Şu halde, akışkanın cisme tatbik ettiği basınç kuvvetlerinin bileşkesi kaldırma kuvvetini verir.
Kaldırma kuvveti, daima yerçekimi kuvvetine ters yönde olduğu için, akışkanlar içine batmış olan
cisimlerin ağırlıklarında, boşluğa nisbetle bir azalma hissedilir.
İslam alimlerinden Ebu Sehl Kuhi (?-1014) “Basınç ve ağırlık merkezlerinin hesaplanması” konusu
üzerinde çalıştığı gibi “Arşimet prensibi” üzerinde de araştırmalar yaparak derin tetkiklerde bulundu.
Bilhassa fiziğin “Dinamik” ve “Hidrostatik” konularındaki çalışmalarıyla tanınan İslam alimlerinden
birisi de Hazini’dir. (1118-1155). Hazini, Arşimet kanununun sadece sıvılar için geçerli olmadığını, gazlar
için de geçerli olduğunu ifade etti. Havanın da bir kaldırma kuvveti bulunduğunu ve hava içinde bulunan
bir cismin ağırlığının, kaldırma kuvveti sebebiyle azalmış olduğunu, ağırlıkdaki bu azalmanın ise havanın
yoğunluğuna göre değişeceğini söyledi.
ARŞİV
Alm. Archiv, Fr. Archives, İng. Archives. Bu kelime bütün dünyada: a) Kurumların gerçek ve tüzel
kişilerin faaliyetleri sonucu meydana gelen ve bir gaye ile saklanan dokümantasyon, b) Sözkonusu
dokümantasyona bakan kuruluş, c) Bunları barındıran yerler manasında kullanılmaktadır.
Arşiv kelimesinin kökü, eski Yunanca “arkheion” kelimesinin Latinceye geçmiş hali olan
“archivum”dur. Mana itibariyle arşiv; resmi dairelerin, çeşitli müesseselerin veya kişilerin işlerini
yürütürken, muamelesi tamamlanmış ve muhafazası icab eden vesikaların düzenli bir şekilde, belirli
kaidelere göre bir araya getirilerek saklandığı yerdir. Arşivler, vesikaların çıktığı yerler olan devletin,
şehrin veya müessesenin, ailenin hizmetinde oluşuna göre devlet arşivi, şehir arşivi, özel arşiv, aile arşivi
gibi isimler alırlar.
Arşiv malzemesinin çekirdeğini, devlet dairelerinde, büyük müesseselerde günlük muameleler
esnasında çıkan yazışmalar ve dosyalar meydana getirir. Fakat bütün bu kağıtlar arşiv malzemesi
değildir. Toplanan malzeme arşivlerde mütehassısları tarafından seçilip belirli kaidelere göre tasnif
edilerek saklanır. Bu sınıflandırmanın sonradan istifade sırasında kolaylık sağlayacak şekilde olmasına
dikkat edilir. Arşivleri teşkil eden malzeme, kesinliği olan dökümanlar olduğu için, geçmiş faaliyetlerin
yaşayan ve gerçek delilleridir.
Arşivin dökümanları çoğunlukla kil tabletler, tunç tabletler, papirüsler, parşömenler, el ile, daktilo
ile yazılmış veya matbaada basılmış kağıt belgelerdir. Bunlardan başka mikrofilmler, fotoğraflar, ses
bantları, video kasetleri gibi önemi haiz dokümanlar da arşiv belgesi olabilir.
Bir şeyin arşiv malzemesi olabilmesi için üzerinden en az 30 yıl geçmesi kaidesi kabul edilmiştir.
Türkiye’de arşiv terimi, tarifteki manayı aşan bir biçimde kullanılmakta ve her türlü dökümantasyonu
içine alan bir anlam da taşımaktadır.
Arşivin tarihi çok eski milletlere kadar dayanır. Eski Mısır ve Roma’da bir çok devlet, tapınak ve aile
arşivlerine sahipti. Mezopotamya’nın Nippur şehrinde, M.Ö. 2000 yılından başlayarak tablet halinde
belgelerin saklandığı bir devlet arşivi bulunmuştur. Hattuşaş (Boğazköy)’ta yapılan kazılar sonucunda
da, M.Ö. 1800-1200 yılları arasında Hititlere ait muharebe, antlaşma, kanun, kral yıllıkları ve daha bir
çok belgelerin saklandığı büyük bir devlet arşivi ortaya çıkarılmıştır. Bu arşiv muhtevasının önemli bir
kısmı İstanbul, bir kısmı da Ankara arkeoloji müzelerindedir.
Avrupa devletlerinden Fransa, 1790 yılında ilk “Fransız Milli Arşivi”ni kurdu. İngiltere’de devlet
adamları mevkilerinden ayrılırken kendi zamanlarına ait resmi evrakı beraberlerinde götürmeleri
adettendi. Resmi evrakın dağınıklığını önlemek için İngiltere’de 1838’de “Public Record Office” kuruldu.
Alman devlet arşivi ise 1867’de kurulmuştur.
Türk-İslam devletlerinde ötedenberi yazılı ve yazısız kağıda hürmet fevkalade idi. Bilhassa kul hakkı
geçmesi tehlikesi sebebiyle devlet evrakının muhafazasına daha çok ehemmiyet verilirdi. En büyük Türk-
İslam devletlerinden biri olan Osmanlılar da aynı ananenin devamı olarak devlet evrakını en müstesna
yerlerde muhafaza etmişlerdir. Ortadoğu ve Balkanlarda asırlarca hüküm süren Osmanlı
İmparatorluğunda devletin ilk devirlerinden başlayarak, resmi evraklar, ehemmiyet derecesine
bakılmaksızın kese, torba ve sandıklarda belli usul ve düzenlere göre büyük bir titizlikle saklanmıştır.
“Maliye defterleri hazinesi” ile “Defterhane hazinesi” devletin önemli hazinelerindendi. Çok değerli
kayıtlar ve belgeler bu hazinelerde saklanırdı. Osmanlı Devletinde, devlet dairelerindeki evrakların
düzenli muhafaza edilmesi, hakkında çeşitli direktiflerin verilmesi bu vesikaların muhafazasındaki
ehemmiyeti göstermektedir. 1785’te Birinci Abdülhamid Hanın Reis-ül-küttab’a gönderdiği emirde, evrak
ve defterlerin muhafazasına dikkat edilmesi istenilmektedir. Osmanlı arşivleri, Türkiye için olduğu gibi,
dünya milletleri için de en sağlam ve geniş olanıdır. Üç kıtaya yayılıp, çeşitli dil, din ve ırktaki insanları
asırlarca idare eden Osmanlılar, arşivlerinde bu milletlere ait bilgileri titizlikle kağıt üzerine geçirip
saklamışlardır.
İstanbul’un fethine kadar Bursa ve Edirne’de arşivler teşekkül etmiştir. İstanbul’un fethinden sonra,
ilk arşiv Yedikule civarında yapıldı. Topkapı Sarayının inşasından sonra, Divan-ı hümayunun yanında bir
arşiv yapıldı. On altıncı yüzyılda yüksek bir seviyeye ulaştı. Belgeler en küçük bir müsveddeye kadar
atılmadan, torba, sandık, kılıf muhafaza hatta atlas içine kondu. Arşiv malzemeleri kurutulmuş mahzen
depolarda saklandı.
Osmanlılarda, Divan-ı hümayundaki vesikalar kağıt veya defter şeklinde tanzim edilirdi. Defterler
ciltlenir, senelere göre tanzim ve tasnif edilir, hususi odalarda saklanırdı. Bu odalara Mahzen-i evrak adı
verilirdi. Yaprak halindeki vesikalar dürülüp keselere konurdu.
Mühim vesikalar, fermanlar ise, atlas keselere ve muhafazalara yerleştirilirdi. Her dairede günün
evrakı, bir tomar, her ayınki bir torbaya, her yılınki ise bir sandığa konurdu. Sandıkların üzerine de
muhteviyatı gösteren etiketler yapıştırılırdı. Defterhane hazinesi, Divan-ı hümayun toplantılarının düzenli
devam ettiği zamanlarda, Kubbealtı dairesinin yanında bulunmaktaydı. Sonraları toplantılar önemini
kaybedince, hazine, Topkapı Sarayının birinci kapısındaki Bab-ı hümayunun üst kısmına taşındı. Daha
sonra da Sultanahmet’te “Saray-ı atik” denen mahzene ve Babıaliye yakın olan “Tomruk dairesi”ne
aktarıldı. Sarayın bir kısım evrağı Kubbealtı’nın bitişiğindeki “Dış hazine” binasında toplanmıştır. Maliye
belgeleri de, Sultanahmet’teki “Eski Çadır Mehterleri” kışlasında muhafaza edilmekteydi. Bütün kanun,
nizam, ferman ve emirler defterlere geçirilir, tasdik edilir, saklanırdı. Eski defterlere bakmak icab
ettiğinde bunları bulup hemen getirecek görevliler vardı.
Devlet arşivi, padişahın, vezir-i azamlardaki mührüyle mühürlenen üç hazineden biri idi. Hükumetin
her toplantısından sonra konuşulanlar yazılır; bu mühür ile mühürlenirdi. Bir defterin arşivden çıkması
sadrazamın yazılı emri ile olurdu. Arşiv dışında ne kadar kaldığı da kaydedilirdi.
Osmanlı devlet belgeleri çok iyi tutulur, sağlam kağıtlara, silinmez mürekkeple yazılır ve çok iyi
muhafaza edilirlerdi.
Defter emini, istenen defter ve vesikayı, milyonlarca defter ve vesika arasından bir kaç dakika içinde
bulabilirdi. Çünkü en iyi şekilde ve fevkalade tasnif edilmişlerdi.
Osmanlı Devletinde modern manada milli arşivcilik konusunda ilk ciddi teşebbüs, devrin maliye
nazırı Safveti Paşa’nın 1845’te Enderun’daki tarihi vesika ve defterleri bir tertib içine almaya çalışması
ile görülür. Tam manasıyla modern arşivcilik ise, 1846’da “Hazine-i Evrak Nezaretinin” kurulmasıyla
başlar ve bugünkü Başbakanlık Arşivi’nin çekirdeğini teşkil eder. Aynı sene Bab-ı Ali’nin iç kısmında
yüksekçe, rutubetsiz bir yer seçilerek ve özel olarak imal edilen tuğla ile mükemmel bir bina yapıldı.
Nezaretin başına Hazine-i Evrak Nazırı olarak sadaret mektupçusu Esseyyid Hasan Muhsin Efendi tayin
olundu. Türkiye'de modern arşivciliğin mimarı bu zattır denilebilir. Hasan Muhsin Efendi, emrindeki ekip
ile kıymetli çalışmalar yaptı. Devletin mühim işlerine ait mahrem sayılacak, devletin sırlarını ifşa
etmeyecek şekilde emin memurların tayin edilmesi gerektiği karara bağlandı. Arşive dahil olacak
vesikaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten arşivcilik talimatını hazırladı. Bunu 1849’da “Hazine-
i Evrak Nizamnamesi” adı ile yayınlayarak Türk arşivciliğini belli bir düzene soktu. Bu arşivde, her türlü
muahedeler, hatt-ı hümayunlar, iç ve dış meselelere ait belgeler, Divan-ı hümayun defterleri, meclis
takrirleri, mazbatalar, kanunlar ... v.s. saklanıyordu. Nezaret, bir süre sonra “Hazine-i Evrak Müdürlüğü”
ünvanını almış ve Osmanlı Devletinin sonuna kadar bu isimle devam etmiştir.
1922 senesinde “İcra Vekilleri Hey’eti Riyaseti Kalem-i Mahsus Müdüriyeti”ne bağlı, İstanbul’da
“Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği” kuruldu. 1923’te “Hazine-i Evrak Mümeyyizliği”ne çevrildi. 1927’de
“Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği” adı altında Başvekalet müsteşarlığına bağlandı. 1933’ün Mayısında
2187 sayılı Teşkilat Kanunu gereğince, Ankara’daki Evrak Müdürlüğü ile İstanbul’daki Hazine-i Evrak
Müdürlüğü, “Başvekalet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü” adı altında birleştirildi. 1937’de Hazine-i
Evrak’ın adı “Arşiv Dairesi Müdürlüğü”ne dönüştürüldü. 1943’te “Başvekalet Arşiv Umum Müdürlüğü”
haline çevrildi. 9.3.1954 tarih ve 6330 sayılı Başbakanlık Kuruluşu Hakkındaki Kanun çerçevesinde
“Başbakanlık Arşiv Genel Müdürlüğü”kuruldu ve Başbakanlık Merkez Teşkilatı içine alındı. 1976 yılında
Başbakanlık Müsteşarlığına bağlı olarak “Cumhuriyet Arşivi Dairesi Başkanlığı” kuruldu. Bu dairenin
görevi, Başbakanlıkta Cumhuriyet döneminde biriken evrakın tanzimidir.
Bugün yüz milyonlarca Türkçe ve Osmanlı Devletine ait arşiv malzemesi, Osmanlıdan ayrılan
devletlerde kalmıştır. Mesela, Kudüs Françisten Manastırında 2644 Türkçe vesika mevcuttur. Romanya
arşivlerinde 210.000 vesika olduğu biliniyor. Bunun yanında milyonlarca vesika çürütülmüş, yakılmış ve
1931’de vagonlar dolusu Bulgaristan’a satılmıştır. 500.000 kadar Türkçe defter ve vesika
Bulgaristan’dadır. Bir kısım evrak da anbalaj kağıdı olarak esnafa intikal etmiştir.
“Tarih-i Osmani Encümeni” milli tarih araştırmaları için Topkapı’dan çıkarılan evrakın tasnif edilmesi
zaruretini duymuş ve bu işi Ali Emiri Efendinin başkanlığındaki bir heyete havale etmişti. 1918 - 1921
yılları arasında çalışan Ali Emiri, padişahlara göre kronolojik, 1921’de Mahmud Kemal İnal, devlet
teşkilatlarına ve yapılan işlemlere göre, Adliye, Askeri, Bahriye, Maliye vs. gibi adlarla 22 başlık altında
topladı. 1932’de muallim Cevdet İnançalp’in tasnifi ise İbn’ül-emin tasnifinin aynı olmakla beraber bu
başlıklar 16’ya indirilmiş ve bunlara sonradan “Vilayat-ı Mümtaze” eklenmiştir. 1936’da Macaristan’dan
getirtilen arşiv uzmanı Lagos Fekete eski tasnifleri bırakarak kısaca “Eskiyi olduğu gibi kurma, yeniden
canlandırma” olarak adlandırılan sistemi uyguladı. Bütün bu tasnif çalışmaları, işin büyüklüğü karşısında
neticesiz kaldı. Son yıllarda milli bir mesele haline gelen arşivlerimiz, özellikle Başbakanlık Osmanlı Arşivi,
yeniden ele alınmış ve genç bir kadro ile tasnif işlerine hız verilmiştir.
Türkiye’deki önemli arşivler:
1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi: Bugün memleketimizde en zengin arşiv, İstanbul-Cağaloğlu’ndaki
Başbakanlık Osmanlı Arşividir.
Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki arşiv malzemesi Osmanlı İmparatorluğunun merkez teşkilatı,
kuruluşları olan Divan-ı hümayun, Bab-ı asafi ve bab-ı defteri ve bu ana kuruluşlara bağlı olan kalem ve
dairelere ait olan defterler ile evrakı içine almaktadır. Topkapı Sarayı Arşivinin devamı niteliğinde bulunan
ikinci Abdülhamid Hanın Yıldız Sarayı Arşivi de, Osmanlı Arşivinin bir bölümünü meydana getirmektedir.
Ayrıca Sultan Abdülaziz Han ve Beşinci Murad Han devirlerine ait malzeme de bulunmaktadır.
İmparatorluğun sona ermesi üzerine resmi dairelerin ve kaldırılan dairelerin evrağı da buraya intikal
etmiştir.
Şu anda 100 milyonun üzerinde tarihi vesika bulunduran “Başbakanlık Osmanlı Arşivi” yalnız
Türkiye’nin değil, Osmanlı İmparatorluğunun sona ermesinden sonra kurulan 20’den fazla devletin de
ana arşivi durumundadır. Burada bulunan defterlerin listesi çeşitli zamanlarda kısmen de olsa
yayınlanmıştır.
2. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi: Tanzimattan önce padişahlarla ilgili evrak ve defterlerin, azil ve
idam edilen veya mallarına el konulan devlet adamlarının evlerinde bulunan bu gibi belgelerin sarayda
saklanması usuldendi. Bu arşivde, en eskisi Orhan Gazi zamanına kadar giden 10.726 defter ve 12.724
vesika vardır. Arşivin A’dan H’ye kadar harflerle başlayan maddeleri ihtiva eden iki fasikül Topkapı
Sarayı Müzesi Arşiv Kılavuzu (1938 - 1940) adıyla neşredilmiştir.
3. Tapu Kadostro Genel Müdürlüğü Arşivi : Ankara’da bulunan bu arşivde on altıncı yüzyılın son tapu
tahrir defterleri ile 1848’den sonraki tapu kayıtları muhafaza edilmektedir.
4. Şer’iyye Sicilleri Arşivi: Şer’i mahkemelerin verdiği dava ve karar defterleriyle, merkezden verilen
emirlere ait vesikaları muhafaza etmektedir. 1941’de Adalet Bakanlığı tarafından Milli Eğitim Bakanlığına
devredilmiştir. Ankara'daki Milli Kütüphanede muhafaza edilmektedir. Bunların Şer’iyye Sicilleri adıyla
katalogları yayınlanmıştır. Ankara'daki şer'iyye sicillerinden başka İstanbul Müftülüğü Şer'iyye Sicilleri
Arşivinde de bir kısım şer'iyye sicilleri muhafaza edilmektedir.
5. Vakıflar Arşivi: Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak faaliyet gösteren Vakıflar Genel
Müdürlüğü Arşivinde ve Vakıflar Bölge Müdürlükleri bünyesindeki arşivlerde vakıf kayıtları ile ilgili belgeler
muhafaza edilmektedir.
6. TBMM Arşivi: 1920 yılından beri çıkan yasalar, tutanaklar vs. saklanmaktadır.
Ayrıca devlet daireleri, belediyeler, okullar, özel kuruluşlar ve ailelerin arşivleri de vardır.
ARTERİOSKLEROZ
(Bkz. Atardamar Sertliği)
ARTEZYEN
Alm. Artesischer Brunnen (m), Fr. Pwts Artésien, İng. Artesıan Well. Su sızdırmayan iki veya daha
çok sayıdaki yeraltı tabakaları arasında kalan basınçlı suların sondaj usulüyle yeryüzüne tazyikli bir
şekilde çıkmasını sağlayan kuyu.
