcakla
kalın. Seyahat için tek engel kapınızın önündeki eşik olsun.
116
İNEBOLU – CİDE – KASTAMONU
M.Demet Yücelgen
(...) Avucu kınalı, gözü sürmeli,
Tabanı nasırlı, eli kazmalı,
Kara toprak ellerinde un ufak…
Ellerinde bir tek tohum
Dolu dolu, sarı sarı bir başak!
Al paçalıklı sırtı küfeli,
Başı çifte çifte sarıyazmalı
Siler gibi alın terini çevrene
Bu kara yazıyı alnından silip
Kendi özyazını, kendin yazmalı! (...)
Rıfat Ilgaz
Tekrar ben yani Cenk’in annesi. Neden bu sıfatla yazıyorsun
derseniz cevabı çok basit; yaşam size beraberinde birçok sıfatlar
da sunuyor. Ben en çok bunu seviyorum. Cenk otizmli bir genç
117
ve ikimiz bir takımız. Gezmek, yeni yerler keşfetmek, farklı
lezzetler tatmak, fotoğraf çekmek ikimizin de ortak noktası. Her
seyahat öncesi Cenk tüm rotayı çalışır iyice, sonra da bize
navigasyon hizmeti verir. Çünkü görsel hafızası müthiş. Her
gezi başlangıcında ilk kez aramıza katılan konuklarımız Cenk’i
anlamlandırmada zorluk çekerler ama bitişte “tekrar görüşelim
Cenk” diyerek ayrılırlar. Farkındalığını ortaya koyarken
oğluşum gülümseyen gözleriyle bağlayıverir kendisine yeni
dostlarımızı. Bu bağlamda da aslında bir şeyler kattığımızı
düşünüyorum otizm adına.
Ve yine bir gezinin başlangıcındayız. Sürüp giden hayatın
içinde mola verme zamanı… Gece boyu yol gitmek bize zaman
kazandırdı. Gün doğumunu Abana‘da karşıladık iyot kokusunu
içimize doldururcasına. Tatilya Otel’de güzel bir kahvaltıyla
enerjimizi aldık. Sahilde hepimiz fotoğraf çekme yarışına girdik
adeta.
Hiç yüz vermez; geriye, kötüye, yabana.
Başı dik, alnı açık Atatürkçü Abana.
Mavi suyla, yeşil dağ arasında mutlu-hür.
Abana yürekten bağlı büyük Atatürk sana.
Behçet Kemal Çağlar’ın bu sözleri şirin ilçeyi ne güzel
anlatmış. Karadeniz kıyısında, yemyeşil bir yer. İlçe’nin kışın 3
bin olan nüfusu, yaz aylarında 10 ila 15 bin civarına
yükseliyormuş. Kafa dinlemek için harika bir yer. Çok kısa
zaman geçirdiğimiz için tadı damağımızda kalarak ayrıldık
Abana‘dan. 13 kilometrelik keyifli yolculuk sonrası istiklal
madalyalı tek ilçemiz İnebolu’da buluyoruz kendimizi. İnebolu,
Kastamonu’nun liman ilçesi, Türk İstiklâl Mücadelesi sırasında;
işgal ordularının el koyduğu Osmanlı silah ve cephanesi
İstanbul’dan bin bir güçlükle, tekne ve takalarla İnebolu’ya
getirilmiş, kayıklarla sahile boşaltılmış, bu kutsal emanetler
elden ele, yaşlı-genç, çocuk-kadın demeden, omuzlarda ve
kağnılarla, İnebolu – Küre – Seydiler – Kastamonu yoluyla
118
Ankara’ya, bağımsızlık savaşı veren Kuvay-i Milliye güçlerine
ulaştırılmıştır. O dönemde Anadolu’nun eli silah tutan erkekleri
cephelerde düşmana karşı çarpışıyorlardı. Bu güzergahta yol
alan nakliye kollarının ortak nitelikleri cephe gerisinde kalan
çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşması idi. İşte bu sebeplerden,
İnebolu’dan Ankara’ya uzanan bu zorlu yola ‘İstiklal Yolu’
denilmektedir. İnebolu halkının yapmış olduğu bu gönüllü
hizmet 3 yıl müddetince durmaksızın devam etmiş, bu hizmete
karşılık ne kayıkçılar para istemiş, ne de taşıyanlar… Yiğit
İnebolu’nun kahraman kayıkçılarının; savaşta göstermiş olduğu
bu takdire değer mücadele ve vatan için yapılan unutulmaz
hizmetler göz ardı edilmemiş. TBMM’nin 11 Şubat 1924
tarihli 99. oturumunda çıkarılan 66 numaralı kanunla; İnebolu
Mavnacılar Loncası ‘Beyaz Şeritli İstiklâl Madalyası ve
Beratı’yla taltif edilmiştir. İnebolu Mavnacılar Loncası’na
verilen bu altın madalya ve berat, kayıkçıların şahsında tüm
İnebolu halkına verilmiştir. Türk Ocağında bizleri kapıda
karşılayan Nurhayat Hanım’ın rehberliğinde müzeyi gezdik.
Atatürk’ün Şapka Devrimi’ni yaptığı yer Türk Ocağı. Gerekli
onarım ve tefriş çalışmaları tamamlanan bina, dönemin
Kastamonu Valisi Mustafa Kara ve Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hilmi Özkök’ün katılımıyla 5 Ağustos 2006 tarihinde
ziyarete açılmıştır. Binada, İnebolu Mavnacılar Loncası’na
verilen İstiklal Madalyası, İnebolu ve Çevresi Sağlık ve Eğitim
Vakfı Başkanı Dr. Salih Osmanoğlu tarafından Eskişehir
Büyükşehir Belediye Başkanı Prof.Dr.Yılmaz Büyükerşen’e
yaptırılan Balmumu Atatürk Heykeli, Atatürk’ün 25-26-27
Ağustos 1925 tarihlerinde yaptığı İnebolu ziyaretinde kullandığı
bazı malzemeler, İnebolu’nun Kurtuluş Mücadelesiyle ilgili
çeşitli fotoğraflar ile İnebolu ve çevresine ait etnografik eserler
sergilenmektedir. Atatürk ‘Gözüm Sakarya’da, Dumlupınar’da,
kulağım İnebolu’da diyerek İnebolu’nun kurtuluş mücadele-
sindeki önemini vurgulamıştır. Karınca ordusunun geçtiği
İstiklal Yolu’dur İnebolu’dan Ankara’ya uzanan yol.
119
Şimdi İnebolu’nun aşıboyalı evlerini görme zamanı. Bunun için
sokaklarda buluyoruz kendimizi. İnebolu Evleri 3 katlı bahçeli
yapılar. Evler genelde bordo-beyaz renkte. Bordo rengini Aşı
Köyü'nden çıkarılan toprakla yapılan Aşı boyasından alır. Aşı
boyası bu ahşap evleri 20 yıl boyunca rahatlıkla
koruyabilmekteymiş. Evin çatısı genelde dört tarafa eğimlidir.
Çatı denizden çıkarılan ve Marla Taşı (Arduaz) denilen geniş ve
ince taşlarla örtülmüştür. Çatıda taş kullanılmasının sebebi
Karadeniz’in son derece
sert poyraz rüzgarlarında
çatının dayanıklı olmasıdır.
Marla taşı ise ince, düz
yapısı ve ısı yalıtımına
sağladığı katkıdan dolayı
tercih edilmiş. Evlerin
renkleri sokaklara can
vermiş. Her sokak denize
çıkıyor. İçlerinde bir ev var
ki nam-ı değer Pembe
Köşk. Şahsa ait olan bu
köşk çoğunlukla kapalı olsa
da biz şanslı olanlardanız
sanırım, içine girebildik.
Bahçedeki her şey pes-
pembe çöp kovası bile.
Adeta bir masalın içindeyiz büyülenmemek imkânsız ve yine
birbiri ardına çekilen fotoğraflar zamana tanıklık ediyor.
İnebolu sokakları ayrı bir güzel. Aşağıya doğru inerken
tanımadığınız insanlarla selamlaşmak keyif katıyor. Haftada bir
yayınlandığını öğrendiğimiz İnebolu Postası’nın matbaasının
önünden geçerken mis gibi baskı kokusu, bir anda kendimi
içerde bulmamı sağlıyor. Esnafı oldukça sıcakkanlı.
120
İnebolu’da görülmesi gereken başka bir şey de Denk kayıkları.
Bu tekneler, günümüz yapım tekniklerinden farklı olarak inşa
edilmiş ve bu özelliğiyle bir bütün olarak korunabilmiş,
dünyada bilinen tek örnektir. 8.80 metre boyunda, 1.92 metre
eninde ve 0,90 metre yüksekliğindeki tekne önce ‘kabuk
yöntemi’ olarak tanımlanan yapı tekniğine göre inşa edilmiştir.
Bu tekniğe göre teknenin önce dış kaplamaları eğri ve kesme
çivilerle bağlanmakta, daha sonra ısıtılarak şekil verilmiş nal
şeklindeki postalar ile tekne yapısı kuvvetlendirilmekteymiş.
O gün Galla (Kadınlar Pazarı)’nın kurulu olduğunu duyduk.
