The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by btsarmyturkey, 2018-08-07 06:26:31

[Türkçe] HYYH Notes - Her, Tear, Answer

BTS ARMY Turkey

Hoseok
23 Temmuz, Yıl 10

Üçe kadar saydığımda, bir kahkaha sesi duydum ama
daha çok halüsinasyon gibiydi. Daha sonra,
küçüklüğüm birinin elini tutarak önümden geçti.
Hemen arkama baktım ama orada bana bakan sınıf
arkadaşlarım dışında kimse yoktu. ''Hoseok-ah.''
Öğretmenim adımı söyledi. İşte o zaman nerede
olduğumu anlamıştım. Bir okul gezisindeydim. Ders
kitabına çizilmiş meyveleri sayıyordum. Beş, altı.
Saymaya devam ettim, ama devam ettikçe sesim
titreyip ellerim terliyordu. O anın hatırası su yüzüne
çıkmaya devam etti.

O günden annemin yüzünü tam olarak
hatırlayamıyorum. Sadece lunaparkta etrafa
bakınırken bana verdiği çikolatayı hatırlıyordum.
''Hoseok-ah. Ona kadar say ve sonra gözlerini aç.''
Saymayı bitirip gözlerimi açtığımda, annem gitmişti.
Bekledim ve bekledim, ama hiç geri dönmedi.
Yalnızca dokuza kadar saymıştım. Eğer bir sayı daha
sayabilseydim her şey güzel olurdu, ama sesim
çıkmadı. Kulaklarım çınlıyor ve çevrem
bulanıklaşıyordu.

Hoseok
23 Temmuz, Yıl 10

Öğretmenim beni işaret edip saymaya devam
etmemi söylüyordu. Arkadaşlarım bana dik dik
bakıyordu. Annemin yüzünü hatırlayamıyordum. Eğer
bir sayı daha saysaydım, annem bir daha asla benim
için gelmezmiş gibi geldi.

Öylece, yere yığıldım.

Taehyung
29 Aralık, Yıl 10

Ayakkabılarımı çıkarıp çantamı bir kenara koyduktan
sonra salona girdim. Babam da oradaydı. Onu ne
zamandır görmediğimi veya nereye kaybolduğunu
gerçekten bilmiyordum. Sarılmak için kollarına doğru
atladım, sonrasını pek hatırlamıyorum. İlk duyduğum
şey burnumu sızlatan alkol kokusu mu yoksa bana
bağrışı mıydı? Yoksa attığı tokat mıydı? Tam olarak
ne olduğunu anlamamıştım. Derin derin nefes
alıyordu, nefesine karışmış olan o alkol kokusu
midemi bulandırmıştı. Gözleri kan çanağına
dönmüştü, saçı sakalı birbirine karışmış durumdaydı.
O büyük eliyle minicik yanağıma sert bir tokat attı,
göz göze geldiğimizde neden yüzüne boş boş
baktığımı sorup tekrar vurdu. Bir anda ufak bedenimi
havaya doğru kaldırdı, gözleri kıpkırmızı ve
kokutucuydu, o kadar korkutucuydu ki
ağlayamıyordum bile. Karşımdaki kişi babam
olamazdı, evet görünüşü babamdı ama benim babam
böyle biri değildi. Ayaklarım havada sallanıyordu,
sonrasında tek hatırladığım şey kafamın duvara
çarpıp yere düşüşümdü. Canım yanıyordu. Bir anda
her şey bulanıklaşmaya başladı ve yavaş yavaş
karanlığa büründü. Kafamın içinde yankılanan tek şey
ise babamın nefes alışıydı.

Jimin
6 Nisan, Yıl 11

Çiçek Botaniği’nden tek başıma ayrılmıştım. Gökyüzü
bulutluydu biraz, serindi fakat mutluydum. Piknik
günüydü ancak annem ve babam hala çok meşgul
olduğu için başlangıçta biraz üzgündüm. Fakat çiçek
çizme yarışmasında övgüler aldım ve arkadaşlarımın
annelerinin Jimin çok olgun demesi beni havalı
hissettirdi. ‘Jimin-ah bekle burada, öğretmenin
hemen geri gelecek.’ Piknikten sonra botanikten
ayrılırken öğretmenim orada bekleyeceğimden emin
olmak istedi ama beklemedim. Kendi başıma
gidebileceğimden çok emindim. Sırt çantamın
askılarını sıkıca kavradım ve gururla yürümeye
başladım. İnsanlar bana bakıyor gibiydi, omuzlarımı
doğrulttum bu yüzden. Çok sonraları başladı yağmur
yağmaya. Tüm arkadaşlarım ve anneleri gitmişti, bana
bakan kimse kalmamıştı, bacaklarımı birbirine
değdirdim. Çantamı başıma siper ettim ve bir ağacın
altına çömeldim. Yağmur daha da şiddetli olmaya
başlamıştı ve oradan geçen giden kimse de
görünmüyordu. Yağmura karşı koşmaya başladım. Ne
bir ev, ne de bir mağaza görünüyordu. Sonunda
botaniğin arka tarafına ulaşmıştım. Yan kapısı açıktı
ve içerisinde depo gibi bir yer vardı.

Yoongi
19 Eylül, Yıl 16

Ateş kızıl kızıl yanıyordu. Bu sabaha kadar yaşadığım
ev alevler içinde yok olmuştu. Beni fark eden insanlar
bir şeyler bağırarak koşuşturuyordu. Komşular hızlı
adımlarla yürüyordu. Girişin güvenli olmadığını, bu
yüzden itfaiye aracının içeri giremediğini söylediler.
Olduğu yerde durdu. Yazın en sonu. Sonbaharın
başlangıcıydı. Gökyüzü maviydi ve hava kuruydu. Ne
düşünmem gerektiğini, ne hissetmem gerektiğini, ne
yapmam gerektiğini bilmiyordum. Sonra “ah, anne.”
düşüncesi aklıma geldi. Ondan sonra, büyük bir sesle
ev yıkıldı. Alevlerin içinde yutulan ev—hayır, alev
haline gelen ev, çatı, sütunlar, benim odam bile
kumdan bir evmiş gibi ufalandı. Sersemce ayağa
kalktım ve izledim. Biri beni iterek geçti. İtfaiye
arabasının girdiğini söylediler. Başka biri beni kavradı
ve bir cevap duymak için baskı yaptı. O kişi
gözlerime baktı ve bağırarak bir soru sordu, ama
hiçbir şey duymadım. “İçeride biri var mı?” o kişiye
aptalca baktım. “Annen içeride mi?” omuzlarımı
yakaladı ve beni sarstı. Farkında olmadan cevap
verdim. “Hayır, kimse yok.” “Ne söylüyorsun sen?” bir
komşu kadın sordu. “Peki ya annen? Bir yere mi
gitti?” “Kimse yok.” Ne söylediğimi ben bile
bilmiyordum. Yine biri beni itti.

