Yaylacılık metoduyla çok sayıda koyun ve sığır beslenir. Hanak ilçesine bağlı bir bucakken 1992 senesinde
ilçe merkezi haline getirildi.
Göle: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 44.953 olup, 7542'si ilçe merkezinde, 37.411'i köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 31, Çayırbaşı bucağına bağlı 24 köyü vardır. Yüzölçümü 1420
km2 olup, nüfus yoğunluğu 32'dir. İlçe toprakları dağlık olup yüksek bir platodan meydana gelir.
Güneyinde Allahüekber Dağları, kuzeyinde Uğurlu Dağı yer alır. Dağların kuzey yamaçları ormanlarla
kaplıdır. Toprakların orta kesiminde yer alan Göle Ovası denizden 2000 m yüksekliktedir. Başlıca
akarsuyu Kura Çayıdır.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. Geniş otlaklarda çok sayıda sığır beslenir. Koyun yetiştiriciliği
önemli düzeyde yapılır. Canlı hayvan ticareti yaygın olarak yapılır. Süt Endüstrisi Kurumuna bağlı bir süt
toplama merkezi vardır. Mandıra ve süt işleme merkezlerinin sayısı çoktur. Az miktarda arpa, buğday ve
patates üretimi yapılır.
İlçe merkezi, Oltu-Ardahan karayolu üzerindedir. Kars'a bağlı bir ilçeyken Ardahan'ın 1992
senesinde il olması üzerine buraya bağlandı. Denizden yüksekliği 2280 metredir. İlçe belediyesi 1926'da
kurulmuştur.
Hanak: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 18.393 olup, 3082'si ilçe merkezinde, 15.311'i köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bağlı 25 köyü vardır. İlçe toprakları dağlar ve dalgalı düzlüklerden
meydana gelir. Batasında Yalnızçam Dağları, kuzeydoğusunda Keldağı yer alır. Dağlardan kaynaklanan
sular, küçük dereler vasıtasıyla Kura Çayına katılır.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. İklim şartlarının elverişsiz olması yüzünden sadece buğday, arpa
ve patates yetiştiriliri. Yaylacılık metoduyla çok sayıda sığır ve koyun beslenir. İlçe merkezi, Yalnızçam
Dağlarının güney eteklerinde bir dere kıyısında kurulmuştur. Kars-Posof karayolu ilçeden geçer. 1958'de
ilçe olan Hanak'ın belediyesi aynı sene kurulmuştur. Eski ismi Ortahanak'tır. Kars'a bağlı bir ilçeyken
Ardahan'ın 1992'de il olması üzerine buraya bağlandı.
Posof: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 18.661 olup, 2208'i ilçe merkezinde, 16.453'ü köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağına bğlı 26, Binbaşı Eminbey bucağına bağlı 22 köyü vardır. Yüzölçümü 607
km2 olup, nüfus yoğunluğu 31'dir. İlçe toprakları akarsu vadileriyle derin biçimde parçalanmış dağlık
alanlardan meydana gelir. Yalnızçam Dağları toprakları engebelendirir. Dağlardan kaynaklanan suları
Posof Çayı toplar. Posof Çayı Vadisinde düzlükler vardır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri patates, arpa, buğday ve elma olup, az miktarda
armut ve fasulye yetiştirilir. Hayvancılık gelişmiş olup, önemli gelir kaynağıdır. Yaylacılık metoduyla en
çok koyun beslenir.
İlçe merkezi, Posof Çayı Vadisinin kuzey yamaçlarında kurulmuştur. Gelişmemiş bir yerleşim
merkezidir. Ormanları ve güzel yaylaları vardır. İlçe belediyesi 1923'te kurulmuştur. Kars iline bağlı bir
ilçeyken 1992 senesinde Ardahan il olunca buraya bağlandı.
Tarihi Eserler ve Turistik Yerleri
Ardahan, tarihi eserler ve tabii güzellikler bakımından zengindir. Tarihi eserlerin büyük kısmı harap
durumda veya yıkılmıştır. İlk yapılış şeklini koruyan eser çok azdır.
Ardahan Kalesi: Merkez ilçede Kura Irmağının kıyısığnda yapılmıştır. 1556'da yeniden tamir
ettirilen kale, günümüzdeki halini almıştır. Yapısı Anadolu ve Rumeli hisarlarına benzemektedir. Surların
uzunluğu 745 m olup, 14 kulesi mevcuttur.
Şeytan Kalesi: Çıldır ilçesinde Yıldırımtepe köyünün kuzeydoğusundadır. Kalenin içinde çeşitli yapı
yıkıntıları vardır. Kalenin kuzeyi dik kayalık, güneyi ise derin dere yatağıdır.
Mesire yerleri: Ardahan ili, yaylaları ve gölleri bakımından zengindir. İlin havası temizdir. Çıldır
Gölünün kıyısında kamp kurma ve balık tutma imkanı vardır. Göle ve Posof ormanları gezilmeye değer
güzel yerlerdir.
ARDIÇ (Juniperus)
Alm. Wacholder (m), Fr. Geniévre, İng. Juniper. Familyası: Servigiller (Cupressaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler: Akdeniz bölgesi-Orta Anadolu
Kışın yapraklarını dökmeyen daimi yeşil ağaçlardan. Yaprakları küçük pulsu veya iğne şeklinde olup
1-2 cm uzunluğundadır. Bir evcikli veya iki evcikli bitkilerdir. Ardıç yemişi diye anılan kozalakları dişi
ağaçlar üzerinde bulunur. Ardıç türleri kozalaklarının büyüklüğüne, rengine ve özellikle her kozalağın
içinde bulunan tohumlarının sayısına göre birbirinden ayırt edilir.
Çeşitleri ve kullanıldığı yerler: Sıcak iklimlerde ve korunmuş alanlarda ağaç gibi büyümesine
karşılık, soğuk bölgelerde çalı manzarasındadırlar. Genel olarak odunu yumuşak ve dayanıklıdır. Kurşun
kalem yapılır. Kerestesi de demiryolu traversi olarak kullanılır.
Bütün Kuzey Yarımküre’de yetişen 60 türü vardır. Memleketimizde 8 ardıç türü yetişmekte olup
önemlileri şunlardır:
Katran ardıcı (Juniperus oxycedrus): Trakya ve Anadolu’da yaygındır. Çalı veya küçük bir ağaç
şeklindedir. Yaprakları üçlü ve batıcıdır. Kozalakları kırmızımsı olup iki tohumludur. Dallarından elde
edilen katranı cilt hastalıklarında kullanılır.
Adi ardıç (Juniperus communis): Memleketimizde Trakya bölgesinde tesadüf edilen çalımsı veya
küçük ağaçlardandır, yaprakları batıcıdır. Kozalakları mavimsi siyah renkli, üç tohumludur. İdrar
söktürücü olarak kullanılır.
Bodur ardıç (Juniperus nana): Memleketimiz dağlarında, özellikle Kuzey Anadolu dağlarında geniş
topluluklar meydana getirir. Kozalakları mavimsi siyah renklidir. Yenir ve idrar söktürücü özelliktedir.
Kokar ardıç (Juniperus foetidissima): Doğu Akdeniz Bölgesi ağacıdır. Memleketimizin dağlık
yerlerinde yetişir. Sürgünleri dört köşeli, kozalakları mavimsi siyah renkli, 1-2 tohumludur. Yapraklar
ezildiği zaman fena kokular çıkarır.
Yüksek ardıç (Juniperus excelsa): Memleketimizin dağlık bölgelerinde yetişir. Sürgünleri dört
köşeli değildir. Kozalakları mavimsi siyah renkli, 4-6 tohumludur.
Finike ardıcı (Juniperus phoenicea): Batı ve Güney Anadolu’da yetişen çalımsı, bodur
ağaçlardandır. Kozalakları kızılımsı kahverengi, 4-9 tohumludur.
ARDIÇ KUŞLARI (Turdus-Monticola)
Alm. Rötel, Fr. Merle, İng. Thrush. Familyası: Karatavukgiller (Turdidae). Yaşadığı yerler:
Kutuplar hariç dünyanın her yerinde. Özellikleri: 20-26 cm uzunlukta, göçücü kuşlardır. Gagaları
oldukça uzun, yandan basık ve ön uçları hafifçe kertiklidir. Ömrü: 25 sene kadardır. Çeşitleri: Gerçek,
gök, kaya, kolyeli, ökse ardıç en meşhurlarıdır.
Karatavuk ailesinden tombul vücutlu ve güzel ötücü kuşlar. Gaga ve bacakları uzuncadır. Eski ve
Yeni dünya kıtalarında yaşarlar. Orman ve nemli çayırları severler. Gerçek ardıç kuşunun başı gri, sırtı
kahverengi, kuyruğu siyah, göğsü beyaz olup üzerinde damla gibi siyah lekeler vardır. Uzunluğu 26 cm
kadardır. Asya ve Avrupa’da orman kenarları ve parka benzer yerlerde, nemli çayırlarda yaşarlar. Sürü
hayatını çok severler. Hızlı ve sinirli bir uçuş tarzı vardır.
Ardıç kuşunun ilk görünmesi baharın müjdecisidir. Sonbaharda güneye doğru göç ederler. İlkbahar
başlangıcında tekrar kuzeye dönerler. Saatte 48 km hızla uçar (kırlangıç, ardıçın iki misli hızla uçar).
Ağaç üstünde, kovuk ve yarıklarda yuva yapanları olduğu gibi, toprak üstüne kuranları da vardır.
Yuvaların üstü açıktır. Her defasında 4-6 adet benekli yumurta yaparlar ve senede iki defa kuluçkaya
yatarlar. Kuluçka süreleri 13-14 gündür. Yavruları iki hafta içinde gelişip uçar. Senede 1-2 defa kuluçka
olurlar.
Böcek, salyangoz ve kurtçukları yerler. Fakat besinlerinin % 70’i üzüm nevinden tohumlardır. Adını,
ardıç tohumuna olan düşkünlüğünden almıştır. Gayet obur olup, üzüm yemeğe de düşkündür. Bağ
bozumu zamanı gayet semiz olur. Kolaylıkla avlanan bir kuştur. Eti pek lezzetli ve makbüldür. Kara tavuk
gibi ziraat için zararlı kuşlardandır.
Bülbül, ardıç bülbülü, buğdaycıl bülbül, nar bülbülü de bu aileden(familyadan)dır.
AREFE
Zilhicce ayının dokuzuncu günü, Kurban bayramından bir önceki gün. Lügatte “tanıma” manasına
gelir. Başka günlere ve Ramazan bayramından önceki güne Arefe denmez. Müslümanlığın beş şartından
birisi de hali vakti yerinde olan zenginlerin hacca gitmesidir. Haccın şartlarından biri ise; Arefe günü
Arafat’ın Vadiy-i Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde, öğle ve ikindi namazlarından sonra
vakfeye durmaktır.
Bu ibadet bir gün önce olursa, hac kabul olmaz. O bakımdan haccın kabulü, Arefe gününün doğru
olmasına bağlıdır. Arabi aylar gökteki hilalin görülmesi ile başlar. Hilalin görülmesi hesap ile anlaşılan
gün veya bir sonraki gündür. Hiçbir zaman bir önceki gün değildir.
Arefe, İslam dininin kıymet verdiği günlerdendir. Bu hususlarda Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve
sellem buyurdu ki:
Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Allahü tealänın kıymet verdiği bir gündür.
Arefe gecesi ibadet edenler Cehennem’den azad olur.
Arefe günü ibadet edenlerin iki senelik günahları affolur. Biri geçmiş senenin, diğeri
gelecek senenin günahıdır.
Arefe günü bin ihlas okuyanın bütün günahları affolur ve her duası kabul olur. Hepsini
besmele ile okumalıdır.
ARENA
(Bkz. Boğa Güreşi)
AREOMETRE
(Bkz. Hidrometre)
ARGON
Alm. Argon, Fr. Argon, İng. Argon. Soygazlardan bir element. Sembolü Ar, erime noktası -189
derece, kaynama noktası -185,7 derecedir. Üç tane izotopu vardır. Atom numarası 18’dir. Elektron dizilişi
(Ne) 3S23P6dır. Kuru havada % 0,93 (ağırlıkça) oranında bulunmaktadır. Buradan anlaşılacağı üzere
kuru havada azot ve oksijenden sonra çokluk bakımından üçüncü elementtir. Havanın karbondioksit
miktarından 30 kat fazladır.
Argon asal gaz olduğu için kimyasal reaksiyona girmez. Tek atomlu bir gazdır. Daima sıfır değerlikli
atomlar halinde bulunur.
Tarihçesi: 1892 yılında Lord Rayleigh, hem hava azotunun, hem de kimyasal yoldan elde edilen
saf azotun yoğunlunu hassas olarak ölçtü. Hava azotunun yoğunluğunu daima 1,2567, saf azotunkini de
1,2505 gr/lt olarak buldu. Arada bir fark vardı ki, bunun olmaması gerekirdi. Lord Rayleigh ve arkadaşı
Sir William Ramsey, şu fikri savundular: Havada, azotun yanında yoğunluğu azotun yoğunluğundan
büyük meçhul bir gaz vardır. Ramsey, havadaki azot ve oksijeni kimyasal yolla ortamdan aldı ve geriye
bir gazın kaldığını gördü. Geriye kalan gazın molekül ağırlığını 39,94 olarak buldu. Ayrıca bunun yeni bir
element olduğu, spektroskopik metodlarla tesbit edildi. Bu elemente etkin olmayan anlamına gelen Argon
ismi verildi. Asal gazlar içinde ilk keşf edilen elementtir. Bundan hemen sonra da kripton, xenon ve neon
bulundu.
Kullanılışı: Elektrik lambalarının doldurulmasında, ideal inert atmosfer meydana getirmede, ark
teşekkülünü önlemede ve gaz kromotografisinde (taşıyıcı gaz olarak) kullanılır.
ARI (Apis)
Alm. Biene (f), Fr. Abeille, İng. Bee. Familyası: Arıgiller (Apidae). Yaşadığı yerler: Dünyanın
çiçekli alanları. Özellikleri: 15-25 mm boyunda. Vücut genellikle çok tüylü. Çoğu soliter(yalnız), az bir
kısmı cemiyet hayatı yaşar. Ömrü: Bal arısının faal işçileri 6 hafta, erkekler 5-6 ay, bey arı 4-5 yıl yaşar.
Çeşitleri: Bal, çömlekçi, mazı, kağıt, tarla, kazıcı, testereli, sondajcı arı çeşitleri meşhurdur.
Zar kanatlılar (Hymenoptera) takımının, çoğunlukla arıgiller (Apidae) familyası türlerine verilen
genel ad. Bütün böceklerde olduğu gibi, vücutları baş, göğüs ve karın olmak üzere üç bölümden meydana
gelmiştir.
Başın yanlarında bir çift petek göz, tepe kısmında üç adet nokta (osel) göz ve bunların yakınında da
koku alma ve dokunma organı olarak kullanılan bir çift anten yer alır. Ağız organları, yalayıp emici,
bazılarında kemiricidir. Göğüs kısmından, üç çift eklemli bacak ve iki çift az damarlı, şeffaf kanatlar çıkar.
Ön kanatlar, arka kanatlardan daha büyüktür. Arka kanatların ön kenarlarında bir sıra kıl çengel bulunur.
Uçuş esnasında çengeller ön kanatlara bağlanarak kanat çiftleri birlikte hareket ederler.
Dişilerde, karın kısmının arka ucunda içeri çekilebilen yumurtlama borusu bulunur. Bununla
yumurtalar istenilen yerlere (petek, bitki veya hayvanların içlerine) bırakılır. Testereli arılarda yumurta
koyma boruları isminden de anlaşılacağı gibi testere şeklinde dişlidir. Bazı arılarda bu borunun
yumurtlamayla ilgisi yoktur. Zehirli iğne şeklini almıştır. Sokmaya ve bağlı olduğu zehir bezinin salgılarını
akıtmaya yarar.
Yaban arılarının çoğu yalnız yaşarlar. Bal arıları, cemiyet hayatı yaşayan, polen ve balla beslenen
çok faydalı böceklerdir.
Bal arısı (Apis mellifica): Cemiyet hayatı en düzenli hayvan bal arısıdır. Dünyanın her tarafına
yayılmış olmakla birlikte anavatanı Batı Asya veya Anadolu olarak bilinir. Yabani şekilde yaşayan iki türü
daha bulunmakla birlikte, evcilleştirilen sadece “Apis mellifica” olarak bilinen türdür.
Arıların hayatları hakkında en iyi bilgi onları kovanlarında veya kovanlarının yakınlarında gözlemekle
elde edilebilir. Kovan içine bakıldığında dikey vaziyette asılmış balmumu tabakaları ve onların üzerlerinde
petek yapmaya çalışan arılar görülür. Balmumu tabakasının her iki yüzeyinde de petek hücreleri bulunur.
Balmumu, işçi arıların karın halkalarının arasındaki bezlerden salgılanır. İşçi arılar orta ayaklarında
bulunan balmumu çubuğu ile balmumunu toplayarak ağıza götürür. Çeneleri arasında çiğneyerek
kullanılabilecek kıva getirir. Karın yüzeyleriyle de cilalıyarak altıgen prizma şeklinde binlerce petek
yaparlar.
Petekler altıgen prizma şeklinde olup, en az balmumuyla en çok balı depo edebilecek şekilde imal
edilirler. 500 gram balmumundan otuz beş bin petek yapılıp, içine 10 kg bal saklanır.
Yapılan petekler kuvvet ve hafiflik bakımından birer harikadır. Duvarları santimetrenin 1/500’ü
inceliğinde olup kendi ağırlığının 30 mislini taşıyabilir. Altıgen prizma aynı zamanda dışarıdan zorlamaya
karşı en dayanıklı şekildir. Petek hücreleri o kadar muntazamdır ki, on sekizinci asırda yaşamış Fransız
bilim adamı Remaur, bu hücrelerin çaplarının milletlerarası bir ölçü olarak kullanılmasını teklif etmiştir.
Bütün petekler aynı büyüklükte değildir. İhtiyaca göre değişik konum ve şekillerde olurlar. Bir kısmı
polen (çiçek tozu) veya balla doldurulmuştur. Boş olanlara ise, bey arı tarafından birer adet yumurta
bırakılır.
Arılar, boruya benzer emici dilleriyle nektar da denen bal özünü çiçeklerin taç yapraklarının
diplerinden emerler. Midelerinin ilk bölümü olan “bal midesi”ne aktarırlar. Burada midenin özsuları
balözünün şekerlerini daha basit şekerlere çevirirken, başka maddeler de katılır. Toplanan balözünün
gerilere gitmesine mani olmak için bal midesinin sonunda bir vana (valv) sistemi bulunur. Bu vanadan
sonra sindirim enzimleri ihtiva eden “asıl mide” gelir. Bunun da arka ucu boşaltım organlarına bağlıdır.