Köylü pazarlarını kim sevmez. Soluğu orda aldık. Çoğunluğunu
teyzelerin oluşturduğu Pazar son derece keyifliydi.
Gördüğümüz her şeyden almak istedik. Keyifle geçen birkaç
saatten sonra üzülerek İnebolu’dan ayrıldık.
140 kilometrelik yol sonrası Rıfat Ilgaz’ın memleketi Cide’ye
kavuşacağız. Yemyeşil, dar, inişli çıkışlı, virajlı yol; tam üç saat
boyunca bizi bazen semaya, bazen de ağaçların eteklerine
yanaştırsa da oldukça zorluydu bu boyuttaki bir araç için.
Rıfat Ilgaz, “...Cide, doğduğum eşsiz, benzersiz memleket… Ne
iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş!..
Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin belleğimin duvarlarına
yansıyan görünümü ile dirilir, yaşama gücümü tazelerdim...”
der ‘Sarıyazma’ adlı romanında... Ilgaz sadece ‘Sarıyazma’da
değil daha pek çok yapıtında doğduğu toprakları ve insanlarını
anlatır; ‘Karadeniz’in Kıyıcığında’, ‘Halime Kaptan’, ‘Yıldız
Karayel’, ‘Kumdan Betona’, ‘Bacaksız Tatil Köyünde’... Ünü
kendisini bile geçen ‘Hababam Sınıfı’ da Kastamonu Muallim
Mektebi’ndeki anılarıdır.
Bartın - Sinop karayolu üzerinde yer alan ve 103 km.
uzunluğunda bir kıyı şeridiyle Karadeniz’e açılan Cide’de ilk
durağımız Gideros Koyu. Kartpostallık bir manzaraya sahip
olan Gideros Koyu sessiz sedasız, sakin; nazlı, şekerleme yapan
121
tekneler ise adeta fotoğrafımı çek dercesine. Çayı bile usul usul
yudumluyoruz bu büyüyü bozmamak adına. Kesinlikle görmek
gerekir dostlar. Görsel şölenden sonra merkeze geri dönerek
Rıfat Ilgaz Müzesi’ne gidiyoruz. Rıfat Ilgaz'ın vefatından sonra
restore edilen ve müze olarak halka açılan ev, Cide'ye gelen
yerli turistler tarafından fazlasıyla ilgi görüyormuş. Rıfat Ilgaz
Müzesi'nde ünlü yazarın eserlerinin yanı sıra, kişisel eşyaları,
çalışma masası, kitaplığı, karyolası ve hayatının bir bölümünü
kapsayan fotoğrafları sergileniyor.
Harika bir günün ardından denize sıfır, çok şirin Salapurya
Oteli’ndeyiz. Salapurya: ticaret eşyası taşımakta kullanılan, 10-
15 tonluk, üçgen biçiminde yelkeni olan ticaret gemisi
demekmiş. Harika bir manzara eşliğinde leziz balığımızı yerken
iyot kokusunu içimize iyiden iyiye dolduruyoruz. Yüzlerde
yorgun ama mutlu ifade…
Sabah kalkar kalkmaz balkondayım. Deniz çocuğu olarak çok
özlemişim meğer karasal yaşama uyum sağlamaya çalışsam da.
Güzel bir kahvaltının ardından yollardayız. Günü balıkçı
barınağında selamlıyoruz. Renk renk kayıklar içimizi
coşturuyor. Bir baştan diğerine koşasım var. Havanın da yazı
aratmaması ayrı bir şans. Cide’den tekrar buluşabilmek
umuduyla ayrılıyoruz.
İstikamet Loç Vadisi. Vadide rehberlik yapmak üzere Çamdibi
Köyü muhtarı Şahin Bey ile tanışıyoruz. Loç Vadisi, Karadeniz
sahiline kuş uçumu 10 kilometre uzaklıkta, Küre Dağları’nın en
bakir bölgelerinden birinde. İçindeki beş köyün halkı ağaçlarını,
orkidelerini özenle koruyormuş. Kastamonu ilinin Cide ilçesine
bağlı köylerinden olan Çamdibi, Hamitli, Karakadı ve Şenköy
ile Derebucağı Köyü'nün Acina mahallesini içine alan,
Devrekani Çayı’nın her iki yanında, Valla Kanyonu’nun çıkışı
ile Karakadı Kanyonu girişi arasında yer alan, Küre Dağları
Milli Parkı içindeki bu bölgeye Loç Vadisi deniliyormuş. Vadi,
dünyada sadece bu bölgede yetişen 29 tür bitkiye ev sahipliği
122
yapıyor. 10 yıl önce milli park ilan edilmesine rağmen şimdi
hidroelektrik santrali yapılıyormuş. Ormanları besleyen
Devrekani Çayı’nın suyu dizginlenerek, vadinin sular altında
kalabilme ihtimali hepimizi üzüyor. Harika bir patika yol
boyunca ilerliyoruz. Muhtar yol boyu bilgi veriyor. Hafif bir
serinlik gökyüzünü kapatan, cüssesiyle ürküten görkemli
ağaçlar yolumuzu gölgeliyor. Yabani çilekler çiçek açmış. Loç
Vadisi’ndekiler yüzyıllarca Devrekani Çayı’yla iç içe yaşamış,
etle tırnak gibi olmuş. Balığını tutmuş, su değirmeninde ununu
öğütmüş. Balı meşhurmuş bölgenin. Muhtarın telefonunu
alıyoruz sonrasında bal siparişi verebilmek için. Burada daha
fazla zaman geçirmek, köyleri gezmek isterdim. Daha sonra
tekrar gelinecek yerler listesine ekledim bile. Evliyalar şehri
Kastamonu bizi bekler.
Efsaneye göre Bizans tekfurunun kızı Moni ile bir Türk
komutanı birbirlerine aşık olur. Türk komutan kastım Moni
diyerek aşkını ilan etmiş, ancak Bizans tekfuru buna onay
vermeyerek kızını kaleden aşağı atarak öldürmüş. Bu efsanevi
aşka şahitlik eden kent de Kastamonu olarak anılmaya başlamış.
Şehrin meydanında aracımızdan inerek tatlı bir yokuşla Saat
Kulesi’ne doğru çıkıyor grubumuz. Hükümet Konağı’nın
hemen arkasında, Sarayüstü Tepesi’nde yer alan Saat Kulesi
şehrin en önemli simgelerinden. 1885 yılında dönemin valisi
Abdurrahman Paşa tarafından yaptırılan Saat Kulesi’yle ilgili
halk arasında bu saatin şehirlerine sürgün edildiğine dair bir
efsane var. Efsane söyle; Saat, İstanbul Sarayburnu’nda
bulunmakta iken zamansız çalan gongu, padişahın hamile
cariyelerinden birinin çocuğunu düşürmesine neden olduğu için
Kastamonu’ya sürgün edilmiştir. Karaçomak Deresi üzerinde
bulunan Nasrullah Köprüsü’nden geçerek Nasrullah Camisi’ne
geliyoruz. Kent merkezinde yer alan Cami; meydanı, şadırvanı,
köprüsü ve daha sonra eklenen medrese ile bir külliye
görünümündedir. Beyazıd döneminde, 1506 yılında Nasrullah
123
Kadı tarafından köprü, şadırvan ve içindeki su havuzlarıyla
birlikte yaptırılan cami, Kastamonu’nun en büyük camisidir.
1746 yılındaki genişletilmesine kadar 6 kubbeli bir yapıya sahip
olan cami, bu çalışmayla 9 kubbeli bir hale gelmiştir. Cami
içindeki hatlar ve süslemeler ise yine Kastamonulu ünlü hattat
Ahmet Şevket Efendi tarafından yazılmıştır. Milli Mücadele
yıllarında, Anadolu’yu dolaşarak Kurtuluş Savaşı’na destek
toplayan Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Nasrullah
Camii’nde de vaaz vermiş ve halkı Milli Mücadele için
cesaretlendirmiştir.
Meydan’da meşhur Kastamonu çekme helvasını bulabileceğiniz
dükkanlar, çok lezzetli pideler yapan pideciler ve Kastamonu
pastırması bulabilirsiniz. Hele benim gibi etnik kıyafetleri
seviyorsanız almak için bol çeşitli minik dükkanlar mevcut.
İçlerinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Son durağımız Vedat Tek
Kültür Sanat Merkezi. Ne yazık ki geciktiğimiz için sergi
salonları kapanmıştı. Bahçesinde gezebilmekle yetindik. Önceki
gelişimizde gezdiğimiz için mutlak görülmesi gereken bir
merkez olduğunu paylaşmak isterim. Bu mekân içerisinde
Cumhuriyet Evi, Türkiye’de bir ilk olan Şapka ve Dantel
Müzesi, Atatürk Sergi Salonu, Bebek Evi, Resim Galerisi yer
almaktadır. Bahçenin girişinde Şerife Bacı heykeli karşıladı
bizleri. Hikayesini paylaşmadan bitirmek olmazdı yazıyı.