Seokjin
2 Mart, Yıl 19

Babamla müdürün odasına doğru giderken, koridoru
bahar kokuları sarmıştı. Amerika'dan döneli 10 gün
olmuştu. Buradaki eğitim sistemi farklı olduğundan,
okula birinci sınıftan başlamam gerektiğini duydum.

"O zaman, lütfen oğluma göz kulak olun." diye
sırtıma dokundu babam ve o anda istemsizce
ürperdim.

"Okul tehlikeli bir yer, elbette kurallara ihtiyacımız
olacak." Gözlerimin derinliklerine bakarak bu sözleri
sarf etti müdür. O konuşurken, cildindeki kırışıklıklar
ve ağzının kenarındaki yağlar da hareket ediyordu,
dudaklarının iç tarafı simsiyahtı. (T/N: Teknik olarak
Seokjin, müdürü şeytan olarak betimliyor.)

"Seokjin öyle düşünmez, değil mi?" (T/N: Babası
söylüyor.) Bu beklenilmedik soruyu nasıl cevaplamam
gerektiğini düşünürken, babamın omuzlarıma daha
çok baskı uyguladığını hissedebiliyordum. Omuzlarım
neredeyse kırılacak kadar acıdığından yumruklarımı
sıktım.

Seokjin
2 Mart, Yıl 19

Ben soğuk terler akıtırken, "Mutlaka bana cevap
vermelisin. Seokjin iyi bir öğrenci olmalı." dedi müdür,
boş bakışları eşliğinde. Zar zor 'evet' kelimesi
döküldü ağzımdan. Bir anlığına acılarım dindi, babam
ile müdürün gülüşmelerini duyuyordum. Başımı
kaldırıp bakamadım, sadece babamın ve müdürün
ayakkabılarını görüyordum. Nereden ışık geldiğini
kestiremesem de, ortam aydınlıktı. Tüyler ürpertici bir
aydınlık.

Yoongi
12 Haziran, Yıl 19

Düşüncesizce okulu ektim ama dürüst olmak
gerekirse gidecek hiçbir yerim yoktu. Sıcaktı, hiç
param yoktu ve yapacak hiçbir şeyim yoktu. Sahile
gitmeliyiz diyen Namjoon’du. Küçükler heyecanlı
görünüyordu ama ne havamdaydım ne de fikri
beğenmemiştim. ”Paramız var mı?” sorumla birlikte
Namjoon herkesin ceplerini boşalttırdı. Birkaç
bozukluk, birkaç tane fatura. “Yani gidemiyoruz.”
Sadece yürüyebiliriz diyen büyük ihtimalle
Taehyung’du. Namjoon’un tekrar düşünmelerini
söyleyen bir yüz ifadesi vardı ama çocuklar konuşup
gülerek yürümeden önce yolda yuvarlanma numarası
yaptılar. Cevap verecek havada değildim bu yüzden
arkalarında kaldım. Günün ortasıydı, o yüzden ginko
ağaçları bile gölge yapamıyordu ve arabalar
geçerken kaldırımsız yolda toz kaldırıyordu.
“Hadi oraya gidelim.” Bu sefer de Taehyung’du. Ya
da Hoseok muydu? Umurumda değildi, bu yüzden
dikkat etmedim ama ikisinden biri olmalıydı. Kafamı
kaldırmadan tozları tekmeleyerek yürüyordum ama
biriyle çarpışmak üzereyken, kafamı kaldırdım. Jimin
yerinde donakalmış gibi duruyordu.

Yoongi
12 Haziran, Yıl 19

Yüzündeki kaslar korkunç bir şey görmüş gibi
titriyordu. “Çiçekli Arboretum, 2.2 kilometre” yazan
bir tabelaya bakıyordu. “Yürümek istemiyorum.”
Jungkook’un sesini duydum. Jimin’in yüzünden ter
damladı. Her an bayılacakmış gibi yüzü soldu. Bu ne?
İçimde garip bir his vardı. “Park Jimin.” Seslendim
ama beklediğim gibi hareket etmedi. Kafamı yine
kaldırdım ve tabelaya baktım. “Hey, çok sıcak, neden
bir arboretuma gidelim ki? Hadi sahile gidelim.”
dedim ayaklarımı sürüklercesine. Arboretumun nasıl
bir yer olduğunu bilmiyordum ama gitmemiz
gereken bir yer gibi durmuyordu. Nedeni ne olursa
olsun, Jimin’in yüz ifadesi tuhaftı. “Paramız bile yok”
Hoseok cevap verdi, “Bu yüzden yürüyoruz.” Ve
Taehyung ekledi, “Eğer tren istasyonuna kadar
yürürsek, büyük ihtimalle başarabiliriz.” Sonra
Namjoon şöyle dedi, “Onun yerine akşam yemeğinde
aç kalacağız.” Jungkook ve Taehyung ağlama taklidi
yaptı ve Seokjin hyung güldü. Jimin tren istasyonuna
giden yolu kullanacağımız kararlaştırıldığında yine
hareket etmeye başladı. Titreyen omuzlarıyla yere
bakarak yürürken, Jimin küçük bir çocuk gibiydi. Yine
tabelaya baktım. “Çiçekli Arboretum, 2.2 kilometre”
yazısı git gide uzaklaşıyordu.

Jimin
30 Ağustos, Yıl 19

Hoseok Hyung telefon ile konuşurken, hyung'un
gölgesi ile oynuyordum. Hyung'un bana "Park Jimin,
baya büyüdün." derken ki tebessümünü ve bana
gülüşünü izledim.

Okuldan eve yürümek 2 saat sürüyordu. Otobüs ile
30 dakika ve ana yoldan gidince de 20 dakika
sürüyordu. Yine de, hyung her zaman dolambaçlı dar
yolları, bir tepeyi ve üst geçitten geçmeyi tercih
ediyordu. Taburcu edildikten sonra buraya transfer
olmuştum. Okul evime uzaktı ve kimsenin bundan
haberi yoktu. Bunu iyi bir şey olduğunu
düşünmüştüm.