Ancak hayatı için lüzumlu çok az miktarda balözü, bal midesinden sindirim midesine aktarılır.
Balözü ile kovana dönen arı, bal midesindeki bu tatlı sıvıyı genç işçilerin ağzına kusar. Onlar da bunu
ağızlarındaki salgılarıyla karıştırır ve kendi aralarında dilden dile geçirerek içindeki suyun bir kısmını
buharlaştırırlar. Sonra boş peteklere doldururlar. Artık bu sıvı, zevkle yediğimiz baldır. Yuvada görevli
diğer işçi arılar, peteklere dolan balı daha fazla buharlaştırmak için, petek hücrelerinin üzerinde devamlı
kanat çırparak hava akımı sağlarlar. Depolama sırasında da baldaki suyun bir miktarı daha buharlaşarak
bal yoğunlaşır. Bu işlemlerden sonra peteklerin ağzı, balmumu kapağı ile iyice kapatılır.
Bir kovanda 50-60 bin kadar arı bulunur. İyi bir mevsimde bir kovandan günde 1 kg bal üretilir.
Yarım kilo bal için 37 bin arı yükü bal gerekir. Bal arılarında düzenli bir cemiyet hayatı mevcuttur. Bir bal
arısının yalnız başına 2-3 günden fazla yaşayamadığı gözlenmiştir. İki tanesi ancak bir hafta kadar
yaşayabilmiştir. Bir kovanın kurulabilmesi için de, en az 40 bal arısına ihtiyaç vardır. Bunların arasında
da yumurtlayan kraliçe ana arının olması şarttır.
Petekler arasına göz atıldığında bütün hücrelerin bal ile doldurulmadığı, bir kısmında yumurta ve
bazılarının içinde “sürfe” adı verilen kısa tombul, beyaz kurtçuk bulunduğu görülür. Sürfelere “larva”
veya “tırtıl” da denir. Bunlar arının bebek devresidir. Arı cemiyetinde yaş esasına göre düzenli bir iş
bölümü vardır.
Yumurtalar 3 günden sonra çatlayarak açılır, içinden gözsüz (kör) ve bacaksız larva çıkar. Larvaların
hepsi ilk 3-4 gün, hizmetçi arıların yutak altı bezlerinden salgılanan, vitamin ve proteince zengin arı
sütüyle (royal jelly = kraliyet peltesi) beslenir ve hızla büyürler. Bu beslenme devresinden sonra larvalar,
çiçek tozuyla karıştırılmış bal yerler. Bu bal - polen karışımına “arı maması” denir. Çiçek tozu, arılar için
gerekli bütün proteinleri ihtiva eder. Bal ise, çeşitli vitamin, şekerler, protein ve sindirime yardımcı
enzimlerce zengindir. Arı maması, dadı arıların midelerinde kısmen sindirildikten sonra yemeleri için
larvaların yanına bırakılır.
Larvaların çoğu polen-bal karışımı ile beslenmeye başlarken birkaç tanesi ise arı sütüyle beslenmeye
devam eder. Bu beslenme farkı, larvanın gelişiminde harikulade bir değişiklik yapar. Bal ve çiçek tozu ile
beslenen larvalardan daima işçi veya erkek arılar gelişir. İşçi arılar dişi oldukları halde kısırlaşmışlardır,
yumurtlayamazlar. Yumurtlama organları, arı iğnesine dönüşmüştür. Arı sütüyle beslenmeye devam
eden dişi larvalardan ise kraliçe arılar meydana gelir. Kraliçe (Bey) arılar hem yumurtlama organlarına,
hem de eğri zayıf bir iğneye sahiptir. Erkek larvalar, biraz daha büyükçe petekler içinde bulunur.
Üç günlük yumurtalardan çıkan kurtçukların her biri günde 1000-1300 defa beslenir. 24 saat içinde
ilk ağırlığının 5 katı büyür. Altı günde 1570 kere büyür. Beşinci günün sonunda pupa (koza) devresine
girer. Bakıcı arılar kozaya giren hücreleri balmumu kapağı ile kapatırlar. Pupa devrine giren larvanın kısa
bir süre sonra ipek salgı bezleri çalışmaya başlar. Ağzından çıkan ince ipliklerle etrafına ipekten bir koza
örer. Koza içinde vücudu yavaş yavaş kanatlı arıya dönüşür. 12 günlük koza devresinin sonunda kapağı
yırtarak genç bir arı olarak dışarı çıkar. Eğer hücreleri yırtıp çıkan erginler gözlenebilirse bunların arasında
işçi, erkek ve kraliçe arı görülebilir. Erkek arılar, işçilerden; kraliçe ana arı ise hepsinden daha iridir.
İşçi arılar: 14-15 mm boyundadırlar. Küçük gözleri, polarize ışığa karşı hassastır. Petek gözler ise,
bizim göremediğimiz morötesi ışınlara karşı hassastır. Su, nektar ve bal emmek için boru şeklinde dilleri,
koklama ve dokunmak için antenleri, saldırı ve korunmak için iğneleri, uçmak için iki çift kanatları,
tutunmak ve yürümek için üç çift bacakları mevcuttur. Her ayak ucunda iki sivri çengel ve bunların
arasında yapışıcı birer yastık vardır. Ön bacaklarında petek gözlerini temizlemek ve vücudunun ön
kısmına yapışan çiçek tozlarını toplamaya yarayan kıllardan meydana gelmiş fırçalar ile bunların arasında
birer anten temizleme cihazı yer alır. Orta bacaklarında ise, balmumunu toplamaya yarayan birer çubuk
ile ön ayak ve göğüse yapışan çiçek tozlarını toplamaya yarayan polen fırçası görevi yapan kıllar
mevcuttur. Arka bacaklarda ise çiçek tozlarını doldurmak için birer kıl sepetçik bulunur. Ayrıca
vücutlarında yer çekimini, rüzgar hızını, kovan sıcaklığını, uçuş sıcaklığını ölçmeye yarayan hassas duyu
organları mevcuttur. Esas itibariyle kısır dişilerdir. Altı hafta (40 gün) kadar yaşarlar (kışın 5-6 ay
dayanırlar). Kancalı iğneleri vardır. Beyinleri, erkek arılardan daha büyükçedir. Arı kovanının bütün
işlerini yaş esasına göre işçi arılar yaparlar. Çiçek tozu, balözü toplar, petek yapar, larvalara bakar,
kovanı temizler ve havalandırırlar. Dışarıdan saldıran düşmanlara iğneleriyle karşı koyarlar. Her arı
cemiyetinin kendilerine has kokuları vardır. Kovan nöbetçileri bu kokuyu taşımayan fertleri içeri
sokmazlar.
Erkek arılar: İlkbaharda ortaya çıkarlar. İşçilerden iri kafalı olmalarıyla ayrılırlar. Sayıları bir kaç
yüz (200-300) kadardır. 3-6 ay kadar yaşarlar. Tek işleri kraliçeyle (ana arıyla) çiftleşmektir. İşçi arılar
tarafından beslenirler. İşçi arıların çok iyi gördüğü sarı renge karşı kördürler. Morötesi ışığa karşı ise son
derece hassastırlar. Bu özelliklerini zifaf uçuşu esnasında yön bulmada kullanırlar. Sonbahar
başlangıcında kraliçeyle yaptıkları “zifaf uçuşu”ndan sonra artık kovan için yük olmaya başlarlar.
Sonbahar sonlarında işçi arılar tarafından kovandan atılır veya öldürülürler.
Arı beyi (Kraliçe-Ana arı): Kovanda tektir. Boyu 18-20 mm kadardır. 4-5 yıl kadar yaşar. Kovanda
yumurtlayabilen tek dişidir. Tek işi yumurtlamaktır. Ortalama olarak dakikada 2, günde 2500 ve ömrü
boyunca iki milyon yumurta yapabilecek durumdadır. Kendisinin, yumurta ve yavrularının bakımı, dadı
işçi arılar tarafındn sağlanır. Arı sütüyle beslenir, bakım ve temizliği yapılır. Arı sütü, işçi arıların yutak
altı bezlerinin ürettiği vitamin ve proteince zengin bir madde olup, çiçek tozu ve balla karıştırılarak
kraliçeye yedirilir.
Kovandaki en mühim arı olduğu halde, kovan idaresiyle alakası yoktur. Yalnız bir çeşit hormon
salgılayarak kovandaki arıların davranışlarını kontrol altında tutar. Bu hormonları işçi arılar, kraliçenin
vücudunu tımar ederek temizlerken ağzından alır ve ağızdan ağıza yiyecek değiştirme esnasında koloniye
yayarlar. Hormonun kolonide yayılışı, kraliçenin hayatta olduğunu haber verdiğinden, kovandaki
faaliyetler normal devam eder. Kovanın gerçek idarecileri işçi arılardır. Nerede ne zaman balözü
toplanacağına, kraliçe arının nereye yerleştirileceğine, yeni bir koloni kuracak arıların ne zaman
kovandan çıkarılacağına karar veren hep onlardır. Balmumu hazırlamak, yumurta ve yavruların bakımı,
kovanın temizlik ve savunması hep onlara aittir. Kraliçe arının kararlarda hiç rolü yoktur.
Hücresini yırtıp çıkan genç kraliçe, rakip kraliçe larvalarını iğneleyerek tahrip eder. Kozadan çıktıktan
7 gün sonra kovanın bütün erkeklerini peşine takarak “zifaf uçuşu” için havanın çok yükseklerine çıkar.
Zayıf, yaşlı iyi beslenememiş erkekler çok geçmeden kraliçeyi takipten vazgeçip boşlukta kaybolur.
Geride sadece yorulmak bilmez bir grup kalır. Kraliçe, zifaf uçuşunda altı veya daha fazla erkekle eşleşir
ve eski kraliçenin yerini almak üzere kovana döner.
Eski kraliçe, yeni kraliçenin hücresini yırtıp çıkmasından bir hafta önce işçilerin yarısına yakınını
alarak yeni bir kovan kurmak için kovandan ayrılır. Bu toplu halde kovandan ayrılmaya “oğul verme”
denir.
Zifaf uçuşunda kraliçe ile eşleşen erkekler, kraliçenin ömrü boyunca vücudunda depolayacağı
milyonlarca sperm aktarır. Kraliçe bu spermleri vücudundaki özel bir bölmede (sperm kesesinde) ömrü
boyunca canlı olarak muhafaza eder. Spermler, kraliçenin yaşadığı müddetçe yumurtlayacağı yumurtaları
aşılamaya (döllemeye) yarar. Kraliçe, istediği zaman döllenmiş, istediğinde döllenmemiş yumurta
yumurtlayabilme özelliğine sahiptir. Sperma kesesini büzdüğü taktirde, yumurta kanalından geçen
yumurta döllenir. Döllenmemiş yumurtalardan hep erkek arılar çıkar. Bu çeşit döllemesiz çoğalmaya
partenogenez denir. Döllenmiş yumurtalardan ise dişi arılar çıkar. Ancak larva dönemindeki beslenme
durumu bunun işçi veya bey arı olmasına te’sir eder. Döllenmiş yumurtadan çıkan larva, şayet arı sütü
ile beslenirse, iri bey arı; aksi halde küçük kısır işçi arı halinde gelişir.
Arılar yapacakları bütün şeyleri nasıl öğrenirler? İşçiler çiçeklerin yerini keşfetmeyi, nektar emmeyi,
polen toplamayı, bal petekleri yapmayı, larvalara bakmayı ve düşmanları iğnelemeyi nasıl öğrenirler?
Balarısı mühendis gibi petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arasında
yer ziyan olmuyor. Dörtgen olsaydı hacimleri daha az olurdu. Bunu insanlar okumakla, öğrenmekle
anlıyor. Öğrenmeyen anlayamıyor. Arıya bunu bildiren kimdir?
Bütün bunları, onu yaratan kendisine “ilham” etmektedir. İlhama “içgüdü” de denir.
Arılar yapacakları şeyleri diğer arılardan öğrenmezler, bir arı bu kabiliyetleri ile doğar.
Gözleri açık olarak uyur. Başındaki iki anteni ile koku alır ve bunları dokunma organı olarak da
kullanır. Bacakları aynı zamanda tat alma organıdır. Arı, diliyle olduğu kadar bacaklarıyla da tat alır. Bal
arıları, kelebekler ve daha başka böcekler morötesi (ultraviole) ışınlara karşı duyarlıdırlar. Kuşlar ve
yarasalar, insanlar gibi morötesi ışınları göremezler. Gözleri sadece kendileri için faydalı olanı görebilecek
biçimde tanzim edilmiştir. Küçük osel gözleri polarize ışığı görmekte kullanılır. Başın yanlarındaki petek
gözler ise morötesi ışığa karşı hassastır.
Parlak çiçekler, bal arısına daha güzel bir manzara içerisinde görünür ve onu cezbederler. Son
araştırmalar, çıplak göze pek renkli görünmiyen çiçeklerin bile arılara morötesi ışınlarla rengarenk
göründüğünü açıklamıştır. Arılar bu kabiliyetleri sayesinde bulut arkasındaki güneşi bile görürler ve
kovanların ve çiçeklerin yerini hesap ederler. Yalnız bu üstünlükleri için arılar bir bedel ödemek
zorundadır. Ultraviole alanında kazandıklarını bir yerde kaybederler. Bu yüzden onlar yeşil ve kırmızıyı
göremezler. Yeşil otlardan meydana gelen bir çayır onlara gri görünür. Çiçekler bu renksizliğin içinde
parlak renkleriyle ortaya çıkarlar. Zaten onlara insanlar gibi renkli görmenin ne faydası olabilir ki? Onlar
için esas mesele balözüyle dolu çiçekleri görebilmektir. Kırmızı ve yeşili görememeleri onlar için zarar
değil faydadır. Kırmızı renkli çiçekler daha çok kelebeklere hitap eder. Bal arıları çoğunlukla mavi renge
düşkündür. Kırmızı haricindeki renkler de kendilerini cezbederler. Bizim sarı olarak gördüğümüz bir
çiçeğin dış kenarları morötesi ışığı aksettirdiğinden arıların gözünde değişik renkte gözükür. Sadece
ortası sarı olarak netleşir ve arıyı doğrudan nektar kaynağına çeker. Bizim için beyaz olan bir çiçek,
ultraviole sayesinde arılar için renklidir. Hatta morötesi ışığın diğer renklerle karışımından ortaya çıkan
ve bizim tamamen yabancısı olduğumuz çeşitli renk harmonileri de arılar için manalar ifade eder.
Yaban tarla çiçek arısı (Bombus terestris): Uzunluğu 15-24 mm kadardır. Koyu kahverenkli
tıknaz vücudları tüylü olup, özellikle tarlalarda çiçekli alanlarda uçuşurlar.
Yuvalarını toprak altında kurarlar. Petekleri balmumundan yapılmış yuvarlak kürelerden meydana
gelir. Uzun borulu çiçeklerin tozlaşmasında önemli rol oynarlar. Kraliçe ve işçi arıların arka bacaklarında
çiçek tozu toplama sepetçiği vardır. Midelerinin bir bölümünü bal midesi olarak kullanırlar. Halk arasında;
“toprak çiçek arısı”, “kadife tüylü arı” veya “yaban arısı” olarak bilinmektedir. Bombus cinsinin bir kaç
türü vardır. Cemiyetleri 50 ile 200 kadar bireyden meydana gelir.
Sarıcalı kağıt yaban arısı (Polistes gallicus) : 15-20 mm uzunlukta, vücutları sarı-siyah
bantlarla süslü yaban arılarına yaz ve sonbaharda evlerin çevrelerinde rastlanır. "Eşek arıları" olarak da
bilinirler. Dinlenme halinde kanatlarını üst üste getirerek sırtlarına yapıştırır. Antenleri oldukça kalın, ağız
parçaları çiğneyicidir. Bal yapmazlar. Avını yakalamada ve savunmada kullandığı zehirli iğnesinin ucu
çengelsiz ve sivridir. Avladıkları tırtıl ve böcekleri çiğneyerek larvalarını beslerler. Kağıttan yapılı petekleri
bir binanın köşesine veya saçak altına bir sapla bağlıdır.
Kazıcı yaban arısı (Sphecidae): Vücutları ince uzun yapılıdır. 15 mm uzunluktadır. Arka kısımları
kırmızı koyu renklidir. Yalnız başına(soliter) yaşar. Balözü ve polenle beslenirler. Larvaları ise tırtıl ile
beslendiği için etçildir. İlkbahardan sonbahara kadar görülürler. Bilhassa açık kumlu arazileri severler.
"Kum eşek arısı" olarak da tanınırlar.
Yaban arısı toprağa bir delik açar ve hemen tırtıl avına çıkar. Yakaladığı böcek veya tırtılın karnına
yumurta borusunu batırır. Büyük bir ustalıkla avının sinir boğumlarını delerek onu felçleştirir. Hareketsiz
fakat canlı tırtılı kazdığı deliğe getirir ve oraya bir yumurta bırakır. Daha sonra deliği kapatır. Yumurtadan
çıkacak larva, bu tırtıldan beslenerek gelişir. Gelişimini tamamlayan yabani arı gelecek yıl delikten çıkar.
Anne arı ise kışı geçiremeyip öldüğünden yavrularının çıkışını hiç bir zaman göremez.
Sondajcı yaban arısı (Ichneumonidae): Çok çeşitli türleri vardır. Uzun antenli, ince narin
vücutludurlar. Bazı dişilerin çok uzun, delici yumurtlama boruları (Ovipositor) karekteristiktir. Erginler
balözü ve çiçek tozu (polen) ile beslenmelerine rağmen, larvaları, başka böceklerin tırtıllarında parazit
yaşarlar.
Sondajcı yaban arısının dişisi, yumurtlama döneminde ağaç kabukları altında gizlenmiş tırtıl avına
çıkar. Kabuğun 2-4 cm altındaki tırtılı duyargaları ile keşfeder. Milim şaşmadan delici yumurta borusu ile
kabuğu delerek yumurtasını tırtılın vücuduna bırakır. Bu yaban arısının duyarlılığı şaşılacak derecededir.
Kabuk altındaki kurtçuğun vücudunda başka bir böceğin yumurtasını taşıyıp taşımadığını da keşfeder.
Böyle taşıyıcı tırtıla yumurtasını bırakmak için boş yere kabuğu delme zahmetine katlanmaz.
Yumurtadan çıkan kurtçuklar evvela tırtılın vücudundaki yağlı besinleri yerler. Gelişimlerinin
sonlarında ise organlarını da yiyerek tırtılın ölümüne sebep olurlar. Gelişen yavru arı, dış dünyaya çıkmak
için içten dışa doğru kabuğu delme ameliyesine girişir. Yavru arı dalın dış dünyaya bakan kısmını tayin
etmekte yanılmaz. Bu yaban arılarının bazı türleri tırtıl kontrolünde ve haşerat mücadelesinde kullanılmak
için üretilmektedir.