Çünkü bu öyle bir hikâye ve olaydır ki önünde saygıyla eğilmek
gerekir…
Şerife Gelin 16 yaşında evlendirilir. Düğünden iki ay sonra
savaş çıkar, eşi altı ay sonra Çanakkale’de şehit düşer. 21 yaşına
geldiğinde köylü onun yalnız kalmasını doğru bulmaz ve Topal
Yusuf’la evlendirir. Ki o Topal Yusuf savaşta sol bacağını ve
bir gözünü kaybetmiş kendi ihtiyaçlarını göremeyecek
durumdadır. Üç yıl sonra bir kız çocukları olur. Adı ‘Elif’
konur.
124
Şerife Gelin Elif’i emzirdikçe sütü çoğalır. Köyün yetimlerini
hep o emzirir. Kurtuluş Savaşı zamanı İnebolu’dan kağnılarla
Kastamonu’ya cephane taşınacaktır. Her evden bir kağnı yola
çıkacaktır. Erkek varsa erkek yoksa genç veya kadın bu vatan
görevini yapacaktır.
1921 yılının son günlerinde Şerife Bacı, Elif'iyle beraber yola
çıkar. İnebolu’dan kağnıya yüklenen cephaneyi Kastamonu’ya
götürmek üzere yola düşer. Hava şartları çok çetindir. Kar,
soğuk… Kastamonu Kışlası’na yaklaştığında top mermileri
ıslanmasın diye kazağını mermilerin üzerine örter, yavrusu
"ölmesin" diye de üzerine abanır... Vücut sıcaklığını Elif’ine
veren kahraman Şerife Bacı soğuktan donarak şehit olur.
İki gün boyunca hem maneviyatımızı, hem ruhumuzu, hem
gözlerimizi, hem de midemizi harika lezzetlerle doyurmanın
keyfiyle dönüş yoluna başlıyoruz. Bundan sonra yollar bizi
nereye götürecek bilinmez ama gezme tutkusunun
damarlarımızda hızla dolandığı kesin. Sağlıcakla kalın sevgili
okurlar.
125
KONYA – ÇATALHÖYÜK
M.Demet Yücelgen
Eğer yolunuz düşerse Konya'ya
sevgiyle temaşa eden gözler karşılar sizi.
Duru, saf ve temiz gönüllerin
bakışlarıyla aydınlanır yüreğiniz.
Dervişanlar diyarı Konya.
Asırlardır taze kalan hoşgörüsüyle
Hz.Mevlana karşılar his dünyanızı
bir an dalar gidersiniz asırlar ötesine.
Her dem
"Ne olursan ol, yine gel" der Hz.Mevlana
pörsüyen, çetrefilleşen duygu yoğunluğuna
kucak açar Gönül Sultanı.
Ve O'nu ziyaret edince
ayrı bir iklime bürünür benliğiniz.
İlker Çakır
126
Konya‘yı gezmekle bitmez derler; doğruymuş meğer. Çok
kereler ziyaretimiz olmasına rağmen bugün bambaşka yerleri
keşfedeceğiz. Bu kez Cenk’in arkadaşı Cansu da bizlerle.
Şimdiden eğlenceli geçeceği kesin. Hiç eksiltmediğimiz
heyecan, merak içerisinde İlk durağımız Tropikal Kelebekler
Bahçesi. Konya ya geldiğinizde mutlaka uğramanız gereken bir
yer demeyeceğim; kesinlikle burayı deneyimlemek için
gelmelisiniz. Konya’ya. Sille Parsana Mahallesi’nde 385 bin m²
alana yapılan Konya Tropikal Kelebek Bahçesi, kelebeklerin
pupa halinden ölümüne kadar her aşamasının yaşandığı üretim
alanı, kapalı uçuş alanı, açık uçuş alanı ve kelebek müzesi
olmak üzere 4 ana unsurdan oluşuyor. İçerisinde 270 bin m²
yeşil alan, 105 bin m² sert alan ve 10 bin m² havuz alanı yer
almaktaymış.
Binaya dışarıdan baktığınızda kelebek şeklinde. Bizler de
keşfetmeye kanattan başlıyoruz. Binanın tamamı camla kaplı,
kelebekler gün ışığıyla hareket ettikleri için. Böcekler sınıfının
Pulkanatlılar takımına ait kelebekler üç çift ayağa, iki çift de
Kanata sahiplermiş. Ayaklarından tat aldıklarını da öğreniyoruz.
Aslında tüm gün bahçede kalıp gözlemleyebilirdim bir biyolog
olarak. Cenk etrafta uçuşan kelebeklere dikkatlice bakıyor, bir
elinde fotoğraf makinesi. 15 tür kelebeğin yaşadığını
öğreniyoruz. Her an biri ansızın çıkıveriyor önünüze tüm
zarifliğiyle. Bahçede pupaları da görmek mümkün. Pupasından
çıkan kelebeğin kanatlarını kurutmak için gerilmişçesine sabit
şekilde, 1 saat durduklarını öğreniyoruz. Rengarenk orkideleri
ve tropikal bir çok bitkiyi de görüyoruz. Sanki bir masalın
içindeyiz. Kelebek Müzesi ve Böcek Köyünü de gezdikten
sonra ayrılma vakti üzüyor. Midelerimizden ses gelse de...
Hamza’nın yerinde yediğimiz enfes etli ekmeğin tadı hala
benliğimde. Gezileri yöresel tatlar daha bir anlamlı kılıyor.
GEZ-GÖR-YE Cenk ile hayattaki en büyük zevkimiz.
127
Sırada Konya Arkeoloji Müzesi var. Müze, Meram İlçesi’nde,
Karma Ortaokulun çaprazında, Rektörlüğün karşısında
bulunmaktadır. Arkeoloji Müzesi ilk defa 1901 yılında
açılmıştır. 1927 yılında Mevlânâ Müzesi'ne, daha sonra 1953
yılında İplikçi Camii'ne taşınmıştır. 1962 yılında ise bugünkü
yerine taşınarak hizmete sunulmuştur.
Müze’de Neolitik Çağ’dan başlamak üzere, Eski Tunç, Orta
Tunç, Demir, Klasik, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine
ait eserler sergilenmektedir. Çatalhöyük, günümüzden 9 bin yıl
öncesine tarihlenen bir yerleşim yeridir ve bu sebeple, boyutu
ne olursa olsun Çatalhöyük’ten çıkarılan her şey çok önemlidir.
Çatalhöyük’ten birçok duvar resmi çıkarılmış, mutlaka
görmenizi isterim. Ancak bu duvar parçaları Çatalhöyük
Müzesi’nde sergileniyor. Konya Arkeoloji Müzesi’ne de bu
duvarlardan birkaç parça getirilmiş. Bunlardan biri çeşitli
geometrik şekillerin olduğu duvar kalıntısı, bir diğeri ise kırmızı
aşı boyasıyla uygulanan el izli sıva parçasının bulunduğu duvar
parçası. Ankara’dan birlikte geldiğimiz Halil Demirdelen’in
nefis anlatımıyla o günlere yolcuk yapıyor adeta benliğimiz.
Lahitler’den de etkilenmemek imkansız.
128
Karaman yolu rotamız, Gölhöyük köyündeki Obruk Gölü ise
varacağımız mekan. Konya’ya 66 km. uzaklıktadır. Karayolu
üzerinde, Kızılören beldesinden 5 km. daha içeride. Bu
bölgeden geçerseniz, mutlaka buraya uğrayın. Göreceğiniz
muhteşem güzelliği unutamayacaksınız. Burada bir han ve göl
var. Özellikle göldeki orijinal turkuvaz rengi gördüğünüzde
şaşıracaksınız. Bulunduğu arazide, bir göz gibi duruyor. Ama
masmavi, sanki bir nazar boncuğu. Rengin güzelliğine
inanamayacaksınız. Yeraltı suları, yerin kireçli katmanlarını
zamanla eritiyor ve büyük yeraltı boşlukları oluşuyor. Bu
boşluklar, bir gün, aniden çöküyor ve sular buraları dolduruyor
ve böyle muhteşem göller ortaya çıkıyor. Türkiye’de İç
Anadolu’nun güneyinde ve Toroslar’da, obruklar yaygın olarak
görülmekte. İçel’deki cennet-cehennem mağaraları ve
Konya’daki bu Kızılören obruğu, ülkemizdeki en güzel
örneklerden. Bozkırın ortasında ışıldayan derin göller, devasa
çukurlar bunlar. Bu arada, hani biz obruk oluşumu dedik ya,
yöre halkı buna inanmıyor. Onlara göre; buraya göktaşı düşmüş.
En büyük sorun şu ki burada ne bir tabela, ne de bir bilgi var.
Yalnızca, burayı bilenler, bu gizli cennete gelebiliyorlar. Hiç
bitmeyen rüzgarı bizleri bayağı zorlasa da değer.
Tarih kokan gezimiz bizleri Çatalhöyüğe getiriyor. Çatalhöyük,
Konya'nın Çumra İlçesi sınırlarında olup, ilçenin 10 km.
doğusunda yer almaktadır. Höyük, farklı yükseklikte iki tepe
şeklindedir. Bu iki yükseltisi nedeniyle çatal sıfatını almıştır.
