yapar, ama hastalık belirtileri meydana getirmez. Toksoit kullanımı en çok tetanos ve difteri hastalıklarına
karşı kazanılan bağışıklıkta mühimdir.
Virüs hastalıkları da uzun süreli bağışıklık bıraktığı için bunlarda da aktif bağışıklık kazanmak
mümkündür.
Virüs aşıları ikiye ayrılır:
1. Canlı aşılar: Hastalandırıcılığı azaltılmış, ancak çoğalma kabiliyetini koruyan virüslerle olur. Bu tip
aşıların en önemlileri; çiçek, çocuk felci, kuduz, kızamık, kabakulak aşılarıdır.
2. Ölü aşılar: Çoğalma özelliği yok edilmiş virüslerle yapılır. Canlı ve ölü aşıların avantajlı ve
dezavantajlı tarafları vardır. Canlı aşılar, ölü aşılardan daha uzun süreli bağışıklık bırakırlar; ancak, canlı
virüs aşılarının en önemli dezavantajı, virüsün hastalandırıcılık özelliğini yeniden kazanmasıdır.
Bakterilere karşı meydana gelen bağışıklık, çeşitli bakteriler arasında çok değişiklik gösterir. Ruam,
yumuşak yara gibi hastalıklara hiç bağışıklık gelişmemesine karşılık, boğmaca da ömür boyu bağışıklık
gelişebilir. Bakterilere karşı geniş etkili aşılar, şimdilik kolera ve tifüs hastalıkları için yapılmaktadır.
Mantar ve parazitlere karşı aşı geliştirmek çok zor olup henüz pratiğe yansımamıştır. Köpek kisti
hastalığına karşı aşı çalışmaları yapılmaktadır. Son yıllarda pratiğe sokulan en mühim aşı, Hepatitis-B
virüsüne karşı geliştirilen aşıdır. Bu virüs; nükseden karaciğer iltihabına, siroza ve karaciğer kanserine
sebeb olan bir hastalığa yol açtığından, aşısı da çok mühimdir.
Pasif bağışıklık: Bir hastalık amiline (etkenine) karşı, kendi vücudu yerine başka bir bünyede
yapılmış antikorların verilmesi ile kişide ani başlayan geçici bir bağışıklığın hasıl olmasıdır. Pasif bağışıklık
ancak bir kaç hafta devam eder. Koruyucu mekanizma, antikor verilir verilmez başladığı için, aktif aşıdaki
gibi bir ön gecikme dönemi yoktur (yaralanmalarda tetanos serumu yapılması gibi).
Toksinlerle olan hastalıklarda, antitoksini havi serum zerki çok etkili olur. Burada vücuttaki
toksinleri nötralize edecek büyük bir antitoksin kitlesinden hemen faydalanmak mümkün olur. Kızamık
ve bulaşıcı karaciğer iltihabı gibi belirli bazı virüs hastalıklarında serum verilmesi; korunmayı ve hastalık
belirtilerinin hafiflemesini temin edebilir.
Gebeliğin erken devresinde annede teşekkül eden antikorların cenine geçmesi ile meydana gelen
pasif bağışıklık; bebeği, hayatın ilk aylarında bir çok enfeksiyon hastalıklarından korur. Anne kanıyla
geçen antikorlar sayesinde olan bağışıklık, annenin sütü, özellikle ilk süt (kolostrum)’ten geçen
antikorlarla da kuvvetlendirilir. Bu bağışıklık çocuk 4-6 aylık olunca kaybolur.
Yaygın Olarak Kullanılan Aşılar
Difteri aşısı: Difteri mikrobunun toksininin zararsız hale getirilmesiyle yapılır. Koruma değeri %
95’tir.
Boğmaca aşısı: Ölü boğmaca bakterisinden elde edilen bakteri aşısıdır. Koruma değeri % 85’tir.
Tetanos aşısı: Tetanos mikrobunun toksininin zararsız hale getirilmesiyle yapılır. Difteri aşısı gibi
bu da toksoit aşıdır. Koruma değeri % 100’dür. Difteri, boğmaca ve tetanos aşıları karma aşı olarak
(DBT) bir arada yapılabildikleri gibi ayrı ayrı da yapılabilir. Aşı küçük yaştaki çocuklara kas içine 0,5-1 ml
yapılabilir. Ateş yükselmesi, lenf bezi şişmesi, huzursuzluk gibi yan etkiler görülebilir.
Çocuk felci (Polio) aşısı: Çocuk felci virüsünün etkisiz hale getirilmesiyle elde edilen bir canlı virüs
aşısıdır. Ağızdan damla şeklinde verilen ve cilt altına enjekte edilen çeşitleri vardır. Ülkemizde ağızdan
verilen şekli uygulanmaktadır. Koruma değeri % 85-90’dır. Yaz aylarında bu aşıyı yapmamak gerekir.
Kızamık aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Koruma değeri % 95’tir. Üst kola kas içine 0,5 ml uygulanır.
Aşıdan 7-10 gün sonra ateş, göz nezlesi, döküntü olabilir.
Kızamıkçık aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Bir yaşından ergenliğe kadar yapılabilir.
Kabakulak aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Bir yaşından sonra yapılır. Kızamık, kızamıkçık ve kabakulak
aşısının bir arada yapılan karma şekli vardır. Ülkemizde yaygın olarak kullanılmamaktadır. Koruma değeri
% 95 civarındadır.
BCG aşısı: Verem hastalığına karşı kullanılan bir canlı bakteri aşısıdır. Sol omuza deri içine 0,1 ml
yapılır. Yeni doğan çocuklara ilk ay içinde yapılır. İleri yaşlarda PPD (Tüberkülin) testi menfi ise yapılır.
Aşıya bağlı deri altı apsesi, lenf bezi şişmesi görülebilir.
Özel Gayeyle Yapılan Aşılar
Kuduz aşısı: Canlı virüs aşısıdır. Kuduz olma ihtimali olan bir hayvan tarafından ısırılan insanlara
yapılır. Kuduz virüsünün ördek embriyosunda üretilmesinden elde edilen aşı, 12-14 gün üst üste karından
zerk edilir. Nadiren yan etkileri olabilir. 1980 yılından beri insan hücre kültürlerinde üretilen bir kuduz
aşısı geliştirilmiştir. Yan etkisi yoktur ve fasılalarla 5 defa uygulanır, çok pahalıdır.
Hepatit-B aşısı: B tipi bulaşıcı karaciğer iltihabı (viral hepatit, sarılık) hastalığına karşı kullanılır.
Pahalı olması sebebiyle yaygın olarak kullanılmamaktadır. Hastalıkla karşılaşma ihtimali yüksek olan
kişilere (sağlık personeli) yapılmalıdır. Yan etkisi yoktur, bağışıklama için üç aşı gerekmektedir.
Canlı çiçek aşısı: Aşılama, vaccinia virüsünden (çiçek aşısı virüsü) hazırlanan canlı aşı ile yapılır.
Bu virüse karşı vücutta ortaya çıkan bağışıklık çiçek hastalığına karşı da korunma sağlamaktadır. Aşı ile
lokal (bölgesel) vaccinia hastalığı meydana getirilir. Aşı olarak hastalandırıcılık kabiliyeti azaltılmış, canlı
vaccinia aşıları tercih edilir. Bu aşıları, ışıktan korumalı ve soğukta muhafaza etmelidir. Bu aşı 1978’de
ülkemizde kaldırılmıştır. Birçok ülkede mecburi olmaktan çıkarılmıştır. Artık dünyada çiçek hastalığı
görülmemektedir.
Berlin Prusya kraliyet eczacısı ve hekim olan Casper Neuman’ın Almanca eserinde, Türk tababet ve
kültür tarihi bakımından önemli kısımlar vardır. Çiçek aşısını “Türkiye’de kullanılan çiçek aşısı metodu”
deyimi ile anlatmaktadır. Çok uzun zaman Türkler tarafından kullanılan çiçek aşısı, ancak 1700 yıllarından
sonra İngiltere’de mahkumlarda denemek suretiyle kullanılmaya başlanmıştır.
Türk usulü çiçek aşısı 1745’ten sonra İngiltere’den Rusya’ya İsveç’ten İtalya’ya ve Fransa’ya kadar
yayıldı. Bu yayılmanın yanında 1796 yılında Edward Jenner tarafından Vaccination şeklinde inekten
alınarak insana aşılama usulünün bulunmasına yol açmıştır. Jenner, yeni usulü tatbike başlayıncaya
kadar Türk usulü çiçek aşısı yapıyordu.Ve çiçek aşısını bulan Jenner değil, Türklerdir.
Aşılamada Uyulması Gereken Genel Kurallar
1. En erken aşılama yaşı: Her aşının kendisi için en uygun zamanda yapılması gerekir. Bir aşının
belirtilen zamandan önce yapılmasının hemen hiç bir yararı olmayabilir. Mesela kızamık aşısı için durum
böyledir. 15 aylıktan önce kızamık aşısının yapılmaması tavsiye edilmektedir. Bir salgın durumunda
altıncı ayını doldurmuş kızamık geçirmemiş veya kızamık aşısı olmamış bütün çocukların aşılanması
faydalı olur. Ancak bu bebeklere yapılan aşının da 15 aylıktan sonra tekrarlanması gereklidir.
2. En son aşılama yaşı: Difteri boğmaca aşılarının yan etkileri yaşla birlikte artma göstermektedir.
Bu sebeple altı yaşından büyüklere boğmaca aşısı yapılmamaktadır. Difteri her yaşta öldürücü olabilen
bir hastalıktır. Bu sebeple altı yaşından büyüklere de yapılması gerekir, (dozu azaltılır).
3. Rapeller arası süre: Bazı aşılarda yeterli bağışıklık sağlamak veya sağlanan bağışıklığın aynı
düzeyde devam etmesini sağlamak için aşının belirli aralıklarla pekiştirme “rapel” dozları şeklinde
verilmesi gerekir. Rapellerin yapılmasında herhangi bir sebeple gecikme olursa, aşı programına yeniden
başlanmasına veya fazladan bir doz aşı yapılmasına gerek yoktur; programa bırakılan yerden devam
edilir. Bunun aksine, teklif edilenden daha kısa bir süre geçtikten sonra ayapılan rapel aşıları sayılmamalı,
teklif edilen zaman geldiğinde tekrar edilmelidir.
4. Aynı anda birkaç aşı yapma: Ölü aşılar aynı zamanda değişik yerlerden yapılabilir. Bir ölü aşı
ile bir canlı aşı aynı anda değişik yerlerden uygulanabilir. Canlı virüs aşıları aynı gün uygulanabilirler,
ancak aynı gün uygulanmadıklarında en az bir ay ara ile verilmeleri gerekir. DBT, kızamık ve polio (çocuk
felci) aşıları ikisi veya üçü bir arada aynı günde yapılabilir.
5. Ateşli hastalıklarda: Ateşli hastalığı olanlara iyileşene kadar aşı yapılmamalıdır. Hafif üst
solunum yolu hastalığı gibi durumlarda ateşin kontrol altına alınmasından sonra aşının geciktirilmesine
gerek yoktur.
6. Gebelikte: Genel olarak, gebelik süresince canlı virüs aşıları yapılmaz. Salgında gebeliğin ilk üç
ayından sonra yapılabilir. Gebe kadınların çocuklarına bütün aşılar yapılabilir.
7. Daha önce aynı aşıya karşı aşırı duyarlılık göstermiş olanlar aşılanmaz.
8. Erişkinlerde aşılama: Difteri ve tetanos bağışıklığının devamı için her on yılda bir tetanos,
difteri rapelinin yapılması gerekmektedir. Çocukluklarında kızamıkçık geçirmemiş kadınlara da gebe
kalmadan önce kızamıkçık aşısı bulunabilirse yapılmalıdır.
9. Yaz aylarında aşılama: Bu aylarda ağızdan çocuk felci aşısı yapılmaması teklif edilmektedir.
Aşıların taze olarak bulunabildiği, ishallerin olmadığı yerlerde yaz aylarında aşı yapılmasında hiçbir
mahzur yoktur.
10. Aşıların saklanması: Aşının üretildiği yerden bozulmadan uygun sıcaklıkta aşı yapılacak kişiye
ulaştırılması gereklidir.
AŞI (Bitki)
Alm. Aufpropfen, Fr. Grefee, İng. Graft. Bitkilerde uygulanan tohumsuz bir üretme şekli.
Çoğaltılması istenilen çeşitten, bir gözün veya “aşı kalemi” adı verilen bir dal parçasının “anaç” adı verilen
diğer bir bitki üzerine yerleştirilip tutturulmasıdır.
Meyve çeşitleri, genel olarak, tohumla üretildiklerinde çeşit karakterini kaybederek, yabanileşmeye
doğru yönelmektedirler. Onun için, aşı usulü ile üretmek mecburiyetinde kalınmaktadır. Üretilmesi
istenilen, kaliteli, bol verimli ve hastalıklara dayanıklı meyve çeşitlerini, aşılamak yoluyla çoğaltmak
imkanı sağlanmaktadır.
Bağ-bahçe ziraatinde kullanılan birçok aşı şekilleri vardır. Bunlardan en çok kullanılanları, göz ve
kalem aşılarıdır.
Göz aşıları: Meyve ağaçlarının çoğaltılmasında, kalem aşılarına nisbetle daha çok uygulanmaktadır.
Göz aşıları, küçük fidanlarda kullanılmaktadır. Yapıldıkları zamana göre biri sürgün (yaprak aşısı), diğeri
de durgun aşı olmak üzere ikiye ayrılır:
Sürgün göz aşısında, göz anaca takıldığı yıl uyanır ve aynı yıl sürgün verir. Aşıya, yerine göre, mayıs
sonu veya haziranın ilk haftalarında başlanır ve temmuza kadar devam edilir. Aşı sürgünlerinin, kışın
şiddetli soğuklardan zarar görmeleri tehlikesi vardır. Onun için, sürgün göz aşısı, kışları ılık geçen
yerlerde yapılır.
Durgun göz aşılarında; anaç üzerine takılan göz, aynı yıl tutar, fakat kışa girildiğinden uyanmayıp,
ertesi ilkbaharda sürer. Daha çok, kışları soğuk geçen yerlerde uygulanır. Durgun göz aşısı, yaz
sonlarında (ağustos-eylül) yapılır.
Göz aşısının yapılışı: Toprak seviyesinden 15 santim yükseklikten itibaren, aşı çakısının ucu ile
anacın kabuğu (T) şeklinde kesilir. Kesik kısmın iki kenarındaki kabuk, aşı çakısının tırnağı ile yerinden
kaldırılır. Bundan sonra üzerinde aşı gözlerinin bulunduğu kalem ele alınır. Bir gözün üst ve altında bir
parmak kadar bir kısım bırakıldıktan sonra, gözün altı hafif odunlu olarak kesilir. Anacın tepesinin daha
yüksek tarafında iki anacın kesilen kısmına yukarıdan aşağıya doğru sürülerek yerleştirilip, rafya ile
sarılır. Göz aşılarının tutup tutmadıkları, aşıdan 15-20 gün sonra belli olur.
Kalem aşıları: Göz aşısı yapılamayacak kadar kartlaşmış olan meyve ağaçlarına kalem aşıları
yapılır. Kalem aşılarında, üzerinde 2-3-4 göz bulunan bir dal parçası (kalem) kullanılır. Kalem aşılarının
yapılış şekillerine göre çok çeşitleri vardır. Pratikte en çok kullanılanları; kakma aşı, çoban aşısı, yarma
aşı ve İngiliz aşısıdır.
1. Kakma aşı: Fidanlarda, gözden yapılmış, göz aşılarının tutmayanlarına ilkbaharda kakma aşı
yapılır. Kakma aşı en çok baş parmak kalınlığındaki anaçlara uygulanmaktadır. Aşılanacak anacın tepesi,
toprak seviyesinden itibaren bir karış yükseklikten hafif meyilli olarak kesilir. Anacın tepesinin daha
yüksek tarafında iki bıçak kesimi ile (V) şeklinde bir oluk açılır. Aşı kaleminin ucu anacın oluğuna uyacak
şekilde yontulur, hazırlanan kalem, anacın oluğu içerisine, anaçla kalem kabukları birbirine denk gelecek
şekilde yerleştirilir; rafya ile iyice bağlanır ve yara yerleri aşı macunu ile hava almayacak şekilde sıvanır.
2. Çoban aşısı: Çoban aşısı, kalınlaşmış anaçlara tatbik edilir. Anaç düzgün olarak kesilir ve üzeri
perdahlanır. Kalemler 10-15 santim boyunda 2-3 gözlü olurlar. Kalemin en altındaki gözün karşı
tarafından, bir taraflı olarak yontulur ve üzerinde oturmayı kolaylaştırmak için, kertik yapılır. Hazırlanmış
kalem, evvelce kuru kalemle anacın kabuğu içerisinde açılmış olan yuvasına yerleştirilir. Anaçla kalem
iyice bağlanır ve bütün yara yerleri aşı macunuyla sıvanır.
3. Yarma aşı: Gövdesi bilek kalınlığında olan ve bu şekilde diğer aşılar uygulanamayan yumuşak
çekirdekli meyve türlerinde yapılmaktadır. Anacın tepesi kesilir ve üzeri perdahlanır. Anacın tepesine
yarma aşı usturası dikey bir şekilde konarak üzerine tahta tokmakla yavaş yavaş vurularak, anacın tepesi
yarılır. Üzerinde 2-4 göz bulunan kalem de alttaki gözün iki yanından başlanarak düzgün bir şekilde
yontulur. Kalem takılırken, anacın ve kalemin kabuklarının birbirine denk gelmesine dikkat edilir. Aşı yeri
bağlanır ve yaralı kısımlar aşı macunu ile sıvanır.
4. İngiliz kalem aşısı: Kış aylarında cemakanda yapılan bir aşıdır. Anaç ile aşı kaleminin aynı
kalınlıkta olmasına dikkat edilir. Anacın tepesi vurulur ve aşı bıçağı ile anacın tepesinden itibaren 3-4
santimlik bir kısmı, bir taraflı olmak üzere dikine kesilir. Üzerinde 4-5 gözü bulunan ve anaçla aynı
kalınlıktaki kalemin alt ucu, anaçtaki gibi kesilir ve kalemin kesik kısmı anacın kesik kısmı üzerine
oturtulur. Rafya ile bağlanır ve macunla sıvanır.