ARIKUŞU (Morops apiaster)
Alm. Bienenfresser, Fr. Guépier, İng. Bee-eater. Familyası: Arıkuşugiller (Menapidae). Yaşadığı
yerler: Asya, Afrika ve Güney Avrupa. Özellikleri: 26 cm boyunda, yeşil-sarımtrak renkli, arıya düşkün
bir kuş. Çeşitleri: 24 türü bilinmektedir.
Tüyleri çok canlı renkli, uzun ve hafifçe kıvrık gagalı kuşlar. Kuyruklarının orta telek tüyleri uzamıştır.
Erkek ve dişileri birbirine benzer. Çoğu tropikal bölgelerde yaşar. Büyük Sahra’nın güneyindeki
kumsallarda Nübye arı kuşu (M. nubicus) sürüleri yaygındır. Bu tür, tüylerinin canlı renkleri ve uzun
kuyruk telekleriyle arı kuşlarının en güzel temsilcileridir. Ilıman bölgedekiler, düzenli göç ederler. Bazı
tropikal türler de besinlerin azalıp çoğalmasına bağlı olarak yer değiştirirler.
Böceklerden en çok arı, yaban arıları ve başka zar kanatlılarla beslenirler. Avlarını çoğunlukla havada
uçarken kaparlar. Arıların iğnelerini koparmadan yerler. Az ağaçlı kumsal yamaçlarda açtıkları yuvalarda
koloni halinde yaşarlar. Arkadaş canlısıdırlar. Aynı kumsalda bine yakın kuş toplanır. Hatta aralarında
farklı türler de bulunabilir. Uçarken birbirlerinden ayrılmamak için sesler çıkarır; beraber avlanırlar.
Dişiler, haziran ayında beyaz renkli 2-5 yumurta yumurtlar. Eşler nöbetleşe kuluçkaya yatarlar.
Arıkuşları, arılara ziyan verdiklerinden arıcılar tarafından kovalanıp, öldürülürler.
ARI SOKMASI
Alm. Bienenstich (m), Fr. Piqure d’abeille, İng. Bee-Sting. Arının kuyruğunda gizli olan iğnesini
vücuda saplaması. Arılar iğnelerini batırdıklarında iğneleri çatallı olduğundan geriye çıkaramazlar. İğne
deride kalır ve arı da ölür. Yaban arılarında durum böyle değildir. Onlar defalarca sokabilirler. Arı
zehirinde histamin denilen kaşıntıya yol açan maddeyle beraber deri hücreleri arasındaki bağ dokusunu
eritecek zehirin yayılmasını kolaylaştıran hyaluronidase enzimi vardır. Yine seratonin maddesi ağrıya,
kinin de sancı ve şişkinliğe sebeb olan maddelerdir. Arı soktuğunda, önce iğnesi pens ile ucundan
çekilerek çıkarılır. Sokulan yere üç misli sulandırılmış amonyakla ıslatılmış pamuk konur. Amonyak yeterli
sonuç vermeyebilir. Ayrıca % 1’lik potasyum permanganatlı su ile de yıkanır ve buz veya soğuk kompres
konur. Amonyak yoksa bir kibrit çöpü yanarken söndürülür. Kıvılcım kalmayıncaya kadar beklenir. Ucu
kızgın iken yaraya konup, soğuyuncaya kadar hafif bastırılır. Bu işlem iki defa daha yapılıp üçe
tamamlanır.
Fazla miktarda arının sokması insan için çok tehlikelidir. Ağız boşluğuna giren ve orayı sokan arı ise
gırtlakta şişmeye sebeb olur (Anjionörotik ödem). Bu olay ise solunum yetmezliğine sebeb olarak insanı
ölüme götürebilir. Böyle tehlikeli durumlarda mümkünse hemen hekime başvurmalı, imkan yoksa
kortizonlu ve antihistaminikli iğneler yapılmalıdır. Keza önceden aynı şekilde sokularak bu zehirlere karşı
aşırı duyarlı olmuş kişilerde de durum çok önemlidir. Böylelerinde lokal (mevzii) tedbirlere ilaveten
hemen Adrenalin (Epinefrin) şırınga edilmeli, kortizon ve antistamin zerkleri yapılmalı ve mümkünse
hemen hekime başvurmalıdır.
ARI SÜTÜ
Alm. Bienenmilch (f), Fr. Lait d’abeille, İng. Bee milk. İşçi arıda, beynin iki yan tarafındaki
guddelerden salgılanan akıcı, beyazımsı, ekşimsi bir sıvı. İşçi arılar aktif hayatlarının altıncı gününden
itibaren arısütü salgılamaya başlar. Salgılama 10-12. güne kadar devam eder. Sonra tükürük bezleri
artık körelir ve salgılama olmaz. Arısütü kovanda besleyici olarak kullanılır. Bakıcı işçi arılar bunu
kurtçukların doğacağı peteklerin dibine bırakır. Yumurtadan çıkan larvalar, ilk 3-4 gün arı sütü ile beslenir
ve hızla büyüyerek ilk ağırlığının 1000 misline erişirler. Bey arı hücrelerindeki larvalar bir müddet daha
arısütü ile beslenerek yavaş yavaş farklılaşır ve bey arıyı meydana getirirler. Normal gıda ile beslenen
larvalardan ise işçi arılar meydana gelir.
Larva safhasının üçüncü gününden sonra larva kemik bir pensle alınır. Bundan sonra kemik, tahta
veya plastik bir spatülle (bir çeşit çubuk) hücrenin içindeki arı sütü toplanır. Bu toplama işi özel emici bir
aletle de yapılabilir. Kullanılan malzemenin tamamen mikropsuz (steril) olması lazımdır. Çünkü arısütü
mikroplar için çok iyi bir üreme ortamıdır. Bir bey arı hücresi 100-250 mg arısütü ihtiva eder. Yani bir
gram arısütü elde edilmesi için 4-10 hücreye ihtiyaç vardır. Bir kovan yılda ancak 170-200 gr arısütü
verebilir. Arısütü, gayet koyu kıvamlı, yoğun süt kıvam ve renginde, havada esmerleşerek katılaşan bir
maddedir.
Arısütünün bileşiminde proteinler, yağlar, mineraller (kalsiyum, kükürt, fosfor, magnezyum, demir,
çinko, bakır, arsenik vb.) vitaminler (bilhassa B kompleksi) bulunmaktadır. Bu maddelerin yüzde oranları
mahsülün alındığı güne, mevsime ve arının aldığı gıda cinsine göre çok değişir.
Kullanıldığı yerler: Yüzde bir oranında balla karıştırılmak suretiyle verilir. Gençleştirici, büyümeyi
arttırıcı, cildi tazeleyici olarak, ayrıca krem ve pomat halinde güzellik müstahzarlarında kullanılır.
ARİF BEY
(Bkz. Hacı Arif Bey)
ARİF HİKMET BEY
Yüz beşinci Osmanlı Şeyhülislamı. İstanbul’da 1786’da doğdu. 1859’da aynı yerde vefat etti. Sultan
Üçüncü Selim zamanı kazaskerlerinden İbrahim İsmet Beyin oğludur. Tahsilini tamamladıktan sonra,
sırasıyla Kudüs, Mısır ve Medine kadılıklarında bulundu. Mevleviyet payesi aldı. 1831'de uhdesine İstanbul
payesi verilmesiyle İstanbul kadılığına getirildi. Aynı sene nakiplik görevine ve 1833’te Anadolu payesiyle
Anadolu kazaskerliğine yükseldi. Daha sonra vazifeden ayrıldı. Evinde bir müddet istirahattan sonra,
1838’de Rumeli payesiyle Rumeli sadareti uhdesine verilmekle beraber Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye
üyeliğine getirildi. İki sene sonra teftiş görevi ile Rumeli’ye gönderildi. Dönüşünde Dar-ı Şuray-ı Askeri
(Askeri Şura)’ye memur oldu. 21.11.1846 tarihinde Mekkizade Mustafa Efendinin yerine şeyhülislam
oldu. 7 sene 41 gün görevini adalet ve hakkaniyetle yerine getirdikten sonra 21.3.1854’te
Şeyhülislamlıktan ayrıldı. Evine çekilerek ibadet ve ilmi mütalaalarla meşgul iken, 1859’da vefat etti.
Kabri, Üsküdar’da Nuh kuyusu Mezarlığındadır.
Arif Hikmet, zamanın en büyük alimlerindendi. Herkes tarafından sevilip sayılırdı. Hatta Sultan
Abdülmecid Han onu Şeyhülislamlığa getirdiği zaman, hakkında Sadrazama şöyle yazmıştı: “İnsanlıktaki
fazileti ve iyi huyları, kısaca olgunluğunu herkesin bildiği, Arif Hikmet Efendi...”
Arapça ve Farsçaya vakıftı. 1851’de Türk dilinin geliştirilmesi için kurulan Encümen-i Daniş’e üye
olmuştu. 5000-7000 ciltlik bir kütüphaneyi Medine’de vakf etmiştir.
Şeyhülislam olduğu zaman şu beyti söyledi:
Hikmetinden Arifa olmaz sual,
Şeyhülislam eyledi Yezdan beni.
İstanbul’da bulunan ve her sene Ramazan ayında ziyarete açılan sevgili Peygamberimizin mübarek
Hırka-i şerifini muhafaza eden mendilin üzerinde yazılı olan şu kıta ona aittir:
Hırka-i hazret-i Fahr-i Resule
Atlas-ı çarh olamaz paye endaz
Yüz sürüp zeyline takbil ederek
Kıl Şefi-i ümeme arz-ı niyaz
Manası: Atlas, Peygamber efendimizin hırkasının yanında, ayak altına serilen serginin süsü bile
olamaz. Onun eteğini öpüp yüz sürerek Peygamber efendimize halini arz et ve O’nun şefaatini dile.
Eserleri:
1) Divan: 997 Arapça, 621 Farsça, 2032 Türkçe beyti ihtiva etmektedir. Natlar, mesneviler, gazeller
ve kıt’aların bulunduğu Divan 1866 yılında Divan-ı Eş’ar adıyla Litoğrafya ile basılmıştır. 2) Mecmuat-
üt-Teracim: Meşhur kişilerin hal tercümelerini ihtiva edecek şekilde hazırlamaya başladığı bu eseri,
tamamlanmamıştır. 3) Zeyl-i Keşf-uz-Zünun: Katib Çelebi’nin meşhur eserini tamamlar mahiyettedir.
Müsveddeleri Bağdatlı İsmail Paşaya geçmiş, o da bundan istifade ederek İzah-ul-Meknun adlı Keşf-
üz-Zünun zeylini yazmıştır. 4) Tezkire-i Şuara: 1834 senesine kadar olan iki yüz on şairin hal
tercümesini veren bir eserdir. 5) El-Ahkam-ül-Meriyye fil-Araziyy-il-Emiriyye. 6) Hulasat-ül-
Makalat fi Mecalis-il-Mükalemat. 7) Tezkire-i Arif Hikmet.
ARİF NİHAD ASYA
Yazdığı sayısız şiirlerle Milli Edebiyat akımı içerisinde müstesna yeri olan son devir şairlerimizden.
1904 yılında Çatalca’da doğdu. Yüksek Öğretmen Okulu Edebiyat Bölümünü bitirdi. Birçok ilimizde
edebiyat öğretmenliği ve lise müdürlükleri yaptı. 1950’de Seyhan milletvekili olan şair, sonra tekrar
öğretmenliğe döndü. 1959’da Kıbrıs’a gönderildi ve orada iki yıl kaldı. 1962’de emekliye ayrılan Arif Nihad
Asya, 1975 yılında vefat etti.
Dürüst karakteri, kibarlığı ve mertliği ile tanınan Arif Nihad, aşk derecesinde vatanını seven, milli
ve manevi değerlerine bağlı ve müsamahalı bir mizaca sahib olmasıyla, bulunduğu her çevrede sevilen
bir insandı.
Geniş anlamda bir “toplum için sanat” şairi olan Arif Nihad Asya, dar açılı bir ideolojiye hizmet
etmeyişi ile gerçek yerini bulmuştur. O, her kıymete “önce sanat” endişesi içinde bakmıştır.
Arif Nihad Asya’nın şiir dili, halk dilinden, herkesin anlayabileceği gerçek bir Türkçeden meydana
gelir. Türkün büyük zaferlerini, insanımızın ince ruhluluğunu, askerimizin kahramanlığını zevk ve inançla
söyleyen bir şairimizdir.
Eserleri:
Heykeltraş (1924), Yastığımın Rüyası (1930), Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor (1946),
Rubaiyyat-ı Arif (1956), Kıbrıs Rubaileri (1964), Nisan (1964), Kubbe-i Hadra (1956), Emzikler
(1964), Kökler ve Dallar (1964), Yürek (1968), Aynalardan Kalan (1969), Şiirler (1971),
Basamaklar (1971).
Nesir olanlara gelince; Kanatlar ve Gagalar (1945), Enikli Kapı (1964), Terazi Kendini
Tartamaz (1967), Onlar Bu Dilden Anlar (1970), Aramak ve Söyleyememek (1976), Kanatlarını
Arayanlar (1976) belli başlı eserleridir.
FETİH MARŞI
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek.
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek!
Yürü!.. Hala ne diye oyunda oynaştasın!
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden...
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...
Elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın...
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini!
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini!
Küçük görme, hor görme -delikanlım- kendini!
Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrab Sinanüddin, şu minare Sinan’dır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır!
Bilmem neden gündelik işlerle telaştasın...
Kızım, sen de Fatih’ler doğuracak yaştasın!
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan,
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan...
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın,
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Bırak bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...
Yürü, -hala- ne diye kendinle savaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!
ARİF-İ RİVEGERİ
İslam alimlerinin ve evliyanın büyüklerinden. Silsile-i aliyye diye bilinen büyük alimlerin
onuncusudur. Aslen Buharalıdır. Buhara’ya 30 kilometre uzaklıkta bulunan Rivgir kasabasında doğdu.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. 1209 (H. 606)da Rivgir’de vefat etti.
Medrese tahsili görüp, zahiri ilimlerde büyük gayret ve çalışma gösterdi. Bu tahsil sırasında büyük
alim ve veli Abdülhalık-ı Gondüvani ile tanışıp onun sohbetlerinde bulundu. Abdülhalık Goncdüvani ile
tanışması şöyle oldu:
Arif-i Rivegeri, bir gün çarşıda büyük alim Abdülhalık-ı Goncdüvani’ye rastladı. Baktı ki, şeyh
yüklenmiş evine erzak götürüyor. Edeple yaklaşarak eşyaları taşımak için izin istedi. Şeyh yükünü Arif’e
verdi ve beraberce eve gittiler. Eşyaları bıraktıktan sonra; “Bir saat sonra gel, yemeği beraber yiyelim.”
davetini aldı. Rivegeri evden ayrıldıktan sonra kendisinde bir boşluk hissetti. Kalbindeki bu boşlukta
sadece Abdülhalık-ı Goncdüvani’ye karşı bir hizmet aşkı vardı. Bir saat sonra eve gitti. İltifatlar görüp
evlatlığa kabul edildi. Hocası tarafından mänevi ilimler ve evliyalık yolunun esasları öğretilmeye başlandı.
Arif-i Rivegeri, hep bunlarla meşgul olup, medreseye ve eski hocasına dönmedi.
Arif-i Rivegeri’yi her görüşünde eski hocası azarlıyor, hakaret ediyor, medreseye dönmesi için baskı
yapıyordu. O, her seferinde mukabele etmiyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Bir gece eski hocası kendisine ve
bir Müslümana yakışmayacak bir günah işledi. Ertesi gün o, Arif'i gördüğünde yine hakarete başlayınca,
Arif-i Rivegeri ona şunları söyledi: “Hocam niye hep benim gibi gariple uğraşırsın? Sen dün gece büyük
bir günah işledin; kendi hatanız yetmiyormuş gibi, beni de doğru yoldan ayırmak mı istiyorsun?” Bunu
duyan eski hocası çok utandı. Eski talebesinin durumunu anladı, tövbe etti. Abdülhalık-ı Goncdüvani’ye
gidip talebe oldu.
Arif-i Rivegeri hocası Abdülhalık Goncdüvani hazretlerinin derslerini ve sohbetlerini ihlasla ve
dikkatle takib ederek zahiri ilimlerde büyük alim, batıni ilimlerde çok üstün bir veli oldu. Abdülhalık
Goncdüvani hazretlerinin hayatları boyunca, hizmetiyle şereflendi. Hocasının vefatından sonra onun
yerine irşad makamına geçip, talebelere ders vermeye başladı. Pekçok kimsenin hidayete ve yüksek
evliyalık makamlarına kavuşmasına vesile oldu. Uzun bir ömür sürdü. 1209’da Rivgir’de vefat etti. Kabri
oradadır. Ziyaret edenler onun ruhaniyetinden istifade etmekte, onu vesile ederek Allahü tealaya dua
edenler, muradlarına kavuşmaktadırlar.
Zamanının bir tanesi olan Arif-i Rivegeri hazretleri herkese yumuşak davranır, kimsenin kalbini
kırmazdı. Nefsinin istediklerini yapmaz, istemediklerini yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, harama
düşmek korkusuyla mübahların fazlasını terk ederdi. Peygamber efendimizin sünnetlerine sıkı sıkıya
sarılır, sünnet-i seniyyenin yaşanması için çok gayret gösterirdi. Onun bu gayretine karşılık Allahü teala
da kendisine büyük makamlar ihsan etti.
ARİSTO (Aristoteles)
Eski Yunan filozofu. Babası Nikomakhos, Makedonya Kralı II. Amyntas’ın sarayında hekim idi. Aristo,
17 yaşından 37 yaşına kadar Eflatun (Platon)’un talebeliğini yaptı. Eflatun ruhların nakline inanırdı. Teslis
inancını ilk olarak ortaya çıkaran budur. Eflatun’un yanında özellikle mantık ve metafizik alanlarında
çalıştı. Ayrıca hukuk, matematik, astronomi ve tıb alanlarında çalışmalar yaptı. (Bkz. Eflatun)
Hocası Eflatun’un ölümünden sonra gezgin bir hayat sürdü. Daha sonra Makedonya’ya döndü. Kral
Filip’in oğlu İskender’in öğretmeni oldu. İskender tahta çıktığı zaman şöhreti daha da yayıldı. Atina’da
Apollon Lykeion Tapınağı yanında bir okul yaptırdı. Ondan sonra bu seviyede açılan okullara lise adı
verildi. İskender’in ölümü üzerine itibarını kaybetti. Dinsizlikle suçlandı. O da buna kızarak Ağrıboz
Adasındaki Khlasis’e gitti ve ertesi yıl burada 62 yaşında öldü.