Çatalhöyük 1958 yılında J. Mellaart tarafından keşfedilmiş,
1961-1963 ve 1965 yıllarında kazısı yapılmıştır. Yüksek tepenin
batı yamacında yapılan araştırmalar neticesinde, 13 yapı katı
açığa çıkarılmıştır. En erken yerleşim katı (1) ise MÖ 5500
yıllarına tarihlenmektedir. Stil kritiği yoluyla yapılan bu
tarihleme, C 14 metoduyla da doğrulanmış bulunmaktadır.
Çatalhöyük, ilk yerleşme, ilk ev mimarisi, ilk kutsal yapılara ait
özgün buluntularla insanlık tarihine ışık tutan bir merkezdir.
129
Çatalhöyük evleri tarihi açıdan oldukça önemli. Höyüğün en iyi
bilinen dönemi on birinci ve yedinci katlarıdır. Evlerde ortak bir
duvar olmadan her evin kendi müstakil duvarı vardır. Evler
genellikle ayrı ayrı planlanmış, gerekli durumlarda ise başka bir
ev yapılmıştır. Şehrin sınırlarında herhangi bir sur veya benzeri
yapılara rastlanılmamıştır.
Yollar yine bizleri kucaklıyor, son rotamız Asya Lale bahçeleri.
Zorlu ve birazda karmaşık yollardan ilerlerken umudumuzu
yitirdiğimiz anda lale tarlalarına kavuşuyoruz. Sanki kimselerin
gelmesini istememişçesine. Oysa ki Karatay ilçesinde Asya
Lale firmasına ait 80 çeşit lalenin üretildiği bahçeye, özellikle
fotoğraf tutkunlarının ilgi gösterdiğini, görsel şölende en iyi
kareyi yakalayabilmek için adeta birbirleriyle yarıştıklarını
okumuştum. Bizler bundan pek de nasibimizi alamadık. Belki
günün sonu olması, görevlilerin yorgun olmaları etkendi. Yine
de birkaç kare yakalayabildik…
Buram buram tarih kokan yollarda, kah kelebeklerle kah
lalelerle deneyimlediğimiz gezi hepimizin yüzünde tebessüme
dönüşüveriyor. Cenk her zamanki gibi sonraki rotaları
planlarken anı defterimize yenisini ekleyiveriyoruz.
130
TRAKYA GEZİSİ
M.Demet Yücelgen
Çayır, çimen geze, geze, of, of, oldum ben bir geveze of.
Kızın adı Nefize, darılma güzel bize, of, ninem, of.
Simidin tablası of, of, geldi düğün haftası, of.
Gelin olacağım diye, ne bu kızın tasası, of, ninem, of.
Pencereden kuş uçtu of, of, yandı yürek tutuştu, of.
Yanma yüreğim yanma, ayrılık bize düştü, of ninem, of.
Kıyıköy’deyiz
Uzun ve yorucu bir gecenin ardından günü sevimli bir ilçede
karşıladık... İyot kokusunu içimize doldururcasına çekmek,
gecenin karanlığını üzerimizden kolayca alıverdi. Kırklareli’nin
Vize ilçesinde yer alan küçük bir Karadeniz köyü Kıyıköy.
Küçük tatlı balıkçı tekneleriyle minik bir sahil kasabası da
diyebiliriz aslında. Kıyıköy de, tıpkı Ağva gibi iki dere arasında
131
yer alan köylerden biri. Karadeniz kıyısındaki bu kasabanın
etrafı ormanlarla çevrili olup Pabuçdere ve Kazandere dereleri
de Karadeniz'e bu kasabadan dökülmektedir.
Yöre halkının geçim kaynağı balıkçılık ve ormancılıktır. Hatta
kırmızı tuğlalı surları, ahşap ve taştan yapılmış Rum evleriyle
neredeyse bir Ortaçağ kasabası. Her yer Türk bayrağı ve
Atatürk posterleriyle dolu. Nüfusunun yüzde 95’inin Beşiktaşlı
olduğunu öğreniyoruz. Çoğunluğu Selanik göçmeni olan
Kıyıköy neşeli, hoş sohbet insanlardan oluşuyormuş. Sabahın
erken saati olması sebebiyle bunu deneyimleyemiyoruz.
Kıyıköy’ün en önemli tarihi zenginliği olan Aya Nikola
Manastırı’na kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra Köşk Restoran’da
nefis bir kahvaltı yaptık. Mekanın lokasyonu manzarasıyla
etkileyici. Orada sadece kahvaltı yapmak mekana haksızlık oldu
bence.
Yolumuz bu kez Trakya’nın ıhlamur kokulu ilçesi Vize‘ye.
İstanbul’un yanı başında antik bir ilçe Vize. Vize'nin bilinen ilk
resmi sahipleri Trakların bir kolu olan Astailerdir. Daha
sonraları Persler, Romalılar, Keltler, Peçenekler, Bizanslılar,
Bulgarlar hakim olmuş ve son olarak Osmanlılar ile Türk
egemenliği başlamış. Vize Kalesi ve Oseon Antik Tiyatro’yu
gördük.
Kısa süreli yolculuktan sonra bu kez Trakya’nın en doğusunda
İğneada’dayız. Şehir hayatından yalıtılmışlığı sayesinde bugüne
kadar korunmuş. Ekosistemler zinciri olan İğneada tuzlu su
gölleri, kıyı kumulları ve bataklıkları göçmen kuşlar için önemli
uğrak yeri. Karadeniz’in hırçın mavisi adanın yeşiliyle
bütünleşmiş. Ormanın kendine ait bir ekosistem barındırmasıyla
birçok hayvan türüne ev sahipliği yapmaktadır. Sabırsızlıkla
longozdaki yürüyüşe hazırlanıyoruz. Kısa yürüyüş yapmak
zorunda kalsak da büyülenmemek imkânsız. Çevre bilinci
kazandırılması için öğrenci grupları sıklıkla geliyormuş.
Kendilerinin yaptığı kuş evlerini ağaçlara asarak oluşturdukları
132
görüntü de ayrı bir keyif… Her bir yeri fotoğraflamak
istiyorum. Hele hele bir anda karşımıza çıkan mantarlar yok
mu? Sevgili Hale Ablacığım geziyi yazarken tam da bu noktada
“Benden bahset.” demişti unutur muyum hiç. Kendisini
gezilerde tanıdım, çokça sevdim, sohbeti keyifli, kendisinden
öğreneceğim çok şey var hayata dair. Gezmek, yeni kültürleri
keşfetmek geçekten tarifsiz ama bunları deneyimlerken yanı
başınızdakilerle sohbetler de gezinin kaymağı.
Yılbaşı çiçeği olarak da tanıdığımız kokina bitkisi baskın tür
olarak karşımıza çıkıyor. Ağaçlar ağaçkakanların restoranı,
bolca delikler çıkıyor karşımıza. Günlerce süren yağmurlar
sonucunda kum setlerine çarpan sular ormana taştığı için
subasar orman da deniliyor. Üzülerek longozu terk ediyoruz
tekrar gelmek üzere. Orman bir ülkenin en önemli mirasıdır.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi
kardeşçesine” demiş sevgili şair Nazım Hikmet Ran.
Kısa süreli yolculuktan sonra Limanköy Feneri olarak da
bilinen İğneada Feneri’ndeyiz. Türkiye’nin batısının en uç
noktasında bulunan bir fenerdir. Denizden 44 metre yükseklikte
bulunan fener, rota ve sınır feneri olarak iki ayrı görevi
üstlenmektedir. İğneada bölgesine 4 kilometre uzaklıkta
bulunmaktadır. Sırtınızı fenere dönüp ufuk çizgisine
baktığınızsa dünyanın yuvarlak olduğunu gösteren nadir
yerlerden biri.
Fener’in tarihi Sultan Abdülmecit dönemine dayanmaktadır.
Fransızlar tarafından 1866 yılında yaptırılan fener önceden
‘Fransız Feneri’ olarak bilinmektedir. Çevresinde birçok işletme
yer alan İğneada Feneri, ziyaret edip güzel fotoğraflar
çekebileceğiniz bir yer.
Bu aylarda gezmenin tek kötü yanı da havanın erken kararması.
Beğendik köyüne vardığımızda da böyle oldu. Tek gördüğümüz
komşumuz Bulgaristan’ın sınırlarındaki köyün sokak ışıkları..
133
Bulgaristan'ın Rezovo Köyü buraya o kadar yakın ki, hani
seslensen duyacaklar. Beğendik köyü tek katlı çingene kiremitli
evlerden oluşuyor. Atatürk bu köyü çok beğendiği için adı
Beğendik köyü olmuş. O günlerde Atatürk köylülere arsalar
dağıtmış. Bugünlerde düğün yapabilmek için o arsaları
sattıklarını söylüyor Uğur rehberimiz. Geceyi İğneada’da
geçiriyoruz midemizde balık menüsüyle. Sabahın erken
saatlerinde arkamızda İğneada’yı bırakarak yola çıkıyoruz.