Zaten birkaç okul değiştirmiştim, hastaneye
yatırılacağımı da söyleyemezdim, bu yüzden burasının da
aynı olacağını düşündüm.

Taehyung
20 Mart, Yıl 20

Koridorda sesli adımlarla koştum, kaydım ve aniden
durdum. Namjoon'u bizim sınıfın önünde dikilirken
gördüm. Bizim sınıf... Bunu kimse bilmiyordu ama
oraya bu ismi vermiştim. Ben, hyunglarım ve
Jungkook, bize aitti orası. Nefesimi tuttum ve
yaklaştım. Onu korkutacaktım. "Müdür bey!” Yaklaşık
beş adım atmıştım ki, sınıfın açık penceresinden
yükselen telaşlı bir ses duydum. Seokjin hyung’a
benziyordu. Yürümeyi kestim. Seokjin hyung, şu an
müdürle mi konuşuyordu? Hem de bizim sınıfta?
Ardından kendimin ve Yoongi hyungun isimlerini
duydum ve Namjoon hyung’un titrek bir nefes
aldığını gördüm. Sanki hissetmiş gibi Seokjin hyung
birden kapıyı açtı. Elinde bir cep telefonu tutuyordu.
Yüzündeki şaşkın ve kafası karışmış ifade oldukça
netti. Namjoon hyung’un yüzünü göremiyordum.
Saklandım ve onları izledim. Seokjin hyung, belki de
mazeret uydurmak için, dudaklarını araladı fakat
Namjoon hyung elini havaya kaldırdı ve konuştu,
"Sorun değil". Seokjin hyung’un aklı karışmış gibi
görünüyordu. "Kendince sebeplerin olmalı". Namjoon
hyung konuştuktan sonra Seokjin hyung’un yanından
geçip sınıfa girdi. Gözlerime inanamıyordum.

Taehyung
20 Mart, Yıl 20

Seokjin hyung, birkaç gündür Yoongi hyungla
yaptığımız şeyleri müdüre anlatmıştı. Her şeyi;
ektiğimiz dersleri, duvardan tırmanıp öteki çocuklara
sataşmamızı... Ama Namjoon hyung sorun olmadığını
söylemişti.
"Ne yapıyorsun orada?". Şokla arkamı döndüm.
Gelenler Hoseok hyung ve Jimin'di. Hoseok hyung
kendisi daha çok şaşırmış gibi beni taklit etti ve kolunu
omzuma attı. Bir an ne yapacağımı şaşırdığımdan beni
sınıfa sürüklemesine izin verdim. Namjoon hyung ve
Seokjin hyung konuşuyorlardı ve bize döndüler. Seokjin
hyung telaşa kapılıp bir işi olduğunu söyleyerek sınıftan
çıktı. Namjoon hyung’a baktım. Seokjin hyung’un
gidişini izledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi güldü.
O an şöyle düşündüm. Namjoon hyung’un bir sebebi
olmalıydı. Çünkü o benden daha bilgiliydi, ayrıca daha
akıllı ve daha büyüktü. Hem de burası bizim sınıfımızdı.
Diğerlerinin bana takılmak için "kutu gülümsemesi"
ismini verdikleri aptal gülümsememle sınıfın içine
yürüdüm. Kulak misafiri olduğum konuşmayı kimseye
anlatmayı düşünmüyordum.

Namjoon
15 Mayıs, Yıl 20

Sürekli gittiğimiz, kendi gizli mekanımız olarak
adlandırdığımız depo odasına gittim. Birkaç sırayı
hizaladım. Yere devrilmiş olan sırayı kaldırdım ve
üzerindeki tozları elimle sildim. Son kalan sırayı
düzeltirken, duygulandım. Bugün okulun son
günüydü. Taşınma kararını 2 hafta önce almıştık. Bir
daha buraya geri dönme şansım olacak mıydı
bilmiyordum. Abilerimi ve kardeşlerimi bir daha
göremeyebilirdim.
Kağıdı ikiye katladım ve sıranın üstüne koydum, bir
kalem seçtim lakin ne yazacağımı bilmiyordum.
Zaman ilerliyordu. Kalemin keskin ucu tiz bir ses
çıkardı ve ben yanlış kelimeyi yazarken kırıldı.
"Mutlaka hayatta kalmalıyız." Kırılan uç ufalandı ve
kağıtta çizgiler bıraktı. Tüm bunlar arasında aklıma
sefalet, aileler, kardeşler ve ev taşımak gibi şeyler
geldi.
Kağıdı top haline getirip cebime koydum ve
yerimden doğruldum. Sırayı ittiğimde, tozlar havaya
kalktı. Gitmek için hazır olduğumda, pencereye
yöneldim ve üfledim. Sadece 3 kelime bırakmıştım.
Yetersiz olabilirdi fakat herkese iletilecekti. Yeniden
buluşacağız. Söz değil ama bir arzuydu bu.

Yoongi
25 Haziran, Yıl 20

Çekmeceyi açtım ve en alta koyduğum zarfı çıkardım.
Zarfı çevirdim, ben bağırınca bir piyano tuşu yere
düştü. Yanık piyanı tuşunu çöpe attım ve yatağıma
uzandım. Hızlıca atan kalbim sakinleşmedi, nefesim
düzensizdi, parmaklarım isle kaplanmıştı.
Cenazeden sonra, tek başıma yangında tamamı yanmış
bu eve başıma gelmiştim. Annemin odasına gittim,
yangından neredeyse tanınamayacak hale gelmiş
piyanoyu gördüm. Tereddüt ile yanına oturdum. Öğlen
güneşi odanın içine doluyordu, güneş gidene kadar
oturdum. Son birkaç ışık demeti ile, tuşlar hareket
ediyormuş gibi göründü. Bunlar gerçekten önceden ses
çıkaran tuşlar mıydı? Annemin defalarca kez onlara
dokunduğunu düşündüm. Bir tanesini cebaime attım ve
odadan çıktım.
Bunların üzerinden neredeyse 4 yıl geçti. Ev çok
sessizdi, insanı çılgına çevirecek bir sessizlik. Babamın
10'da uyumaya gitmesi ile birlikte her şey daha da
sessizleşiyor, neredeyse boğucu hale geliyordu. Bu
sessizliği yaşamak, önceden belirlenmiş saatlere ve
düzene uymak zorunda olmaktan yorulmuştum. Böyle
bir düzeni takip etmek kolay değildi fakat bu evde
yaşamak zorunda olmam daha zordu.