AŞIK ÇELEBİ
Türk şair ve bilginlerinden. Asıl adı Mehmed’dir. Soyu Peygamber efendimize kadar ulaşır. Büyük
babası Seyyid Muhammed Natta, Emir Buhari ile birlikte Bursa’ya gelmiş ve burada yerleşmiştir. Sultan
Bayezid kızını Emir Buhari’ye verirken, veziri Halil Paşa da kızını Seyyid Natta’ya vermiş, Ebu İshak
medrese ve zaviyesini onun için yaptırmıştır. Aşık Çelebi’nin babası Seyyid Ali, babası gibi müderrislik
yapmamış, tahsilini tamamlayarak, kadılıklarda bulunmuştur. Aşık Çelebi 1519 (H.926) yılında Prizen’de
doğdu. Tahsilini devrin önde gelen ilim adamlarından Süruri, Taşköprüzade, Arabzade Abdülbaki Efendi,
Ebüssü'ud, Emir Gisu ve Muhyiddin Fenari'nin yanında tamamladıktan sonra, kadılık yolunu tutup Silivri,
Priştine, Süfrice ve Narda kadılıklarında bulunmuş, sonra hakkında yapılan şikayet üzerine Alaiye
kadılığına gönderilmiştir. Dedesi Müeyyedzade vasıtasıyla devrin tanınmış şairleriyle dostluklar kurmuş,
bunun sonunda yazdığı Meşair-üş-Şuara adlı eserini 1568 yılında Sultan İkinci Selim Hana takdim
etmiştir. Ayrıca Taşköprizade'nin Şakaik adlı eserine yaptığı zeylini, ilavesini sadrazam Sokullu Mehmed
Paşa’ya sunmuştur. Kendisine mükafat olarak, Üsküp kadılığı verilmiş ve 1571 (H.979)’da vefat edinceye
kadar bu vazifede kalmıştır.
Kuvvetli bir medrese tahsili gören Aşık Çelebi, birçok kıymetli edebi, tarihi ve dini eserler vermiştir.
Yukarıda ismi geçen eserlerinden başka, Bursa’nın güzelliğini anlatan Şehrengiz-i Bursa; şiirlerini
topladığı Divan, Zigetvarname, Terceme-i Ravdat-üş-Şüheda, Terceme-i Ravd-ül-Ahyar,
Ehadis-i Erbain (Kırk hadise dairdir.) İmam-ı Gazali’nin Nesayıh-ı Müluk adlı eserin tercümesi
yanında, birçok tercüme ve telifi vardır. Fakat daha çok Meşair-üş-Şuara adlı eseri ile tanınmıştır. Bu
eseri yazarken, gezip dolaşarak devrin şairleri ile temas kurduğu gibi, kendinden önce yazılan tezkireleri
görmeyi de ihmal etmemiştir. Anadalu Türkçesi ile yazılan dördüncü tezkiredir. Bu eserini Çernova
kadısıyken 1568 yılında ebced usulüne göre tertip etmiştir. Eser sadece bir şairler tezkiresi değil, aynı
zamanda devrin sosyal hayatını canlı bir üslupla dile getiren bir kaynaktır.
AŞIK EDEBİYATI
Anadolu’da 16. yüzyıldan sonra, şehirlerde, esnaf teşekküllerinde, asker ocaklarında,
kervansaraylarda, konaklarda gelişen halk edebiyatından farklı orta tabaka edebiyatı.
İslamiyetten önceki Türklüğün milli sözlü edebiyatı içinde daha çok Kam, Bakşı ve Ozanlar yer
almışlardır. Aynı zamanda birer halk hekimi ve sihirbaz vazifesini de üstlenen bu kimseler, İslamiyet,
sihri ortadan kaldırdığı ve modern hekimliğin yolunu gösterdiği için eski itibarlarını kaybettiler. Önceleri
hikaye, destan ve kahramanlık şiirlerini terennüm ettiler. Zamanla ortaya çıkan aşık edebiyatının ortaya
çıkmasına sebeb oldular. Böylece, halk şairi de denen aşıklar ortaya çıkmış oldu. Buna paralel olarak
devam eden yüksek zümre yani divan edebiyatından ayrı bir edebiyatın hazırlanmasında rol oynayan
aşıklar, daha ziyade hece ölçüsünü kullandılar. Kendilerini, irticalen yani dile geldiği gibi, saz eşliğinde,
bir de kalabalık halk önünde söyleme yönünden, divan şairlerinden üstün görürlerdi. Halk da aynı
görüşte olmasına rağmen, divan şairleri tarafından pek rağbet görmediler. Ancak orduda yetişenler ve
sarayda görülen halk şairleri bilhassa saray tarafından destek gördüler. Hatta sarayda bilhassa hanımlar
arasında halk şiiri tarzında şiir söyleyenler de görüldü.
On yedinci asra kadar ellerinde saz olan halk şairleri bu yüzyıldan sonra, çöğüre rağbet ettiler.
Böylece aşık ve saz şairi yanında aynı manada çöğürcü kelimesi de ortaya çıktı. Fakat 19. yüzyılda
başlayan garpçılık hareketi ve Cumhuriyet dönemlerinde bu zümre eski rağbetini gitgide kaybetti. Sadece
memleketin iç kesiminde eski hayat tarzına yer veren kısımlarda aşıklara rastlanmış oldu.
Günümüzde varlıklarını sürdüren aşıkların belirli toplantı yerleri vardır. Halk şairleri, köy, kasaba,
göçebe gibi topluluklarda güç hayat şartları içerisinde yetişmişlerdir. Büyük şehirlerde yaşayan halk
aşıkları ise Divan edebiyatından etkilenerek özelliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Aşıklar eserlerini
sazlarıyla beraber, hem çalarak hem de söyleyerek meydana getirirlerdi. Her aşık bir ustanın yanında
yetişir, yetişme esnasında ustasından öğrendiklerini etrafa yayardı. Geçimlerini ya zengin olanların
yardımlarıyla veya toplulukta sanatını icra ettikten sonra toplanan paralardan temin ederlerdi. Aşıklar
çeşitli tasniflere tabi tutulmuşlardır. Kısaca aşağıdaki şekilde gösterilebilirler:
Şehir ve kasaba şairleri: Bunlar Divan şiirinin etkisinde kalmış ve belli bir süre tahsil görmüşlerdir.
Köy şairleri: Büyük şehirlerden uzak kalmış şairlerdir. Sanatlarını köy düğünü ve meclislerde icra
ederlerdi.
Göçebe çevrelerinin şairleri: Güneydoğu Anadolu’da bulunan aşiret beylerinin hizmetinde
bulunan şairlerdir.
Mezhep ve tarikat şairleri: Daha ziyade kızılbaş şairleri ile Hacı Bektaş-ı Veli’nin yolundan ayrılmış
olan Bektaşi şairleridir.
Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli ve Eşrefoğlu gibi tekke şiiri içinde yer alan mutasavvıfların
şiirlerindeki özellikleri, sonradan gelenler zamanla değiştirmişler ve kaynağını Şah İsmail’in şii inançları
ve kültüründen alan yarı politik bir aşık edebiyatı meydana getirmişlerdir. Şah İsmail’in ve Tahmasb’ın
Osmanlı padişahlarıyla yaptığı savaşlar esnasında Pir Sultan Abdal, Kul Himmet gibi bazı şairler bu
edebiyatın Anadolu’da temsilciliğini yapmışlardır.
Aşık edebiyatının sözlü ve yazılı olmak üzere iki kaynağı vardır. Sözlü kaynak, aşık edebiyatını
öğrenenlerin hafızalarıdır. Bunlar aşık edebiyatını, bir yerden bir yere ve nesilden nesile yaymayı vazife
bilirler.
Yazılı kaynaklar ise, okuma-yazma bilen aşıkların veya herhangi bir meraklının beğendiği şiirleri
yazdıkları defterlerdir. Bu çeşit defterlere cönk veya sığır dili denirdi (Bkz. Cönk).
Aşıkların meydana getirdikleri eserler, hikaye ve şiir olmak üzere iki kısma ayrılır:
a) Hikayeler: Aşıkların anlattıkları, nesir ve nazım karışımı hikayelere, Türk Edebiyat tarihinde halk
hikayesi adı verilir. Bu hikayelerin, son devirdekiler hariç, müellifleri belli değildir. Hikayelerde
kahramanlık, aşk ve halk şairlerinin hayatları anlatılır.
b) Şiirler: Aşık edebiyatında şiir, hem aşıklar tarafından meydana getirilir, hem de başkalarınınki
nakledilirdi. Şiir, aşık edebiyatında konuları bakımından; destan, güzelleme, koçaklama, taşlama, ağıt,
tenkit, iyilik telkini, nasihat ve şikayet gibi ahlaki konuları işleyen manzumeler olmak üzere kısımlara
ayrılır.
Aşık edebiyatı, dil, üslup ve vezin bakımından Divan edebiyatından ayrılır. Aşıklar halkın konuştuğu
dil ile yazmışlar ve söylemişlerdir, saray tarafından ilgi görmüşlerdir. Eserlerinde çok az Arabi ve Farisi
kelimeler kullanmışlardır. Hakim olan vezin, hece veznidir. Ancak aruz vezni de yer yer kullanılmıştır.
Aşık edebiyatı aslında sözlü bir edebiyattır; zira, aşıklar, şiirlerini yazmazlar, söylerlerdi. Onların
şiirleri daha çok şiir meraklıları tarafından tertib edilen cönklerde yer almıştır.
AŞIK ÖMER
On yedinci yüzyıl halk şairlerinden. Doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1630 yılında
doğduğu tahmin edilmektedir. Şiirlerinden birinde “Vatan-ı aslimiz Aydın ilidir.” diyen şairin bir ordu şairi
olduğu ve Bursa, Varna, Bağdat, Sinop ve Kırım gibi pekçok yeri dolaştıktan sonra, ailesi ile birlikte
Konya’nın Hadim ilçesine bağlı Gözleve’ye yerleştiği tahmin edilmektedir. İstanbul’da 1707 yılında vefat
ettiği ve Yemiş İskelesinde bir türbeye gömüldüğü rivayet edilir.
Aşık Ömer, halk şairleri arasında en çok okunan ve kendisinden sonra gelenlerin isminden çok
bahsettikleri bir şairdir. Eserlerinden onun iyi bir tahsil gördüğü ve Farisi bildiği, Mevlana’nın Mesnevi’sini,
Hafız’ın Divan’ını okuduğu anlaşılmaktadır. Şiirlerinde Kuloğlu, Kayıkçı Mustafa gibi şairlerin tesirleri
görülmektedir. Hece vezninden başka, zaman zaman aruzla da şiir yazmıştır. Aşıkane ve sufiyane
mahiyetteki bazı manzumeleri bir tür ilahi gibi uzun zaman tekke ve zaviyelerde terennüm edilmiştir.
Asker ocağında bulunması sebebiyle, hem serhat boylarının serbest ve maceralı hayatını, yaşayarak dile
getirmiş, hem de klasik şiirin mecaz, vezin, kafiye, mazmun ve edebi sanatlarını kullanarak o çevrelerin
havasını yansıtmıştır. Bazı şiirlerinde Adli mahlasını kullanmıştır. Bir köy ve aşiret şairi olmadığı için,
şiirlerinde Karacaoğlan’da bulunan açık lisana hiç ulaşamamıştır. Ancak 18. yüzyıl ile birlikte devrin diğer
şairleri divan şiirinde başlayacak olan mahallileşme cereyanına tesiri vardır. Bunun yanında divan şiirinin
bu kabil şairlere tesirini söylemek lazımdır. Zaten 17. asrın ikinci yarısından sonra, divan ve halk şiiri
arasında bir yakınlaşma görülmektedir. Aşık Ömer’i bu cepheden görmek lazımdır. Kelime kullanmakta,
kafiye biçiminde usta bir şairdir. Geriye bırakmış olduğu 2 binden fazla şiirle Türk Edebiyatında en çok
yazan şairlerden biri olmuştur. Divan’ı 1872 yılında Aşık Ömer Divanı adı ile tertib edilmiştir. Aşağıdaki
dörtlükler onun İstanbul Destanı'ndan alınmıştır:
Coşkun sular gibi çağladım aktım,
Bülbül gibi ah u efganımız var.
Şadırvan altlarında seyrine baktım,
Ahırkapusu'nda seyranımız var.
Cibali’de içtim aşkın dolusun,
Baştanbaşa seyreyledim yalısın,
Tüfekçiler zapteylemiş delisin,
Unkapanı gibi mizanımız var.
AŞIK PAŞA
On dördüncü asrın ünlü mutasavvıf şairlerinden. 1272’de Kırşehir’de doğdu. Babası Muhlis Paşa,
Osman Gazi’nin maiyetinden, alim ve fazıl bir zat olup, Ehl-i sünnet itikadındaydı. Asıl adı Ali olup, Sultan
Osman ve Orhan Gazi zamanlarında yaşadı. Din ve tasavvuf bilgilerini Kırşehirli Şeyh Süleyman
Efendiden öğrendi. Devlet işlerinde ehliyet sahibi olan Aşık Paşa, bir süre Mısır’da elçi olarak bulundu.
Mısır dönüşü 1333’te Kırşehir’de vefat etti. Mimari bakımdan bir şaheser olan türbesi Kırşehir’de olup,
halk tarafından ziyaret edilmektedir.
Orhan Gazi zamanında şöhret sahibi olmuştur. En meşhur eserlerinden olan Garibname;
muhabbet, marifet, ruhun vasıfları ve hasletleri ve benzeri dini ve tasavvufi konulara dair on bab (kısım)
üzerine tertib edilmiş kıymetli bir kitaptır. Türk tasavvuf edebiyatının büyük eserlerindendir. Çoşkun bir
şiir kitabı olmaktan çok, mantık ve düşünüşe dayanan öğretici bir eserdir. Eserin her babı yani bölümü
bir sayıyla ayrılmıştır. Birinci babda Allahü tealanın birliği, ikinci babda çift olan şeyler, üçüncü babda üç
sayısını esas alan hususlar, dördüncü babda mevsimler vs. gibi hususlar yer almaktadır. Bu durum ona
kadar her babda, ayrı ayrı işlenmektedir. Eserin dili oldukça sadedir ve 12.000 beyte yakındır. Mevlana
Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’si gibi aruzun “Failatün Failatün failün” kalıbıyla yazılmıştır.
Maarifname, Divan-ı Aşık ve Kitab-ı Aşık adlarıyla da anılan Garibname'de Mesnevi’den
alınmış hikayeler de bulunmaktadır. Aşık Paşa daha çok Senai, Attar, Mevlana ve Sultan Veled’in tesirinde
kalmıştır. Ayrıca, Süleyman Çelebi’ye tesir ettiğini Mevlid adlı eserde açıkça görmek mümkündür.
Garibname’den başka Fakrname, Vasf-ı Hal, Kimya Risalesi belli başlı eserlerini teşkil eder. Ayrıca
şiirleri de vardır.
Risale-i fi Beyani’s-Sema isimli mensur bir eseri ise, Manisa’da Muradiye Kütübhanesinde
bulunmaktadır.
Paşa lakabı, babasının ilk evladı olduğundandır. Resmi rütbe değildir. Aşık Paşanın en mühim yönü
Türkçe aşkı ile eser vermesidir. Bu yönü ile o Türçecilik şuuru (bilinci) ile ortaya çıkan, dilimizin işlenmesi
fikrini ileri süren ilk şairlerimizdendir.
AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU
Saz şairi. 1894’te Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde doğdu. Babasının ismi Ahmed,
annesinin Gülizar’dır. Yedi yaşında çiçek hastalığına yakalandı ve bir gözü kör oldu. İkinci gözüne de
perde indi. Fakat az da olsa görüyordu. Bir gün inek sağarken yanına babası gelmiş aniden dönmesi ile
gören gözüne değneğin ucu batmış ve o gözü de kör olmuştur.
Saz şairliğine meraklı olan babası, zaman zaman yörenin şairlerini saz çalmak için evinde toplardı.
Babası sonunda Veysel’e bir saz alarak, halk şiirlerini öğretip, saz dersleri aldırdı. Veysel’in ilk saz hocası
Çamşıhlı Ali’dir. 1919’da 25 yaşında evlenen Veysel, iki sene sonra anası ve babasını kaybetti. Hanımı
kendisini terk edip başkası ile evlenince, ikinci defa evlendi ve bu hanımından yedi çocuğu oldu.
Veysel, 1933 senesine kadar usta malı şiirleri çalıp söylerdi. 1933’ten sonra kendi şiirlerini çalıp
söylemeye başladı. Köyünden hiç çıkmayan Veysel, 1933 senesinden sonra bütün Türkiye’yi gezmeye
başladı.
Halk ozanlarından Karacaoğlan, Emrah, Dertli’yi usta olarak bilir ve severdi. Bir süre Köy
Enstitülerinde saz öğretmenliği yaptı.
1952 senesinde İstanbul’da büyük bir jübile yapıldı. 1965 senesinde TBMM'ce “Anadilimize ve milli
birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı” özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden maaş bağlandı. 78
yaşlarındayken 1973 senesinde öldü.
Aşık Veysel’in diğer ozanlardan farklı tarafı, toprak sevgisinin ağır basması ve Yunus Emre’nin de
tesirinin bulunmasıdır.
Son şiiri “Dostlar Beni Hatırlasın” adını taşımaktadır:
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han, konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selam olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın
Ne gelirdim ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın
Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murat yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın
Gün ikindi akşam olur
Gör ki, başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın
AŞIKPAŞAZADE
On beşinci yüzyılda yaşamış Osmanlı tarihçilerinden. 1400 yılında Amasya’da doğdu. Asıl adı Ahmed
Aşıki’dir. Aşık Paşanın soyundan geldiği için, Aşıkpaşazade ismiyle tanınmıştır. Hayatı hakkında çok az
bilgi vardır. 1914 yılında kendi adı ile anılan tarihi yayınlanınca dikkatleri üzerine çekti. Buradaki bilgilere
göre, Aşıkpaşazade, şehzadelerin taht kavgası esnasında, Çelebi Sultan Mehmed Hanın Musa Çelebi’ye
karşı gönderdiği orduya katıldı. Yolda hastalanarak, Geyve’de elimizde bulunan ilk yazılı Osmanlı
Tarihi’nin müellifi Yahşi Fakih’in evinde istirahat için kaldı. Bu esnada Yahşi Fakih’in eserini
okuma fırsatını elde etti.
Yine tarihinden anlaşıldığına göre, Aşıkpaşazade Anadolu ve Rumeli’de birçok seferlere katılmıştır.
Hac için çıktığı yolculuk esnasında Konya’da Sadreddin Konevi Tekkesiinde bulunan Şeyh Abdullah
Makdisi’den feyz aldığı ve ondan manevi ilimleri öğrendiği bilinmektedir. Aşıkpaşazade, İstanbul’un
fethinde de bulundu ve kitabında bu hadiseye yer verdi. Fatih semtinde büyük dedesi Aşık Paşa adına
bir mescit yaptırdı. Seksen yaşındayken eserini yazmaya başladı. 100 yaşının üzerindeyken vefat ettiği
anlaşılmaktadır. Mezarı muhtemelen büyük dedesi Aşık Paşa adına inşa ettirdiği cami bahçesindedir.
Aşıkpaşazade’ye eserini yazma fikri, ilk defa Yahşi Fakih’in evindeyken geldi. Ankara Savaşına kadar
olan kısmını Yahşi Fakih’in eserinden yazdı. Geri kalan kısmını da duyup gördüklerine göre kaleme aldı.
