Asker (eskr) kelimesi; mensuplarından beklediği hasletleri ifade etmekte olup, herbir harfin
kapsadığı anlam aşağıdaki gibidir:
a. Kelimenin ilk harfi olan "E" Ulviyet-i ruhiye anlamını taşır. Bu deyim herşeyden önce askerin
yüksek bir ruh yapısına malik olduğunu ifade eder. Bu ruhi yapıyı kazandıran kaynak, kendini aynı gayeye
adamış, kalpleri heyecanla çarpan kişilerin toplandığı asker ocağıdır.
Bu ocakta bütün ruhlar temizlenir, geliştirilir, yükseltilir ve yüceltilir.
Şan, şeref, haysiyet, namus, vatan, millet ve hürriyet gibi yüksek duygularla yoğrularak
bütünleştirilir. Bu yolda hayatı ve ölümü bile hiçe sayan bu ruh yüksekliği, bütün insanlarla ilgili iyi
niteliklerin koruyucusu olarak örnek insanı meydana getirir.
b. Kelimedeki "S" harfinin ifade ettiği anlam ise selamet-i fikriyedir.
Bu deyim doğru ve salim bir fikre sahib olmak anlamını taşır. Bir asker için doğruluk ve mertlik
esastır.
c. Asker kelimesindeki "K" harfi ise, keramet-i tabiyedir. Bu deyim, taktik buluculuk ve seziş
anlamına gelir.
İlmi esaslara dayanan, buluculuğu ve insiyatifi esas alan askerlik sanatı en açık ifadesini tabiye
(taktik ve strateji) kaidelerini en iyi şekilde bilmek ve uygulamakla kendisini gösterir.
Asker her türlü hal ve şartlar içerisinde kendisini gerekli olan duruma; buluculuğu, sezişi ve taktik
mahareti ile en iyi biçimde uydurmasını bilen kimsedir. Başka bir deyimle önceden görüş maharetine
tabiye (taktik) kabiliyeti ile ulaşmış olur.
d. Asker kelimesinin son harfi olan "R" harfi, riyazat-ı bedeniyye (vücut dayanıklılığı) demektir.
Asker, ruhi gelişmesi ile birlikte vücutça da gelişmek mecburiyetindedir.Askerin vücut yapısı, her türlü
tabiat şartlarına, yokluk ve zorluklara alışmış olmalıdır.
Asker kelimesinde dile getirilmiş olan üstün vasıflar, esas itibariyle, dünyaya ün salmış bulunan Türk
askerinin damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
ASKERİ MAHKEMELER
Alm. Militär gericht (n), Fr. Tribunal Militaire, İng. Military court. Asker kişilerin, askeri suçları ile,
bunların asker kişiler aleyhine veya askeri yerlerde yahut askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili işledikleri
suçları, kanunda gösterilen görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askeri mahallerde
askerlere karşı işledikleri suçlara bakmakla görevli mahkemeler. Tümen, kolordu, ordu, kara, deniz ve
hava kuvvetleri komutanlıkları ile Genelkurmay Başkanlığı katında Milli Savunma Bakanlığı’nca kurulur.
İki askeri hakim ve bir subay üyeden meydana gelir. Her askeri mahkemede bir askeri savcı ile yeteri
kadar askeri savcı yardımcısı bulunur.
Askeri Disiplin Mahkemesi: Asker kişilerin disiplin suçlarına ait davalara bakan mahkeme. Alay,
tümen, kolordu, Jandarma Genel Komutanlığı ve Deniz, Hava, Kara Kuvvetleri Komutanlıkları ile Milli
Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı ve Genel Kurmay Başkanlığında kurulur. Bir başkan, iki üye olmak üzere
üç subaydan meydana gelir.
Askeri Yargıtay: Askeri mahkemelerde verilen karar ve hükümlerin son inceleme makamı. Ayrıca
asker kişilerin yasa ile belirlenen bazı davalarına ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi: Asker kişileri ilgilendiren ve askeri hizmet ile ilgili idari işlem
ve eylemlerden doğan uyuşmazlıkların ilk ve son derece mahkemesi olarak yargı denetimini ve yasalarla
belirlenen diğer görevlerini yapan, bağımsız yüksek bir mahkeme. Buna Askeri Danıştay da denir.
ASKERİ MÜZE
Alm. Armeemuseum, Fr. Musee Militaire, İng. Military Museum. Askeriyeye ait tarihi malzemelerin
teşhir edildiği yer. Askeri Müzenin kuruluşu çok eskidir. Yalnız, başlangıcı bugünkü müze anlayışından
uzaktır. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethedince Topkapı Sarayı bahçesi içindeki Aya İrini
Kilisesini camiye çevirtmedi. Burası silah ve mühimmat hazinesi olarak kullanıldı. Buraya “Cebehane”
ismi verildi. O zamandan Üçüncü Ahmed devrine kadar Cebecilerin kontrolü altında silah ve mühimmat
deposu olarak muhafaza edildi.
Üçüncü Ahmed Han bir “Askeri Müze” kurulması gerektiği düşüncesinden hareketle; 1726
senesinde, Cebehane’deki silah ve gereçlere düzen vermek için “Dar-ül-Esliha”yı kurdurdu. Bu tarih
Askeri Müzenin, müze anlamına uygun kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir. Dar-ül-Esliha, Üçüncü Selim
Han ve İkinci Mahmud Han zamanlarındaki yeniçeri ayaklanmaları sırasında yağmalandı. Özellikle
1826’da yeniçeriliğin kaldırılması sırasında buradaki eşyaların da yeniçerilere aid olduğu düşünülerek bir
çok kıymetli eşya tahrib edildi. İkinci Abdülmecid Han zamanında “Harbiye Ambarı” adını aldı. Tophane-
i Amire müşiri Fethi Ahmed Paşanın gayretiyle “Müze-i Askeri” adıyla yeniden kuruldu ve daha sonra adı
“Asar-ı Atika-i Müze-i Hümayun” olarak değiştirildi.
Müze; harp silah ve gereçlerini ihtiva eden “Mecmua-i Asar-ı Esliha-i Atika” ve arkeolojik eserleri
ihtiva eden “Mecmua-i Asar-i Atika” adlı iki bölümden meydana gelmişti. Mecmua-i Asar-ı Atika bölümü
daha sonra Osman Hamdi Bey tarafından Çinili Köşke taşınarak bugünkü “Arkeoloji Müzesi”nin temeli
atılmıştır. Abdülaziz Han zamanında önemini kaybeden müze, tekrar Harbiye Ambarı haline gelmiş ve
Kıyafethane bölümü buradan alınarak Sultanahmed’deki Elbise Ambarı denilen yere götürülüp “Yeniçeri
Müzesi” adı altında sergilenmiştir.
İkinci Abdülhamid zamanında Ahmed Muhtar Paşanın başkanlığında kurulan heyetin hazırladığı
projeler Sultan’a arz edilmiş ve İkinci Abdülhamid Hanın emriyle, Yıldız Sarayı bahçesinde büyük bir silah
müzesi kurulması kararlaştırılmıştır. Fakat bu çalışmalar da neticesiz kalmış ve İkinci Meşrutiyetin
ilanından sonra Tophane Müşiri Ali Rıza Paşa aynı projeyi uygulamak için Padişah'tan izin aldıktan sonra
Ahmed Muhtar Paşanın başkanlığında bir kurucu Müze Komisyonu teşkil edilmiştir. Bu komisyon İstanbul
içinden ve dışından çeşitli silahların toplanmasını sağlamış, fakat bina seçimi yapılmadığından bunlar Aya
İrini Kilisesinde toplanmıştır. Daha sonra Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa, Ahmed Muhtar Paşayı
“Esliha-i Askeriye Müzesi”ni kurmakla görevlendirmiş ve kendisini ilk Askeri Müze müdürü olarak tayin
etmiştir. 1908-1923 yılları arasında müdürlük yapan Ahmed Muhtar Paşa, müzenin adını “Müze-i Askeri-
i Hümayun” olarak değiştirmiş, kütüphane, atış poligonu kurmuş ve Yeniçeri Mehterhanesini aslına uygun
olarak “Mehterhane-i Hakani” adıyla faaliyete geçirmiştir. Bu arada yayın hayatına da giren Askeri Müze,
Ahmed Muhtar Paşa’nın oğlu Sermet Muhtar (Aluş) Bey tarafından Fransızca ve Türkçe olarak hazırlanan
üç ciltlik Müze Rehberi’ni ve Mehter müziği notalarını “Mehterhane-i Hakani Notaları” adıyla
yayınlamıştır. Müzenin adı daha sonra “Askeri Müze” olarak değiştirildi.
İkinci Dünya Harbi sırasında savaşın Türkiye’ye sıçrayabileceği düşünülerek kıymetli eşyanın bir
kısmı Ankara’ya ve diğer kısmı 1944’de Niğde’ye gönderilmiş, 1948’de müze olarak Maçka Kışlası
verilmiş, 1949’da bütün eşyalar İstanbul’a geri getirilmiş, 1949-1955 yılları arasında bütün eşyanın
sayımı, devir ve teslimi yapılmış ve envanter kayıtları yenilenmiştir. 1955 yılında Maçka Kışlası, Teknik
Üniversiteye devredilmiş ve buradaki eşyalar eski Harbiye Jimnastikhanesine taşınmıştır. Daha sonra
Harbiye Yedek Subay Okulundaki modern binasına taşınan “Askeri Müze”, muhteşem tarihimizin silah,
araç-gereç ve kıyafetlerini modern müzecilik anlayışına uygun olarak sergilemektedir.
Müzede çok çeşitli silahlar bulunmaktadır. Bunlar arasında kılıçlar, topuzlar, tüfekler, zırhlar,
kalkanlar, toplar, oklar ve her türlü ateşli silahlar en fazla olanlardır. Ayrıca birçok ünlü kişinin silahı,
çeşitli askeri giyim eşyaları, sancak ve kıymetli ganimetler müzeyi süslemektedir. Bunların yanında, güzel
bir kütüphanesi de olan Askeri Müzede, haftanın belirli günlerinde mehter marşları halka açık olarak
mehter bölüğü tarafından icra edilmektedir.
ASKERİ OKULLAR
Alm. Militärschulen, Fr. Ecoles militaires, İng. Military Schools . Türk silahlı kuvvetlerinin subay ve
astsubay ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan eğitim kurumları. Ordunun subay ihtiyacını yetiştiren
okullar, askeri liseler ile harp okullarıdır. Askeri liseler, Kuleli (İstanbul), Işıklar (Bursa), Deniz Lisesi
(İstanbul), Maltepe (İzmir) askeri liseleridir. Eğitim ve öğretim süresi bir yılı hazırlık olmak üzere dört yıl
olan bu okulları bitiren öğrenciler Harp Okullarına alınırlar.
Harp okulları: Kara Harp Okulu (Ankara), Deniz Harp Okulu (İstanbul), Hava Harp Okulu (İstanbul).
Bu okullara her sene askeri liseleri bitirmiş öğrenciler ile sivil liselerin fen ve matematik bölümünü bitirmiş
öğrenciler arasından imtihanla lazım olduğu kadar öğrenci alınır. Eğitim ve öğretim süreleri dört yıldır.
Harp okullarının yanı sıra Gülhane Askeri Tıp Akademisi bünyesinde askeri tabip yetiştiren askeri tıp
fakültesi kurulmuştur.
Harp okullarını bitiren öğrenciler, teğmen rütbesiyle subay sınıf ve atış okullarında bilgi ve
becerilerini arttırırlar. Silahlı kuvvetler hesabına fakülte veya yüksek okulları bitiren subaylar ile yedek
subay adayları, bağlı oldukları sınıf ve branşlarla ilgili bilgi ve becerilerini arttırmak için bu okullarda
eğitim görürler. Eğitim süreleri, sınıf özelliklerine göre üç ayla bir yıl arasında değişmektedir.
Astsubay hazırlama okulları, sivil ortaokulları bitirenler arasından imtihanla öğrenci alırlar. Bunların
eğitim ve öğretim süreleri üç yıldır. Astsubay Hazırlama Okulları; Genelkurmay Başkanlığına, kara, deniz,
hava kuvvetleri komutanlıkları ile Jandarma Genel Komutanlığına bağlı muhtelif yerlerde vardır. Astsubay
Sınıf Okullarına, Astsubay Hazırlama Okulları ile sivil liseleri bitirenler arasından imtihanla öğrenci alınır.
Bu okullarda öğrenciler, uzmanlık alanlarını temel alan eğitim ve öğretimi görürler. Öğretim süresi bir
yıldır.
Harp Akademileri; Genelkurmay Başkanlığı kuruluşunda askeri akademik eğitim-öğretim yapan,
Silahlı Kuvvetlere komutanlık ve karargah subayı niteliklerine sahip kurmay subay ile taktik ve stratejik
seviyede sevk ve idare elemanı yetiştiren, kamu ve özel kesimin yüksek seviyedeki yöneticilerini milli
güvenlik konularında hazırlayan, özellikle stratejik düzeyde araştırma ve geliştirme yapan bir bilim ve
ihtisas kuruluşudur.
Harp Akademileri; Kuvvet Harp Akademileri (Kara-Deniz-Hava), Silahlı Kuvvetler Akademisi ile Milli
Güvenlik Akademisinden oluşur.
ASKERİ ŞURA
Alm. Militärrat, Fr. Conseil de revision, İng. Recruiting board. Yalnız barış zamanında askeri
meseleler ve Silahlı kuvvetlerle ilgili konularda görüş bildirmek ve diğer kanunlarla kendisine verilmiş
olan işleri yapmakla görevli kurul. 22 Nisan 1341 tarih (1925) ve 636 sayılı kanunla “Şura-yı Askeri”
adıyla kuruldu. Bazı değişiklikler geçirdikten sonra 17 Temmuz 1972 tarih ve l6l2 sayılı kanunla yeniden
teşkilatlandırıldı.
Şura her yıl Başbakanın veya Genelkurmay Başkanının başkanlığında, Milli Savunma Bakanlığı,
Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, Donanma Komutanı ve
Şura üyeliğine tayin edilen Orgeneral ve Oramirallerin iştirakiyle toplanır. Askeri Şura üyeleri,
kendilerinin, kendilerinden kıdemli veya aynı kıdemde olan general ve amirallerin terfi veya emeklilikleri
ile ilgili toplantılara katılamazlar.
Askeri Şuranın Genel Sekreteri, Genel Kurmay İkinci Başkanı’dır.
ASKERLİK
Alm. Wehrdienst, Fr. Servise Militaire, İng. Military service. Türk vatanını, istiklal ve cumhuriyetini
korumak ve kollamak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyeti. Askerlik deyince akla asker
gelir. Asker; askerlik mükellefiyeti altına giren erbaş ve erlerle, özel kanunlarla Türk Silahlı Kuvvetlerine
intisab eden ve resmi bir kıyafet taşıyan şahsa denir.
Dünya tarihine, askerliği şan ve şerefle yazmış tek millet Türklerdir. Yaratılışlarındaki asalet, İslamın
şerefiyle birleşince askerlik tarihinin unutulmaz destanlarını yazmışlardır. Asker deyince Türk, Türk
deyince asker akla gelmiştir. Dünya orduları içinde çeşitli muharebe usullerini en iyi bilen ve uygulayan
Türk askeri, yıldırım harbinin de ilk ve en güzel örneklerini iman, cesaret ve kabiliyeti ile çok defa ortaya
koymuştur. Türk askerinin karşısında ekseriya tek milletin ordusu değil, müttefik ordular zor dayanmış
ve ekseri mağlub olmuşlardır. Birinci Kosova, Niğbolu, İkinci Kosova, Varna, Mohaç Meydan muharebeleri
ve İstiklal Harbi bunun en güzel örnekleridir.
Türk milleti ve Türk askeri normal zamanlarda ana karakterinin gereği olarak barış severdir. İnsan
sevgisi ile doludur. Ülke savunmasında ve savaşta kükremiş arslan gibi cesur ve mücadelecidir. Onu bu
hale getiren hiç şüphesiz kutsal bir gaye için savaşmaktan çekinmemesi ve “kalırsam gazi, ölürsem şehid”
inancıdır.
Türk ordusunda hizmet görmüş olan Fransız Conte de Bonneval, Türk askeri için; “Türk askeri
kahraman, sabırlı, yorulmak bilmez, kanaatkar ve ateş karşısında emsalsizdir. Usta ve muktedir bir
komutan, bu askerlerle, dünyanın bir kutbundan diğer kutbuna muzaffer olarak gidebilir.” demiştir.
Askerlik kanununa göre, Türkiye Cumhuriyeti uyruklu sağlam her erkek, askerlik yapmakla
görevlidir. Bu hizmet yirmi yaşına girince başlar. 41 yaşına girince sona erer. Yirmi yaşına girdiği Ocak
ayından kırk bir yaşına girdiği Ocak ayına kadar geçen yirmi bir yıllık süreye “Askerlik Çağı” denir. Bu
çağ üç devreye ayrılır:
l. Yoklama devri: Asker olabilecek bir insanın askerlik çağına girdiği yılın Ocak ayının birinci
gününden, Askerlik Şubesinden gönderilinceye kadar geçen süreyi içine alır. İlk ve son yoklama olmak
üzere ikiye ayrılır. İlk yoklamada, kimlik, adres ve askere alınacakların miktarları tesbit edilir. Bu 1 Nisan
ile 15 Mayıs tarihleri arasında yapılır. Son yoklama yirmi yaşına girince başlayıp askerlik kararı aldırmayı
içine alır. Bu 1 Temmuz 31 Ekim tarihleri arasında olur.
2. Muvazzaflık devri: Askerliğine karar alınmış şahsın, Askerlik Şubesinden sevk tarihinden
başlayarak terhis tarihine kadar devam eder. Bu süre kanunla belirlenir.
3. Yedeklik devri: Askerin terhis olduğu zamandan 41 yaşına girilen senenin Ocak ayının birinci
gününe kadar olan devredir. Bu devre içinde eğitimin tazelenmesi, yeni silahların öğretilmesi için kısa
sürelerle askere çağrılabilir. Seferberlik ilanında ise tekrar askere alınabilirler.
Terhisten sonraki üç ay içinde, diğer seneler ilan edilen zamanda Askerlik Şubesine uğramayan
yükümlüler cezalandırılırlar.
Er ve erbaşlar için muvazzaflık süresi on beş aydır. Bu zaman, Bakanlar Kurulu kararıyla iki ay
kısaltılıp uzatılabilir. Yüksek öğrenim görmüş olanlar on iki ay yedek subaylık, silahlı kuvvetlerin ihtiyacı
dışında kalanlar altı ay askerlik yaparlar.
Bedelli askerlik: Yabancı bir ülkede bir yıl süreyle işçi veya iş veren olarak bulunanlardan askerlik
çağına girenlere uygulanan sadece temel eğitim (iki ay) şeklindeki askerlik hizmetidir. Şartları taşıyanlar,
her sene hükumetçe tesbit edilen Türk lirası karşılığı yabancı ülke parasını, askerliğe başvuru tarihinden
başlıyarak 32 yaşını tamamladıkları yılın sonuna kadar ödeme mecburiyetindedirler. 27 Nisan 1986
yılında bedelli askerlikle ilgili bir kanun çıkarıldı. Bu kanunun çıktığı tarihten önce bakaya ve yoklama
kaçağı olanlar, 1988 Nisan ayı sonuna kadar müracaat ettiklerinde bedelli askerlikten (üç aylık temel
eğitim) hükumetçe belirlenen ücreti ödemek şartıyla istifade edebileceklerdi.
Aynı kanuna göre; Silahlı Kuvvetlerin ihtiyacından fazla asker geldiğinde istekli olanlar kura karşılığı
bedelli askerlik yapabilmektedirler.
Döviz karşılığı askerlik yapanlar için Temel eğitim süresi 2 ay, bedelli askerlik yapanlar için Temel
eğitim süresi 3 aydır.
Askerlikle İlgili Tanımlar
Yükümlü: Askerlik hizmetini 1111 sayılı Askerlik Kanunu'na göre yapmak mecburiyetinde olan
erkek Türk vatandaşına yükümlü denir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan her erkek 1111 sayılı Askerlik
Kanunu'nun birinci maddesi gereğince askerlik yapmaya mecburdur.