Yıldız (Istranca) Dağları’nın derin vadilerle yardığı Demirköy
İlçesine bağlı Sarpdere Köyü’nün güneybatısında 2003 yılında
turizme açılan sulak alan niteliğindeki Dupnisa Mağarası, bu
sabahımızın ilk ziyaret yeri. Mağaraya varmak pek kolay
olmuyor yol oldukça virajlı, şoförümüz marifetini fazlasıyla
ortaya koyuyor. Sarıçam, karaçam ve titrek kavakların
oluşturduğu ekoloji büyüleyici manzaralar sunuyor bizlere, güz
renklerinin seremonisinde. 29 kilometrelik yolu tam 1 saatte
alıyoruz.. Rehberimiz performansımızdan endişeli olacak ki
çok yürümemiz gerektiği konusunda uyarıyor. Mağara gezimiz
bittiğinde bu kadarcık mıydı demekten kendimizi alamıyoruz.
Yaş ortalamamıza bakıp karar vermek bence yanlış çünkü bizler
profesyonel gezgin olmuşuz artık.
Mağara 2004 yılında turizme açılmış. Giriş ücreti 10 lira.
Dupnisa Mağarası çok zengin bir ekosisteme sahip. Zengin
damlataş oluşumlarının bulunduğu, süt beyazdan kırmızı ve
kahverenginin her tonundaki renklerde sarkıt, dikit, sütunlar,
perde, bayrak damlataşları ve damlataş havuzları ile hayranlık
uyandıran görünüme sahip. Dupnisa Mağarası, ‘Kuru Mağara’,
‘Kız Mağarası’ ve ‘Sulu Mağara’ olmak üzere üç bölümden
oluşuyor. Bulgarcada Dupnisa ‘delik’ manasına geliyor. Kuru
Mağara 900, Sulu Mağara ise 1700 metre uzunluğunda olup yan
kollarla beraber mağaranın toplam uzunluğu 2720 metredir. 3-4
milyon yaşında olduğu varsayılan mağarada karstik oluşumlar
halen devam etmekteymiş. Tepenizdeki birbirine yaslanmış,
134
devasa taşların altından geçerken ürperirsiniz. Özellikle Kuru
Mağara’da yer alan sarkıt, dikit ve sütunlar ile bunların yer
aldığı büyük galeriler oldukça görkemli. Mağarayı gezerken ne
kadar büyülenmiş olsanız da sizi sarmalayan kısılmışlık,
kuşatılmışlık hissi mağaranın üst girişinden içeriye akmaya
çalışan ferah havayla kaybolur gider. Ve nedense, boğulmak
üzere olan birinin son bir çırpınışla bir nefes daha bulmak
istemesi gibi bir hisle hemen yukarıya çıkmayı istersiniz.
Mağara çıkışında yöre halkının yöresel ve doğal ürün satan
tezgâhlarını ziyaret ederek alışveriş yapabilirsiniz. Dupnisa
Mağarası Kırklareli’ne 58 km uzaklıkta. Palamut, kayın, meşe,
gürgen, kızılağaç ve dişbudaklar yol boyunca bize eşlik ediyor.
Hoş geldik ıhlamur memleketi Kırklareli’ne. Yeni rehber eşlik
ediyor bizlere. Mutlu insanlar kentinde olduğumuzu söylüyor.
Kırklareli ismi 40 şehit hatırasına binaen verilmiş. Kırk
akıncının abideleştiği bir toprakmış. Kırklarbaba Dergâhı’ndaki
kitabede şu beyit bulunmuş:
“Kırk kimse şehid oldu bu yerde,
135
Bu nâm ile anılsın bu belde.”
Hüdavendigâr ismiyle anılan Sultan I. Murad Han zamanında,
Demirtaş Paşa emrindeki akıncılar bu bölgeyi fethederken 40
şehit vermişler. Merkezde otobüsümüzden iniyoruz. İstasyon
caddesinde peş peşe dizili köftecilerin kokusu hala burnumda.
Tadımlamamak olmaz elbette.
Kırklareli’ni görmek için essiz bir nedendir Atatürk Müzesi. İlk
katta hediyelik eşya bölümü var. Katları çıktıkça Atatürk,
Zübeyde Hanım, Ali Rıza Bey'in bal mumu heykelleri karşınıza
çıkıyor. Selanik’teki evini ziyaret etmişçesine bir his... Kat
aralarında, merdivenleri çıkarken tarihe tanıklık etmiş harika
resimler. Balkonundan bahçeye baktığımızda Atatürk’ümüzün
imzasını peyzajda görüyoruz. Müze çok yeni, 18 Ocak 2018’de
açılmış. Kısa süreli gezi sonrası Edirne’ye doğru yola devam
ediyoruz.
Anadolu'yu Avrupa'ya birleştiren Trakya Yarımadası'nda yer
alan Edirne'nin konumu nedeniyle zengin bir kültür tarihi
vardır. Tarih boyunca Anadolu'ya ya da Avrupa'ya göç eden
değişik topluluklar Edirne'den geçmişlerdir. Ancak bunlardan
çok azı yöreye yerleşip uygarlık kurmuştur. Edirne ve
çevresinde yapılan kazılar, yöredeki ilk yerleşimlerin Neolitik
Çağ sonunda başladığını göstermektedir. Yörenin, bilinen en
eski halkı olan Trakları Makedonyalılar ve Romalılar izlemiştir.
Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesiyle Edirne, Bizans
İmparatorluğu'nun sınırları içinde kalmıştır. Uzun süren Bizans
egemenliğinden sonra yöre Osmanlı İmparatorluğu'na
katılmıştır. Edirne'nin Avrupa'ya yakınlığı, Edirne kültürünün
gerek Türklerden önceki, gerekse Türklerden sonra evrimini,
büyük ölçüde etkilemiştir. Bu nedenle Edirne Kültürünün
izlediği çizgi, Anadolu illerinin çizgisinden oldukça değişiktir.
Edirne, konumu nedeniyle tarih boyunca Anadolu'dan
Balkanlar'a geçiş yolu üzerinde önemli bir merkez olmuştur.
136
Başkent olunca da Osmanlı-Türk kültürel etkinlikleri burada
yoğunlaşmıştır. Göçmenlerle gelen kültürel öğelerin yöre
kültürüne etkisi belirgindir. Bu etkenlere bağlı olarak göçleri,
bozgunları en yoğun biçimde yaşayan yöre halkı acılarını,
özlemlerini, sıkıntılarını ‘Rumeli Türküleri’ diye bilinen yanık
türkülerle, yarattığı söylenceler, atasözleri, deyimlerle dile
getirmiştir. Edirnelilerin daha çok Kapalı Çarşı adıyla andıkları
Ali Paşa Çarşısı, Kanuni Sultan Süleyman'ın son yıllarında dört
yıl kadar Sadrazamlık yapan Hersekli Semiz Ali Paşa tarafından
1569 yılında Mimar Sinan'a yaptırılmıştır. Bir söylentiye göre
Kırklareli'nde yapılacak bir camiye gelir temin etmek amacıyla
yaptırılmıştır. Yapılmasındaki bir maksat da kıymetli eşya satan
(altın, gümüş vb.) ticaret erbabını bir çatı altında toplamak ve
bu ticaret erbabının korunmasını sağlamaktır. Kaynaklara
bakıldığında; her gece yüz bekçinin çarşıyı beklediğinden
bahsedilmesi de, söz konusu ticari ürünlerin ne kadar değerli
olduğunun göstergesidir. Arasta Çarşısı Sultan III.Murat
zamanında yaptırılmıştır. 225 metre boyunda, 73 kemerli ve 4
kapılıdır. Aralıklı olarak uzun dönemli restorasyonlar
geçirmiştir. 124 dükkân mevcuttur. Son dönemlerde Edirne’nin
ticari hayatında tekrar önem kazanmaya başlamıştır. Turistik
eşya satan dükkânlar çoğunluktadır. Selimiye Camisi'ni ziyarete
gelen yerli ve yabancı turistlerin de tercih ettikleri bir alışveriş
mekanıdır.
Arasta ‘Çarşılarda aynı işi yapan esnafın bulunduğu bölüm’
olarak tanımlanır. Selimiye Arastası, Selimiye Camisi'ne gelir
getirmek amacıyla; bu caminin yapımından sonra Mimar
Sinan'ın kalfası Davut Ağa'ya yaptırılmıştır. Evliya Çelebi bu
çarşının; ucuz, özensiz ve bayağı cins ayakkabı yapan ve satan
esnaf anlamına gelen kavaflara ayrıldığını yazar. Bu nedenle
zamanla Kavaflar Çarşısı (veya aynı anlamda kullanılan
Haffaflar Çarşısı) adını aldığı söylenir.
137
Binanın ortasındaki kubbe ‘Dua Kubbesi’ olarak bilinir.
Dükkân sahiplerinin her sabah burada toplanıp doğru iş
yapacaklarına dair yemin ve dua etmeleri nedeniyle böyle
adlandırılmıştır.
Kırkpınar Söylencesi
Orhan Gazi'nin Rumeli'yi ele geçirmek amacıyla düzenlediği
seferler sırasında, kardeşi Süleyman Paşa 40 askerle
Domuzhisarı üstünde yürür. Salla karşı kıyıya geçerler.