Eseri, ilk defa, İstanbul Arkeoloji Müzesi kitaplağındaki nüshası esas alınarak, 1914’te İstanbul’da
yayınlandı. Daha sonra tenkitli ve 11 nüshası karşılaştırılarak 1928-29’da yeniden neşredildi.
Daha ziyade gazaya giden askerin maneviyatını arttırmak için yazdığı eserinde sade, dini, milli
hislere hitab edici bir üslup kullanan Aşıkpaşazade hadiseleri zaman zaman tahlile tabi tutar. Anonim
tarihlerden farklı özelliği ise, Osmanlı padişahlarının birer mücahid gazi oldukularını belirtmesi, Osmanlı
Devletinin kuruluşunda ve bilhassa Anadolu'da İslami Türk kültürünün yerleşmesinde büyük rol oynayan,
abdalan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum, Baciyan-ı Rum gibi ahi kuruluşları hakkında bilgi vermesidir. Eserlerinden
en önemlisi kendi adını taşıyan Aşıkpaşazade Tarihi isimli bu tarih kitabıdır.
Aşıkpaşazade’nin anlatış tarzı hakkında aşağıdaki parça iyi bir örnektir.
Osman Gazinin rüyası:
Osman Gazi niyaz itdi ve bir lahza ağladı. Uyku galib oldu. Yatdı, uyudu. Gördi kim, kendülerinün
arasında bir aziz şeyh var idi. Hayli kerameti zahir olmuş idi. Adı Derviş idi. Ve illa dervişlik batınında idi.
Dünyası ve nimeti, davarı çok idi. Ve sahib-i çerağ u alem idi. Misafirhanesi boş olmaz idi. Ve Osman
Gazi dahi gah gah gelür idi. Bu azize konuk olur idi.
Osman Gazi kim uyudı, düşinde gördi kim bu azizün koynından bir ay doğar, gelür Osman Gazi’nün
koynına girer. Bu ay kim Osman Gazi'nün koynına girdüği demde göbeğinden bir ağaç biter. Dahi gölgesi
alemi tutar. Gölgesinün altında dağlar var ve her dağun dibinden sular çıkar. Ve bu sulardan kimi içer,
kimi bahçeler suvarur ve kimi çeşmeler akudur.
Andan uykudan uyandı. Sürdi. Geldi. Şeyh’e haber virdi. Şeyh eyidür:
Oğul Osman! Sana muştulık olsun ki, Hak teala sana ve neslüne padişahlık virdi. Mübarek olsun,
dir. Ve benüm kızum Mal Hatun senün helalün oldı.” didi. Ve hemandem nikah idüp kızını Osman Gazi’ye
virdi.
AŞINMA
(Bkz. Erozyon)
AŞİR
Yol emniyetini temin edip, tüccarın mallarını koruyan ve şehir dışında durarak, Müslüman tüccardan
ticaret malının zekatını, Müslüman olmayandan ise, gümrük denilen vergiyi toplayan ve İslam devletince
tayin olunan memur.
Aşir, Müslümanlardan % 2,5, zımmilerden % 5, harbilerden ise mütekabiliyet esasına göre alırdı.
Şayet harbilerin ne kadar aldığı bilinmiyorsa % 10 alırdı.
İslam tarihinde, aşir tayini ve gümrük vergisi alınması ilk defa hazret-i Ömer zamanında oldu.Ziyad
bin Hudayr anlatır: "Halife hazret-i Ömer'in öşür almak için tayin ettiği şahıslardan biri de bendim. Şehir
dışında durarak tüccarın bana gösterdiği mallardan, Müslümanlardan kırkta bir, zımmiden yirmide bir,
harbiden de onda bir alırdım."
Hür, Müslüman ve muktedir olma şartlarını taşıyan aşirin Müslüman tüccardan aldığı, ticaret malı
zekatıdır. Aşirlerle zekat toplanması, Müslüman tüccarın bu ibadeti yapmasına yardımcı olmak içindir.
Aşirler, İslam devletinde yaşayan zımmi (gayri müslim vatandaş) ve harbi (İslam hükumetinden izin
alarak Müslüman memleketine giren) tüccarın, her çeşit ticaret malından da vergi alırlar. Zımmiden
alınan verginin adı cizyedir. Harbiden alınan ise, gümrük vergisi durumundadır. Her ikisi de, cizyenin sarf
edildiği yerlere sarf edilir.
Aşirlik şartlarını taşıyanın, Müslüman ve zımmi tüccarın elinde bulunan maldan öşür alabilmesi için;
zekat nisabını (ölçüsünü) doldurması, üzerinden bir sene geçmesi, ticaret için olması ve tüccarın kendi
malı olması şartı vardır. Bu şartlardan biri eksik olursa, o maldan bir şey alınmaz.
Borcu, mevcut malından çok olandan da bir şey alınmaz. Yalnız harbi tüccarın durumu böyle değildir.
Onun borcunun çok olması veya elindeki malın kendisine aid olup olmamasına bakılmaz. Gümrük vergisi
alınır. Çünkü bu vergi, ondan himaye edilmesine karşılık alınır. Ayrıca harbinin İslam memleketine ilk
geldiğinde malı üzerinden bir sene geçmesi şartı da yoktur. Ancak bir sene içinde iki defa vergi alınmaz.
Müslüman ve zımmi tüccar, aşire elinde bulunan mal için; "Ben ticarete niyet etmedim, bu benim
değildir, o emanettir." yahut "Ortak maldır, ben sadece bu malın bekçisiyim. Bu malın zekatını
bulunduğum yerden çıkmadan fakirlere dağıttım." derse, yemin etmesi ile sözü kabul edilir. Bütün bu
durumlarda tüccarın sözü, beraat makbuzu göstermeden, sadece yemin etmesiyle kabul edilir.
AŞİRET MEKTEBİ
İkinci Abdülhamid Han tarafından 1892’de aşiret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mektep.
On sekizinci ve 19. yüzyıllarda batılı büyük devletler imparatorluk dışındaki İslam cemiyetlerini
siyasi ve ekonomik hakimiyetleri altına almışlardı. Osmanlı devlet adamları emperyalist batı tehlikesinin
imparatorluğa yaklaştığının farkındaydılar. Bilhassa milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek,
imparatorluğun merkezinden uzak ve İngiliz menfaatlerinin büyük olduğu Araplarla meskun bölgeleri için
tehlike mevcuttu. İşte Sultan İkinci Abdülhamid Han bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hakim
olduğu bölgeleri muhafaza etmek için bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürüyle
yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla Aşiret Mektebi açılmasını faydalı buluyordu. Ayrıca
bu fikrin gerçekleşmesi sonucunda büyük bir kısmı aşiret halinde yaşayan ve Arapça konuşan halk tek
otorite olarak halifeyi tanımış ve ona itaat etmiş, dolayısıyla ülkede din birliği temin edilmiş olacaktı.
Nitekim bu gaye ve düşüncelerle nizamnamesi ve programı hazırlanan Aşiret Mektebi, 21 Eylül 1892
tarihinde açıldı. Mektebe ilk olarak Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Diyarbekir, Trablusgarp
vilayetlerinden ve Kudüs Bingazi ile Zur sancaklarından dörder talebe alındı. Bu çocukların kabiliyetli ve
muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu. Bunlar fevkalade bir
ihtimamla yetiştirildiler. Daha sonraki senelerde sayıları arttırıldı. İki yıllık öğretim programı daha sonra
beş yıla çıkarıldı. Kur’an-ı kerim, fıkıh, ilmihal gibi din bilgileri yanında, zamanın fen bilgileri, Fransızça,
Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askeri dersler okutuldu.
Aşiret mektebine başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları alınırken, sonraki yıllarda Doğu
Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşiret çocukları da kabul edilmeye başlandı. Böylece mektep bütün
aşiretlere hitab eder duruma geldi. Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye
mekteplerine gönderildiler. Bu mektepte yetişen aşiret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşiret reisleri
olduklarında, içinden yetiştikleri halkın Osmanlı Devletine sadakatini temin ettiler. Aşiret Mektebi 1907
senesinde o günkü siyasi fikir ve akımların tesirine girmesi sebebiyle kapatıldı.
AŞİYAN
"Yuva" manasında Farsça bir kelime olup şair Tevfik Fikret’in evinin adı. Rumeli Hisarı’ndaki Kayalar
Mezarlığı üstünde Göksu’nun tam karşısında Boğaz’a hakim olarak 1906 senesinde inşa edilmiştir.
Evin planını Tevfik Fikret kendisi çizmiştir. Bodrumu ile beraber üç kattır. Aşiyan’ın kuzeye bakan
duvarı ve bodrum katı kagir, öteki duvarları ise ahşaptır. Bodrum katında kiler, mutfak, çamaşırlık ve
yemek odası vardır. Birinci kattaki iki kapının biri giriş, diğeri bahçe kapısıdır. Bu katta büyük bir salon,
bir hol ve üç oda bulunur. İkinci katta da Tevfik Fikret’in çalışma odası, banyo ve yine üç oda yer alır. Bu
katın güney kısmını tahta parmaklıklı bir balkon çevirir. Çalışma odası tahta bir köprüyle Fikret’in
öğretmenlik yaptığı Robert Kolej’in bahçesine bağlıdır. Tevfik Fikret bu çalışma odasında, “Bir Lahze-i
Teahhür” isimli, İkinci Abdülhamid Hana suikast düzenleyen Belçikalı terörist Jorris’i öven şiirini
yazmıştır.
Aşiyan, İstanbul Belediyesince daha sonra satın alınmış, “Edebiyat-ı Cedide Müzesi” ismiyle
düzenlenerek 19 Ağustos 1945’te halkın ziyaretine açılmıştır. Halen müze olan Aşiyanın birinci katındaki
büyük salon Abdülhak Hamid ile Recaizade Mahmud Ekrem’e, diğer salon da Edebiyat-ı Cedide
yazarlarının eserlerine ayrılmıştır
AŞURE GÜNÜ
Hicri senenin ilk ayı olan Muharrem ayının onuncu günü. Muharrem ayı, Kur'an-ı kerimde kıymet
verilen aylardan biridir. Aşure bu ayın en kıymetli günüdür. Allahü teala bir çok duaları bugün kabul
etmiştir. Hazret-i Adem'in tövbesinin kabulü, Nuh aleyhisselamın gemisinin tufandan kurtulması, Yunus
aleyhisselamın balığın karnından çıkması Aşure günü olmuştur. İbrahim aleyhisselam Nemrud'un
hazırlattığı ateşte o gün yanmadı. Aşure gününde İdris aleyhisselam diri olarak göğe çıkarıldı. Yakub
aleyhisselam o gün hazret-i Yusuf'a kavuştu ve gözleri açıldı. Eyyub aleyhisselam hastalıktan iyi oldu.
Hazret-i Musa Kızıldeniz'den geçti, Fir'avn ve askerleri Kızıldeniz'de boğuldular. İsa aleyhisselamın
doğumu, Yahudilerin elinden kurtulup göğe çıkarılması hep Aşure günü olmuştur.
Nuh aleyhisselam tufandan sonra pişirdiği rivayet edilen aşure bugün de adet olarak devam
etmektedir. Bunu ibadet olarak kabul etmek yanlıştır. Zira Muhammed aleyhisselam ve Eshab-ı kiram
böyle yapmadı. Bunu ibadet sanmak bid'attir ve günahtır. Çünkü Muhammed aleyhisselamın yaptığı veya
emrettiği şeyleri yapmak, ibadet olur. Din kitaplarının yazmadığı, İslam alimlerinin bildirmediği şeyleri
yapmak sevab olmaz, günah olur.
Aşure günü oruç tutmak sünnettir. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bir kimse, Aşure günü
oruç tutsa, Allahü teala ona bir şehid sevabı verir. Aşure günü oruçlu olan için, yedi gök ehlinin
sevabını yazar. Aşure günü bir mü'mine iftar verene, ümmet-i Muhammed'in hepsine iftar
vermiş gibi sevab yazılır. Aşure günü bir yetimin başını okşayana Allahü teala o yetimin
başındaki kıllar kadar Cennet'te derece verir."
Yahudiler, hazret-i Musa'nın Muharrem'in 10. günü hürriyetine kavuştuğuna inanırlar ve o gün oruç
tutarlar. Bu sebeple Müslümanların onlara benzememek için Muharrem'in 9, 10, 11. günleri oruç
tutmaları gerekir.
Şiiler, "Muharrem'in onuncu günü" hazret-i Hüseyn şehid edildiği için matem tutarlar. İslamiyette
matem tutmak yoktur. Nitekim; Resulullah'ın Taif'te mübarek ayaklarının kanadığı, Uhud'da mübarek
dişlerinin kırıldığı, yüzlerinin kana bulandığı ve vefat ettikleri günlerde de matem tutulmaz.
AT
(Bkz. Avrupa Topluluğu)
AT (Equus caballus)
Alm. Pferd (n), Fr. Cheval, İng. Horse. Familyası: Atgiller (Equidae). Yaşadığı yerler: Evcilleri
olduğu gibi, Amerikan bozkırlarında “Mustang”ve Altay dağlarının her iki yanındaki açık arazilerde
“Prezevalski” denen yabani atlar sürüler halinde yaşar. Özellikleri: Küçük başlı ve kısa kulaklıdır. Yelesi
ve kuyruk ucu uzun kıllıdır. Midilli atları koç iriliğindedir. Ömrü: 40-60 sene. Çeşitleri: En meşhuru Arap,
İngiliz ve Midilli atıdır.
Tek tırnaklılar takımının, Atgiller familyasından bir memeli. Erkeğine aygır, dişisine kısrak,
yavrusuna tay, yumurtaları çıkarılmış, iğdiş edilmiş olana da beygir denir. Hepsine genelde at adı verilir.
Arabide binek ve yük hayvanı olan ata; dabbe, matiyye, semend, tusen-i sütur denir. Cenk atına da rahş
denir. Hepsi otla beslenir. Geviş getirmezler. Memeleri kasık bölgesinde arka ayaklarına yakındır. Üçüncü
parmakları geniş bir tırnakla çevrilmiş olup “ toynak” adını alır. Bunun üzerine basarak yürürler. İnsanlara
hizmet eden hayvanların en kabiliyetlisi ve kıymetlisidir. İnsanların, eski harp meydanlarındaki
yardımcısı, yük taşımada hizmetçisi, yarış, cirit, çit atlama ve av sporlarında neşe ve zevk ortağıdır. Silah
gürültüsüne ve bando sesine rahatlıkla alışır.
At, cesur ve atılgan olduğu gibi sahibine son derece itaatkardır. Sahibi dilerse dolu dizgin, dörtnala
koşar, isterse aheste yürür, isterse durur. Her durumda sahibini memnun etmeye dikkat eder.
Yorgunluğa bakmaksızın kendini çatlatmak pahasına da olsa olanca gayret ve kuvvetini itaat uğruna sarf
eder. Bugün Amerikan bozkırlarında yaşayan Mustang adıyle anılan vahşi atlar, İspanyolların Amerika’ya
götürdükleri ehli atlardan kaçanlardan yabanileşenlerdir. Az yiyecekle yetinip, her türlü iklim şartlarına
dayanırlar.
Tarpan adıyla anılan Avrupa yaban atının (E. caballus gmelini) 1876’dan beri nesli tükendi. Bugün
eski dünyada hala neslini devam ettiren yanlız bir yaban atı vardır. Bu at Orta Asya Moğolistan’ının soğuk
ve ıssız ovalarında yaşar. Asya yaban atı veya Prezevalski dendiği gibi Moğolistan yaban atı da denir.
Altay dağlarının her iki yanında yaşar. Siyah kısa ve dik yeleleri ile, ağır ve iri başları, küçük kulakları,
uzun kıllı kuyrukları ile evcil atlardan farklılık gösterirler. Renkleri kırmızımtrak kahverengi olup çekici bir
görünüşleri vardır. Burun kısımları beyazdır. Kışın kılları uzayarak soğuktan korunurlar.
Evcil atlar: Tahminen 4000 seneden beri insanlara hizmet etmektedir. Bugünkü modern atların
Asya yaban atından türediği şüphelidir. Bazı zoologlar Avrupa yaban atından türediğini ileri
sürmektedirler. Evcilleştirilmiş atların birçok soyları vardır. Bugün küçük Midilli atları ile Safkan Arap
atlarının soy kütüğü kesin olarak bilinmemektedir.
Atlar 40-60 sene yaşar, bazı kısraklar 25 yaşına kadar doğurur. On bir ay gebe kalır ve genellikle
bir yavru doğururlar. Yavrunun gözleri açık olarak doğar ve birkaç dakika sonra ayağa kalkarak annesini
takibe başlar. Yük çekme ve taşıma atları, kalın bacaklı, iri cüsselidir. Binek ve yarış atları ince uzun
bacaklıdır. Atlar arasında hased yok ise de, birbirlerine gıpta etmek huyları vardır. Bu da yarışta, hendek
ve çit atlamada kendini gösterir. Birbirlerine imrenerek daha hızlı koşup öne geçmek isterler. Saatte 60-
70 km hızla koşanları vardır. Atların tüy renkleri çeşitli olup, renklerine göre çeşitli isimler alırlar. En
tanınmışları: Ak, akçıl, kır, al, alakı, geyik kırı, çil yeşil, al pekmez köpüğü, doru, hurma dorusu vs.’dir.
Erkek eşek ile kısrak eşleştirilirse katır elde edilir. Aygır (erkek at) ile dişi eşeğin birleşmesinden de
barda denen katır çeşidi elde edilir. Her iki melez de üremezler. Katır, bardadan daha dayanıklıdır.
Arap atı: Çok dayanıklı mükemmel bir binek ve yarış atıdır. Arabistan’a geçen Orta Asya ve Anadolu
Türk atlarından türemiştir. İngiliz atlarından daha dayanıklı olup, 24-28 saat hiç su içmeden yol alabilir.
İngiliz atı: İyi bir binek ve yarış atıdır. Özellikle yarış için yetiştirilir. Arab aygırı ile İngiliz yerli
kısraklarının çiftleştirilmesinden türetilmiş bir soydur. Arab atından daha uzun bacaklıdır.
Midilli atı: Küçük, sakin ve dayanıklı bir at çeşididir. Keçi veya koç iriliğindedir. Çocuklar için iyi bir
binek hayvanıdır. Hafif gezinti arabalarına koşulduğu gibi maden ocaklarında da istifade edilir. Shetland,
İslanda ve Norveç midillileri meşhurdur.
At yetiştiriciliği: Asya, Avustralya ve Amerika’daki geniş bozkırlarda hala vahşi at sürüleri
yaşamaktadır. Evcil atlar haralarda yetiştirilir. Ülkemizde ilk hara 1913’te Aziziye’de kuruldu. Türkiye’nin
ilk modern harası ise 1924’te açılan Karacabey harasıdır.