Tazyikli su çıkan kuyulara Fransızcada, -Fransa’nın Artois köyü civarında 12. yüzyıllarda çok
miktarda bulunduğu için- artois denmektedir. Türk kültürünün Fransız kültürü etkisinde kaldığı Tanzimat
döneminde bu kelime Türkçeye “artezyen” olarak girmiş ve yerleşmiştir. Çanak şeklinde olup taşıdığı
suyla kuyuyu besleyen bölge, geçirimli olan üst kısımlardan giren su ile beslenir. Zamanla su ile dolan
bu bölgede bir basınç meydana gelir. Bölgenin çukur kısmına yeryüzünden sondaj ile bir kuyu açılırsa,
fizikte çok iyi bilinen bileşik kaplar prensibine göre su yeryüzüne tazyikli bir şekilde çıkar. Suyun tazyiki,
su geçirmez bölgenin durumuna ve kuyunun açıldığı yere bağlıdır. Su geçirmeyen bölgenin açık olan ve
suların dolmasını sağlayan uç kısımlarına “beslenme bölgesi” denir.
Artezyen kuyuları sondaj aletleriyle arazi delinerek ve delinen kısma demir borular konmak suretiyle
inşa edilir. Bu boruların su seviyesi boyunca kalan kısımlarında pekçok delikler bulunur. Deliklerin işletme
esnasında tıkanmaması için boru ile sondaj deliği arasında kalan boşluk içten dışa doğru büyüklükleri
küçülecek tarzda çakıl ve iri kum ile doldurulur.
Bazı petrol kuyularından petrolün fışkırması artezyen kuyusundan suyun fışkırmasına benzer.
Artezyenden farklı olarak petrol fışkırmasına, petrol yatağında bulunan gazların basıncının da tesiri
vardır.
ARTİSTİK PATİNAJ
(Bkz. Patinaj)
ARTRİT
(Bkz. Eklem İltihapları)
ARTROSKOPİ
Vücuttaki eklem boşluklarına, soğuk ışık kaynağına bağlı optik bir aletle girerek eklem yapılarını
görüp inceleme esasına dayalı ortopedik bir muayene ve tedavi usulü.
Diğer endoskopik sistemlerle birlikte gelişmiştir. İlk kez 1920'de Dr. Bircher tarafından diz
ekleminde kullanılmıştır.
Eklem boşluğu bir gaz veya sıvı ile doldurulup daha görünür hale getirildikten sonra optik aletle
eklem içine girilir. Optiğin ucundan direkt gözle inceleme yapıldığı gibi daha çok video kamera bağlanıp
aynı anda ekrandan izleme yolu tercih edilmektedir.
Bu sırada başka bir aletle eklem içine girilip yine eklem açılmadan eklem içindeki bozukluklara
müdahale etme esasına dayanan Cerrahi Artroskopi yöntemi de günümüzde bütün dünyada ve
yurdumuzda hızla gelişmektedir.
Diz, omuz, kalça gibi eklemlerde kullanılan bu yöntem ile eklem kesilmeden, ameliyat gerekmeden
birçok hastalık başarı ile tedavi edilebilmektedir.
ARTUKLULAR
Üç kol halinde Hısnıkeyfa ve Amid (Diyarbekir), Mardin ve Meyyafarikin (Silvan) ve Harput’ta hüküm
süren bir Türkmen hanedanı. Hanedanın atası ve isim babası olan ve Oğuzların Döğer boyuna mensub
bulunan Eksük oğlu Artuk, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kumandanlarındandı. Anadolu’nun fethine
katılıp, Yeşilırmak Vadisine kadar ilerledi. Anadolu’nun Türkleşip, İslamlaşmasına hizmet etti. Sultan
Melikşah döneminde Karmatileri itaat altına almak için Bahreyn seferine çıktı. Melikşah’ın kardeşi Tutuş,
ona gördüğü hizmetler karşılığı olarak Filistin’in idaresini verdi. Bununla beraber Kudüs’te kısa bir müddet
hüküm süren Artuk Bey, 1091 senesinde vefat etti.
Artuk Beyin ölümünden sonra oğulları, Haçlılar ve onlarla işbirliği yapan Fatımilerin baskıları sonucu
bu bölgede fazla kalamadılar. Oğullarından Muinüddin Sökmen, Mezopotamya emirleri arasındaki
çekişmeden faydalanarak ele geçirdiği Hısnıkeyfa’da Hanedanın birinci kolunu kurdu (1102).
1. Hısnıkeyfa (Hasankeyf) Artukluları (1102 - 1281)
Sökmen, 1102 yılında Hısnıkeyfa’da tesis etmiş olduğu beyliğini sağlamlaştırmak için Büyük
Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a bağlılığını arzetti ve onun hizmetine girdi. Sultanın emri üzerine
kardeşi İlgazi ile birlikte bazı ayaklanmaları bastırdı. Yeğeni Yakuti 1103 yılında Mardin’i ele geçirdi. Bu
sırada Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs gibi şehirleri ele geçiren Haçlılar, Mardin ve Harran yörelerine de
taarruzda bulunuyorlardı. Sökmen Bey, emir Çökermişle birlikte Haçlıların bu faaliyetlerine karşı harekete
geçerek Urfa Haçlı Kontu Joscelin ile Kudüs Kralı Baudouin’in kumandasındaki Haçlı ordusunu büyük bir
bozguna uğrattılar. Joscelin ve Baudouin’in esir edildiği savaşta Haçlılardan 30 bin kişi öldürüldü. Böylece
Haçlı ilerlemesine mani olan Sökmen, Dımaşk Atabegi Tuğtekin’e yardıma giderken yolda hastalanarak
1104 yılında vefat etti.
Sökmen’den sonra yerine geçen oğlu İbrahim Bey, muktedir bir hükümdar olamadı. O, daha çok
Mardin’de hakimiyetini tesis eden amcası İlgazi’ye tabi oldu. Daha sonra Davud ve Kara Arslan
dönemlerinde Anadolu Selçuklularına tabi olan Artuklular, Nureddin Muhammed devrinde Eyyubi
hakimiyeti altına girdiler. 1231 yılında Hısnıkeyfa ve Diyarbekir üzerine sefere çıkan Eyyubi Hükümdarı
Melik Kamil, Artukluların bu şubesine son verdi. Hükümdarlığını kaybeden Hısnıkeyfa kolunun son Artuklu
emiri Melik Mes’ud, Moğollar tarafından öldürüldü. Hısnıkeyfa ve Amid Artuklularına kurucusundan dolayı
Sökmenliler de denir.
2. Harput Artukluları (1185 - 1233)
Artuk Beyin torunu Belek bin Behram 1112 yılında Harput ve Palu’ya hakim olarak bölgede kendi
beyliğini kurmuştu. Amcaları Sökmen ve İlgazi ile birlikte bütün ömrünü haçlılarla cihada sarfeden Belek
Beyin gösterdiği kahramanlık İslam aleminde destanlaşmıştır. Belek Bey, 6 Mayıs 1224’de muhasara
altında tuttuğu Menbiç kalesinden atılan bir okla şehid edildi (Bkz. Belek Bey).
Belek Beyin ölümünden sonra Harput, 1185 yılına kadar Hısnıkeyfa Artuklularının idaresi altında
kaldı. Bu tarihte Artuklu hükümdarı Nureddin Muhammed’in ölümü üzerine oğulları arasında başgösteren
saltanat mücadelelerinde İkinci Sökmen hakimiyeti ele geçirdi. Bu durum üzerine diğer oğlu İmadeddin
Ebu Bekr, Harput ve çevresine hakim olarak, beyliğini ilan etti. Ebu Bekr, 1204 yılında ölünce yerine
Nizameddin İbrahim geçti. Nizameddin İbrahim’in ölümünden sonra Harput Artukluları Eyyubilere tabi
oldular. 1185 yılında ise Anadolu Selçuklu kumandanlarından Kemaleddin Kayar, Eyyubileri Harput
civarında bozguna uğrattıktan sonra şehri alarak Artukoğulları Beyliği Harput şubesine son verdi.
3. Mardin Artukoğulları (1106 - 1409)
Artuk Beyin ölümünden sonra beş yıl kardeşi Sökmen ile beraber Kudüs valiliğinde bulunan
Necmeddin İlgazi buradan ayrıldıktan sonra Selçuklu meliki Dukak’ın yanına giderek Haçlılarla
mücadeleye atıldı. Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar döneminde dört yıl Bağdat şahneliği
görevinde bulundu. İlgazi bu vazifeden alındıktan sonra yeğeni İbrahim’in elinden Mardin’i zabtederek
burada Mardin Artukoğulları veya İlgaziler denilen Artukoğulları kolunu kurdu.
Mardin’den sonra Nusaybin’i ele geçiren İlgazi, Sultan Tapar’ın emriyle Haçlılara karşı düzenlenen
1112 seferlerine katıldı. Emir Mevdud komutasında olarak Urfa’nın kuşatmasına katılan İlgazi, kalenin
zaptına muvaffak olamadı. Ancak Harran Haçlıların elinden alındıktan sonra İlgazi’ye devredildi. 1117’de
Haleb’i alan İlgazi, buranın idaresini oğlu Timurtaş’a verdi. Antakya Haçlıları üzerine sefer düzenleyip,
1119’da şehir civarında yapılan muharebede büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta Antakya kontu Rogen
dahil Haçlı ileri gelenleri öldürüldü. Akdeniz sahiline kadar ilerlenip, çok ganimet alındı. İlgazi, Haçlıları
kuzeyde de takib edip, Göksun’a kadar ilerledi. Böylece Haçlıların kuvveti kırıldı, karşı tedbir almalarının
önüne geçildi. Selçuklu Sultanı Mahmud, İlgazi’nin muzafferiyetinden ziyadesiyle memnun olup, 1120’de
Meyyafarikin’i ona verdi.
1122 senesinde vefat eden İlgazi, adaleti, ihsanı ve halka hizmeti ile meşhurdu. Diğer memleketlere
nazaran Mardin ve Halep'te vergileri hafifletmek suretiyle halkın sevgisini kazandı. Hakim olduğu bölgede
Asayiş, nizam ve intizamı sağlayan İlgazi, imar faaliyetlerine de büyük önem verdi.
İlgazi’nin ölümünden sonra oğullarından Süleyman, Meyyafarikin’e; Timurtaş, Mardin’e; yeğeni
Süleyman da Haleb’e hakim oldular. Bu sırada diğer yeğeni Belek de, Harput ve Palu civarında kendi
beyliğini kurdu. Süleyman’ın ölümünden sonra Hüsameddin Timurtaş, Mardin şubesine daha geniş bir
şekilde sahib oldu. Timurtaş’ın 1154 yılında ölümünden sonra yerine oğulları arasında en liyakatlisi olan
Necmeddin Alp geçti. Bu bey döneminde Mardin Artukoğulları ile Hısnıkeyfa Artukluları arasında sıkı bir
dostluk ve işbirliği sağlandı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi bu sayede imar ve medeniyet yolunda ilerledi.
Necmeddin Alpı yirmi iki yıl saltanat sürdükten sonra 1176 senesinde vefat etti. Necmeddin Alpı dönemi
Artukoğullarının en parlak yılları oldu. Bundan sonra Artuklu ülkesi önce Eyyubiler, sonra da Moğolların
baskısı altında kaldı. Moğollara bağlı olarak saltanatlarını devam ettiren silik beyler döneminden sonra
Mardin Artukoğulları 1408 yılında Karakoyunlular tarafından ortadan kaldırıldı.
Artuklular, Büyük Selçuklu Devletine tabi olduklarından, devlet teşkilatı, müessesesi ve idare tarzı
Selçuklulara benziyordu (Bkz. Selçuklular). Devletin temel siyaseti cihad, Haçlılar ve İslam alemindeki
sapık ideolojiler ile mücadele idi. Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında büyük hizmetleri geçti.
Artukluların hakim oldukları bölgelerde Türklerden başka Arab, Süryani, Rum, Ermeni ve bir miktar da
Yahudi vardı. Her millet kendi lisanını konuşurdu. Türkler ve Araplar Müslüman, Ermeni ve Rumlar
Hıristiyan, Süryaniler kendi mezheblerinde, Yahudiler ise musevi idiler. Artuklu hükümdarları ve devlet
adamları ilme meraklı olup, ilim ve irfan müesseseleri kurup, alimleri himaye ettiler. Sofiyye-i aliyyeden
fıkıh alimi Şihabüddin-i Sühreverdi, Artuklulardan çok hürmet görüp; Elvah el-İmadiyye adlı eserini
İmadüddin Ebu Bekr’e arz etti. Kemaleddin Ebu Salim, Ebu Ali el-Sofi, Cezeri ve Bedi’uzzeman eserler
yazıp, Artuklu hükümdarlarına ithaf ettiler. Ayrıca, pekçok alim, nakli ve akli ilimlerde eserler yazdılar.
Artuklu hükümdarları saray ve şehirlerde kurdukları kütüphanelerde binlerce cildlik kitaplar
toplamışlardır. Artukluların inşa ve imar faaliyetleri, mimari eserleri çok meşhur idi. Artuklular, Orta Asya
ve İslam alemindeki mimariyi birleştirip kaynaştırarak kıymetli eserler inşa ettiler. Artuklu ülkesindeki
iktisadi yükselişe paralel olarak ihtiyaca ve lüzumuna göre; hükümdar, devlet adamları, hanedan
mensupları ve hayırseverler; cami, medrese, imaret, zaviye, türbe, hastane, hamam, çarşı, han, köprü,
kervansaray, kale ve surlar ile memleketi süsleyip, medeniyet diyarı haline getirdiler. Bunlardan en
meşhurları:
Mardin’de Emineddin ve Cami’ el-Asfar da denilen Necmeddin külliyeleri, Harput, Silvan, Mardin,
Koçhisar (Kızıltepe) Ulu Camileri, Harput Alacalı Cami, Mardin’de Latifiye de denilen Abdüllatif Camii,
Bab-es-Sur da denilen Melik Mahmud Camii; medreselerden ise Mardin’de Hatuniye de denilen Sitti
Radviyye, Ma’rufiye, Şehidiye, Melik Mensur, Altunboğa, Zinciriyye de denilen Sultan İsa, Harzem’de
Tacüddin-i Mes’ud, Diyarbekir’de Mes’udiyye ve Zinciriyye medreseleri; hamamlardan Mardin’de
Maristan, Radviyye, Yeni Kapı ve Ulu Cami. Harput’ta dere hamamları, Hısnıkeyfa, Haburman Botaman
Suyu, Deve Geçidi köprüleri, ayrıca Hısnıkeyfa Sarayı, Diyarbekir İçkal’a Sarayı, Mardin’de Firdevs Köşkü,
Silvan’da Darü’l-Acemiyye Sarayı, Diyarbekir’de Ulu Beden, Yedi Kardeş Burçlar, Harput Kal’ası ve
zamanın tahribatına uğramış pekçok eser inşa ettirdiler. Bunlardan bazıları hala kullanılıp, hizmet
vermektedir. Artuklu şehirlerinden Mardin, Diyarbekir, Hısnıkeyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin (Silvan),
Duneyser (Koçhisar, Kızıltepe), Nusaybin, Dara, Harput ve Haleb havalisindeki Artuklu eserlerinin mimari
yapısı, sanatkarlığı, zarifliği, tezyinatı, kullanılan malzemenin seçimi çok ustaca olup, şaheser
mahiyettedir.
Hısnıkeyfa ve Amid Artuklu Hükümdarları (1098 - 1105)
Mu’inüddevle Birinci Sökmen (1105 - 1108)
İbrahim bin Sökmen (1108 - 1144)
Rüknüddevle Davud (1144 - 1167)
Fahrüddin Kara Arslan (1167 - 1185)
Nureddin Muhammed (1185 - 1200)
Kutbüddin İkinci Sökmen (1200 - 1222)
Nasırüddin Mahmud (1222 - 1232)
Mes’ud Rükneddin Mevdud
(1185 - 1203)
Harput Artukluları (1203 - 1223)
İmadüddin Birinci Ebu Bekr (1223 - 1230)
Nizameddin İkinci Ebu Bekr (1230 - 1234)
Nizameddin İbrahim (takriben)
İzzeddin Ahmed (takriben) (1104 - 1122)
(1122 - 1152)
Mardin İlgazileri (1152 - 1176)
Necmeddin Birinci İlgazi (1176 - 1184)
Hüsameddin Timurtaş (1184 - 1201)
Necmeddin Alpı (1201 - 1239)
Kutbüddin İkinci İlgazi (1239 - 1260)
Hüsameddin Yülük (Yavlak) Arslan (1260 - 1292)
Nasırüddin Artuk Arslan (1292 - 1294)
Necmeddin Birinci Gazi (1294 - 1312)
Muzaffer Fahrüddin Kara Arslan (1312)
Şemseddin Birinci Davud (1312 - 1364)
Necmeddin İkinci Gazi (1364 - 1368)
İmadüddin Ali Alpı (1368)
Şemseddin Salih (1368 - 1376)
Mensur Birinci Ahmed (1376 - 1406)
Salih Mahmud (1406 - 1408)
Muzaffer İkinci Davud
Zahir Mecdeddin İsa
Şihabeddin İkinci Ahmed
ARTVİN
Doğu Karadeniz bölgesinde yer alan bir serhat şehri. Dik bir yamaç üzerine kurulan, tarihi ve tabii
güzellikleri ile göz kamaştıran Artvin; kuzeydoğusunda Gürcistan sınırı, güneydoğusunda Kars,
güneyinde Erzurum, batısında Rize ile çevrilidir. Kuzeybatısında Karadeniz’e, ortalama 50 kilometrelik
kıyısı vardır. İl toprakları 40°35’ ve 41°32’ kuzey enlemleri ile, 41°07’ ve 42°26’ doğu boylamları arasında
yer alır. 7.436 kilometrekarelik yüzölçümü ile en küçük illerden biridir. Trafik numarası (08)’dir.
İsminin Menşei
Artvin’in ismi üç bin senelik tarihi boyunca çeşitli defalar değişmiştir. Artvin ismi, bu şehri kuran
Türk İskit Beyinin adından gelmektedir. Osmanlı Devleti zamanında Liva olan şehir, 1923’te Rize’ye bağlı
ilçe, 1936’da Çoruh ismiyle il ve 1956’da ilin adı Artvin olmuştur.
Tarihi
Artvin çok eski bir yerleşim yeridir. M.Ö. 3000 yıllarında Orta Asya’dan göç ile gelen Türk
kavimlerinden Hurriler, Artvin’e yerleştiler. Anadolu’ya ilk gelen Türk kavimlerine tarihçiler; Guti, Guta,
Şatu, Kut, Kas isimlerini verirler. Artvin’deki Hurriler M.Ö. 2000 senesinde güneye Mezopotamya’ya
indiler. Alparslan’ın 1071 Malazgirt Zaferine kadar Türklerin Anadolu’ya göçleri devam etti. Son olarak
Dokuz Oğuzlar 1071’de, büyük bir kitle halinde gelip Anadolu’ya yerleştiler.
Orta Asya asıllı Oğuz koluna ait Gutiler, Mezopotamya’ya inerek Akkadların yerine devlet kurdular.
At kültürünü yayan (atı nakliye için ilk kullanan) bunlardır.
Kastlar da bir Oğuz koludur. Mezopotamya'da Gutilerden sonra ikinci Oğuz devletidir. Bitlis’teki Gusi
Yaylası, Antalya’da Kuzköy, Güneydoğu Anadolu’da Gogusos Kalesi ilk Oğuz göçünden kalmadır.