Yoongi
25 Haziran, Yıl 20

Babamdan harçlık almak, beraber yemek yemek,
azarlarını işitmek... Ne zaman babamla tartışsak; onu
terk edip, evden kaçıp, tek başıma yaşamamı
söylüyordu. Ama hiçbir zaman bunu yapacak
cesarete sahip olamadım.

Yataktan kalktım, çöpe atmış olduğum piyano tuşunu
aldım. Pencereyi açtım, gecenin esintisi odaya girdi.
Bugün yaşananlar, bu esintinin yanağıma üflemesi
gibi hissettirdi. Tüm gücümü kullanarak piyano
tuşunu soğuk havaya doğru fırlattım. Okula en son 10
gün önce gitmiştim. Okuldan atılacağımı duydum.
İstemiyor olsam da, nihayetinde okuldan
kovulacaktım. Kulaklarımda mı bir sorun vardı
bilmiyorum ama tuşun yere düşüş sesini
duymamıştım. Ne kadar düşünürsem düşüneyim, bir
piyano tuşu yere düştüğünde nasıl ses çıkarır asla
öğrenemeyecektim. Ne kadar zaman geçerse geçsin,
piyano bir daha ses çıkarmayacaktı. Çünkü bir daha
piyano çalmayacağım.

Jungkook
25 Haziran, Yıl 20

Yanaklarımdan süzülen yaşları hissedebiliyordum, bu
yüzden diğer tarafa döndüm ve masaların üzerinde
yatmaya devam ettim. Birden kapı açıldı. Kapı bozuk
olmasına rağmen. Anında piyano sesi kesildi. Birkaç
adım tökezledim ve tokat yedikten sonra yere
yıkıldım. Öğretmenin azarlarına sesimi
çıkarmıyordum, birden sustu(öğretmen). Kafamı
yukarı kaldırdığımda, Yoongi hyung'un önümde
durduğunu ve öğretmenin bileğinden tuttuğunu
gördüm. Hyung'un omuzlarına rağmen, öğretmenin
yüz ifadesini görebiliyordum. Bayılacak kadar çok
sinirlenmişti.

Piyano tuşlarına basmak, hyung'un çaldığı şarkıyı
çalmaya çalışmak... Hyung gerçekten okuldan
atılacak mıydı? Bir daha geri dönmeyecek miydi?
Kendisi azarlandığı zaman ortada büyütülecek bir
şey yok, değil mi? Ben olmasaydım, öğretmen ile
tartışmayacaktı. Ben olmasaydım, burada hala piyano
çalıyor olacaktı, değil mi?

Jungkook
25 Haziran, Yıl 20

Parmaklarım piyano tuşları üzerinde gezdikçe, tozlar
elime yapışmaya başladı. Güçlükle bastığım piyano
tuşlarının sesi, Yoongi Hyung'un çaldığı
zamanlardakinden farklıydı. Bugün hyung'un okuldan
atılacağını duydum. Namjoon Hyung ve Hoseok
Hyung bir kelime dahi etmedi. Ben de bir şey
sormaya cesaret edemedim, ortamdaki sessizliğin
verdiği korkuyu hissedebiliyordum.

2 hafta önce, hyung gizli mekanımızdaki kapıyı açtı.
Sadece ikimiz vardık. Herkesin gelebileceği bir yerdi.
Sınıfta durmak istememiştik, bu yüzden gizli yerimize
kaçmıştık. Hyung arkasına bakmadı, piyano çalmaya
devam etti. Ben ise 2 masayı birleştirip, gözlerimi
kapayıp, uyuyormuş gibi yaptım. Hyung ve piyano, iki
farklı bedene sahip olsa da, bütünleşmişler gibi
hissettiriyordu. Neden olduğu bilinmez ama o piyano
çaldıkça ağlayacak gibi oluyordum.

Seokjin
17 Temmuz, Yıl 20

Okul kapısının ardındaki ağustos böceklerinin sesi
kulaklarımı iğneledi. Okul bahçesi gülen, oynayan ve
birbiriyle yarışan çocuklar ile doluydu. Yaz tatilinin
başlangıcıydı ve herkes gevezelik ediyordu. Başımı
eğip aralarından yürüdüm. Mümkün olduğunca hızlı
bir şekilde buradan gitmek istiyordum.
“Hyung”. Karşımda aniden bir gölge belirince
şaşkınlıkla başımı kaldırdım. Hoseok ve Jimin’e aitti
bu gölge. Bana baktılar, gülümsemeleri her zamanki
gibi parlak ve kocamandı, gözleri yaramazca
bakıyordu. “Bugün tatilin ilk günü ve sen öylece
gidecek misin?” diye sordu Hoseok kolumu
çekiştirerek. “Evet, tabi” diye mırıldandım ve bir kaç
anlamsız söz daha ettikten sonra başımı çevirdim. O
gün olanlar bariz bir şekilde kazaydı. İsteyerek
olmadı. Jungkook ve Yoongi’nin depoda olacağını
düşünmemiştim. Müdür dongsaenglerim için örtbas
etmeye çalıştığımı düşünüyordu. Babama iyi bir
öğrenci olmadığımı söyleyebileceğini belirtti. Bir şey
söylemeliydim. Sığınaktan bahsettim çünkü boş
olduğunu düşünmüştüm. Ama sonuç olarak Yoongi
okuldan atılmıştı. Ve kimse suçlunun ben olduğunu
bilmiyordu.

Seokjin
17 Temmuz, Yıl 20

“İyi tatiller hyung, seni ararım”. Belki yüz ifademden
olsa gerek Hoseok elini yavaşça çekti ve zoraki ama
parlak bir gülümsemeyle vedalaştı. Bu kez de cevap
veremedim. Söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu.
Okulun dış kapısını geçtiğimde bu okula geldiğim ilk
günü düşündüm. Geç kaldığımız için hep birlikte ceza
almıştık. Bunun için kahkahalar atabilirdik. Ama ben
bu anları mahvettim.