AT MEYDANI
On dokuzuncu asra kadar, bugünkü Sultanahmet Parkının bulunduğu alana verilen ad. Bizans
döneminde burada bir hipodrom bulunuyor, araba ve at yarışları yapılıyordu. İstanbul’un fethinden
sonra da ehemmiyetini koruyan at meydanı, at yarışları, cirit oyunları, sünnet düğünleri ve bayram
şenliklerine sahne oldu. Çevrede İbrahim Paşa Sarayı, Sokullu Mehmed Paşa Konağı, Sultan Ahmed
Camii gibi güzel eserler inşa edilerek meydana Osmanlı mührü vuruldu. Sultan Dördüncü Mehmed
zamanında sipahilerle yeniçeriler arasında anlaşmazlık çıktı (1648). Yeniçeriler, Sultanahmed Camiini
karargah yapan sipahileri dağıttı. At Meydanı Vak’ası adı verilen bu hadiseden sonra saray üzerinde
ocak ağalarının tesirleri arttı. Daha sonra Meydan, Çınar Vak’ası ve Vak’a-i Hayriye hadiselerine sahne
oldu. Sultan Abdülaziz zamanında park haline getirilen meydanda Dikilitaş, Burmalı (veya Yılanlı) Sütun
ve Örme Sütun gibi Bizans kalıntısı tarihi eserler bırakıldı. İstanbul’da ilk yerli mallar sergisi 1863’te
burada açıldı. İkinci Abdülhamid Hanı ziyarete gelen Alman İmparatoru Üçüncü Wilhelm tarafından
burada bir çeşme yaptırıldı. Avrupa devletlerince teşvik edilen Yunanlıların İzmir’i işgali bu meydanda
toplanan binlerce insan tarafından protesto edildi (1919). Bugün Sultanahmet Meydanı adı ile
anılmaktadır.
AT YARIŞLARI
Alm. Pferderennen, Fr. Course de chevaux, İng. Horse-race. Belli mesafelerde at ile yapılan yarış.
Safkan atlarla yapılır. Mesafeler değişik olup düz arazide l000-1400-l600-2000-4800 metredir.
At yarışlarında iyi cins atlar kadar “Jokey” denen binicileri de önemlidir. Jokeyler, çocuk denecek
yaşta binicilik eğitimine başlarlar. Ata, yarış esnasında güçlük vermemeleri için kilolarına çok dikkat edilir.
Vücud ağırlıklarının 50 kiloyu geçmemesi arzu edilir. Müsabakalarda özel bir elbise giyerler. Yarışta, elleri
hariç, kamçı ve üzengilerini kullanabilirler.
Dörtnal koşusu düz arazide veya çit, hendek, toprak, duvar gibi engellerle kesilmiş bir pist üzerinde
yapılır. Başka bir yarışma olan tırıs koşusunda at, gidişini hiç terk etmemek zorundadır. Aksi halde yarışı
paralel bir pistte otomobille takib eden hakemler tarafından yarışma dışı bırakılır.
ATABEGLER
Selçuklu Devletinde şehzadeleri eğitip yetiştiren ve zamanla devlet kuran yüksek rütbeli memurlar.
“Atabeg” ünvanı ilk defa Selçuklularda kullanıldı ise de daha önceki Türk-İslam devletlerinde de bu
vazifeyi gören memurlar vardı. Osmanlılarda ise şehzadeleri yetiştirmekle vazifeli kimselere lala denirdi
(Bkz. Lala).
Türkler, neslin, devamını sağlayan çocuğa çok önem verdikleri gibi, onun terbiyesi ve yetişmesi
hususunda da hassasiyet gösterirlerdi. Devletin devamının teminatı kabul ettikleri şehzadelere daha çok
ehemmiyet verirlerdi. Bu düşünceler içinde olan Selçuklu hükümdarları, oğullarına, dini, milli, manevi
ilimlerin yanında; idari, mali, askeri ve siyasi işleri öğretmek için ümeradan birini atabeg (atabey)
ünvanıyla muallim tayin ederler ve istikbalin hükümdarlarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırlardı.
Atabegler, büyük işler başarmış, mühim vazifelerde bulunmuş, şahıslar arasından seçilirdi. Küçük
şehzadelere vasi ve mürebbi olan ve doğrudan büyük sultana, yani Selçuklu Devletine bağlı bulunan bu
atabegler, başında bulundukları idari sahada yarı müstakil bir hükümdar naibi durumundaydılar. İdari,
mali ve askeri bütün selahiyetleri ellerinde bulunduran atabegler, şehzadenin sultan olma durumunda
da, onun veziri, kumandan ve müşaviri olurlardı.
Devletin güçlü olduğu zamanlarda merkezi otoriteye bağlı ve faydalı olan atabegler, Sultan
Melikşah’ın oğul ve torunları arasındaki otorite boşluğundan istifade ile idarelerindeki vilayetlerde, yaşları
küçük şehzadeler adına değil kendi başlarına hareket ettiler. Bu şekilde bağımsızlıklarını ilan eden
atabegler kendi aralarında da topraklarını genişletmek için mücadeleye giriştiler.
En meşhur Selçuklu atabegleri; Tug Tigin, İldeniz, İmadüddin Zengi, Muzafferüddin Salgur, Emir
Sipehsalar, Gümüş Tigin Candar, Emir Atabeg Kara Sungur, Aksungur ve Anuş Tigin’dir. Bunlar arasında,
elde ettikleri nüfuzlarından istifade ile devlet kuranlar oldu. Atabeylerin kurdukları devletler arasında en
meşhurları: Dımaşk Atabegliği (Tuğtiginliler), Zengiler (Musul Atabegliği), İldenizliler, Salgurlular,
Beğtiğinliler (Erbil Atabegliği)dir (Bkz. İlgili maddeler).
ATAİ (NEV'İZADE)
On yedinci yüzyıl Osmanlı şairi, tarihçi ve Hanefi mezhebi fıkıh alimi. 1583 senesinde İstanbul’da
doğdu. Adı Ataullah olup, Nev’i diye meşhur Yahya bin Pir Ali bin Nasuh’un oğludur. Bu sebepten
Nev’izade diye tanınmıştır.
Atai, küçük yaşta ilim tahsiline başlayıp, ilk tahsilini babasından aldı. Sonra, Kafzade Feyzullah
Efendiden ilim öğrendi. Ahizade Abdülhalim Efendiden akli ve nakli ilimleri tahsil edip, yüksek ilmi
dereceye yükseldi. 1605 senesinde İstanbul Canbaziye Medresesi müderrisliğine tayin edildi. 1608
senesinde müderrislikten ayrılıp kadılık mesleğini seçti ve Lofça’ya kadı tayin edildi. 1610 senesinden
sonra sıra ile; Babaeski, Varna, Rusçuk, Silistre, Tekfur Dağı, Hezargrand, Tırnova, Tırhala, Manastır ve
Üsküp kadılıklarında bulundu. 1634 senesinde kadılıktan alınınca İstanbul’a döndü. 1635 (H. 1044)
senesinde İstanbul’da vefat etti. Şeyh Vefa Tekkesi bahçesinde, babasının yanına defnedildi.
Nev’izade Ataullah Efendi, alim ve fazıl bir zat olup, evliyanın büyüklerinden Üsküdar’da medfun
Aziz Mahmud Hüdayi’den manevi feyz aldı. Güler yüzlü hoş sohbetti. Kadılık yaptığı sürede doğruluktan,
adaletten ayrılmadı.
Fıkıh ve tarih ilminde mütehassıstı. Şiir de yazan Atai, bilhassa Fuzuli ve Baki’nin tesiri altındadır.
Mesnevi sahasında bir hamse meydana getirmişse de şiir dili oldukça ağırdır. Birçok kıymetli eserleri
vardır. Eserlerinin bazıları şunlardır:
1. Hadaik-ül-Hakayık fi Tekmilet-iş Şakayık: Eserlerinin en önemlisi ve en meşhur olanıdır.
Kanuni Sultan Süleyman Handan yaşadığı zamana kadar yetişen ulema ve meşayihin hal tercümelerini
anlatır.
2. El-Kavl-ül-Hasen fi Cevab-il Kavl li-Men: Fıkıh kitabı olup, Arabidir.
3- Divan: Yahya Efendiye ithaf etmiş olduğu bu eserinde, kaside, gazel ve diğer nazım türlerinde
şiirleri vardır.
Mesnevi sahasında ise:
1) Alemnüma (Saki-name), 2) Nefhatü’l Ezhar, 3) Sohbet-ül-Ebkar, 4) Heft Han, 5) Hilyet-
ül-Efkar adında beş eseri vardır ve bunlar bir hamse meydana getirirler.
ATARDAMAR SETLİĞİ
Alm. Erterien verkalkung (f), Fr. Arteriosclerose, İng. Arteriosclerosis, atherosclerosis.
Atardamarların iç yüzlerinde yağ ve diğer bazı maddelerin birikimine bağlı olarak meydana gelen ve
vücuttaki bütün damarları ilgilendiren bir damar rahatsızlığı.
Önce kalbe yakın büyük atardamarlardan başlar ve zamanla diğer damarlar da hastalığa iştirak
eder. Kalbi besleyen damarların (koronerlerin) ileri derecede daralmasıyla kalp şikayetleri başlar ve
tedavi cihetine gidilmezse, tıkanma ile enfarktüs krizi meydana gelir ve umumiyetle birinci veya ikinci
krizde ölüme sebeb olur.
Amerika Birleşik Devletlerinde her yıl yarım milyondan fazla ölümün sebebini koroner
atherosklerozun teşkil etmesi sebebiyle, üzerinde oldukça çalışılan bir konudur. Bu, bütün ölümlerin %
33’üne karşılık gelir. Avrupa memleketlerinde de ölümün ilk sebepleri arasındadır. Türkiye’de, kesin
istatistikler olmamakla birlikte, orta derecede bir sebeb olarak kabul edilmektedir. Gelişmişlik derecesi
arttıkça, bu sebeb ilk sıralara tırmanmaktadır.
Damar sertliği sadece kalp damarlarını değil, beyin, böbrek ve çevre damarlarını da ilgilendirir. Beyin
damarlarının kireçlenmesine bağlı ölümler yine ABD’de kalp hastalıkları ve kanserden sonra üçüncü sırayı
alır. Enfarktüs vak’alarının % 100’ünde beyin kanamaları ve şeker hastalığı vak’alarının ise % 50’sinde
ölüm sebebi damar sertliğidir.
Damar duvarlarında çeşitli faktörlerin tesiriyle bir zedelenme meydana gelir. Normalde damar
duvarına yapışmayan trombositler bu zedelenmiş bölgelerde kümeler yaparlar. Her yapışan trombosit
bir çok müessir madde ifraz eder ve damar duvarındaki kas liflerinin çoğalmasına sebeb olur. Bu bölgelere
kolesterol, fibrin ve kalsiyum birikmesiyle damar ileri derecede daralır. Daha ileri safhalarda damarın
tamamen tıkanmasıyla, damarın beslendiği bölge kansız kalır ve bu durum organına göre belirti verir.
Kalpte, göğüs ağrısından şoka kadar giden kalp bozuklukları olur ve gecikilen vak’aların yarısında, canlı
ilk bir saat içinde ölür. Beyinde olursa çeşitli felçler ortaya çıkar. İlk krizlerden sonra bu hastaların çok
dikkatli takipleri gerekir.
Mikroskop altında bakılırsa aterom (damar sertliği) plaklarındaki kolesterin ile birlikte bağ dokusu
ve kireç birikimi görülebilir. İnsan vücudu bir çok hayvanlardan farklı olarak kolestrini (kolesterol)
bulamazsa kendisi üretir. Çünkü cinsiyet hormanları dahil bir çok mühim maddeye yapıtaşı teşkil eder.
Bu yüzden damar sertliğinde sadece kolesterini suçlu tutmak uygun değildir. Esasen bilim adamları
arasında damar sertliği mekanizması sebepleri arasında görüş birliğine varılmamıştır. Karaciğerde sentez
edilen safra asidi ve safra boyaları serbest kolesterin haline döner. Esterleşen kolesterinin toplam
kolesterine oranı normalde % 70’dir. Bu nisbetin azalması karaciğer kifayetsizliğini gösterir ki damar
sertliğinde rol oynar.
Karaciğerde yağ toplanmasını azaltan ve yağları karaciğerden atan maddelere lipotropik maddeler
denir. Kolin, Netiyonin, inositol ve B12 vitamini bunlardan olup fosfolipid metabolizmasını düzenler. Bu
maddelerin de değişmeleri bozulunca, kolesterin seviyesi yükselir. Yağ ve kolesterin muhtevası ve damar
sertliğine etkisi en çok olan madde domuz etidir.
Yapılan araştırmalar insanların tamamına yakın kısmının, damar sertliğinin ilk safhalarını
geçirdiklerini göstermiştir. Üç yaşından büyüklerin hepsinde aortta bu tip bir bozukluğun mevcut olduğu;
20 yaşından büyüklerin hepsinde ise koroner damarlarda bu bozukluğun bulunduğu anlaşılmıştır. Damar
genişliğinin yüzde sekseni kapanmadan genellikle belirti ortaya çıkmaz. Belirti çıkması umumiyetle kırk
yaşından sonradır.
Damar sertliğini kolaylaştıran faktörler (Risk faktörleri):
1. Hiperlipidemi: Kanda yağ miktarının fazla olmasıdır. Burada suçlanan yağlı madde kolesteroldür.
Normalde 100 milimetre kanda 230-250 mg kolesterol bulunur. Bunun 250 miligramı aşması tehlikeli
addedilerek kontrol altına alınır.
2. Yüksek tansiyon,
3. Şeker hastalığı,
4. Sigara içmek,
5. Şişmanlık,
6. Hipotiroidili guatr.
Bunlar tesirleri oldukça fazla olan risk faktörleridir. Erkeklerde damar sertliği kadınlardan üç misli
fazladır. A grubu kana sahip olanlar diğerlerinden daha çok risk altındadırlar. Hareketsiz kişiler
hareketlilerden daha çok hastalığa tutulurlar. Hamileliklerinde preeklampsi denilen rahatsızlığı geçiren
kadınlar daha risklidirler.
Tedavi
1. Kan kolesterolü yüksek olan bir şahıs, doktor kontrolü altında tutulmalıdır. Önce yukarıdaki
hastalıkların mevcud olup olmadığı araştırılır; varsa tedavi edilir.
2. Kolesterol düşürücü perhiz yapılır. Bunun için margarin ve hayvani yağları kesin olarak
yememelidir. Mesela, yumurta sarısı, süt, beyaz peynir, kaymak, tereyağı, beyin, iç organ etleri, havyar,
çikolata, ceviz, fındık, badem, hurma vb. yasaktır. Sıvı nebati yağ kullanılmalıdır. Ayçiçek yağı, mısır
yağı, pamuk yağı, soya yağı gibi. Bu yağların hidrojenizasyon yolu ile elde edilen margarinleri, yüksek
sıcakta hidrojenlendirildiklerinden vücud ısısında kafi miktarda moleküllere ayrılamazlar. Küçük
zerrecikler halinde kanda dolaşırlar. Bu ise damar sertliği için çok uygun bir zemin teşkil eder. Bu hususta
kaydedilmesi zaruri olan bir bilgi vardır. Dünyaca meşhur bazı tıp mecmualarında, az miktardaki alkolün
damar sertliğini önleyebileceği ileri sürülmüştür. Fakat şimdiye kadar hiçbir araştırmada, alkolün damar
sertliğini önleyici olduğu tesbit edilememiştir. Çünkü kolesterol seviyesindeki artış, damar sertliğinin
anahtar mekanizması değildir. Öyle olmuş olsaydı alkolün bu hastalığı önlemesi gerekirdi. Kısacası,
damar sertliğinin mekanizması hakkında son söz söylenmeden yetersiz araştırma neticelerine göre kesin
gibi konuşanlar ilme aykırı bir davranış içindedirler. Alkol direkt olarak karaciğerde yağ metabolizmasını
bozarak çeşitli hastalıklara sebeb olmaktadır. Çeşitli düşüncelerle alkolü tavsiye edenlere kesinlikle
güvenmemelidir. Nazari küçük faydaları vardır iddialarına güvenerek vücudu tamamen harap eden alkolü
kullanmamalı, çok daha tehlikeli hastalıklara tutulmamalıdır.
At yarışlarında başlama işareti özel tabanca ile hakem tarafından verilir. Yardımcılar tarafından bir
hizaya dizilen atlar; önlerine gerilmiş olan lastik şerit kalkar kalkmaz veya içinde bekledikleri hücrelerin
kapıları açılır açılmaz koşuya başlarlar.
Varışta hakemler atların birbirine bir baş, boyun veya bir at boyu farkıyla geçişlerini dürbünle
gözlerler. Kazanan atı tesbit etmek için bazan fotoğraflara başvurmak gerekir. Zamanımızda elektronik
cihazlarla yarış bitimleri gayet net olarak tesbit edilebilmektedir. Handikaplı koşularda atların
taşıyacakları değişik ağırlıklar ve koşacakları farklı mesafeler, onların yaşını ve gücünü denkleştirmek
imkanı verir.
Yarış sahası oval veya 2x600 m düz kenarlı ve yarı çapı 150 m olan bir elipstir. Koşu yeri genel
olarak çimenlidir. Bitiş yerine yakın seyirciler için tribün ve saha vardır.
ATARDAMARLAR
Alm. Arterie, Schlagadez, Fr. Artere, aorte, İng. Artery. Kalpten pompalanan kanı, vücudun organ
ve dokularına dağıtılan kan damarları. Atardamarlar, dolaşım sisteminin başlıca elemanlarındandır.
İnsanlarda dolaşım sistemi, bir büyük bir de küçük dolaşım olmak üzere iki kısımda mütalaa edilir.
Büyük dolaşım sistemi, temizlenmiş kanı çeşitli organ ve dokulara götürür; kirlenmiş kanı tekrar
kalbe getirir. Küçük dolaşım sistemi ise, kalbe gelen kirli kanı akciğere götürüp, orada temizlenen kanı
kalbe getirmektedir. Kalb her iki dolaşım sistemi için pompa vazifesi görür.
Kalbin sağ karıncığından akciğerlere, sol karıncığından da vücudun diğer bölgelerine ve organlarına
kan götüren damarlara atardamar, aynı yerlerden ters yönde ve kalbin sağ ve sol kulakçığına kan getiren
damarlara ise toplardamar denir. Büyük dolaşım sisteminde, dokularda atardamarlar ile toplardamarlar
arasında, kılcal damarlar denilen gözle görülemeyecek incelikte damarlar bulunur. Kan ile doku
arasındaki madde alış verişi kılcal damarlar bölgesinde olur.
Büyük dolaşım sisteminin en büyük atardamarı Aort atardamarı (yani ana atardamardır). Aort,
kalbin sol karıncığından çıkar. Küçük dolaşım sisteminin en büyük atardamarı ise akciğer atardamarıdır.
Akciğer atardamarı kalbin sağ karıncığından çıkar.