Domuzhisarı'nı ele geçirirler. Öbür hisarların da ele
geçirilmesinden sonra, 40 kişilik öncü birlik geri döner. İşte bu
sefer sırasında gruptaki askerler, mola verdikleri her yerde
güreşe tutuşurlarmış, bu birlikten iki yiğidin tutuştukları güreşte
ise bir türlü kazanan olmazmış. Önce şimdi Yunanistan sınırları
içindeki Samona'da güreşe tutuşmuşlar, günlerce süren güreşte
yenişememişler. Daha sonra, Hıdrellez gününde, Ahırköy
çayırında (bazılarına göre Edirne'ye 17 km. ötede Ortaköy
Şosesi üzerlerinde) aynı çift yeniden güreşe tutuşmuş. Sabahtan
geceyarısına değin süren güreşte, ikisi de solukları kesilip
çayıra yığılıp kalmış, vefat etmişler. Arkadaşları da onları bir
incir ağacı altına gömmüş. Yıllar sonra çıktıkları bir başka
seferde arkadaşlarının mezarı başına gelen savaşçılar, burada
akan gür bir pınar görürler. Halk orada yatanların ‘Kırklar’dan
(ermiş) olduğuna inanır. Yöreyi Kırkpınar diye adlandırır. Bir
söylenceye göre de oraya ayak basanlar 40 kişi olduklarından
adı Kırkpınar kalmıştır. Sonraki yıllarda aynı yerde ölen
kişilerin anısına güreş tutulmaya başlanmıştır. Zamanla
gelenekselleşmiş ve Kırkpınar Yağlı Güreşlerine dönüşmüştür.
Kırkpınar etkinliklerinin vazgeçilmez unsuru Kırkpınar
ağalarıdır. Eskiden güreşler ağanın denetiminde yapılırdı.
Pehlivanları çağıran, yarışmaları düzenleyen, gelen konukları
ağırlayan, yemek ve yatacak yerlerini temin eden, örf ve
adetlere uygun olarak güreşlerin yapılmasını sağlayan, ödüller
veren ve güvenlik düzeni alan yetkilidir. Ayrıca pehlivanlar,
138
Peşrev, Kispet, Zembil, Davul ve Zurna güreşlerin olmazsa
olmazları. Arenaya yürürken yol boyu baş pehlivanların ve
ağaların heykellerini görüyoruz.
Dünya Mimarlık Tarihi'nin en muhteşem eserleri arasındaki
Selimiye Camisi’nin ışıklandırılmış halini görmek için kısa bir
yürüyüş yapıyoruz. Havadaki tatlı bahar esintisiyle.
Mimar Sinan'ın 80 yaşında yaptığı ve ‘ustalık eserim’ dediği
Selimiye Cami, Osmanlı-Türk sanatının ve dünya mimarlık
tarihinin başyapıtlarından biri olarak şehrin simgesi olmayı
kesinlikle hak ediyor. Dört minaresiyle çok uzaklardan göze
çarpan anıtsal yapı, kurulduğu yerin seçimiyle, Mimar Sinan'ın
aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu
göstermektedir. Kesme taştan yapılan cami iç bölümüyle 1620,
tümüyle 2.475 metrekarelik bir alanı kaplar. Yerden yüksekliği
43.28 metre olup 31.30 metre çapındaki kubbesiyle ilgi çeker.
Cami, mimari özelliklerinin erişilmezliği yanında taş, mermer,
çini, ahşap, sedef gibi süsleme özellikleriyle de son derece
önemlidir. Mihrap ve minberi mermer işçiliğinin başyapıt-
larındandır.
“Taş dehaya ulaştı deha taş kesildi!"
Koca Sinan, Selimiye ve Edirne için şunları söyler "Kalfalığımı
İstanbul'daki Şehzade Camisi'nde yaptım. Ustalığımı da
Süleymaniye Camisi'nde tamamladım. Fakat bütün gücümü bu
Sultan Selim Han Camisi'ne sarf edip uzmanlığımı gösterdim ve
anlattım. Öyle büyük bir cami yaptım ki Edirne içinde, bütün
halkın beğenisine layıktır." Mimar Sinan Selimiye'yi
bitirdiğinde 85 yaşındaydı.
Cami’ye adını veren üç şerefeli minare, Selimiye yapılana kadar
minarelerin en büyüğü kabul edilirdi. Külahıyla birlikte 76 m.
olup, merdivenindeki toplam basamak sayısı 203'tür.
Şerefelerine üç ayrı merdivenle çıkılır. Bu tarzıyla bir ilktir.
Birinci merdivenle birinci ve ikinci şerefelere, ikinci merdivenle
139
ikinci ve üçüncü şerefelere çıkılırken üçüncü merdiven ise
doğrudan üçüncü şerefeye götürür. Osmanlı mimarisinde
revaklı avlu ilk kez bu camide kullanılmıştır. Avlunun dört
köşelerine minareler yerleştirilmiştir. Üç Şerefeli Cami, bu
özellikleriyle sonraki camilere öncü olan anıtsal bir yapıdır.
Çok rehber tanıdık ama Edirne’yi bizlere anlatan Nihan Hanım
gibisini görmedik. Donanımı, sunum şekli, Rumeli şivesi hep
aklımızda kalacak. Trakyalılar için alfabe 28 harften oluşur
diyor. Bursa’nın evladı, İstanbul’un babası, Edirne’yi iki güne
sığdırmak zor. Cenk’imin günlerdir sayıkladığı yaprak ciğeri
tekrar tekrar yiyebilmek için bile onlarca kez gelinebilecek şehir
Edirne. Dört gün boyunca yolda olmamıza rağmen kimse
bundan ne şikâyetçi ne yorgun. Yüzlerde her zamanki ifade,
aynı soru ise Cenk’e. Sırada neresi Cenk diyen dostlar. Cenk
kararını vermiş bile. Bekle bizi Göbeklitepe. Artık programa
koyması Fatih Başkan’da...
140
BİTKİLERİN KRALİÇESİ KIRMIZI ALTIN: SAFRAN
M.Demet Yücelgen
Tekrar merhaba; yazı aratmayacak bir sonbahar sabahı
Derneğimizin önünde buluştuk. Cenk yine çok heyecanlı.
Dostlarla bir arada geçecek güzel bir gün bizi bekliyor. İlk kez
göreceğimiz yerler var programda bu da bizleri merak içinde
bırakıyor. Leziz tatlarıyla midemizde yer etmiş mahallemizin
Crocus Kafe’sinin kahvaltılık sandviçleriyle güne güzel bir
başlangıç yapıyoruz. İstanbul otobanı boyunca giderken;
Gerede çıkışından Karabük yoluna giriyoruz. Endüstrinin
ağaçların rengini nasıl bozduğuna tanıklık ederken içim yine cız
ediyor. 4 saatlik yol sonrası Yukarı Çiftlik Köyü’ne geliyoruz.
Birazdan safran hasadına tanıklık edeceğiz. Benim gibi fotoğraf
çekmek için sabırsızlanan birkaç fotoğraf sever daha var.
Otobüsten iner inmez tarlaya koşarcasına gidiyorum.
Sepetleriyle safran çiçeği toplayan teyzelerin yanında,
büyüleyici mor tarlanın ortasındayım. Tek tek bütün çiçekleri
fotoğraflamak istiyorum.
141
Latince ‘Crocus sativus’ denilen, sonbaharda çiçek açan ve 20-
30 cm yüksekliğe ulaşabilen soğanlı bir bitkidir. Mor renkli
bitkinin çiçeklerinde üç tepecik vardır ve şu her derde deva ve
dünyanın en pahalısı olarak bilenen safran baharatı da işte bu üç
tepeceğin kurutularak toz haline getirilmesiyle elde edilir.
Mesele safranı yetiştirmek değil bu tepecikleri ayırabilmek.
Oldukça insanı yoran ve zaman olarak sonu olmayan bir işlem
olduğunu öğreniyoruz. Doğadaki her bitki gelecek senelerde de
devamlılığını sağlamak için tohum oluşturur. Ancak safran 3n
kromozom taşıdığından normal döllenme gerçekleşemez.
Bundan dolayı safranda çoğalma soğanlarının (sarımsak gibi)
tek bitkiden bir kaç yavru soğancık oluşturmasıyla üremesi
gerçekleşir. İnsana bağlı bir üreme gerçekleşmiş olur yani
dönem dönem topraktan sökerek başka yerlere safran dikilmesi
gerekir aksi halde ilk dikildiği yerde çoğalır tek soğan yıllar
içinde onlarca soğan olur alan genişletmesi yapılmaz ise hepsi
çürür gider. Yani bu yönden insana tam bağımlı durumda,
varlığını sürdürebilmesi bakımından. Safranın içerisinde bir ton
madde bulunmakta aynen bal gibi ancak bu maddelerin en önde
gelenleri crocin, picrocrocin, safranal ve uçucu bir ton yağ.
Safran kokusunu içerisindeki bu kadar çeşitli aromatik yapılı
maddelere borçlu. Bu maddeler doğada yalnızca safranda yan
yana gelmiş. Ve kokusu tarif edilemez. Çünkü dünyada eşi
yok. Fotoğraf çekerken Bombus arısına rastlıyorum. Bombus
resmen sömürüyor çiçekleri. Safran ve Bombus uyumu
mükemmel.