Hoseok
15 Eylül, Yıl 20

Jimin'in annesi, acil servisin önünden geçti. Ellerimi
Jimin'in omzundan çekmeden önce, yatağın
başındaki ismi ve serum şişesini kontrol ettim. Jimin...
neden buraya getirilmişti bilmiyordum. Otobüs
durağında nöbet geçirmesine sebep olan şey
hakkında konuşmamız gerekiyordu. Jimin'in annesi
uzunca bir süre bana baktı. Ne yapacağımı
bilemedim. Sadece teşekkür etti ve arkasını döndü.
Doktorlar ve hemşireler Jimin'i almak için geldiğinde,
annesi yeniden yanıma geldi. Onlar yatağı
götürdükçe, takip etmek istedim. Jimin'in annesi yine
teşekkür etti ve hafiften omzumdan beni itti.
İtmektense, hafifçe beni çekiyordu demek daha
doğru olur. Birden, Jimin'in annesi ile aramızda
görünmez bir çizgi belirdiğini hissettim. Düz bir
çizgiydi - soğuk ve hiçbir zaman geçemeyeceğim bir
çizgi. 10 yıl boyunca yetimhanede yaşamıştım.- Bunu
tüm benliğim ile biliyordum. Jimin'in annesinin bana
yan gözle bakması ile birlikte, geriye doğru adım
attım. (Jimin) Küçük ve güzeldi ama gölgesi büyük
ve havalıydı. Öyle bir gölge acil servisin duvarlarında
geziniyordu. Başımı kaldırdım ama Jimin'in uzaklaşan
yatağını göremedim. O günden sonra, Jimin bir daha
okula gelmedi.

Jimin
28 Eylül, Yıl 20

Hastaneye yatırıldığımdan beri kaç gün geçtiğini
saymayı bıraktım. Önceden umudum olduğunda ve
buradan çıkmak istediğimde yaptığım bir şeydi bu.
Pencerenin ardında, uzaktaki ağaçları, çimenleri ve
insanları görüyordum, bunları gördüğümden yana
çok zaman geçmedi. En fazla bir ay olmuştur. Bazen,
okul forması giyenleri görüyorum ama artık onlar da
özel gelmiyor bana. İlaçlar yüzünden her şey sıkıcı ve
sönük gelmeye başladı.

Ama bugün özel bir gün. Eğer günlük tutmak
gerekseydi, bugünü yazardım. Fakat artık günlük
tutmuyorum çünkü sorun yaratamak istemiyorum.
Bugün ilk defa yalan söyledim. Doktorun gözlerinin
içine baktım ve acı içindeymiş gibi 'Hiçbir şey
hatırlamıyorum.' dedim.

Jungkook
30 Eylül, Yıl 20

“Jeon Jungkook, hala oraya gitmiyorsun, değil mi?”.
Cevap vermedim. Sadece ayakkabımın ucuna öylece
bakıp durdum. Ben cevap vermeyince yoklama
dosyasıyla kafama vurdu. Yine de ağzımı açmadım.
Orası hyung’larımla birlikte kullandığım sınıftı.
Hyung’larımı etrafta takip ederken o sınıfı
keşfettiğimiz günden bu yana oraya gitmediğim bir
gün bile olmadı. Belki hyung’larım bilmiyordu. Onlar
bazen gelmezdi, çünkü başka planları olurdu ya da
yarı zamanlı işleriyle meşguldüler. Birkaç gündür ne
Seokjin hyung’ı ne de Yoongi hyung’ı gördüğüm
olurdu. Ama ben asla… Buraya gelmediğim bir gün
bile yoktu. Hiçbirinin gelmediği günler de oldu. Ama
sorun değil. Bugün değilse yarın, yarın değilse de
öbür gün gelirlerdi bu yüzden sorun değildi.

“Onları takip ederek yalnızca kötü şeyler öğrendin”
dedi ve yine vurdu. Başımı kaldırıp gözlerimin içine
baktı. Tekrar vurdu. Yoongi hyung’ın bana vuruşu
geldi gözümün önüne. Dişlerimi sıktım ve dayandım.
Yalan atıp da gitmediğimi söylemek istemiyordum.

Jungkook
30 Eylül, Yıl 20

Yine o sınıfın önünde duruyordum. Sanki kapıyı
açarsam hyung’larım orada olacakmış gibiydi. Sanki
oynadıkları oyundan başlarını kaldırıp neden geç
kaldığımı soracaklardı bana. Seokjin hyung ve
Namjoon hyung kitap okuyor olacaktı, Yoongi hyung
piyano çalıyor, Hoseok hyung ve Jimin hyung da dans
ediyor olacaklardı.
Ama kapıyı açtığımda sadece Hoseok hyung
oradaydı. Sınıfta bıraktığı şeyleri toparlıyordu. Kapının
kolunu tuttum ve öylece bekledim. Hyung geldi ve
elini omzuma attı. Sonra beni dışarı çıkardı. “Hadi
gidelim”. Sınıf kapısı ardımızdan kapandı. O an fark
ettim ki o günler artık bitti ve onlar asla geri
gelmeyecekler.

Hoseok
25 Şubat, Yıl 21

Aynada kendime bakmadan dans ediyordum. Burada,
yere dokunmamak için ayaklarımı yükseltiyordum,
dünyanın bakışlarından ve standartlarından
uzaklaşmıştım.Bedenimi müziğe bırakmış bir şekilde
hareket ettiriyordum, şu anda bundan daha önemlisi
yoktu. Dans etmeye ilk başladığımda 12 yaşındaydım.
Sanırım bir yetenek programıydı.Okul arkadaşlarımla
beraber sahnede duruyordum. Şimdiye kadar, o güne
dair en aklımda kalıcı hatıra insanların tezahüratları,
alkışlarıydı ve hayatımda ilk defa kendime güvendiğim
bir şeyin olduğunu hissetmemdi. O anda, müzik ile
bedenimi hareket ettirmenin beni eğlendiren bir şey
olduğunu düşündüm. Mutlu bir andı. Tezahüratlar veya
alkışların sebep olduğu değil, içten gelen gerçek bir
mutluluk. Aynanın dışındaki ben, çok fazla şey
yüklenmişti. Ayaklarımın birkaç saniyeliğine de olsa
yerden ayrılmasına katlanamıyordum. Nefret etsem de,
üzgün olsam da gülümsemek zorundaydım. Gereksiz
ilaçlar içtikten sonra, bilmediğim yerlerde düşüp
bayılırdım. Bu yüzden dans ederken, aynadaki 'ben'den
gözümü ayırmıyordum. Kendime güvendiğim ve sakin
olduğum bir andı bu. Her şeyi geride bırakıp, ağır
yüklerimi unutabileceğim bir andı. Mutlu olabileceğime
inandığım bir andı. O anları unutmayacaktım.