Atardamarlar genellikle vücudun derin kısımlarında bulunurlar. Bu yaradılış özelliği, insanı birçok
kazada kan kaybından korumaktadır. Çünkü, atardamarlarda kan basıncı yüksek olduğundan
yaralanmalarda tazyikli, yani fışkırır tarzda kan akar, dolayısıyla zor pıhtılaşma olur. Pıhtılaşmanın kolay
olması için kanın durgun olması mühim bir faktördür. Genel tababette ölçülen (tansiyon yükselmesi,
düşmesi vs. olarak nitelendirilen) kan basıncı da atardamar basıncıdır. Aorttaki basınç ince
atardamarlardakinden daha fazladır. En büyük atardamarlarda kapakçıklar vardır. Atardamarlar,
gevşeyip kasılma kabiliyetindeki düz kaslardan yapılıdır. Kesilen bir atardamardan akan kan, parlak
kırmızı renktedir ve kalbin her atımına uyarak kesik kesik akar. Toplardamarlar ise deriye yakın yerlerden
seyreder. Kesilen toplardamardan akan kan, koyu kırmızı renkte olup, akışı devamlılık gösterir.
Bütün dillerde atardamarlara, bulunduğu bölge ve organa göre isim verilmiştir. İstisnai olarak bazı
atardamarların devamına, sanki başka bir atardamarmış gibi isim verildiği de olmuştur.
ATASÖZLERİ
Alm. Sprichwort, Fr. Proverbe, İng. Proverb. Yüzyıllarca süren bir zaman dilimi içinde, tecrübeler
sonucunda çeşitli sebeplerle söylenerek, sayısız hikmetleri küçük ve kısa sözler haline getiren,
dedelerden torunlara kalan ibretli, özlü ve kısa sözler.
Atasözleri, herhangi bir olay ve konu karşısında bazı ortak düşünceleri, tecrübeleri, tenkitleri,
teklifleri, nasihatleri vb. ifade için kullanılırlar. Bunlar bir toplumun meydana getirdiği ortaklaşa
değerlerdir. Türk folklörü içinde atasözlerinin büyük bir yeri vardır. Milletimiz, atasözü yönünden zengin
bir kaynağa sahiptir. Birbirinden güzel ve manalı sayısız atasözümüz vardır. Bu sözlerin derlenip
toparlanması ve yazıya geçirilmesi çok büyük dikkat ve incelik ister. Araştırmacılar, konuyla ilgili
çalışmalar yapmakta ve kıymetli eserler hazırlamaktadırlar.
Atalarsözüne eskiden, "darb-ı mesel", yahut kısaca "mesel" denilirdi. Sonraları bu ifade "Atasözü"
şeklinde klişeleşti. Türk atasözleri ilk defa Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügat-it-Türk isimli eserinde
derlenip toplanmış ve pekçok atasözü bir araya getirilmiştir.
Her milletin kendine has atasözleri vardır. Bunlar o milletin inanç, kültür ve medeniyetlerinin tesiri
altında şekillenmişlerdir. İfade ettiği mana genellikle söylenen kelimelerin anlamlarında aranmaz. Bu
sözler herhangi bir konu ile ilgili çok geniş bir düşünce ve fikir atmosferi doğuran, ince, zarif ve nükteli
ifadelerdir. “Ağaç yaş iken eğilir” sözü; aslında terbiye ve eğitimin küçük yaşlarda başlaması gerektiğini,
huy ve alışkanlıkların insan hayatında henüz çocukken şekillenmeye başladığını ifade eder.
Diğer atasözleri de böyledir. Atasözleri ile deyimler ve kelam-ı kibar (büyüklerin sözleri) birbirine
karıştırılmamalıdır. Atasözleri bir hüküm ifade eden ve toplumun ortaklaşa meydana getirdiği sözlerdir.
Kelam-ı kibar ise, büyükler tarafından söylenip, söyleyeni belirli, eğitici ve öğretici, doğru yolu gösterici
sözlerdir. Bunlara vecize de denir.
Atasözleri, daima doğru yol göstererek, öğüt ve nasihat verir. İnsanları, günaha, isyana, hırsızlığa
ve kötülüğü davet ve teşvik edici sözler, umumiyetle bazı düşman güçler tarafından söylenilmiş ve kabul
ettirilmeye çalışılmıştır. Bunlar bir müddet için kullanılsalar da neticede unutulup giderler. Mesela “Devlet
malı deniz, yemeyen domuz.” “Akçası ak olanın bakma yüzünün karasına.”, “Erliğin onda dokuzu
kaçmaktır.”, “Pire itte bit yiğitte bulunur.” gibi uydurma ve zararlı sözler böyledir.
Çoğu atasözlerinin mutlaka bir “dar” bir de “mecazlı” manaları vardır. Dar anlam, çürütülmez bir
gerçeğe, bir deneye dayanır. Mecazlı anlam ise, onlara eski-yeni, her meseleye uyabilen bir yorum ve
izah alanı sağlar. Atasözleri uslup yönünden; dili sade ve güzel kullanışın en az kelime ile en geniş
manaları ifade edişin birer şaheseridir. Bunlarda yersiz ve gereksiz kelime bulunmaz.
Türk atasözlerinde divanlar, mesneviler ile nasihat eserlerinde çok rastlanır. Ayrıca başlı başına
atasözlerine yer veren eserler de vardır. Yazmaların dışında; Şinasi’nin Durub-i Emsal-i Osmaniye,
Ahmed Vefik Paşanın Müntehabat-ı Durub-i Emsal, Ahmet Midhat Efendinin Türki Durub-i Emsal
gibi eserler son devirde ortaya konmuştur.
ATASÖZLERİ
A
- Aptal düğünden, çocuk oyundan usanmaz.
- Aça dokuz yorgan örtmüşler, yine uyuyamamış.
- Acıkan doymam, susayan kanmam sanır.
- Acındırırsan arsız olur; acıktırırsan hırsız olur.
- Aç gözünü, açarlar gözünü.
- Açın gözü ekmek teknesinde olur.
- Açlık ile tokluğun arası yarım yufka.
- Aç tavuk kendini buğday (arpa) ambarında sanır.
- Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil.
- Adam adamdan korkmaz; utanır (hatır sayar).
- Adam adamdır, olmazsa da pulu (parası); eşek eşektir, olmazsa da çulu.
- Adam adamı bir kere aldatır.
- Adam ahbabından (dostlarından) bellidir.
- Adamak kolay, ödemek güçtür.
- Adamın eti yenmez, derisi giyilmez, tatlı dilden başka nesi var.
- Adam kıymetini adam bilir.
- Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür.
- Ağacı kurt, insanı dert yer.
- Ağacın meyvesi olunca başını aşağı salar.
- Ağaç yaş iken eğilir.
- Ağaran baş, ağlayan göz gizlenmez.
- Ağır taş yerinden oynamaz.
- Ahmağa yüz, aptala söz vermeye gelmez.
- Ahmak (şaşkın) misafir ev sahibini ağırlar.
- Akacak kan damarda durmaz.
- Ak akçe kara gün içindir.
- Akıllı düşman akılsız dosttan hayırlıdır.
- Akılsız başın zahmetini ayaklar çeker.
- Akıl (akıllı) isen açma sırrını dostuna; dostunun dostu vardır, o da söyler dostuna.
- Ak koyunun kara kuzusu da olur.
- Akşamın hayrından sabahın şerri yeğdir.
- Alçak yerde tepecik kendini dağ sanır.
- Alet iş görür, el övünür.
- Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar.
- Allah kulundan geçmez.
- Allah sabırlı kulunu sever.
- Allah sevdiğine dert verir.
- Al malın iyisini çekme kaygısını.
- Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.
- Altın ateşte, insan mihnette belli olur.
- Altın eşik gümüş eşiğe muhtaç olur.
- Altının kıymetini sarraf bilir.
- Altın leğenin kan kusana ne faydası var.
- Altı olur, yedi olur, hep Allah’ın dediği olur.
- Aman diyene kılıç kalkmaz.
- Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.
- Araba devrilince yol gösteren çok olur.
- Arabanın arka tekerleği öndekinin izine basar.
- Arayan Mevlasını da bulur belasını da.
- Arı bal alacak çiçeği bilir.
- Arefe günü yalan söyleyenin, bayram günü yüzü kara çıkar.
- Arpa eken buğday biçmez.
- Arsızın yüzüne tükürmüşler; “Yağmur yağıyor!” demiş.
- Aslını saklayan (inkar eden) haramzadedir.
- Aşıka Bağdat ırak gelmez.
- Aşını, eşini, işini bil.
- Ata dostu oğula mirastır.
- Atasını (büyüğünü) tanımayan, Allah’ını tanımaz.
- At bulunur meydan bulunmaz,meydan bulunur at bulunmaz.
- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.
- Atılan ok geri dönmez.
- At ölür meydan (nalı) kalır, yiğit ölür şanı (namı) kalır.
- Ava gelmez kuş olmaz, başa gelmez iş olmaz.
- Avradı eri, peyniri deri saklar.
- Avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar.
- Ayağını yorganına göre uzat.
- Ayıpsız yar arayan (dost isteyen), yarsız (dostsuz) kalır.
- Aza kanaat etmeyen çoğu hiç bulamaz.
- Azıcık aşım, kaygısız (ağrısız, kavgasız) başım.
- Azıksız yola çıkanın iki gözü el (yabancı) torbasında kalır.
- Az veren candan, çok veren maldan.
- Az yiyen az uyur, çok yiyen güç uyur.
B
- Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun.
- Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur.
- Bakmakla usta olunsa (öğrenilse) köpekler (kediler) kasap olurdu (kasaplığı öğrenirdi).
- Balık baştan kokar.
- Balım olsun, sinek Bağdat’tan gelir.
- Balı, parmağı uzun olan yememiş (yemez), kısmeti olan yemiş ( yer).
- Barutla ateş, bir yerde durmaz (olmaz).
- Başa gelen çekilir.
- Başını acemi berbere teslim eden, pamuğunu cebinden eksik etmez (etmesin).
- Baş yastığı baş derdini bilmez.
- Bez alırsan Musul’dan, kız alırsan asilden.
- Bıçak yarası unutulur ama, dil yarası unutulmaz.
- Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp.
- Bin dost az, bir düşman çok.
- Bin nasihattan bir müsibet yeğdir.
- Bir baş soğan bir kazanı kokutur.
- Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
- Bir elinin verdiğini öbür elin duymasın.
- Bir fincan (acı) kahvenin kırk yıl hatırı (hakkı) vardır.
- Bir korkak bir orduyu bozar.
- Bir kötünün yedi mahalleye zararı vardır.
- Bir selam bir hatır yapar.
- Bol bol yiyen, bel bel bakar.
- Bugünkü (akşamın) işini yarına (sabaha) koyma (bırakma).
- Buğday ekmeğin yoksa, buğday (tatlı, faideli) dilin de mi yok?
- Bülbülü altın kafese koymuşlar “ah vatanım” demiş.
- Bülbülün çektiği dili belasıdır.
- Büyük lokma ye, büyük söyleme.
C
-Cahile söz (laf) anlatmak, deveye hendek atlatmaktan güçtür.
-Cahilin dostluğundan, alimin düşmanlığı yeğdir.
- Cefayı çekmeyen safanın kadrini bilmez.
- Cömert derler maldan ederler, yiğit derler candan ederler.
Ç
- Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme.
- Çağrılmayan yere çörekçi ile börekçi gider.
- Çanağa ne doğrarsan kaşığında o çıkar.
- Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar.
- Çobansız koyunu kurt kapar.
- Çok konuşan çok yanılır.
- Çok koşan çabuk yorulur.
- Çok söyleme arsız edersin, aç bırakma (parasız koyma, çok saklama) hırsız edersin.
D
- Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. Dağ dağ üstüne olur, ev ev üstüne olmaz.
- Damlaya damlaya göl olur, (aka aka sel olur.)
- Danışan dağı aşmış, danışmayan düz yoldan şaşmış.
- Davulun sesi uzaktan hoş gelir.
- Demir nemden, insan gamdan çürür.
- Demir tavında dövülür, (demiri tavında dövmeli).
- Denizdeki balığın pazarlığı olmaz (bini bir paraya).
- Deveye bindikten sonra çalı ardına gizlenmek olmaz.
- Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur.
- Dikensiz gül olmaz (Gül dikensiz olmaz).
- Doğru (hak) söz (ağıdan) acıdır.
- Dost acı söyler.
- Dost kara günde belli olur.
- Dost yüzünden, düşman gözünden bellidir.
- Dünya malı dünyada kalır.
- Dünya ölümlü, gün akşamlı.
- Düşmanın karınca ise de hor bakma (küçük görme).
- Debbağa sorarsan dünyada fena koku olmaz.
- Debbağ sevmediği deriyi yerden yere çarpar.
E
- Edebi edepsizden öğren.
- El için kuyu kazan evvela kendi düşer.
- El yarası onulur dil yarası onulmaz.
- El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu batman taşı sanır.
- Emanete hıyanet olmaz
- Eşeğin kuyruğunu kalabalıkta kesme, kimi uzun der kimi kısa.
- Et tırnaktan ayrılmaz.
- Evlenenle ev yapanın Allah yardımcısıdır.
F
- Fakirlik ayıp değil, tembellik ayıptır.
- Fırsat her zaman ele geçmez.
G
- Garibe bir selam, bin altına değer.
- Garip kuşun yuvasını Allah yapar.
- Gel demesi kolay ama git demesi güçtür.
- Gençliğin kıymeti ihtiyarlıkta bilinir.
- Gönül bir sırça saraydır, kırılırsa yapılmaz.
- Gönülsüz yenen aş, ya karın ağırtır ya baş.
- Gözü tanede olan kuşun ayağı tuzaktan kurtulmaz.
- Gülme komşuna gelir başına.
- Gülü seven dikenine katlanır.
- Gün doğmadan neler doğar.
- Güneş balçıkla sıvanmaz.
- Güvenme varlığa düşersin darlığa.
H
- Hak yerde kalmaz.
- Hak yerini bulur.
- Hamama giren terler.
- Haramzade pazar bozar, helalzade pazar yapar.
- Hatasız kul olmaz.
- Hayvan yularından, insan sözünden tutulur.
- Hazıra dağlar dayanmaz.
- Her ağaçtan kaşık olmaz.
- Her deliğe elini sokma, ya yılan çıkar ya çiyan.
- Her şey incelikten, insan kabalıktan kırılır.
- Her şeyin yenisi, dostun eskisi makbuldür.
- Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar.
- Hile ile iş gören, mihnet ile can verir.
- Horoz ölür, gözü çöplükte kalır.
I
- Isıracak it dişini göstermez.
İ
- İğneyi kendine çuvaldızı ele batır.
- İki karpuz bir koltuğa sığmaz.
- İki testi tokuşunca, biri elbet kırılır.
- İnsan kıymetini insan bilir.
- İsin yanına varan is, misin yanına varan mis kokar.
- İstediğini söyleyen, istemediğini işitir.
- İş amana binince kavga uzamaz.
- İşleyen demir pas tutmaz. (paslanmaz, ışıldar.)
- İyi evlat babayı vezir, kötü evlat rezil eder.
- İyiliğe iyilik her kişinin karı, kötülüğe iyilik er kişinin karı.
- İyilik eden iyilik bulur.
- İyi olacak hastanın hekim ayağına gelir.
K
- Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına (üstüne) almaz.
- Kalemin yaptığını kılıç yapmaz.
- Kaçan balık büyük olur.
- Kalp kalbe karşıdır.
- Kanaat gibi devlet olmaz.
- Kara (kötü) haber tez duyulur.
- Karga yavrusuna bakmış, “benim ak pak evladım” demiş.
- Karıncadan ibret al, yazdan kışı hazırla.
- Kaza, geliyorum demez.
- Kediyi sıkıştırırsan üstüne atılır.
- Kel ölür, sırma saçlı olur; kör ölür, badem gözlü olur.
- Kem söz, kalp akçe sahibinindir.
- Kendi düşen ağlamaz.
- Keseye danış pazarlığa sonra giriş.
- Keskin sirke küpüne zarar (dır).
- Kırkından sonra azanı teneşir paklar (çare bulunmaz.)
- Kısmetinde ne varsa kaşığında o çıkar.
- Kısmet ise gelir Hint’ten, Yemen’den, kısmet değilse ne gelir elden.
- Kızını dövmeyen, dizini döver.
- Kimse kimsenin çukurunu dolduramaz.
- Kimse kimsenin kısmetini yemez.
- Kimsenin ahı kimsede kalmaz.
- Kişinin kendine ettiğini kimse (alem bir yere gelse) edemez.
-Korkunun ecele faydası yoktur.
- Kul sıkılmayınca (bunalmadıkça) Hızır yetişmez.
- Kurcalama sivilceyi çıban edersin.
- Kurtla koyun, kılıçla oyun olmaz.
- Kurunun yanında yaş da yanar.
- Kusursuz dost arayan dostsuz kalır.
- Kusursuz güzel olmaz.
L
- Lafla peynir gemisi yürümez.
- Lafla pilav pişerse deniz kadar yağı benden.
- Laf torbaya girmez.
- Latife latif gerek.
- Lokma çiğnenmeden yutulmaz.
M
- Mahkeme kadıya mülk değildir (olmaz).
- Mal adama hem dost hem düşmandır.
- Maşa varken elini ateşe sokma.
- Merdiven ayak ayak (basamak basamak) çıkılır.
- Mermer iyi taştan, iyilik iki baştan.
- Mezar taşı ile övünülmez.
- Misafir kısmeti ile gelir.
- Misafir umduğunu değil bulduğunu yer.
- Misk yerini belli eder.
- Mürüvvette endaze (ölçü) olmaz.
N
- Ne ekersen onu biçersin.
- Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
- Nerde birlik, orda dirlik.
- Nerde hareket, orda bereket.
- Ne verirsen elinle o gider seninle.
- Nikahta keramet vardır.
O
- Olacakla öleceğe çare bulunmaz.
- Otuz iki dişten çıkan otuz iki mahalleye yayılır.
Ö
- Öfkeyle kalkan zararla oturur.
- Ölüm ile öç alınmaz.
P
- Pekmezi küpten, kadını kökten al.
R
- Rahat ararsan, mezarda.
S
- Sabreden derviş, muradına ermiş.
- Sabreyle işine, hayır gelsin başına.
- Sabrın sonu selamettir.
- Sadık dost akrabadan yeğdir.
- Sağ elinin verdiğini sol elin görmesin.
- Sağlam baş yastık istemez.
- Sağlık varlıktan yeğdir.
- Sakla samanı gelir zamanı.
- Sanat, altın bileziktir.
- Sanatı ustadan görmeyen öğrenmez.
- Sarmısağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış.
- Sebepsiz ölüm olmaz.
- Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa?
- Sırça evde (köşkte) oturan, komşusuna taş atmamalı.
- Sinek küçüktür ama mide bulandırır.
- Soğanın acısını yiyen bilmez, doğrayan bilir.
- Soran yanılmamış.
- Sora sora Mekke (Kabe) bulunur.