İlk Oğuz göçünden sonra ikinci büyük Oğuz göçü İskit adı altında başlar. M.Ö. 680 senesinde İskit
Türkleri Artvin’e ve Çoruh vadisine yerleştiler. Tarihi vesikalar o devirde en medeni topluluğun İskitler
olduğunu bildirir. M.Ö. 250 senesinde Horasan’a gelen Arsaklılar Türk kavmi, M.Ö. 149’da Artvin’i ele
geçirdi. Sonra Yunan kültürü ile Yunanlılaşmış, aslında Pers asıllı olan Pontus Krallığı şehri eline geçirdi.
Bizans ile Sasaniler arasında el değiştirdi. Hazret-i Osman zamanında Emir Habib bin Mesleme emrindeki
İslam ordusu, Erzurum Yaylasında Bizans ordusunu yenerek, Çoruh Vadisi ve Artvin’i İslam devletine
kattı. Daha sonraları Romalılar, Persler, Emevi ve Abbasiler bu bölgeye hakim oldular. Abbasi halifeliğine
bağlı Oğuz Beyliği kuruldu. Artvin 1071 Malazgirt Savaşından sonra Selçuklu Türklerinin eline geçti.
Esasında şehir daha önce Türkleşmişti. Selçuklulardan sonra buraya sırasıyla; Moğollar, İlhanlılar,
Celayirliler, Karakoyunlular, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakim oldular.
Fatih Sultan Mehmed Han zamanında Osmanlı Devleti sınırları içine alındı. 1878 Osmanlı-Rus
Savaşında Rusya tarafından işgal edildi. 43 sene anavatandan ayrı kaldı. Türk İstiklal Savaşında Kazım
Karabekir Paşa, Ermeni ordusunu yenince, Artvin 7 Mart 1921’de yeniden anavatana kavuştu.
Fiziki Yapı
Dağlar: Artvin, Türkiye’nin en dağlık bölgesidir. % 80’i dağlıktır. Doğu Karadeniz dağlarının
doğusunda yer alır. Başlıca büyük dağları Kaçkar Dağı (3932 m), Kükürt Dağı (3334 m), Gül Dağı (3131
m) ve Karçal Dağı (3428 m)dır. Kars sınırında ise Yalnızçam Dağları (2957 m) bulunur. Arsiyon Dağı
(3170 m), Parmak Dağı (2900 m), Çadır Dağı (3054 m), Kurt Dağı (3224 m) diğer yüksek dağlarıdır.
Çoruh Irmağının vadisi Artvin’i ikiye böler. Arazi çok engebelidir.
Ovaları: Artvin’de mühim ve büyük ovalar yoktur. Ova sayılan bir kaç düzlük vardır. Sundura
deresinin Karadeniz’e döküldüğü yerde alüvyonlu bir saha ile Zeytinburnu’nda 3-4 kilometrekarelik bir
düzlükten ibarettir. Artvin’de pekçok vadi vardır. Fakat dar ve derin olduğu için ekime pek müsait değildir.
Vadilerin en büyüğü 100 km uzunluğundaki Çoruh Vadisi ile Berta, Ardanuç, Barhal ve Murgul vadileridir.
Akarsuları: Artvin ilinin en önemli akarsuyu Çoruh Irmağıdır. Artvin içindeki diğer akarsular ise
Çoruh Irmağına dökülürler. Erzincan’ın Mescit Dağlarından çıkan Çoruh Irmağı Gümüşhane ve
Erzurum’dan da geçer. Erzurum’dan geçerken Tortum ve Oltu çayları Çoruh’a karışır. 442 kilometrelik
Çoruh Irmağının 150 kilometresi Artvin’den geçer. Bu ırmak Rus sınırından girip Batum’un güneyinde
denize dökülür. Artvin’in diğer akarsuları ise; Murgul Deresi, Ardanuç Suyu, Berta Deresi, Deviskel Deresi
ve Klaskur Deresi olup, hepsi de Çoruh Irmağı ile birleşirler.
Göller: Mühim ve büyük göl yoktur. Fakat “Karagöl” ismi verilen buzul göller vardır. Başlıcaları
Horasan Dağı dibinde bulunan Karagöl, Ardanuç yakınında iki karagöl ile Şavşat ve Borçka yakınındaki
Karagöllerdir. Şavşat yakınında yerden kaynayan göle ise Akgöl denir. Bu göllerin hepsinde bol mikdarda
alabalık vardır.
İklim ve Bitki Örtüsü
Artvin’de iki farklı iklim görülür. Karadeniz kıyıları ılık ve yağışlıdır. İç kısımlar ve dağlık bölgelerin
iklimi serttir. Kıyılarda yaz ve kış arasında büyük ısı farkı yoktur. Dağlık iç bölgede kışlar kar yağışlı ve
yazları serin geçer. Sıcaklık -4 ile +23 derece arasındadır. Yağış farklılıklar gösterir. Hopa’da 2.069
milimetre iken, Yusufeli’nde 296 milimetredir. Kafkas Dağlarının sağladığı imkanla Hopa’da Akdeniz iklimi
hüküm sürer.
Artvin ilinin üçte biri ormanlıktır. Ormanlar daha çok deniz kıyısındadır. Ekilen arazi 35.000 hektardır
(çay bahçeleri dahil). Arazi kışın beyaz, yazın ise yemyeşildir. Vadiler, meyveliktir. Karadeniz sahilinde
turunçgiller, zeytin ve çay yetişir.
Ekonomi
Tarım: Artvin’in ekonomisi tarıma dayanır. Ekime müsait arazinin az olmasına rağmen nüfusun %
80’i tarımla uğraşır. Fakat gelirin ancak % 30’u tarımdan sağlanır. Artvin’de en çok çay, patates, buğday,
mısır, arpa, fasülye, soğan, tütün, pirinç; meyve olarak da; fındık, portakal, mandalina, elma, armut,
üzüm, ceviz, kestane, kiraz, vişne, şeftali, erik ve kayısı yetişir.
Tarım henüz modern hale gelmemiştir. Zengin su potansiyeline rağmen sulama tesisleri çok azdır.
Traktör ve teknik zirai araçların sayısı fazla değildir. 15 bin dönüm üzüm bağı vardır.
Hayvancılık: Mer’a ve otlakların azlığı ve karlı günlerin çokluğu sebebiyle hayvancılık gelişmemiştir.
Komşusu Kars’da ise hayvancılık çok ileridir.
Ormancılık: Artvin orman bakımından çok zengindir. Yüzölçümünün % 35’e yakını ormanlıktır. Her
sene 300 bin metreküp inşaat kerestesi ile 500 bin ster yakacak odun istihsal edilir. Ormanları ağaç
cinsleri bakımından zengin ve verimlidir. Ormanlarında kızılağaç, kayın, gürgen, meşe, kestane, ladin,
köknar, ardıç ve sarı çam bulunur.
Madenleri: Türkiye’nin en zengin bakır madeni rezervine sahip ili Artvin’dir. Murgul ve
Kuvarskan’da bulunan bakır madenleri, Karadeniz Bakır İşletmeleri tarafından işletilmektedir. Ayrıca
betonit, manganez, kurşun ve linyit yatakları vardır. Fakat bunlar henüz işletilmemektedir.
Enerji: Artvin, elektrik enerjisini Hopa termik santralı ile Tortum ve İkizdere hidroelektrik
santrallarından temin eder. Ayrıca enterkonnekte sisteme bağlıdır.
Sanayi: Artvin’de sanayi muayyen kollarda sınırlıdır. Etibank’a bağlı Bakır İşletmeleri, kamu ve özel
sektöre ait lif levha fabrika ve atölyeleri (senelik toplam istihsal 70 bin ton), çay ve kereste fabrikaları,
mobilya, dokuma, gıda ve metal eşya imalathaneleri vardır.
Ulaşım: Ulaşım bakımından yetersiz olan Artvin’de demiryolu ve hava alanı yoktur. Ulaşım,
denizyolu ve karayoluna dayanır. Hopa limanı her türlü gemilerin yanaşmasına elverişlidir. Sahildeki
karayolu iyi kalitededir. Fakat içlere doğru giden yollar stabilize yollardır. Köyler ile kentler arasındaki
yollar yetersizdir. Hopa limanının yükleme ve boşaltma kapasitesi 500 bin tona yakındır. Hopa-Artvin-
Göle-Kars-Doğubeyazıt-Gürbulak yolu ile İran’a mal taşınır. Artvin-İstanbul 1361 km, Artvin-Ankara 997
km, Artvin-İzmir 1357 kilometredir.
Nüfus ve Sosyal Hayat
7436 kilometrekare yüzölçüme sahib olan Artvin’in, 1990 nüfus sayımına göre toplam nüfusu
212.833 olup, bunun 66.097'si şehirlerde, 146.736'sı köylerde yaşamaktadır. Nüfus yoğunluğu 29’dur.
Eğitim: Okur-yazar oranının en yüksek olduğu illerimizden birisi de Artvin’dir. Okur-yazar nisbeti
% 90’dır. İlde 23 anaokulu, 479 ilkokul, 48 ortaokul, 8 mesleki ve teknik ortaokul, 9 lise, 12 mesleki ve
teknik lise vardır. Bütün köylerde ilkokul vardır. Yüksek tahsile devam edenlerin sayısı, nüfusuna göre
diğer illerden daha fazladır.
Örf ve adetler, folklor: Artvin’in kendisine mahsus zengin bir kültür ve folklor mirası vardır. Halk
edebiyatı, el sanatları, eğlence, yemek ve kıyafet bakımından oldukça zengindir. Artvin’den yüzlerce şair
yetişmiştir. Zuhuri, İzni, Keşfi, Didari, Efkari ve Ali Fahri gibi aşık ve şairler başlıcalarıdır. Halk
oyunlarında Erzurum, Kars. Karadeniz ve Kafkasya’nın tesiri büyüktür. Başlıca oyunları : Sarıçiçek,
Atabarı, Karabağ, Kubak, Uzundere, Delihoron ve Düzhoron’dur.
İlçeleri
Artvin’in biri merkez olmak üzere 7 ilçesi vardır.
Merkez: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 33.183 olup, 20.306'sı ilçe merkezinde, 12.877’si
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 14, Ortaköy-bucağına bağlı 5, Zeytinlik bucağına bağlı 13
köyü vardır. Yüzölçümü 1052 km2 olup, nüfus yoğunluğu 32’dir.
İlçe toprakları genelde dağlıktır. Toprakları sulayan Çoruh Nehri bu dağlık araziyi ikiye böler. Çoruh
Vadisinde yer yer düzlükler vardır. Dağlar sık bir ormanla kaplıdır. Çok değişik ağaçlarla kaplı bu ormanlar
aynı zamanda bir av sahasıdır.
Ekonomisi tarıma bağlıdır. Başlıca tarım ürünleri tahıl, mısır, fasülye, tütün, zeytin ve meyvedir.
Hayvancılık ve ormancılık ekonomide önemli yer tutar. En çok sığır ve koyun beslenir. Arıcılık gelişmiş
olup, balı meşhurdur. Lif ve levha fabrikası ilçenin tek sanayi kuruluşudur.
İlçe merkezi Çoruh Nehrinin iki yakasında dağların eteklerinde yer alır. İlçe belediyesi 1923’te
kurulmuştur.
Ardanuç: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 17.782 olup, 5052’si ilçe merkezinde, 12.730'u
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 37, Aşağıırmaklar bucağına bağlı 11 köyü vardır. Yüzölçümü
969 km2 olup, nüfus yoğunluğu 18’dir.
İlçe toprakları dağlıktır. Dağlar derin akarsu vadileriyle parçalanmıştır. Doğu ve güneyinde
Yalnızçam Dağları yer alır. Dağlarda birçok yayla vardır. İlçe topraklarından kaynaklanan suları Ardanuç
suyu toplar. Karagöl adıyla bilinen üç ayrı göl bulunur.
Ekonomisi hayvancılığa dayalıdır. En çok sığır ve koyun beslenir. Hayvani ürünler Bülbülan
Yaylasında pazarlanır. Tarıma elverişli arazi azdır. Akarsu vadilerinde buğday, arpa, tütün, ve mısır
yetiştirilir. Küçük dokuma atölyelerinde şal denilen yünlü kumaşlar dokunur.
İlçe merkezi Ardanuç Suyu kenarında kalenin bulunduğu tepenin eteklerinde kurulmuştur. İ1
merkezine 42 km mesafededir. İlçe belediyesi 1945’te kurulmuştur.
Arhavi: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 18.351 olup, 10.048’i ilçe merkezinde, 8303'ü köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 21, Ortacalar bucağına bağlı 8 köyü vardır. Yüzölçümü 314 km2 olup,
nüfus yoğunluğu 58’dir.
İlçe toprakları genelde dağlıktır. Dar bir kıyı şeridinin hemen ardından dağlar yükselir. Dağlar kayın,
gürgen, kızılağaç, ladin, köknar ormanları ile kaplıdır.
Ekonomisi tarım ve ormancılığa dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri çay, fındık, meyve ve mısırdır.
Ayrıca az miktarda buğday ve arpa yetiştirilir. Kıyı kesimlerinde balıkcılık yapılır. Dokumacılık yaygındır.
Çay fabrikası ilçenin tek sanayi kuruluşudur.
İlçe merkezi, Arhavi Çayının Karadeniz’e döküldüğü düzlükte Karadeniz kıyı yolu üzerinde
kurulmuştur. Rize-Hopa karayolu ilçe merkezinden geçer. İl merkezine 79 km mesafededir. İlçe
belediyesi 1946’da kurulmuştur. Tabii güzelliği eşsiz olan bir ilçedir.
Borçka: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 30.329 olup, 6102’si ilçe merkezinde 24.227'si köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 19, Camili bucağına bağlı 5, Muvalı bucağına bağlı 7 köyü vardır.
İlçe toprakları, Doğu Karadeniz kıyı dağları ile kaplı bir alanda yer alır. Dağlar akarsu vadileriyle
derin bir şekilde parçalanmıştır. En önemli akarsuyu Çoruh Nehridir. Aralık köyü yakınındaki Karagöl
ilçenin tek gölüdür. Dağlar kayın, ladin, kızılağaç, kestane, meşe, köknar ormanları ile kaplıdır.
Ekonomisi hayvancılık ve tarıma dayalıdır. Ekime elverişli alanların az olması sebebiyle, tarım sınırlı
olarak yapılır. Başlıca tarım ürünleri; mısır, tahıl, çay, tütün, fındık, patates ve elmadır. En çok sığır
beslenir. İpekböcekciliği gelişmiştir. Borçka Devlet Kereste Fabrikası ilçenin tek sanayi kuruluşudur.
İlçe merkezi, Çoruh Irmağı kıyısında kurulmuştur. Hopa-Artvin karayolu ilçeden geçer. İlçe
belediyesi 1927’de kurulmuş olup, 1928’de ilçe yapılmıştır.
Hopa: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 30.862 olup, 11.507'si ilçe merkezinde 19.355’i köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 17, Kemalpaşa bucağına bağlı 10 köyü vardır. Yüzölçümü 289
km2 olup, nufüs yoğunluğu 107’dir.
İlçe toprakları dar bir kıyı şeridi ile hemen ardından yükselen dağlarla kaplıdır. Güneyinde Balıklı
Dağları yer alır. Dağların denize bakan yamaçları gür ormanlarla kaplıdır. Bol yağış aldığından toprakları
yemyeşil bir görünüme sahiptir.
Ekonomisi tarım ve tarıma bağlı sanayiye dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri çay, fındık olup, ayrıca az
miktarda elma, armut, pirinç ve turunçgiller yetiştirilir. İlin en çok çay üretimi yapılan ilçesidir. İlçe
merkezinde ve Kemalpaşa bucağında birer çay fabrikası vardır. Kıyı kesimlerde balıkçılık yapılır.
İlçe merkezi Karadeniz kıyı yolunun bittiği yerde, deniz kıyısında kurulmuştur. İlçe tarım ve sanayi
ürünlerinin satıldığı bir ticaret merkezidir. Karadeniz Bakır İşletmelerine bağlı Çakmakkaya te'sislerinden
borularla Hopa limanına akıtılan derişik bakır, gemilerle Samsun’a gönderilir. İl merkezine 69 km
mesafededir. İlçe belediyesi 1923’te kurulmuştur.
Murgul: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 11.951 olup, 4278’i ilçe merkezinde 7673’ü köylerde
yaşamaktadır. Merkez’e bağlı 9 köyü vardır. Borkça ilçesine bağlı bucak iken 19 Haziran 1987’de 3392
sayılı kanunla ilçe merkezi haline getirildi.
İlçe toprakları genelde dağlıktır. Dağlar ormanlarla kaplıdır.Topraklarında bulunan bakır yatakları
çok eski zamandan beri işletilmektedir.
İlçe ekonomisi bakır madenciliğine ve buna bağlı imalat sanayiine dayalıdır. Etibank tarafından
çıkarılan bakır Hopa limanından gemilerle Samsun’a gönderilir. Çevreye yayılan bakır tozları ve Murgul
Deresine akıtılan yıkama suları önemli ölçüde çevre kirliliğine sebeb olmaktadır. Murgul Vadisinde tarım
yapılır ise de, bakırın sebeb olduğu çevre kirliliği verimi % 80 oranında düşürmüştür. Hopa ilçesine 20
km mesafededir.
Şavşat: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 33.315 olup, 4850'si ilçe merkezinde 28.465'i köylerde
yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 35, Meydancık bucağına bağlı 14, Veliköy bucağına bağlı 12 köyü
vardır. Yüzölçümü 1317 km2 olup, nüfus yoğunluğu 25’tir.
İlçe toprakları dağlıktır. Kuzey ve kuzeybatısında Karaçal Dağı, doğu, güney ve güneybatısında
Yalnızçam Dağları yer alır. Topraklarından kaynaklanan sular ilçe sınırı dışında Çoruh Nehrine karışır.
Berta Suyu vadisi, dağları derin biçimde parçalamıştır. Dağlar sarıçam ve köknar ormanlarıyla kaplıdır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Ekime elverişli arazisi az olmasına rağmen elde edilen ürün fazladır.
Başlıcatarım ürünleri patates, elma, buğday ve armut olup, ayrıca az miktarda arpa, mısır ve fasülye
yetiştirilir. Hayvancılık ilçe ekonomisinde önemli yer tutar. Çok sayıda koyun beslenir. Arıcılık gelişmiştir.
İlçe topraklarında çinko, bakır, kurşun, feldispat ve manganez yatakları vardır.
İlçe merkezi Ardahan-Kars karayolu üzerinde kurulmuştur. İl merkezine 67 km mesafededir.
Eskiden Satlel adlı küçük bir köy iken Cumhuriyetten sonra Yeniköy adıyla bilinen bugünkü yerine taşındı.
İlçe belediyesi 1928’de kurulmuştur.