Hellenistik devirde Aristo’nun düşünce ve okuluna önem verilmemiştir. Fakat daha sonra Skolastik
devirde Aristo’nun eserleri önem kazanarak resmi metinler haline gelmiştir. Eserleri, Aristo'nun
konuşmalarından notlar alınarak 4 grupta toplanmıştır:
1. Felsefe yazıları: Ruh, gökyüzü, fizik üzerine sekiz kitaptan meydana getirilmiştir. Tarih, hayat
ve hayvanlarla ilgili düşünceleri de bu kitablarında toplanmıştır.
2. Mantık yazıları: Daha sonra buna Organon adı verilmiştir. Yorumla ilgili, Kategoriler, Topikler,
Metafizik ve Sofut Helenler üzerine 14 kitaptan meydana gelmiştir.
3. Pratik felsefe yazıları : Atinalıların anayasası gibi.
4. Şiirler.
Aristo, Eflatun’un görüşlerinden pek ayrılmadı ama, yer yer onunkilerden farklı görüşler ortaya
koydu. Derslerini yürüyerek anlattığı için kurduğu felsefe ekolüne de “Peripatos” (Meşşai : Yürüyen) adı
verildi. Aristo’nun ilk çağda Eflatun kadar tesiri görülmez. Ancak 5 ila 15. yüzyıllarda Avrupa’da en fazla
onun tesiri olmuştur. İlk yüzyıllarda batıda tek bilinen Aristo mantığı idi. On ikinci yüzyıla kadar Aristo’nun
eserleri din dışı olarak okutulmuş; bu yüzyıldan sonra Aristo’nun mantığından istifadeye çalışılmıştır.
Ancak Rönesans hareketleriyle ve Endülüs’ün tesiri ile ilimde yeni yeni buluşlar ve ilerlemeler
kaydedilince, Aristo’nun fikirleri çürütülmüştür. Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd ve El-Kindi gibi kimseler
İslam inancına, yani kelam bilgileri arasına Aristo’nun fikirlerini yerleştirmeye uğraştılar. Fakat İmam-ı
Gazali gibi büyük İslam alimleri bunlara karşı çıkarak, gerekli cevabı verdiler. Nitekim Aristo, bütün
felsefeciler ve tecrübeleri, hayalleri ile izaha kalkışan bütün maddeciler gibi, akıl ile izah edilemeyen
konuların çoğunda yanılmıştır. Bir yandan bir çok hakikatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da ilmin
gelişmesine mani olmuştur. Meşhur Alman kimyageri Prof. Fritz Arnd’ın İstanbul’da çıkan Türkçe Tecribi
Kimya kitabında; “Fen ve ilim terakkisinin hemen hemen bin beş yüz sene içinde durmuş olması, kısmen
Aristo felsefesinin kabahatidir.” yazısı bu durumu en güzel şekilde izah etmektedir.
Aristo’nun felsefesi: Aristo, diyaloga yer veren karşılıklı konuşma tipi yazılar yazmıştır. Ancak bu
yazılar zamanla kaybolmuş ve geriye yalnızca ders ve araştırma notları kalmıştır. Aristo, hocası Eflatun’un
idealar fikrinden hareket etmiştir. Eflatun ideaları bir gerçek kabul ederken, Aristo bunu kabul
etmemiştir. Ona göre sadece elimizle tutup, gözümüzle gördüğümüz varlıklar gerçektir. Yine ona göre
fikirlerimiz, bu fikirlerin ilgili olduğu şeylerden, duyulardan ayrılamaz. Eflatun’un idealar fikrine karşı
çıkmakla beraber, o da idea kavramından hareket eder: Bütün varlıklar madde ile şekilden meydana
gelmiştir. Şekil, aktif bir ideadır; maddeye niteliklerini veren odur. Bu sebeple gözle göremediği ideaları
inkar yoluna gitmiştir.
Tanrı fikri : Aristo bütün evrenin en alt maddesini teşkil eden dört unsura (hava, toprak, ateş, su)
beşinci bir unsur ilave eder. Bu unsura Aithera = Ether ismini vermiştir. Ona göre dört unsur nesneleri
meydana getirir. Ether ise gök tabakalarını meydana getirmektedir. Bu tek sınırlı ve sonsuz uzayın
merkezinde yeryüzü bulunmaktadır. Gökler dünyayı sarmakta ve hepsinin durmadan hareketini ve
düzenini sağlayan kendisi hareketsiz olan nihai kuvvet olan tanrı vardı. Avrupa’da bu görüşlerini
astronomi sisteminin temeli kabul ettilerse de, Kopernik gibi bazıları, İslam kaynaklarından mesela
Batruci, İbn-i Şatır gibi alimlerin kitaplarından aldıkları bilgilere dayanarak bunu reddettiler.
Aristo’ya göre dünya ve madde daimidir (kadimdir). Bugün fen adamları tecrübi esaslara dayanarak
dünyanın ve maddenin daimi olmasının imkanı olmadığını ispat etmişler ve Aristo’nun bu düşüncesini
çürütmüşlerdir.
Ahlak bilgisi: Aristo, ahlak bilgisinde ilmi kesinliğin yeri olmadığını söylemiştir. Pratik olarak
“faziletin ne olduğunu bilmek yerine, iyi bir insan olmanın önemi” üzerinde durmuştur.
Ruh: Psikolojide Aristo, ruhu, vücudun şekli olarak, yani cisim olarak tarif etmektedir ve ruhun
kadim olduğunu ve başkasına geçtiğini (tenasüh) iddia etmektedir. Bütün bu ruhun cisim olması ve kadim
olduğu iddiası ve tenasüh nazariyeleri günümüzden önce İmam-ı Gazali tarafından, günümüzde de
müsbet ilim tarafından çürütülmüştür.
Bilim: Aristo, tabiat bilgilerinin tarifi ve sınıflandırılmasındaki çalışmaları ile bilinir. Bu konulardaki
bilgisi ve metodu dikkati çekmektedir. Tabiattaki türlerin tanınması ve tarif edilmesi konusunda başarılı
olmuştur. Kendisi ve okulu tabiat bilimlerinin ayrı bir ilim kolu olarak kurulmasını sağlamıştır.
Mantık: Mantıkta Eflatun’un yolunda devam etmiştir. Aralarındaki fark, Eflatun gerçeği idealarda,
Aristo ise nesnelerde aramıştır. O, gerçek düşüncenin formlarının (suretlerinin) aynı zamanda hakikatinin
de formları olduğunu kabul etmiştir. Daha da ileri giderek formal mantığı kurmuştur. Kendisinin bu
konuda yaptığı değişiklik her şeyi münakaşa alanına itmesidir. Bu, bazı sembol ve değişkenlerin
kullanılması sonucunu doğurmuştur. Modern sembolik mantığın nüvesini teşkil eden değişkenlerin
kullanılması, Aristo’dan alınmıştır.
ARİSTOKRASİ
Alm. Aristokratic, Fr. Aristocratie, İng. Aristocracy. Üstün soylular yönetimi, seçkinlerin veya en
iyilerin egemenliği. Yunanca “aristo” en iyi; “Kratos” iktidar, manalarına geldiğinden en iyi iktidar
demektir. Bugün aristokrasi bir devlet idare şekli değildir. Bu kelime şimdi siyasi olmaktan çok sosyal bir
mana ifade etmekte ve soylu sülaleleri ve onların devamını ifade eden kont, baron, prens gibi manalarda
kullanılmaktadır.
Aristokrasi bir azınlık idaresidir. Aynı şekilde bir azınlık idaresi olan monarşi ile başlangıçtan itibaren
eş anlamdadır; demokrasinin zıddıdır. Eski Yunan şehir idarelerinde zamanla aristokratik bir idareye geçiş
olmuştur. Bu geçiş, asillerin etkisi ile olmuş ve krallık, dini - askeri - kazai, üç imtiyazı üç kişilik bir
heyetin eline vermek mecburiyetinde kalmıştır. Bu üç kişi ya kral ailesinden, ya asil aileler arasından
kendilerine eşit kimseler tarafından ölünceye kadar veya belli bir süre için seçilirlerdi.
Bazı devirlerde devletlerin idare tarzı şeklinde hakim olmuş, uzun zaman devlet yönetiminde baş
rolü oynamıştır. Roma Cumhuriyetinde, 18. yüzyıl İngiltere idaresinde olduğu gibi.
ARİTMATİK
Alm. Arithmetik (f), Fr. Arithmétique (f), İng. Arithmetic. Matematik biliminin sayıları, bunların
arasındaki bağıntıları ve işlemleri konu alan dalı. (Bkz. Matematik). Aritmetik kelimesi sayı anlamına
gelen Yunanca “arithmos”tan gelmektedir. Sayı, özellikle hesap ve ölçü işlemlerine uygulanır.
Günümüzde kullanılan sayı sistemi 10 tabanına göre olup, Arap rakamlarına dayanmaktadır.
0123456789
Romen sayıları :
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10
I II III IV V VI VII VIII IX X
Seyrek olarak kullanılırsa da dört işlemleri mümkün olmadığı için terk edilmiştir. Bu sistemde sıfır
sayısı da bulunmaz.
Pozitif sayılar için temel prensipler: İki kümenin elemanları eşleştirilerek bir eleman haline getirilirse
esas sayılar elde edilir. Bu şekilde elde edilen bir kümenin elemanları 1, 2, 3, 4, ...... n şeklinde ise o
zaman kümenin “n” tane sayı ihtiva ettiği söylenir. Böyle elde edilen sayılar tabii sayılar olarak bilinir. a
elemanlarından meydana gelen bir A kümesi ile b elemanlarından meydana gelen bir B kümesi birleşerek
a+b elemanlarından bir küme meydana getirilirse; a ve b’ye toplanan ve bu şekilde yapılan işleme de
toplama işlemi adı verilir. + işareti artı diye okunur.
Toplama işlemiyle ilgili kurallar:
Toplamanın:
1. Değişme özelliği : a+b=b+a
2. Birleşme özelliği : a+(b+c) = (a+b)+c
Eğer a=b+k eşitliğini sağlayan pozitif bir k sayısı varsa; a, b’den büyüktür denir. a>b şeklinde
gösterilir. Eğer a ve b herhangi iki pozitif sayı ise a=b, a<b veya a>b olur.
Ardarda yapılan toplama işlemiyle bir ikinci onluk sistem işlemi tarif edilebilir. 5+5+5 şeklindeki bir
işlem 3x5 şeklinde gösterilebilir. Böylece yapılan işleme çarpma işlemi denir. 5 sayısı çarpılan, 3 sayısı
çarpan, işlemin sonucu da çarpım diye isimlendirilir. x sembolü çarpı diye okunur. Genellikle a.b veya
basitçe ab şeklinde de yazılabilir.
3. Çarpma işleminin değişme özelliği: ab=ba
4. Çarpma işleminin birleşme özelliği: a(bc)=(ab) c
5. Çarpmanın toplama üzerine dağılma özelliği: (a+b)c=ac+bc
Ardarda toplanan k kadar a’nın ka yazıldığı gibi, ardarda çarpılan k kadar a da ak şeklinde yazılır.
Burada a taban, k de üs diye adlandırılır.
Aşağıdaki formüller çarpma tanımından çıkarılabilir:
6. am.an=am+n
7. (am)n= amn
8. am.bm=(ab)m
9. am/an=am-n (m>n)
Bölme işlemi: Eğer üç pozitif a, b ve c sayıları arasında ab=c eşitliği sağlanıyorsa a ve b’ye, c’nin
bölenleri ve a ile b, c’yi böler denir. b=a/c şeklinde yazılır.
Bölmede bir sayısı etkisiz elemandır ve bütün pozitif sayıların bölenidir. Eğer c sayısı, her biri birden
büyük pozitif bir sayı olan a, b sayılarının bir çarpımı şeklinde ab ile gösterilirse c’ye asal olmayan sayı
denir. Kendinden ve birden başka sayıya bölünmeyen sayılar asal sayılardır. 2, 3, 5, 7, 9, 11, 13, 17,
19, 23, 29...
Pozitif sayılardan meydana gelen bir kümede bütün sayıları bölen en büyük sayıya ortak bölenlerin
en büyüğü (o.b.e.b.) denir. Pozitif bir m sayısı diğer bir çok sayıların bir katı ise bu sayıya en küçük ortak
katsayı adı verilir.
Bayağı kesirler: Bazı problemlerde bütün ölçüler her zaman tam sayılarla ifade edilemezler. Genel
olarak d.(1/d)=1 özelliğinden faydalanarak kesir birimi 1/d şeklinde gösterilir. a/d kesrinde d’ye payda,
a’ya da pay denir. a/d pozitif kesri eğer a<d ise basit; a>d ise bileşik kesir ismi verilir. Pozitif sayılar
ve kesirler bazan pozitif rasyonel sayılar diye de isimlendirilir.
Genelde bütün pozitif rasyonel sayılar için geçerli olan yukarıda gösterdiğimiz ilk beş kural, bayağı
kesirler için de geçerlidir. Kesir tanımından kolayca görüleceği gibi paydaları aynı olan iki kesir, toplamı
verilen kesirlerin paylarının toplamı ile aynı paydadan meydana gelen bir kesirdir. Farklı paydalara sahip
kesirleri toplamak için mesela a/d ve b/c kesirinde d ve c sayılarının en küçük ortak katları bulunur.
m=k.d=f.c eşitliğini sağlayan k ve f sayıları bulunduktan sonra işlem şöyle olur:
a/d=ka/kd=ka/m; b/c=fb/fc=fb/m
böylece a/d+b/c=ka/m+fb/m=(ka+fb)/m
İki kesirin çarpımı ve bölümü aşağıdaki gibi tariflidir.
(a/d).(b/c)=(ab)/(bc), (a/b):(c/d)= (a/b).(d/c)= (ad/bc)
İrrasyonel sayılar: a/b şeklinde ifade edilemeyen sayılardır. 3 5, 2 gibi sayılar ve p (pi)
bunlardandır.
İrrasyonel sayılarla ilgili formüller:
Onluk sistem: Bütün sayılar on’un kuvvetleri şeklinde ifade edilebilir. Mesela 32158=
3.104+2.103+1.102+5.101+8.100 taban olarak 10’luk sistemin kullanılması ellerde 10 parmağın
olmasından ileri gelmektedir.
ARİYET
(Bkz. Emanet)
ARİZONA
ABD'yi meydana getiren eyaletlerden biri. Ülkenin güney batısında dağlık bir bölgedir. 295.000
km2lik bir alana ve 3 milyonun üzerinde bir nüfusa sahipir. Fiziki coğrafya bakımından iki bölgeye ayrılır:
Üstü düz ve yanları dik tepelerin, volkanik dağ kalıntılarının ve büyük kanyonların bulunduğu Colorado
platosu (2000-3500 metre yükseklik) ile çöl düzlüğü üzerinde birbirinden kopuk dağların yükseldiği
güneydeki havza ve otlak kesimi. Eyaletin başlıca özelliği kurak ve çölsü görünümüdür.
Başlıca gelir kaynaklarını bakır, altın, gümüş, çinko ve kurşun madenleri ile sulamayla yapılan
pamuk, meyve, sebze ve yem bitkileri ziraati meydana getirir.
Şehirleşme oranı % 80'dir. Başşehri Phoenix'tir. Arizona, İspanyol-Meksika uygarlığının izlerini
taşıyan eyaletlerdendir. Kızılderililer eyalet topraklarında geniş fakat çorak sahalarda toplanmıştır.
Arizona ayrıca dünyada benzerine rastlanmayacak kadar tabiat güzelliklerine sahip bir eyalettir. Büyük
(Grand) Kanyon ve Meteor Crater büyük bir turistik cazibeye sahiptir. Başlıca yüksek öğretim kurumları
Arizona Üniversitesi ile Arizona Eyalet Üniversitesidir.
ARJANTİN
DEVLETİN ADI Arjantin Cumhuriyeti
BAŞŞEHRİ Buenos Aires
NÜFUSU 32.617.000 (1991)
YÜZÖLÇÜMÜ 2.780.092 km2
RESMİ DİLİ İspanyolca
DİNİ Hıristiyanlık
PARA BİRİMİ Arjantin Pesosu
Arazi ve nüfus bakımından Güney Amerika'nın ikinci büyük ülkesi. Kıtanın incelen güney parçasının
en büyük bölümünü işgal eder. Arjantin, topraklarının büyüklüğü bakımından dünyanın sekizinci
ülkesidir. Batı yarım küresinde ise; Kanada, ABD ve Brezilya’dan sonra dördüncü büyük memleketidir.
Arjantin tarafından idare edilen topraklar (Falkland adaları, diğer bazı Güney Atlantik adaları ve
Antarktika’nın bir bölümü) hariç, ülke tahminen Brezilya’nın 1/3’ü kadar geniştir. Arjantin toprakları 22°-
52° güney enlemleri ile 54°-74° batı boylamları arasında yer alır. Kuzeyden güneye ölçülen maksimum
uzunluğu yaklaşık 3700 kilometredir. En fazla genişliği yaklaşık olarak 1500 kilometredir. Sahil uzunluğu
ise 2500 kilometreye yaklaşır. Başkent ve önemli bir şehir olan Buenos Aires, Güney Amerika’nın başta
gelen limanlarındandır.
Tarihi
Amerika kıtası keşfedildikten sonra Avrupa devletleri hızla bu kıtada koloniler kurmaya başladılar.
1536’da Arjantin’e gelen İspanyollar bugün Buenos Aires olarak bilinen yerde ilk koloniyi kurdular. Fakat
şehre yerleşme ancak on sekizinci yüzyılda oldu. Arjantin 1776’ya kadar İspanya’ya bağlı Peru Genel
Valiliğince idare edildi. Bu seneden sonra La Plata Genel Valiliği kuruldu ve Buenos Aires genel valiliğin
başkenti oldu.
1806’da Buenos Aires’in İngilizler tarafından kısa bir müddet işgal edilmesi, Arjantin’in istiklal
mücadelesi için bir başlangıç olmuştur. 1808’de Napoleon’un İspanya’ya girmesi bağımsızlık
mücadelesini hızlandırdı. Ülke 1812’ye doğru istiklalini kazandıysa da, 1816 yılına kadar müstakil bir
devlet olduğu resmen ilan edilmedi. İstiklal hareketinin baş lideri ve kahramanı, Şili’nin de kurtarılması
için öncelikle sorumlu bir kimse olan General Jose de San Martin’dir.
İkinci Dünya Harbi esnasında Arjantin hükumetlerinin gizli ve kamufle edilmiş Nazi tarafdarı
tutumları, Amerika Birleşik Devletleri ve batı yarım küresinin diğer ülkeleri ile münasebetlerinin
gerginleşmesine ve Arjantin’in Pan-Amerikan Konseyinden çıkarılmasına sebep oldu. Resmiyette bütün
harp esnasında tarafsız kalan Arjantin, 1945 ilkbaharında müttefikler tarafına girdi. Geniş ölçüde ABD’nin
desteği sebebiyle o sene sonuna doğru Birleşmiş Milletler üyesi oldu ve teşkilatın mes’elelerinde önemli
bir rol oynadı.