- Söz yaş deriye benzer, nereye çekersen oraya gider.
- Su uyur, düşman uyumaz.
- Sükut ikrardan gelir (sayılır).
- Sürüden ayrılanı kurt kapar.
- Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer.
Ş
- Şeriatın kestiği parmak acımaz.
- Şeytanın dostluğu darağacına kadardır.
T
- Taş düştüğü yerde ağırdır (taş yerinde ağırdır).
- Taşıma su ile değirmen dönmez.
- Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
- Tatsız aşa tuz neylesin, akılsız başa söz neylesin.
- Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.
- Tek kanatlı kuş uçmaz.
- Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.
- Tembele dediler “kapını ört”; dedi, “yel eser örter.”
- Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin.
- Teyze, ana yarısıdır.
- Tilkinin dönüp geleceği yer kürkçü dükkanıdır.
- Tok acın halinden bilmez (ne bilir).
- Topalla gezen aksamak öğrenir.
U
- Ucuzdur vardır illeti; pahalıdır vardır hikmeti.
- Ummadığın taş baş yarar.
Ü
- Üzüm üzüme baka baka kararır.
V
- Vasiyet ölüm getirmez.
- Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud.
Y
- Yalancının evi yanmış kimse inanmamış.
- Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.
- Yalnız kalanı kurt yer.
- Yalnız taş, duvar olmaz.
- Yanlış hesap Bağdat’tan döner.
- Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder.
- Yatan ölmez, eceli yeten ölür.
- Yaya gözü ile at, bekar gözü ile avrat alınmaz.
- Yer damar damar, insan soy soy.
- Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr u kıymetten.
- Yılanın başı küçükken ezilir.
- Yiğit meydanda belli olur.
- Yolcu yolunda gerek.
- Yol yürümekle, borç ödemekle tükenir.
- Yularsız ata binilmez.
Z
- Zararın neresinden dönülürse kardır.
- Zorla güzellik olmaz.
ATAŞE
Alm. Attachc Attache, Fr. Attache, İng. Attache. Bir devletin başka bir devlette temsilcisi olan
elçiliklerine müşavir olarak tayin ettiği görevli memur. Görevlendirme durumlarına göre, askeri ateşe,
ticaret, basın ve kültür ataşesi gibi isim alırlar.
Askeri ataşe: Elçiliğin askeri konulardaki müşaviridir. Silahlı Kuvvetleri yabancı ülkelerde temsil
etmek üzere kara, hava, deniz subaylarından seçilerek görevlendirilir. Bu şahıslar, savaş anında müttefik
ülkedeki harekatı takib ederler. Barış anında o devletlerle yapılacak andlaşmalar, silah mübadelesi ve
diğer konularda müşavirlik yaparlar.
Ticaret ataşesi: Bulunduğu ülke ile kendi memleketi arasında ticari münasebetleri geliştiren, bu
konuda anlaşmaların yapılabilmesi için gerekli çalışmalarda bulunan elçilik görevlisi.
Basın ataşesi: Radyo ve televizyon, haber alma, basın, film konularında uzmanlaşan personelden
teşkil edilen ve bu dalda müşavirlik yapan elçilik görevlisi.
Kültür ataşesi: Bulunduğu ülke ile kültürel bağlar kuran, bu hususta yeni çalışmalar yapan, kültür
mübadelesi için gerekli hazırlıklarda bulunan memur.
ATATÜRK
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı. 1881 senesinde Selanik’te bugün müze
haline getirilen evde dünyaya geldi.
Babası Ali Rıza Bey, annesi Zübeyde Hanımdır. İlköğrenimine Selanik’te Fatma Hanım Mahalle
Mektebinde, sonra da 6 yaşında Şemsi Efendi İlkokulunda başladı. Babası Selanik’te Asakir-i Milliye
Taburunda mülazım olarak (1876) çalışıp, bilahare Evkaf katipliğinde rüsumat memurluğu yaptı. Daha
sonra bu vazifeden ayrılarak kereste ticareti ile uğraştı.
Mustafa Kemal, babasını çocuk yaşta kaybedince, annesi ve kızkardeşi ile birlikte bir ara çiftlikte
kahyalık yapan dayısının yanına gitti. Sonra annesi onu Selanik’te bulunan kızkardeşinin yanına
göndererek Selanik Mülkiye İdadisine yazdırdı. Kısa bir müddet sonra büyük annesi onu okuldan ayırdı.
Ancak gizlice Selanik Askeri Rüşdiye imtihanlarına girip kazanması ile askeri meslek hayatı başladı.
Mustafa isimli matematik öğretmeni 1893’te başarısı sebebiyle; “Bundan sonra senin ismin Mustafa
Kemal olsun.” dedi. Bu isim kendisi, öğretmenleri ve öğrenciler tarafından benimsendi.
Selanik Askeri Rüşdiyesini bitiren Mustafa Kemal, daha sonra Manastır Askeri İdadisi (Lisesi)nden
mezun oldu. Bu arada tatillerde Frerler’de (Fransız okulu) Fransızcasını ilerletti. 13 Mart 1899’da İstanbul
Harp Okuluna girdi. Meslek dersleri yanında, lisan ve kültürünü geliştirmeye başladı. Geleceğe dönük
hayalleri, yapmayı tasarladığı devrimlerin fikri temeli daha Harbiye’deyken filizlendi.
1902’de Harbiye’den mezun olup, 1903’te üsteğmen olan Mustafa Kemal, Erkan-ı Harb (Kurmay)
olmak üzere Harp Akademisi tahsiline başladı. 11 Ocak 1905'te Kurmay Yüzbaşı olarak Harp
Akademisinden mezun olduktan sonra, Şam’a tayin edildi. Kurmay stajını da 5. Ordu emrinde yaptı.
Harran’da Dürzilerle çıkan bir ihtilafı halletti. 1906 Ekiminde Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni
gizlice kurup kimsenin haberi olmadan Selanik’e giderek burada bir şubesini açtı ve Yafa’ya döndü.
20 Haziran 1907’de Önyüzbaşı (Kolağası) oldu. 13 Ekim 1907’de Makedonya’da 3. Ordu Karargahına
tayin olundu. 22 Haziran 1908’de Garp Demiryolları (Selanik-Ürgüp) hattı müfettişliğine getirildi. 13 Ocak
1909’da 3. Ordu Selanik Redif Tümeni Kurmay Başkanlığına tayin edildi.
O tarihlerde Makedonya’da İttihat ve Terakki Cemiyeti çok faal çalışıyordu. Teşkilatın Eylül 1909’da
toplanan ikinci kongresine Trablusgarb delegesi olarak katıldı. Fakat bunların çalışma tarzlarını ve
düşüncelerini beğenmiyordu. Kongrede; “Asıl mesele, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan bir Türk
Devleti çıkarmaktır.” diyerek, kendi görüşünü izah etti. Enver Paşa ile bütün kongrelerde çekişti. Mustafa
Kemal’e göre; “İmparatorluğu yavaş yavaş tasfiye etmeliydi.” Mustafa Kemal, teşkilat içerisinde İsmet
İnönü, Kazım Karabekir ve Fethi Okyar gibi kendisini destekleyen isimler buldu ise de görüş ayrılıkları
yüzünden cemiyetten uzaklaştı.
31 Mart Vak’asında (31 Mart 1325-13 Nisan 1909) İstanbul’a gönderilen Hareket Ordusunun görevi
sona erince, yeniden Selanik’e 3. Orduya Kurmaybaşkanı olarak tayin olundu. 1910 senesinde Arnavutluk
harekatına katıldı. 13 Eylül 1911’de İstanbul’da Genel Kurmay Karargahında görevlendirildi. 27 Kasım
1911’de binbaşılığa yükseldi. 18 Aralık 1911’de Bingazi ve Derne Şark Gönüllüleri Komutanı oldu. 9 Ocak
1912 Dobruk taarruzunu idare etti. 11 Mart 1912’de Derne Komutanlığına getirildi.
24 Ekim 1912’de İstanbul’a döndü. Rahatsızlığı sebebiyle tedavi gördü. Bahr-i Sefid Mürettep
Kuvvetleri Harekat Şube Müdürlüğüne, 24 Kasım 1912’de Bolayır Kolordu Kurmay Başkanlığına tayin
edildi. 1 Mart 1914’te yarbay oldu. Bükreş ve Belgrad Ataşe Militerliklerinde bulundu. Oradan
Çanakkale’de 19. Tümen Komutanlığına tayin olundu. 25 Şubat 1915’te Eceabat’ta göreve başladı. 25
Nisan 1915’te Karaçimen’de düşman taarruzunu durdurdu. 1 Haziran 1915’te Anafartalar Grup
Komutanlığına tayin olundu. 10 Ağustos 1915’te Anafartalar’da düşmanı püskürttü. Bu sırada Enver Paşa
ile arası açılarak görevinden istifa etti ve İstanbul’a geldi. Ocak 1916’da Edirne’de bulunan 16. Kolordu
Komutanlığına tayin olundu. 27 Şubat 1916’da Generalliğe yükseltildi. 7 Ağustos 1916’da 2. Ordu
Komutanlığına getirildi. 5 Eylül 1917’de 7. Ordu ile Suriye’ye gitti. 15 Aralık 1917’de Padişah Vahideddin
ile Almanya’ya gitti. 5 Ocak 1918’de döndü. 7 Ağustos 1918’de Nablus’daki ordunun başına geçti. 26
Ekim 1918’de Haleb’in kuzeyindeki düşman taarruzunu durdurdu. 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup
Komutanlığına tayin edildi. Birinci Dünya Harbi sonunda Mondros Mütarekesine göre Osmanlı Devleti batı
ülkeleri arasında paylaşıldı. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’a kadar
çalışmalarını burada sürdürdü. Şişli’de daha sonra müze haline getirilen eve yerleşerek sonraları milli
mücadelenin çekirdek kadrosunu meydana getirecek arkadaşlarıyla (Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, İsmet
İnönü, Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay) toplantılar yaptı. 30 Nisan 1919’da Karadeniz
Bölgesindeki Rum eşkıyayı yola getirmeye ve 9. Ordu müfettişliğine tayin olundu. Bu görevin adı, 15
Haziran 1919’dan sonra 3. Ordu müfettişliği oldu. Ona bu vazifeyi veren Osmanlı Sultanı Vahideddin ile
Yıldız Sarayındaki görüşmesini Falih Rıfkı Atay Çankaya isimli eserinde (s. 174-175) yine Mustafa
Kemal’in ifadesiyle şu şekilde nakletmektedir:
“Yıldız Sarayının ufak salonunda Vahideddin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında
dirseğini dayamış olduğu masa üstünde bir kitap vardı.
Salonun Boğaziçine doğru açılmış penceresinden gördüğümüz manzara şu idi: Birbirine muvazi
hatlar üzerinde düşman zırhlıları bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş. Manzarayı
görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi. Vahideddin hiç
unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: «Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin.
Bunların hepsi bu kitaba girmiştir.» Elini demin bahsettiğim kitabın üzerine bastı ve ilave etti. «Tarihe
geçmiştir.» O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım, dikkatle ve sükunetle dinliyordum. «Bunları
unutun» dedi. «Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti
kurtarabilirsin!» Bu sözlerden hayrete düştüm...”
Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. 19 Mayıs
1919’da Samsun’a çıktı. 28 Mayıs’ta Havza’ya geldi. Burada üst kademede bulunanlara ve
bütün komutanlara gizli bir genelge yayınlayarak işgal karşısında Türk milletini bütünleşmeye çağırdı.
Buradan Amasya’ya geçti. 21-22 Haziran gecesi Amasya Tamimi ile Türk milletini birlik ve bütünlüğe
davet etti. Bu tamimler, İtilaf devletlerinin baskısıyla hükumetçe İstanbul’a çağırılmasına yol açtı. Bu
olaylar üzerine Mustafa Kemal Paşa 7 Temmuzda görevinden ve askerlikten istifa ettiğini hükumete
bildirdi. 23 Temmuz 1919’da açılan Erzurum Kongresine başkan seçildi. Bu kongrede dokuz kişilik bir
Hey’et-i temsiliye seçildi ve başına Mustafa Kemal getirildi. 4-11 Eylül’de toplanan Sivas Kongesinde
Heyet-i temsiliyeye bütün ülkeyi temsil etme yetkisi verildi. 7 Kasım 1919’da Erzurum milletvekili seçilen
Mustafa Kemal 27 Aralık 1919'da Ankara’ya geldi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalini yabancı
parlamentolar nezdinde protesto etti.
19 Mart 1920’de Türk vatanseverlerini Ankara’ya çağırdı. Ankara’dan milletvekili seçildi. 23 Nisan
1920’de de Türkiye Büyük Millet meclisi, dini bir merasimle açıldı. 24 Nisan 1920’de Meclis Başkanlığına
seçildi. Türk İstiklal Savaşı fiilen başladı. Birinci ve İkinci İnönü Savaşları ile Türk Ordusu üstünlüğünü
gösterdi. 5 Ağustos 1921’de Başkomutan oldu. 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da Başkomutan sıfatıyla
ordunun başına geçti. 13 Eylül 1921’de 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşını kazandı. 19 Eylül
1921’de Gazi ve Mareşal ünvanı verildi. 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşmasını imzaladı. 20 Ağustos 1922’de
Büyük Taarruz için Akşehir’e gitti. 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruzu idare etti. 30 Ağustos 1922’de;
“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi. 9 Eylül’de Türk Ordusu İzmir’e girdi. 11 Eylül’de
Atatürk İzmir’e geldi. 14 Ocak 1923’te annesi Zübeyde Hanım öldü ve İzmir'e gömüldü. 29 Ocak 1923'te
Latife Hanımla evlendi. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi ve ilk Cumhurbaşkanı seçildi. 5 Ocak
1925’te Latife Hanımdan ayrıldı. 24 Ağustos 1925’te Karadeniz gezisinde ilk defa şapkayı giydi. 15
Haziran 1926'da İzmir süikastı ortaya çıkarıldı. 3 Ekim 1926’da ilk defa heykeli Sarayburnu’na dikildi. 1
Temmuz 1927’de askerlikten emekliye ayrıldı. 15-20 Ekim 1927'de “Büyük Nutuk'unuürkiye Büyük Millet
Meclisinde okudu. 1 Kasım 1927’de ikinci defa Cumhurbaşkanı seçildi. 4 Kasım 1927’de Etnografya
Müzesi önüne heykeli dikildi.
9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda Latin harflerinin kabulüyle ilgili nutkunu söyledi. 29 Ağustos
1928’de Dolmabahçe Sarayında Türk dili ve yeni harflerle ilgili kongreyi topladı. 3 Kasım 1928’de Harf
Devrimini yaparak Latin harfleri kabul edildi. 15 Nisan 1931’de Türk Tarih Kurumunu kurdu. 4 Mayıs
1931’de üçüncü defa Cumhurbaşkanlığına seçildi. 1 Temmuz 1932'de Ankara'da Birinci Tarih Kongresini
topladı. 22 Eylül 1932’te Dil Kurultayı Kongresine başkanlık yaptı. 29 Ekim 1933’te 10. Yıl Nutkunu
söyledi. 24 Kasım 1934’te kendisine “ATATÜRK” soyadı verildi. 1 Mart 1935’te dördüncü defa
Cumhurbaşkanlığına seçildi. 6 Ocak 1937’de Hatay ile ilgili olarak Konya’ya gitti. 16 Ağustos 1937’de
Trakya manevralarına katıldı. 19 Mayıs 1938’de Güney Doğu illerine geziye çıktı. 14 Haziran 1938’de
rahatsızlığı sebebiyle “Savarona Gemisi”nde istirahata çekildi. 25 Temmuzda Dolmabahçe Sarayına
getirildi. 15 Eylül 1938’de vasiyetnamesini hazırladı. 29 Ekim 1938’de Cumhuriyetin 15. Kutlama
törenlerine katılamadı. Mesajı okundu. 8 Kasım 1938’de hastalığı arttı. 10 Kasım 1938 sabahı saat 9’u
5 geçe Dolmabahçe Sarayının “Muayede Salonu”nun denize bakan dördüncü odasında öldü. 16 Kasım
1938’de katafalka konarak 500 bin kişi önünden geçip saygı duruşunda bulundu. Generaller nöbet
tuttular. 19 Kasım 1938’de Zafer Zırhlısı ile Sarayburnu'ndan hareket edilerek 21 Kasım’da Ankara’ya
ulaştı. Daha sonra Etnoğrafya Müzesine konuldu. 10 Kasım 1953'te 136 Harp Okulu öğrencisinin çektiği
top arabasıyla kendisi için yaptırılan “Anıtkabir”e getirildi ve oraya defnedildi.
Atatürk’ün devrimci şahsiyeti: Zaman zaman bazı tarihçi veya yazarlar, Cumhuriyetten önceki
Mustafa Kemal ile Cumhuriyetten sonraki Mustafa Kemal Atatürk arasında ayırım yapmışlar ve tarihi bir
hataya düşmüşlerdir. Halbuki fikir yapısı ve idealleri bakımından fark yoktur. Fark sadece Cumhuriyetten
önceki ideallerinin Cumhuriyet’ten sonra fiiliyata intikalidir. Nitekim Atatürk bu hususu Nutuk’ta şöyle
ifade etmektedir: “Ben Milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekamül istidadını, milli
bir sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde
idim.”
Devrimler için zamanlama faktörünü çok iyi ayarlamış, ihtiyatlı ve acele etmeden attığı siyasi
adımlarla hayatı boyunca idealleri olan düşüncelerini (devrimlerini) hedefine doğru şuurluca ve azimle
yaklaştırmıştır. Tek kelime ile devrimler, Atatürk’ün şahsiyetinin ve hayatının her safhasının ayrılmaz
unsurlarıdır. Nitekim Mazhar Müfit hatırasında şöyle yazmaktadır:
Erzurum’dayız.
“Mazhar not defterin yanında mı?”
“Hayır Paşam!”
“Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.” dedi. Defteri getirdiğimi görünce,
sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: “Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin.
Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!”
dedi.
Süreyya da, ben de:
“Bundan emin olabilirsin, Paşam!” dedik.
“Öyle ise tarih koy!” dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, “Zaferden sonra hükumet
biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem
yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”
Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç defa:
“Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri
kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defteri koltuğunun altına almış ve
bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti.” dedi.
Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu.
Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde
bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri
Başkanının başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında
bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken,
otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve “Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor
musun?” dedi.
Atatürk ile devrimleri arasında çok sıkı bir bağ vardır. Gerçekleştirdiği devrimler, Harbiye talebesi
Mustafa Kemal’den ölümüne kadar hayatının sebeb-i gayesi, ideali, hayalleri ve hayatının ayrılmaz bir
parçası olmuştur. İstiklal Harbi esnasında bazı arkadaşlarının vatanı kurtarmak yanında rejimle ilgili
icraatların yapılmasını istemelerine karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyana lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız yapmak o işi akamete uğratmak olur. Fikirlerinize
muhalif değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim... Her şey zamanında ve sırasında
yapılmalıdır...” derken muhaliflerine karşı da: “Biz memleketin kanunlarına, idare ve rejim sistemlerine
müdahale niyeti güden bir teşekkül değiliz; gayemiz sadece vatan ve milleti kurtarmaktan ibarettir.