Yusufeli: 1990 sayımına göre toplam nüfusu 37.060 olup, 3954'ü ilçe merkezinde, 33.106'sı
köylerde yaşamaktadır. Merkez bucağa bağlı 23, Demirkent bucağına bağlı 6, Kılıçkaya bucağına bağlı
10, Öğdem bucağına bağlı 6, Sarıgül bucağına bağlı 8 köyü vardır. Yüzölçümü 2327 km2 olup, nüfus
yoğunluğu 16’dır.
İlçe toprakları dağlıktır. Dağlar derin akarsu vadileriyle parçalanmıştır. Büyük bölümünü Doğu
Karadeniz dağları kaplar. Dağlardan kaynaklanan suları Çoruh Nehri toplar. Önemli akarsuları Altıparmak
ve Oltu çaylarıdır. Dağlar, ladin, köknar ve sarıçam ormanları ile kaplıdır.
Ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca tarım ürünleri patates arpa ve buğday olup, az miktarda meyve
ve sebze yetiştirilir. Çayırlarla kaplı yaylalarda hayvancılık yapılır. Sığır ve koyun en çok beslenen
hayvanlardır. Arıcılık gelişmiştir. Ormancılık ve orman ürünlerinin işlenmesi ekonomide önemli yer tutar.
İlçe topraklarında kaolin yatakları vardır.
İlçe merkezi Altıparmak Çayı vadisinin Çoruh Vadisine açıldığı kesimde kurulmuştur. İsmi, Osmanlı
Padişahı Abdülaziz Hanın oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin'e izafeten verilmiştir. Gelişmemiş bir yerleşme
merkezidir. İl merkezine 81 km mesafededir. İlçe belediyesi 1950’de kurulmuştur.
Tarihi Eserler ve Turistik Yerleri
Artvin, tarihi ve tabii güzellikleri bakımından zengin bir ilimizdir. Karadeniz’in Antalya’sıdır. Turizme
çok müsaittir. Gerekli yatırımlar sağlanırsa, çok kıymetli bir turizm merkezi olabilir. Borçka’da asırlık
ormanlar, Şavşat ilçesi göllerinde, su yüzünde Yunus balıkları gibi gösteri yapan alabalıklar, senenin 12
ayında buzları erimeyen Altıparmak Dağları ve bunlara çarpan bulutların yağmur ve buz haline gelişinin
gözle görülüşü, buradan ve diğer dağlardan akan buz gibi suları, Hopa koyu ve sahilin tabii güzelliği,
derin vadiler ve koyu bir yeşillik, romatizmaya iyi gelen kaplıcaları ile Artvin çok güzel bir ildir. Yarlık
Yaylası, Kafkasör mesire yeri, Gemya Dağı, Hopa-Sarp arası, Hatila Deresi görülecek yerlerdir. Artvin
ilinde çok sayıda şifalı su vardır. Fakat bunların hepsinde yeterli tesis kurulmamıştır. Otingo Çermiği,
Zeytinlik Çermiği (mide ve barsak hastalıklarına), Ilıca Köy Çermiği (romatizma hastalıklarına) ve Ciskaro
Maden Suyu önemlileridir. Yalnız Hasan Maden Suyu, Acısu, Erenköy İçmesi (Borçka), Oruçlu İçmesi,
Çirit Düzü ve Meşeli Maden Suları (Şavşat) diğer şifalı sulardır.
Kaleler: Artvin’de çok sayıda kale vardır. Artvin Kalesi, Köprübaşı semtinde Çoruh köprüsünün
yanındadır. Şimdiki kale bu eski kalenin harabeleri üzerinde Osmanlı Devleti zamanında yapılmıştır.
Ardanuç Kalesi, Adakale köyü yakınında olup, Gagratlılar tarafından yapılmıştır. Ferhatlı Kalesi,
Ardanuç’un Ferhatlı köyündedir. Gürcü Kraliçesi Tamara’nın yaptırdığı Parik Kalesi, Şavşat’a 16 kilometre
uzaklıkta Balıklı köyündedir.
Ayrıca Boselt, Kuvarshan, Melo, Şatlel, Ustamis, Babilhan, İşhan, Öğdem, Aşbişen, Nihah, Orşnak,
Vecenkert, Petrikisman, Kalmaklı, Kalarçet, Yukarı Hud ve bunlara ilaveten on kale vardır.
Camiler, Salih Bey Camii: Korzul Mahallesinde Sancak Beyi Salih Bey tarafından 1793’te yapılan
caminin sanat değeri çok yüksektir. İskenderpaşa Camii, Orta Mahalle Camii, Çarşı Camii ve Balcıoğlu
Camii, Hopa’da Sugören Köyü Camii, Borçka’da Muratlı Köyü Merkez Camii, Şavşat’ta Cevizli, Yusufeli’de
Kılıçkaya ve Demirkont camilerinin sanat değeri yüksektir.
Ortaköy Cuma Camii: Yüksek bir tepede eski bir kilise yıkıntısı üzerine inşa edilmiştir. Hamamlı
Köyü Camii, kilise iken camiye çevrilmiştir.
Ayrıca Artvin’de cami haline getirilmiş 8 kilise vardır. Hamamlı (Dolisane) Camii girişinde güneş
saati vardır. Tibet Kilisesi 1920 senesine kadar cami olarak kullanılmıştır.
Türbeler: Artvin’de Ardanuç yakınında Camandar Baba Türbesi, Seferpaşa Türbesi, Şavşat
yakınında Zor Mustafa Bey Türbeleri yer alır.
Ayrıca Artvin’de Türklerin yaptığı pek çok tarihi köprü ve kemer vardır.
ARUZ
İslamiyet dairesi içine giren milletlerin edebiyatlarında yer alan şiir ölçüsü. "Yön, çadır direği, dar
yol, bulut, ölçü ve örnek olan şey" gibi başlıca manaları yanında, beytin ilk mısraının sonlarına da aruz
denmiştir. Beyt "ev ve çadır" demektir. Çadırı ayakta tutan ölçüdür. Bu bakımdan, çadır direği en uygun
manadır.
Önceleri Arap şiirinde açık ve belirgin şekilde olmayan aruz veznini edebi bir ilim olarak İmam Halil
bin Ahmed 701-775 (H.81-155) tedvin etmiş, sistemleştirmiş, böylece nazım ilmi kurulmuştur.
Aruzda harflerin harekeli ve sakin oluşu göz önüne alınmış, kısa ve uzun hece ayrımı yapılmıştır. Bu
hecelerden cüzler, cüzlerden de vezinler ortaya çıkmıştır.
Cüzler, kısa ve uzun hecelerin belirli sayıda bir araya gelmesinden ortaya çıkar. Buna “tef’ile” de
denir. Vezindeki parça ve bölüme “tef’ile” veya “cüz” denmektedir. Tef’ilelerin birleşmesinden de vezinler
ortaya çıkmıştır.
İmam Halil aruzun esası olmak üzere 8 tef’ile tesbit etmiştir. Bu cüzlere “efa’il ve tefa’il” adı verilir.
Bunlar: 1) Feulün, 2) Failün, 3) Mütefailün, 4) Müstefilün, 5) Mefailün, 6) Failatün, 7) Müfaaletün, 8)
Mefulatü cüzleridir.
Arap Edebiyatında Nazım
Araplardaki ilk nazım şekilleri olarak görülen recez ve kasid’in birinci beytleri mutlaka kafiyelidir ve
nazım; ahengini, vezin ve kafiye gibi iki temel unsurdan alır. Ayrıca kelimelerin mısra ve beyt içinde
seçilerek yerine konulması üçüncü bir sebeptir. Araplar kasidenin yanında en çok recez nazım şekillerini
kullanmışlardır. Zamanla İslam dairesine giren milletlerin edebiyatları ile temasta bulunmaları, konularda
çeşitlilik, “rubai” ve “mesnevi” gibi yeni nazım şekillerinin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur.
İslam medeniyeti dairesine giren milletler bu medeniyetin sunduğu değerleri almışlar veya az çok
değiştirerek kendi bünyelerine uydurmuşlardır. Her millette şiir olduğuna göre bu dairenin içine girinceye
kadar, bu milletler kendi ölçü ve birimlerini de getirmişlerdir. Bu dairenin içine ilk giren millet İranlılardır.
Daha sonra Türkler, Hintler ve diğer bazı milletler de dahil olmuştur. İşte aruz İran’a bu şekilde geçti ve
İran şiirinin, bilhassa İslamiyeti kabulden sonra ortaya çıkan yeni Farsça diye adlandırılan devrin şiirde
veznini teşkil etti.
Ses yapısı ve hece teşkili bakımından Farsçanın aruza daha kolay adapte olduğu görüldü. İran
nazmı, Arap nazım birimi olan beytin yanında, İslam öncesi edebiyatında olduğu gibi, mısraı birim kabul
etti. Ayrıca aruz, İran edebiyatında bazı değişikliklere uğradı. Fars zevkı, Arap şiirinin bazı bahirlerini
kabul etmeyerek, bir seçme ve tercihte de bulundu.
Her millette olduğu gibi Türklerde de İslamiyetten önce şiir vardı ve vezni parmak hesabı denen
hece vezni idi. İslam medeniyeti içine girince, hece yanında aruz da kullanıldı. Ancak Türkler aruzu
doğrudan Araplardan değil, İran yolu ile aldılar. Ayrıca her iki milletin nazım şekillerini de kullandılar.
Farslarda olduğu gibi Türklerde de nazım birimi mısra idi. Türk edebiyatında aruz, intibak devrinde büyük
bir eser olan Kutadgu Bilig’de görüldü. Burada Şehname’de olduğu gibi "Faulün, Faulün, Faulün, Faul"
vezni kullanılmıştı. Dikkat edildiğinde bu veznin milli vezin olan heceye yakınlığı hemen görülür. İslam
öncesi devreden günümüze kadar gelen hece vezni içinde on bir heceli vezin en çok kullanılanlar
arasındadır. Kutadgu Bilig’de de işe buradan başlanmıştır. Zaten eserin içindeki dörtlükler nazım
şeklinde de eskiye yer verildiğini açıkça göstermektedir. Buradan hareketle edebiyatımızda tuyuğ,
murabba ve şarkı gibi nazım şekillerinin ortaya çıktığı da bir gerçektir. Hatta halk edebiyatı şairleri her
iki vezne de yer vermişlerdir. Yunus Emre gibi şairler ise hece ve aruzla şiir yazdılar. Ayrıca on yedinci
asır şairlerinden Aşık Ömer ve Katibi gibi şairlerin de her iki vezni kullandıkları görülür. Bu ikili durum
daha sonraki asırlarda hem divan, hem de halk şairlerinde devam edecektir.
Türk edebiyatı içinde aruzun yerleşmesi ilk zamanlar Farsça ve Arapçayı bilen, yüksek tabaka da
denen havass arasında görülmüştür. Bunlar işe; ilk önce bildikleri yabancı dilde ve aruz vezni ile şiirler
yazmakla başlamışlardır. Farsça, kolaylığı ve Türkçe ile aynı bölgede bulunup yan yana yaşaması
sebebiyle Arapçaya galebe çalmış, böylece ilk şiirlerde Farsça yer almıştır. Daha sonra Türkiye
Selçuklularının son devirlerinde yavaş yavaş ortaya konan mülemmalar, belki bir noktada Türkçeyi aruza
alıştırmış, neticede okur-yazar zümresi aruzu Türk şiirine getirmiştir. Ancak Hoca Dehhani gibi saray
şairleri Farsçaya hakim olduklarından, Türk şiirine doğrudan doğruya aruzu getirmeyi başarmışlar ve
aruzla gazeller yazmışlardır. Böylece aruzun nazma tatbiki başlamış ve bu konuda yazılan eserler daha
sonra verilmiştir. On beşinci yüzyıldan itibaren aksamadan devam eden aruz vezni, 19. yüzyılda en
mükemmel şekle ulaştı. Hatta tiyatro eserlerine bile uygulandı. Edebiyat-ı Cedide ve onları takib eden
Fecr-i Ati topluluklarında serbest müstezada bile tatbik edildiği görüldü. Ancak 19. yüzyılın sonunda,
aruzun mükemmel şekle ulaştığı bir zamanda, heceye rağbetin artması ile aruz hakkında münakaşalar
ortaya çıktı ve bu vezne, karşı bir hareket başladı. Halbuki Türkçe en başarılı aruz örneklerini bu devrede
veriyordu. Milli edebiyat cereyanının heceyi öne geçirme gayreti aruzu geride bıraktı ve bu veznin en son
temsilcisi Yahya Kemal oldu.
Aruz vezninin esasını hecelerin mahiyet ve durumu (uzunluk-kısalık, kapalılık-açıklık hususları)
teşkil etmektedir. Aruz vezninde, hecelerin sayısına bakılmaz, kalitesine (keyfiyetine) önem verilir. Bu
bakımdan aruz, keyfi (qualitatif) bir ölçüdür. Halbuki hece vezni sayıya bağlı olup, kemmi (quantitatif)dir.
Aruzda hece çeşitleri:
1. Açık heceler - Kısa heceler; De-re, di-ri, a-da, i-ni, ı-şık, a-li gibi.
2. Kapalı heceler - Uzun heceler; Has-ret, ha-la, ha-li, sen-sin, ley-la, sa-ba, se-sin vs.
3. Bir buçuk (kapalı ve açık-uzun ve kısa) heceler; derd, di-yar.
Yalnız, kapalı uzun hece n ile biterse, bir uzun hece kabul edilir. Bir buçuk hece (– .) olmaz: Ci-
han, derun, dil-hun, ner-min, der-man, han-man, ta-nin, zer-rin gibi. Az da olsa aruz kaidesi dışına
çıkarak, bazı şairler bu durumdaki bir heceyi bir buçuk olarak kullanmışlardır.
Bir de mısra sonundaki hece, açık olsa bile, kapalı hükmündedir. Söy-le, se-se gibi.
Aruzdaki hece durumu göz önüne alınınca, Türk dilinde hecelerin daha çok açık tarafta kaldığı
görülür. Bunun yanında Türkçede kapalı hece meydana getiren uzun seslerin bulunmayışı, Arapça ve
Farsçaya göre, Türk nazmının aruza uymasında bir hayli geride kalmasına yol açmıştır. Bu iki dile nisbetle
Türkçede aruz bazı hususları da beraberinde getirmiştir. İslami daire içine giren Türkçe, bir taraftan
kültür ve inanç kelimelerini alırken, uyumu sağlayabilmek için kendi içinde de bazı hususlara yer
vermiştir. Bilhassa 16. yüzyıla kadar geçen üç yüz senelik bir zamanda bu durumlar oldukça fazla
görülmüş, bir yandan aruza uydurulmada kendine göre hayli yol almış, diğer taraftan yabancı dillerden
alınan kelime ve tamlamalar gitgide Türk şiirini daha da ileri götürmüştür. Aruzla söylenen Türk şiirinin
ahengindeki bu düzelme, zamanla daha da gelişmesine rağmen aşağıdaki hususlar görülegelmiştir.
Aruzun Türkçeye tatbikinde görülen belli başlı hususlar şunlardır:
1. Vasl: Ulama da denilen bu husus, sessizle biten bir kelimeden sonra, sesli bir harfle başlayan
ikinci bir kelime arasında görülür. Bu, kapalı bir hecenin açılması içindir.
Allah/ adın zikr idelüm evvela
Vacib/ oldu cümle işde her kula.
beytinde veznin “failatün” olması için Allah ve vacib kelimelerinde görülür. Aslında (-) iken ulama
yapılınca, (Allahadın, vaciboldu) (- . - -) durumuna düşer ve kapalı hece açılmış olur.
2. İmale: Buna uzatma da denir. Kısa ve açık bir hecenin uzatılarak kapatılmasıdır. Dilimizde uzun
ses bulunmadığı için Türkçe kelimelerde görülen bu durum aruz için bir hata sayılmasına rağmen, göz
yumulmuş ve hemen her şairde görülegelmiştir.
Ben didükçe / böyle kim kıl / dı Nedim'i/ natüvan
Gösterür engüşt ile meclisteki mina seni
- . - . /- . - -/. . - ./- . - (Ben didükçe böyle kim kıldı Nedim'i natüvan) mısraı; (- . - -/- . - -/- . - -
/- . -) Ben didükçe böyle kim kıldi Nedim'i natüvan) şekline çevrilmiştir. Ayrıca ikinci mısradaki, meclisteki
kelimesinde yine son hece (-ki), (-ki) olarak uzatılmış ve bir başka imaleye yer verilmiştir.
3. İmale-i memdude: Med adı da verilen bu uzatma asıl imaleye nisbetle sesçe daha çok uzatılır.
Arapça ve Farsça kelimelerde bulunan bir uzun heceyi, bir uzun bir kısa olmak üzere, iki hece şeklinde
okumaktır. Az olmakla birlikte Türkçe kelimelerde de rastlanır. Sadece uzun hecelerde değil, sonu iki
sessizle biten hecelerde de imale-i memdudeye yer verilir. Hece sonlarındaki elif-nun harflerinden sonra
yapılırsa aruz için kusurdur. Böyle olmakla birlikte en meşhur şairlerimiz bile buna göz yummuşlardır.
Nedim:
Nazdan hamuşsun yoksa zebanın duymadan
İstesen bin dastan söylersin ebrularla sen
derken, (naz) ve (muş) hecelerinde imale-i memdude denen iki adet bir buçuk heceye yer vermiştir.
Ayrıca ikinci mısradaki dastan kelimesinde, ilk hece (das) şeklinde okunarak imale-i memdudeye yer
verilmiştir. Yine Fuzuli’nin:
Aşk derdiy/le hoşem el / çek ilacum/dan tabib
— . ——/— . — —/ — . ——/— . —
Kılma derman/ kim helakim/ zehr-i derma/nındadur
— . — —/ — . — —/ — . — —/ — . —
Üç failatün bir failün cüzünden meydana gelen beytin birinci mısraındaki ilk cüzünde bulunan aşk (–
.) kelimesi bir buçuk hece alınmıştır. Ayrıca Şeyh Galib:
Ey Hızr-ı fütadegan söyle
Bu sırrı idüp iyan söyle
Ketm etme yegan yegan söyle
Gam defterinin tamamı yok mu?
derken;
Mef u lü / me fa i lün / fe u lün
— — . / . — . —/ . — —
vezninde söylediği tardiyenin ilk üç mısrasındaki fütadegan, iyan, yegan kelimelerinde son heceler
hep bir buçuk hece (– .) değerinde kullanılmıştır.
Türkçe kelimelerde de bir buçuk heceye yer verilerek imale-i memdude yapıldığı görülmüştür. Bôl
bol, bir bir kelimelerindeki birinci hecelerin söylenişi gibi.
4. Zihaf: Arapça ve Farsçada yer alan ve uzun okunması gereken heceleri kısa okuma olup, mühim
bir aruz kusurudur. Baki’nin:
Baş eğmezüz edaniye dünya-yı dun içün
Allahadur tevekkülümüz i’timadumuz
"Mefulü failatü mefailü failün" veznindeki bu beytinde ilk mısraının ikinci cüzündeki edaniye
kelimesinin üçüncü hecesi zihaf için edaniye şeklinde okunmuştur.