Namjoon
17 Aralık, Yıl 21

İlk otobüsü bekleyen insanlar ısınmak için ellerini
ovuşturuyordu. Çantamın sapını sıkı sıkı tutarak yere
baktım. Kimseyle göz teması kurmamaya
çalışıyordum. Günde sadece iki otobüs geçen küçük
bir köydü. Uzaktan otobüsün yaklaştığını gördüm.
Herkesle beraber otobüse bindim. Arkama
bakmadım. Bir şey hakkında tutkulu olduğumda,
tutunacak neredeyse hiçbir şeyim olmadığında,
kaçtığım şeyler dışında bir şeyim kalmadığında
şartlarım vardı. Arkama bakmazdım. Arkama
bakarsam o ana kadarki bütün uğraşlarım deniz
köpüğünden farksız olurdu. Arkama bakmak. Bir
çeşit şüphe, peşimi bırakmayan bir bağlılık ve bir
çeşit korkuydu. Ancak bunların üstesinden
gelebildiğim zaman kaçabilirdim. Otobüs hareket
etti. Bir planım yoktu. Tutkulu olduğum, tutunacak
hiçbir şeyim, kaçmak için bir sebebim yoktu.
Yaptığım şey hiçbir şey düşünmeden kaçmaktı.
Annemin yorgun yüzü, serseri kardeşim, babamın
hastalığı. Evimizin her gün daha çok zorlaşan
koşullarından başlayarak, fedakarlığı ve sükuneti
dayatan ailemden ve hiçbir şey bilmiyormuş gibi
yaparak kendini kısıtlayan, alışan ve feragat eden
kendimden. En önemlisi de fakirlikten.

Namjoon
17 Aralık, Yıl 21

Biri fakir olmanın suç olup olmadığını sorunca herkes
“suç değildir” der. Ama gerçekten değil midir?
Fakirlik birçok şeyi yiyip bitirir. Önceden önem
verdiğiniz şeyler değersizleşir. Vazgeçmemeniz
gereken şeylerden vazgeçersiniz. Her şeyden şüphe
eder, korkar ve feragat edersiniz.
Otobüs birkaç saat içinde tanıdık bir durağa
yanaşacaktı. Oradan bir sene önce ayrıldığımda
arkamda hiçbir mesaj bırakmamıştım. Şimdi de
kimseye haber vermeden dönüyordum.
Arkadaşlarımın suratlarını hatırlamaya çalıştım.
Hepsiyle iletişimimi kesmiştim. Acaba bugünlerde ne
yapıyorlardı? Beni gördüklerine sevinecekler miydi?
Eskiden olduğu gibi bir araya gelip gülebilecek
miydik? Sonra cam buzlandı ve dışarıdaki manzarayı
göremedim. Camın üzerinde yavaşça parmağımı
gezdirdim.

“Hayatta kalmak zorundasın.”

Yoongi
7 Nisan, Yıl 22

Beceriksizce çalınan piyano sesini duyduktan sonra
adımlarımı durdurdum. İnşaatın içinde birisi yağ
tankını yakmıştı, ateşin haşin sesini duyabiliyordum.
Çalınan parçayı daha önceden ben de çalmış olmama
rağmen bu ne diye düşündüm. Hafif sarhoş
olduğumdan sendelemeye başlamıştım. Gözlerimi
kapadıkça aklıma bir şeyler geliyordu. Yanan alevle,
sıcağın içindeki piyano sesiyle, gece havasıyla, sarhoş
halimle her şey bulanıklaşmaya başladı.
Birden ıslık sesi gelmeye başladı, arabalar yanımdan
tehlikeli bir şekilde geçiyordu. Ön farları parlıyordu
ve arabalar yanımdan geçtikçe esinti yüzüme
çarpıyordu. Sarhoş halim ise ortamı daha da
karmaşıklaştırıyordu. Sürücülerin azarlayıcı seslerini
duyabiliyordum. Durdum ve geri bağırmak istedim
fakat biraz önce duyuyor olduğum piyano sesinin
yok olduğunu fark ettim. Alevler arasında, rüzgar ve
araba sesleri yüzünden duyamıyordum. Sanki
durmuş gibiydi. Neden durdu? Peki çalan kişi kimdi?
'Ta' sesi ile birlikte, alevler karanlığın içinde kayboldu.
Boş boş bakınıyordum. Isı yüzüme vurdu. Piyano
tuşlarının vuruşunu duydum. Ani bir refleks ile arkamı
döndüm.

Yoongi
7 Nisan, Yıl 22

O anda kanım donmuş gibi hissediyordum ve doğru
dürüst nefes alamıyordum. Çocukken gördüğüm
kabuslardaki sese benziyordu.
Sonraki anda, koşuyordum. Kendi isteğimle değil,
bedenim gidiyordu. Enstrüman dükkanına doğru
koşuyordum. Neden bu anı birkaç kez yaşamış gibi
hissediyordum bilmiyorum. İhtiyacım olan bir şeyi
unutmuş gibi hissediyordum. Camı kırık enstrüman
dükkanında, piyanonun önünde oturan birisi vardı.
Üzerinden yıllar geçmiş olsa da, ne zaman düşünsem
ağlıyor ve yumruğumu dıkıyordum. Başkasının
hayatına kendini dahil etmek kolay değildi. Yalnız
olan birisini teselli etmeye çalışmak kolay değildi. Bir
başkasına çok fazla anlam ifade eden bir insan olmak
istemiyordum. Birisini koruyacak cesaret yoktu
bende. Sonuna kadar bir insanın yanında kalacak
cesaret yoktu bende. Kimseyi incitmek istemiyordum
ve kimsenin beni incitmesini de istemiyordum.
Yavaş adımlar atıyordum. Geri dönmek ve kaçmak
istedim lakin bilinçsizce kimin yanlış notada çalıyor
olduğuna bakmak için yaklaştım. Fakat Jungkook
başını kaldırdı ve bana bakıp 'Hyung' dedi. Okuldan
atıldığımdan beri ilk defa karşılaşmıştık.