Saklı: 20 yaşına girmiş oldukları halde isimlerini nüfus kütüğüne yazdırarak nüfus cüzdanı almamış
olanlara saklı denir.
Yoklama kaçağı: Mazereti olmaksızın kanuni süresi içerisinde son yoklamasını yaptırmayanlara
yoklama kaçağı denir.
Bakaya: Kanuni mazereti olmaksızın celbe icabet etmeyerek sevkini yaptırmayanlar ile celbe icabet
ederek sevkini yaptırdıkları halde kıt’alarına katılmayanlara veya geç katılanlara bakaya denir.
Firar: Kıt’asından veya vazifenin isbatı vücut etmeye mecbur ettiği mahalden izinsiz altı günden
fazla uzaklaşmaya firar denir.
İzin tecavüzü: İzin müddetini mazeretsiz altı gün geçirmeye izin tecavüzü denir.
Hava değişimi tecavüzü: Hava değişimi müddetini mazeretsiz altı gün geçirmeye hava değişimi
tecavüzü denir.
Ertesi yıla terk: Kanuni mazeretleri sebebiyle müteakip yıl işlem göreceklere yapılan işleme ertesi
yıla terk denir.
Sevk tehiri: Kanuni mazeretleri sebebiyle silah altına alınma işleminin geciktirilmesine sevk tehiri
denir.
Yükümlü sayısı (esnan): Askerlik görevini yapanlar dahil olmak üzere halen muvazzaflık
hizmetlerini yapmak için kıt’alarda bulunanlar, yedeğe alınmış yedek subay ve astsubaylar, yoklama
kaçakları, bakayalar, kanuni sebeplerle sevkleri tehir edilenler ve askerlik şubelerinde yabancı kütük
defterlerine kayıtlı olan yabancı personelin tamamına esnan denir
ASLAN (Felis Leo)
Alm. Löwe, Fr. Lion, İng. Lion. Familyası: Kedigiller (Felidae). Yaşadığı yerler: Afrika, Arabistan,
İran ve Hindistan bölgeleri. Özellikleri: 2 m uzunluk, 1 m yükseklik. Erkeği 250 kg, dişisi 150 kg
ağırlıkta. Ömrü: 25-30 sene. Çeşitleri: Meşhurları Senegal, Kap, İran, Hindistan ve Berber aslanı.
Kedigiller ailesinin en büyük etoburu. Geniş alınlı, güçlü çeneli, uzayıp çekilebilen tırnaklı, sarımtrak
kısa ve yatık tüylüdür. Kuyruğunun ucu püsküllüdür. Erkek aslanın başının etrafı uzun ve güzel bir yele
ile süslüdür. Omuzlarının üzerine kadar dağılan bu perçem, kızdığı zaman kabarır.
Görkemli yelesi, olağanüstü kuvveti, azamet ve cesaretinden dolayı “Hayvanlar Kralı” olarak tanınır.
Yelenin boyun ve göğsü sarış şekline göre; Berber aslanı, Senegal aslanı, İran aslanı, Hindistan aslanı,
Kap aslanı gibi çeşitlere ayrılırlar.
Aslanın dili büyük ve diken gibi sert kıllarla örtülü olduğundan, yalarken avının derisini ve iri
kemiklerin etini sıyırır. Bu dehşetli hayvan, pençesi ile avladığı canlı hayvanlarla geçinir. Kendi avından
karnını doyurunca geriye kalanı terk edip, bir daha o leşi yemez. Hayvanat bahçelerinde bulunan
aslanlara günde 5-6 kg taze öküz veya dana eti verilir.
Aslan; kuvvet, çeviklik ve cesaret sembolüdür. O kadar kuvvetlidir ki, kuyruğunun bir darbesi ile bir
insanı devirebilir. Bir pençe darbesi ile de bir atın bel kemiğini kırar. Gece, dere ve ırmak kenarlarındaki
sazlıklarda pusuya yatarak su içmeye gelen ceylan, maymun ve zebra gibi hayvanları bekler ve 60-70
km hızla avının üzerine hücum ederek yakalayıp, parçalar. Dolaşmasına ve avlanmasına mani olan sık
ağaçlı ormanlardan kaçınır. Bütün gününü gölgede uyumak ve kendine çektiği muhteşem ziyafeti tembel
tembel sindirmekle geçirir. Gece bastırınca birden canlanır; zira aslan için avlanmanın tam zamanıdır.
Genellikle tek başına, bazan da bir kaç aslan beraber avlanır. Aslanlar aç gözlü değildir, av için kendi
aralarında döğüşmezler. Bir kaç aslan aynı avdan beraberce karınlarını doyururlar. Erkeğinden daha ufak-
tefek olan dişi, en az erkek aslan kadar yırtıcıdır.
Bir sıçrayışta 4-5 m uzağa atlar. Fil ve gergedandan başka büyük hayvanların hepsine saldırır.
Kükremesi dehşetli ve korkunç olup, geceleri kükrediği zaman yarım saatlik mesafedeki hayvanlar bile
korku ve heyecandan ürkerler.
Aslanın kuvvet ve cesaretine rağmen; insanlar, üstü dal ve otlarla örtülü bir çukura düşürmek gibi
bazı tuzaklarla onu yakalarlar. Bazı Afrika yerlileri etini yerler. Birçok bölgelerde de tüyünden halı
dokurlar. Aslan acıkmadıkça hiç bir hayvana saldırmaz. Kendisine hücum edilmedikçe insanlara
dokunmaz. Böyle olmakla beraber bir defa insan etinin tadını aldı mı, insanlar için ciddi bir tehlike teşkil
eder. Tarihe geçmiş insan avcısı aslanlar vardır. Aslan ehlileştirilebilir. Birçok oyun öğretilebilir, fakat
gerçek manada evcilleştirilemez.
Çiftleşme mevsimleri değişiktir. Dişi aslan çiftleşmeden 108 gün sonra 3-4 (bazan altı) yavru
doğurur. Yavrular gözleri açık doğarlar. Yavrularını üç ay emzirir. Önceleri baş ve ayakları benekli sırt ve
kuyrukları enine çizgilidir. Zamanla bu lekeler kaybolur. Anne ve babaları tarafından üç yaşına kadar
korunarak yetiştirilirler. Üç yaşını dolduran erkek yavruların yeleleri çıkmaya başlar, yedi yaşında
olgunlaşırlar.
İnsanoğlu mümkün olduğu kadar aslanı, bulunduğu yerden uzaklaştırmıştır. Mısır, Asur ve Pers
hükümdarları, aslanlarla savaşmayı sembolik görev olarak kabul etmişlerdir. On yedinci yüzyılda bir
Moğol hükümdarı 100.000 askerle aslanları avlamıştır. 40 yıllık bir dönem içinde Romalılar, Roma’ya
50.000’den fazla aslan getirmişti.
Geçen yüzyılın sonlarında Afrika ve Hindistan’ın bazı bölgeleri hariç, her yerde aslanların nesli
tükendi. İnsafsızca katledildiler. Güney Afrika’da çiftliklerin ve medeniyetin yayılmasıyla, 1860 sonuna
kadar vuruldular, tuzağa düşürüldüler ve zehirlendiler. En kibar cinslerinden olan siyah yeleli Kap
aslanının soyu tüketildi. Bugün bazı ülkelerde özel kanunlarla nesilleri korunmaya çalışılmaktadır.
ASLANAĞZI (Antirrhinum majus)
Alm. Löwenmaul. Fr. Müflier (m), İng. Snapdragon. Familyası: Yüksekotugiller
(Scrophulariaceae).
Yazın çiçek açan kısa ömürlü, otsu bitkilerden. Bahçe ve parklarda yetiştirilen güzel ve renkli
çiçekleriyle tanınmış bir süs bitkisidir.
ASLANPENÇESİ (Alchemilla vulgaris)
Alm. Frauenmantel Taumentel, Fr. Manteau de Notre-Dame Alchémille vulgaire, İng. Lady’s
mantle. Familyası: Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Nemli bölgelerde yetişir.
Mavi-yeşil filizlere, yarım daire şeklinde katlanmış çepeçevre testere dişine sahip yaprakları olan
bitki. 10-15 cm yükseklikte, mayıs-haziran aylarında çiçek açar. Yeşil küçük çiçekleri vardır. Çayır ve
otlaklarda dere kenarlarında ve bütün Avrupa’da rastlanır.
Kullanıldığı yerler: Çiçekli bitki veya yalnız yaprakları yazın toplanır. Özellikle taninli maddeler
yanında, acı yağ ihtiva eder.
Bu bitki esas olarak düz kasları büzüştürücü olarak etkilidir. Bu sebepten kadın hastalıklarında,
kanamalarda ve ishalde kullanılır. İyileşmeyen yaralarda dışarıdan banyo olarak ve diş etlerinin
kanamasını durdurmada gargara olarak da kullanılır.
ASLİYE MAHKEMELERİ
(Bkz. Mahkemeler)
ASMA (Vitis vinifera)
Alm. Rebe, Weinrebe, Fr. Vigne, İng. Vine. Familyası: Asmagiller (Vitaceae). Türkiye’de
yetiştiği yerler: Marmara, Ege, Karadeniz ve Akdeniz bölgeleri.
Mayıs-haziran aylarında çiçek açan çok senelik ağaçsı bir bitki. Gövde üzerindeki kabukları zamanla
koyulaşır ve şeritler halinde ayrılarak dökülür. Sarmal durumdaki yaprakların taban kısımları kalb
biçiminde ve saplıdır. Küçük yeşilimsi renkli ve kokulu çiçekleri bileşik salkım tarzındadır. Çok sayıda
tohum ihtiva eden meyveleri küremsi veya yumurtamsı şekildedir. Meyveleri sarıya bakan yeşilimtrak ve
siyah renktedir. Bazı cinsleri çekirdeksiz meyve verirler. Sert ve kahverengi tohumları yağ ihtiva eder.
Kullanıldığı yerler: Üzüm meyveleri tartarik asit, tartaratlar, şekerler (Fruktoz ve dekitroz),
pektin, vitaminler (A,B1,B2 ve C), % 2 potasyum ve kalsiyum ditartarat ihtiva eder. Üzüm meyvelerinin
ekonomik değeri çok yüksektir. Taze ve kuru olarak yenildiği gibi, usaresinin mayalanması ile sirke elde
edilir. Üzüm meyveleri kuvvet vericidir. Asmanın yaprakları da kan dindirici ve kuvvet verici
özelliktedir.Halk arasında, asmadan baharda akan su (asma yaşı), deri ve göz hastalıklarına deva olarak
kullanılır. Tohumlarından elde edilen üzüm yağı ishale karşı tavsiye olunmaktadır.
ASMA BİTİ
(Bkz. Filoksera)
ASMA KÖPRÜ
(Bkz. Köprü)
ASPİR (Carthamus inctorius)
Alm. Förber safflor, Fr. Carthame, İng. False saffron, safflower. Familyası: Bileşikgiller
(Compositae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Orta ve Güney Anadolu.
Temmuz-eylül ayları arasında turuncu renkte çiçekler veren, 60 cm kadar yükseklikte, 1-2 senelik,
tüysüz bir bitki. Yapraklar mızraksı, sapsız, gövdeyi sarıcı, kenarları dişli ve dişlerin uçları dikenlidir.
Çiçeklerin hepsi tüp şeklinde ve erdişil (erkek ve dişi)dir. Meyveler 6-7 mm uzunluğunda koni şeklindedir.
Vatanı Arabistan olan bir kültür bitkisidir. Orta ve Güney Anadolu’da yetiştirilmektedir. Anadolu’da
yetişen yabani türleri de vardır. Yalancı Safran olarak da bilinir.
Kullanıldığı yerler: Aspir çiçekleri “yalancı safran” ismi altında bir boya maddesi ve hakiki safranın
saflığının giderilmesinde kullanılan bir materyal olarak pek eskiden beri tanınmaktadır. Tohumlarından
elde edilen yağ ise çok acı ve lezzetli olup; dahilen müshil, haricen ise romatizmaya karşı kullanılır. Otsu
kısımları ve meyve küspesi hayvan yemi olarak pek mühimdir.
Çiçeklerinden kartamin ve izokartamin isimli 2 kristalize glikozit elde edilmiştir. Meyvelerinde şeker,
protein ve sabit yağ vardır. Aspir tohumlarından elde edilen yağın verimi % 16,5 kadardır. Yağ elde
edildikten sonra kalan küspe hayvan yemi olarak kullanılır.
Yünlü aspir (Carthamus lanatus): Çiçekleri altın sarısıdır. Yaprakları yapışkan, derin parçalı,
üzerleri tüylü ve kokulu bir türdür. Trakya ve Bilecik çevrelerinde rastlanır.
Kullanıldığı yerler: Yünlü aspir, terletici, kurt düşürücü, adet söktürücü özelliklerinden dolayı
tedavide de kullanılmaktadır.
ASPİRATÖR
Alm. Aspirator, Fr. Aspirateur, İng. Aspirator. Sıvı ve gaz halindeki akıcı maddeleri ve tozları çekip
emmeye yarayan aletlere verilen isim.
Aspiratörlerden çeşitli sahalarda istifade edilmektedir. Evlerde temizlik maksadıyla kullanılan
“Elektrik süpürgeleri” bir cins aspiratördür. Mutfakta yemek kokularının giderilmesi için de
aspiratörler kullanılmaktadır. Ayrıca modern marangoz atölyelerinde talaş ve tozların atölye dışındaki
depoya aktarılması işini yapan aspiratörler olduğu gibi, tıpta ve cerrahide kullanılan özel şekilde imal
edilmiş aspiratörler de vardır.
ASPİRİN
Alm. Aspirin, Fr. Aspirine, İng. Aspirin. Asetil salisilik asitten (CgH8O4) ibaret bir müstahzar.
Yurdumuzda reçetesiz satılan aspirinin her türlü ağrıya karşı kullanımı halk arasında çok yaygındır.
Salisilik asit, bir cins söğüt ağacının bitki özünde, keklik üzümü yağında, keçisakalı bitkisinin (Spiraea
ulmaria) çiçeklerinde tabii halde bulunur. Salisilik asidin asetil türevine (kimyasal olarak formülüne asetil
kökü getirilmiş olanına) aspirin denildi.
Aspirin ilk olarak 1853'te Carl Gerhardt tarafından elde edildi. Tıbbi özellikleri ise 1899'da Heinrich
Dresser tarafından keşfedildi.
Aspirinin kullanıldığı yerler:
1. Ağrı kesici ve ateş düşürücü olarak son derece yaygın kullanılır.
2. Damar içi pıhtılaşma meylinin görüldüğü durumlarda, bu pıhtılaşmayı önlemek için kullanılır. Bu
durumlar üç ana gruptur:
a) Damar duvarı arızaları: Damar sertliği, frengi, tromboflebit,yaralanma ve ezilmeler.
b) Kan akımının yavaşlaması: Kalb yetmezlikleri, varisler, siroz, şoklar.
c) Kan muhteviyatının değişmesi: Siroz, yetersiz oksijen, gebe ve lohusaların ameliyatları, bazı
habis tümörler, iltihabi hastalıklar. Bu durumlarda aspirin, damar içi pıhtılaşmayı önlemede koruyucu
olarak kullanılır.
3. Romatizmal hastalıklarda kullanılabilir; ancak tedavi edici dozunda yan etkiler fazla olduğundan
bugün tercih edilmez.
Aspirinin yan etkileri: Midede kanamalar yapar, akciğerlerde hava yollarını daraltır. Aspirine karşı
vücutta allerji olabilir, kan pıhtılaşma zamanını yükseltir ve kanamalara sebeb olabilir. Beynin bazı
bölgelerini uyararak bulantı-kusma yapabilir, bazı ilaçların etkilerini, dolayısıyla yan etkilerini arttırır.
Kullanılmadığı yerler: Mide ve oniki parmak barsağı ülserleri, kan pıhtılaşmasını sağlayan
trombositlerin çok azaldığı durumlar, karaciğer ve böbrek yetmezliği, allerjik astım, iç kulak arızaları.
Salisilat zehirlenmesi: Yüksek doz aspirin veya salisilat derivesi alındığı zaman ortaya çıkan
belirtilerdir. Bu belirtiler:
1. Aşırı nefes alma,
2. Baş dönmesi,
3. Bulantı, kusma,
4. Kramplar,
5. Kulakların uğultusu,
6. Görme ve işitme bozukluğu,
7. Şaşkın ve dağınık bir hal.
Zehirlenme ağırsa, bu belirtilere kaba bir titreme, çırpınma, ileri derece nefes darlığı, müthiş ter
boşaltma, vücutta su azalması, aşırı ateş, koma eklenebilir.
Zehirlenme tedavisinde yapılacaklar: Teneffüs edilen gaz karışımına % 5-10 karbondioksit katılır.
Toplardamar yoluyla sodyum bikarbonat verilir. İdrar söktürücüler verilir. Delilik ve çırpınma (ihtilaç) hali
çoksa; haloperidol, piperidon adlı ilaç maddeleri verilir.
ASSUAN (Asvan) BARAJI
Mısır'ın en büyük barajı. Çok eski bir tarım ülkesi olarak bilinen Mısır'ın can damarı Nil Nehridir. Bu
nehrin getirdiği alüvyonlu topraklardan meydana gelen Nil Deltası, iki çöl arasında çok geniş ve verimli
bir arazidir. Her yıl mevsimlik su taşmalarıyla ekili alanlar zarara uğramakta, hem de sınırlı su
kaynaklarına sahib olan ülke bu su potansiyelinden yeterince faydalanamamaktaydı.
Yukarı Nil bölgesinde tarihi ve turistik bir şehir olan Assuan yakınlarında ilk baraj 1902 yılında
yapıldı. Bu baraj, 1912 ve 1934'te yükseltilerek 44 m yüksekliğe eriştirildi. Son olarak yapımı 1970'te
tamamlanan Büyük Assuan Barajı (Sedd-ül-Ali) Ocak 1971'de resmen açıldı. Eski barajın 6 km güneyinde
yer alır. 164 milyar metreküplük muazzam bir su kapasitesine sahib olan bu dev baraj, Nil Nehrini kontrol
altında tutar. Barajın arkasındaki Nasır Gölünde biriken su, Belçika büyüklüğünde bir alanı kaplamaktadır.
Bu su sayesinde çölün kenarında yer alan susuz ve kurak alanlardaki geniş topraklar tarıma elverişli hale
getirilmiştir.
Su, güneşli iklim, kimyasal gübreler ve modern usullerin kullanılması, Mısır tarımcılığını yüksek
üretim seviyesine çıkarmıştır.
ASTATİN
Alm. Astatin, Fr. Astatine, İng. Astatine. Halojenler sınıfından bir element. Peryodik cetvelin 7A
grubunda bulunur. Elektron dizilişi (Xe) 4f145d106s26p5tir. Bileşiklerinde -1, +1, +5 ve +7 değerliklerini
alabilir. At sembolüyle gösterilen Astatin’in atom numarası 85, atom ağırlığı ise 210’dur. Astatin tabiatta
radyoaktif bozunma sıraları içerisinde çok az oranda bulunur. Yakın zamana kadar bu elementin var
olması gerektiği kabul edildiğinden Eka-İyod olarak adlandırılmaktaydı.
Astatin, elementel halde iken At 2 molekülleri halinde bulunmaktadır. İyod kadar olmamakla
beraber uçuculuk özelliği vardır. Normal şartlarda katı bir maddedir.
ASTEROİT
Alm. Astero’id, Fr. Asteroi’de (m), İng. Asteroid. Güneş etrafında dönen, gezegene benzer küçük
cisimlere verilen ad. Bunlar planetoidler veya mini planetler olarak da adlandırılırlar. Halihazırda
1600’den fazla asteroitin yörüngeleri tesbit edilmiş ve binlercesi de gözlenmiştir. Mars ve Jüpiter arasında
yer alan birkaç asteroit hariç, bu küçük planetler güneş etrafında bir elips şeklinde dönmektedirler.
Hemen hemen Mars yörüngesinde her ne büyüklükte olursa olsun keşfedilmeyen asteroit yok gibidir.