Harpten sonra general olan Juan Domingo Peron kendine kuvvetli bir pozisyon hazırlamayı başarmış
ve 1946 Şubatında Arjantin Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Eşi Eva Duvarte de Peron’un yardımıyla enerjik
ve sert bir idare kurmayı başararak, zamanında, siyasi desteğini silahlı kuvvetlerden almaya çalışan
sınıflara sözünü geçirmesini bilmiştir. Basını bir devlet organı haline getirmiş ve totaliter bir rejimin
başkanı olarak kendisine daha büyük yetki vermesi için anayasayı değiştirmiştir.
İşçi sınıfları arasında çok sevilmiş ve hatta kahraman olarak tanınmıştır. Fakat askeri bir darbe ile
1955’te devrilmiş, uzun seneler sürgünde yaşamış ve bilahare dönerek 1973’te devlet başkanı olmuştur.
Bir yıl sonra ölmesi üzerine İsabel Peron olarak tanınan üçüncü karısı devlet başkanı oldu. Ülkenin birlik
ve beraberliğini sağlıyamayınca 1976’da ordu tarafından devrildi.
Arjantin’in eski devlet başkanlarından General Galtier İngiltere’ye ait, fakat kendilerine çok yakın
olan Falkland adalarını Nisan 1982’de işgal etti. İngiltere ile olan savaşı Arjantin kaybetti ve adaları
İngilizler tekrar geri aldılar. Gerek yapılan savaş ve gerekse bu durumda bazı devletlerin uyguladıkları
ekonomik ambargo, Arjantin’in iktisadi durumunu çok sarstı. Bu durumda askeri idare 1983 yılı
sonlarında seçime giderek idareyi sivillere teslim etti. Böylece yedi sene süren askeri idareden sonra
normal idare tekrar tesis edildi. 1930’dan bu yana Arjantin’de hiçbir sivil idare 6 seneden fazla iktidarda
kalamamıştır. 1819 yılından bu yana 46 devlet başkanından sadece ikisi, askeri darbesiz seçimle görevini
devir-teslim etmiştir. 1989’da Raul Ricardo Alfonsin’in yerine Carlos Menem (El Turco) seçilmiştir.
Fiziki Yapı
Arazi: Fiziki görünümü ve bölgeler bakımından Arjantin dört önemli fiziki bölgeye ayrılır: Kuzeyde
yelpaze şeklinde uzanan batı bölgesi, güneyde Buenos Aires, tabii ağaçtan yoksun fakat bol çayırlarla
örtülü olan Pampalar gerçekten büyük düzlüklerdir. En güney kısım istisna, Pampa bölgesinin tamamına
yakın kısmı düzdür. Bununla beraber Atlantik’ten Andların eteklerine kadar gözle farkedilemeyecek bir
yükselme vardır. Bunlar batıda muazzam bir engel meydana getirirler.
Hiç büyük nehir yoktur. Dağlardan akan sularla inen alüvyonlar, Pampaların hemen her tarafında
geniş ve verimli topraklar meydana getirir. Burası dünyanın ziraate en müsait topraklarıdır. Arjantin
demiryolu ağının büyük kısmı buradadır ve nüfusun yarıdan çoğu bu bölgede yerleşmiştir. Bu bölge ayrıca
Arjantin motorlu vasıtalarının ve hayvanlarının çoğuna ve üretim kapasitesinin de hemen hemen hepsine
sahiptir.
İkinci önemli fiziki bölge Gram Chaco olarak bilinen kuzey kesimdir. Sahanın hakim özelliği bir drenaj
(akıntı-sulama) probleminin olmasıdır. Yağmur sezonunda bölgenin çoğu nehirlerin taşmasından bataklık
halini alır.
Andlar, ülkenin üçüncü fiziki bölümünü teşkil ederler. Bunlar geniş bir sıra halinde kuzeydeki kurak
Bolivya platosundan Güney Patagonya’nın buz örtülü dağlarına kadar uzanırlar. Bu bölgenin kuzey kesimi
geniştir ve denize ulaşamayan nehirler tarafından sulanan büyük bölgeleri içine alır. Bu bölge tuz
depoları, tuzlu gölleri, soğuk ve silip süpüren iklimi ile tanınır. Aconcaqua dağı batı yarım küresinin en
yüksek tepesidir. Orta Arjantin’de dağ bariyeri daralır ve burada Şili ile olan hududu meydana getirir.
Andlar yükseklik bakımından güneye doğru alçalır. Bu dizinin Patagonya kesiminde birçok güzel göller
vardır.
Dördüncü önemli fiziki bölge Patagonya’dır. Burası Arjantin topraklarının 1/4’ten fazlasını meydana
getirir. Esas itibariyle verimsiz, soğuk ve platoyu süpürüp götüren rüzgarları, son derece sisli ve hemen
hemen hiç yazı olmayan bir bölge diye karakterize edilir. Arjantin’in ekonomisi bakımından Patagonya,
koyun yetiştirme bölgesi olarak önemli olup, insanların yerleşmeleri bakımından çoğu yerleri elverişli
değildir. Güney Amerika’nın en güney ucunda olan Tierra del Fuego adası siyasi olarak Arjantin ve Şili
arasında ikiye bölünmüş olup, Patagonya’nın genel fiziki özelliklerini taşır.
Nehirler: Önemli nehirleri çok değildir. Kuzeydoğudaki Rio de La Plato sistemi üç büyük akarsuya
sahiptir. Uruguay nehri; Brezilya ile Uruguay arasında tabii bir sınır meydana getirir. Paraguay ve Brezilya
arasında hudut meydana getiren Parana nehri; Pilkomayo’nun bir koludur. Paraguay ile diğer bir sınırı
meydana getiren Paraguay nehri de büyük nehirlerdendir. Güneye doğru önemli nehirler Rio Colorado
ve Rio Negro’dur. Her ikisi de Atlantik’e dökülür.
İklim
Arjantin’in en kuzeyinde küçük bir kısım tropik bölge içine düşerse de, ülkenin çoğu orta
enlemlerdedir. Buenos Aires’de sıcaklık 9 dereceden, Temmuz’da 23 dereceye çıkar. Güney Patagonya’da
ise Okyanusa yakın olduğundan ısı 2 ila 13 derece arasında bulunur. Güney Amerika’nın en sıcak yeri 48
derece ile Gran Chaco’dur. Yağmur mikdarı da bütün ülkede geniş ölçüde değişir. Yağışlar doğu kesiminde
ve Atlantik kıyısı boyunca çoksa da, kurak olan Pampaların ilerisinde azalır ve Andların etekleri arasında
fark edilmeyecek mikdarda düşer. Ziraat ancak sulama ile mümkündür.
Tabii Kaynakları
Subtropikal kuzey bölgesi bu yörelere mahsus tabii özel bitki örtüsüne sahiptir. Bölgeye has
palmiyeler, kendisinden tanin çıkarılan kıymetli Quebrocha ağacıdır. Daha az yağmur alan bölgelerde
dikenli çalılıklar vardır. Arjantin ormanlarının çoğu kuzey eyaletlerinde bulunur. Andların daha aşağı
kısımlarında geniş kereste ormanları da vardır. Pampalar ise her çeşit otlarla örtülüdür. Patagonya’nın
çoğu verimsizdir.
Kuzey Kordilleraların hayvanları arasında lama ve cinsleri mevcuttur. Kuzeyde, daha aşağı
kesimlerinde Jaguarlar, pumalar, maymun ve tavşanlar bulunur. Pampaların tabii hayvanları tilki, geyik
ve yaban domuzudur Patagonya'da da; tilki, geyik ve pumalara rastlanır. Çok sayıda kuş türü mevcuttur.
Nehirler, göller ve sahil sularında çok çeşitli balıklar vardır.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nüfus ve başlıca büyük şehirleri: Nüfusun en önemli bir kısmı büyük şehirler ve hemen onun
etrafındaki bölgelerde toplanmıştır. Arjantin nüfusunun yarıya yakını Buenos Aires içinde ve civarda
oturur. Bu durum, şehri güney yarımküresinin ve Latin Amerika’nın en büyük şehirlerinden biri yapmıştır.
Diğer önemli şehirleri Rosario, La Plata, Santa Fe ve Bahia Blanca’dır. Arjantin nüfusunun % 70 kadarı
şehirlerde oturur.
Son yıllardaki ortalama nüfus artışı Amerika Birleşik Devletleri ile aynıdır. Böylece Latin Amerika’nın
birçok kısımlarında olan nüfus patlaması Arjantin’de yoktur.
Arjantin halkının hemen hepsi Avrupa asıllıdır. Batı yarımküresinde, bu durum Kanada hariç en
yüksek orandır. Kızılderililer ile beyazlardan meydana gelen Mertizolar 1869 nüfus sayımına göre 1/4
oranında beyazları geçmişti. O zamandan beri olan köklü değişmeler 1880’den sonra İspanya ve
İtalya’dan gelen büyük göç dalgalarıyla izah edilmektedir.
Din: Arjantinlilerin % 90’dan fazlası Roma Katolik Kilisesi mensubudur. Kilise, anayasaya göre
imtiyazlı bir mevkiye sahiptir. Anayasa, Cumhurbaşkanının ve yardımcısının Roma Katolik Kilisesi
mensubu olmasını ön görür. 1853’ten 1930’a kadar siyasette kilise çok az rol oynamıştır. 1930’da yapılan
muhafazakar devlet darbesinden sonra kilisenin siyasi nüfuzu artmaya başlamış ve 1943 askeri
idarelerinden sonra da gözle görülür derecede gelişmiştir. 1954-1955’lerde kilise ile Başkan Peron
arasındaki münasebetler bozuldu. 1955’de Peron’un düşürülmesinde kilisenin muhalefeti şüphesiz önemli
bir faktör olmuştur.
Dil: Arjantin’in dili İspanyolca’dır. Hiçbir yerli grub ana dili meydana getirecek yeter sayıya sahip
değildir. İspanyolcanın telaffuzu bilhassa Buenos Aires bölgesinde İtalyanların geniş akınıyla az çapta da
olsa etkilenmiştir. İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve diğer yabancı diller şehirlerde fazla mikdarda
konuşulur. Fakat bu her şeyden önce ülkenin eğitim sistemi seviyesinin genel olarak yüksekliğini, üst
sosyal tabakanın kozmopolit görünümünü aksettirir.
Eğitim: Arjantin, Latin Amerika’da okur-yazar seviyesi en yüksek olan bir ülkedir. Ülke, 19.000’den
fazla ilkokula sahiptir. 6 ile 14 yaş arasında çocukların okula gitmeleri mecburidir. Milli bütçesinin % 14
kadarını eğitime harcar. Eğitimde nüfus başına harcadığı mikdar herhangi bir Latin Amerika ülkesinin iki
katından daha fazladır. Arjantin altı milli üniversiteye sahiptir. En eskisi on yedinci asırlara kadar uzanan
Cordoba'dır. En meşhuru 1821’de kurulmuş olan Buenos Aires Üniversitesidir. Tıp eğitimi ileridir.
Sosyal durum: Arjantin’de sosyal yapı, Buenos Aires ile iç kısımlar arasında çok farklıdır. Sosyal
durum ve başkentin faaliyetleri son derece kozmopolit bir karışıklığı aksettirmektedir. Taşra toplumları
an'anelerine daha çok bağlıdır.
Kültürel hayat: Kültür gelişmesi bakımından Arjantin, Güney Amerika’nın en gelişmiş ülkelerinden
biridir. Kültürde esas te’sir İspanyolların olup, bunu, Fransız kültürü takib eder. Çok yakınlarda olan
İtalyan göçünün büyük dalgası da kültürüne önemli katkıda bulunmuştur. Kültürün sanat yönü çok
gelişmiştir. En azından Buenos Aires’de en modern Avrupa tarzını her zaman görmek mümkündür.
Siyasi Hayat
Hükumet: Arjantin bazan diktatör hükumetler ile idare edilmesine rağmen, Latin Amerika'nın en
demokratik ülkelerinden biridir.
Arjantin yapı bakımından federal cumhuriyet bir idareye sahiptir. Ülke 23 eyalet ve bir federal
bölgeye ayrılmıştır.
Yürüklükte olan anayasa 25 Mayıs 1953’te yürürlüğe girmiştir. Latin Amerika’nın en uzun ömürlü
anayasasıdır. Lisan ve genel durumlar ile Arjantin anayasası daha ziyade ABD’ninkine benziyor ise de
tatbikatı Latin Amerika devletlerine mahsus olan bir temayülle devlet idarecilerinin elinde değişiklik
göstermiştir.
Yönetim biçimi: Yürütme yetkisi, 46 üyeli senato ve 187 milletvekilli çift meclisli kongreye aittir.
Senatörler her eyalet ve federal bölgeden iki tane olmak üzere halk tarafından seçilir. Milletvekilleri nüfus
esası üzerine seçilir. Esas icracı halk tarafından altı senelik bir devre için seçilen başbakandır.
Her Arjantin eyaleti bizzat kendi anayasası ve hükumet mekanizmasına sahiptir. Eyalet valileri halk
tarafından altı senelik bir devre için seçilir
Ekonomi
Arjantin ekonomisi daha çok tarıma dayalıdır. Kişi başına milli gelirin Latin Amerika devletleri
arasında en yüksek olduğu yer Arjantin’dir. Arjantin, Meksika ve Venezuela ile birlikte Güney Amerika’nın
en büyük petrol çıkaran ülkesidir. Petrol ve doğal gaz ihtiyacının hepsini kendi kaynaklarından sağlar.
Buna karşılık zengin kurşun, çinko, gümüş altın, bakır, kalay, bizmut, kobalt, berilyum, manganez,
tunsten ve uranyum kaynaklarından çok az faydalanılmaktadır.
Enerji üretimi, ülke ihtiyacını karşılamaz. Yeterli hidroelektrik santralları olmaması, bu ihtiyacın
karşılanması için petrol ve doğal gaz üretimine ağırlık verilmesine sebep olmuştur.
Arjantin topraklarının ancak % 13’ü tarıma elverişlidir. Buenos Aires, Santa Fe ve Cordoba
eyaletlerinde tarım çok gelişmiştir. Ülkede en fazla buğday üretilir. Bunun yanında soya fasulyesi, pamuk,
ayçiçeği, keten tohumu, şeker kamışı, akdarı, mısır, patates ve hayvan yiyeceği olarak yonca önemli
üretim maddeleridir.
Hayvancılık da ekonomide önemli rol oynar. Büyük baş hayvan yetiştiriciliği gelişmiştir. Pampalarda
sığır, Patagonya’da ise koyun yetiştiriciliği yapılır. Sığır eti üretiminde dünyada üçüncü sırayı alan
Arjantin, yün üreticiliğinde de çok ileridir.
Arjantin’de sanayi, birinci ve ikinci dünya savaşları arasında gelişti. Sanayileşme, şehirlerin sür’atle
büyümesine sebeb olmuştur. Sanayi ürünleri arasında; petrol ürünleri, demir, çelik, çimento, otomotiv,
elektrikli ev aletleri, sanayi makinaları ve donanımı, vagon, gemi, sigara, şeker, işlenmiş deri, selüloz
yer almakdadır.
Ulaşım: Arjantin gelişmiş bir iç taşımacılık sistemine sahiptir. Demiryolu uzunluğu 43.200
kilometreden fazla olup, iyi bir demiryolu ulaşımı sağlar. Demiryolları, arazinin düz ve demiryolu inşası
kolay olduğundan fazla yapılmıştır. Hükumet daha sonra karayolu yapımını teşvik etti. Ülke genelinde
ancak dörtte biri asfaltlanmış 210.000 kilometreyi aşkın bir karayolu ağı vardır. Bilhassa Pampalarda
160.000 kilometreden fazla karayolu şebekesine sahiptir. Karayollarının çoğu demiryollarına paralel
yapıldı ve devlet tarafından demiryolları ile rekabet eden bir taşıma sistemi kuruldu.
Arjantin’in iç ve dış hatlarda iyi bir hava yolları şebekesi vardır. Buenos Aires havaalanı, şehirden
uzak mesafede olmasına rağmen, dünyanın en iyi alanlarından biridir. Nehir trafiği bilhassa yük
taşımacılığı için Uruguay ve Parana nehirleri üzerinde önemlidir. Parana üzerindeki Rosario geniş bir iç
limandır. Buenos Aires, Atlantik üzerinde dünyanın en işlek limanlarından biridir. La Plato ve Bahia Blanca
diğer önemli limanlarıdır.
Dış ticaret: Arjantin dış ticaretinin başlıcaları, bütün ihracatın % 94’üne yakınını teşkil eden ziraat
ve hayvan mamülleridir. Bu ihracatın başlıcası et, hububat, yağlı tohumlar ve yün olup, yarıdan fazlası
Avrupa’ya yapılır. Belli başlı alıcısı; İngiltere, Flemenk ve Batı Almanya’dır. İthalatın ihracattan fazla
olması, Arjantin hükumetleri için daima problem olmuştur. Son yıllardaki enflasyon ise memleket
ekonomisini oldukça kötü duruma düşürmüştür.
ARK KAYNAĞI
(Bkz. Kaynak)
ARK LAMBASI
(Bkz. Lamba)
ARKEOLOJİ
Alm. Arkeologire (f), Fr. Archéologie, İng. Archeology. Eski zamanları, bütün abidelerine ve maddi
kalıntılarına bakarak inceleyen, tarihe yardımcı olan bir bilim dalı. Yunancadaki arkhaios, eski ve logos,
bilim kelimelerinden gelir. Arkeolojinin inceleme sahasına her türlü san’at eserleri, şehir kalıntıları,
abideler ve çeşitli eşyalar girer. Bu malzemelere dayanarak eski çağların tarihini canlandırmaya çalışır.
Arkeolojinin temeli, insan tarafından yapılmış elle tutulan her eseri inceleyerek, herbiriyle insanlık
tarihinin bir safhasını ortaya çıkartmaktır. Arkeologlar, bu incelemeleri esnasında filoloji, antropoloji,
jeoloji, etnografya, coğrafya, nümismatik, sanat tarihi gibi yardımcı ilim dallarından geniş çapta
faydalanırlar.
Arkeolojik bir eserin ortaya çıkarılması için başlıca dört safha vardır:
1. Keşif : Tarihi belgeler, mahalli adetler, rastgele buluşlar veya gerektiğinde yapılan sondajlarla
toprak yüzeyinin metodlu bir şekilde taranmasıdır.
2. Kazı : Eski arkeologlar sadece eşya aramakla yetinirlerdi. Şimdi ise bölgenin tarihi incelemesi
yapılmaktadır. Kazı ile üzerinde çalışılan bölgenin yerleşme alanları, mezarları, kuyuları, temel hendekleri
ortaya çıkarılır.