Seokjin
11 Nisan, Yıl 22

Tiz bir fren sesi ile araba zar zor durdu. Düşüncelerim-
de o kadar kaybolmuştum ki ışığın değiştiğini fark et-
medim. Tanıdık üniformalar giyen öğrenciler karşıdan
karşıya geçerken camdan bana baktılar. Bazı insanlar
beni işaret ediyordu. Zorla gülümseyip başımı eğdim.
Ne yapmam gerektiğini biliyordum. Ama korkmuyor
da değildim. Tüm talihsizliklere ve acılara gerçekten
bir son verebilir miydim? Aynı hatayı tekrarlayıp
durmak başarının imkansız olduğunu göstermez
miydi? Bana vazgeçmemi söylemiyor mu yani? Mut-
luluk anlamsız bir umuttan başka bir şey değil miydi
bizim için? Sayısız düşünceler geçti aklımdan.
Bir süre sonra benzinliğin girişine yanaştım ve biraz
ilerde Namjoon’u arabalara benzin doldururken
gördüm. Derin bir nefes alıp yavaşça geri verdim. Tek
tek yüzlerini hatırlamaya çalıştım. Yoongi, Hoseok,
Jimin, Taehyung, Jungkook. Sonra şerit değiştirip
benzinliğe giriş yaptım. Vazgeçemezdim. Yüzde bir
şansım dahi olsa vazgeçmeyecektim. Camdan Nam-
joon’un yaklaştığını gördüm.

Seokjin
11 Nisan, Yıl 22

Denize tek başıma gitmiştim. Kameranın açısından
deniz masmavi ve uçsuz bucaksız görünüyordu.
Denizin üstünü, güneşin ışık demetleri kaplamıştı,
rüzgar ağaçlara doğru esiyordu aynı eskisi gibi.
Değişen tek şey, buraya yalnız gelmiş olmamdı.
Kameranın deklanşörüne basmamla birlikte, 2 yıl 10
ay öncesindeki o güne gitmem bir oldu ama
görüntüler hemen yok oldu. O gün denize doğru, yan
yana oturmuş bir vaziyette, her zamanki gibi yorgun
ve hüzünlüydük ama en azından bir aradaydık.

Arabayı döndürdüm ve gaza yüklendim. Tünelin
öncesindeki benzin istasyonunu geçtim. Arabanın
camını açıp, okula yakın bir yerlerde durdum. Bahar
akşamındaydık, hava ılık ve sokakları süsleyen kiraz
çiçekleri ağaçlardan dökülüyordu. Okulu geçip,
birkaç kavşaktan döndükten sonra, Namjoon'un
çalıştığı benzin istasyonunun ışıklarını gördüm.

Namjoon
11 Nisan, Yıl 22

Son zamanlarda giydiğim bir tişörtü çıkardım,
Taehyung'un sırtına koydum ve hafifçe vurdum. Şu
anda üzerimde bulunan tişört ile aynı baskıya sahipti.
Yırtılan tişörtünü çıkarırken istemsizce güldü.
Vagonda asılı loş ışığın altında, kan lekelerini ve
morlukları görebiliyordum. Hoseok şaşırmış bir
şekilde bana baktı. Taehyung tişörtünü giyerken kirli
aynada kendisine bakmaya gitti ve güldü.

"Bu çocuk grafiti olduğunu söyledi ama polise
yakalandı. Kefil olup onu çıkarıyorum ama bazen geç
kalabiliyorum." diyerek açıkladım ve Taehyung'un
sırtını sıvazladım. Sonra Taehyung abartılı bir şekilde
benden özür diliyormuş gibi rol yaptı. Köşede oturan
Yoongi Hyung ise yavaşça bize doğru geldi ve
Taehyung'u omuzlarından sıvazladı.

Jungkook
11 Nisan, Yıl 22

Sonunda, istediğim gibi oldu. Sokakta tanıştığım birkaç
serseriye denk geldim, bana sert bir şekilde vurmaya
başladılar. Beni döverlerken güldüm, akıl hastası olup
olmadığımı sordular ve daha da çok vurmaya
başladılar. Sırtımı yasladığım kapıdan, benim gibi dik
durmak için direnen çimenleri görebiliyordum.
Rüzgarın etkisi ile eğiliyorlardı. Aynı benim gibi.
Ağlayacak gibi hissetim ve yeniden güldüm.

Gözlerimi kapadığımda, üvey babamın öksürdüğünü ve
üvey kardeşimin güldüğünü görebiliyor gibiydim. Üvey
babamın akrabaları her şeyi görüyordu ama anlamsızca
konuşuyorlardı. Sanki orada değilmişim gibi, varlığım
hiçbir anlam ifade etmiyormuş gibi davrandım. Annem
onların önünde utanıyordu. Yerdeki tozlar hapşırmama
sebep oldu. Bıçak saplanmış gibi acıyordu göğsüm.
İnşaatın çatı katına tırmandım. Şehir karanlığa
bürünmüştü. Parmaklıkların ardına geçtim ve kollarımı
açarak öylece durdum. Bir anlığına bacağım titredi,
neredeyse dengemi kaybediyordum. Bir adım daha
atsam, öleceğimi düşündüm. Ölürsem, her şey son
bulacaktı. Yokluğum kimseyi mutsuz etmeyecekti ne
de olsa.

Jungkook
2 Mayıs, Yıl 22

Kafamı kaldırdığımda Namjoon hyung’ın
konteynırının önündeydim. Kapıyı açtım ve içeri
girdim. Etrafa dağılmış eşyaları topladım, üzerimi
onlarla örttüm ve çömeldim. Soğuk hücum ediyordu
vücuduma. Bütün bedenim titredi ve ağlamak
istedim. Ama bir tane bile gözyaşı düşmedi
gözlerimden.

Kapıyı açıp içeri girdiğimde Yoongi hyung yataktaydı.
Çarşafın kenarından alevler yükseliyordu. O an
vücudum zapt edemediğim bir öfke ve korkuyla
darmaduman olmuştu. Ağzı laf yapan birisi değildim.
Kendimi ifade etmekte veya başkalarını ikna etmekte
yavaştım. Gözyaşlarım aktı ve öksürdüm ve kelimeler
çıkamadı ağzımdan. Alevlere koşarken ağzımdan
dökülebilen tek şey “Hep birlikte sahile gitmeye söz
vermiştik” oldu.