Renklendirici ve tat verici olarak kullanılan bu baharatın elde
edilmesi oldukça zahmetlidir. Her bir çiçeğin üzerindeki üç
tepecik, sabah daha güneş doğmadan elle tek tek toplanır.
Sadece yarım kilo kadar bir miktarda baharat elde etmek için 75
bin çiçeğin 225 bin tepeciği gerekir. Bundan dolayı da 1 gramı
en az 15-20 liradır ki bu fiyat yurt dışında 250 dolarlara kadar
da çıkıyor. Safranın kuvvetli bir kokusu vardır. Keskin ve
142
acımsı bir tada sahiptir. Ilık suyla karışınca turuncu-sarı arası
altın rengini verir. Kendi ağırlığının tam 100 bin katı suyu altın
sarısına boyayabilir. Zaten adı da Arapçada sarı demek olan
‘asfar’ kökünden türemiştir.
Safranın tarımı çok zahmetlidir. Sadece 100 gram safran elde
etmek için 1 dönümlük alanda ekim yapmak gerekir. İçeriğinde
150'nin üzerinde uçucu yağ ve aroma barındıran safran; gıdadan
ilaç sektörüne, parfümeriden kumaş boyamaya kadar birçok
alanda kullanılır. Yukarı Çiftlik Köyü'nde 3 yıl önce safran
üretimine başlayan İsmail Yılmaz, Ağustos ayında ekimini
yaptığı safranı tarladan toplamaya başladıklarını söyledi.
Yılmaz, şöyle konuştu:
“Havaların iyi gitmesiyle beraber inşallah 6-7 kilogram kadar
ürün bekliyorum. Güneşli havayı seviyor. Çiçeklenme
döneminde yağmur olmaması gerekiyor. Şu anda yağmur
gözükmüyor. Çok iyi olacak inşallah. Geçtiğimiz sezon safranın
kilosu 25 bin liraydı. Yeni sezonda fiyat henüz belli değil. Bu
ürünün rekoltesine de bağlı biraz. Talebe de bağlı tabii.
Muhtemelen 25 bin ya da 30 bin lira olur. Safran, ilçemizde
genelde şekerlemelerde, pilavlarda, çorbalarda, et
yemeklerinde kullanılıyor. En çok da çay olarak içiliyor. Hücre
yenileyici ve sakinleştirici özelliği var. Onun için çay içiminde
çok daha fazla kullanılıyor. 1 gram safrandan 80-100 bardak
çay yapılıyor. 1 gram safran ise yaklaşık 250 adet çiçekten elde
edilir.''
Safran çiçeği ve hasadıyla ilgili bilgileri dinledikten sonra yola
çıkma zamanı geliyor. Hepimizin bildiği gibi Safranbolu, eski
Osmanlı mimarisini yansıtan Safranbolu Evleri ile ünlü, bu
özelliği sayesinde UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde
yer alan minik ilçenin kenarından geçerek cam terasa geliyoruz.
İncekaya Kanyonu’nun kenarında yapılan cam seyir terası,
yerden 80 metre yükseklikte. Yükseklik korkusu olanlar için
üzerine çıkmak zor olabilir ancak göreceğiniz manzaraya
143
değer…di bir zamanlar diyeceğim çünkü önceki gelişimle şu an
çok farklı. Hem camlar matlaşmış zor görünüyor hem de
gördükleriniz çöplerle kirletilmiş doğa. Çok üzücü.Yine de
manzarası için görülmesi gereken bir yer.
Bartın/Ulus yönüne doğru dönüyoruz. Ağaçlı tünelin bizi
beklediğini söylüyor rehberimiz Gökhan Bey. Sabırsızlanı-
yoruz. Sonbaharın renk seremonisi eşliğinde ilerlerken,
otobüsümüz yürüyüş yapabilmemiz için duruyor. Aslında
yürüyüş yeri değil; bu sebeple yol kenarından tek sıra yürüyüşe
başlıyoruz. Abdipaşa Beldesi ile Ovacık İlçesi arasındayız.
Tüneller hep korkutucu bir imaj çizmiştir zihnimizde. Hele ki o
tünel uzun ve karanlıksa çok daha korkutucu olmuştur. Ucu
bucağı görünmez, içinden bir anda ne çıkacağı hiç bilinmez o
karanlık tünellerin. Bir de bunun tam tersi olanlar var ki içinden
geçmek ya da yürümek için can atarsınız. Hiç bitmesini
istemezsiniz o tünelin. O tüneller ki doğanın yarattığı
renklerden ve güzelliklerden oluşur. Yol kenarındaki ağaçların
gökyüzüne doğru birleşmesi sonucunda adeta bir
tünel oluşturduğunu sandığım için hayal kırıklığına uğradım
diyebilirim. Yine de yürüyüşten keyif aldık; yol boyunca
endemik bitkileri seyrederek.
Ulus ilçesine girişimiz, karşılanışımız çok güzeldi. Bando
eksikti sadece. Belediye Başkanı Sayın Hasan Hüseyin Uzun ve
ekibi hoş bir şekilde tek tek elimizi sıkarak misafir-
perverliklerini gösterdiler. Meğer ilçeye ilk kez gelen tur
kafilesiymişiz. Umarım ayağımız uğurlu gelir de şirin ilçemiz
turizm ilçesi olur. Ulus Öğretmen Evi’nde hazırlanan yöresel
yemeğimizi Başkan’la birlikte yiyoruz. Sevgili eşi de ince bir
düşünceyle bizlere aşure yapmış. Tekrar elinize sağlık…
Ulus ve Köylerine Hizmet Derneği üyelerince köy köy
gezilerek toplanan bine yakın antika eşyanın sergilendiği bir
etnografya müzesi kurmuşlar. Toplananlar tarihi Kocagöz
Konağı’nda sergilenmeye başlanmış. Müze’de geçmişi 200 yıla
144
dayanan antika eşyalar var. Aile büyüklerinden yadigâr
kıyafetlerden, bir asır öncesinde kullanılan iplik çıkrığına,
hamur oluğundan ibriğe, kandilden mutfakta kullanılan tabak,
bardak, kepçeye ve tarım aletlerine kadar çok sayıda
obje kesinlikle görülmesi gerekir. Müze, geçmiş dönemin
geleneksel yaşamını yeni nesille buluşturmasının yanında
İlçe’nin turizmimize de büyük katkı sağlayacaktır. Bu müze
yine eski dönemlerdeki köy ve ev yaşamları hakkında da bilgi
vermekte. Mısır ekmeklerimizi de aldıktan sonra yola tekrar
devam ediyoruz.
Ulukaya Şelalesi “aşk acısını dindiren şelale” olarak tanıtılıyor
broşürlerde. Söylenceye göre Aşk Tanrısı Eros, eşinin kendisini
artık sevmemesi nedeniyle intihar eden Selamnos’un bedenini
kutsayarak bir şelaleye dönüştürür. Bir daha sevgililerin acı
çekmesini istemeyen Eros’un böylece şelale suyuyla bedenlerini
ıslatanların ya da bu suyu içenlerin aşk acılarından arınmalarını
sağladığı söyleniyor.
Aşk acısını dindirir mi bilemeyiz ama görenleri büyüleyen bir
güzelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz Ulukaya Şelalesi’nin.
Bartın’ın Ulus ilçesine 17 kilometre uzaklıktaki Şelale, Ulukaya
köyü yakınlarındaki Ulus Çayı üzerinde. Şelale 20 metrelik bir
yükseklikten düşüyor ve bir kilometre uzunluğundaki kanyonun
145
içinde yaratıyor doğal güzelliğini. Kanyon’un orta yerinde on
metre genişliğindeki bir kaya oyuğundan yeryüzüne çıkıp,
şırıltılar içinde akan dere yatağına düşüyor. Yaz aylarının en
sıcak günlerinde suyu biraz azalsa da, hiçbir zaman
kurumuyormuş. Fotoğraf çekerken turuncu saçlarıyla dört
yaşlarında çok sevimli bir çocuk kadrajıma takılıyor.Adının Ali
Kemal olduğunu öğreniyorum. Öncesinde iletişim kuramasam
da ceplerine doldurduğum leblebiler işe yarıyor. Aynı rotanın
Derneğimizce bir gün sonra tekrar yapılacağını bildiğimden Ali
Kemal’e verdiğimiz kitap sözü yerine getiriliyor. Zeki çocuk bu
kez de kamyon sözü istemiş. En kısa sürede o isteğini de yerine
getirebilmeyi umuyoruz. Gezi boyunca bize eşlik eden zabıta
memuru Turgay Bey bizi uğurlarken yengesinin yaptığı un
helvasından tüm katılımcılara ikram ederek bizleri çok mutlu
etti. Çiğdemim tişörtü ve şapkası hediye ederek, bir kez daha
görüşebilmeyi umut ederek köyden ayrıldık. Bir gezimizin daha
sonuna gelmiştik. Cenk eve dönerken rehberimize alternatifler
sunuyordu sonraki rota için. Yollar da bitmesin dostluklar da.
Bir sonraki anılarda buluşmak üzere hoşça kalın.