Türk şiirinde hezec, recez, remel, muzari, müctes, hafif, mütekarib bahirlerine ait kırka yakın vezin
kullanılmıştır. Yalnız bu vezinler kullanılırken, bazıları bir kısım nazım şekillerinde yer almıştır. Bunun
yanında, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, hece veznine uygun vezinlere öncelik verilmiştir.
Şiirimizde En Çok Kullanılan Aruz Kalıpları Şunlardır
1. Me fa i lün me fa i lün me fa i lün me fa i lün
. – – – / . – – –/ . – – –/ . – – –/
Sakın terk-i edebden kuy-i mahbub-ı Hudadur bu
Nazargah-ı ilahidür makam-ı Mustafa'dır bu
Nabi
Celaleddin-i Rumi'den dehen tolup olup pür fen
Bilüp ahbar-ı ahbarı tolu esrar-ı didaram
Muini
Hayal-i yar ile her şeb benim rü'yalarım vardır
Başumda say-ı zülfünden uzun sevdalarım vardır
Şemsi
2. Me fa i lün me fa i lün fe u lün
. – – – / . – – –/ . – –
Sunulmadı bana kahve dime sen
Nasibün var ise gelir Yemen'den
Nabi
3. Mef u lü me fa i lün mef u lü me fa i lün
– – ./ . – – –/ – – ./ . – – –/
Tiz olma te'emmül kıl her hale tahammül kıl
Allah'a tevekkül kıl tedbiri bozar takdir
Kemalpaşazade
4. Mef u lü me fa i lü me fa i lü fe u lün
– – ./ . – – ./ . – – ./ . – –
Yelkenle gelür baga levendane benefşe
Tüller takınır başına merdane benefşe
Şemsi
Tuti gibi hoş nükteler öğretdi zekanın
Baki gibi üstad-ı sühen-pervere cana
Baki
5. Mef u lü me fa i lün fe u lün
––./.–.–/.––
Dil hasret-i gamla lal kaldı
Galib gibi bi-mecal kaldı
Gönderdiğim arz-ı hal kaldı
Elan bir ihtimal kaldı
İnsafın o yerde namı yok mu?
Şeyh Galib
6. Müs tef i lün (Dört adet)
––.–
Karşında ben pervaneyim sen şem'-i tabansın bana
Aşkınla ben divaneyim sen afet-ı cansın bana
Kanuni (Muhibbi)
7. Müs tef i la tün (İki adet)
––.––
Gencinen olsam viran idersin
Ayinen olsam hayran idersin
Şeyh Galib
8. Müf te i lün me fa i lün
–..–/.–.–
Aşk ile kendüden gider aşıka bir nida gelür
Yazusı yok kitab okur alim olur çıka gelür
9. Fa i la tün fa i la tün fa i la tün fa i lün
–.––/–.––/–.––/–.–
Mürde ihya eyledin ey can safa geldün safa
Eyledün giryanunı handan safa geldün safa
Şemsi
10. Fe i la tün fe i la tün fe i la tün fe i lün
..––/..––/..––/..–
Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi
Sana baktıkça olur gönlüm uçan kuşlara eş
Cenab Şehabeddin
11. Müf te i lün fa i lün
–..–/–.–
Kendimi cem eyledim bahr-ı musaffa gibi
Gökte süreyya gibi levh-i mualla gibi
12. Mef u lü fa i la tün (Müs tef i lün fe u lün)
– – ./ – . – – ( – – . – . – – )
Sözüm sirayet itse Mecnun-ı na-murada
Kuşlar kebab olurdu başındagı yuvada
Hayali
13. Mef u lü fa i la tü me fa i lü fa i lün
– – ./ – . – . / . – – ./ – . –
Aldın hezar bütgedeyi mescid eyledin
Nakus yerlerinde okutdun ezanları
Baki
14. Me fa i lün fe i la tün me fa i lün fe i lün
.–.–/..––/.–.–/..–
Gamınla ülfetimiz var süruru n'eyleyelim
Safa-yı hatırımız yok huzuru n'eyleyelim
Naili
15. Fe i la tün me fa i lün fe i lün
..––/.–.–/..–
Yine bir afitaba düştü gönül
Şeh-i ali-cenaba düştü gönül
Hayreti
16. Fe u lün fe u lün fe u lün fe ul
.––/.––/.––/.–
Ne mir ü ne paşaya et iltica
Rahim ü kerim çün Hudadır Huda
Şeref Hanım
17. Mü te fa i lün fe u lün (Fe i la tün fa i la tün)
..–––/.––(..––/–.––)
Ne beyan-ı hale cür'et ne figana takatım var
Ne reca-yı vasla gayret ne firaka kudretim var
Vasıf
ARYÜS (Arius)
Hıristiyanlıkta bir mezhep kurucusu. Miladın 270. yılında doğdu, 336 yılında öldürüldü. Teslise
(Trinite) inanmadığı için, 312’de öldürülen Antakya piskoposu Lucian’ın talebesi olan Aryüs Libyalıdır.
Hakiki Hıristiyanlıktan ayrılan kiliseye karşı gelmesi ile meşhurdur.
Hazret-i İsa’nın hak olan dini, kısa zaman sonra Yahudiler tarafından sinsice değiştirildi. Bolüs
adındaki bir Yahudi, hazret-i İsa’ya inanır görünüp gökten inen İncil’i yok etti. Dört havari, yeniden
İnciller yazdılarsa da, bunlara da Bolüs’ün yalanları karıştı. Uydurma İnciller zamanla çoğaldı. Bizans
İmparatoru Konstantin önceleri putperestken, sonradan Hıristiyan oldu ve bütün İncillerin
birleştirilmesini emretti. Konstantin, İncil’e önceki dini olan putperestlikten de bazı şeyleri sokturmuştu.
Aryüs, bu yeni İncil’in yanlış olduğunu, Allah’ın bir olup, İsa aleyhisselamın onun oğlu değil kulu
olduğunu söyledi. İznik’te 325’te toplanan papazlar, Aryüs’ü aforoz ettiler, Aryüs Mısır’a kaçtı. Aryüs’e
bağlı olanlar yok edilmeye başlandı. Konstantin pişman olup Aryüs’ü İstanbul’a davet ettiyse de gelirken
öldürüldü.
ARZ ve TALEP
Alm. Angebet und Nachfrage (f), Fr. Offre et demande, İng. Supply and demand. Bir malın
üreticilerinin (müstahsilleri) belirli piyasa fiyatları ile satmaya hazır oldukları mal miktarına “arz” denir.
Aynı şekilde bir malın tüketicilerinin (müstehlikler) belirli piyasa fiyatları ile o maldan almaya hazır
oldukları miktarlara da “talep” denilmektedir.
Malı üretenlerin piyasadaki arz miktarını etkileyen başlıca faktör, piyasa fiyatıdır. Fiyatlar
yükseldikçe normal bir durum olarak arz artar. Yüksek fiyatlar, daha yüksek maliyetlere katlanarak daha
fazla mal istihsaline imkan verdiğinden piyasa fiyatları ile arz miktarı arasındaki münasebet doğru
orantılıdır.
Talebi etkileyen temel faktör de malın piyasa fiyatıdır. Ancak arzın tersine fiyatlar düştükçe,
tüketicilerin almaya hazır olduğu miktarlar artar. Dolayısiyle, piyasa fiyatı ile talep arasındaki alaka ters
orantılıdır. Ancak diğer malların fiyatları, tüketicilerin tercihleri ile gelirin de talep üzerinde önemli etkisi
vardır.
Bir mal piyasasında arz ve talebin esnek olup olmaması, başlıca üretici ve tüketicilerin piyasa
fiatlarındaki değişmeye karşı, satmaya ve almaya hazır oldukları miktarlardaki değişmeyle alakalıdır.
Esnek talep veya arz halinde, arz ve talep miktarları piyasa fiyatındaki en küçük bir değişme karşısında
farklı hale gelir. Buna karşılık, esneksiz talep ve arz durumunda, fiyat ne kadar değişirse değişsin arz ve
talep miktarlarında değişme yoktur.
Bir malın arz ve talebi bir başka ifade ile o maldan satılmaya hazır olunan miktarla, alınmaya hazır
olunan miktarlar belirli bir piyasa fiyatında dengeye gelir. Bu fiyatın altındaki fiyatlarda talep fazlası;
üstündeki fiyatlarda arz fazlası husule gelir. Talep fazlası durumunda arz yeterli olmayacak, tüketiciler
istediği malı te’min etmek için daha yüksek fiyatlarla aynı miktarda malı satın almaya hazır olacaklardır.
Arz fazlası olunca bu durumda üreticiler stokları önlemek için daha düşük fiatlarda aynı miktar malı
satmayı kabul edecekler, böylece fiyatlar düşecektir.
Bir ekonomide tek bir malın arz ve talebinin yanısıra toplam arz ve talepten de söz edilebilir. Toplam
arz ve talep dengesi belirli bir fiyatlar genel seviyesinde sağlanır. Toplam arz fazlası işsizliğe, toplam
talep fazlası ise enflasyona yol açar. Toplam arz-talep dengesine “iktisadi istikrar” adı verilir. İslamiyette
de alış-verişler arz ve taleb usulüne göre yürür.
ARZUHALCİ
Alm. Strabenschrciber, Fr. Requerant, İng. Street letter writer. Eskiden adliye veya belediye gibi
devlet dairelerinin yakınında, köşebaşlarında; halkın dilekçe, mektup yazmak gibi işlerini yapan kişi.
Arzuhalcilik karlı ve geçerli bir meslekti. Osmanlılarda arzuhalcilik bir teşkilata bağlı olarak, resmi
müsaade ile yapılırdı. Arzuhalci olmak isteyen bir kimse, Arzuhacibaşı, Divan-ı hümayun çavuşları, ocağın
zabitlerinden çavuşlar emini ve katibinden müteşekkil bir kurul önünde imtihan verir; kazandığı takdirde
arzuhalciliğe kabul edilirdi. İmtihanda, kanun bilgisi ve yasak edilen şeyleri bilmek gibi vasıflar aranırdı.
Arzuhalcinin yegane sermayesi; küçük bir masa ile bir kaç divit veya kamış kalem, bir mikdar kağıt,
zarf ve kurutma tozundan ibaretti. Genellikle bunlar güngörmüş, namuslu, hukuki meseleleri iyi bilen,
ihtiyar halkın sempatisini kazanmış kişilerdi. Halkın her çeşit ihtiyacına cevap veren arzuhalcilerde, bazan
acelesi olanlar için hazır yazılmış mektuplar bulunurdu. Bugün eski divitler yerine daktilolar kullanan
arzuhalcilere, Hükumet Konağı ve Vergi Daireleri yakınlarında nadir de olsa rastlamak mümkündür.
AS
(Bkz. Kakum)
ASABE
(Bkz. Feraiz)
ASABİYE
(Bkz. Sinir Hastalıkları)
ASAF HALET ÇELEBİ
Günümüz şair ve yazarlarından. 1907’de İstanbul’da doğdu. Özel hocalardan ders aldı. Sekiz sene
Galatasaray Sultanisinde okudu. Adliye Meslek Mektebini bitirerek Üsküdar Asliye Ceza Mahkemesi katibi
oldu. Uzun süre Devlet Deniz Yollarında çalıştı. İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde kitaplık
memuruyken, 1958 senesinde öldü. Beylerbeyi Küplüce Mezarlığına gömüldü.
Divan edebiyatı ile Fars edebiyatını çok iyi bilirdi. 18 yaşına kadar klasik edebiyatımıza uygun şiirler
yazdı. 1937’den sonra batı tarzı şiir yazmaya başladı. Şiirleri üç kitapta toplandı. Şiirleri daha çok Ahmet
Haşim’in şiirlerini andırıyordu. Ona göre şiir; “Kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan büyük bir
kelimeden başka birşey değildir.”
Şiirleri çeşitli dergilerde yayınlandı.
Eserleri: He, Lamelif, Om Mani Padme Hum, Mevlana, Molla Cami, Eşrefoğlu Divanı, Divan
Şiirinde İstanbul, Naima, Mevlana ve Mevlevilik, Seçme Rubailer, Ömer Hayyam vs. dir.
ASAF MEHMED PAŞA
Osmanlı devlet adamlarından ve şairlerinden. Sadrazam Topal Osman Paşazade Ratib Ahmed
Paşanın oğludur. Doğum tarihi ve yeri bilinmemektedir. Sarayda tahsil görüp yetişti. Devrine göre
tahsilini tamamladıktan sonra kapıcıbaşı olarak memuriyete atıldı.1757 senesinde Beylerbeyi rütbesiyle
Köstendil mutasarrıflığına tayin edildi.1763 senesinde Hotin Muhafızı oldu. Daha sonra orduda çalışmaya
başladı. 1768’de vezirlikle Selanik Valisi oldu. Bir sene sonra da Halep valiliğine tayin edildi ve bir sene
kadar görev yaptıktan sonra Vidin valiliğine getirildi. 1771’de Belgrat, 1775’te İnebahtı, 1776’da Konya,
1778’de ikinci defa Halep’te valilik yaptı. İkinci defa Halep Valisiyken aynı zamanda Bender Muhafızlığı
görevini de üstlendi. 1780 senesinde Rumeli Valisi oldu ve aynı sene Belgrat’tayken vefat etti.
Asaf Mehmed Paşa iyi bir idareciydi. Şiirle meşguliyeti az olmakla birlikte, şairane ve hakimane
şiirleri vardır. Asafi mahlasıyla şiirler yazan Asaf Paşanın şiirleri o devrin bazı mecmualarında
yayınlanmıştır.
ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYE
Sultan İkinci Mahmud’un yeniçeri ocağını ortadan kaldırmasından sonra bu teşkilatın yerine tesis
edilen ordunun adı. Sultan Mahmud Han, bir anarşi yuvası haline gelen Yeniçeri ocağını, 1826’da Ağa
Hüseyin Paşanın da desteğiyle lağvetti. Bu durum, Osmanlı tarihinde “Vak’a-i hayriyye” adıyla anıldı.
Lağvedilen ordunun yerine Peygamber efendimizin adına izafeten “Asakir-i Mansure-i Muhammediye”
teşkilatını kurdu. Ağa Hüseyin Paşayı serasker ünvanıyla bu teşkilata komutan tayin etti. 7 Temmuz
1826’da bu teşkilata ait bir kanunname hazırlattı.
Bu ordunun teşkilatlanmasına ilk olarak İstanbul’da “tertip” adı verilen sekiz alayın kurulmasıyla
başlandı. Sekiz alayın ikisi Serasker kapısında, diğer altı alay ise, o zamanlar inşası devam eden Davud
Paşa ve Üsküdar kışlalarındaki barakalarda iskan edildi. Hazırlanan nizamnameye göre kimliği belirsiz
kimselerle, dönmeler bu teşkilata alınmayacaktı. Şartları elverişli ve yaşları on beş ile otuz arasında
bulunanların kaydı yapıldı. On beş yaşından küçük olanlar için, Şehzadebaşı’ndaki eski acemi ocağı kışlası
talimhane olarak tahsis edildi.
Yeni ordunun ilk mevcudu 12.000 kişi olup, 1500’er kişilik sekiz tertibe ayrılmıştı. Mevcud sekiz
tertibin hepsine birden kumanda eden bir baş binbaşı vardı. Her tertibin mevcudu binbaşı, kolağaları,
topçubaşı, arabacıbaşı, mehterbaşı, imamlar, hekim, cerrah vb. ile beraber 1527 kişiyi buluyordu. Her
tertip, “saf” adıyla on beş kısma taksim olunup, her biri yüzbaşıların kumandasında idi. Ayrıca her safta
bir de top bulunurdu. Bu toptan topçubaşı sorumlu idi. Yüzbaşının rütbe olarak altında iki yüzbaşı
mülazımı, bir sancaktar, bir çavuş ve onbaşı bulunurdu.
Bu sistem 1828’de değişikliğe uğrayıp tertip tabiri Alay’a, saf tabiri de Bölük’e çevrildi. Bu süre
içinde teşkilat büyüdü ve iki alaya bir Mirliva kumanda etmeye başladı. Ordu aynı zamanda Üsküdar ve
İstanbul olmak üzere ikiye ayrılıp, her kısmın başına Ferikler tayin edildi. Yeni ordunun seraskerlikten
sonra gelen en yetkili makamı Asakir-i mansure nezaretiydi. Ordunun maaş gibi işlerinden nazır mesuldü.
Yeni ordunun giderleri Mansure hazinesi adıyla kurulan ve yeni gelir kaynakları olan bir hazineden
sağlanırdı.
Asakir-i Mansure ordusunun kuruluşundan iki sene sonra Rusya ile savaş başlamasına rağmen,
ordunun teşkilatlanmasına devam edildi. 1834’te ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Harbiye
Mektebi açıldı ve Avrupa’ya talebe gönderildi. Aynı sene Asakir-i Mansure tabiri yerine Asakir-i Nizamiye
denildi ve bu tabir uzun süre kullanıldı. 1836’da şimdiki askeri teşkilatımızda olduğu gibi belirli bir süre
askerlik hizmeti yapılmasını öngören “Redif” teşkilatı kuruldu. 1879’da seraskerliğin yerini harbiye
nezareti aldı ise de, 1884’te tekrar seraskerliğe döndürüldü. 1908’de ise harbiye nezareti, kesin olarak
seraskerliğin yerini aldı.
ASAL GAZLAR
(Bkz. Soygazlar)
ASALAKLAR (Parazitler)
Alm. Parasit, Fr. Parasite, İng. Parasite. Bir canlının içinde veya üstünde yaşayan ve onun sırtından
geçinen varlıklar. Dünyadaki bütün canlılar beslenir, çoğalır ve nesillerini devam ettirirler. Canlılar
yaşayabilmek için, çok defa diğer canlılarla yarışmak ve savaşmak mecburiyetindedirler. Bazıları ise
yaşayabilmek için, uyum ile başka canlılardan istifade durumundadır. Böyle canlılara asalak(parazit); bu
yaşama durumuna da asalaklık (parazitlik) denir. Parazitlik, canlılar arasındaki münasebetlerin bir
çeşididir. Bir ortak yaşama şekli olup, birarada yaşayan iki bireyden biri, diğeri zararına ortaklıktan
faydalanır. Asalaklığa “tufeylilik” de denir. Parazitin istifade ettiği canlıya “konak” denir. Virüs, riketsiya,
bakteri, mantar gibi bitkiler dünyasının alt gruplarında da parazitlik vardır. Fakat parazitlik denince daha
çok hayvanlar dünyasındaki durum anlaşılmaktadır. Bitkisel parazitlere “fitoparazit”; hayvansal
parazitlere de “zooparazit” denir.