Diğer taraftan Jüpiter’in üzerindeki bölgede, gözlem yoluyla bilinenlerinden daha değişik nadir
büyüklükte asteroitler de vardır.
Bode Kanunu, Mars ile Jüpiter yörüngeleri arasında başka bir gezegenin varlığına işaret etmiş ve
Uranüs’ün keşfi de bu hipotezi kuvvetlendirmiştir. 1 Ocak 1801’de İtalyan Giuseppe Piazzi tarafından
beklenmeyen bir cisim gözlendi. Yedinci “yıldız” sınıfına girebilecek bir cisim, her gece diğer yıldızlara
göre yerini değiştiriyordu. Bu cismi altı hafta devamlı izleyen Piazzi bunun acayib bir kuyruklu yıldız
olduğunu zannetmişti. Bu arada hasta olan Piazzi, iyileştiğinde cismi gözetlenebilecek bir durumda
bulmadı. Bu haber Almanya’ya ulaştı. Bunun eksik olan gezegen olduğuna inanıldı. Piazzi de buna “Ceres”
ismini verdi.
Ancak Ceres’in tekrar keşfi genç bir Alman matematikçisi Karl F. Gauss tarafından oldu. Göttingen
Üniversitesinde bulunan Gauss, bir yörüngeyi sadece üç gözetlemede hesab edecek bir metot
geliştirmişti. Bundan sonra başka gezegenin keşfi beklenmekteydi. Bu sebepten Heinrich W.M. Olbers’in
28 Mart 1802’de Ceres’i ararken başka bir cisme rastlaması büyük şaşkınlığa yol açtı. Olbers bunu
“Pallas” olarak isimlendirdi.
Bu olaydan sonra astronomlar yeni asteroitler peşinde koştular. 1 Eylül 1804’de Karl L. Harding
"Juno" ismini verdiği yeni bir cisim buldu. Bu keşiften sonra yeni üç asteroidin yörüngelerini inceleyen
Ulbers, bunların yörüngelerinin birbirlerini Virgo yıldız burcunda kestiğini müşahede etti. Bundan hareket
ederek, bunların parçalanmış bir gezegenin kalıntıları olabileceği hipotezini ileri sürdü ve diğer parçalar
için araştırmaya geçti. 29 Mart 1807’de dördüncü bir tane daha keşfederek “Vesta” ismini koydu.
Pek sıkı bir çalışma, daha sonraki yıllarda beklenilen sonucu vermedi. Sebebi ise yeterli derecede
sönük cisimlere bakılmamasıydı. 1845’te 10. mertebede beşinci bir asteroit, “Astrea” Karl Hencke
tarafından “Berlin”de keşfedildi. 1847’de üç tane daha bulunurken, bundan sonraki her sene yenileri
bulundu.
Müşahade metodları: On dokuzuncu asrın ortasına kadar göğün sönük yıldızlarını gösteren
fotoğrafik bir atlası yoktu. Ancak bazı ayrık noktalar için 7. veya 8. mertebeden daha az sönük cisimleri
gösterenler vardı. Bu sebepten asteroit keşfi peşinde koşanlar göğün bir bölgesinin resmini yapmak ve
daha sonra değişiklikleri tesbit etmek için tekrar resmini çıkarmak ve bu iki resmi karşılaştırmak
zorundaydılar.
1891’de gök fotoğrafçılığı oldukça ilerlemiş ve müşahede metodunu değiştirecek duruma gelmişti.
Kameralı bir teleskop göğün seçilen kısmına çevrilerek bir tahrikli saat harekete geçirilirdi. Fotoğraf süresi
iki ile üç saat kadar devam edebilirdi. Bu arada gözetleyen kimse bir klavuz yıldızı teleskobun geniş
çizgilerinin kesiştiği yerde muhafaza ederdi. Bu gerçekte her türlü gök fotoğrafı için büyüklüğü ve odak
uzaklığı ne olursa olsun gerekli olmaktadır. Farklı kırılmalar, titreşimler ve benzerleri, görüntülerin
düzensiz olması sonucunu doğurur.
Bu şekilde çekilen fotoğraflarda yıldızlar yuvarlak nokta şeklinde görülürler. Bu noktaların büyüklüğü
yıldızın büyüklüğüne ve parlaklığına göre değişir. Bu bölgedeki herhangi bir asteroit sırasında yıldızlar
arasında hafifçe hareket eder. Fotoğrafta ise bu kısa noktalar arasında bir iz şeklinde görülür. Konumu
yıldızlara göre kolayca belirlenebilir. Bir veya iki hafta aralıkla yapılacak üç gözetleme genel olarak, ön
yörünge hesabı için yeterlidir.
Bu metodun bir mahzuru asteroitlerin nokta olarak değil de, çizgi olarak görülmesidir. Bu sebepten
ışığı sönük bir asteroidin belirlenmesi oldukça zor olur. Bu husus metodda değişiklik yapılarak önemli
miktarda önlenebilir. Asteroidin muhtemel hızı hesaplanarak tahrik saati o kadar azaltılır. Böylece asteroit
nokta olarak görülürken yıldızlar çizgiler çizerler. Bu metodlarla daha sönük asteroidler de tesbit
edilebilir.
Bir asteroidin yörüngesi üç gözlem ile tesbit edilebilirse de daha kesin hesaplar için pekçok haftalara
yayılmış en azından beş veya altı gözleme ihtiyaç duyulur. Asteroitler önce keşfedildikleri yıla göre isim
alır ve bunu iki büyük harf de takip eder. Mesela 1932 HA gibi. Yörüngenin kesin olarak ortaya
çıkmasından sonra kendisine daimi bir numara verilir. Asteroitler ilk keşfedildiklerinde, eski Yunan
isimleri verilmesi adet olmuştu. Ancak asteroitler bulundukça yeterli isim bulunamadığı için şehir,
memleket ve hatta insan isimleri de verilmiştir. Günümüzde keşfedilen asteroitlerin pek çoğuna artık bu
tür bir isim verilmektedir.
Fiziki özellikleri: Halen en büyük asteroitlerden ancak birkaç tanesinin çapları ölçülebilmiştir.
1894-1895 yılları arasında Edward E. Barnard 36. Lick Refraktör’ünü kullanarak bazı asteroitlerin çapları
hakkında aşağıdaki değerleri elde etmiştir:
Ceres, 781 km, Pallas 499 km, Vesta 391 km ve Juno190 km (diğer gözlemcilerin elde ettiği değerler
bunlardan biraz farklı olabilir).
Asteroitlerin ekserisinin çaplarını hesaplamada tek yol, Dünya ve Güneş’ten belli uzaklıktayken
parlaklıklarını gözleyip, incelemektir. Birim alandaki yansıma güçleri (albedo’ları= beyazlık derecesi)ne
göre astronom; belli uzaklıkta o derecede bir parlaklıkta gözükebilmesi için asteroidin büyüklüğünün ne
olması gerektiğini hesab eder. Bu yolla çapı 1 km’den az olan asteroitlerin çapı dahi hesaplanabilir. Daha
ufak çaplı asteroitlerin çaplarını hesaplamaya dair bir usul konmamıştır. Zira çok ufak asteroitlerin sayısı
oldukça çoktur.
Kütle: Böyle cisimlerin kütlelerinin ölçülmesinde tek yol onun çekim kuvvetinin başka bir cisme
etkisinin gözlenmesiyle yapılan hesaplamadır. Fakat böyle bir etki herhangi bir asteroit için
gözlenmemiştir. Bununla beraber eğer Ceres (en büyük asteroit)in Ay ile aynı yoğunluğa sahib olduğu
kabul edilirse, kütlesinin Dünya’nın 1/7,200’i olması gerekmektedir. Bilinen ve bilinmeyen bütün
asteroitlerin kütleleri toplamının Dünya kütlesinin 1/500’nden daha az olması gerektiği hesap edilmiştir.
Şekil: Asteroitlerin ekserisinin, küreden daha düzensiz şekillerde olduğu kabul edilir. Çok sayıda
asteroitte fotometrelerle yapılan araştırmalarda, gözlenen asteroitlerin parlaklıklarındaki periyodik
değişmeler bize bu kanaatı vermektedir. Diğer taraftan periyodik değişmeler göstermeyen asteroitler de
vardır. Bu değişmeler asteroidin düzensiz şekilde hareketleri gözönüne alınarak açıklanabilir.
Bazı durumlarda bu değişmeler, farklı bir yansıtma gücüne sahip asteroidin değişik durumlarından
ortaya çıkabilir. Denilebilir ki, bir dağ tepesi alınıp uzaya fırlatılırsa istenilen büyüklükte ve şekilde bir
asteroit elde edilirdi.
Yüzey şekilleri: Asteroitlerin yüzeylerindeki yerçekimi herhangi bir gezegendeki yer çekiminden
daha azdır. Zira asteroitlerin kütleleri çok küçüktür. Dünyada 45 kg bir cisim Ceres asteroidinde 1,8 kg
gelir.
Yörüngeler: Her asteroidin yörüngesi, odaklarından birinde Güneş bulunan bir elipstir. Bilinen
bütün asteroidler gezegenlerde olduğu gibi Güneş etrafında saat yelkovanının ters yönünde hareket
ederler. Mamafih bazı asteroitlerin yörüngeleri oldukça fazla farklılıklar göstermektedir.
Asteroitlerin bulunduğu kuşak (yöre): Asteroitlerin ekserisi, Mars’ın yörüngesi ile Jüpiter’in
yörüngesi arasında kalan bölgede bulunmaktadır. Yalnız bu alan asteroit yörüngeleri ile muntazaman
doldurulmuş değildir. Jüpiter’in Güneş etrafında devir süresi 11,86 senedir. Bu sürenin 1/3’i, 2/5’i ve
1/2’i müddetince Güneş etrafında dönen bir asteroidin yokluğu ilgi çekicidir. Bu durumun bir rezonans
etkisi (ses yansıması) olduğuna inanç kuvvetlidir. Eğer boş kuşaklara bir asteroit girecek olsa, her devri
esnasında Jüpiter’in etkisine maruz kalarak yörüngesinde düzensizlikler meydana gelecek ve neticede
yörüngesi Jüpiter’in yörüngesine yaklaşacak veya uzaklaşacaktır. Yani bu kuşaktan çıkacak ve bu
kuşaklar (bölgeler) sonunda yine boş kalacaktır. Güneş’ten Jüpiter’in devir süresinin 1/4, 1/5, 3/5, 3/7’si
kadar uzaklıktaki kuşakların da yukardaki kuşaklara nazaran daha az süre de olsa boş yani asteroitsiz
kalmakta olduğu tesbit edilmiştir. Buna benzer boşlukların niçin 2/3, 3/4 gibi daha büyük kesirlerde
bulunmadığı kesin olarak anlaşılmamıştır. Bu kesirler yakın değerlere sahip asteroit yörüngelerinin
çoğunluğu matematik olarak beklenenin üzerindedir. Her halükarda, bütün asteroit yörüngelerinin
Jüpiter’in yörüngesine; diğerlerine nazaran vaki olan bu yakınlığının sebebi en büyük kütleli gezegen
olmasıdır.
Eksantrik yörüngeler: Mars ve Jüpiter’in arasındaki kuşakta bulunan asteroitlerin yörüngeleri,
gezegenlerine benzer. Yani, Güneş etrafında takib ettiği yol tam bir elips şeklinde olmayıp aşağı yukarı
dairevidir. Fakat bazı asteroitlerin yörüngeleri eksantriktir (dış merkezlidir). Bu tür asteroitler Güneş
etrafında yassı bir elips şeklinde yol takib eder. Bu esnada da Mars’ın yörüngesi içine veya Jüpiter’in
ötesine kadar gidebilirler. Yörünge eksantrikliği 0-1 arasındaki rakamlarla gösterilir. 0 eksantrikliğe sahip
bir yörünge tam daire şeklindedir. Eksantriklik 1’e yaklaştıkça artar.
Yörünge değişiminin başka bir çeşidi ise ekliptik’e (Dünya’nın Güneş etrafındaki yörünge düzlemi)
olan eğilmesi (meyli)dir. Birçok asteroit Dünya ile aynı yörünge düzleminde hareket eder ve dolayısıyla
eğilme derecesi 0’dır. Fakat bazılarının yörüngeleri meyillidir. Asteroitlerin % 7 kadarının eksantriklikleri
0, 25’ten büyük ve % 6 kadarının da eğilme derecesi 20 dereceyi aşar. Çoğunlukla eksantrik bir
yörüngeye sahip asteroidin eğilme derecesi de yüksek derecededir. Mesela, Hidalgo 0,65’lik bir
eksantrikliğe ve 43’lük eğime sahiptir. Hidalgo, yörüngesinin Güneş’ten en uzak olduğu noktada
Satürn’ün yörüngesine yaklaşır. Aşağı yukarı 1,5 km çapa sahip bir asteroit olan Icarus’un 0,79’luk bir
eksantrikliği ve 21 derecelik bir eğimi vardır. Yörüngesinin Güneş’e en yakın noktasında Icarus ve Hidalgo
ve daha birkaç asteroidin yörüngesi kuyruklu yıldızların izlediği yörüngelere benzer. Aslında kuyruklu
yıldızlarla, böyle asteroitler arasında bir ilişki kurulabilir. Belki de Hidalgo bir kuyruklu yıldızın çekirdeği
idi ve kuyruğu kendisinden koptu.
Dünya’nın yakınından geçen asteroitler: Icarus ve ondan daha büyük olan Erar, Dünya’dan
birkaç milyon km uzaklıktan geçmiştir. Dünya’ya daha da fazla yanaşan bir takım ufak asteroitler
olmuştur. Hermes’in 1937 yılında Dünya'nın 800.000 km ötesinden geçtiği tesbit edilmiştir. Bu tür
asteroitler çok hızlı geçerler. Çok güçlü teloskoplarla bile çok kısa bir an görülebilir ve kaybolurlar. Aynı
zamanda Dünya'nın çekim kuvvetinden de etkilenirler. Bu asteroitlerden bazıları şimdi görülememektedir
ve tekrar görülmeleri ihtimali vardır. Bazı ufak asteroitler, Dünya ile çarpışabilecek bir yakınlığa kadar
gelmişlerdir. Zamanla belki böyle bir çarpışma vuku bulabilir.
Truva asteroitleri: Birkaç tane asteroit Güneşten Jüpiterle aynı mesafede hareket ederler. Bu
duruma uzay (gök) mekaniğinde klasik bir problem olan “üç cisim problemine” bir tür çözüm teşkil eder.
Sözkonusu problem: Her üçünün birbirine olan hareketlerinin etkilerinin belirlenmesi ile ilgilidir. Bu
problem iki basit durumda çözülmüştür. Bunlardan birincisi cisimlerin eşkenar üçgenin düşey şeklinde
yer aldığı zamanki durumdur. Diğeri ise , cisimler sabit bir sistem meydana getirdikleri zamanki
durumdur.
1904 yılında Alman astronom Max Wolf, pozisyonu bu tarife uyan Achilles Asteroidi’ni keşfetti. Bu
asteroit Güneş’ten Jüpiterle aynı uzaklıkta ve Jüpiter’in 60° önünde bulunmak suretiyle Güneş, Jüpiter
ve Achilles bir eşkenar üçgen teşkil etmektedir. Wolf’un bu keşfinden bu zamana kadar geçen zamanda
Achilles’in yakınlarında birtakım asteroit daha bulunmuştur. Jüpiter’in 60° arkasında da başka bir grup
asteroit bulunmuştur. Bunlar da Güneş ve Jüpiterle başka bir eşkenar üçgen meydana getirirler. Bu
asteroitlere Truva asteroitleri ismi verilmiştir. Hiçbiri 12 kadirden daha parlak değildir. Fakat bu
asteroitlerin büyüklerinin bu kadar uzak mesafeden bu derece parlak görünmeleri, onların129 km çap
civarında olmalarını gerektirmektedir. Özellikle Satürn’ün etkisinden dolayı Truva asteroitleri Jüpiter’den
sabit uzaklıkta kalamazlar, bir miktar ileri geri hareket ederler. Yörüngeleri yüksek eğilme derecelerine,
fakat düşük eksantrikliğe sahiptirler. Belki mevcut Truva asteroitlerinden bazıları bu pozisyonlarından
kopabilir, fakat onların pozisyonuna çok yakın olarak dolaşan başka asteroitler bu gruba dahil olabilirler.
Asteroidlerin meydana gelişi: Japon Astronom Kiyotsugo Rigakushi Hirayama, asteroit
yörüngelerini uzun uzun inceledikten sonra, yörüngeleri müşterek bir merkez olarak kabul edilen
(bilinen) bazı gruplar buldu. Bu gruplara genellikle “aileler”gibi isimler verildi. Hirayama beş aile tarif
etmiş ve eksik numaralılara ve iyi tanınanlara yeni isimler de ilave etmiştir. Hirayama her bir grubun
daha büyük özel bir kütlenin parçalanması sonucu meydana geldiğini öne sürdü. Böylece bu konuda
Olbers’in bunların basit tek bir planetin parçalanması sonucu meydana geldiğini ileri süren hipotezini
çürütmüştür. Böyle bir parçalanma hadisesi olduğunda herhangi bir parçanın yörünge şekli ile ilgili bir
mesele olmadığı isbat edilebilir. Böyle bir durumda her parça Güneş etrafındaki müteakip dönme anında
parçalanma noktaları arasından geçmek mecburiyetinde olacaktı. Bu parçaların yörüngesi başka gök
cisimlerinin etkisiyle değişmedikçe bu hadise böylece devam edecektir. Şimdiye kadar bulunan böyle bir
ortak nokta yoktur. Bundan sonrası şayet ilk asteroitlerin hepsinin müşterek noktadan geçtikleri gibi,
çağlar boyunca asteroit yörüngeleri hesaplanarak bozulmanın ne kadar olduğunu göstermek günümüzde
matematikçi astronomi aliminin vazifesidir.
Asteroitlerin nasıl meydana geldikleri hakkındaki bilgiler henüz kesinleşmemiştir. Güneş sisteminin
meydana gelişi hakkındaki bilgiler, asteroitlerin meydana gelmesi hakkındaki bilgiden daha fazladır.
Asteroitlerin meydana gelişi hakkında bilinen şeyler zamanla kesinleşebilecektir. Halihazırda asteroitlerin
meydana gelişinde kabul edilen teori Gerart P. Qiper teorisidir. Her gök cismi gibi asteroitlerin de
sonradan var oldukları, bir başlangıçlarının bulunduğu ilmi bir gerçektir.
Sonuç: Asteroitler konusu Dünya’nın her yerinde artan bir alaka görmektedir. Zira astronomlar için
mesafe tariflerinde referans noktası olarak çok faydalıdırlar. Güneş paralaksının (Güneş merkezinde
Dünya’nın yarıçapı ile birleşen açı, ihtilaf-ı manzar) doğru olarak hesaplanmasında buna ilaveten
Dünya’nın Güneş’ten gerçek uzaklığının hesaplanmasına yardımcı olmaktadır. Bu sebeple Amerika ve
Avrupa’da asteroitler hakkında geniş araştırmalar yapılmaktadır.
ASTIM (Asthma Brongchiale)
Alm. Asthma, Fr. Asthme, İng. Asthma. Krizler halinde gelen bir nefes darlığı. Astım krizi, kısa
veya uzun süreli olabilir. Kriz bronşların (akciğere hava götüren borucukların) daralması ile başlar.
Bronşların daralması üç mekanizma ile olur. Bunlardan en önemlisi bronş cidarındaki düz kasların
kasılarak bronşu daraltmasıdır. Diğerleri ise bronş iç yüzeyinin su çekerek şişmesi ve akışkanlığı az
yapışkan bir balgam ifrazıdır.
Ortaya çıkışı bakımından astım iki kısma ayrılabilir: Birinci tip astım; dış tesirler karşısında meydana
gelir. Allerjiktir. Bu kişilerde genellikle ailevi olarak astıma bir meyil vardır. Astım daha çok allerjik
hastalıklara meyli olan kişilerde görülür. Kişi allerji yapıcı müessir madde ile (toz, polen vb.) her
karşılaştığında kriz ortaya çıkar (Bkz. Allerji). Bu tip astım daha çok görülür.