146
DÜNYANIN MERKEZİ SİVRİHİSAR
M.Demet Yücelgen
Kısa bir aradan sonra keşfetme arzusuyla yollara düşmek üzere
Dernek önünde buluşuyoruz. Cenk bu kez daha fazla heyecanlı
ve sabırsız. Zira üç aydır tatil modunda denize demir
atmışçasına. Bu sabah yepyeni tatlar peşinde, tarihin ayak
izlerinden yürümek isteyenlerle birlikteyiz. Bu kez rotamız
Sivrihisar… Çoğumuzun kavşağından yüzlerce kez geçtiği ama
bir kez olsun içerisine girmediği bir ilçe. Yıllardır İzmir’e
giderken Sivrihisar kavşağından Afyon`a kıvrılırız. Sivrihisar
bu açıdan bakıldığında ilçe merkeziyle değil, heybetli sivri ve
kayalık tepeleriyle dikkat çeker. Oysaki Nasreddin Hoca’nın da
dediği gibi Dünyanın Merkezi olan Sivrihisar Eskişehir’in en
büyük ilçesidir.
135 km sonrası Sivrihisar’dayız. Yerel rehberimiz Koray Bey
ile buluşuyoruz. Anadolu’nun en büyük ahşap direkli
camilerinden Ulu Cami karşımızda. 1274 yılında Mevlana
147
Celaleddin Rumi’nin müritlerinden ve II. Gıyaseddin
Keyhüsrev’in naiplerinden Emineddin Mikail tarafından
yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemi kadılarından,
İstanbul’un ilk Kadısı Hızır Bey bu camiyi l440 yılında
onarmıştır. 1485 metrekarelik bir alana kuruludur. Çatısını 67
adet ahşap direk taşımaktadır. Bu direklerden altısı motiflerle
bezenmiş. Koray Bey’in detaylı anlatımı ilgimizi daha da
arttırıyor. Çoğunluğu ardıç ağaçlarından olan bu direklerin
sayısının 67 olması; 63’ünün peygamberleri, 4’ünün de
halifeleri temsil etmesiyle açıklanıyor. 800 yıllık Cami aynen
korunmuş, sadece çatısındaki toprak kaldırılmış. Minberdeki
sekiz köşeli yıldız, cennetin sekiz kapısını anlatıyormuş.
Anlatım sırasında ardıç ağacının üremesinin ardıç kuşunun
pisliğiyle olduğunu da ilk kez öğreniyorum. Ardıç ağacı,
servigiller ailesinden iğne yapraklı ağaçmış ve bazen çalı
formundaymış. Üremesi bir başka türe bağlı. Ardıç tohumları
yere dökülür ancak bu tohumlar bir ardıç kuşu tarafından
yenmedikçe çimlenme gerçekleşmezmiş. Ardıç kuşunun
sindirim sisteminde ardıç ağacının tohumlarının kabukları açılır.
Ardıç kuşunun dışkısıyla toprağa karışan tohumlar kolayca
çimleniyormuş...
Araştırdıkça ardıç ağacıyla ilgili harika şeyler öğrendim Güzel
kokulu, yapraklarını kışın da dökmeyen, kara yemişli, 20
metreye kadar boylanabilen, 2300 metreye kadar yayılabilen ve
60-70 kadar türü bulunan ardıç; orman yaşamının sona ermesi
aşamasında, en son kaybolan dayanıklı bir türdür. Erozyon
önleyici, rüzgar, kar ve ses perdesi ve de süs bitkisi olarak
yetiştirilir. Tohum ve yapraklarından elde edilen suyla
yıkanıldığında vücudu kuvvetlendirdiği, terlemeyi kestiği,
romatizma, uyuz ve egzamaya iyi geldiği söylenir. Ayrıca
öksürüğe ve göğüs ağrısına iyi gelir. Kurt düşürücü, nefes
kokusunu giderici, antiseptik ve uyarıcıdır. Peki ardıç ağacının
148
fosilleşmiş köklerinden elde edilen taşın Oltu taşı olduğunu da
biliyor muydunuz?
Tavan boyunca asılı olan deve kuşu yumurtaları ilgimizi
çekiyor. Meğer örümcekten koruyorlarmış camiyi, aynı
zamanda halıların altında güve oluşumunu engelliyormuş, ilginç
değil mi? Eve de mi assak diye düşünmeden edemiyorum.
Minberin verniklenmesinin hatalı bir işlem olduğunu üzüntüyle
anlatıyor. Cami içerisinde ceviz ağacından oyma tekniğiyle
yapılmış dolap kapakları da bulunmaktadır. Duvarlar kesme ve
moloz taşlarla örülmüştür. Kıbleye dönüldüğünde;
Pessinus’daki tapınak, Mescidi Aksa ve Kabe ile aynı
doğrultuda olduğunu öğrenerek; hepimizi maneviyatıyla
büyületen Ulu Camiden çıkıyoruz.
Sivrihisar’ın sokaklarında yürürken karşımıza çıkan evler
bizleri şaşırtıyor. Daha önce görmemiş olmak üzüyor. Evlerin
çoğu Ermeniler tarafından yapılmış. Şu an yaşayan hiç Ermeni
ailesi bulunmamaktaymış. Ermeniler, Sivrihisar kültürüne ciddi
katkıda bulunmuşlar özellikle kuyumculuk ve terzilikte.
Surp Yerortutyun Kilisesi’ni görmek üzere eski evlere
hayranlıkla bakarak sokaklarında yürüyoruz. Kilise’nin, 1881
yılında halktan toplanan parayla inşa edildiği söyleniyor.
Binanın ortasında büyük bir kubbe, köşelerinde de iki büyük
çan kulesi var. Giriş batı kısmında, kapısının üzerinde el oyması
iki melek figürü var. Rehberimiz Kilise’nin Türkiye’nin en
büyük ikinci Ermeni kilisesi olduğunu, dünyada ise sekizinci
sırada yer aldığını vurguluyor. Ermenilerin bölgeden ayrılması
ardından bakımsız bırakılmış, hatta bir ara jeneratör merkezi,
depo gibi amaçlarla kullanılmış. Gördüğümüz manzara bizleri
üzüyor. Mimar Selahattin Altunışık’ın başında bulunduğu ekip
tarafından yürütülüyormuş restorasyon çalışmaları. Kilise’nin
inanç turizmine kazandırılması maksadıyla başlanan çalışmalar
ardından hizmete açılacağı ve müze olarak kullanılacağı
söyleniyor. Kilise’nin restorasyon ardından yeniden zarar
149
görmemesi için Sivrihisar Emniyet Müdürlüğü şimdiden
bölgeye kameralar yerleştirmiş. Akustik olağan üstü. Gözümü
kapatıp çok sesli bir koroyu dinlediğimi hayal ediyorum.
Yarattığı sayısız eserle Türkiye’de heykel sanatının
duayenlerinden sayılan sanatçı Metin Yurdanur tarafından
hazırlanan Heykel Bahçesi’ne ilerlerken sanatevi uğrak yerimiz
oluyor. Çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’daki Frigya kalıntıları,
sanatçıda heykele karşı ilgi ve merak uyandırmış. Lise
öğrenimini Eskişehir’de tamamladıktan sonra Gazi Eğitim
Enstitüsü’nde sanat eğitimi almış ve heykele başlamış. Abdi
İpekçi Parkı’nda yer alan ‘Eller’, heykelini bilmeyen yoktur.
Yurdanur, “Eller beynin uzantısıdır. Eller beynin somutlaşmış
halidir. Bütün bu dünyayı insan elleriyle yaptı” şeklinde
yorumlamış. Yüksel Caddesi'nde bulunan ve Nuriye Gülmen ile
Semih Özakça'nın direnişine de tanıklık eden İnsan Hakları
Anıtı da Yurdanur’un eserlerinden.
Sivri kayaların eteğinde, mavi göğün altında coşkuyla karşılıyor
heykeller bizi, hayran kalmamak imkansız.. Her biriyle fotoğraf
çektirmek için çocuklar gibi birinden diğerine koşuyoruz adeta.
Heykeller dağa hükmeden cesur duruşlarıyla büyüleyici...
Atatürk, Nene Hatun, Yunus Emre, Karacaoğlan, Nasrettin
Hoca, Yaşar Kemal ve niceleri, 100’e yakın devasa heykel
mutlaka görülmeli, benden söylemesi.
Ankara’dayken bugün hava gösterisi olacağını duymuştum. Tur
yetkilimiz ricamı kırmayarak planda olmasa da oraya götürerek
bizi ödüllendirdi. Profesyonel gösteri pilotlarının harika
performansları sayesinde olağanüstü bir saat geçirdik. Havacılık
tutkunlarının buluştuğu ve herkesin keyifli vakit geçirmesi için
titizlikle çalışılmış bir organizasyona tanıklık ettik. Milli
akrobasi pilotu Ali İsmet Öztürk ile kızı ülkenin ilk sivil kadın
akrobasi pilotu Semin Öztürk’ün gösterisi nefesimizi kesti.
Herkesin fotoğraf çektirebilmek için yarıştığı pilotla bizler de
çekildikten sonra kendisinin ABD'li akrobasi pilotu Mark
150