3. Buluşların teknik incelenmesi : Bu safhada ele geçen eşyanın üslub ve estetik incelenmesi
yapılarak, yapıldığı yer ortaya çıkarılır. Günümüzdeki en son teknik buluşlardan da (radyoaktivite)
faydalanarak, bulunan eşyanın yapılış senesi ve yeri tespit edilmektedir.
4. Kalıntıların korunması : Yeryüzüne çıkarılan bir çok eşya ışık, ısı ve iklim şartlarının tesiriyle
hemen bozularak dağılmaktadır. Bunun önüne geçmek için, temizleme ve restorasyon atölyelerinde,
kimyevi bazı işlemler sonucu bunlar muhafaza altına alınmakta ve böylelikle eski eserler
korunabilmektedir.
Arkeolojik çalışmaların başlangıç tarihi bilinmemekle beraber, insanoğlu, çok eski devirlerden beri
geçmişini incelemeye başlamıştır. Rönesansta arkeolojik çalışmalar sanat tarihi ile beraber mütalea edilir
şekilde gelişmiştir. Fransız Caylus ve Alman Winckelmann, arkeolojiyi ilgi çekici ilim haline getirmiştir.
Winckelmann, aynı zamanda arkeoloji ilminin kurucusudur. K.O. Müller adındaki Alman arkeolog,
eserlerin metotlu olarak nasıl inceleneceğine dair ilk defa çok esaslı kaideler ortaya koymuştur. Müller’e
göre eserler yapıldıkları çağlara, kullanma maksatlarına göre; bundan başka cinslerine göre de tasnif
edilmelidir ki, eserin mahiyeti tam olarak anlaşılabilsin. Bu görüşleriyle Müller, arkeolojinin gelişmesinde
yeni adımlar atmıştır.
Arkeolojinin en çok tekamül ettiği çağ on dokuzuncu asrın sonu ile yirminci asrın başı olmuştur. Ön
Asya’da kullanılan çivi yazısının okunması, hiyeroglifin çözülmesi; eski medeniyetlere alakanın artmasına
sebep olmuştur.
Mısır’da ve Mezopotamya’da başlayan kazılar da Orta Asya medeniyetlerini ortaya çıkartmıştır. Bu
bölgede kazılar yapan Alman, Fransız, İngiliz arkeologların ortaya çıkardıkları saraylar, tapınaklar,
kitaplıklar ve yazılı belgeler, Yunan sanatının eski çağlardan kalma yegane medeniyet eseri olmadığı
sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Sualtı arkeolojisi: 1950’den sonra ilmi temellere dayalı olarak Sualtı arkeolojisi kazıları da
başlamıştır. Dalgıç elbiselerinin bulunması, bu alanda önemli ilerleme kaydedilmesine sebep olmuştur.
Narbonne’deki Augustus tapınağının 13 parça mermer sütunları ve lentoları deniz altından çıkarıldı.
Türkiye’de ilk ilmi Sualtı arkeolojisi çalışmaları, G. Bass başkanlığında Antalya-Gelidonya
bataklığında başlatılmış oldu. Bu çalışmalar Bodrum-Yassıada batağı çalışmaları ile halen devam
etmektedir.
ARKHİMEDES
(Bkz. Arşimet)
ARKTİK
(Bkz. Kuzey Kutup Bölgesi)
ARMSTRONG, Neil
Ay'a ilk defa ayak basan insan. ABD’nin Ohio eyaletinin Wapakonata kentinde 5 Ağustos 1930’da
doğdu. Purdue Üniversitesini bitirdi. 1949-1952 yıllarında uçak gemilerinde pilot olarak görev yaptı. Kore
savaşlarına katıldı. Milli Uzay ve Havacılık Teşkilatına 1955’te girerek deneme pilotu oldu. Feza ile ilgili
çalışmalara katıldı. 1962 yılında astronot görevi verildi. Apollo 5, 8, 11 projelerinde görev aldı.
16 Temmuz 1969 saat 09.32’de, arkadaşları Aldrin Edwin, Collius Mike ile birlikte Apollo-11 içinde
Ay yolculuğuna çıktı. Apollo’nun fezaya atılışını Florida’da 55 ülkeden 3493 muhabir ve bir milyona yakın
insan takib etti. Apollo-11 kalkışından 102 saat 47 dakika sonra Ay’a iniş yaptı. Ay’da gerekli incelemeleri
yaptıktan sonra başarı ile dünyaya döndü.
Neil Armstrong 1971 yılında Cincinati Üniversitesinde mühendislik bilimleri profesörü olarak ders
vermeye başladı.
Ay’a inişten tam 14 yıl sonra Şubat 1983’te Armstrong, bir konferans vermek için Mısır’a gitti.
Konferansın sonuna doğru dışarıdan gelen bir sesi duyan Armstrong, büyülenmiş gibi yerinde dura kaldı.
Bütün dikkatiyle daha önce işittiğini tahmin ettiği bu sesi dinledi. Duyduğunun ne olduğunu sorduğunda,
“Ezan sesi” olduğunu söylediler. Armstrong ise; “Bu ses, Ay’a ilk ayak bastığımda duyduğum, ürperdiğim
sestir. Önceleri kulaklarımın uğuldadığını zannetmiş, fakat bu sesi daha sonra tekrar duyarak
titremiştim!” diye cevab verdi. Bazı kaynaklarda kendisinin Müslüman olduğu bildirilmektedir.
ARMUT (Pyrus communis)
Alm. Birne (f), Fr. Poire, İng. Pear. Familyası: Gülgiller (Rosaceae). Türkiye’de yetiştiği yerler:
Her yerde.
Memleketimizin her yerinde yetişen küçük çekirdekli, tatlı sulu, lezzetli bir meyve. Çiçekleri
beyazdır. Elma ve ayva ile aynı özelliğe sahiptir. Yenilen etli kısmı çiçek ekseninin etleşmesinden
meydana gelmiş "yalancı meyva" kısmıdır. İçinde bulunan şekerli maddeler, A, B1, B2 ve C vitaminleri
sayesinde besleyici ve ferahlık vericidir.
Ana yurdu Önasya ve Anadolu'dur. Avrupa'ya Anadolu’dan yayılmıştır. Tarihi kayıtlara göre Etiler
zamanında armut yetiştirildiği anlaşılmaktadır.
Armut, çekirdekten aşı ile üretilir. Tabii olarak yetişen “ahlat” (Pyrus elaeagnifolia) denilen yabani
armut ağaçlarına iyi cins aşı yapmak suretiyle de elde edilir.
Kökü, kazıkkök biçiminde olduğundan; derin toprak, kireçli ve kuvvetli yer ister. Bakımı gerektiren
meyva ağaçlarındandır. Bakımı yapılmadığı takdirde asalakların dadanmasıyla çeşitli hastalıklar meydana
gelir. Kurağa en dayanıklı ağaçlardandır. Bir ağaçtan 50-400 kg kadar meyve alınır.
Başlıca üç çeşidi vardır:
a) Kış armudu: Ankara armudu, Azdavay armudu, Malatya armudu, Tokat (çiçek) armudu, sarı
armut gibi çeşitleri bulunur.
b) Güz armudu: Hacı Hamza, Hamidüsükkari gibi çeşitleri vardır.
c) Yaz armudu: Göksulu, Ürüngüs, Akça armut gibi çeşitleri mevcuttur.
Kullanıldığı yerler: Ekonomik değeri olan, besleyici özellikte, sulu ve leziz bir meyvedir. Mideyi
kuvvetlendirir. Hazmı kolaylaştırır, ferahlık verir. Halk arasında barsaklardaki parazitlere karşı kullanılır.
ARNAVUTLUK
DEVLETİN ADI Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti
BAŞŞEHRİ Tiran
NÜFUSU 3.300.000 (1991)
YÜZÖLÇÜMÜ 28.748 km2
RESMİ DİLİ Arnavutça
DİNİ % 70 İslamiyet, % 30 Hıristiyan ve ateist
PARA BİRİMİ Lek
Balkan yarımadasının en küçük devleti. Doğusunda ve kuzeyinde Yugoslavya, güneydoğusunda
Yunanistan, batısında İon ve Adriya denizi bulunur. 42°39'-39°38' kuzey enlemleri ile 19°16'-21°04'
doğu boylamları arasında yer alır. Kuzeyden güneye 340 km, doğu-batı doğrultusunda en geniş yeri 155
kilometredir.
Tarihi
Arnavut halkı, M.Ö. 2000 yıllarında Balkan Yarımadasına yerleşen İlliryalıların torunlarıdır. İllirya
M.Ö. 167 yılında Romalılar tarafından zaptedildi ve 500 yıl Romalılar tarafından yönetildi. Ancak bu
bölgenin iç kısımlarında yaşayan İlliryalılar, Romalıların baskılarına uzun müddet karşı koydular. İşte
bunlar, Roma İmparatorluğunun 395’te parçalanmasından sonra Arnavutluk ve Arnavut adlarını aldılar
ve Doğu Roma İmparatorluğunun bir parçası oldular.,
1468 yılında Osmanlılar Arnavutluk’u zaptettiler ve uzun müddet burayı idareleri altında
bulundurdular. Osmanlı Devletinin adil idaresinden mennun olan Arnavutlar kendi istekleri ile 17.
yüzyılda İslamiyeti kabul ettiler. Dini yaymak için gayret gösterdiler. Osmanlılar burada askeri teşkilat
kurdular ve süvari birlikleri teşkil ettiler. Arnavutlar zamanla kendi kültürlerini bırakarak Osmanlı
kültürünü benimsediler. 1912’de Osmanlı idaresinden ayrıldılar. Ancak tam müstakil olmayıp, büyük
devletlerin kontrolü altında kaldılar. Birinci Dünya Savaşından sonra 1925’te cumhuriyet ilan edildi. Ancak
cumhurbaşkanı olan Zoğu, 1928’de cumhuriyeti krallığa dönüştürdü. Bu sıralarda bir ekonomik krize
girdi ve nihayet İkinci Dünya Savaşında İtalyanlar tarafından işgal edildi. 1944 yılında, komünistler
hükumeti kontrol altına alarak, komünist bir idare kurdular. 1961 yılına kadar Rusya ile sıcak
münasebetlerde bulundular. 1961'de Rusya ile bağlılıklarını keserek Çin ile anlaştılar. Böylece Çin ile
ittifak kuran ilk Avrupa devleti oldular. Ancak son yıllarda Çin ile de yakınlıklarını dondurdular. Daha
sonra Yugoslavya ve bazı Avrupa ülkeleriyle ticari ve diplomatik münasebetler kurdular. 1976 Aralık
ayında kabul ettiği yeni anayasa ile Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti adını aldı. Devlet başkanlığına
Arnavutluk Emek Partisi Genel Sekreteri Enver Hoca Getirilidi. 1985'te Enver Hoca'nın ölümü üzerine
Emek Partisi genel sekreterliğine getirilen Ramiz Alia aynı zamanda Devlet Başkanı da oldu. 31 Mart
1990'da yapılan ilk çok partili seçimleri Emek Partisi kazanmasına rağmen ülkede iç kargaşalık başladı.
Bunun üzerine çok sayıda halk ülkeden göç etti.
Fiziki Yapı
Yüzey şekilleri: Arnavutluk dağlık bir ülke olup, yarıdan fazla bölgesinin yüksekliği 1000 metreyi
geçmektedir. Alplerin uzantısı olan Dinar Alpleri, Arnavutluk’ta önemli bir yer kaplar. İç tarafta dağlar
arasında vadiler bulunur. Batıya doğru gittikçe dağlar yüksekliklerini kaybederler. İç Arnavutluk’un kenar
dağları kalkerlerden meydana gelmiştir. Dağların en yüksek yeri Korab olup 2750 metredir.
En önemli akarsuları Drina ve Semendi’dir. Bu ırmaklar Yugoslavya topraklarından çıkarlar,
Arnavutluk’tan Adriya Denizine dökülürler.
İklim
Arnavutluk küçük bir ülke olmasına rağmen arazi yapısının çeşitliliğinden dolayı farklı iklim
bölgelerine sahiptir. Başlıca üç farklı iklim tipi görülür: Birincisi; güney kesimlerde yer alan kışları ılık ve
yağışlı, yazları sıcak ve kurak Akdeniz iklimidir. İkincisi; kuzey ve iç kısımlarda görülen nemli iklimdir.
Üçüncüsü ise; kuzeydoğu kesimlerinde görülen, yazları yağışlı ve ılık, kışları sert ve kurak geçen Alp
iklimidir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Dil: Arnavutluk dili, Hint-Avrupa dil ailesine mensuptur. Eski İllirya dili, fakirliği sebebiyle
Arnavutluk'u hakimiyeti altına alan bir çok ülke dilinin te’siri altında kalarak zenginleşti. Arnavutluk dilini
zenginleştiren diller; Yunanca, Latince, Türkçe, Slav ve Roma dilleridir.
Nüfus: Arnavutluk halkının tamamı aynı ırktandır. Ahlak yapısı ve alışkanlık yönüyle birbirlerine
bağlılıkları halkının ortak özelliklerindendir. Halkın bir kısmını Yunan, Romen, Bulgar ve Türkler teşkil
eder. Dil olarak Latince, Yunanca, Türkçe ve Slavik Romanca konuşulur.
Arnavutluk halkı iki gruba ayrılır : Gheg ve Tosk. Gheg olan halkın çoğunluğu Müslümandır. İkinci
Dünya Harbine kadar halkının % 80’i Müslüman, % 20’si Hıristiyan idi. Komünist idarenin tahakkümü
altına girdikten sonra dini inanç ve yaşayışları yasaklandı. Böylece halk dinlerinden koparıldı. Yeni nesiller
dinsiz olarak yetiştirildi. Bütün dini ibadethaneler kapatıldı. İki bin cami ve mescit ve yüze yakın kilise
yakılıp yıkıldı. Sadece Tiran’da Etem Bey Camii ile Jirakostra’daki cami yıkılmadı. Bunlar ise, dinsizlik
propagandası için müze olarak kullanıldı.
Tabii Kaynakları
Arnavutluk topraklarının üçte biri ormanlarla kaplıdır. Akdeniz kıyısındaki düzlükler makiliktir.
Arnavutluk’ta üç binden ziyade bitki türü çeşitli sanayilerde ve tıpta kullanılır. Sayıları azalan yabani
hayvanlar koruma altına alınmıştır.
Dağlık toprakları maden kaynakları bakımından zengindir. Düşük kaliteli linyit kömürü, petrol ve
doğal gaz önemli enerji kaynaklarıdır. Ayrıca, krom, nikel, bakır, demir, kurşun, kükürt, çinko boksit
yatakları da vardır.
Ekonomi
1925 ve 1939 yıllarında ekonomik olarak İtalya’ya bağlıydı. 1938- 1944 yılları arasında ziraat ve
endüstri zayıfladı. 1945-1955 yılları arasında hükumet, ziraatin kuvvetlenmesi için çalışmalar yaptı ve
bu sahada kalkındı. 1960 yılından sonra kollektif ziraate başlandı. Şeker ve dokumacılıkta biraz ilerlediler.
Komünizm idaresi gelince halkın yapmış olduğu ziraat planı geçersiz sayılarak komünistler kendi
planlarına göre kollektivizme dayanan ziraat sistemi getirdiler. Komünist partisinin başa geçmesiyle
başgösteren çeşitli ekonomik problemler çözülmediği gibi, daha da çıkmaza girdi.
Endüstri: 1945-1947 yılları arasında komünist idare tarafından alelacele devletleştirilen sanayi
kuruluşları birinci ve ikinci beş yıllık kalkınma planlarının uygulandığı yıllarda % 20 üretim artışı gösterdi.
1961-1965 yılları arasında uygulanan 3 yıllık kalkınma planında bu artış % 6’ya düştü.
Ziraat: 1945-1955 yılları arasında hükumetin büyük toprakları küçük parçalar halinde köylülere
dağıtılarak kollektif ziraate geçilmesini hedef alan kararı önceleri köylülerce kabul edilmedi, ancak bu
hususta ısrarlı olan idarenin baskısı ile 1960’lı yılların ortalarında Arnavutluk topraklarının % 60’ında
kollektif ziraate geçildi.
Dış ticaret: İç ve dış ticaret sıkı bir devlet kontrolü altındadır. Dış ticaretinin % 90’ını sosyalist
ülkelerle yapan Arnavutluk, büyük ölçüde mineral, zirai mahsuller, işlenmiş ve yarı işlenmiş mamul
madde ihraç ederken; makina ve sanayi hammaddesi ithal etmektedir.
Ulaşım: Arnavutluk’ta, kara ve demiryolu ulaşımı gelişmiştir. Demiryolu hattı ülkeyi boydan boya
geçer. Adriya denizinde önemli limanlar bulunur. Tiran yakınındaki Rinas Havaalanı Arnavutluk’un tek
milletlerararası havaalanıdır.
ARND, Fritz
Yirminci asrın büyük kimyagerlerinden. 1885’te doğdu. Kimya öğrenimini Freiburg Üniversitesinde
gördü. 1908 Breslau Üniversitesinde profesör oldu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında (1915) memleketimize
geldi. Ülkemizde akademik kimya öğrenimini başlatmak ve geliştirmek için çağrılmıştı. İstanbul’da
Darülfünun’da uzun yıllar kimya profesörlüğü yaptı. İstanbul’un işgal kuvvetlerinin eline geçmesi ile,
1918 yılında memleketi Almanya’ya döndü. 1934 yılında İstanbul Üniversitesine Ordinaryus profesör
olarak davet edildi. İyi Türkçe konuşurdu. İkinci defa gelişinde 21 yıl süreyle Türk kimyagerlerinin
akademik yetiştirilmesi, eğitimlerinin düzenlenmesi görevinde yılmadan çalışmıştır. 1955 yılında
Almanya’ya geri döndü. Hamburg’da 1969 yılının sonunda öldü. Kıymetli din kitapları yazan Hüseyin
Hilmi Işık, 1936 senesinde, Arnd’ın yanında çalışarak organik bir cisim keşfetti. Bu buluş, İstanbul Fen
Fakültesi Dergisi, 1937 senesi, ikinci cildin ikinci sayısında ve Berlin’de çıkan 1937 yıl ve 2519 sayılı
Almanca Zentrall Blatt kimya kitabında “Işık Hilmi” adı ile yazılıdır.
Profesör F. Arnd, İstanbul’da çıkan Türkçe Tecribi Kimya kitabında Aristo için şöyle diyor: “Fen ve
ilim terakkisinin, hemen hemen bin beş yüz sene içinde durmuş olması kısmen Aristo felsefesinin
kabahatidir.”
Türkçeye tercüme edilip, İstanbul Üniversitesinde uzun yıllar okutulan Anorganik ve Organik kimya
kitapları vardır.