İkinci tip astım: Allerji ve ailevi özellikler bahis konusu değildir. Daha çok 40 yaşından sonra ortaya
çıkar. Ortaya çıkış sebebi belli olmamakla beraber, bünyevi özellik olup, hastanın vücudunda meydana
gelen bir takım maddelere karşı, tepki göstermesi sonucu ortaya çıkar.
Astıma sebeb olan allerjenlerin çoğu organik maddelerdir. Bunların başında çiçek tozları (polen) ve
ev tozları gelir. Ev tozu içinde ise allerji ve astıma en çok sebeb olan etken insan vücudundan dökülen
deri kepeklerini yiyerek yaşayan ve uyuz böceğine benzeyen (0,3 mm x 0.2 mm ebadında) bir böcek
olup, en çok şiltelerde ve yatak odasındaki halıların tozlarında bulunur. Bilhassa gece ortaya çıkan astım
nöbetlerinde ilk sebeptir. Bu böcekler ılık ve nemli yerlerde yaşamayı severler. Ev tozlarında bulunan
diğer mühim amiller ise çeşitli tüyler (tavşan, kedi, köpek, fare vs.) ve mantar sporlarıdır.
İnorganik maddelere karşı meydana gelen allerjiler çok kere astım nöbetini uyandıracak ağırlıkta
olmaz. En dikkati çeken maddeler, aspirin ve fabrika bacası dumanlarındaki kimyasal maddelerdir.
Psikolojik gerilimler de astım nöbetine sebeb olabilmektedir.
Astımda belirtiler: En önemli belirtisi nefes darlığıdır. Güçlük daha çok nefes vermededir. Kuru ve
inatçı bir öksürük vardır. Yapışkan, saydam ve miktarı az bir balgam çıkaran hasta bundan sonra rahatlar.
Solunum daralır ve hışırtılı bir ses çıkar. Kriz çok ağır olursa hastada morarma görülebilir. İlhitabi bronş
ve akciğer hastalıklarının tabloya eklenmesi veya böyle bir zeminde astım nöbeti çıkması daha zor
durumlara yol açabilir.
Yapılacak şeyler: Hastanın krize sebeb olan maddeyle temasını önlemek ilk yapılacak iştir. Astım
krizi geldiğinde burna çekilen ilaçlarla hasta kendini rahatlatmalıdır. Epinefrin, aminofilin, kortizon bu tip
ilaçlardandır. Bunlardan epinefrinin zerki gerekir ve astım krizinde hastayı çok rahatlatır. Allerji yapıcı
maddeye karşı kişiyi duyarsızlaştırmak (desensitizasyon) veya duyarlılığı azaltmak (hiposensitizasyon)
işlemleri de birinci tip astımda faydalı olmaktadır.
Ülkemizde son yıllarda yapılan araştırmalara göre bir milyon dolayında kişi astım tedavisi
görmektedir. Bunun dört katı kadar da gizli astımlı vardır. Allerjik astım hastalığı daha çok Doğu
Karadeniz bölgesinde yaygındır. Böyle hastaların sigara içmemesi, yün örmemesi, evcil hayvan
beslememesi, fabrika bacalarının çok olduğu yani hava kirliliğinin fazla olduğu ve ılık-nemli bölgelerden
uzak bölgelere yerleşmesi, ev tozlarından uzak olması (sık sık ev temizliğinin hastanın evden uzakta
olduğu bir sırada yapılması gibi), toz tutan eşyaların azaltılması, ev temizliğinin daima aspire etme
(emme) özelliği olan elektrikli makinalarla yapılması, yastık, yatak ve eşyaların tüy, yün gibi şeyler yerine
plastik maddelerle (sun’i sünger gibi) doldurulması, daha önce dokunduğu anlaşılan ilaç terkiplerinin
daha sonra kullanma mecburiyetinde olduğu ilaçların içinde bulunup bulunmadığının araştırılması şüpheli
ilaçlardan kaçınılması tavsiye edilmektedir.
ASTIRAHAN HANLIĞI
Altınordu Devletinin parçalanmasıyla İdil Nehrinin, Hazar Denizine döküldüğü yerdeki Astırahan
(Astrahan, Ejderhan, Astragan) şehri ve çevresinde kurulan Türk hanlığı. Altınordu Hanı Küçük
Muhammed’in torunu Mahmud oğlu Kasım Han tarafından 1466’da kuruldu.
Astırahan Hanlığının merkezi Astırahan şehri, en mühim ticaret yolu üzerindeydi. Zengin devletler
ile göçebe kabileler buraya ticarete geldiğinden çok zenginleşmişti. Zenginliği yüzünden devamlı
saldırılara maruz kalan Astırahan Hanlığında ahalinin büyük bir kısmı kendi beylerine bağlı ve göçebe
hayatı yaşadıkları için merkezi hükumete olan bağlılık zayıflıyordu. Bu sebepten içte istikrar sağlanamadı
ve hanlık uzun yaşamadı.
Kasım Han (1466-1490) ile, kardeşi Abdülkerim Han (1490- 1504) devirlerinde Altınordu ve Rusya
devletleriyle ittifak kurulduğundan sakin bir hayat yaşandı. 1502’de Altınordu Devleti yıkılınca, Kırım
Hanlığı ve Nogaylar Astırahan’ı kendi topraklarına katmak için harekete geçtiler. 1525 yılına kadar devam
eden mücadeleler ve sık sık hanların değişmesi hanlığı yıprattı. Hüseyin Han, 1523’te Kırım Hanlığı ile
anlaşma sağladı ise de, doğuda genişleme siyaseti güden Rusların baskılarına maruz kaldı. Astırahan’ın
Rusların eline geçmesi ihtimaline karşı Kırım Hanlığı bu ülkeye tekrar saldırılarda bulundu. 1549’da
Astırahan’a giren Sahibgiray Han, şehri tahrib ettiği gibi pek çok ahali ile birlikte Yağmurcu Hanı da esir
aldı. Yağmurcu Han ancak Osmanlı Devletinin müdahalesi ile esaretten kurtularak, tekrar hanlığına
kavuşabildi.
Kırım, Kazan ve Astırahan Hanlıklarının aralarındaki mücadeleler, Rusların işine yaradı. 1552’de
Kazan Hanlığını ortadan kaldıran Rus çarı Dördüncü İvan, ardından Astırahan’a bir ordu göndererek
hanlığı kendine bağladı. 1554’te Rusların tahta çıkardığı Derviş Ali Han, 1556’da yine Ruslar yüzünden
tahtını bırakıp kaçmak zorunda kaldı. Çünkü Ruslar, ani bir baskınla Astırahan’ı tamamen ele geçirerek
hanlığına son verdiler.
Astırahan Hanları
Kasım bin Muhammed bin Küçük Muhammed 1466-1480
Abdülkerim (Kasım'ın biraderi) 1480-1509
Hüseyin bin Canibek bin Mahmud Han 1509-1532
Ak Kübek bin Murtaza bin Ahmed 1532-1533
Abdurrahman bin Abdülkerim 1533-1537
Derviş Ali bin Şeyh Hayder bin Şeyh Ahmed 1537-1539
Yağmurca bin Berdibek bin Murtaza 1539-1554
Derviş Ali (2. defa) 1554-1556
ASTİGMATİZMA
Alm. Astigmatismus, Fr. Astigmatisme, İng. Astigmatism. Gözün saydam tabakasının eğrilik
bozukluğundan doğan göz kusuru. Gözün saydam tabakasında yatay ve dikey olmak üzere iki meridyen
vardır. İki meridyenin ışığı kırmalarının farklı olmaları göze paralel gelen ışınların bir noktada
toplanmamasına sebeb olmakta, dolayısıyla sarı lekede teşekkül eden resim bulanık olmaktadır. Böyle
bir göz kusuruna astigmatizma diyoruz.
Astigmatizma düzenli (regular) veya düzensiz (irregular) olabilir. Düzenli astigmatizm de kaideye
uygun veya kaideye aykırı diye iki kısma ayrılır: Kaideye uygun astigmatizmde dikey (vertical) eksen,
kaideye aykırı astigmatizmde yatay (horisontal) eksen daha eğridir.
Astigmatizmada göz, aynı düzlemde yatay ve dikey doğruları eşit netlikle göremez. Mesela, kaideye
uygun astigmatizmde vertikal eksen daha eğri, horisontal eksen ise normal eğrilikte olduğu için, göz
yatay doğruları normal gördüğü halde buna dikey olan başka bir doğruyu bulanık görür. Çünkü dikey
meridyende eğrilik daha fazladır. Dolayısıyla dikey meridyende kırılma daha fazla olmaktadır. Bir
merkezden türlü yönlere çizilen doğrulara bakan bir göz, bunlardan bazılarını kısa görür.
Hafif astigmatizma belirti vermeyebilir veya ancak gözün uzun süre kullanılmasında astigmatlık
belirtileri ortaya çıkar. Astigmatizmalı çocuk, okuduğu kitabı gözüne yakın tutmaya meyillidir. Net
görmenin sağlanması için miyoplukta olduğu gibi kaşlar çatılır. Baş ağrısı, kaş çatmaya ve gözün uyum
özelliğinin sık kullanılmasına bağlıdır.
Astigmatlık çok önemli göz kusurlarından değildir. Silindir biçimi mercekler kullanarak görme kusuru
düzeltilir. Kendi haline bırakılırsa baş ağrılarına ve bir süre okumayı takiben görüşün bulanıklaşmasına
yol açabilir. Astigmatlara verilen gözlüklerin camlarından birisi yerinden çıkarsa, yerine takılacak cam,
öncekiyle aynı açıda yerine oturtulmalıdır. Aksi takdirde daha önemli göz kusurlarına yol açabilir.
Düzensiz astigmatizma ise, saydam tabakanın eğriliğinin düzenli olmamasıyla ortaya çıkar. Burada
saydam tabakadaki kırılma hataları basit merceklerle düzeltilemez. En iyi çözüm, kontakt lens
kullanmaktır.
ASTRAGAN
Alm. Astrachan, Fr. Astrakan, İng. Astrakhan. Dünya piyasasında en eski ve en çok aranılan bir
kürk çeşidi. Adını, Hazar Denizi kıyısındaki önemli bir ticaret merkezi ve limanı olan, büyük çoğunluğunu
Tatar ve Kazakların teşkil ettiği 300.000 nüfuslu Astrahan şehrinden alır. Dünya astragan üretiminin
yarıdan fazlası burada yapılmaktadır. Astragan postları Afganistan, İran, Besarabya ve Güney Afrika’da
yetiştirilen Buhara koçlarından elde edilmektedir. Bu koçlara kuzuyken astragan denir. Astragan kuzuları,
kara, gümüşi, parlak renkte, sık ve kıvırcık tüylü, beneklidirler. Kaliteli astragan elde etmek için kuzular
10-15 günlük olmadan kesilir. Hayvan büyüdükçe, renginin güzelliği ve parlaklığı azalır, kıvırcık bukleler
kaybolur.
Astragan çeşitli kalitelerde olabilir. “Kıvırcık astragan” elde etmek için kuzular doğumdan sonra
birkaç gün içinde kesilirler. İpek gibi yumuşak ve parlak, ama kıvırcık olmayan “breitschwanz” ise, ölü
veya erken doğan kuzulardan elde edilir.
Astragan kürkleri, bilinen vizon, tilki, ayı gibi vahşi ve etle beslenen hayvanların kürklerine
benzemez. Bunlar birbirine yapışmış, keçeleşmiş, ince, parlak ve kıvırcık bir yapağı yumağı gibidir.
ASTROFİZİK
Alm. Astrophysik (f), Fr. Astrophysique, İng. Astrophysics. Gök cisimlerinin ve olaylarının fiziksel
ve kimyasal özelliklerini , yapılarını inceleyen astronomi dalı. Bu incelemeler için tek bilgi kaynağı gök
cisimlerinden yayılan ışık ve diğer elektromanyetik dalgalardır. Bu dalgaları tesbit eden aletler vasıtasıyla
toplanan bilgiler fizik ve kimya bilimlerinde elde edilen sonuçlarla karşılaştırılarak değerlendirilir ve
yorumlanır.
Astrofiziğin doğuşu ve tarihçesi:Gök cisimlerinin birbirine göre konumlarını mevzu eden
konumsal astronomi (Pozisyon Astronomisi), tarih kadar eskidir denilebilir. İnsanoğlu ışıklarını
görebildiği bazı gökcisimlerinin gökyüzünde hareket etmediklerini, bazılarının ise bunlara göre yerlerini
kısa sürede değiştirdiklerini görmüştür. Buna dayanarak sabit yıldızlar ve gezegenler arasında bir
farklılık olduğunu anlamışlardır.Yaratılışındaki merak ve araştırma arzusu, onu, bu cisimlerin ne
olduğunu anlamak için çalışmaya sevk etmiştir. Bilhassa Müslümanlar, insan tabiatındaki bu merak ve
araştırma arzusunu Kur’an-ı kerimdeki: “Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi
inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum
kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hakimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!” mealindeki
emirlerine uygun olarak kullanmışlar, gökyüzünü devamlı incelemişler ve astronomi ilminin doğru ve
sağlam temellere oturmasını sağlamışlardır.
Bu yöndeki araştırmalar gök cisimlerinin kadir (magnitude) olarak anılan, görünen parlaklıklarına
göre sınıflanmış ve astronomik fotometri biliminin doğması ile ilerlemiştir. Gelen ışığın bolometrik
(hassas sıcaklık ölçme usulleriyle) incelenmesi yoluyla gök cisminin sıcaklığı tahmin edilebilmiştir.
Fotometrik incelemeler sayesinde, bir yıldızın uzaklığı da biliniyorsa, yaydığı toplam enerji veya
entrensek (bünyesel) parlaklık hesaplanabilmektedir. Parlaklığın zamanla değişmesi yıldızın meydana
gelmesi ve gelişimi hakkında bir fikir verir. Bu tür incelemeler nova ve süpernovaların, gökte yanıp
söner gibi görünen pulsar (pulsating star) adı verilen yıldızların meydana gelmesine ışık tutmuştur. Yine
bu incelemeler göstermiştir ki, gökcisimleri arasındaki büyük açıklıklar boş değildir. Bu açıklıklar uzay
tozu (plazma) denilen katı parçacıklarla ve hafif gazlarla doludur. Toz ve gazlar mavi ışığı kırarak
gökyüzünün mavi ve uzak yıldızların kırmızı görünmesine sebeb olurlar. Uzay tozu içindeki kristaller
manyetik alanların etkisiyle yönlenerek meydana gelirler veya yönlenirler. Bu yönlenme ışığının
polarizasyonuna yol açar. Ayrıca yer atmosferi de ışığın bir bölümünü absorbe eder (yutar) ve dünya
üzerindeki bir gözlemciye ulaşan ışık, kaynağının özelliklerini tam olarak göstermez. Ancak, gök
cisimlerinin özellikle güneş ve ayın, çeşitli dalga boylarındaki ışıklarını inceleyen yüzey fotometresi
sayesinde yakın yıldız ve gezegenlerin yapıları hakkında oldukça değerli bilgiler elde edilmiştir.
Spektroskopik (Tayf) gözlemler: Gök cisimlerinden gelen ışığın değişikliğe uğramadan tesbit
edilmesi uzay araçlarının ve istasyonlarının bulunması ile mümkün olmuştur. I. Newton ve W.H-Wollaston
(1802) ile başlayıp ve J. Von Fraunhofer (1817) ve G. Kirchoff (1861) tarafından sürdürülen çalışmalarla
cisimlerin belirli dalga boylarında elektromanyetik dalga yaydıkları ve bu dalga boyuna sahip radyasyonu
yuttukları bulunmuştur. Her bir elementin ve molekülün yaydığı ışık veya elektromanyetik dalga
spektrumu (tayfı) o element veya moleküle has bir yapıya sahiptir. Yıldız spektroskopisi (tayfı)
incelemeleriyle yıldızlarda mevcut maddelerin cins ve miktarlarını ve sıcaklıklarını tahmin etmek mümkün
olmaktadır. Mesela, güneşin görünen ışık tayfında sodyum atomuna has karanlık çizgiler vardır. Bunları
ilk olarak Wollaston gözlemiş ve Fraunhofer ise A.B.C.D.... harfleri ile isimlendirmiştir. Bu sebeple
Fraunhofer çizgileri diye anılırlar. Fraunhofer D çizgisi yaklaşık 5900 A° (Angstrom=10-10m) dalga
boyu civarında sodyum atomuna ait absorbsiyon çizgileridir.
Güneşin fotosfer tabakasından çıkan sürekli tayf, dış tabakalarda buhar halinde, fakat sıcaklığı daha
az olan sodyum atomları tarafından yutulur.
Bu olay Kirchoff tarafından “Bir radyasyonu iyi yayan cisimler, aynı radyasyonu iyi emerler.”
sözleriyle ifade edilmiştir. Yıldızlar yaydıkları radyasyona göre sınıflandığında, belirli gruplar meydana
getirdikleri görülmüştür. Bu gruplar Hertzsprung-Russel (H-R) diyagramında gösterilmektedir.
Spektroskopik incelemelerde yıldızı meydana getiren maddelerin türü yanında, alev fotometresi
ve atomik absorbsiyon aletlerindeki gibi, bağıl miktarlarını da belirlemek mümkün olmaktadır. Her
yıldızın kendine has bir tayfı bulunmakta ve bu tayflar da sınıflama ve tanımada yardımcı olmaktadır.
Bazen, tayfta görülen ışık çizgilerinin ince yapısı değişebilmekte, mesela çizgi genişleyebilmekte, daha
ince çizgilere ayrılmaktadır. Bu olay manyetik alan etkisi sonucu meydana gelmekte ve zaman etkisi adı
ile anılmaktadır. Güneş tayfının incelenmesine ise spektrohelioğrafi denir.
Astrofizikte ileri gelişmeler: Astrofizik, 1930’lu yıllara kadar görünen ışık bandı üzerinde yapılan
incelemelere dayanmakta idi. Görünen ışık radyasyonunun incelenmesi için büyük teleskoplar yapıldı. Bu
arada uzaydan yüksek nüfuz kabiliyetine sahip kozmik ışınlar geldiği, bunların çok yüksek enerjili atom
çekirdekleri, proton, nötron ve elektronlar olduğu anlaşıldı. Kozmik ışınların dalga-tane karakteri
üzerindeki tartışmalar sürerken uzaydan radyo dalgaları da tesbit edildi ve gök cisimlerinden gelen,
görünen ışık dışındaki radyasyonu inceleyen radyo-astronomi bilim dalı gelişti. Bu konuda araştırma
yapmak için büyük radyo teleskoplar yapıldı.
Bu konudaki incelemeler 1960 yılında radyo dalgaları yayan binlerce gök cisimlerinin bulunması ile
sonuçlandı. Bunlardan bazıları görünen ışık da yaymaktadır. Bu sebeple bunlara kuasar adı verilmektedir.
Günümüzde astrofizik incelemelerde esas olan, gök cisimlerinden gelen her türlü radyasyon, uzay
tozu içerisinden geçerken ve bilhassa atmosferde büyük değişikliklere uğrayabilmeleridir. Bu ışınların
atmosfer dışında “Uzay istasyonlarında” incelenmesi halinde kaynaklarının özellikleri hakkında daha
doğru bilgi edinilmesi mümkün olacaktır.
ASTRONOMİ
Alm. Astronomie (f), Fr. Astronomie, İng. Astronomy. Dünyamızın da içinde bulunduğu kainatı,
(gezegenler, güneş, ay, güneş sistemi, yıldızlar, kuyruklu yıldızlar, akan yıldızlar, asteroitler, galaksiler
vb) konu alan ve bu cisimlerin yapılarını, bulundukları yerleri, hareket kanunlarını,meydana gelişlerini,
zamanımıza kadar geçirdikleri değişiklikleri, gelecekte meydana gelebilecek olayları ortaya koymaya
çalışan ilim. Astronomi genel olarak gök cisimlerinin hareketlerini incelerken 19. yüzyılda ortaya çıkan
astrofizik, gök cisimlerinin fiziksel özellikleriyle ilgilenmektedir.