Müstakil bir vatan istiyoruz. Kanunları değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizam verecek,
hükumet şeklini değiştirecek olan müessese Milli Meclis olacaktır. Biz Meclis-i Mebusan değiliz.” diyerek
ilerde gerçekleştireceği devrimlerin tehlikeye düşmesini önlemiştir.
Daha talebe olduğu yıllarda hep geleceğin hesabını yapardı. Saatlerce uyuyamazdı. “İstanbul
Pangaltı’daki Harp Okulu yıllarında Mustafa Kemal’in geceleri karman-çormandı. Yatar ama uyuyamazdı.
Sabaha karşı ancak dalardı ve sabahları kalk borusunu duymazdı. Bir gün arkadaşlarından birisi: “Sen
kalk borusunda uyanamıyorsun. Nöbetçi subayı karyolanı sarsmadıkça kalkmıyorsun nen var senin?”
diye sorduğunda şu cevabı almıştı: “Yatağa girdikten sonra uykuya dalamıyorum. Gözlerim sabahlara
kadar açık. Tam uyuyacağım zaman da kalk borusu çalıyor...”
1908 kış aylarında Selanik’te Beyaz Kule Birahanesi karşısındaki Askeri mahfelde Mustafa Kemal ve
bazı arkadaşlarının giriştikleri, memleketle ilgili münazarada Mustafa Kemal’in söylediklerinin bir kaçı
şöyledir: “İnkılabı ikmal etmek lazımdır. Ben bunu yapacağım. Bugünkü Osmanlı İmparatorluğunun
yüksek sayılan kumandanları benim için yoktur. Ordu kumandan sicilleri için son limit olarak binbaşıyı
kabul ediyorum. Geleceğin büyük kumandanları bunlar olmak gerekir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar
olanlarını muhafaza edeceğim. Üst tarafını yaktıracağım. Bundan sonra ne olacağını yapacağımız inkılap
gösterecektir. Evet inkılap (devrim) yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılap (devrim) sayılmaz.
Memleketi binbir akılsızın eline bırakamam. Birçok adamların yerine birkaç kafa ile iktifa edebilirim.
Mesela; Kazım Köprülü’yü (Özalp) harbiye nazırı yapacağım. Nuri’yi (Conker) kumandan ve idare şefi
yapacağım. Fethi’yi (Okyar) yeni inkılapçı Türkiye’nin mümessili olarak Avrupa’ya göndereceğim.”
Nuri Conker’in gülmesine Mustafa Kemal; “Niçin gülüyorsun?” diye sorduğunda; “Seni düşünüyorum
onun için, bütün işler içinde sen ne olacaksın?” Mustafa Kemal gülerek; “Ben mi? Ben de sizleri o
makamlara getiren olacağım.” cevabını verdi. O kendi misyonunu daha o Selanik günlerinde başlatmıştı
bile. 29 sene sonra 1937’de Çankaya’da bir yemekte aynı kişiler karşısında bu konuşmayı kendisi
anlatmıştır.
Mustafa Kemal 1918 yılında tedavi maksadıyla gittiği Karlsbad’da hatıra defterine şöyle yazmıştır:
“Bir gün bu milleti idare mevkiine gelirsem, carp (darbe) yapacağım. Ama bu darbe sonunda hiçbir zaman
avamın derecesine inmeyeceğim. Avamı kendi seviyeme çıkaracağım.”
Mustafa Kemal henüz 26 yaşında ve kıdemli yüzbaşı rütbesindeyken 1907’de Bulgar Türkoloğu İvan
Manolof’a: “Bir gün gelecek hayal zannettiğiniz bütün inkılapları başaracağım. Mensup olduğum millet
bana inanacaktır.” dedi. Mustafa Kemal Atatürk yapacağı inkılapları 1923’ten önce tasarlamıştı. Ancak
bütün bu hususları sağlam zaman ve zemin imkanlarıyla başarabilirdi. Beden ve ruh nasıl ki, canlı bir
insanın birbirinden ayrılmaz parçaları ise, Atatürk’ün hayatı ve devrimleri onun şahsiyetinin ayrılmaz
unsurlarıdır.
Atatürk devrimlerinin içinde en mühimi laiklik devrimidir. Hatta Atatürk ile ilgili birçok eserde laiklik,
Atatürk devrimlerinin temeli olarak kabul edilmiştir. Atatürk’ün inandığı ve yapmak istediği laiklik,
“Dünya işlerini din işlerinden ayırmak yani dünya işlerinin dinin dışında ele alınması, dini emirlerden ayrı
mütalaa edilmesidir. Atatürk’e göre bir devletin laik olabilmesi için, hukuki bakımdan siyasi ve dini
otoritenin birbirinden ayrılması ve devlet işleri ile din işlerinin ayrı olmaları gerekmektedir.
Atatürk, Türkiye’nin takib edeceği iktisadi sistemi ve diğer hususlardaki görüşlerini şu sözlerle
belirtmektedir: “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm nazariyelerinin ileri
sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından
doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir.” “İktisaden zayıf bir millet fakr ü sefaletten kurtulamaz. Kuvvetli
bir medeniyete, refah ve saadete kavuşamaz. İçtimai ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz.”
“Siyasi ve askeri muzafferiyetler, ekonomik tedbirler ile terviç edilemezlerse, kazanılan zaferler
payidar olamaz. Az zamanda söner.”
“Tüccar, milletin emeğini ve istihsalini kıymetlendirmek için eline ve zekasına emniyet edilen ve
emniyete liyakat gösterilmesi gereken adamdır."
“İstikbal göklerdedir... Türk çocuğu göklerdeki yerini en kısa zamanda almalıdır... Bu yarışa Türk
milleti olarak vakit kaybetmeden katılmalıyız ve söz sahibi olmalıyız... Yurt içinde behemahal hava sanayii
kurulmalıdır."
“Hükumetin varlığının hikmeti, memleketin güvenlik ve asayişini, milletin huzur ve rahatını
sağlamaktır.”
“ Millet, dil, kültür ve mefkure birliği ile birbirlerine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve
içtimai heyettir.”
“Bilelim ki, milli birliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin şikarıdır.”
“Bir millet sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe, yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç
düşünülemez.”
“Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve
kabiliyetlerinin olgunluğudur.”
“Hükumet millettir ve millet hükumettir.”
“Hükumetin iki hedefi vardır: Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmektir. Bu iki
şeyi temin eden hükumet iyidir. Edemeyen fenadır.”
“Basın, bir milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve irşatta bir millete muhtaç olduğu fikri
gıdayı vermekte, hülasa bir milletin hedef-i saadet olan müşterek bir istikamette yürümesini teminde
basın başlı başına bir kuvvet, bir mektep ve bir rehberdir."
"Felaket başa gelmeden evvel onu önleme çareleri ve müdafaası düşünülmek lazımdır.Geldikten
sonra düşünmenin faydası yoktur."
"Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri mel’un ihtiraslara karşı daima demirden bir duvar
gibi yükselecektir.”
1 Mart 1922’de Meclisi açış nutkunda: “Buraya kadar sözünü ettiğimiz hususlar, milletin maddi
güçlerini geliştiren ve yükselten tedbirlerdir. Halbuki insanlar yalnız maddi değil, aynı zamanda bu maddi
gücün içinde yer alan manevi gücün de etkisi altında hareket ederler. Milletler de böyledir... Manevi güç
ise, özellikle ilim ve inanç ile yüksek bir süratle gelişir.”
“Türkiye’nin öğretim ve eğitim siyasetini, her seviyede, tam bir aydınlık ve hiçbir şüpheye yer
bırakmayan bir açıklıkla belirlemek ve uygulamak gerekir. Bu siyaset her anlamıyla milli bir özde
düşünülebilir.”
“Milli terbiye esas alındıktan sonra onun dilini, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti
münakaşasız kabul edilecek bir kanundur.”
Atatürk 15 Temmuz 1921'de ilk Milli Eğitim Kongresinin açış konuşmasında: “Efendiler; yetişecek
çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun en evvel ve her şeyden evvel
Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek
lüzumunu öğretmelidir. Dünyadaki milletlerarası duruma göre böyle bir savaşın gerektirdiği terbiye
unsurları ile donanmış olmayan fertler ve bu mahiyette fertlerden toplanmış cemiyetlere hayat ve istiklal
yoktur. Silahla olduğu gibi dimağı ile de mücadele mecburiyetinde olan milletimizin birincisinde gösterdiği
kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. Milletimizin saf karakteri kabiliyetle doludur.
Ancak bu tabii kabiliyeti bilecek bilgilerle donanmış vatandaşlar lazımdır.”
Bu konuşma yapıldığı sırada ideolojik, kültür ve psikolojik savaş ve her türlü soğuk savaş usulleri
bugünkü seviyede değildi. Atatürk bir yurt gezisinde arkadaşlarıyla sohbet ederken, subaylığının ilk
senelerinde Alman filozofu Ludwig Büchlen’in eserlerini okuduğunu ve beğendiğini söylemiş ve Alman
filozofunun görüşlerini etrafındakilere şöyle izah etmiştir:
"Tarihten zaferden, büyük devlet adamlarından mahrum milletler maddi imkanları ne kadar geniş
olursa olsun ciddi ve güçlü bir sarsıntı karşısında dayanamayıp yıkılıp silinmişlerdir.”
Atatürk bir konuşmasında:
“ Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkuresini yıkmaya çalışan nazariyelerin dünya üzerinde
tatbik kabiliyeti bulunmamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat, insanlar ve milletler arasında
hep milliyetin hakim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyastaki fiili
tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin ölmediği ve kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Batılılaşmak, Atatürk’ün ve onun kurduğu Cumhuriyetin ve devletin resmi hedefi olmuştur. Atatürk’e
göre batılılaşmak, batının örf ve adetlerini almak ve onu kopya etmek değildir. Elbette her milletin
kendisine mahsus özel hususiyetleri, örf ve adetleri, töreleri, milleti millet yapan milli ve manevi değerleri
(kökleri) vardır. İçtimai bünyeye ters düşen, yani milleti ile bütünleşmeyen bir devlet düşünülemez.
Atatürk ile ilgili olarak Türkiye’de ve dış ülkelerde yüzlerce eser yazılmıştır. Elbette Atatürk’ün
yaptıklarını ve şahsiyetini mahdut olan sayfalar arasına sığdırmak mümkün değildir. Atatürk’ün tarihi,
siyasi askeri, idari görüş ve icraatları ile ilgili hususlar ciltler dolusu anlatılmıştır.
ATATÜRK BARAJI
GAP Projesi içinde, Karakaya Barajının l80 km mansabında, Şanlıurfa ilinin Bozova ilçesine 24 km
uzaklıkta Fırat Nehri üzerinde kurulan baraj.
İnşaatına; 4 Kasım l983 tarihinde başlandı. l994 senesinde bitirilmesi planlanan baraj; sulama ve
enerji elde etmek maksadıyla yapılmıştır. 2400 megavat, yılda 8.9 milyon kilovatsaat elektrik enerjisi
üretecek kapasitededir. 84.4 milyon m3 kaya ve toprak dolgu ile, dolgu hacmi bakımından bugüne kadar
dünyada inşa edilen barajlar arasında beşinci sıradadır. Meydana gelen göl alanı 817 kilometre karedir.
Yıllık ortalama su akışı 26.654 milyar metreküptür. Toplam su depolama hacmi 48.5 milyar metreküptür.
Her bir grupta; gücü 300.000 kilovat olan 8 adet türbün jeneratör bulunmaktadır. 25 Temmuz
1992'de bu 8 üniteden ikisi hizmete açılmıştır. Halen inşaatı devam eden Şanlıurfa Tünelinin de
tamamlanması ile, Şanlıurfa, Harran, Mardin, Ceylanpınar, Siverek-Hilvan ovaları ile beraber l.43 milyon
dönüm arazi sulanır hale gelecektir.Temelden yüksekliği l69 metredir. Nehir seviyesinden yükseklik
bakımından minimum su kotu 513, ideal su kotu 526, maksimum su kotu ise 524 metreye ulaşır. Barajda
elektrik üretimi için derinliğin en az 133 metre olması lazımdır. Baraj duvarının boyu 1644, eni ise 15
metredir.
Atatürk Barajı, dolgu hacmi bakımından dünyanın en büyük 6. büyük barajı durumundadır.
Hidroelektrik Santralı da, dünyada halen yapımı sürenler arasında 3., inşa edilmiş olanlar arasında da 5.
en büyük santraldır. Aynı zamanda Avrupa'nın ve Türkiye'nin en büyük barajıdır.
Atatürk Barajı, tamamen Türk işçi ve mühendisinin emek ve alınteriyle gerçekleştirilmiştir. Bu dev
barajın gövdesi 80 ay gibi kısa bir zamanda bitirilmiştir.
ATEİSTLER
(Bkz. Dehriler)
ATEŞ
Alm. Feuer, Fr. Feu, İng. Fire. Yüksek sıcaklık ve alev veren hızlı yanma olayı. Ateşin meydana
gelebilmesi için yanabilen bir maddenin tutuşma sıcaklığında oksijen ile temas etmesi gerekir. Yakıt ve
oksijen devamlı mevcut ve temas halinde ise sürekli yanma olur. Bir ateşin söndürülmesi, yanmaya
sebeb olan unsurlardan yakıt ve oksijenin yok edilmesi, sıcaklığın düşürülmesi ile mümkündür.
Herhangi bir maddenin yanabilirliği kimyasal bileşime ve fiziksel duruma bağlıdır. Eger oksijen
kaynağı hava ise, herhangi bir yanıcı gazın molekülleri hava içine girer ve havadaki oksijen moleküllerine
temas eder. Tutuşma sıcaklığına erişince de bu gaz yanar.
Bir yanıcı sıvı ilk önce buharlaştırılmalı ve tutuşma sıcaklığındaki bu buhar oksijen ile karıştırılmalı
ki, yanma olabilsin. Katıların yanması için ise sıvılaştırılmalı veya buharlaştırılmalı veya hiç olmazsa geniş
bir yanma yüzeyi meydana getirmek için küçük taneciklere ayrılmalıdır. Fakat katı, gözenekli ise öğütme
zaruri değildir. Bütün katılar, mümkün olan en küçük taneciklere ayrılırsa, oksijen ile temas eden toplam
katı yüzeyi çok olacağından şiddetli yanar.
Çok şiddetli ateşler, yanabilen tozların (zerreciklerin) hava ile karışımından elde edilir. Mesela kömür
ve metal tozlarının yanması gibi. Mağnezyum tozları gerekli oranda hava ile karıştırılıp tutuşma
sıcaklığına getirilirse, göz kamaştırıcı parlak bir alevle yanar.
Maddeler tutuşma sıcaklığının altında oksitlenir. Fakat maddelerin yanabilmesi için tutuşma
sıcaklığına yükseltilmesi gerekir. Bu sıcaklığın üzerinde oksidasyon ısısı yeteri kadar hızlı yayılmaz ve
yanmamış yakıtta oksidasyonun olduğu bölgeye yakın alanı yanma sıcaklığına yükseltir. Çok ince
parçalara ayrılmış maddeler hariç olmak üzere, katıların yanma sıcaklığı sıvılarınkinden daha yüksektir.
Genellikle sıvılar kaynama noktasının düşüklüğü nisbetinde parlayıcıdırlar.
Ateş, etrafındaki havayı ısıtır ve onun genişleyerek yükselmesini sağlar. Bunun sonucu olarak da
uzaklardan buraya soğuk hava akımı başlar. Bu meydana gelen akım sebebiyle devamlı ve yeni oksijen
te’min edilmektedir. Böylece ateşin yanması sürekli olur. Hatta ateş, büyük şehir veya orman yangını
halindeyse, bu hava akımı önemli hızda rüzgar bile meydana getirir.
ATEŞ TUĞLASI
(Bkz. Tuğla)
ATEŞBÖCEĞİ (Lampyrus noctiluca)
Alm. grosser Leuchtkafer, Fr. Lampyre commun, İng. Firefly. Familyası: Ateşböceğigiller
(Lampyridae). Yaşadığı yerler: Ilıman iklim bölgelerinde çiçekler ve küçük bitkiler üzerinde bulunurlar.
Özellikleri: 11- 18 mm uzunlukta. Erkekleri kanatlı, larva ve dişileri kanatsız olup, kurda benzer. Ilıman
ormanlarda 2,5 cm boyunca olanlarına da rastlanır. Çeşitleri: İki binden fazla türü vardır.
Bahar ve yaz ayları geceleri uçarken yanıp sönen ışıkları ile tanınan, kınkanatlılar takımından bir
böcek. Erkekleri kanatlı, dişileri kanatsız olup larvalarına benzerler. Bazı çeşitlerinde erkek, dişi ve
larvalar da ışık üretir. Bu özelliklerinden dolayı bazı bölgelerde dişi ve larvalara “yıldız kurdu” adı verilir.
Her türün kendisine has sinyal şifresi vardır. Kuzey Amerika’da bazı çeşitlerin dişileri de kanatlı ve ışık
üreticidir. Bütün ateşböceklerinin larva ve erginleri etçil olup, yumuşakça böcek ve böcek larvalarıyla
beslenir.
Işık organları karın bölümünün son kısmında bulunur. Saydam bir kütüküla tabakası ile örtülüdür.
İç kısmı fotojenik hücreler ve otomobil farları gibi ışığı yansıtıcı bir tabakadan müteşekkildir. Işık
organında üretilen yağa benzer “ Lüsiferin” maddesi “Lüsiferinaz” enziminin katalizörlüğünde kademeli
olarak oksijenle yakılır. Bu kimyasal olayda ışık meydana gelir. Hava oksijeninin kontrollü tüketimine
bağlı olarak ışık zaman zaman yanıp söner. Bu yanıp sönmeler eşlerin birbiriyle haberleşmesini sağlar.
Ateşböceğinin ürettiği ışık, yavaş yavaş meydana gelen oksitlenme sonucu kimyasal enerjinin ışığa
dönüşmesidir. Çıkan ışık tamamen soğuktur. Isı kaybı yoktur. Verim % 100’dür. Kullandığımız elektrik
ampülünde enerjinin % 10’u ışık % 90’ı ise ısı kaybıdır. Yapılan ince hesaplara göre, eğer bir ateşböceği
büyük bir sokak lambası kadar olsaydı, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatırdı.
Siam’da geceleri nehir kıyısındaki “Ton Lampoo” ağaçlarını saran ateşböcekleri bir dakikada 120
defa parıldayıp söndüklerinden ortalık yarım saniye aralıklarla şimşek çakmış gibi aydınlanır ve ardından
zifiri karanlığa boğulur. Jamaika’da ateşböcekleri o kadar parlak ve ışıklıdır ki, dallarda toplandıkları
zaman beş yüz metre uzaktan ağaçlar alevler içinde yanıyormuş hissini verir.