Hayvansal asalaklar (Zooparazitler): Parazitlerin bir kısmı, bazı hayvan ve insanlarda asalak
olarak yaşarlar. Bir kısmı ise hayatlarının belirli bir bölümünü hayvan türlerinde, diğer bir bölümünü ise
insan vücudunda geçirirler. Parazitler gelişmeleri esnasında morfolojik ve fizyolojik değişmeler geçirerek
olgunlaşırlar. Parazitin gelişmesi için bir konağa ihtiyacı vardır. Gelişmeleri esnasında bazan bir, bazan
da birden fazla konak kullanırlar. Parazitin, konak vücudunda bulunuşu üç şekil içinde gösterilebilir:
1- Bazı parazitler için ancak bir tür canlı konak olabilmektedir. Bazı sivrisineklerin yalnız insan kanını
tercih etmeleri gibi.
2- Parazitlerin bazıları muhtelif konaklarda yaşayabilir. Kenelerin birçok hayvan ve insanda asalaklık
yapabilmeleri gibi.
3- Birçok durumda insan, parazitin tesadüfen yerleştiği bir konaktır.
Parazitlerin muhtelif çeşitleri vardır. Parazit bir canlı bütün hayatı boyunca mecburi olarak bir
konakta yaşayabilir, tesadüfen bir konağa yerleşebilir yahut da bütün hayatı süresince parazit olarak
yaşaması gibi devamlılık arzedebilir. Mesela bit ve uyuz böceği insanda devamlı parazit halinde yaşar.
Bundan başka özel olarak belirli bir hayvanın belirli dokularında ve organlarında yaşayabilen parazitler
olduğu gibi, doku ve organlarda gezici olarak yaşayan parazitler de bulunmaktadır.
Parazitlerin, konağın dış yüzeyinde veya deri altında bulunmasına dış parazitlik denir. Bit,
tahtakurusu, uyuz böceği gibi.
Parazitin sindirim yolları, idrar yolları, safra yolları gibi boşluklarda, karaciğer, akciğer gibi dokularda
ve kanda olmak üzere konak vücudunun içinde yaşaması genel olarak iç parazitlik olarak adlandırılır.
İç parazitlerle meydana gelen parazitliğe infeksiyon denir.
Parazitlerin bulaşması; kirlenmiş toprak veya su, parazitin olgunlaşmamış dönemini ihtiva eden
besin, kan emen diğer bir parazit, parazitin bulunduğu hayvan, parazitli şahıs ve bunun elbisesi, yatağı,
diğer eşyası ve çevresi ile olur.
Parazitin insana bulaşması direkt veya dolaylı yoldan olur. Parazit, insan vücuduna muhtelif
yerlerden girebilir. Barsak parazitleri bilhassa ağız yolundan vücuda girerler. Solunum yollarıyla veya
idrar yollarından bulaşanlar da vardır.
Bir kısım parazitlerin konak organizma üzerinde zehirli ve allerjik etkileri olmasına mukabil, bazı
parazitler ise yaşadıkları organizmada besin kaybı, kansızlık, şok, kanser, iltihab vb. gibi önemli etkilere
sebeb olabilirler.
Sayıları çok kabarık olan asalakları kabaca sınıflandırmak mümkündür:
A) Protozoonlar: 1- Kamçılı protozoonlar: Leishmania tropica (Bkz. Şark çıbanı). Giardia
intestinalis (Bkz. Lambliyazis). Trichomanas vaginalis v.s. gibi.
2- Amipler: Entamoeba histolytica (Bkz. Dizanteri). Entamoeba coli v.s. gibi.
3- Sporozoonlar: Plasmodiumlar (Bkz. sıtma). Toxoplazma gondii gibi.
4- Kirpikli protozoonlar: Balantidium coli.
B) Helmentler: 1- Trematoda’lar: Pasciola hepatica, Schistosomalar v.s. gibi.
2- Cestoda’lar: Diphyllobothrıumlatum, Hymenolepis nana ve diğer tenya türleri (Bkz. Tenya). Kist
hidatik (Bkz. Kistler) v.s. gibi.
3- Nematodalar: Ascaris lumbricoides (solucan). Enterobius vemiculoris (Bkz. Kılkurdu). Trichuris
trichiura, Trichinella spiralis (Bkz. Trişin).
C) Arthropodalar: Carcoptes scabiei (Bkz. Uyuz). Pediculus humanus (Bkz. Bit) v.s.
Solucanlar: En mühimi Ascaris lumbricoides’tir. Boyları 15-30 cm arasında değişir. Yuvarlaktırlar,
her iki uçları sivridir. Kirli beyaz veya kırmızımtrak sarı renktedirler. Ara konakçısı yoktur. Dışkı ile çıkan
döllenmiş yumurtaları dışarda uygun ısı, nem ve oksijen bulduklarında 2-3 haftada gelişirler. Bu
yumurtalar, besinler ve sularla mideye gelince larvalar açığa çıkar. İnce barsaklara, oradan karaciğere,
oradan da kalb ve akciğerlere gelirler. Bronşlarla gırtlağa, oradan da yutularak tekrar barsağa gelip
yerleşirler ki, bu süre 90 gün kadardır. Yurdumuzda çok sık rastlanır. Barsağı tıkayabilir, kanamalara
sebeb olabilir ve delebilirler. Sindirimi bozarlar, allerjik etkiler yaparlar (kurdeşen, öksürük, yüzde
kızarma vb.), iltihaba sebep olabilirler. İştah bozuklukları, karın ağrıları, ishal yaparlar. Ağızdan,
burundan, gözyaşı kanallarından dışarı çıkabilirler. Karaciğerde iltihaba ve sarılığa yol açabilirler. Teşhis,
bizzat kendisinin veya yumurtalarının mikroskop altında görülmesiyle konulur.
Tedavide; en çok piperazihe tuzları kullanılır. Hekim tavsiyesine göre hareket etmelidir.
Korunmada; temizliğe riayet, çiğ sebze ve meyvelerin iyi yıkanıp yenilmesi ve sağlık eğitimi
önemlidir.
Bitkisel asalaklar (Filoparazitler): Kendilerine lüzumlu olan organik besin maddelerini üzerinde
yaşadıkları diğer bitkilerden, onların zararına sağlayan organizmalardır. Parazit bitkiler havstor (emeç)
adını alan sömürme organlarını besleyici bitkinin iç kısımlarına gönderirler.
Bitkiler aleminde parazit organizmalara başta bakteri ve mantarlar olmak üzere, bazı kamçılılar, su
yosunları ve yüksek bitkilerde rastlanır.
Parazitler ekseriya, belirli bitkilerde, hatta bazan tek bitki türünde yaşayacak tarzda
özelleşmişlerdir.
a) Yarı parazitler: Klorofil ihtiva eden ve fotosentez yapabilen bitkiler olup üzerinde parazit olarak
yaşadıkları bitkiden (konaktan) yalnız su ve suda erimiş maddeleri alırlar. Birçok meyve ağaçlarına zarar
veren ökseotu böyle yarı parazit bitkilere misaldir.
b) Tam parazitler: Bütün besinlerini üzerinde yaşadığı konak bitkiden alan, klorofilsiz ve yaprakları
puslu gelişme gösteren bitkilerdir. Cistus (laden) türlerinin altında yaşayan kırmızı renkli puslu yaprakları
ile dikkati çeken gelin parmağı da tam bir parazittir. Tarla ve bahçe bitkileri üzerinde yaşayarak bu
bitkilere zarar veren canavar otu da önemli parazit bitkilerdendir.
c) Parazit mantarlar: Parazit mantarlar konak bitkinin ya üzerinde dış parazit veya dokuları içinde
iç parazit olarak yaşarlar. Asma yapraklarında külleme hastalığına sebep olan külleme mantarı bir dış
parazittir. Bu mantar yaprakların yüzeyini örümcek ağı gibi örterek emeçlerini doku içine gönderir. Yine
asmalarda “mildiyo” adı ile anılan önemli bir hastalığa sebep olan mildiyo mantarı bir iç parazittir.
d) Parazit bakteriler: Bakterilerden bir kısmı insan, hayvan ve bitkilerde parazit olarak yaşayarak
önemli hastalıkların sebebi olurlar. Meyve ağaçlarındaki bitki kanseri, sığır ve koyunlardaki şarbon, ruam,
insanlarda verem, kolera, zatürre, difteri hastalıklarına sebeb olurlar.
Netice olarak asalaklar, insan, hayvan ve bitkiler üzerinde yaşayan ve yaşadığı canlının aldığı
gıdalara ortak olarak onunla birlikte beslenen canlılardır. Genellikle bütün ömürlerini bu canlılar üzerinde
yaşıyarak geçirirlerse de hayatının belli bir bölümünü bir canlı sırtında geçirdikten sonra o canlıyı
terkederek başka canlılar üzerine geçen parazitler de vardır. Dış parazitler dediğimiz parazitler genel
olarak bu çeşittendirler.
ASANSÖR
Alm. Aufzug, Lift (m), Fr. Ascenseur, İng. Lift. İnsanları veya yükleri, yüksek veya alçak yerlere
dikine indirip çıkarmaya yarayan ve bir platform kabinden meydana gelen makine düzeni. Çok eski
çağlarda bile insanlar ağır yükleri kaldırmak için makinelerden yararlanma yoluna gitmişlerdir. Romalı
Mimar Vitarius’un M.Ö. 26’da yazdığı eserden anlaşıldığına göre, milattan 236 yıl önce Roma’da yük
kaldırmak için bir takım makinalardan yararlanılmaktaydı. Bunun gibi Roma İmparatorlarının
saraylarında da iner-çıkar dolaba benzer yapılar vardı.
On sekizinci yüzyılda, Velayer adında bir Fransız mimarı, “Uçan Mobilya” adını verdiği bir aracı
insanların istifadesine sundu. Bu araç bir karşı ağırlık vasıtasıyle dengede tutulmaktaydı. Hareket etmesi
için de bir kölenin veya uşağın kolu çekmesi gerekiyordu. Edoux adında bir Fransız mühendisi de 1867’de
yeni tür bir kaldırma makinası yaptı ve buna “asansör” adını verdi.
Asansör, kullanılış biçimlerine ve gayelerine göre yük ve insan asansörleri; el, hidrolik, hidro elektrik
ve elektrik asansörleri gibi çeşitlere ayrılır.
Hidrolik asansör: Hidrolik asansörler, sıvı basıncı ile çalışmaktadır. Odacık, kalın bir piston üzerine
oturtulmuştur. Piston kolu, binanın yüksekliği kadar yerin altına sokulmuş bir silindirin içine girer.
Silindire güçlü pompalarla sıvı gönderilir ve piston yukarı doğru yükselmeye başlar. Asansör aşağıya
indirilmek istendiğinde piston üzerindeki sıvı basıncı azaltılır. Hidrolik asansörler, pek yüksek binalarda
kullanılmamaktadır. Elektrik gücü ile işleyen asansörlerin gelişmesiyle bunlar önemini kaybetmiştir.
Elektrikli asansör: Elektrik gücüyle işleyen çeşitli büyüklük ve güçlerde olan çok geniş kullanım
alanı bulan makinalardır. Bunların sayesinde 90-95 katlı, hatta daha yüksek binaların en üst katlarına
kadar kısa bir süre içinde çıkılabilmektedir. Bu elektrikli asansörlerin mekanizması oldukça basittir.
Hesaplar ve uygulamalar sonucu çapı ve mukavemeti tesbit edilmiş bir çelik halatın ucunun biri asansör
odasının tavanına, bir ucu da karşı ağırlık adı verilen bir demirden ağırlığa bağlanmaktadır. Çelik halat,
boşluğun tepesinde bir takım makaralardan meydana gelen bir palanga sistemi içinden dolaşır. Bunun
ağırlığı aşağı-yukarı asansör odacığının ağırlığı kadardır. Karşı ağırlık sayesinde, motora binen yük
hafifler. Karşı ağırlık ile asansör hemen hemen dengede durur.
Asansör odacığına girilip kapılar kapandıktan sonra, çıkılmak istenen katın düğmesine basıldığında
elektrik motoru harekete geçer. Halatların üzerine dolandığı planga sistemindeki makaralar döner. Halat
dönmesiyle, asansör boşluktan yukarıya doğru çekilmiş olur.
Elektrikli asansörlerde her türlü kaza ihtimaline karşı çeşitli tedbirler alınmıştır. Asansörün
halatlarının kopması durumunda, kılavuz raylara yakın olan çelik pençeler, otomatik olarak yerlerinden
fırlayarak içinde, odanın gidip geldiği boşluğun çevresindeki dikey rayları tutar. Ayrıca bundan başka
odacığın alt kısmına düşüşteki sertliği gidermek maksadıyla içinde yağ bulunan çelik pistonlu silindirler
de yerleştirilmiştir.
ASAYİŞ
(Bkz. Anarşi)
ASBEST
(Bkz. Amyant)
ASELSAN
Elektronik alanda Türkiye’nin en büyük kuruluşu. Askeri Elektronik Sanayiinin kısaltması olarak bu
isim kullanılır. Kasım l975’te Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı önderliğinde Türk ordusunu
modern cihazlarla donatmak gayesiyle kurulmuştur. Kurulduğunda sermayesi l0 milyar olup ortakların
iştirak miktarları şöyledir:
%
Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı 70.275
Türk Deniz Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı 13.5
Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı 12.4
PTT 1.8
OYAK 0.375
Türk Polis Teşkilatını Güçlendirme Vakfı
1.75
100
Aselsan, yatırımını tamamladıktan sonra 1980 yılından itibaren üretim faaliyetlerine geçmiştir.
Fabrika l38.000 m2 arazi üzerinde 46.000 m2 kapalı alana sahiptir. Devam eden tevsi yatırımları ile bu
miktar devamlı artmaktadır.
Son olarak hisse senetleri çıkararak halka satılmıştır.
Aselsan’da yapılan elektronik ürünler, Türk ordusunda, güvenlik kuvvetlerinde, bir çok özel ve kamu
kuruluşlarında mükemmel haberleşme bağlantıları sağlıyarak kullanılmaktadır.
Aselsan ürünleri; 4600 serisi VHF/FM telsizleri, 4200/4500 serisi VHF/FM telsizleri.
Yukarıda belirtilen iki grup ürünün yanısıra, Aselsan aşağıdaki cihazları da yapmaktadır:
Avionik cihazlar- 4800 serisi UHF/VHF-FM Sımpleks /Dupleks Sentezörlü Telsizler-Sayısal Ses
Şifreleme Cihazları, Telefon Şifre Cihazları, Topçu Atış Kontrol Sistemleri, Merkezi Alarm Sistemleri,
Bilgisayar Denetimli Alarm Sistemleri, Bilgisayar Denetimli Siren Sistemleri, Elektronik Eğitim Setleri,
Elektronik Sahra Telefonu, Endüstriyel Elektronik Cihazlar, Da Motor Kontrol Cihazları, Akü Şarj Cihazları,
Kesintisiz Güç Kaynakları (UPS), Baskı Devre Kartları, Lehim Pastaları (Asel l2/Asel 32/Asel 42), Kalın
Film Hibrid Devreler, Sayısal Veri Terminali, Araç Sireni.
ASESLER
Osmanlı Devletinde şehirlerde geceleri dolaşan güvenlik kuvveti. Ases teşkilatı İlhanlılardan
Selçuklulara oradan da Osmanlılara geçti. Bu teşkilata İlhanlılar Devletinde “emaret-i ases” denirdi.
Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed döneminde kurulan aseslik teşkilatının başında, yeniçeri ocağını
meydana getiren ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısı bulunurdu. Bu çorbacıya asesbaşı denirdi.
Bugünkü manada emniyet müdürüne karşılık gelmektedir.
Asesbaşı idaresindeki asesler, geceleri asayişi temin etmek için dolaşırlar, yasak yerlerde
rastladıkları şüpheli kişileri yakalarlar, kimliklerini soruştururlar, suçlu olanları cezalandırırlardı. Suçsuz
olanları ise yasak yerlerde dolaştıklarından ötürü para cezasına çarptırırlardı. Yeniçeri ağasının yakaladığı
kimselerin hapsi ile asesbaşı ilgilenirdi. İstanbul içindeki Tomruklar ile Babacafer zindanları da
asesbaşının emri altındaydı.
Asesbaşı, merasimlerde ve kapıkulu ocaklarının sefere çıkışlarında beş yüz kadar olan maiyeti ile
yolun iki tarafına dizilerek düzeni sağlardı. Vezir-i azam divanında ve vezir-i azamın İstanbul’da kol
gezdiği zamanlarda bir kısım asesiyle birlikte asesbaşı da bulunurdu. Narh denetiminde subaşıyla birlikte
sadrazama yardımcı olurdu.Yeniçerilere ulufe dağıtımına Muhzır Ağa ile birlikte müşahit olarak katılırdı.
Elçi karşılama ve kabul resimlerinde protokolde yer alırdı.
Asesbaşı, başına yeşil çuhadan çatal kalafat, arkasına zağra yakalı ve yeşil divan kürkü, bacağına
ak çakşır, ayağına da sarı yemeni giyerdi. Devlet merkezi olan İstanbul’da, biri Galata’da diğeri Suriçi’nde
olmak üzere iki asesbaşı vardı. Fakat Suriçi asesbaşısı üstün dereceliydi. Asesbaşı Babıali’de bulunduğu
için kendisinin yeniçeri ağası dairesinde bir emir eri bulunurdu. Yeniçeri ağası asesbaşına bu emirleri ile
emir gönderirdi. Diğer şehir ve kasabalarda da ases adı altında emniyet teşkilatı ve buna ait vergiler
vardı.
ASETATLAR
Alm. Acetat, Fr. Acétates, İng. Acetates. Karbon, oksijen ve hidrojen ihtiva eden bir kısım kimyasal
bileşikler. Asetat terimi selüloz asetatdan elde edilen tekstil iplikleri anlamında da kullanılır.
Asetatların üretimi:Asetatların üretiminde asetik asit (CH3COOH) temel madde olarak kullanılır.
Asidin sodyum oksitle reaksiyonundan sodyum asetat; kalsiyum oksitle reaksiyonundan kalsiyum asetat;
mağnezyum karbonat ile reaksiyonundan mağnezyum asetat ve kurşun oksitle reaksiyonundan kurşun
asetat elde edilir. Çinko ve manganın sülfürlerinin asetik asitle reaksiyonundan da bu metallerin asetatları
elde edilir. Asetik asit çözeltisinin mağnezyum, çinko ve demir gibi bazı metallerle direkt muamelesinden
de bu metal asetatlar elde edilebilir. Ester olarak adlandırılan bazı asetat türleri asetik asidin bir alkolle
reaksiyonundan elde edilir. Mesela etilarefat esteri asetik asidin etil alkolle muamelesinden elde edilir.
Esterlerin kendilerine has hoş kokuları vardır.Halbuki diğer asetatların böyle bir hoş kokusu yoktur.
Özellikleri:Genel olarak, metal asetatların erime noktaları yüksektir ve bunların sulu çözeltileri de
elektriği iletir. Ester asetatların sudaki çözeltileri ise elektriği iletmez. Çünkü bu bileşikler iyonik bileşikler
değildir.
Orta büyüklükteki bazı asetatlar hayvan dokularında yağ asitlerine dönüşebilmektedir. Keza hayvan
dokularında kolesterole de dönüşebilmektedir.