Astronominin tarihçesi: Gece ve gündüzün değişmesi, mevsimlerin birbirini takip etmesi, yıldızlı
gecelerde gökyüzünün görünüşü, güneşin, ayın ve diğer gök cisimlerinin doğup batması, bazılarının
bütün sene görülmesi gibi hususlar, tarih boyunca insanların dikkatini gökyüzüne çeken noktalar
olmuştur. Hareketleri yıldızların genel hareketinden farklı olan gök cisimleri, gezegenler olarak
sınıflandırılmış ve bu meyanda Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn ilk keşfedilen gezegenler
olmuşlardır. Bu arada Güneş ve Ay’ın gezegenlerin genel hareketlerini takip etmediği de tesbit edilmiştir.
Bilinen ilk astronomik gözlemler Babiller zamanında yapılmış, gece ve gündüzün 12 saate bölünmesi
bu devirde gerçekleştirilmiştir. Mısırlılarda astronomi bilgisi daha ileriydi. Piramitler’in şuurlu ve kesin bir
astronomik yönlendirme ile inşaası, günümüzde bile hayret edilecek bir tarzda yapılmış olmaları, eski
Mısırlıların astronomi bilgisi hakkında genel bir fikir vermektedir.
Eski Yunan’da Thales ve Pythagoras gibi matematikçiler astronomi ile ilgilenmişlerdir.
İskenderiye’de yaşayan Eratosthenes M.Ö. 3. yüzyılda dünyanın çevresini oldukça kesin bir şekilde
hesaplamıştır. M.Ö. 2. yüzyılda yaşamış olan Hipparchus, ilk çağın tanınmış astronomlarından birisidir.
İleri sürdüğü Güneş merkezli astronomik teori daha önce ortaya atılmış ise de, (Aristorchus teorisi)
Hipparchus yıl ve ayın uzunluklarını da dikkate şayan bir hassaslıkla belirlemiş, oldukça hassas bir yıldız
haritası ve kataloğu hazırlamıştır. Yaklaşık 850 yıldızın yerini ve tarifini vermiş, yıldızları parlaklıklarına
göre sınıflandırmıştır. Bu sınıflandırma günümüzde bile kullanılmaktadır. Ayrıca, Ay’ın hareketinde
Güneş’in çekiminden dolayı meydana gelen düzensizlikleri de tesbit etmiştir. Daha sonra M.S. 2. yüzyılda
yaşayan Ptolemi Hipparchus’un tesbitine dayanarak bir kainat sistemi kurmuş ve bu Ptolemy
(Batlemyus) Teorisi 1400 yıl geçerliliğini korumuştur.
İslamiyet’in yayılması sırasında geniş fetihlerde, antik çağın büyük coğrafyacılarının,
astronomlarının yazmış oldukları eserler Müslümanların ellerine geçmiş ve incelenmiştir. Müslüman ilim
adamları, Ptolemi astronomisinin ilmi yanıyla da ilgilenmişlerdir.
Halife Me’mun incelemeleri kolaylaştırmak için, M.S. 827’de Ptolemy’nin Al-Masgest adlı kitabını
Arapçaya tercüme ettirmiştir. Bu eser İslam aleminde El-Mecisti olarak tanınmaktadır. Yine Me’mun'un
emri ile M.S. 832’de ileri gelen ilim adamlarından bir heyet, Sincar sahrasında 1 derecelik meridyen
yayının uzunluğunu tesbit etmişlerdir. Bu astronomik gözlemleri yapan heyetde:
Ebü’t-Tayyib Sened İbni Ali, Ahmed İbni Abdullah El Mervezi, Ahmed İbni Muhammed en-Nihavendi,
Ali bin İsa el-Usturlabi, Ebu Ali Yahya ibni Mansur, Halid ibni Abdülmelik el-Merverruzi, Ebü'l-Abbas el-
Fergani, Ömer İbnü'l-Faruk Han et-Taberi, Ebu Bekr Muhammed İbni Faruk, Sabit bin Kurre’nin
bulunduğu bildirilmektedir.
Bu devirde yaşayan ünlü bir Türk matematikçisi ve astronomi alimi, Halife Me'mun’un büyük itibarını
kazanmış olan Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el-Harezmi’dir.
El-Harezmi’nin batı dillerine de tercüme edilen çeşitli eserleri vardır. Bunlardan birisi: Zic-ül-
Harezmi olup Halife Mansur zamanında Muhammed bin İbrahim-ül-Fezari tarafından Hintçeden tercüme
edilmiş olan Zic’in değiştirilmiş şeklidir. Bu astronomik tablolar uzun yıllar astronomlar tarafından
kullanılmıştır.
Ebü’l-Hasan isimli başka bir ilim adamı Akdeniz’in uzunluğunu 44 derece boylam uzunluğunda
bulmuştur. Bu uzunluğu Ptolemy 60 dereceden büyük olarak kabul etmiştir.
Büyük astronom Ebu Reyhan el-Biruni M.S. 980’de dünya çapını tayin etmiş, El-Kanun isimli eserini
yazmıştır. Bu yüzyılda yaşıyan değerli iki ünlü astronom Ebü’l Vefa ve İbn–i Yunus’tur. İbn–i
Yunus (950-1008) Kahire’de Cebel-i Mukattam Rasathanesinde yapmış olduğu rasatlar sonunda dört
ciltlik Zic-i Hakimi adlı astronomik cetvellerini hazırlamıştır. Bu cetveller 13. asra kadar kullanılmıştır.
On birinci yüzyılda yetişmiş matematikçi, astronom ve şair olan Ömer Hayyam, Nizamülmülk’ün
sağladığı maddi yardımlarla Nişapur’da bir rasathane kurmuştur. Bu rasathanede tunçtan yapılmış dünya
ve gök küreleri, su ve kum saatleri, astronomide kullanılan çeşitli aletler ve kütüphanesinde Ptolemy, El-
Battani, El-Harezmi, İbn-i Yunus ve El-Biruni’nin astronomik tabloları (Zicleri) bulunmaktaydı. Ömer
Hayyam, halen Paris Milli Kütüphanesinde bulunan Zic-i Melikşahi adlı eserinde 100 yıldızın gök
koordinatlarını vermiştir.
Bediuzzaman el-Usturlabi lakabı ile anılan Ebü’l-Kasım Hibetullah adındaki astronom da Ömer
Hayyam’ın çalışma arkadaşı olmuştur. Usturlabi lakabı, bu astronoma, usturlabların (Bir astronomi aleti)
teori ve imalindeki ustalığından ötürü takılmıştır.
Endülüs’te yetişen İslam alimlerinin büyüklerinden Batruci (1217) eserleriyle modern astronominin
temeli olan Helyo-Sentrik Planet sistemini ilk defa kuran kişi oldu. Kopernik, Batruci’nin ve İbn-i Şatır'ın
bu temel prensiplerini kitaplarından okuyarak kendine mal etti ve Avrupalılar yanlış olarak modern
astronominin kurucusu olarak Kopernik’i gösterdiler. On üçüncü yüzyılın en ünlü matematikçisi ve
astronomu olan Nasireddin Tusi, 1201 yılında Horasan'ın Tus şehrinde doğmuştur. Tusi, Hülagu’nun
yardımıyla Azerbaycan’da Meraga (Rumiye Gölünün doğusunda) şehrinde bir rasathane kurmuştur.
Rasathanenin çatısında açılan bir aralıktan güneşin, ayın ve yıldızların hareketleri takib ediliyordu. Ayrıca
rasathanede parlak yıldız ve gezegenleri gün ışığında bile gözlemeye elverişli yeraltı mağara ve kuyuları
bulunuyordu. Bugün modern rasathanelerde de fotoğraf odaları yeraltına inşa edilmiştir.
Rasathanede bir kısmı bizzat Tusi tarafından keşf olunmuş bir kısmı da eski aletlerin geliştirilmiş
şekilleri olan birçok alet bulunuyordu. Bu rasathanenin idaresini üzerine alan Tusi; Irak, Suriye ve
Türkistan’dan, güvendiği alimleri de yanına davet etmiştir. Şam’dan Müeyyidüddin Urzi, Musul’dan
Fahrüddin Meragi, Tiflis’ten Fahrüddin Ahlati, Kazvin’den Necmüddin Dübeyrani, Halep’den Muhyiddin
Mağrıbi ve Şing Sing diye anılan Çinli Fao-Mum-çi bunlardandır.
Nasireddin Tusi 12 senelik bir çalışmadan sonra 1269’da Zic-i İlhani adlı eserini tamamlamıştır.
Astronomi alanında diğer önemli eserleri, Tahrir-ül Mecisti ve Tezkire fi İlmil Hey’et’dir.
Tusi ekolüne mensup bir çok matematikçi ve ast ronom arasında en meşhuru Semerkant’ta yaşamış
olan Gıyaseddin Cemşid el-Kaşi’dir. Bu Astronom, Tusi’nin Zic-i İlhani adlı eserini yeniden düzenlemiştir.
On beşinci yüzyılın en meşhur astronomu Timur Hanın torunu Uluğ Beydir. Uluğ Bey, Tusi’nin Zic-i
İlhani'sinin zamanındaki rasatlara uymadığını hocalarından öğrenince Kadızade ve Gıyaseddin Cemşid'i
Semerkant'ta bir rasadhane kurmaya memur etmiştir (1420). Önce Cemşid'in sonra Kadızade’nin
ölümünden sonra astronomik ölçmeler Ali Kuşçu tarafından tamamlanarak Zic-i Gürgani (veya Zic-i
Cedidi Sultani) meydana gelmiştir. Bu eser 1018 yıldızın gök koordinatlarını ihtiva etmekteydi. Batıda
birkaç asır kullanılan bu cetveller ve açıklamalar sayesinde, Tusi’den üç buçuk asır sonra (1627’de)
Kepler, Tabulac, Rudolphinac adlı asronomik cetvelleri neşretmiştir. Yine bu eser (Zic–i Gürgani)
1841-1853’lerde A. Sidillot’un “Prolegomenes des Tables astronomiques d’ouloug Bey” isimli
tercümesiyle Avrupa’ya girmiş ve uzun zaman Pozisyon Astronomisinin ana kitabı olarak kullanılmıştır.
Semerkant Rasathanesinin Uluğ Bey tarafından bulunan coğrafi koordinatları tul (boylam)= 90°15'
arz (enlem)= 39°37' 23" dir. Uluğ Beyin başlangıç meridyeni olarak nereyi aldığı bilinmemektedir.
Rasathanenin bu günkü koordinatları tul (boylam)= 64 derece 37’54" doğu, arz (enlem) = 39° 38' 47"
kuzeydir. Coğrafi enlemin belirlenmesindeki 1'24"lik küçük fark Uluğ Beyin o zamanki aletlerle ne kadar
hassas ölçme yaptığının delilidir. On beşinci asrın başlarında Semerkant’ta doğan Ali Kuşçu, üstatlarının
ölümünden sonra genç yaşında rasathaneyi idare etmiş ve Zic-i Gürgani'nin tamamlanmasında büyük
hizmetleri olmuştur. Uzun Hasan’ın İstanbul elçisi olan Ali Kuşçu, görevi bittikten sonra Fatih Sultan
Mehmed tarafından davet olunmuş, İstanbul’a gelmiştir. Birçok astronom yetiştirmiş ve çeşitli eserler
yazmış olan Ali Kuşçu 1474 yılında İstanbul’da ölmüştür (Bkz. Ali Kuşçu).
Ali Kuşçu’dan sonra torunu Mirim Çelebi ve daha sonra Takiyüddin el-Rasid astronomi alanında
çeşitli çalışmalar yapmışlardır.
Buna karşılık bütün ortaçağ boyunca Avrupa’da bu bilgilere karşı çıkılmış, dünyanın bir tepsi gibi
düz olduğu, etrafının denizlerle çevrili olduğu sabit bir fikir halini almıştır. Bu durum Kopernik’e kadar
devam etmiştir.
Modern astronominin gelişimi: Gök cisimlerinin hareketlerinin güneşin merkez olarak kabul
edilerek basitçe açıklanmasını Kopernik (1473-1543) Batruci ve İbn-i Şatır'ın eserlerinden alarak
yapmıştır. Ptolemy ve Kopernik’in sistemlerinin eksik noktası, fiziksel bir temelinin olmamasıydı. Galileo
(1564-1642) ve Newton (1642-1727) bu sistemin kinematik tarafları yanında dinamik yönlerini de
açıklayarak, modern astronomiye bir temel kurmuşlardır. Bunlar yıllar önce okullar açmışlar,
rasathaneler kurmuşlardır. Bu hususta temel kitaplar yazmış, Türk-İslam alimlerinin kitaplarından
istifade etmişlerdir. Bu İslam bilginlerinden biri El-Batruci’dir. El-Batruci’nin Astronomi Prensipleri
adını taşıyan kitabı batıda asırlarca en önemli kaynak kitap kabul edilmiştir. El-Batruci’nin bu kitabı, o
zamana kadar bilinen ve esası Ptolemy’nin görüşleri olan astronomi bilgilerinde bir ihtilal meydana
getirmiştir. El-Batruci, Helyo-sentrik gezegen sistemini ilk defa bulan kişi olarak modern astronominin
ilk kurucusu sayılmaktadır. El-Batruci, Ptolemy’nin merkezi daire çevresi üzerinde devreden küçük daire
ve dış merkezli sistemini tenkit etmiş ve Ptolemy’nin bu sisteminin her hangi ilmi temele dayanmadığını
ispat etmiştir. El-Batruci’ye göre her gezegenin kendi kutupları vardır. Yıldızların eşit zamanlarda eşit
olmayan kavisler yaptığını bildirerek yıldızlar küresinin üç hareketi olduğunu, bunların birincisini boylam,
ikincisini enlem ve üçüncüsünü de günlük olarak vasıflandırdı. Birçok batılı astronom El-Batruci’nin
fikirlerinden çok istifade etmişlerdir. Bunlardan birisi de günümüzde hemen herkesin modern
astronominin kurucusu kabul ettiği Kopernik’tir. Batılı çevrelerce ileri sürüldüğü gibi; "Kopernik Arapça
bilmez, eserleri okuyup anlayamazdı.” görüşü isabetli değildir. Çünkü bizzat Kopernik’in yazdığı De
Revolitionibus Arbium Coeleftium kitabı El-Batruci ve El-Bettani’nin fikirlerine dayandırılmıştır. Ayrıca
onun El-Batruci’nin fikirlerini iyi bildiğini Venedik’te 1496’da basılan Regiom-ontanus adlı kitabı da ispat
etmektedir. Bütün bunlara ilave olarak, Kopernik gibi bir araştırmacının, birçok yerleri El-Batruci’ye
atfedilen 12, 13 ve 14. asırlarda Latin bilginlerince yazılan astronomi kitaplarını okumadığı düşünülemez.
Modern astronomiye yardımı bulunanlardan biri de Johannes Keppler (1571-1630)dir. Bulduğu, üç
“Gezegensel Hareket Kanunu” aşağıdaki gibidir:
1. Gezegenler, odaklarının birinde güneş bulunan bir elips yörünge üzerinde hareket ederler.
2. Gezegenler, güneş etrafında hareket ederken, güneş ile gezegeni birleştiren doğru, eşit
zamanlarda eşit sahalar tarar.
3. Gezegenlerin dönüş periyotlarının kareleri güneşe olan ortalama mesafelerinin (elipsin büyük
eksenin yarı uzunluğu) küpleri ile orantılıdır.
Keppler, bu kanunları, deneme-yanılma metodu ile 20 yıl araştırmış olup, Newton 1687’de yerçekimi
kanunlarını ortaya koyuncaya kadar mekanik bir temelden yoksun kalmışlardır. Jüpiter etrafında dönen
kendi uydusu üzerinde Galileo tarafından 1610’da kendi yaptığı teleskopla gözlendiği halde, Kopernik’in
kainat sistemi görüşü ancak 1627’de geçerlilik kazanmıştır.
Dünyanın hareketinin hassas bir biçimde incelenmesi, bir zaman ölçüsü sisteminin tesbit edilmesini
mümkün kıldı. Güneşin uzaklığı yaklaşık olarak belirlendi ve dünyanın yörüngesinin çapı, trigonometrik
esaslara dayanılarak bazı yıldızların uzaklıkları hesab edildi. Bu, yıldız sisteminin gerçek büyüklüğünün
ve onun kainata nisbetle özel yerinin tasavvur edilmesine sebeb oldu. Alman astronom Johann
Gottfried’in daha önce Fransız bilim adamı Le Verrier tarafından, teorik olarak söylenen, Neptün
gezegeninin varlığının doğrudan doğruya gözlemle belirlenmesi, Galileo ve Newton mekaniğinin önemini
bir kere daha ortaya koydu.
Dünyanın önemli şehirlerinde rasat istasyonları kuruldu ve idaresi meslekten yetişen kimselerin
eline verildi. Meşhur Greenwich istasyonunun ilk idarecisi John Flamsteed (1646-1719) ve Paris’inki Jean
de Cassini (1625-1712) olmuştur. Flamsteed’den sonra Greenwich’e Edmund Halley (1659-1742) gelmiş,
kuyruklu yıldızların yörüngelerinin çok büyük, basık elipsler olduğunu göstermiştir. St. Helena’da, on
yıllık bir çalışma ile, ilk defa güney yarımküresinin yıldızlarının haritasını yapmıştır. Halley’in uzun basık
yörüngesi, gök cisimlerinin eş merkezli daire yörüngeler çizdiği teorisini de yıkmıştır.
Samanyolu’nun dikkatle incelenmesi neticesinde William Herschel (1732-1822) yıldızların yeni bir
dağılışını tesbit etti. 1918’de Harlow Shapley yıldız sisteminin merkezinin güneş olmadığını ve hatta
güneşin merkezden otuz beş ışık yılı uzakta olduğunu iddia etmişti.
Kainatın (evrenin) merkezi, güneşin de içinde bulunduğu, samanyolu diye bilinen büyük bir yıldız
grubu veya galaksi olarak kabul edildi. Merkezi galaksi görüşü sonra terkedildi. 1924'te Edwin Hubble
(1889-1953) Andromeda nebulasının gerçekten bir gaz ve toz bulutu olmadığını, fakat samanyolundan
iki milyon ışık yılı uzakta bir galaksi olduğunu ileri sürdü. Neticede birçok yıldız sistemi ortaya çıkarıldı.
Diğer galaksilerden gelen ışığın atreoskopik çalışmalarının başlatılması neticesinde uzaktaki galaksilerin
hepsinin bizim galaksimizden uzaklaştığı anlaşıldı. Bu durumda bir süre Samanyolu’nun kainatın merkezi
olduğu faraziyesi kabul gördü. Fakat astronomlar böyle faraziyelere güvenilemeyeceğini öğrenmişlerdi.
İzafi mekaniği (fizikte cisimlerin hareketleri ile ilgili olayları inceleyen ilim) gelişmesi ile kainatın hakikatle
her galaksiden aynı şekilde görüldüğünü ortaya çıkardı.
Öte yandan güneş sisteminin orijini (kaynağı) hakkında ilk teori, "gaz bulutu hipotezi" Alman
filozofu E. Kant (1724-1804) tarafından ortaya atılmış ve Fransız astronom ve matematikçisi P.S Laplace
tarafından detaylı bir şekilde geliştirilmiştir. Bu teoriye göre güneş ve gezegenler önce disk şeklinde
dönen dev bir gaz bulutu halindeydi. Gezegenler de yıldızların çekim kuvvetiyle güneşten kopan
parçalardan meydana gelmişti. Fakat daha sonra gezegenlerin soğuk taneciklerin birleşmesinden
meydana geldiğini kabul eden teoriler ortaya atıldı. Giderek bu konu astronomiye fiziğin tatbikine imkan
verdi ve yıldızların fiziksel incelenmesi, Astrofizik (gökfiziği) bilim dalını ortaya koydu.
Modern astronomi: Modern astronomi, modern teknolojinin gelişmesine paralel olarak ilerledi.
Çünkü medern astronomların keşifleri, cihazlarda bir ilerleme olmaksızın geliştirilemezdi. Mesela,
yıldızların içinin ayrıntılı modelleri hızlı kompütürler olmaksızın tesbit edilemezdi. Yeni dev teleskoplar,
hassaslığı gittikçe artan cihazlar ve yörüngelerde dönen kozmik uydular gelecekte daha hızlı ilerleme
vaad etmektedirler. Modern astronomi, kabaca birçok genel konulara ayrılabilir. Güneş, güneş sistemi,
yıldız içi ortamı, galaksiler ve galaksi harici sistemler gibi.