Amerikan orduları 1898’de Küba’da harb ederken doktor Williams Gorgas’ın bir askeri ameliyatı
sırasında lambalar aniden sönüverdi. Derhal bir şişe dolusu ateş böceği getirdiler. Bunların ışığı altında
ameliyat başarı ile bitirildi.
ATICILIK
Alm. Schiesskunst (m), Fr. Tir, İng. Shooting. Bir mermiyi veya oku bir silah aracılığıyla mümkün
olduğu ölçüde hedefe ulaştırmayı gaye edinen bir hüner yarışması. Çok çeşitli silahlarla (karabina,
tabanca, yay) yapılır. Hedefler sabit veya hareketli olabilir. İyi bir atıcı olmak için gözlerin keskin ve
kendine hakim olunması gerekir.
Bazı bölgelerde, atıcılık yarışmaları gelenek halinde muhafaza edilmiştir. Mesela, İsviçre’nin bazı
kantonlarında okçular, mahalli bayramlarda boy ölçüşürler. Kuzey ülkelerinde zıpkın atışları, meraklıların
pek değer verdiği bir yarışma olarak sürüp gitmektedir.
Tabanca ve tüfekle yapılan atıcılık sporu, hedefe atış ve av silahlarıyla atış şeklinde yapılır. Hedefe
atışta, “karabina” ismi verilen silah ve değişik yapıya sahip tabancalar kullanılır. Atışlar iç içe geçirilmiş
birden on ikiye kadar numaralanmış daire şeklindeki nişan (hedef) tahtalarına yapılır. Bu dairelerin
çapları atış uzaklıklarına göre değişir. Atış mesafeleri havalı karabina için l0 m, küçük kalibreli karabina
için 50 m, büyük kalibreli tabanca için 25 m, serbest tabanca için ise 50 metredir.
Av silahlarıyla yapılan atış sporunun baltrap ve skeesi olmak üzere değişik şekilleri vardır. Bu
yarışmalar, olimpiyat oyunları arasında da yer alır. Ortasında hedefin bulunduğu nişan tahtası genellikle
sabittir ve eş merkezli on iki daireye bölünmüştür. Bu dairelerin çapı, atıcı ile hedef arasındaki uzaklığa
göre değişir. Mesela, 300 metreden tüfek atışı için, her bölümün genişliği 60 cm olarak tesbit edilmiştir.
Bu genişlik 2 santimetreden 12 metreye kadar değişir. Yarışmaların türüne göre, atıcı ayakta, diz çökerek
veya yatarak atış yapar. Atıcı, yarışmadan önce bir deneme atışı yapmak hakkına sahiptir. Uzun mesafeli
müsabakalarda nişan tahtasının yanındaki sipere yerleşmiş gözlemciler siyah veya ışıklı bir sırık
yardımıyla, atıcıya hedefin yerini gösterirler. Böylelikle yarışmacı, daha sonraki atışlarda hatalarını
düzeltmek ve iyileştirmek imkanını bulur.
Hareketli hedeflere atışlar, hele hedef farklı noktalar halinde bir görünüp bir kaybolduğu zaman çok
daha zordur. Kilden yapılma güvercinlere atış, reflekslerin hızını ortaya koyar. Zira, baltrap denilen
araçların havaya fırlattığı bu hareketli hedefe sıkılı bir çiftenin mermi veya saçmalarıyla isabet kaydetmek
oldukça zordur.
Ancak tüfek veya tabanca çeşitleriyle yapılan atış sporları, dünyanın en iyi nişancılarını karşı karşıya
getiren yarışmaların düzenlenmesine imkan verir.
ATIF EFENDİ
On sekizinci asır meşhur Osmanlı hattat ve şairi. Kendi ismiyle meşhur kütüphanenin kurucusudur.
Adı, Mustafa Atıf’tır. Sultan Birinci Mahmud Han devrinde defterdar-ı şıkk-ı evvel ve maliyeci idi.
İstanbul’un Bayezid Soğanağa Mahallesinde doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir.
Atıf Efendinin; Mehmed Emin, Ahmed ve Ömer Vahid Efendi adlarında üç oğlu vardı. Yüksek
derecede devlet memurluğu yapan oğulları, Atıfzadeler diye tanınmıştır. Bu aile, Ömer Vahid Efendinin
çocukları ile devam etmiştir.
Atıf Efendi, zamanının meşhur alimlerinden ilim öğrenip icazet (diploma) aldı. Tahsilini
tamamladıktan sonra defterdar İzzet Ali Paşa zamanında maliyecilik mesleğine girdi. Kısa zamanda
kabiliyeti ve mahareti ile tanındı. Ayrıca yazdığı kasideleri, güçlü bir şair olan İzzet Ali Paşaya takdim
etti. Şiirleri çok beğenildi. Böylece kısa zamanda yükselip, defterdar mektupçusu ve hacegan oldu. 1737
senesinde de defterdar-ı şıkk-ı evvelliğe yükseldi. Bu vazifesine başladıktan kısa bir müddet sonra,
Avusturya ile yapılacak savaşta ordunun ikmal işlerini yürütmek için İstanbul’dan Niş’e gitti. Sadrazam
Yeğen Mehmed Paşa ile arasında çıkan anlaşmazlıklar sebebiyle, 1738’de defterdarlıktan azledildi.
Şehirköyü’ndeki kuleye sürülüp, mal ve eşyası müsadere edildi. Ancak daha sonra padişah tarafından
otuz bin kuruş dışındaki mallarına ve evine vurulan mühür kaldırıldı. Kendisi de Gelibolu’da ikamete
mecbur tutuldu. Ertesi sene İvaz Mehmed Paşa sadareti zamanında eski vazifesine iade edildi. 1739
yılında Avusturyalılar ile yapılan ve neticede Belgrad’ın sulhle alınmasına sebeb olan diplomatik heyette
bulundu.
Atıf Efendi, 1741 senesinde ikinci defa vazifesinden alındı. Bu azlini müteakip izin alıp, hacca gitti.
1742’de hac dönüşünden sonra üçüncü defa şıkk-ı evvel defterdarlığına tayin edildi. Fakat çok geçmeden
26 Temmuz 1742 (H. 1155) senesinde sıtma hastalığından vefat etti. Karacaahmed'de Ömer Zühdi
Efendinin kabri yanına defn edildi.
Atıf Efendi, devrinin değerli şairlerindendi. Bilhassa nazireleriyle meşhurdur. İzzet Ali Paşa ve diğer
bazı şairlerin şiirlerine nazireler yazmıştır. Şiirler didaktik, öğretici mahiyettedir. Arapça, Farsça ve Türkçe
kıymetli manzumeleri ile Türkçe bir Divan’ı vardır.
Atıf Efendi, astronomi ilmine vakıftı. İkinci defterdarlık vazifesindeyken, devlete mali bakımdan
sağlayacağı faydaları göz önüne alarak, Kameri sene yerine Şemsi sene kullanılması için bir gerekçe
hazırladı. Bunun üzerine 1740 senesinden itibaren Şemsi sene kullanılmaya başlandı.
Atıf Efendinin diğer önemli bir vasfı, hattat olmasıdır. Hat sanatında keskin divani denilen bir hat
tarzı ihdas etmiştir.
Atıf Efendinin en önemli eseri, kendi adıyla anılan kütüphanesidir. Bu kütüphanesi İstanbul’un Vefa
semtinde olup, 1741 senesinde kurmuştur. İstanbul’un büyük vakıf kütüphanelerindendir.
Kütüphanedeki kitaplar Atıf Efendi ve torunları tarafından temin edilmiştir. 1973'te Zeki Pakalın'ın ailesi
tarafından bağışlanan zengin kitap kolleksiyonu da bu kütüphanede ayrı bir bölüm olarak muhafaza
edilmektedir. 2585 yazma ve 231 basma kitap bulunmaktadır. Kitapların çoğu Arapçadır. Latin harfleri
ile ise, 4941 Türkçe, bir miktar da İngilizce ve Fransızca olmak üzere toplam beş bin civarında kitap
vardır.
ATKESTANESİ (Aesculus hippocastanum)
Alm. Rosskastanie, Fr. Marronier d’Inde, İng. Horse-Chestnut. Familyası: Atkestanesigiller
(Hippocastanaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Yol kenarları ve parklarda süs ağacı olarak yetiştirilir.
Nisan-temmuz aylarında çiçek açan, 15-25 m boyunda, sık dallı ve yapraklı bir ağaç. Gövde üzerinde
karşılıklı durumda ve uzun saplı olan yapraklar oldukça büyük görünümdedirler. Büyük ve dik olan
piramid biçimli çiçek durumları, çiçeklerin bileşik-salkım tarzında birleşmeleriyle meydana gelmiştir. Aynı
çiçek durumlarında bulunan çiçekler ya erdişidir, veya dişi organın körelmesiyle erkek çiçek halindedir.
Dişi organı erkek organlardan evvel olgunlaşır. Meyvenin gelişmesi sonucunda genellikle bir, bazan iki
tohum ihtiva eden, eksokarpi derimsi (meyvenin dış çeperi) ve dikenli, sarımsı yeşil renkte, küre
biçiminde, oldukça büyük üç parçaya yarılarak açılan bir meyve verir. Oldukça büyük küremsi veya
yumurtamsı biçimli tohumlu olup, düzgün parlak kahverenginde bir tohum kabuğuna sahiptir.
Endospermasız olan, tohumun iç kısmı tamamiyle yağ ve nişasta ihtiva eden geniş çeneklere malik ve
kendi üzerinde kıvrık embriyo ile dolu bulunmaktadır.
Tabii olarak Balkanlar ve Kafkasya’da yetişir. Gerek yol kenarlarında, gerek parklarda bir süs ağacı
olarak bütün Türkiye’de yetiştirilmektedir.
Kullanıldığı yerler: Daha çok bir süs bitkisi olarak kullanılmaktadır. Çok beyaz ve yumuşak olan
odunu tornaya ve yontarak işlemeye uygundur. İyi bal yapmaya elverişli olan bol miktardaki balözü
bezlerinden dolayı arıların akınına uğrar. Tohumları keçi ve koyunlar tarafından yenilmektedir. Ağacın
kabuklarının ekserisi güneş yanmalarına karşı pomat olarak hazırlanır. Tohumları nişasta, yağ ve saponin
yönünden zengindir. Tıpta tohumları ağrı dindirici olarak, damar daraltıcı özelliğinden dolayı varis, flebit
ve hemeroide karşı kullanılmaktadır. Romatizmaya da iyi gelmektedir. Atkestanesi tohumlarından
hazırlanmış bir çok ilaç tedavide de kullanılmaktadır.
Ancak çocukların atkestanesi tohumlarının yeşil dış kısımlarını yemeleri halinde zehirlenmelere
sebeb olur. Belirtileri göz bebeklerinin genişlemesi, deride kırmızılaşma ve uyuşukluk hali ile olur.
ATKUYRUĞU OTU (Equisetum arvense)
Alm. Ackerschactelhalm, Katzenschwanz, Fr. Préle des chams, Queue-de-chat, İng. Horsetail.
Familyası: Atkuyruğugiller (Equisetaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Marmara, Kuzey, Orta ve
Doğu Anadolu bölgeleri.
Zemberek otu, ekli ot, ulama gibi isimlerle de bilinen, nemli ve sulak yerlerde yetişen, 20-30 cm
boyunda, çiçek açmayan bir bitki. Bitkinin verimli ve verimsiz fertleri ayrı ayrı zamanlarda çıkar.
İlkbaharda yerden süren, dallanmamış, açık kahverengi olan ve çiçek tozları taşıyan verimli fertleri çıkar.
Bu ilk dalların kurumasından sonra içi boş, yeşil, dallanmış veya dik ve daha uzun verimsiz dallar
meydana gelir. Bitkinin kullanılan yerleri de bu yeşil olan yaz dallarıdır.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin yeşil dalları glikozitler, luteolin, sapanozid, izokuersetin ve alkaloidler
(nikotin, palustrin) ihtiva eder. Bu bitki 16. yüzyıldan beri tedavide kullanılmaktadır. Bitkinin özellikle
idrar söktürücü, taş ve kum düşürücü etkileri dolayısiyle, halk arasındaki kullanılışı yaygındır. Ayrıca iç
kanamaları durdurucu ve yara iyi edici özellikleri de vardır. Bu bitkinin genç yeşil sürgünleri özellikle at
ve sığırlarda kanlı idrar ile beliren zehirlenmelere sebeb olur. İnsanlarda da aynı şekilde zehirlenmeler
görülebildiği için tıbbi miktarlar üstünde alınmamalıdır.
ATLANTİK PAKTI
(Bkz. Nato)
ATLAS
Alm. Atlas, Fr. Atlas, İng. Atlas, Muhtelif haritaları içinde toplayan haritalar mecmuası.
Atlas kelimesini ilk defa Alman coğrafya bilgini Merkator, 1555 tarihinde neşrettiği haritalar
mecmuasında kullanmıştır.
İslam alimleri Merkator'dan çok önce atlas neşretmişlerdir. Bunlardan en mühimi, Belhi tarafından
yapılıp daha sonra İstahri ve İbn-i Havkal'ın hazırladığı Kitabü'l-Mesalik ve'l-Memalik isimli eserde 14
harita bulunmaktadır. Başlıcaları; Dünya, Arabistan, Hind Okyanusu, Kuzey Afrika, Mısır, Suriye ve
Akdeniz haritalarıdır. Bu haritaları bulunduran, yukarıda ismi zikredilen esere ilim çevrelerinde "İslam
Atlası" denmiştir.
Türkiye'de ilk atlas, Katib Çelebi'nin; Piri Reis'in Deniz Atlası ve Merkator'un atlasından faydalanarak
hazırladığı Cihannüma atlası ile İbrahim Müteferrika'nın bastığı Atlas Minor'dur.
Haritalar kara, deniz, gök veya kara ile deniz haritaları olarak çeşitlere ayrılır.
Kara haritaları:Kıta veya ülkeleri ayrı ayrı gösteren haritalardır.
Deniz haritaları:Denizlerin kıyılarını, girinti ve çıkıntılarını, fenerlerini, demirleme yerlerini, kayalık
ve akıntılarını, derinliklerini, hangi mevsimde hangi yolun takib edileceğini gösteren
haritalardır.Türkiye'de ilk deniz haritası 1513 senesinde büyük Türk denizcisi ve coğrafya alimi Piri Reis
tarafından bir ceylan derisi üzerine çizilmiş ve Mısır Seferi esnasında Yavuz Sultan Selim Hana
sunulmuştur. Piri Reis, her bakımdan mükemmel olan Kitabü'l-Bahriye isimli atlası 1521 senesinde
Kanuni Sultan Süleyman Hana takdim etmiştir.
Piri Reis'in hazırladığı bu haritalarda, henüz Amerika kıtasına gidilmediği halde bu kıtanın haritası
en ufak teferruatına kadar çizilmiştir. Amerika'nın kuzey sahili, Grönland ve Florida yarımadası bugünkü
haritaları gibidir. Amerika ve kutupların Piri Reis haritasındaki şekli ile, son senelerde uzaya gönderilen
uydular vasıtasıyla çizilen haritalarla uygunluk arzetmesi ilim adamlarını şaşırtmıştır.
Gök haritaları: İslam ve Türk astronomi alimleri gök haritaları çizmişlerdir. Batıda ilk teferruatlı
gök atlasını Bayer hazırlamış; sabit ve takım yıldızları Latin ve Yunan harfleri ile isimlendirmiştir.
ATLAS DAĞLARI
Akdeniz'deki Gabes Körfezi kıyısından başlayarak, Tunus, Cezayir ve Fas toprakları boyunca Atlas
Okyanusuna kadar uzanan dağ silsilesi. 2400 km uzunlukta bir sahayı kaplar. Bu dağların asıl ismi
"Adrar", Berberice'de "dağlar" manasına gelir. Avrupalılar, Yunan efsanelerine dayanarak bu dağlara
"Atlas" ismini vermişlerdir. Mahalli halk bu ismi kullanmaz. "Adrar" ismini kullanır. Osmanlı Devleti
Rü'yet-i Hilal (Arabi ayın ilk gününü bulma) konusunda bu dağları ilk nokta kabul etmişti.
Berberi kabileleri, aşılması zor olan bu dağlarda yaşamışlar ve buralarda uzun seneler
bağımsızlıklarını korumuşlardır. Atlas Dağları; Yüksek Atlaslar, Tel Atlaslar ve Sahra Atlasları olarak 3
kısma ayrılır. Yüksek Atlaslar, Fas'ın bir ucundan diğer ucuna kadar uzanırlar. En yüksek yeri Cebel-i
Ayusi 4300 metredir. Atlas Okyanusuna dökülen Sebu Irmağı ile Akdeniz'e dökülen Mevleviye Irmağı bu
dağlardan çıkar. Atlas Okyanusuna bakan yamaçları çok sarptır. Tel Atlaslar, Cezayir'de bulunur. En
yüksek yeri 2500 metredir. Şelif Irmağı buradan çıkar ve Akdeniz'e dökülür. Sahra Atlasları, Atlas Dağları
ile Büyük Sahra arasında sınır meydana getirir. Bunlarda yükseklik daha azdır.
Atlas Dağlarının % 40'ı ormanlık, fundalık, çalılık ve ekime elverişli topraklardır. Geriye kalanı bozkır
ve çöl halindedir.
ATLAS OKYANUSU
Alm. atlantischer Ozean, Fr. Océan Atlantique, İng. Atlantic Ocean. Dünyanın ikinci büyük denizi.
Büyüklük bakımından Büyük Okyanustan sonra gelir. Doğusunda Avrasya ve Afrika, batısında Amerika
(kuzey ve güney) bulunur. Bu okyanus, eski dünya ile yeni dünyayı birbirinden ayırır.
Bazıları Kuzey Buz Denizi ile Antarktika Okyanusunu da Atlas Okyanusuna dahil ederler. Umumi
kanaat, Kuzey Buz Denizi ile Antarktika Okyanusunun buraya dahil olmadığı ve bunların sadece kuzey
ve güney sınırları meydana getirdiğidir. Atlas Okyanusunun uzunluğu 15 bin kilometreye yakındır.
Atlas kelimesinin bu okyanusta battığı öne sürülen "Atlantis" kıtasından geldiği ileri sürülür. Atlas
Okyanusunun yüzölçümü 106.463.000 kilometrekaredir. En geniş yeri Avrupa-Meksika Körfezi arasında
olup 8000 kilometredir. Atlas Okyanusu "S" şeklindedir. Güney Amerika'nın doğu kısmındaki çıkıntı ile
Afrika'nın batı kısmındaki çıkıntı birbiriyle birleştirildiklerinde birbirlerine uyarlar. Atlas Okyanusunun
yatağı da "S" şeklindedir. Bu şekildeki sırt, okyanusu ikiye böler. Bu sırt muazzam bir dağ silsilesidir. Bu