Kullanılışları:Asetatların geniş bir kullanma sahaları vardır. Bakır asetat Paris yeşili imalatında
kullanılır. Diğer metal asetatlar bazı baskı işlemlerinde, demir ve alüminyum asetatları ise boyamada
mordant olarak kullanılırlar. Yanmaz özellikli selüloz asetat, tekstil ve fotoğraf filmi imalinde kullanılır
(Bkz. Selüloz). Triasetattan, tekstil ipliklerinde şekillerini koruyan ve büzülmeye karşı mukavim olan
ürünler elde edilir.
Polivinil asetat, yapıştırıcılarda kullanılan bir plastiktir. Etil asetat ve amil asetat gibi uçucu esterler
boya ve laklar için çözücü olarak kullanılırlar. Nitroselüloz ve film teşkil edici diğer bileşikler için iyi bir
çözücü olan butil asetat lak ve vernik endüstrilerinde kullanılır. Amil asetat tat verici olarak kullanılır.
ASETİK ASİT
Alm. Acetlysaure, Fr. Acide acétique İng. Acetic Acid. Karboksilli asitlerin en önemlisi olan ve sirke
asidi yahut sirke ruhu da denilen bir organik bileşik. Kapalı formülü C2H4O2, daha açık olarak ise
CH3COOH şeklindedir. Kimyada etanoik asit olarak da adlandırılır. Saf asetik asitin bir diğer ismi de glisial
asetik asittir.
Saf asetik asit, renksiz, keskin ve iğneleyici kokuya sahib olup, 16,7 derecede donar 118 derecede
kaynar. Su ile her oranda karışan asetik asit su çekicidir. Metalleri aşındırır, deriyi tahriş eder.
Elde edilişi: Teknik olarak çok geniş ölçüde elde edilişi iki metodladır:
1. Çeşitli meyve sularındaki şeker, mayaların etkisiyle etil alkole (şarap) döner. Alkol de Micoderma
Aceti denilen bakteri yardımı ile asetik aside dönüşür:
C6H12O6 glikoz (Maya) 2C2H5OH+2CO2
¾¾¾®
C2H5OH+O2 M.Aceti CH3COOH+H2O
¾¾¾®
Buradaki asetik asit miktarı takriben % 5 kadardır. Buna sirke denir. Bu karışım yiyecek olarak
kullanılır. Eğer buradan asetik asit elde edilmek istenirse, etil asetat vasıtasıyla sudan çekilir. Elde edilen
etil asetat-asetik asit karışımı destilasyona tabi tutularak safa yakın asetik asit elde edilir.
2. Sentetik üretim olup, Birinci Dünya Harbi sırasında gerçekleştirilmiştir. Başlangıç maddesi
asetilendir:
CaC2+2H2O ® Ca(OH)2+C2H2 (Asetilen)
C2H2+H2O ® CH3CH=O (Asetaldehid)
CH3CH=O+1/2 O2 (Mn) CH3COOH
¾¾¾®
Bu iki tekniğin dışında asetik asit, karbon monoksitin metil alkolle reaksiyonundan, etil alkolün
oksidasyonundan da elde edilebilir.
Kullanılışı: Asetik asit, asetik anhidrid ve aset asidi esterlerinin imalatında kullanılır. Daha ziyade
asit olarak, çözücü olarak, plastiklerin, lastiklerin, asetat liflerinin, eczaların, boyaların, böcek öldürücü
ilaçların başlangıç maddesi olarak kullanılır.
Asetik asit ecza endüstrisinde önemli kimyasal maddedir. Mesela aspirinin elde edilmesinde bol
miktarda harcanır. Aset anhidrid ile asetik asit, selülozdan selüloz triasetat elde etmede kullanılır. Selüloz
triasetatdan, asetat iplikleri elde edilir. Selüloz asetattan, fotoğraf filimleri ve ışığı geçirici kağıtlar elde
edilir. Asetik asitten yapılan etil asetat vernik imalinde kullanılır. Asetik asit, mikrop ve haşere öldürücü
olan bakır asetat ve bakır aseto arsenitin başlangıç maddesidir. Asetik asit matbaacılıkta kullanılan metal
asetatların başlangıç maddesidir.
ASETİLEN
Alm. Acetylen, Fr. Acetyléne, İng. Acetylene. Alkin diye adlandırılan doymamış hidrokarbon
ailesinin ilk ve en önemli üyesi. 1836’da Edmond Davy tarafından keşfedildi. Formülü C2H2 veya açık
olarak HC''CH’tır. Karbonlar arasındaki bu üç bağ, alkinlerin karakteristik özelliğidir.
Asetilen, renksiz ve yanıcı olup, karakteristik kokuya sahiptir. Molekül ağırlığı 26,02 g olup,
molekülünün % 7,75’i H2 ve % 92,25’i karbondur. Basınç altında ve düşük sıcaklıkta sıvılaştırılabilir.
Asetilen molekülü yüksek enerjiye sahiptir. Elementlerine ayrışırken verdiği ısı 54.800 kaloridir. Durgun
halde, özellikle basınç altında, çok tehlikelidir. Basınç altında patlama ve parlama tabiatından dolayı
asetilen özel kaplarda taşınmalıdır. Böyle olursa tehlike en aza indirilmiş olur. Taşıma işinin emniyetli
olması için çeşitli metodlar geliştirilmiştir.
Metodlardan birinde asetilenin taşındığı silindirik kap içerisine porözlü (sünger gibi) katı bir madde
konur. Bu suretle silindirik kabın herhangi bir yerinde gazın toplanmasının önüne geçilmiş olur.
Başka bir metod ise, bir çözücüde çözülerek taşınmasıdır. Çözücü olarak aseton kullanılır. Aseton
kendi hacmi kadar asetilen çözer. Bu teknikle asetilen 17-18 atmosfer basınç altında emniyetle
taşınabilir. 1891 yılında F.F.H. Moisan, kalsiyum karbit (CaC2)’in elektrik fırınlarında geniş ölçüde elde
edilmesini geliştirdi. Böylece Asetilen bol miktarda elde edilmeye başlandı. Asetilen elde etmek için
kalsiyum karbid su ile muamele edilir:
CaC2+2H20 ® Ca(OH)2+C2H2
İkinci Dünya Savaşından sonra başka önemli metodlar da geliştirildi. Bunlardan biri, tabii veya
petrolden elde edilen hidrokarbonların takribi 1500° C’lik fırınlardan geçirilmesi ile asetilen elde
edilmesidir:
C2H6 ¾¾® C2H2 + 2 H2
Kullanılışı: Asetilen az oksijenle yakılırsa isli, yeterli oksijen ile karıştırılıp yakılırsa parlak bir alev
verir. Bu özelliğinden dolayı da eskiden aydınlatmada kullanılırdı. Bu gün asetilenin aydınlatmada
kullanılması yok gibidir. Saf oksijen ile beslenen hamlaçlarda 3000°C’lik alev elde edilir ki, bu alev
metallerin kaynak yapılmasında ve demir kütüklerin eritilerek kesilmesinde kullanılır.
Reaksiyona girme bakımından ve ucuz oluşu sebebiyle bir çok organik maddelerin elde edilmesinde
asetilen kullanılır. Elektrik enerjisi fazla, petrol rezervleri az olan ülkelerde asetilen hammadde olarak
tercih edilen bir materyaldir. Ençok kullanıldığı alanlardan birisi aset aldehit elde edilme işlemidir.
Asetilen su ile, civa sülfat ve sülfürik asitin katalitik etkisiyle aset aldehidi verir.
FORMÜL VAR!
Aset aldehit oksidasyonundan da asetik asit elde edilir.
Asetilenden, etil alkol, vinil esterleri, vinil eterler, butadien, halojenlendirilmiş bileşikler, akrilonitril
(vinilsiyanür) elde edilir.
Elde edilen küçük moleküllerin her birinden büyük moleküllü (polimer) fiber, plastikler, sentetik
kauçuklar, lastikler ve ilaçlar elde edilir.
ASETON
Alm. Azeton, Fr. Acétone, İng. Acetone. Kimyasal ve sınai önemi olan organik bir çözücü, alifatik
(düz zincirli) ketonların ilk üyesi. Renksiz, kokulu, akışkan bir sıvıdır. 56,3°C’de kaynar. Şiddetli yanıcıdır.
Donma noktası -95°C’dir. Alkol, su ve eterle her oranda karışabilir. Kimyaca ismi, propanon veya dimetil
ketondur. Çözücü özelliklere sahip olduğundan çok kullanılır. Birçok yağları, reçineleri, selüloz nitrat ve
selüloz asetatı çözer. Bu özelliğinden dolayı aseton, patlayıcı madde ve sentetik iplik fabrikasyonunda
geniş ölçüde kullanılır. Çok sayıdaki önemli kimyasal reaksiyonları ile laboratuvarda ve sanayide birçok
organik maddeler yapmak mümkündür.
Fizyolojik olarak idrarda ve kanda mevcuttur. Özellikle şeker hastalarının idrarlarında çok miktarda
bulunur ve bundan dolayı idrarın aseton kokması teşhiste çok yardımcı bir bulgudur. Genel olarak
ketonlar, his duyusunu ve kan basıncını azaltır. Aseton, etil alkolden (rakı, şarap ve birada bulunan)
daha az zehirli olmasına rağmen sarhoşluk ve uyku meydana getirir. Fakat bu özelliğinin kuvveti eter ve
kloroformunkinden daha azdır. Alkali (bazik) ortamda aseton; klor, brom ve iyotla muamele edilirse;
kloroform, bromoform ve iyodoform elde edilir. Aseton, uyuşturucu sulfonal grubu ilaçların başlangıç
maddesidir. Hem iyi bir çözücü hem de organik reaksiyonların bir başlangıç maddesi özelliklerine haiz
olduğu için ticari maksatla geniş çapta elde edilir.
Elde edilişi:
1. Kalsiyum asetatın kurukuruya ısıtılmasından elde edilir:
(CH3COO)2 ® Ca CH3-CO-CH3+CaCO3
2. Nişasta ihtiva eden tahılların bir çeşit bakteri (A, Fernbahc’in bulduğu) vasıtasıyla
fermantasyonundan elde edilir. Bu fermantasyondan elde edilen karışımda altı kısım butil alkol, üç kısım
aseton ve bir kısım da etil alkol mevcuttur.
3. Saf asetik asit ısıtılmış metalik oksitler (A12O3) üzerinden geçirilirse, aseton, su ve karbondioksit
verecek şekilde bozunur:
2 CH3COOH (MeOfi) CH3-CO-CH3+CO2+H2O
Isı
4. İzopropil alkolden hidrojen çıkarmakla veya izopropil alkolü oksitlemekle aseton elde edilir.
ASFALT
Alm. Asphalt, Fr. Ashalte, İng. Asphalt. Viskoz (az akışkan, lizüci) halden katı hale kadar
değişkenlik gösteren siyah ve kahverengi organik bir madde. Esas olarak bir hidrokarbon olan asfaltın,
kimyasal bileşimi oldukça karışık ve değişken olup, petrolün destilasyonundan veya tabii yataklardan
elde edilir. Bugün yaygın olarak kullanılan asfalt, petrolün rafinasyonundan elde edilen yan üründür.
Maden kömürünün damıtılması esnasında elde edilen siyah madde zifttir.
Asfalt; yolların, hava alanlarının kaplanmasında, çatı izolasyonunda, su ile irtibatlı olan yapılarda su
geçirmezlik sağlamada kullanılır. Yapışkan özelliği vardır. Boya sanayiinde, akü imalatında, su kanallarını
kaplamada ve kil tuğlalarını yapıştırmada kullanılır. Asfalt genellikle petrolün oksidasyonu neticesinde
teşekkül etmiştir. Yani petrol menşelidir. Çamur ve göl halinde (Bermudez kara gölünde ve Trinidad’daki
kara gölde) bulunduğu gibi, yer altında kaya aralarında sert halde de bulunur. Sert haldekiler yer altından
maden çıkarılır gibi çıkarılır. Ayrıca kum taşlarında ve killer arasında da bulunur.
ASGARİ GEÇİM İNDİRİMİ
Alm. Steuerfreiheit des Existenzminimums, Fr. d’existence minimum, İng. Minimum living
allowance, Exemptions for dependents. Bir kişinin geçinebilmesi için gerekli olan ve vergiye tabi
tutulmayan en az gelir miktarı.
Bütün vergi sistemlerinde, verginin ödeme gücüne (iktidara) göre alınmasının bir sonucu olarak
yapılan bu indirimin seviyesi; ülkenin ekonomik durumuna, ihtiyaçların zaman içindeki gelişimine, kamu
gelirlerinin yeterli olup olmamasına bağlı olarak değişir. Asgari geçim indirimi, esas itibariyle bir kişinin
fizyolojik varlığını idame ettirmesi için gerekli gelir miktarı ise de, gelişmiş ülkelerde bu indirim tutarının
ferdin bütün ihtiyaçlarını karşılaması için, medeni asgari, hatta daha da ileri gidilerek kültürel asgari
olması gerektiği ileri sürülmüştür. Az gelişmiş ülkelerde, asgari geçim indirimi tesbit edilirken, meseleye
vergi idaresi yönünden bakılmakta ve ancak vergiyi toplama maliyetine değmeyecek gelirlerin vergi dışı
bırakılmasına imkan veren bir indirim haddi belirlenmesi yoluna gidilmektedir.
Asgari geçim indirimi, genellikle bütün gelir vergisi mükelleflerine götürü bir miktar olarak uygulanır.
Uygulamada, aile durumu gözönüne alınır; eş ve çocuklar için tedricen azalan tutarlar tesbit edilir.
Türkiye’de asgari geçim indirimi, 1980 sonrası vergi reformu ile kanundan kaldırılmış ve yerini, özel
indirim ve sakatlık indirimi olmak üzere iki tür indirim almıştır. Özel indirim, sadece ücret gelirleri elde
eden mükelleflere tatbik edilmekte ve tutarı her yıl değişmektedir. Böylece asgari geçim haddinin
tatbikinden ziyade emek ve sermaye gelirleri arasında ayırım prensibi uygulanmak istenmektedir.
ASGARİ ÜCRET
Alm. Mindestlohn (m), Fr. Salaire minimum (m), İng. Minimum wage. İşverenin, işçiye ödemek
zorunda olduğu en düşük ücret. Asgari ücretin tesbitinde, işçinin, asgari ölçüler içinde insan haysiyetine
yaraşır şekilde yaşama ve çalışma imkanı nazara alınır. Asgari ücretin altında ücret tesbiti mümkün
değildir. Bir başka ifade ile asgari ücret, işçi ve işverenin aralarındaki sözleşme hürriyetini tahdit eden
bir kayıtlamadır.
Asgari ücret başlıca, emek arzının, emek talebinden fazla ve böylece emek fazlası olan gelişmemiş
ülkelerde, teşkilatlanmamış ve düşük ücretli emek kitlesini korumak gayesini güder. Milletlerarası
Çalışma Teşkilatının (ILO) tavsiyeleri ile birçok ülke tarafından uygulanmaktadır.
Türkiye’de asgari ücret uygulaması 1036 sayılı İş Kanunu (1951) ile başlamıştır. Ne var ki, 1967
yılına kadar mahalli komisyonlar aracılığı ile yapılan tesbitler başarılı olamamış ve bütün işçilerin asgari
ücretten faydalanmaları temin edilememiştir. 1967 yılından bu yana (931 sayılı İş Kanunu ile) asgari
ücretler, işçi-işveren ve hükümet temsilcilerinin katıldığı merkezi bir komisyon tarafından bütün işçileri
kapsayacak bir biçimde iki yılda bir kararlaştırılmaktadır. Çıraklar ve tarım işçileri için ayrı ücret tesbiti
yoluna gidilmektedir. Tesbit yapılırken işçinin başlıca fizyolojik ihtiyaçları ve fiyat indeksleri dikkate
alınmaktadır.
1982 Anayasasının ücrette adalet başlığını taşıyan 55. maddesi, asgari ücretin tesbitinde ülkenin
ekonomik ve sosyal durumunun gözönünde bulundurulması gerektiğini ifade etmektedir.
ASHAB-I SUFFA
(Bkz. Ehl-i Suffa)
ASIM BİN BEHDELE
Tabiin (Peygamber efendimizin Eshabını görenler) devrinde yetişen, Kur’an-ı kerimin kıraatini, yani
okunuşunu bildiren meşhur yedi kıraat imamından beşincisi. Asıl adı Asım bin Behdele Ebu Necud el-
Esedi el-Kufi, künyesi Ebu Bekr’dir. Babasının adı Abdullah, künyesi Ebu Necud olup, İmam-ı Asım diye
meşhurdur. Kufe’de doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Vefat tarihi hakkında çeşitli
rivayetler vardır. 744 (H. 127) tarihinde vefat ettiği bildirilmektedir.
Zamanın önemli İslam ilim merkezlerinden biri olan Kufe’de yetişen Asım bin Behdele, Eshab-ı
kiramdan Abdullah bin Mes’ud, Ammar bin Yasir, Huzeyfet-ül-Yemani, Ebu Musa el-Eş’ari, Selman-ı
Farisi, Zeyd bin Erkam radıyallahü anhüm gibi kimselerin sohbetlerinde bulundu.
Asım bin Behdele, Ebu Abdurrahman es-Sülemi, Zi’r bin Hubeyş ve Ebu Amr Şeybani’den kıraat
ilmini öğrendi. Üçü de Abdullah bin Mes’ud’dan o da Resulullah efendimizden öğrendi. Ebu Abdurrahman
es-Sülemi’den sonra Kufe’de kıraatte reislik Asım bin Behdele’ye intikal etti. İmam-ı Asım’ın kıraat usulü
iki talebesi vasıtasıyla yayılmıştır. Bunlar, Hafs bin Süleyman ve Ebu Bekr Şube’dir. Hafs, kıraati
doğrudan doğruya İmam-ı Asım’dan almıştır. Bugün yeryüzünde bulunan Müslümanların çoğu, İmam-ı
Asım kıraatinin Hafs rivayeti üzere okumakta, mushaflar da bu kıraat üzerine basılmaktadır. İmam-ı
Asım’dan kıraat ilmini öğrenenler sadece bu iki kimse olmayıp, onun tedris halkasında yetişip başkalarına
ilim öğretenler pek çoktur.
Kıraat imamlarının üçüncü tabakasında yer alan Asım bin Behdele, kıraat ilminde her bakımdan
hüccettir yani senettir. Bunda bütün alimler görüş birliğine varmışlardır. Kıraat ilminde yüksek bir alim
olan Asım bin Behdele, hadis ilminde de sika (güvenilir) bir ravidir. Eshab-ı kiramdan hadis rivayetinde
bulunmuştur. Rivayet ettiği hadis-i şerifler Kütüb-i Sitte adı verilen altı hadis kitabında ve diğer hadis
kitaplarında yazılıdır. Kelam ve fıkıh ilminde de devrinin alimleri arasında yer alan İmam-ı Asım’ın lügat
ilminde ve Arapçanın gramer bilgisi olan nahvde de yüksek bir yeri vardır.