Modern astronominin teknikleri: Modern astronominin temel teknikleri, astronometri, fotometri
ve spektroskopi’dir.
Modern Astronominin Dalları
Astrofizik: Gök cisimlerinin terkibini, enerji kaynaklarını ve spektrumlarındaki enerji
dağılımını inceler.
Gök mekaniği: Gök cisimlerinin hareketlerinden doğan olaylarla ilgilenir.
Kozmoloji: Evrendeki galaksilerin genel dağılımını ve bunun sebeplerini araştırır.
Astronometri: Gök cisimlerinin pozisyonlarının doğru olarak gezegenlerin ve yıldızların
hareketleriyle, yıldızların uzaklığıyla ve bu çalışmalardan elde edilebilecek herhangi bir bilgiyle ortaya
konulmasıdır.
Fotometri: Tam spektroskopi diye de adlandırılabilir. Uzaydan gelen radyasyonun yoğunluğunu
ölçer.
Spektroskopi: Gök cisimlerinden radyasyon çıkışına daha ayrıntılı bakmaktır.
Astronomların Kullandığı Başlıca Aletler
Optik teleskop: Astronomide çok eskiden beri tanınan bu alet, yeryüzü platformlarından gök
cisimlerinin gözlenmesinde kullanılır. Son zamanlarda yalnız güneş sistemi gezegenlerinin değil,
andromeda gibi çok uzaktaki galaksilerin bile rahatlıkla gözlenebildiği dev optik teleskoplar yapılmıştır.
Radyo teleskop: Modern astronominin en önemli buluşu sayılan bu alet, gök cisimlerinin yaydığı
radyasyonun incelenmesinde kullanılır. Uzayın kulağı diye adlandırılan bu alet sayesindedir ki, varlıkları
ancak yaydıkları radyo dalgalarıyla anlaşılabilen pulsar ve quasarların keşfi mümkün olabilmiştir.
Tayfçeker: Gök cisimlerinin sepektrumlarının belirlenmesinde kullanılan bir alettir.
Fakat, günümüz modern astronomlarının kullandığı bütün cihazlar bunlardan ibaret değildir.
Dünyanın çevresinde dönen yapma uydulardan, mikrobilgisayarlara kadar sayısız modern techizat artık
modern astronominin emrine girmiş bulunmaktadır.
Astronominin Başlıca Çalışma Sahaları
Güneş: Astronomik çalışmaların ilk safhası en yakın olan güneştir. Teleskobun keşfinden binlerce
sene önce Çinli astronomlar güneşteki lekeleri tesbit etmişlerdi. Harun Reşid zamanında, on dört ve on
beşinci asırlarda İslam alimleri de bu hususta önemli çalışmalar yapmışlardır. 16. yüzyılda Galileo küçük
teleskobu ile bazı tesbitler yapmıştır.
Günümüzdeki astronomik araştırmalar, büyük ölçüde, güneşin radyasyon ve magnetik alanı ile
dünyanın magnetik alanı ve atmosfer arasındaki etkileşimi incelemektedir. Gerçekte Güneş, yıldızlar
hakkında detaylı bilgi alabilmek açısından oldukça önemlidir. Çünkü bize en yakın yıldız güneştir.
Güneş spektrumunu inceleyerek, güneşi meydana getiren elemanların sıcaklığını tesbit etmek
mümkün olmaktadır. Güneş genel olarak dört bölümde incelenir.
Güneşin içi: Gotosferin altında enerjinin konveksiyon yoluyla dışarıya iletildiği geniş bir bölge
vardır. Bu bölgenin altında enerjinin dışarıya radyasyonla iletildiği diğer bir geniş bölge bulunmaktadır.
Güneşin çekirdeğinden gelen enerji, hidrojen atomlarının helyum atomlarına dönüşmesiyle nükleer
füzyon sonucu meydana gelir. Radyasyon ve konveksiyonla enerjinin dönüşümü ve nükleer reaksiyonlar
günümüzde teknik ve tecrübi astronominin uğraştığı konulardır.
Güneş rüzgarı: Korana akımının dış sınırı herkesin tahmin edebileceği gibi çoğunlukla nasıl
tanımlandığına bağlıdır. Korana akımının ötesinde devamlı dışa radyasyon ve elektirik yüklü parçacıkların
akışı vardır. Bazan kromosferdeki patlamalar esnasında küçük parçacıkların oluşturduğu büyük bulutlar
güneşden ayrılır. Devamlı radyasyon ve parçacıklarının akımı arasıra bu bulutlarla birlikte güneş
sisteminin derinliklerine doğru, güneşin manyetik alanının çekilmesini takibeden güneş rüzgarlarını
meydana getirir.
Fotosfer: Güneşin görünen yüzüdür. Bu tabakada meydana gelen lekeler, güneş incelemelerinin
ana konularından birini teşkil eder. Güneş lekeleri büyük faaliyetlerin vüku bulduğu bölgelerdir.
Kendilerini çeviren fotosferden daha serindirler. Bunlar güneşin genel magnetik alanıyla ilgilidirler. Sözü
edilen bölgelerde magnetik alanın şiddeti yüksektir. Güneş lekelerinin sayısının artarak maksimuma
erişmesi ve daha sonra tekrar azalması şeklinde gözlenen leke periyodu yaklaşık on bir yıl sürmektedir.
Maksimum faaliyet sırasında sık sık dünyanın atmosferine de tesir eden jeomağnetik fırtınalara
sebeb olan büyük bir radyasyon akışı mevcuttur. Bu radyasyon akımları insanlı uzay yolculuklarından
radyo dalgalarına kadar birçok şey için zararlı olduğundan güneş lekeleri dikkatle izlenmektedir.
Kromosfer ve korona: Fotosferin ve güneş atmosferinin üstünde kromosfer bulunur. Bu bölge çok
şeffaf olup, üstte bulunan koronaya kadardır. Birinci beyazı olan korona, güneş tutulması sırasında en iyi
bir şekilde görülür.
Koronanın sıcaklığı çok yüksektir. İçindeki madde iyonize olarak bulunur. Koronadaki sıcaklığın
enerji kaynağı, güneş fiziğinin en önemli problemlerinden biridir.
Güneş sistemi: Sistemin doğru yapısı Endülüslü büyük bilgin Nureddin el-Batruci’nin helyo-sentrik
gezegen sistemi teorisini geliştiren Kopernik tarafından çözülmüştür. Onun teorisi giderek gerçeğin birer
parçası olunca, astronomlar ilgilerini daha çok güneş sistemindeki gök cisimlerinin fiziksel özelliklerine
yönelttiler.
Ay, Dünya ve gezegenler: Ay konusunda cevaplandırılması beklenen birçok soru vardır. Mesela,
Ay ve Dünya meydana gelişlerinden itibaren iki gezegenli bir sistem midir veya Ay, jeolojik zamanlarda
Dünya’dan ayrılmış bir parça olabilir mi veyahut Dünya’nın çekim kuvvetine kapılmış bir gezegen midir?
gibi.
Dıştaki gazlı gezegenlerle karşılaştırıldıklarında, bunların yapısının Dünya gibi oldukça yoğun olduğu
görülür. İç gezegenler hakkında son yıllarda çok ilgi çekici bilgiler elde edilmiştir. Venüs’ün
atmosferindeki büyük karbondioksit kuşağının sebeb olduğu sera tesiriyle, bu gezegenin yüzey ısısının
çok yüksek olduğu anlaşılmıştır. Hatta bir uzay ilim adamının ortaya attığı tezde Venüs atmosferinde
patlatılacak birçok hidrojen bombasının gezegenin atmosferindeki karbondioksit kuşağını parçalayınca,
gezegenin yüzeyine nüfuz eden güneş ışınlarının artık dışarıya yansıyıp sera etkisinin kaybolacağı ve bu
suretle yüzey ısısının büyük ölçüde düşeceği ileri sürülmüştür. Amerikalıların Mars’a gönderdiği Mariner
aracının yolladığı fotoğraflarda, bu gezegenin yüzeyinin Ay’daki gibi kraterlerle kaplı olduğu tesbit
edilmiştir. Aynı araç, Mars’ın eğer bir manyetik alanı varsa, çok zayıf olması gerektiğini ve güneşten
gelen yüklü parçacıklarla bombardımandan Mars’ın yüzeyini korumada çok az faydası olduğunu
belirlemiştir. Ayrıca gezegenin yüzeyinde atmosfer basıncı Dünya’dakinin yüzde biridir. Dış
gezegenlerden Jüpiter üzerinde yoğun araştırmalar yapılmaktadır. Yapısı ağır gazlardan teşekkül etmiş
bu gezegen, kuvvetli manyetik alanı ve şiddetli iç ısısı ile dikkati çekti. Bu yüzden de Jüpiter'in orijini ve
tabiatı hakkında bir hayli tartışmalar olmuştur.
Diğer gaz yapılı gezegenler; Satürn, Uranüs ve Neptün, Jüpiter kadar yoğun incelenmemiştir. Güneş
sisteminde bilinen en uzak gezegen olan Plüton modern astronomi için başka bir muammadır.
Kuyruklu yıldızlar: Kuyruklu yıldızların donmuş su, metan, amonyak ve diğer gazlarla birlikte bir
miktar katı döküntülerden meydana geldiği düşünülmektedir. Böyle küçük döküntü yığınları güneş
sisteminin gözle görülebilir hudutları dışında meydana geleceği için, güneşin çekim kuvvetiyle tutunacağı
tahmin edilmektedir. Gezegenlerin sebeb olduğu düzensizlikler bazan bu metallerin bir kısmının güneşe
doğru kuyruklu yıldız şeklinde sapmasına sebeb olur.
Eğer bu fikirler doğruysa, güneş sistemini meydana getiren orijinal materyalın bir kısmı kuyruklu
yıldızlarda mevcuttur. Aynı zamanda güneş sisteminin dışındaki böyle nesnelerin nümuneleri uzun süreler
boyunca uzayın büyük bir bölümünün önemini anlatacaktır. Bu yüzden kuyruklu yıldız materyalinin
ayrıntılı incelenmesi, astronomlar için büyük bir önem taşır. Çünkü bu çalışmaların başarıya ulaşması,
güneş sisteminin orijininin ve tekamülünün açıklanması demek olacaktır.
Yıldızlar: Astronomi çalışmalarının ikinci önemli sahası Samanyolu ve diğer galaksileri meydana
getiren yüz milyarlarca yıldızın incelenmesidir. Eski çağ Avrupalıları yıldızları gök kubbede asılı küçük
ışıklar sanırlardı. Yunan astronomları yıldızları güneşler olarak değerlendirdi. Daha sonraki yıldızların
kızgın gaz tabakalarından meydana geldiği tesbit edildi ise de, insanoğlu son zamanlara kadar yıldız
enerjisinin kaynağını öğrenememiştir.
Bütün bunlardan başka astronominin ilgilendiği önemli konulardan biri de kuasarlardır. Büyüklük ve
uzaklık bakımından uzaydaki en büyük gök cisimleri olarak tahmin edilen kuasarların varlığı, ancak
yayınladıkları radyo dalgalarıyla tesbit edilebilmiştir. Kuasarların büyüklüğü hakkında değişik tahminler
yapılmıştır. Hatta bu dev gök cisimlerinin bir galaksi kadar büyük olduğu bile ileri sürülmüştür.
Astronomi uydusu IRAS 1983 yılı içinde uzaya gönderilmiş, hala dünya çevresinde 906 km
yükseklikte dönmektedir. Bir turunu 103 dakikada tamamlayan uydu, her döndüğünde gökyüzünün bir
dilimini taramaktadır. Bu esnada elde ettiği bilgiler yeryüzündeki bilgisayarlara kaydedilmektedir. IRAS
ile şimdiye kadar 200.000’den fazla gök cisminin gözlemi yapılarak beklenilenden daha fazla bilgi elde
edilmiştir. Başlıca mühim bilgiler: Dünyaya yakın en az beş yeni kuyruklu yıldızın bulunduğu, Güneş’e en
yakın gezegen olarak bilinen Merkür’den daha içerde Güneş çevresinde dolanan 2 km çapında mini bir
gezegenin varlığı, Mars’la Jüpiter gezegenleri arasında yer alan asteroid kuşağında, 100 milyon km
genişliği olan bir alanda yaygın ince tozların bulunması, yıldızlar arası uzayda pekçok bulunan ve kendi
içinde burgu halinde dönen toz bulutlarının varlığı, gezegen sistemlerine sahip olabilecekleri düşünülen
50 civarında yıldızın tesbit edilmesi.
Bize en yakın yıldızların bile gezegen sistemlerinin var olup olmadığını doğrudan tesbit etmek,
Dünya yüzeyindeki gözlem aletleriyle mümkün değildir. Zira en büyük gezegen Jüpiter en yakın
yıldızlardan gözlendiğinde, Güneş’in toplam ışığının bir milyarda birbuçuğunu yansıtır. En güçlü
teleskopun bile, Güneş’in ışığı ile Jüpiter’in yansıttığı ışığı ayırt etmesi, imkansızdır. Astronomi uydusu
Dünya atmosferinin dışında dolandığından gerekli bilgileri toplıyabilmektedir. 1990 yılında bir uzay
mekiğiyle uzaya gönderilen ve dünya çevresinde bir yörüngeye oturtulan Hubble Uzay Teleskobu
astronomi biliminde büyük ufuklar açmıştır. Son derece gelişmiş bir cihaz olan bu teleskopla milyarlarca
ışık yılı uzaklıktaki galaksiler ve kuasarlar rahatlıkla gözlenebilecek ve bir manada astronomi yeniden
yazılmaya başlanacaktır.
Yirmi birinci yüzyılda uzay gemileri ile gök kubbemizin keşfi hızlandıkça ve Dünyanın çevresinde
dönecek büyük uzay istasyonlarından çok daha geniş ve doğru bilgiler elde edildikçe, astronomi ilmi daha
çok gelişecek ve bir yerde tahmine dayanan bilgiler artık tecrübelerle sabit olacaktır.
Başka bir ifade ile astronomi, gelecek yüzyılların coğrafyasıdır. Astronomiden Kur’an-ı kerimde de
bahsedilmekte, insanların dikkatleri çeşitli ayetlerle yıldızlara, göklere, gök cisimlerine vb. çekilmektedir.
Kur’an-ı kerimin birçok yerlerinde mealen; “Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gittikleri
yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları ve
kendinizi inceleyiniz. Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş
olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hakimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız.”
buyurulmaktadır.
Yine Kur’an-ı kerimin birçok yerinde, inanmayanlar, neden akıllarını kullanmadıkları ve neden
yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece imana kavuşmadıkları için
azarlanmaktadır. Daha önceki asırlarda yaşıyan müslümanlar bu emirlere uymak için ilme çok
ehemmiyet vermişlerdir. Özellikle astronomi üzerinde çok çalışmışlardır.
ASTRONOT
Alm. Weltraumfahrer (m), Fr. Astronaute, İng. Astronaut. Uzaya gönderilen araçları kullanmak ve
gerektiğinde uzayda ve dünya dışı gökcisimlerinde yürümekle görevlendirilen insan, uzay adamı.
Astronot deyimi bilimsel literatüre 1959 yılında başlayan uzay çalışmalarıyla girmiştir. Ruslar ise astronot
karşılığı olarak kozmonot kelimesini kullanırlar. Uzaya fırlatılan ilk araçlarda insan bulunmuyordu. Bu
insansız uzay araçları yeryüzündeki üslerden idare ediliyor ve hareketleri tamamen elektronik
haberleşme sistemleriyle ayarlanıyordu. Dünyamızın etrafında yörüngeye oturtulan uydulardan Venüs ve
Mars gibi uzak gök cisimlerine gönderilen araştırma sondalarına kadar bir çok uzay aracı bu sınıfa girer.
Altmışlı yılların başında insanlı uzay uçuşları başlatılınca, Yuri Gagarin ve Alan Shepard uzaya giden
tarihin ilk astronotları oldular. Yuri Gagarin "Vostok", Alan Shepard Freedom-7 adı verilen ve günümüzde
pek ilkel kabul edilen uzay araçlarıyla, yüzlerce kilometre yükseklikte dünya çevresinde dönmüşlerdi.
Önceleri uzaya sadece bir astronot gönderilirken, "Gemini" projesiyle iki ve hatta üç uzay adamı birden
uzaya fırlatıldı. Altmışlı yılların sonunda bütün bu çalışmalar Apollo programıyla zirveye çıktı ve dünya
tarihinin en büyük olaylarından biri gerçekleşti. Ay'a insan göndermeyi hedefleyen bu proğram, Apollo
11 projesiyle başarıya ulaşınca, Astronot Neil Armstrong, Ay'a ilk defa ayak basan insan ünvanını
kazandı. Armstrong'u Edwin Aldrin takip etti. Günümüzde astronotlar uzay mekikleriyle birçok defa uzaya
gidip gelebilmekte ve dünya çevresinde dönen uzay laboratuvarlarında her çeşit deney yapabilmektedir.
Rusu kozmonotu Romanenko, uzayda 326 gün kalarak ulaşılması güç bir rekor kırmıştır. Ancak Rus uzay
adamı dünyaya dönen uzay kapsülünden sedye ile çıkarılmıştı. Kozmonot kalsiyum eksikliği ve kas
erimesi yüzünden ayakta duramayacak hale gelmişti.
Astronotlar bir hayli uzun süren tecrübe ve testler sonucu seçilmektedirler. Çeşitli tıbbi testlerden
geçen tecrübeli pilotlar, havasız ve ağırlıksız ortamlara uyum gösterebilmekten, sessizlik odalarına,
psikolojik testlerden özel uçuş denemelerine kadar sayısız imtihana tabi tutulmakta ve başarılı olanlar
astronot olmaya hak kazanmaktadır. Apollo projesi gibi çok önemli uzay uçuşlarında görev alacak
astronotlar ise daha önce dünya çevresine kadar uzanan uzay uçuş tecrübesinden de geçirilmektedir.
Mesela Apollo 11'in astronotları Armstrong, Aldrin ve Collins, Ay yolculuğuna çıkmadan yıllarca önce
Gemini roketleriyle uzaya fırlatılmışlardı.
Son yıllarda bilim adamları, öğretmenler ve hatta sade vatandaşlar arasından da astronot
yetiştirilmektedir.
Astronotların her şeyden önce, beden ve özellikle ruhi bakımdan da son derece sağlıklı olmaları
gerekir. Çünkü zaman zaman kendi ağırlığının 15 katına eşit basınçlara dayanabilecek, dünyadan binlerce
kilometre uzaktayken içinde bulundukları araçta meydana gelebilecek tehlikeli bir arıza karşısında bile
paniğe kapılmayıp, soğukkanlılığını korumasını bilecektir.
Uzaya giden bir astronot için giydiği özel elbise, onu uzaya taşıyan roket kadar büyük bir önem
taşır. Çünkü bu özel elbise olmadan astronotların ne uzayda ne de ay üzerinde veya herhangi bir
gezegende yürümeleri ve bir araçtan ötekine geçebilmeleri mümkün değildir. Çünkü uzayda atmosfer
olmadığından, başka türlü nefes alamazlar ve basınçsızlıktan kanlarının dışarı fırlamasını
engelleyemezler. Ayrıca bu elbiseler onları şiddetli sıcak ve soğuklardan muhafaza ettiği gibi, tehlikeli
radyasyonlardan ve minik göktaşlarından da korur.
Bu çok özel uzay elbisesi iç içe tam 15 kattan meydana gelmiştir. Bu katlar içinde yer alan bazı
cihazları sayacak olursak yeterli bir fikir vermiş oluruz:Oksijen tüpü, soğuk su dolu tüp ve su pompası,
telsiz, sağlık araçları kontrol cihazı, uzay iç çamaşırı, çevresinde dolaşan incecik soğuksu boruları ve
basınç ayar tertibatı.