AROMATİK BİLEŞİKLER
Alm. Aromatische Verbindungen (f), Fr. Composées aromatiques, İng. Aromatic compounds.
Benzen, benzen türevleri ve naftalin, antrasen gibi benzen halkası ihtiva eden bileşikler sınıfı.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısından beri ekseriya nebati kökenli büyük sayıdaki organik bileşikler
diğer bileşiklerden farklı olarak karakteristik hoş bir kokuya sahip olmaları sebebiyle aromatik bileşikler
diye adlandırılmıştır. Bu bileşikler, keklik üzümü yağı, kumarin, benzoik asit, simol ve anilin dahil, halen
aromatik bileşikler diye anılmaktadır.
Alman kimyacı Friedrich Kekule, benzen için aşağıdaki yapıyı teklif ettikten sonra aromatik bileşikler
diğer bileşiklerden yapı bakımından farklandırılmıştır. Kekule’nin bu görüşünü diğer kimyacılar da
geliştirdi; altı karbon atomu ve altı hidrojen atomu heksagonal bir yapı verecek şekilde bağlanmıştır. Her
karbon atomuna bir hidrojen atomu ve her bir karbon da iki karbon atomuna bağlıdır.
FORMÜL VAR !
Benzendeki altı tane CH grubu fonksiyon bakımından eşdeğerdir. Elektronlar karbon atomları
arasında değişebilir. Bu bakımdan benzen için yukarıdaki iki gösterme şekli söz konusu olur.
Aromatik bileşikler kapalı bir benzen halkası çekirdeğini (C6H5) ihtiva ederler. Benzen çekirdeği bazı
karbonlar arasında doymamışlık demek olan çift bağlar varlığı ile gösterilir. Hückel teorisine göre konjuge
(4n+2)p elektronu ihtiva eden, halkalı, düzlem organik moleküller aromatiktirler. Bu şartlardan birisi
olmadığında aromatiklik vuku bulmaz. n= 0,1,2,.... olabilir. Doymamış bağları bulunan bileşikler
reaksiyona rahat girerken, aromatik bileşikler girmezler. Asetilen gibi alifatik doymamış bir bileşik,
bromla rahat reaksiyona girdiği halde benzen bromla oda sıcaklığında yavaş reaksiyon verir.
Alifatiklerle aromatikler arasındaki bir diğer fark bağlı gruplar durumundaki davranışlardır. Alifatik
halojenürler (bir hidrokarbon zinciri ile hidrojenin yerine geçmiş bir halojen atomundan müteşekkil)
kaynar alkali sulu çözeltisi ile reaksiyon verir. Halbuki aromatik halojenürler aynı muamele altında
inerttirler (etkilenmezler). Benzen molekülü yalnız başına alifatik bileşiklerle kıyas edildiğinde çok
kararlıdır. Mesela etilen C2H4 (alifatik bir bileşik) bazik ortamda 0°C’de bile potasyum permanganat ile
reaksiyona girerken, benzen 100°C’de dahi değişikliğe uğramaz. Buna rağmen aromatiklik için en iyi ölçü
aromat halkasına bağlı olan protonların “H-NMR”da olefinik protonlara göre 1-2 ppm daha aşağı alanda
rezonans olmalarıdır.
Aromatik bileşikler aynı zamanda birbirine katılmış iki veya üç benzen çekirdeği bulunan bileşikleri
de ihtiva ederler. Mesela, naftalin iki, antrasen ise üç benzen çekirdeği ihtiva eder.
Flor, klor, brom, iyot ve birçok fonksiyonel grubun benzendeki bir hidrojenin yerine geçmesiyle
birçok aromatik bileşik türer. Bunların içinde en çok bilinenleri karboksilli asitler (COOH grubu ile
karakterize), ketonlar (CO grubu ile karakterize), fenoller (OH ile karakterize) aminler (NH2 ile
karakterize) ve nitro bileşikleri (NO2 ile karakterize)dir.
AROMATİK BİTKİLER
Alm. Aromatische Pflanzen (f), Fr. Plantes aromatiques, İng. Aromatic plants. Kokulu bitkiler; Eski
Yunanca’da “aroma” nebati veya hayvani çeşitli maddelerden yapılan "koku" manasına gelmektedir.
Koku alma hissini etkileyen ve gaz haline geçmiş bir maddeye aroma denebilir. Bu maddeleri ihtiva eden
nebati veya hayvani maddelere de “aromatik maddeler” denir.
Aromatik bitkiler, “uçucu yağ” (eterik yağ) taşıyan bitkilerdir. Uçucu yağlar, bitkilerden su buharı
damıtması ile elde edilen, oda sıcaklığında sıvı olan, bazan donabilen, uçucu, kuvvetli kokulu ve yağımsı
karışımlardır.
Aromatik bitkilerden elde edilen uçucu yağlar açıkta bırakılınca, oda sıcaklığında bile
buharlaşabildiklerinden ve güzel kokulu olduklarından “esans” ismiyle de anılırlar. Esans denmesinin bir
başka sebebi de parfümeride (ıtriyatçılıkta) kullanılmalarıdır.
Aromatik bitkiler, daha çok, sıcak iklimli bölgelerde yetişmektedir. Tropik ve subtropik bölgelerle,
ılıman iklim kuşağının sıcak bölgelerinde de aromatik bitkiler bulunmaktadır. Memleketimizi de içine alan
Akdeniz bölgesi, kokulu bitkiler açısından en zengin bölgelerden birisidir.
Bazı bitki familyaları uçucu yağ taşıyan cinsleri sebebiyle önem kazanmışlardır. Narenciye, nane,
kekik, lavanta, anason, gül, karanfil vb. türler değerli uçucu yağ, dolayısıyla koku kaynaklarıdır.
Eczacılıkta ve sanayide kullanılan uçucu yağların çoğu Akdeniz bölgesi bitkilerinden elde edilmektedir.
Memleketimiz uçucu yağ veren bitkiler açısından çok zengin bir ülkedir.
Aromatik bitkide kokuyu meydana getiren uçucu yağlar, bitki organlarının herhangi birinde olabilir.
Misal olarak çiçekte “lavanta çiçeği”, taç yapraklarda “gül”, yapraklarda “nane”, meyvede “anason”, otsu
kısımda “kekik”, kabukta “tarçın kabuğu” ve kökte “kediotu kökü” verilebilir.
Uçucu yağlar bitkide biyolojik bir olaya katılmak için meydana gelmiş değillerdir. Bunlar belki de
bitkinin faydasız metabolizma ürünlerinin atılmasında rol oynuyorlar. Bazı araştırıcılara göre uçucu yağlar
koruyucu ajandırlar. Bitkinin yaralanması sonucu meydana gelen reçineleri çözücü olarak görev yaparlar.
Uçucu yağların, böcekleri kaçırıcı veya çekici görevleri olduğunu savunanlar da vardır.
Böcekleri kaçırıcı nitelikte olanları, yaprak ve çiçeklerin korunmasına yardım eder, çekici etkide
olanları ise, tozlaşmada yardımcı olurlar.
Aromatik bitkide kokuyu meydana getiren uçucu yağlar çok sayıda bileşiğin karışımından meydana
gelmişlerdir. Bu sebeple kimyasal yapı bakımından büyük farklılıklar gösterirler. Uçucu yağlarda bulunan
çeşitli maddeler 4 grupta toplanabilir:
a) Terpenik maddeler,
b) Aromatik maddeler,
c) Düz zincirli hidrokarbonlar,
d) Azot ve kükürt taşıyan bileşikler.
Büyük çoğunluğu terpenik maddelerden meydana gelmiştir. Bir kısmında da aromatik diziden
maddeler çoğunluktadır. Uçucu yağları tanımak için Sudan-III boyası kullanılır. Bu boya ile turuncu bir
renk verirler.
Kullanıldığı yerler: Eczacılıkta kullanılan uçucu yağlar en başta lezzet ve koku değiştirici olarak
kullanılırlar. Bununla beraber tedavi edici etkisi olan uçucu yağlar da vardır. Hemen hemen bütün uçucu
yağlar antiseptik, yani hastalık yapıcı mikroplara karşı koruyucu özelliktedir. Bazıları da antibiyotiktir.
Tedavide uçucu yağlar şuralarda kullanılır: Solunum ansiteptiği (okaliptüs yağı), idrar söktürücü
(ardıç esansı), mantar hastalıklarına karşı (kekik yağı), barsak parazitlerine karşı (kenopod esansı), mide
salgısını artırıcı (nane yağı), gaz söktürücü (anason yağı), adet söktürücü (sabin yağı).
Uçucu yağların bir çoğu zehirli (toksik) etki gösterir. Mukozaları tahriş eder, sinir sistemini
uyuşturur.
ARPA (Hordeum sativum)
Alm. Gerste (f), Fr. Orge, İng. Barley. Familyası: Buğdaygiller (Gramineae). Türkiye’de yetiştiği
yerler: Anadolu’nun her yeri.
En önemli hububatlardan birisi. Arpanın tarihçesi çok eskilere dayanmaktadır. Eski Mısır
hiyerogliflerinde ve piramitlerinde arpa resimlerine rastlanmaktadır. Genellikle ılıman ve sıcak iklimleri
seven arpanın anavatanı Önasya’dır. Buğday kadar verimli olmamakla birlikte kıraç ve verimsiz
topraklarda, farklı iklim şartları altında yetiştirilebildiği için dünya hububat üretiminde önemli bir yer
tutmaktadır. Arpanın zirai işlemleri diğer buğdaygillerle aynıdır. Üstelik daha kısa bir zamanda ve daha
erken yetişmektedir. Ekimin yapıldığı mevsime göre ikiye ayrılır.
Yazlık arpa: Genellikle yazların çok kısa sürdüğü yüksek ve soğuk bölgelerde ilkbaharda ekilir.
Kışlık (Güzlük) arpa: Alçak ve ılıman bölgelerde sonbaharda ekilir.
Arpanın ekim alanı buğdaya nazaran çok geniştir. Buğdayın yetişmediği yüksekliklerde (2500
metre) yetiştiği gibi, 70° kuzey paraleline kadar olan yerlerde de yetişir. Kuvvetli ve sulak topraklarda
buğdaydan daha fazla verim alınabilir. Bu yüzden köylüler en kuvvetli tarlalarına arpa ekerler ve bu
tarlalara arpalık derler.
Arpa başakları, uzun kılçıklı ve tek çiçeklidir. Yaprakları buğdaydan daha geniştir. Boyu bir metre
kadardır. Yeşilken biçilerek hayvan yemi olarak kullanıldığı gibi, samanı da çok makbüldür. 12’den fazla
türü mevcut olan arpa, başak şekillerine göre iki ana grupta toplanabilir:
Hordeum distichum türünde başaklar iki sıralıdır. Taneleri az fakat dolgundur. Genellikle malt
imali için yetiştirilir. Arabistan’da ve benzer iklim özelliklerini taşıyan bazı bölgelerde tabii olarak yetişen
yabani arpanın da başakları iki sıralıdır.
Hordeum polysticum türünde başaklar çok sıralı, genellikle 5-6’lıdır. Hayvan yemi olarak
yetiştirilir.
Kullanıldığı yerler: Besin değeri çavdardan yüksek, buğdaydan düşüktür. % 69 nişasta, % 0.7
protein ihtiva eder. Genellikle hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Bazı yerlerde unundan ekmek de
yapılmaktadır. Fakat kepeği tam olarak alınsa bile buğdaya nazaran sindirimi çok zordur. Malt imalinde
iki sıralı arpa tercih edilir.
Dünyada arpa üretimi(milyon ton olarak):
1979 158.215
1980 160.118
1981 152.301
1982 164.259
1983 171.828
1985 176.435
1986 180.441
1990 181.248
Türkiye’de arpa üretimi (milyon ton olarak)
1981 5.900
1982 6.400
1983 5.425
1984 6.500
1985 6.500
1986 7.000
1987 6.900
1988 7.500
1991 7.000
ARPACIK
Alm. Gerstenkom, Fr. Orgelet, İng. Sty. Göz kapağının, bilhassa gençlik yıllarında vuku bulan ağrılı
bir iltihabı. Arpacık, iç ve dış arpacık olarak ikiye ayrılır:
Dış arpacık: Kirpik yağ bezlerinin (moll bezleri) cerahatlı iltihabı. Göz kapağı ve kulak önünde
bulunan lenf (akkan) düğümleri şişer. Arpacığın biri iyileştikten sonra, arkasından bir ikincisinin meydana
gelmesine ve bunu diğerlerinin takib etmesine sık olarak rastlanmaktadır.
İç arpacık: Göz kapağı kıkırdağı içindeki yağ bezlerinin iltihaplanmasıdır. Bu bezler meibom
bezleridir. Göz kapağının iç kısmı görülmedikçe iç arpacık iltihabını görmek mümkün değildir. Hastalık
ekseriya sekel (araz) bırakmadan iyileşir. Bazı hallerde ise göz kapağı absesi teşekkül edebilir. Bu olayın
meydana gelmesi halinde ağrı ve gerginlik hissi dayanılmaz hal alabilir. Ekseri çabuk iyileşir. Fakat çok
çabuk da bir ikincisi teşekkül eder. Bilhassa müzmin göz kapağı iltihaplarında sık sık arpacık olur.
Tedavisi: Arpacık çıktığında ve göz kapakları çapaklandığında tedavi etmek için, bir cezve suda
yarım çay kaşığı asid borik kaynatılır. Sıcak asid borikli suya pamuk batırılır. Sırt üstü yatan hastanın
gözü üstüne konur. Soğuncaya kadar 2-3 dakika bu pamuk göz üstünde durur. Koyarken pamuğun
dayanabilecek kadar sıcak olması lazımdır. Antibiyotikli göz merhemleri de arpacığa iyi gelir.
ARPAEMİNİZADE SAMİ
On sekizinci asır Osmanlı şair ve hattatı. Asıl adı, Mustafa’dır. Arpaemini (Ticaret Bakanı) Osman
Efendinin oğlu olduğundan Arpaeminizade diye şöhret buldu. İstanbul’da doğmuş olup, doğum tarihi belli
değildir. Tahsil hayatından sonra haceganlık mesleğine girdi. Sıra ile Arpaeminliği katipliği, evkaf
muhasebeciliği ve şehreminliği vazifelerinde bulundu. 1725’de piyade mükabelecisi, 1730’da ise İsmail
Asım Efendinin halefi olarak Sultan Birinci Mahmud zamanında vak’anüvis tayin edildi ve bu vazifedeyken
1733 senesinde İstanbul’da öldü. Yeni Ali Paşa Camii bahçesindeki mezarlığa defnedildi.
Arpaeminizade Sami, hattatlığından çok şairliği ile tanındı. Duygulu bir şair olan Sami’nin dili ağırdır.
Anlatımında ilk bakışta bir kapalılık görülür. Renkli bir anlatıma sahib olan şiirlerinde söylemek isteneni
anlamak için biraz düşünmek lazımdır. Sanat yapmayı ön plana aldığından, manaya ait san’atlara çokça
yer vermiştir. Şiirlerinde daha çok tasavvufi aşk ve hikmet konularını işlemiştir. Şiirlerinde Baki, Naili,
Fehim, Vecdi ve Nabi’nin te’siri görülür. Bu divan şairlerinin te’sirini kendi şiir anlayışı içinde eritmiştir.
Encümen-i şuaranın içinde yeralan, Leskofçalı Galip, Yenişehirli Avni ve Namık Kemal’e te’sir etmiştir. Bir
bakıma Naili ile Galib arasında bir köprü sayılmaktadır.
Sami’nin bilinen iki eseri vardır. Birisi şiirlerinin toplandığı Divan’ıdır. Bu eser, Mısır Bulak
Matbaasında 1837 senesinde basılmıştır. Diğeri ise; Tarih-i Vekayi’dir. Bu eserinde 1730’dan 1733
senesine kadar gelen Osmanlı tarihini yazmıştır. Eser, 1784 senesinde Tarih-i Sami ve Şakir ve Subhi
adıyla basılmıştır. Basılan bu eserin 1-70 varakları Şami ve Şakir'e aittir.
ARPALIK
Osmanlılarda devlet memurlarına vazifeleri sırasında maaşlarına ilaveten, görevden ayrıldıktan
sonra ise tekaüd veya ma’zuliyyet maaşı olarak tahsis edilen gelir.
Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği kesin olarak bilinmemektedir. On altıncı asrın
başlarında verilmeye başlanan arpalığın, memurluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için
konduğu tahmin edilmektedir. Arpalık kendisinden başka kalabalık maiyyeti, uşak ve hizmetkarları
bulunanlara masrafları gözeltilerek bağlanırdı. Bu aylık önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askeri
şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislam, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan
hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare amirlerine, on yedinci asırdan itibaren de vezirler ile ümeraya
verilmeye başlandı.
Arpalık, ya belli bir kaza veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunmak veya hazineden
belli bir gündelik verilerek olurdu. Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bevech-i
arpalık ulufe denilirdi. Arpalığın en fazlası; idare amirleri için senelik 100.000, ilmiye sınıfı için 70.000,
yeniçeri ağaları için 58.000, saray mensupları için ise 19.999 akçe idi. Ulufe olarak verilenlerin senelik
toplamı da bu değerleri aşmazdı.
Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip yerine bir naib
gönderdikleri gibi, bazan da kendileri giderlerdi. Sultan Üçüncü Selim, bozulan ilmiyenin ıslahına
teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul vilayet kadıları ile kazaskerlerden, vilayet kadılarından
mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hakimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da
arpalıklarını iltizama vermeyip emanet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst naiblere vermelerini
havi neşrettiği fermanda; cahil kimselere naiblik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin yeniden
kadılığa tayin edilmemesini emretti.
Arpalık, birçok suistimallere meydan verdiği için on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı. Bu
durum daha sonra genişliyerek arpalık maaşı; tanzimattan sonra, isim değişikliği ile tarik maaşı ve en
son olarak rütbe maaşı adını aldı. Meşrutiyetten sonra ise ilmiye sınıfına da, diğer devlet memurları gibi
muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı. Böylece arpalık tarihe karışmış oldu.
ARRHENİUS, Svante August
Meşhur İsveçli fizikçi ve kimyacı. Hayatı boyunca çağın önde gelen bütün bilim adamları ile tanıştı.
Dost kazanmakta bir dahi olarak tanınmıştı. Bununla beraber mesleğinin ilk basamakları kendini kabul
ettirmek için yaptığı mücadelelerle doludur.
Arrhenius 22 yaşında (1881) elektriğin sulu çözeltilerinden geçişi ile ilgili bir çok deney yaptı.