Asım bin Behdele sesi çok güzel olup, çok tatlı Kur’an-ı kerim okurdu. Her kelimenin ve her harfin
hakkını verirdi. Kur’an-ı kerimin belagat ve fesahatını, yüce manasını canlandırmak hususunda öyle güzel
bir edası, öyle bir okuyuş tarzı vardı ki, eşine çok az rastlanırdı. Çok fasih konuşurdu. Güzel ahlak sahibi,
ibadetlerine çok düşkün, gayet alçak gönüllüydü. İlim öğrenmeye ve öğretmeye aşıktı. Bu hususta
talebesinin ayağına bile giderdi. Nitekim talebesi olan Süfyan-ı Sevri’ye gider, bazı hususlarda onun
fetvasına baş vururdu. Ömrünün sonuna doğru gözlerini kaybetmiş ama olmuştu.
Buyurdu ki :
“Tevazu, evinden çıktığın zaman karşılaştığın herkesi kendinden daha hayırlı görmendir.”
ASİ IRMAĞI
Akdeniz bölgesinde bir nehir. Lübnan'da Baalbek yakınında El-Bika'dan çıkar. Anti Lübnan dağlarının
dar boğazlarından hızla akar. Humus şehri yakınlarında geniş bir göl ve bataklık meydana getirir. Hama
Ovasından sonra Türkiye-Suriye sınırı olur ve Türk topraklarına girerek Amik Ovasına gelir. İstikamet
değiştirerek önce batıya, sonra geniş bir kavis çizerek güneybatıya doğru akar. Akış hızı azalır ve
sulamaya elverişli hale gelir. Yazın azalan suyu kışın oldukça fazlalaşır.
Amik Gölünün sularını boşaltan Karasu (Küçük Asi), Harbiye Çağlayanının suları ile beslenir. Asioğlu
Vadisinde akışı tekrar hızlanır. Karasu'ya akan Asi Irmağı, dar bir boğazdan geçerek Antakya'dan geçer.
Burada ünlü Harbiye Çağlayanlarını meydana getiren ve gür kaynaklarla beslenen Defne Suyu karışır.
Daha sonra genişliği 30-40 metreyi bulur. Samandağ'ın güneyinde Akdeniz'e dökülür. Denize döküldüğü
yerde geniş bir delta meydana getirmiştir. Irmağın denize döküldüğü yerde eskiden "Jüverdiye" isimli bir
liman şehri vardı. Şimdi bu şehir, kıyıdan içeride kalmıştır.
Asi Irmağının uzunluğu 380 km olup, bunun l00 kilometresi Türkiye'dedir.
ASİMPTOT
Alm. Asymptote (f), Fr. Asymptote (f), İng. Asymptote. Matematikte bir fonksiyonun eğrisine
yaklaşan, fakat eğriyi kesmeyen doğru. Bir eğrinin asimptotu o eğrinin sonsuz uzaklıktaki bir noktasına
ait teğetidir.
Asimptotlar iki çeşittir:
a) Koordinat eksenlerine paralel asimptotlar: Bir y=f(x) fonksiyonu verildiğine göre
ise x=a doğrusu 0y eksenine paralel asimptotdur. Aynı şekilde
= b ise y=b doğrusu 0x eksenine paralel asimptotdur. Bu tür asimptotların belirtilmesinde genellikle
bir zorluğa rastlanmaz. Mesela bir rasyonel fonksiyonun paydasının (pay ve paydada ortak bulunmayan)
çarpanlarının kökleri, 0y eksenine paralel asimptotları verir.
Misal: y = 3x-2
x-1
fonksiyonunun asimptotları;
düşey asimptot: x=1 doğrusu ve
yatay asimptot: y=3 doğrusudur.
b) Eğik veya eğri asimptotlar: Bu tip asimptotlar
Lim f(x) ± ¥ ise mevcut olabilir. Her lim f(x) ® ± ¥ için eğik asimptotun mutlaka bulunması
gerekmez yani lim f(x) ® ¥ şartı, eğik asimptot için gerek fakat yeter değildir. Eğer eğik asimptot varsa
bu y=mx+n şeklinde bir doğrudur. Burada m, eğik asimptotun x ekseniyle yaptığı açının tanjantı olup,
asimptotun eğimidir.
Misal: y = x(x2+1)
x2 - 4
fonksiyonunun asimptotları;
düşey asimptotları:x = -2 ve x = 2 doğruları ve eğik asimptotu: y = x doğrusudur.
Herhangi bir fonksiyonun düşey asimptotları varsa, fonksiyon, asimptot doğrularını teşkil eden
noktalarda süreksizdir.
ASİT
Alm. Säure (f), Fr. Acide, İng. Acid. Sulu çözeltilerinin tadı ekşi olan, bazı indikatörlerin
(belirteçlerin) rengini değiştiren (mesela mavi turnusolu kırmızılaştıran) maddelerin ortak adı. Asidin en
basit tanımı böyle olup daha yaygın olarak, sulu çözeltilerine proton (H+) veren maddeler şeklinde
tanımlanır.
Asitlerin sulu ortama verdiği H+ iyonu tek başına bulunamaz. Bu proton, bir H2O molekülü ile
birleşerek H3O+ (hidronyum, veya hidroksonyum) iyonu meydana getirir. Varlığı spektroskopik
metodlarla ispatlanan hidroksonyum iyonu üç su molekülü ile birleşerek H9O+4 iyonunu meydana getirir.
Fakat kolaylık olsun diye H+ şeklinde gösterilir.
Asidin yukarıdaki genel tarifinden başka çeşitli ilim adamları tarafından ortaya atılan tarifleri
bulunmaktadır. Çünkü eski kimyacılar, “Asit ve bazın iyi tarif edilmesiyle kimyanın birçok problemi
çözülmüş olacaktır.” demişlerdir. Bugüne kadar yapılan pekçok tarif arasında en çok kullanılanlar
şunlardır:
1. Arrhenius’a (1887) göre asit; mavi turnusolu kırmızı yapan, bazı metallerle verdiği reaksiyonda
H2 gazı çıkaran, suda çözündüğü zaman ortama H+ veren ve ekşi lezzette olan bir maddedir.
2. Lowery-Bronstedé'e (1923) göre asit; proton verebilen maddedir. Başka bir ifade ile asitler sulu
çözeltide baz ve proton meydana getiren maddelerdir. Asidin verdiği proton, ortamda serbest halde
kalamayacağından bir maddenin asit özelliği gösterebilmesi için proton alıcı veya verici bir ortama ihtiyaç
vardır. Yani ortamın kendisinin baz özelliği göstermesi gerekir. Protonun bağlandığı maddeye baz denir.
Sulu çözeltide:
HA < fi A- + H+
(Asit) (Baz) (Proton)
dengesi vardır. Mesela HCl'nin su ile tepkimesi
şöyledir:
HCl + H2O < fi H3O+ + Cl-
Asit 1 Baz 2 Asit 2 Baz 1
Buna göre, su bir bazdır ve konjuge asidi de H3O+dır. (Bir asit ve onun proton kaybetmiş bazına
konjuge asit-baz çifti denir).
NH3 zayıf bir bazdır. Su ile tepkimesi şöyledir:
NH3 + H2O < fi NH4+ + OH-
Baz 1 Asit 2 Asit 1 Baz 2
Burada su proton verdiğinden asit gibi davranmıştır.
Bronstedé teorisi klasik teoriye göre daha şumüllü (kapsamlı) olup, analitik kimyada daha çok
kullanılır.
3. Lewis’e (1916) göre asit; bir elektron çifti alabilen maddelerdir. Bu teori susuz ortamda ve proton
ihtiva etmeyen asitlerin reaksiyonlarının açıklanmasında yararlıdır:
A + : B fi A:B
Asit Baz Tuz
Tarihi: Sirkenin orta derecede asetik asit ihtiva ettiği bilinmekteydi. Annibal’ın Alp kayalarını fillerine
geçit temin edebilmek için, sirkeden elde ettiği asetik asitle çatlatmak istediği söylendiği gibi,
Kleopatra’nın bir inciyi sirkede çözdüğü iddia edilir. Modern kimya bu iki hikayeye az ihtimal vermektedir.
Ortaçağdaki kimyacılar asetik asitten daha kuvvetli bir asit bilmiyorlardı. Normal olarak elma
suyundan veya şaraptan elde edilen sirkede % 5 ila % 6 oranında asetik asit vardır. Bu sirkenin
buharlaştırılması ile sınırlı aktiflikte asetik asit elde ediliyordu. Sekizinci asırda Müslüman fen alimi Cabir,
nitrik asidi bulmuştur. Nitrik ve hidroklorik asitlerinin karışımına, altın metalini erittiği için “Kral Suyu”
ismi verilmiştir. Sülfirik asit ise 10. asırda başka bir Müslüman fen alimi Razi tarafından keşfedilmiştir.
Asit kuvveti
Asitlerin kuvveti:
Asit + H2O < fi H3O+ + Baz
dengesinin durumu ile ölçülür. Bu dengenin sağ tarafa oluşu asidin kuvvetli olduğunu gösterir. Bir
asit, suya miktar olarak, ne kadar çok proton verebiliyorsa o kadar kuvvetlidir. HC1, HC1O4, HNO3 ve
H2SO4 gibi asitler kuvvetlidir. CH3COOH gibi zayıf asitler ise suda çözündükleri zaman suya, nisbeten çok
az proton verirler ve genellikle bu tür asitlerin asitliği, H+ molar konsantrasyonunun logaritmasının ters
işaretlisi demek olan pH derecesi ile gösterilir. (Bkz. pH Ölçeği)
Asit Türleri: Molekül başına tek bir hidrojen atomu ihtiva eden aside monobazik asit denilirken
molekül başına iki veya çok hidrojen atomuna sahib olanlara, hidrojen atomu sayısına bağlı olarak
(Latince iki, üç ve çok anlamındaki ekler kullanılarak) dibazik, tribazik veya polibazik gibi isimler verilir.
Mesela sülfürikasid H2SO4, dibazik; fosforik asit H3PO4 ise tribaziktir.
Asitler yapılarına göre de anorganik ve organik asitler olarak ikiye ayrılır. Anorganik asitler de, hidro
asitler (HCl, HBr, H2S) ve oksi-asitler (H2SO4; HNO3, H3PO4) şeklinde iki sınıfa ayrılır. Hidroasitlerin
kuvvetliliği hidrojenin bağlı olduğu elementin yarıçapının büyüklüğü ile orantılı olarak artar. Mesela
halojenler grubunda en kuvvetli asit Hl’dır. Oksi asitlerde ise kuvvetlilik aynı elementin yükseltgenme
basamağıyla ortantılı olarak artar. Mesela HCl; HClO3, HClO4 asitleri içinde en kuvvetlisi perklorat (HClO4)
asididir.
Organik asitler R-COOH genel formülü ile gösterilen karboksilli asitlerdir. Bunlara misal olarak asetik
asit CH3COOH (buna sirke asidi de denir), formik asit HCOOH (kırmızı karıncada bulunan yakıcı bir asit)
söylenebilir.
Adlandırılmaları: Anorganik asitler veya mineral asitleri, ihtiva ettikleri etkili elemanlara göre
adlandırılır. Mesela suda çözünen HCl hidroklorik veya hidrojen klorür şeklinde adlandırılır. Bu metot
diğer halojenli asitler için de geçerlidir.
Oksijenli asitlerin adlandırılmasında oksijen kelimesi geçmez. Fakat hidrojen ve oksijenin dışında
asidi meydana getiren diğer elementlerin isimlerinden yararlanılır. Eğer hidrojen ve oksijenin dışındaki
element aynı olduğu halde, oksijen yüzdesi farklı olan iki çeşit asit varsa, bu durumda özel adlandırma
kullanılır. H2SO4 sülfürik asit, H2SO3 sülfüröz asidi gibi. (ik) hecesi çok oksijeni, (öz) az oksijeni anlatır.
Tuzlarda ise (öz) eki (it); (ik) eki de (at) olur. Na2SO3, sodyum sülfit, Na2SO4 sodyum sülfat gibi.
Oksijen yüzdesi daha az ise -hipo- kelimesi başa alınarak adlandırılır. Oksijen yüzdesi fazla ise (per)
kelimesi kullanılır. HClO, hipoklorit ve HClO4, perklorat gibi. Bir başka asidden bir su kaybı ile elde edilen
asit "piro" eki getirilerek adlandırılır. Pirosülfürik asit H2S2O7 gibi. İki sülfürik asit molekülünden bir su
molekülünün ayrılmasıyla meydana gelir. Organik asitler ise türediği parafininin isminin sonuna (oik) eki
getirilerek adlandırılır. Ayrıca bu asitlerin özel adları da vardır.
Özel Adı: Kimyaca Adı: Formülü:
Valerik Asit Pentanoik Asit C4H9CO2H
Kapraik Asit Heksanoik Asit C5H11CO2H
Kimyasal özellikleri:
1. Hidrojenden aktif metallere etki ederler:
Zn + 2HCl fi ZnCl2+H2
2. Bazlarla nötralleşme reaksiyonu verirler:
HCl + NaOH fi NaCl + H2O
3. Bazik oksitlerle reaksiyon verirler:
H2SO4+CaO fi CaSO4 + H2O
4. Tuzlarla reaksiyon verirler:
2 NaCl+H2SO4 fi Na2SO4+ 2HCl
Asitler ve bazlar sadece teorik kimyacıların ilgi alanına girmediği gibi sanayi kimyasında ve günlük
hayatta da büyük ehemmiyet taşırlar. Hatta canlıların vücudunda gelişen kimyasal hadiselerin hemen
hepsi hücrenin veya bütün organizmanın asit-baz dengesiyle yakından alakalıdır. Toprağın ve suyun asit
veya baz niteliğinde olması da bitki ve hayvanlar için hayati ehemmiyet taşır.
Nötrleşme: Bir asit ile bir baz tepkimeye girerek birbirlerini nötrleştirdiklerinde, asidin hidronyum
iyonları (H3O+) ile bazın hidroksil iyonları (OH-) birleşerek su meydana getirir. Eğer iki maddenin mol
sayıları (daha doğru olarak eşdeğer gram sayıları) eşitse, su kolay kolay iyonlarına ayrışmadığı için,
tepkime her iki madde tükenene kadar devam eder. Böylece çözelti nötr hale gelir. Sodyum hidroksit ile
hidroklorik asit arasındaki tepkimeyi gösteren;
NaOH + HCl fi NaCl + H2O
eşitliği sadeleştirilerek
OH- + H+ fi H2O
biçiminde yazılabilir. Görüldüğü gibi asidin protonu ile bazın hidroksiti birleşerek nötr olan suyu
meydana getirmektedir. Asit ve bazın diğer iyonları ise tuz (NaCl) yapmıştır.
Hidroliz (Bkz. Hidroliz)
İyonlaşma Sabiti: Çok az iyonlaşan zayıf bir HA asidinin ayrışma denklemi:
HA + H2O < fi H3O+ + A-
eşitliğiyle, bu tepkimenin denge sabiti ise:
ifadesiyle gösterilir. Köşeli parantezler molar derişimleri gösterir. Ka ise iyonlaşma sabitidir. Ka ne
kadar büyük olursa iyonlaşma o derece fazladır.
ASİT BOYALAR
(Bkz. Boyarmaddeler)
ASİYE BİNTİ MÜZAHİM
Hazret-i Musa’yı bebekken Nil Irmağından kurtarıp, büyüten, sonra da onun peygamberliğine inanan
hanım. Fir’avn’ın hanımıdır. Yusuf aleyhisselama iman eden Reyyan bin Velid’in neslindendir. Kavminin
seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemal sahibiydi.
Mısır’da ilahlık iddiasında bulunan Fir’avn, gördüğü bir rüya üzerine İsrailoğullarından doğacak bütün
erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bu sırada Musa aleyhisselam dünyaya geldi. Musa aleyhisselamın
annesi, onu öldürülmekten kurtarmak için, Allahü tealanın ilhamıyla bir sandığa koyarak Nil ırmağına
bıraktı. Akıntıyla sürüklenen sandık Fir’avn’ın sarayının bahçesine ulaştı. Irmağın suları üzerinde sandığın
sürüklendiğini gören saray vazifelileri, sandığı alıp Fir’avn’ın hanımı Asiye’ye götürdüler. Hazret-i Asiye,
sandığın içinden çıkan ve akıllara durgunluk verecek güzellikteki çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi
duydu. Fir’avn ise o çocuğu öldürtmek istedi. Hazret-i Asiye’nin ısrarlı isteği üzerine onu evlad edindiler.
Büyüyüp erginliğe ulaşan Musa aleyhisselam, bir ara Mısır’dan ayrılıp Medyen’e gitti. Bir müddet sonra
Medyen’den dönüşte Allahü teala tarafından peygamber olarak vazifelendirildi. Fir’avn ve adamları Musa
aleyhisselamın peygamberliğini kabul etmediler. Hazret-i Asiye ise Musa aleyhisselamın peygamberliğine
iman etti. Bir müddet imanını gizledi. Gizli gizli Allahü tealaya ibadet etti. Onun gizlice iman ettiğini
öğrenen Fir’avn, vazgeçmesi için tehdidde bulundu. Fir’avn, bütün tehdid ve eziyetlere rağmen
imanından dönmeyen hazret-i Asiye’yi ellerinden ve ayaklarından dört direğe bağlatıp sırt üstü yere
yatırttı. Göğsü üzerine değirmen taşı koydurdu. Bu eziyetler ve işkenceler esnasında; “Ya Rabbi! Benim
için nezdinde Cennet’te bir ev yap! Beni cahil Fir’avn’dan, batıl kötü amelinden ve zalim olan bu kavmin
şerrinden koru!” diye dua etti. Allahü tealä tarafından kendisine; “Başını kaldır!” diye ilham olundu. Başını
kaldırıp baktığında, gözünden perde kaldırılıp Cennet’te kendisi için beyaz inciden yapılmakta olan köşkü
gördü. Artık yapılan eziyetlerden acı duymuyor, Cennet’te kendisi için hazırlanan köşkü seyrediyor ve
gülüyordu. Asiye’nin imanını Fir’avn’ın akıl almaz işkenceleri bile söndürememiş, bilakis onu daha
kuvvetlendirmiş, gelecek nesillere örnek olmuştur.
Bu duruma iyice kızıp sinirlenen Fir’avn, hazret-i Asiye’nin üzerine daha büyük kaya atılması ve
böylece çok elem verici büyük işkence ve eziyyet yapılmasını emretti. Fakat o kaya cesedi üzerine
atıldığında, hazret-i Asiye çoktan ruhunu teslim etmişti.
ASKER
Alm. Soldat, Fr. Soldot, İng. Soldier. Askerlik mükellefiyeti altına giren erbaş ve erlerle özel
kanunlarla Türk Silahlı Kuvvetleri'ne intisab eden ve resmi bir kıyafet taşıyan şahıs. Türk Silahlı Kuvvetleri
İç Hizmet Kanunu, askeri böyle tarif etmektedir. Kelimenin aslı Arapça olup, yazılışı eskr'dir. Bilahare
dilimize asker olarak yerleşmiş ve ordu deyimi ile birlikte öz malımız olmuştur.