İnsanoğlu Mars gibi uzak gezegenlere ulaştığında, uzay elbiseleri daha da gelişecek, yeni şartlara
göre daha da mükemmelleşecektir. Milyonlarca kilometre uzaklıktaki bu gezegene yapılacak yolculuk
aylarca sürebilecek ve bu yolculuğa çıkan astronotların ilk olarak çok sıkı psikolojik testlerden geçmesi
gerekecektir.
Bir uzay bilimcinin deyimiyle, Mars yolcusuyla ölüm arasında uzay aracının duvar kalınlığı kadar
mesafe vardır. En yakınındaki tam teşekküllü hastane, milyonlarca kilometre uzaklıktadır. Uzay gemisinin
pencerelerinden dışarıya baktığında dünya simsiyah uzayda bir nokta gibi görünmektedir.
Fakat her şeye rağmen güneş sistemini keşfe çıkan astronotların karşılaştığı zorluklar, Arabistan
sıcaklarına alışmış ilk Müslümanların Anadolu ve Kafkasları fethederken karşılaştıklarından fazla
olmayacaktır.
ASUR
Alm. Asuren, Fr. Assyrie, İng. Assyria. M. Ö. 3000 yıllarından M. Ö. 612’ye kadar Dicle’nin batı
kıyısındaki Asur şehri merkez olarak kurulan ve gittikçe genişleyen bir devlet. Bu devlet zamanla
Mezopotamya, Elam, Suriye ve Mısır’a hakim oldu. Asur Devleti istiklalini kazanmadan önce Sümer,
Akkad, Subar, Kut ve üçüncü Ur hanedanı hakimiyeti altında kaldı. Sonradan gelen Sami kavimleri yerli
kabilelerle kaynaşarak Asurluları meydana getirdiler.
Asur tarihinde beş devlet kuruldu. Bunlar eski, orta ve yeni Asur çağlarında hükümran olmuşlardır.
Eski Asur çağı: Bu çağ M.Ö. 2100-1800 yılları arasındadır. Kral İllusuma (M.Ö. 2000) Asurluları
müstakil bir devlete kavuşturdu. Kendinden sonra da İrisum ve İkunum bağımsızlığı sağlamlaştırarak
memleketi imar ettiler. Bunlardan sonra Asurlu Birinci Sargon, devletin sınırlarını doğuya doğru iyice
genişletti ve Anadolu ile olan ticareti geliştirdi. Bu çağa ait tarihi bilgiler ancak kazılarda bulunan
eserlerden öğrenilmektedir.
Orta Asur çağı: Asur’un siyasi ve kültürel bakımdan hayli değişik olan bir çağıdır. Asur Kralı Asur-
Uballit, eski Asur çağının sonlarında Babil ve Mitanni krallıklarının nüfuzu altında kalmış olan devletini
bunlardan kurtardı. Hititlerle birlik olup, Mitanni Krallığını ortadan kaldırdı. Kendisinden sonra hükümdar
olan Enlil-Narasis (M.Ö. 1340-1326), Adadnararis (M.Ö. 1310-1281), Birinci Salamannasar (M.Ö. 1280-
1256), Birinci Tukulti Ninurta (M.Ö. 1255-1218) zamanlarında Asur büyümeye, yükselmeye devam etti.
Ancak bir müddet sonra durgunluk devresine girdi. Bu devirde Babil’le devamlı mücadele halinde olan
Asur, Babil’e vergi verir duruma geldi. Ancak, Aşşur Reş-işi (M.Ö. 1149-1117) Tıglatpileser-I (M.Ö. 1117-
1090) Asurluları tekrar büyük devlet haline getirdiler.
Orta Asur çağı uzun bir süre devam etti. Hukuk, kültür ve dil alanlarında daha çok Babil etkisinde
kalmıştır. Bu devrin en büyük özelliği, gelenek halinde yürürlükte olan hukuki esasların, M.Ö. 1100
yıllarında bir hukuk kitabı halinde derlenmesidir.
Yeni Asur çağı: Bu çağda devleti idare eden hükümdarlar orta Asur çağından beri devam eden
hanedanın soyundandırlar. Bunlar kısa aralıklar dışında imparatorluğu geliştirmişlerdir. Bu devir devamlı
toprak kazanma ve savaşların olduğu bir devirdir. Bu zamanın ünlü kralı olan Asurbanipal zamanında
savaşlar devam ederken kültür alanında büyük gelişmeler görüldü. Bu hükümdarın eski eserleri
toplayarak meydana getirdiği kütüphane, bir çok eserin günümüze kadar gelmesini sağladı. Ancak
Asur’un bu ihtişamı kısa sürdü. Ülke, Asurbanipal’in ölümünden sonra Med, Babil ve diğer devletlerin
hücumuna uğradı (M.Ö. 612). Son defa toplanan Asur kuvvetleri Harran Ovasında düşmanla olan
mücadeleyi kaybederek yenildi ve imparatorluk tarihe karıştı.
Asurluların dilleri eski Sami dilinin bir koludur. Kullandıkları çivi yazısını Samilerden önce Irak’ın
güneyinde yerleşen Sümerlilerden öğrendiler. Irak topraklarında bir yıldan fazla Samilerle beraber
bulunan Sümerlilerin Asur edebiyatı üzerinde büyük tesirleri olmuştur.
Asurlular devamlı münasebette bulundukları devletlerin sanatlarının tesiri altında kalmışlarsa da,
kendilerine has milli özellik gösteren bir karakterleri vardır. Sanat, İmparatorluğun yükselmesine bağlı
olarak gelişmiştir. Asur'da belli başlı yapı tiplerinin önemlileri, özel evler, saraylar, tapınaklar ve
kalelerdir. Özel evler, ortada büyükçe bir holün etrafında yer alan büyük odalar şeklindedir.Saraylar ise
evler topluluğuydu. Asurlular puta taptıklarından tapınaklara özellikle önem verirlerdi. Kaleler çok kalın
yapılır ve ayrıca takviye edilirdi. İç ve dış kale olmak üzere iki kale bulunur ve bunlara belli aralıklarla
kule konurdu.
Bugüne kadar yapılan kazılardan ele geçen eserlere göre Asurlular pekçok sanat kolunda ileri
gitmişlerdir. Boyalı çanak ve çömlekler, taş kaplar, çeşit çeşit mühürler, aletler, eşyalar, silahlar, maden
sanat eserleri kazılarda bulunanlardan bazılarıdır.
ASYA
Alm. Asien, Fr. Asie, İng. Asia. Dünyanın en büyük kıtası. Doğuda Pasifik Okyanusu, kuzeyde
Kuzey Buz Denizi, güneyde Hint Okyanusu, batıda Avrupa kıtası ile çevrilidir. Avrupa kıtası ile olan sınırı
kesin tespit edilmiş değildir. Eskiden Don Nehri, Asya ile Avrupa arasında sınır olarak kabul edilirdi. Daha
sonra Ural Dağları sınır olarak kabul edilmeye başlandı. Bugün bu kabul yaygın ise de, Ruslar bu sınırın
Ural Dağlarının doğusunda bulunan Ob kıvrımlı dağlarında olduğu iddiasını ileri sürmektedirler. Afrika ile,
Süveyş Kanalı vasıtasıyla ayrılan Asya kıtasının, Okyanusya kıtası ile olan sınırı da Avrupa ile olan sınırı
gibi ihtilaflıdır. Asya ile Okyanusya arasında bulunan irili ufaklı pekçok ada, bu sınırın tespitinde mesele
olmaktadır. İşte bu sebeptendir ki kıtanın yüzölçümünü bildiren rakamlar 43,7 milyon km2 ile 44,7
milyon km2 arasında değişmektedir. Doğu-batı uzunluğu yaklaşık olarak l0.000 km, kuzey-güney
uzunluğu ise 8300 kilometredir.
Dünyadaki kara parçalarının yaklaşık üçte birini teşkil eden kıta, nüfus bakımından da dünya
nüfusunun yarısından fazlasını üzerinde barındırır. Her ırktan insanın ve her nevi iklimin bulunduğu kıta,
genel olarak dört coğrafi bölgeye ayrılır: a)Kuzey Asya, b) Orta Asya, c) Güney Asya, d) Ön Asya
(Anadolu, İran, Arabistan, Suriye, Lübnan...)
Tarihi
Asya kıtasının tarihi, tarih öncesi devirlere uzanmaktadır. Çeşitli kazılar ve arkeolojik araştırmalar
neticesinde ele geçen iskelet, çömlek ve diğer eşyalar üzerinde yapılan incelemelerden insan neslinin bu
kıtada, diğer kıtalardan çok daha önceleri var olduğu, türlü medeniyetler kurdukları ve ilk insanın bu
kıtada ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Kur'an-ı kerimde de ilk insan ve ilk peygamber olan Adem
aleyhisselamın yasak edilen meyveden unutarak, önce hazret-i Havva'nın ve sonra kendisinin yemesini
müteakib, Cennet'ten çıkarılarak, yeryüzüne indirildiği; Adem aleyhisselamın Hindistan'da Serendip
(Seylan) Adasına, hazret-i Havva'nın da Cidde'ye bırakıldığı ve iki yüz sene ağlayıp yalvarmalarından
sonra tövbe ve duaları kabul edilerek Arafat ovasında buluştukları ve bunlardan çoğalan insanların Asya
kıtasından yeryüzüne dağıldıkları haber verilmektedir.
Kıtanın tarihi, coğrafi bölgeleriyle ilgilidir. Orta Asya'nın bilinen ilk devleti Hun Devletidir ki, 500
sene hüküm sürdükten sonra dağıldılar. Meşhur Orta Asya göçleri meydana geldi. Çeşitli Türk
devletlerinin hakim olduğu bölge halkı, Moğol İmparatoru Cengiz'in istilası neticesinde batıya göç etmek
mecburiyetinde kaldı. Cengiz'in ölümünden sonra biraz azalan Moğol mezalimi daha sonra, Timur Hanın
(1370-1405) başa geçmesiyle adalete dönüştü. Timur Han, İslamiyetin adaletini Anadolu'dan Pasifik
Okyanusuna kadar yaydı. Kurulan Gürganiyye Devleti 19. asra kadar devam etti. Daha sonra Gürganiyye
Devleti İngilizlerin fitne ve fesadı ile yıkıldı. Ruslar, Orta Asya'yı; Çin ise Moğolistan, Doğu Türkistan,
Tibet ve Çungarya'yı istila ettiler. Sovyet Cumhuriyetler Birliği yirminci asırda parçalandı ve Türk
Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Hindistan'da bilinen ilk büyük krallık M.Ö. 582 senelerinde Saisunagalar tarafından kurulmuştur.
Büyük İskender'in M.Ö. 327'de istila ettiği Hindistan'da, bu zamanların en büyük devletini Budistler
kurdular. Sekizinci asır başlarında (711) Müslümanlar buralara kadar gelerek İslamiyeti yaydılar. Uzun
zaman bu beldeye hakim olarak devletler kurdular. Son İslam devletinin yıkılmasından sonra başta
İngilizler olmak üzere bazı devletlerin sömürgesi olan Hindistan, ancak 1947 yılında bağımsızlığına
kavuşabildi.
Doğu Asya'da, tarihi en iyi bilinen memleket Çin'dir. Tarihi hakkında bilinen en eski bilgiler M.Ö.
1050 senelerine kadar uzanmaktadır. Çeşitli medeniyetlerin kurulduğu Çin, Ön Asya'daki
Mezopotamya'ya benzemektedir. 1854 senesine kadar dışarı ile (Çin hariç diğer ülkelerle) irtibatı
olmayan Japonya hakkında fazla bir bilgi elde edilememiştir.
Ön Asya tam manasıyla medeniyetlerin beşiğidir. M.Ö. Mezopotamya'da Akkadlar, Sümerler, Babil,
Hititler, Asurlar, Persler zamanımıza kadar eserleri kalabilen medeniyetler kurmuşlardır. Perslerden sonra
kurulan Roma İmparatorluğu ve devamı olan Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu)bölgeye hakim oldu.
İslamiyetin Mekke'den bütün dünyaya yayılmaya başlamasıyla birlikte bütün devletler ve medeniyetler
yerini İslam devletlerine ve İslam medeniyetine bıraktı. Peygamber efendimiz zamanında başlayan ve
büyük boyutlara ulaşan İslamiyetin yayılması ve insanların hak dini öğrenmeleri, Hulefa-i raşidin (4
büyük halife) Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde bütün dünyaya ulaştı. Atlas
Okyanusundan Çin'e kadar, Hindistan'da Pencap'a, kuzeyden güneye her yere İslamiyetin adaleti, huzur,
emniyet ve saadeti götürüldü. Birinci Dünya Savaşına kadar Osmanlıların ve Müslümanların elinde
bulunan Ön Asya, çeşitli entrika ve harplerle parçalandı. Bu işte en büyük rolü İngilizler ve onlarla içli
dışlı olup birlikte hareket ederek Ortadoğu'yu ele geçiren bölücü gruplar oynadı.
Fiziki Yapı
Kıtanın jeolojik yapısı üçe ayrılır: Yaşlı kayalardan meydana gelen birinci tabaka, genç kayalardan
meydana gelen ikinci tabaka ve 10 ila 70 milyon yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen üçüncü jeolojik
zamana ait kıvrımlardan meydana gelen üçüncü tabaka. Yaşlı kayalar; Sibirya, Çin, Arabistan ve Hind
yarımadalarını meydana getirirler. Genç kayalar; Ural Dağlarından başlayıp bir S harfi şeklinde Gobi
Çölünü geçerek Malezya ve Borneo'da son bulurlar. Üçüncü jeolojik zamana aid genç kıvrımlar;
Türkistan'dan başlayıp, Tibet Yaylasına ve Himalayaları meydana getirdikten sonra Sumatra adalarına
kadar uzanırlar. Bu kıvrımlarda birleşen yüksek dağlar, Asya'nın yüzey şekilleri bakımından en dikkati
çeken yerleridir. Kafkas Dağlarının bazı tepeleri 5600 metreyi geçer. Pamirlerde, Hindikuş ve diğer
dağların birbirine en çok yaklaştıkları noktada yükseklik 6100 metreyi aşar. Karakurum, Tienşan,
Kunlunşan, Himalayalar belli başlı dağ silsileleridir. Himalayalar en önemli sıradağlardır. Yükseklikce fazla
olmasının yanında geniş Hint ovalarının ardından birdenbire yükselmeleri dikkati çeker. Kançencanga
Dağının yüksekliği 8585 m olup, kavurucu bir iklime sahiptir. Dünyanın en yüksek tepesi olan ve 8848
metreyi bulan Everest Tepesi de bu sıradağlardadır.
Üçüncü jeolojik zaman kıvrımları bulunan yerlerde sık sık depremler ve volkanik patlamalar olur.
Türkiye, İran, Pakistan Japonya bu hat üzerinde olup, son senelerde buralarda meydana gelen depremler
büyük zararlara sebeb olmuştur.
Dünyanın en yüksek ve en kalabalık dağ silsileleri arasında yine dünyanın en büyük yaylaları yer
almaktadır. Bunlardan en meşhuru Tibet Yaylası ve Orta Sibirya Yaylasıdır. Doğu Türkeli Yaylası, Pamir
Yaylası, İran Yaylası, Stannovay ve Andır yaylaları da önemli yaylalardır.
Akarsular yönünden oldukça zengin olan Asya'nın belli başlı akarsuları büyük alüvyon ovalarının
meydana gelmesini sağlarlar. Sibirya'da Kuzey Buz Denizine dökülen İrtiş ve Yenisey ırmakları büyük bir
alüvyon ovası meydana getirirler. Doğudan batıya uzanan bu düzlüğün uzunluğu 2400 kilometredir.
Pakistan'daki İndus, Hindistan'daki Ganj ve Brahmaputra ırmakları, Çin'deki Hoank Ho ve Yang Çe
ırmakları alüvyon ovaları meydana getiren büyük nehirlerdir.
Yenisey, Obi ve İrtiş ile Yang Çe, İndus, Hindistan'daki Ganj ve Brahmaputra en uzun ırmaklarıdır.
Asya'da uzunlukları fazla, suları bol olan nehirlerden, sulama için suların depolanması ve hidroelektrik
enerjisi te'mininde çok istifade edilir. Ayrıca tarım ve sanayinin ilerlemesinde geniş ölçüde faydaları
olmaktadır. Nehir taşımacılığı gelişmiştir.
Kıtada önemli yaylaların ve ırmakların yanısıra, önemli ovalar da mevcuttur ki, bunlardan bazıları;
Batı Sibirya Ovası, Ganj Ovası, Mezopotamya, Pencap, Çin ve Turan ovalarıdır. Hazar Denizi, kıtanın tek
iç denizidir. Bazı coğrafyacılar Hazar Denizini göl olarak da kabul ederler. Aral Gölü, Baykal Gölü, Balkaş
Gölü, Isık ve Van gölleri kıtanın önemli göllerinin başında gelirler.
İklim
Her türlü iklimin görüldüğü Asya kıtasını dört iklim kuşağına ayırmak en uygun yoldur. Bunlar; kuzey
ve kuzeydoğu Asya, Orta Asya, güney ve güneydoğu Asya ile Akdeniz ve Ekvator bölgesidir. Kıtanın
kuzeyinde bulunan Kuzey Buz Denizi ve Kuzey Kutbu, bölgenin iklimini tamamen etkiler. Deniz, senenin
birkaç haftası haricinde don halindedir. Irmaklar ancak yazın iki üç ay akabilir. Kalan zamanlarda don
halindedir. Kuzeyi teşkil eden Sibirya bölgesinde sıcaklık kışın -50 dereceye kadar düşmekte, yazın ise,
en sıcak mevsimde ancak l5 dereceye çıkabilmektedir.Kuzey kuşaktan hemen sonra gelen Orta Asya sert
bir kara iklimine sahiptir. Tibet Yaylasının Himalaya ve diğer dağ silsilelerinin bulunduğu bölgede sıcaklık
farkları çok yüksektir.Kara ikliminin bir başka özelliği olan yağışların az olması da haliyle mevcuttur.
Güney ve Güneydoğu Asya bol yağışlı ılıman Muson iklimine sahiptir. Yağışlar mevsimlere göre değişiklik
arz etmekte olup, yağışlarda en büyük tesir, yazın denizden karaya esen muson rüzgarlarıdır. Kışın tam
aksi istikamette, yani karadan denize doğru esen muson rüzgarları, Hindistan'dan çıkıp denizi aşarak,
Japonya'nın üzerinden geçerken, Japon adalarına bol yağmur yağmasına sebeb olurlar.
Ön Asya'da Akdeniz kıyılarında bulunan bölgelerde, ılıman Akdeniz iklimi hüküm sürer. Yaz
mevsiminde çok sıcak olan bu bölge kış aylarında ılıman ve bol yağışlı olur. Ekvator bölgesindeki adalarda
ise, bütün sene boyunca ortalama sıcaklığı 27°C olan ekvator iklimi hakimdir. Asya kıtasının en sıcak
bölgesi Arabistan ve Irak bölgesidir. Bağdat'ta yazın sıcaklık gölgede 50 dereceye kadar çıkar.
Her yönde olduğu gibi yağışlarda da büyük farklılıklar göze çarpar. Yağış ortalaması kuzeybatıdaki
çöllerde sıfırdır. Cava, Sumatra, Borneo adaları ile Birmanya'nın bulunduğu güneydoğuda yağış
ortalaması 3000 milimetreyi geçer. Akdeniz kıyıları genellikle kış aylarında bol yağış alır. Hindistan ve
Birmanya'da yaz mevsimi boyunca devam eden yağışların arkasından sık sık kış kuraklığı gelir. Kurak
mevsimin uzun olduğu bölgelerde mahsul yılda ancak bir defa ekilir. Yağışlar olmadığı zaman ekim
yapılamadığından mahsul seneye kalmaktadır. Bu sebepten Hindistan ve Çin'de yağışların yetersiz
olmasından dolayı zaman zaman büyük kıtlıklar olmuştur. Kurak mevsimin uzun olmadığı bölgelerde bir
yılda iki defa mahsul alınabilir.