Doktorasını hazırlamak için bu deneylere devam etmeye karar verdi. Upsala Üniversitesindeki
Laboratuvarında çalışırken, iki yıl içinde, çeşitli konsertrasyonlarda yüzlerce çözelti üzerinde çok geniş
bilgiler topladı. Bunlara dayanarak, sulu çözeltilerin yüklü türler, yani iyonlar ihtiva ettiği hipotezini ileri
sürdü. Bu, fevkalade bir görüş idi. Profesörleri bu hipotezi kendi fikirlerinden o kadar farklı buldular ki,
Arrhenius’a doktora ünvanını istemeyerek verdiler.
Arrhenius yılmadı ve tezinin örneklerini öbür bilim adamlarına gönderdi. Bu köklü fikirleri sadece bir
kaç kişi ciddiye aldı. Ancak, Alman bilgini Ostwald o kadar heyecanlandı ki, Arrhenius ile tanışmak için
İsveç’e gitti. Bu bilim adamı tarafından cesaretlendirilen Arrhenius, Almanya ve Hollanda’ya giderek
oralarda incelemeler yaptı. 1889’da “Sulu Çözeltilerde Maddelerin Dissosiyasyonu Üzerine” başlıklı
çalışmasını yayınladı.
Leipzig Üniversitesine profesör olmak üzere davet edildi. Fakat Stockholm’da bir lise öğretmeni
olarak çalışmayı tercih etti. Teorisi hala genel olarak kabul edilmiş değildi. Kendisi ile aynı fikirde
olmayanlar, onun tekliflerini “vahşi iyonların göçü” diyerek küçümsüyorlardı. Arrhenius’un 1893’te
Stockholm’da profesör olması bile uzun tartışma konusu oldu. Bu problemi, Almanya’daki bilim
adamlarından gelen şiddetli bir protesto çözebildi. Profesör olarak tayin edilmesinden iki yıl sonra rektör
seçildi ve Nobel mükafatını kazandı.
Böylece uzun bir süre sonra da olsa hak ettiği başarısının sonuçlarını görüyordu. Kendisine Berlin’de
Kimya Profesörlüğü teklif edildi. Fakat o sırada İsveç kralı Fizikokimya Nobel Enstitüsünü kurdu ve 1905
yılında Arrhenius bu enstitünün direktörü oldu. 1927 yılında ölümüne kadar, yorulmaz bir deneyci ve son
derece çok yönlü bir bilim adamı olarak çalıştı.
Arrhenius’un bilimdeki başarısını, onun yalnız parlak bir bilim adamı olmasında değil, fakat aynı
zamanda kendi görüşlerine olan inancında aramak doğru olur. Sulu çözeltilerin özelliklerini anlayışı,
çağının düşüncelerinden o kadar ileri idi ki, eğer teorisinin faydalılığı üzerindeki inancı bu kadar kuvvetli
olmasa idi, kolayca bir kenara atılabilirdi. Sulu çözeltilerin iyonik modeli, anorganik kimyanın çehresini
belirli şekilde değiştirmiştir.
ARSENİK
Alm. Arsen, Fr. Arsenic, İng. Arsenic. Kimyada As sembolü ile gösterilen ve metal ile ametal
arasında bir özelliğe sahip bir element. On üçüncü yüzyılda element olarak elde edildi ve özellikleri
aydınlatıldı.
Atom numarası 33, atom ağırlığı 74,91’dir. Periyodik cedvelin 5A grubunda, fosfor ile antimon
arasında olup, ikisinin arasında özellikler gösterir. Arsenik, bileşiklerinde 5+, 3+ ve -3 değerlikleri alabilir.
Bulunuşu: Yerkürenin kabuğunda çok az bulunan ve geniş olarak dağılmış bir elementtir. Yer
kabuğunda kalay ve antimon nisbetinde bulunmaktadır. İşlenmemiş verimli topraklarda milyonda bir kaç
kısım arsenik bulunmaktadır. Fakat buralarda da, arsenik ihtiva eden pestisitlerin bir kaç yıl kullanılmaları
sonucu arsenik derişimi bir kaç yüz misli artmaktadır. Deniz suyunda milyonda on oranında
bulunmaktadır. Bazı elementel arsenik yatakları biliniyorsa da, arseniği, arsenit ve arsenat gibi filizleri
şeklinde bulunduran mineraller daha yaygındır. En çok bulunan mineral arsenopirit, FeS2FeAs2'dir.
Tabiatta bulunan diğer bileşikleri realgar, As4S4, orpigmen As2S3 ve arsenikli nikel sülfür, NiAsS'dir.
Özellikleri: Arseniğin üç allotropu mevcuttur. Bunlardan gri arsenik metalik halde bulunur ve
kararlıdır. Bunun yoğunluğu büyüktür. Sarı arsenik ametalik halde olup dört atomlu As4 moleküllerden
meydana gelir ve uçucudur. Bu, arsenik buharının ani soğutulması ile elde edilir. Amorf olan siyah
arsenik, arsin'in (AsH3), ısı ile bozunmasından elde edilir.
Gri arsenik, ısıyı çok iyi, elektriği ise, bakırın % 5’i kadar iletir. Metalik olan gri arsenik 610 derecede
sıvı hale geçmeden katı halden doğrudan buhar haline geçer (süblimleşir). 36 atmosfer basınç altında
814 derecede erir. Özgül ağırlığı 5,7 gr/cm3tür.
Arsenik, 400 derecenin üstünde yanar ve arsenik trioksit, As4O6 verir. Kükürt, halogen ve
metallerle reaksiyon verir.
Bileşikleri:
Oksitleri:
1. Arsenik trioksit (As2O3). Su ile arsenit asidini, HAsO2 verir. Özgül ağırlığı 3,87 gr/cm3tür.
Alkalilerde çözündüğünde arsenit tuzlarını verir. Şiddetli zehir olup, 0,06 ile 0,2 gram arası insanı öldürür.
2. Arsenik pentaoksit. Beyaz renktedir. Su ile arsenat asidini, H3AsO4 verir.
Halojenli bileşikleri: Arsenik, halojenlerle AsX3 ve AsX5 şeklinde iki tip bileşik verir.
Arsenat ve arsenit bileşikleri arsenat (AsO4)3- ve Arsenit (AsO2) köklerinin çeşitli metallerle verdiği
bileşiklerdir. Bunlar çeşitli maksatlarla kullanılır. Na3 AsO4.12H2O bileşiği matbaa mürekkebi, tekstil
boyaları ve böcek öldürücü olan kalsiyum ve kurşun arsenatların üretiminde kullanılır. Potasyum di
hidrojen arsenat, KH2AsO4 sinek kağıdı, böcek öldürücü, tekstil boyamada ve derinin korunmasında
kullanılır. Bu maksatlar için sodyum meta arsenit, NaAsO2 de kullanılır. Bakır arsenitler bir böcek
öldürücü olan paris yeşilinde ve bir pigment olan scheele yeşilinde kullanılır.
Sülfürleri: Arsenik, kükürt ile As4S3As4S4 (kırmızı arsenik), As2S3 (sarı arsenik) ve As2S5 verir.
Bunlar asidik özellikte olup, kuvvetli bazlarla çözünür. Kırmızı ve sarı arsenik sülfürler pigment olarak
kullanılır.
Organik bileşikleri: Arseniğin karbon ile yaptığı organik bileşikler bir çok yollarla elde edilebilir.
En basit yolu arsenik halojenür ve grignard bileşikleri kullanmaktır.
Arseniğin bileşikleri zehirli ve tatsızdır. As2O3 dişçilikte kullanılır. Arsenik mide ve vücudun diğer
kısımlarında mahalli (yerel) iltihaplanmalara sebep olur. Arsenik zehirlenmelerine karşı kalsiyum,
mağnezyum ve demir hidroksitleri kullanıldığı gibi İngiliz tuzu, MgSO47H2O da kullanılır. Bunlar
çözünmeyen arsenikleri teşekkül ettirirler. Böylece zehir etkisini yok ederler.
Arsenik bileşikleri M.Ö. 5. yüzyılda tıbbi maksatlarla kullanılmıştır. 1909’da Paul Ehrlich arsenik
ihtiva eden bir organik bileşiğin frengi hastalığını tedavi ettiğini buldu. Şimdi bu bileşiklerin yerini
antibiyotikler aldı.
Arsenik kurşunun sert alaşımlarının yapılmasında, cam endüstrisinde kullanılmaktadır.
Arsenik zehirlenmesi: Çeşitli arsenik bileşiklerinin vücut dokuları ve fonksiyonları üzerindeki
zararlı etkileridir. Arsenikli bileşikler, böcek ve tarım ilaçları, fare zehiri, bazı kanser ilaçları, boya, duvar
kağıdı, seramik gibi çeşitli ürünlerin imalatında kulanılır.
İnsanda arsenik zehirlenmesi, genellikle arsenik -3- oksit (arsenik anhidrit), bakır asetoarsenit,
kalsiyum veya kurşun arsenat gibi arsenik bileşikleriyle hazırlanmış böcek ilaçlarının ağız veya teneffüs
yoluyla alınmasından meydana gelir. İlaçlı meyve ve sebzelerin yıkanmadan yenmesi de zehirlenmeye
yol açacak seviyede arseniğin vücutta birikmesine sebeb olabilir.
Arseniğin zehirli etkilerinin, vücuttaki bazı enzimlerle birleşerek hücre metabolizmasına bozucu
etkide bulunmasından ileri geldiği zannedilmektedir. Arsenik zehirlenmesi, ya bir kerede alınan yüksek
dozda arsenikten (akut zehirlenme) veya küçük dozlarda ard arda alınmaktan (kronik zehirlenme)
kaynaklanır. Akut zehirlenmenin başlıca belirtileri mide bulantısı, kusma, ağız ve boğazda yanma ve
şiddetli karın ağrılarıdır. Bunu takiben dolaşım bozukluğu ve kalp yetersizliği başlar ve birkaç saat içinde
zehirlenme ölümle neticelenebilir. Kronik zehirlenme ise, yavaş yavaş güçten düşme, boşaltım
bozuklukları, deride tümör meydana gelmesi, şuur bozukluğu, sinir sistemi bozukluğu, kansızlık ve
tırnaklarda tipik çizgilerin belirmesiyle belli olur. Akut arsenik zehirlenmesinde ilk iş mideyi yıkamak ve
zaman kaybetmeden demirkaprol ilacını almaktır. Arsenik-3- oksit renksiz ve tatsız bir tozdur. Adli tıpta
kimyasal araştırma tekniklerinin geliştirilmesine kadar cinayet amacıyla en çok kullanılan zehirlerin
başında geliyordu.
ARSLAN
(Bkz. Aslan)
ARŞ ve KÜRSİ
Allahü tealanın yarattığı en büyük varlık, yedi kat göklerin ve Kürsi'nin üstünde olup madde aleminin
sonu maddesizlik aleminin başlangıcı. Arş; sözlükte; "taht, köşk, gölgelik" gibi manalara gelir. Arş, yerin
yapısında olmadığı gibi göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göğe benzer tarafı yoktur.
Arş-ı Mecid de denilenArş, mahlukların en şereflisidir. Her şeyden daha saf ve nurludur. Bunun için
ayna gibidir. Allahü tealanın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki ona Arşullah denir. Namazın
kıblesi Kabe olduğu gibi, duanın kıblesi de Arş-ı İlahidir. Bunun için duada eller kaldırılıp avuç içleri yukarı
açılır.
Kur'an-ı kerimde Arş ile alakalı bilgi verilmiştir. Mü'min suresi 7. ayetinde mealen buyruldu ki:
"Hamele-i Arş melekleri ve Arş'ın etrafında tavaf eden (dönen) melekler Rablerini tesbih
ederler ve vahdaniyyetini (birliğini) tasdik ederler ve müminler için mağfiret isterler."
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki: "Yedi sınıf kimseyi Allahü teala hiçbir
gölge bulunmayan günde Arş'ın gölgesinde gölgelendirir: Adaletli devlet reisini; gençliğini
ibadetle geçireni; kalbi mescidlere bağlı olanı; Allah rızası için birbirini sevip bir araya gelen
ve bu sevgi ile ayrılanı; güzel bir kadın kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!"
diyeni; sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizli vereni ve yalnızken Allahü
tealayı anınca Allah korkusundan ağlayan kimseyi."
Kürsi; Allahü tealanın azameti, kudreti ve büyüklüğünü gösteren ve Arş'ın altında olduğu bildirilen
Allahü tealanın yarattığı en büyük varlıklardan biridir. Kürsi madde aleminden olup göklerden ayrı olarak
yaratılmıştır. Kur'an-ı kerimde Kürsi ile alakalı bilgi verilmiştir. Bekara suresi 255. ayetinde mealen
buyruldu ki: "O'nun (Allahü tealanın) kürsisi göklerden ve yerden geniştir."
ARŞIN
Alm. Arschin, Elle, Fr. Archine, İng. Ell. Metrenin resmen kabulüne kadar kullanılan uzunluk ölçüsü
birimi ve aleti.
Kullanıldıkları yerlere ve uzunluklara göre arşın:
1. Çarşı arşını: Daha çok çarşı ve pazarda kullanılırdı. Metre hesabıyla çarşı arşını 68 cm’dir.
2. Bina ve mimar arşını: 75,8 cm’dir. Bu arşının uzunluğunda zamanla değişiklikler oldu. Üçüncü
Selim Han abanoz ağacından bir mimar arşını yaptırdı. Bunun ölçü olarak kullanılmasını istedi ve
kütüphaneye kaldırttı.
Değerli kumaşları bilhassa ipekleri ölçmede “endaze” kullanılırdı (endaze 65,25 cm’dir).
Türkiye’de 26 Mart 1931 tarih ve 1782 sayılı kanunla, arşın ölçü birimi kaldırılıp, yerine metre
sistemi kabul edildi. 1933’ten sonra da arşının bütün çeşitleri tamamen ortadan kaldırılıp metre sistemine
geçildi.
ARŞİMET
Eski Yunan fizik ve matematikçisi. M.Ö. 287-212 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir.
Sicilya’nın Syracuse şehrinde doğdu. Babası, Pheidias bir astronomdur. İskenderiye’de ders görmüş olup,
Öklid’in (Euclid) talebesidir.
Arşimet kendisini meşhur yapan mekanik buluşlara hiç kıymet vermemiş, bunları normal ilmi
çalışma olarak kabul etmişti. Hatta, küre yapımı hariç, bunlar hakkında herhangi bir belge bırakmayı
reddetmiştir. Güneş ışınlarını bir noktaya toplayan bir ayna yaparak, bu ayna vasıtasıyla Romalılara ait
gemileri yaktığı söylenirse de böyle bir aleti keşfetmesi muhtemel, fakat Roma donanmasının imhasında
kullandığı şüphelidir. Hieron ile ilgili olan bir hikaye daha önemlidir. Hikayenin birine göre, Syracuse kralı
Hieron kendisine altından bir taç yapan kuyumcunun buna gümüş katmasından şüphelenir. Bu şüphe
üzerine ünlü bilgin Arşimed’e başvurarak tacı bozmadan hilenin varlığını ortaya çıkarmasını ister. Arşimet
konuyu uzun uzun düşünür. Bir gün banyo yaparken vücudunun su içinde kalan kısımlarında bir hafiflik
hissederek şaşırır. Suyun, içine batan cisimlere bir kaldırma kuvveti tatbik ettiğini keşfeder. Bu
buluşunun heyecanı içersinde sokağa fırlayarak “Eureka! Eureka!” “Buldum! Buldum!” diye bağırmıştır.
Taca konan ilave alaşımın; tacın ve taca eşit ağırlıktaki altın ve gümüşün bir kap suya ayrı ayrı konularak
taşan su miktarının ölçülmesiyle bulunabileceğini bulmuştur. Mekanikteki çalışması “Bana bir destek
noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım” sözü ile meşhur olmuştur. Bir kürenin hacmi ile yüzeyi
arasındaki bağıntı, buluşlarından en önemlisi olarak telakki edilir.
Onun yaptığı söylenen mekanik makinalar hakkındaki rivayetler değişiktir. Yaptığı su vidası
günümüzde hala Mısır’da tarlaların sulanmasında kullanılmaktadır.
M.Ö. 212’de Syracuse’un Marcellus tarafından alınmasını takib eden genel katliamda, Arşimet kum
üzerindeki bir matematik şekliyle uğraşırken bir Romalı asker tarafından yanlışlıkla kılıçla öldürülmüştür.
Filozof’un kendi arzusuna uyularak, mezarı bir silindirin içine alınmış bir küre ile işaretlenmiştir.
ARŞİMET PRENSİBİ
Tamamı veya bir kısmı bir akışkanın (sıvı veya gaz) içine batırılan cisimlere, yukarı doğru yönlenmiş
bir kaldırma kuvveti etki eder. Bu kuvvet, cismin akışkana batmasıyla yer değiştiren akışkanın ağırlığına
eşittir.
Yer değiştiren akışkanın hacmi, cismin batan kısmının hacmine eşittir. O halde hacmi (V) olan bir
cisim, özgül ağırlığı (g) olan bir sıvıya tamamen batmış vaziyette ise, bu cisme etki eden kaldırma
kuvveti:
F= V.g olur.
Cismin ağırlığı (G), sıvının kaldırma kuvvetinden büyük ise cisim batar. Bu durumda cismin özgül
ağırlığı (gı), sıvının özgül ağırlığından büyüktür.
YAZIDAKİ VE ŞEKİLDEKİ RO HARFLERİNE DİKKAT EDELİM
Cismin ağırlığı, sıvının kaldırma kuvvetine eşit ise, cisim sıvının içinde her yerde dengede kalabilir.
Bu durumda cismin özgül ağırlığı sıvının özgül ağırlığına eşittir.
ŞEKİL VAR 2
Özgül ağırlığı, sıvının özgül ağırlığından küçük olan cisimler ise bir kısmı batmış vaziyette yüzerler.
Batan kısmın hacmi (VB) ile gösterilirse: F=VB.g olur. Yüzen cisimler denge halinde olduklarından
F=G’dir.
ŞEKİL VAR 3
Serbest bırakılan bir balonun, hava içinde kendiliğinden yükselebilmesi için, özgül ağırlığı havadan
daha küçük olan Helyum ve Hidrojen gibi gazlarla şişirilmiş olması gerekir.
Kaldırma kuvvetinin sebebi, sıvı içine batmış olan cismin bütün yüzeylerine bu sıvı tarafından tatbik
edilen basınç kuvvetleridir. Basınç, derinlikle orantılı olarak artar. Mesela ekseni düşey vaziyette olacak
şekilde sıvıya batırılmış olan bir silindirin yan yüzeylerine etki eden basınç kuvvetleri (F2, F4, ...) birbirini
dengeler. Halbuki alt yüzeyi daha derine batmış olduğundan bu yüze etki eden basınç kuvveti (F3), üst
yüze etki eden basınç kuvveti (F1)den daha büyüktür. (F3) ve (F1) kuvvetlerinin bileşkesi ise yukarıya
doğru olup, “sıvının kaldırma kuvveti”ne eşittir.
ŞEKİL VAR 4