Tabii Kaynakları
Bitki örtüsü: Bitki örtüsü, tabii olarak iklime bağlı olduğu içindir ki, Asya kıtasının bitki örtüsü de
iklimi ile çeşitlilik arz eder. Kuzey Buz Denizi yakınlarında, buz ve soğuktan dolayı sadece buzlar eridiği
zaman ortaya çıkan yosun ve bir iki çeşit bitkiden müteşekkil bir bitki örtüsü mevcuttur. Hiç ağaç
bulunmayan bu ovalık bölgede bulunan bu tip bitki örtüsüne "tundra" adı verilir. Tundra bölgesinin
güneyinde Tayga denilen bölge yer alır. Meşe, çam, ladin vs. ağaçlarından meydana gelen bu balta
girmemiş ormanlık bölge, kıtayı doğudan batıya bir yeşil kuşak gibi aşar. Bu Tayga bölgesinin güneyinde
Orta Asya'nın tipik karakteri olan bozkırlar ve çöller şeridi uzanır. Bu şeridin güney sınırı olan Orta Asya
dağ silsilelerinin akabinde bulunan Muson bölgesinde yaprak döken ağaçlar bol bulunur. Bu daha ziyade
kıyı bölgeleridir.
Hayvanlar:Kuzey Buz Denizi kıyılarında ayıbalığı (fokbalığı), deniz ayısı, kutup ayıları ve bazı deniz
kuşları bol miktarda bulunur. Sibirya ormanlarında ren geyiği, boz ayı, kurt, tilki, vaşak, kutup geyiği,
sincap gibi orman hayvanlarına çok sayıda rastlanır. Bozkırlarında ceylan, karaca, at, deve, tarla faresi,
dağ sıçanı, bıldırcın, bağırtlak, kırlangıç, çavuşkuşu gibi hayvanlar yaşar. Orta Asya çöllerinde ise
kertenkele, yaban eşeği ve çöl geyiği gibi hayvanlar yaşamaktadır.Hindistan ve Çin, hayvan çeşidinin bol
olduğu yerlerdir. Fakat ne yazık ki, bilgisizce ve usulüne uygun olmadan yapılan avlanmalar, çoğu
hayvanın neslini tüketmiş, çoğunun ise tükenmeye yüz tutmasına sebeb olmuştur. Kaplan ve panda,
nesli azalan hayvan türlerinin başında gelmektedir. Çakal, misk kedisi ve fravun faresi, yaygın haldedir.
Hindistan'da maymun, geyik, karaca, Hint gergedanı, Hindistan filleri, kartal, tavuskuşu, papağan, sülün,
yalı çapkını, turna, balıkçıl, timsah, kobra yılanı ve komoda başta gelen hayvan türlerindendir. Tropikal
bölgelerde maymun çeşitleri boldur. Arabistan'da ceylan sürüleri meşhurdur. Arab atı, bu bölgeye
mahsus dünyanın en iyi cins atıdır ve kıymetlidir.
Madenler: Maden bakımından oldukça zengin olan Asya kıtasında dünyada nadir bulunan
uranyumdan, en bol bulunan kömüre kadar bütün madenler çıkarılmaktadır. Arabistan Yarımadasında,
Sibirya'da ve Tibet Yaylasında petrol; Sibirya'da elmas, demir, petrol, kurşun; doğuda, altın, demir,
mangan; Hindistan'da alüminyum, mika, mangan, demir; Pakistan ve Afganistan'da krom en önemli
madenlerdendir.
Nüfus
Asya'nın 3 milyarın üzerinde olan nüfusu, dünya nüfusunun % 60'ını teşkil eder. Dünyanın en
kalabalık kıtası ünvanına da sahiptir. Asya nüfusunun % 55'i Muson bölgesinde yaşamaktadır. Sibirya
nüfus yoğunluğunun en az olduğu bölgedir. En fazla olduğu bölge kilometrekareye 1155 kişi ile Cava
Adası, ikinci olarak 385 kişi ile Hindistan ve Çin'dir. Siyah, beyaz ve sarı ırkın herbirinden çok sayıda
insan kıta üzerinde yaşamaktadır. Dünyanın en büyük şehirlerinin bulunduğu yerler Muson Asyasındadır.
Tokyo ve Şanghay nüfus itibariyle dünyanın en kalabalık yerleri sayılabilir. Çin,Hindistan, Japonya nüfus
yoğunluğu bakımından en kalabalık yerlerdir. Büyük şehirleri Pekin, Seul, Tokyo, Tiyenşan, Ankara,
Delhi, Karaçi, Bağdat, Dakka, Bombay ve Şam'dır.
Ön Asya'dan, Hindistan'a kadar olan bölgede ve kuzey bölgelerde beyaz ırk, Güneydoğu ve
Filipinlerde siyah ırk ve Orta ve uzak Doğu'da sarı ırk bulunur. Karma olan ırklar da bu kıtada mevcuttur.
40'tan ziyade ayrı devletin kurulu olduğu Asya kıtasında konuşulan diller de farklılık arz eder.
Ana dil ailelerinin hepsinin bulunduğu (Sami, Hind-Avrupa, Ural-Altay, Çin-Tibet)Asya, konuşulan
farklı lisan çokluğu bakımından Amerika ve Afrika'dan sonra üçüncü kıtadır. Arapça, Türkçe, Rusça,
Farsça, Çince, Japonca, Bengali, Hint lisanları kullanılan genel lisanlardır. Bunlardan Çince, dünyada en
fazla kullanılan lisandır. Bundan sonra İngilizce gelmektedir. Dini inanışları da çok farklı olan Asya halkı,
İslamiyet, Hinduizm, Budizm, Konfiçyüsizm, Taoizm, Şintoizm ve Hıristiyanlık dinlerine bağlıdırlar.
Hindistan'da Müslümanlar ve ineğe tapan budistler ekseriyeti teşkil eder. Halkın kültür seviyesi genel
olarak oldukça düşüktür. Halkın çoğu şehirlerde yaşamasına rağmen toprağa bağlı bir hayatları vardır.
Halkın göçebe hayatı yaşayanları genel nüfus içerisinde küçümsenemeyecek kadar çoktur. Sosyal hayatın
çok zayıf olduğu Asya'da (bilhassa Orta Asya ve Kuzey Asya'da) hayat standartları çok düşüktür.
Ekonomi
Asya'nın ekonomisi temel olarak tarıma dayalıdır. Asya'nın büyük bir kısmı tarım için pek elverişli
değildir. Buna rağmen nüfusun yarısından çoğu tarımla uğraşır. Modern tarım araçlarından ziyade iptidai
aletlerle tarım yapılır. Alüvyonlu ve volkanik topraklarda özel usüllerle senede bir kaç defa ürün
alınabilmektedir. Böylece dünya nüfusunun yarısından fazlasını beslemek mümkün olmaktadır. Rusya
topraklarında devlet çiftliklerinde tarım yapılır. Bu bölgede, tanınan yeni haklarla şahsi mülkiyete doğru
gidilmektedir. Buğday, yulaf ve çavdar başlıca ürünlerdir. Sulamanın yapıldığı Taşkent ve Semerkant'ta
pamuk üretimi pek fazladır. Orta Asya ve Kafkaslarda ayçiçeği üzüm ve çay yetiştirilir.
Güneybatı Asya'da da tarım, halkın uğraştığı en büyük iştir. Afganistan toprağının çorak olması
verimi düşürmektedir.Türkiye, İran ve Irak, tahıl ve sebzenin bol yetiştiği yerlerdir.
Nüfusun kalabalık olduğu muson Asyası'nda tarım çok küçük çiftliklerde yapılır. Genel olarak tarım
elle yapılır. Modern usüllerle ilaçlama ve gübreleme yapılmaz. Bunun yanında Japonya'da fenni usüllerle
tarım yapılır. Dönüm başına Hindistan'dakinin üç katı pirinç elde edilir. Pirincin çoğu Bangladeş,
Hindistan, Birmanya, Tayland, Kamboçya, Vietnam ve Çin'deki büyük vadilerde yetişir. Dünya pirinç
üretiminin % 90'ı bu bölgede üretilir.
Hindistan ve Çin'de şekerkamışı, şekerpancarı, sebze, Güneybatı Asya'da ise muz en önemli
ürünlerdir. Kauçuk üretimi önemli ölçüdedir. Sibirya ve Hindistan ormanlarında ormancılık yapılır.
Balıkçılık da oldukça önemli bir yer tutar. Rusya hariç diğer memleketlerin balık üretimi dünya üretiminin
% 37'sini teşkil eder. Büyük Okyanusta açık deniz balıkçılığı yapılmaktadır. Kıt'ada ulaşım imkanları
oldukça kısıtlıdır. Orta ve Kuzey Asya bu hususta çok geridir. Bu bölgenin en önemli ulaşım yolu
Sibirya'daki Tayga orman kuşağında bulunan demiryoludur. Diğer bölgelerde kağnı, yaygın bir ulaşım
aracıdır. Güney bölgelerde bilhassa Çin ve Hindistan'da bisiklet yaygındır.
AŞAR
(Bkz. Öşür)
AŞÇIBAŞI
Saraydaki mutfak hizmetleri amiri. Tarihi metinlerde “aş başçı, aş başçısı, aş işçisi, hansalar ve
ahçıbaşı” olarak geçer. Selçuklularda aşçıbaşına “emir-i çaşnigir” denirdi. Vazifeleri, matbah yani
mutfağın sevk ve idaresi ile yemeklerin pişirilmesine nezaret etmek, hükümdarın sofrasını kurdurup,
kapucubaşının kontrolünde yemekleri huzura çıkarmaktı. Yemekleri mutlaka vaktinde, usulünce takdim
edilmesinden, yemeklerin temiz ve bilhassa zehirlenmelere karşı emin olmasından kapucubaşı ile beraber
mesuldü. Bu vazifeleri “yamak” denilen yardımcı, işçi ve hizmetçiler ile yapardı.
Aşçıbaşı ve hizmetleri hakkında Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’de kıymetli malumat
vardır. Kutadgu Bilig’de bu hususta şunlar yazılıdır:
“Bu işe (aşçıbaşılığa) mükemmel ve temiz ruhlu bir insan lazımdır. İnsanlar arasından doğru, dürüst
ve seçkin bir kimse bulunmalı ve yemek içmek işini ona bırakmalıdır. Zira, gönülden bağlı olan bir kimse
(sadık) doğru ve dürüst insan, tenini, canını ve başını beyine feda eder. Beyler için her türlü tehlike
boğazdan gelir. Bu bakımdan beyler her yerde kendilerini gözetmeli ve fakat yemek içmek işinde ise
ihtiyat gözünü bilhassa açmalıdır. Ahalinin başında bulunan kimsenin birçok düşmanı olur. İşte bu
bakımdan aşçı güvenilir, doğru ve kamil bir kimse olmazsa yemek işinde beylerin durumu tehlikeye girer.
Bu iş için (aşçılık) çok eski ve emektar bir hizmetkar lazımdır ki, acıyı, tatlıyı ve diğer yemeği hem
vaktinde hazırlasın hem de beyini korusun. Zira, ihsanı devamlı bir bey, hizmeti uzun ve emeği çok olan
kimseye güvenebilir. Aşçıbaşının gözü tok ve gönlü zengin olmalı, temiz olduğu gibi, yüzü ve gözü de ay
gibi parlamalıdır. Yine o, takva sahibi, din ve şeriati (İslamiyet) tanır bir kimse olmalıdır ki, böyle
insanlardan doğruluk gelir. Aşçı temiz olursa temiz yemek verir ve bunlar da seve seve yenilir. Açgözlü
kimse ise yemeğe hasis davranır ve onu berbat eder. Yemek temiz olmazsa insanın boğazında kalır.
Temiz olmayan kimseyi yemekten uzak tutmalıdır. Aşçının yüzü ve kıyafeti güzel, tavrı iyi, saçı sakalı da
düzgün ve tıraşlı, yakışıklı ve özü sözü bir olmalıdır. Eğer aşçıbaşı, dürüst biri olmazsa onun yamakları
(yardımcıları) da dürüst olmaz. Aşçıbaşı akıllı ve bilgili olmalı, yemek vakti gelince elini çabuk tutmalı;
usul ve erkanı dairesinde hizmeti ile girip çıkarken daima önüne bakmalıdır. İşte aşçıbaşı böyle bir kimse
olursa, sofra ve kapları iyi idare eder. Beyi de ondan şüphe etmeden yemeğini yiyebilir.”
AŞÇIZADE HASAN ÇELEBİ
Osmanlı Devleti alim ve divan şairlerinden. 16. yüzyılda yaşamıştır. İsmi Hasan Çelebi olup,
“Aşçızade” lakabı ile meşhurdur. Gelibolu’da doğan Aşçızade’nin, doğum tarihi belli değildir. Aşçızade,
devrindeki birçok alimlerden ders alıp çeşitli ilimleri okudu. Karamani Kerez Seydi’ye talebe oldu. Daha
sonra Edirne’de Sultan Bayezid Han Medresesindeyken, hocasının mu’idi (yardımcısı) oldu. Bu
hizmetinden sonra sırasıyla; Gelibolu, Tokat ve İznik medreselerinde müderrislik yaptı. Bundan sonra da
Edirne’de Üç Şerefeli medreselerinin birinde ve sonra Sahn-ı seman Medresesinde müderris oldu. Çok
kimseler ondan ilim ve feyz alıp, çok istifade etti. Daha sonra Bursa kadılığına tayin edildi. Uzun müddet
adaletle hükmederek, beldeyi şenlendirip şereflendirdi. Bu vazifeden ayrılarak ikinci defa Sahn-ı seman
Medresesinde müderris oldu. Ağır ve şiddetli bir hastalık olan nekrise yakalanınca emekli oldu. 1535
senesinde vefat etti. Bursa’da Zeyniler Tekkesinde medfundur.
Aşçızade Hasan Çelebi, fazilet ve marifet sahibi, ilim ve hikmet kaidelerini iyi bilen her ilimde mahir
yüksek bir alimdi. Sözleri gayet fasih ve beliğdi. Yumuşak huylu, lütuf ve ihsanları bol ve cömertti. Güler
yüzlü bir kimse olduğundan, herkes meclislerinde bulunmaktan büyük zevk alırdı. Tabiatı, yaradılışı hoş,
sözleri tatlı ve güzeldi. Zamanının eşsiz zatlarından biriydi. Şiirlerinin toplandığı bir Divan'ı vardır. Farisi
olarak da şiir yazmıştır. Riyazi, Sehi ve Latifi tezkirelerinde şiirlerinden örnekler vardır. Şu beyti pek
meşhurdur:
Nice tahrir ideyim vasfını derd ü elemün
Bağrı yufka kağıdun gözleri yaşlu kalemün
Manası: Derdin, üzüntünün niteliklerini yazamam ki, kağıdın bağrı yufka (üzüntüye tahammülsüz),
kalemin de gözü yaşlıdır (dertten bahsedilince hemen ağlamaya başlıyor).
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE
Peygamber efendimiz tarafından Cennet'e girecekleri dünyadayken müjdelenen on Sahabi
(Peygamberimizin arkadaşı). Aşere-i mübeşşere şunlardır: Hazret-i Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha,
Zübeyr, Abdurrahman bin Avf, Said bin Zeyd, Sa'd bin Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde bin Cerrah (radıyallahü
anhüm).
Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde bildirdiği hadis-i şerifte Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ebu
Bekr Cennet'tedir. Ömer Cennet'tedir. Osman Cennet'tedir. Ali Cennet'tedir. Talha
Cennet'tedir. Zübeyr Cennet'tedir. Abdurrahman bin Avf Cennet'tedir. Sa'd ibni Ebi Vakkas
Cennet'tedir. Said ibni Zeyd Cennet'tedir. Ebu Ubeyde ibn'ül-Cerrah Cennet'tedir."
Muhammed aleyhisselamın ümmetinin en üstünleri O'na iman ederek, mübarek yüzünü görmekle
şereflenen Eshab-ı kiramdır. Eshabın da en üstünleri Hudeybiye'de Resulullah efendimize biat edip söz
verenlerdir. Bunların da en üstünleri Bedir Savaşında bulunanlardır. Bunların da en üstünleri ilk
Müslüman olan kırk kişidir. Bunların da en üstünleri Aşere-i mübeşşere; bunlardan en üstün olanları da,
Hulefa-i raşidin yani dört halife olup, üstünlük sırasıyla hazret-i Ebu Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman
ve hazret-i Ali'dir.
AŞI
Alm. Impstoff, Impfung, Fr. Vaccin, İng. Vaccine. Vücuda önceden belli maddeler (canlı mikrop,
ölü mikrop, mikrop antijenleri gibi) vererek kişide belli hastalıklara karşı özel dayanıklılık durumu
geliştirme işlemi.
Mikropların vücuda girip çoğalmalarına “enfeksiyon”, vücuda yabancı olup da vücutta karşı
reaksiyon uyandıran maddelere de “antijen” denir. Vücutta yabancı maddeye karşı çıkan savunma
maddelerine “antikor” denmektedir. Başta çeperleri olmak üzere mikropların maddeleri vücut için iyi
birer antijendirler.
Birçok enfeksiyon hastalığında, hastalığı geçirdikten sonra, kişide, o hastalıklara karşı bir dayanıklılık
durumu (bağışıklık) ortaya çıkar. O halde, bu hastalıklara karşı sun’i tedbirlerle kişilere bağışıklık
kazandırmak imkanı vardır.
Bu bağışıklık kazandırma; ya insan vücuduna zararsızlaştırılmış, etkisizleştirilmiş antijenleri münasip
yollarla vererek veya başka bir bünyenin (insan, at, sığır) o mikroba karşı yaptığı antikorları alıp vermekle
(serumları ile) olur. Bu işlerden birincisine aktif bağışıklama, ikincisine de pasif bağışıklama denir.
Aktif bağışıklık: Antijen verilir. Vücut kendi gayretiyle antijene karşı savunma maddelerini, yani
antikorlarını hazırlar.
Pasif bağışıklık: Başka organizmada, o mikroba karşı meydana gelmiş antikorlar (gamma globulinli
serum) verilir. Tesiri çok çabuk başlar, ama bir kaç hafta gibi çok kısa bir zaman devam eder. Aktif
bağışıklamada ise (aşılama ile) bağışıklık süresi yıllarla ölçülür.
Bakterilerce ifraz edilen (salınan) zararlı maddelere, diğer bir deyişle bakteri zehirlerine toksin
(ekzotoksin) denir. Toksinlerin zararsızlaştırılmasıyla, bakterilerin toksinlerine karşı da aşılar yapılmıştır.
Bunlardan en başta gelenleri difteri ve tetanos aşılarıdır (toksoit).
Mikropları genel olarak dört ana grupta toplamak mümkündür. Bunlar: Bakteriler, mantarlar,
virüsler ve parazitlerdir. Bu mikroorganizmalardan virüsler hariç, diğerleri canlılık özellikleri gösterirler.
Bunların kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilme ve üreme özellikleri vardır. Virüsler ise kendi
başlarına yaşama özellikleri olmayan, hücreler içine girerek ancak onlarda üreyebilen varlıklardır. Virüs,
kendisi için gerekli maddeleri, içinde parazit olarak yaşadığı hücreye yaptırır.
Başarılı bir şekilde bağışıklık kazandırmak, virüs hastalıklarına ve bakteri toksinleri ile olan
hastalıklara karşı mümkündür. Bakterilerin üremesi ile olan enfeksiyon hastalıklarında başarı o kadar
fazla değildir.
Buna göre antiviral, antibakterial ve antitoksin bağışıklıklarından söz etmek mümkündür.
Difteri, tetanos, şarbon, botulizm (konserve gıda zehirlenmesi) gibi hastalıkların belirtileri;
bakteriler değil, bakterinin salgıladığı ekzotoksinler sebebiyle ortaya çıkar. Ekzotoksinin sebep olduğu
hastalıklarda vücut savunma maddelerini, yani antikorlarını bakteriye karşı değil de, toksinlere karşı
yapar. Böylece antitoksik bir bağışıklık ortaya çıkar. Bakteri toksinleri ile meydana gelen hastalıklarda
hasıl olan bağışıklık uzun sürelidir. Toksinlere karşı olan bağışıklık, zehirliliği giderilmiş toksinlerin
(toksoitlerin) zerk edilmesi ile olur. Böyle imal edilen toksoitler vücuda zerk edilince kişide bağışıklık