Jungkook
2 Mayıs, Yıl 22

“Neyin var?”, “Kötü bir rüya mı gördün?”. Beni
omuzlarımdan sarsan birine gözlerimi açtım. Bu
Namjoon hyung’du. Nedense bir rahatlama hissettim.
Hyung alnıma dokundu ve ateşim olduğunu söyledi.
Sanırım öyleydi. Ağzımın içi kaynıyordu ama ben
katlanılmaz bir biçimde üşüyordum. Başım
zonkluyordu ve boğazım ağrıyordu. Hyung’un
getirdiği ilaçları güçlükle yuttum. “Biraz daha uyu”,
“Daha sonra konuşalım”. Başımı salladım. “Ben de
senin gibi bir yetişkin olabilir miyim hyung?” dedim.
Hyung arkasına dönüp bana baktı.

Jimin
19 Mayıs, Yıl 22

Sonunda Çiçek Botaniği'ne gitmem gerekmişti.
Orada ne olduğuyla alakalı yalanları kendime
söylemeyi bırakmam gerekiyordu. Bir hastanede
saklanarak yaşamayı ve nöbet geçirmeyi
bırakmalıydım. Eğer bunu yapmak istiyorsam, oraya
gitmeliydim. Bu niyetle, her gün otobüs durağına
gittim ama Çiçek Botaniği’ne giden otobüse
binemedim hiçbir zaman.

Ben 3. otobüsün önümden geçmesini seyrederken
Yoongi hyung geldi ve yanıma oturdu. Nasıl gittiğini
sordum. Hyung sıkılmış olduğunu ve yapacak bir şeyi
olmadığını söyledi. Sonra neden burada bu şekilde
oturduğumu sordu. Kafamı eğdim ve ayakkabımın
ucuyla yerde duran çöpü tekmeledim. Neden burada
oturduğumu düşünüyordum. Cesaretim olmadığı
içindi. İyiymişim numarası yapmak, kendi başıma
atlattığımı bilmek istiyordum. Ama aslında
korkuyordum. Kaldıramayacağım şeylerle
karşılaşmaktan korkuyordum. Başka bir nöbet daha
geçirebilirdim.

Jimin
19 Mayıs, Yıl 22

Yoongi Hyung sakin görünüyordu. Sanki dünya
üzerinde endişeleneceği hiçbir şey yokmuş gibi
oturduk yerde yayıldı ve havanın güzel olduğunu
söyledi. Bunu duyduktan sonra havanın ne kadar
güzel olduğunu fark ettim. Gökyüzü masmaviydi. Ilık
ve ferah hava yer yer esiyordu. Çiçek Botaniği'ne
gidecek olan otobüs geliyordu. Otobüs durdu ve
kapısı açıldı. Şoför bana baktı. Bir anlık dürtüyle
konuştum; ''Hyung benimle gelmek ister misin?''

Hoseok
20 Mayıs, Yıl 22

Taehyung'u götürürken polis memuruna bakıp ''Sıkı
çalıştınız'' dedim. Başım aşağı eğik ve kesin bir
şekilde konuşmuş olsam da ruh halim bu değildi.
Taehyung'un evi polis karakoluna uzak değildi. Eğer
uzak bir yerde yaşıyor olsaydı, polis karakoluna bu
kadar sık uğramaz mıydı? Neden Taehyung'un ailesi
polis karakoluna çok yakın bir yer seçmiş ki? Bu
dünya böyle ahmakça kibar ve hassas bir çocuk için
hiç adil değildi. Kolumu Taehyung'un omzuna
koydum ve bu büyütülecek bir olay değilmiş gibi
davranıp aç olup olmadığını sordum. Taehyung
başını salladı. “Polisler seni yeniden gördüklerine
memnun olup sana yiyecek aldılar mı?” diye sordum
ama Taehyung cevap vermedi.

Güneş ışığında yürüdük. Yüreğimde, soğuk bir rüzgar
esti. Eğer ben böyle hissediyorsam, kim bilir o nasıl
hissediyordu? Kalbi ne kadar yıpranmış ve kırılmıştı?
Kırılacak bir kalbi kalmış mıydı? Yüreğinde ne acılar
vardı… Bütün bunları düşünürken, Taehyung’a
bakamadım, onun yerine gökyüzüne baktım.

Hoseok
20 Mayıs, Yıl 22

O bulanık güneş ışığında bir uçak geçiyordu.
Taehyung'un sırtındaki yaraları ilk görüşüm onunla
Namjoon'un konteyner sığınağında tanıştığım
zamandı. Sırf bir tişört aldı diye ışıl ışıl gülen
Taehyung'a hiçbir şey söylemedim, ama yüreğimde
bir yer gürültüyle yere yığıldı.

Ailem hiç olmadı. Babamla hiç anım yok, ve annemle
olan anılarım da yalnızca 7 yaşıma kadar. Konu ailevi
acılara gelince, kimse benim kadar kıskanç olamazdı.
İnsanlar şöyle şeyler söylerdi; acımın üstesinden
gelmem gerektiği, kabullenip buna alışarak büyümem
gerektiği. Buna razı olup affetmem gerektiği. Ancak
bunu yaptığın zaman, yaşayabilirsin. Bilmediğimden
değildi bunu yapamamam. Bu bir ret değildi çünkü
istemiyordum. Sırf denediğiniz için bir şeyleri
başaramazsınız. Kimse bana bunun nasıl yapılacağını
da söylemedi. Dünya bana eski yaralarım iyileşmeden
yenilerini vermişti. Dünya'da yarası olmayan kimse
yoktu biliyordum. Ama neden birinin bu kadar derin
yaralara ihtiyacı olsun ki? Neden gerekliydi? Neden
böyle şeyler olmak zorundaydı?

Hoseok
20 Mayıs, Yıl 22

''Sorun değil, hyung. Tek başıma gidebilirim.''
Taehyung yol ayrımında söyledi. ''Biliyorum velet.''
Ona hiç aldırış etmedim ve önüne geçtim. ''Sana
iyiyim dedim. Bak, hiçbir şeyim yok.'' Taehyung
gülümsemeye çalıştı. Cevap vermedim. İyi olmasının
imkanı yoktu. İyi değildi ama bunu kabul etmiyordu.
Sürekli başından savıyordu, huyu böyleydi. Taehyung
kapüşonunu örttü ve beni takip etti. ''Gerçekten aç
değil misin?'' Taehyung'un evine doğru giden yola
yaklaşırken sordum. Taehyung aptalca
gülümsemesiyle gülümsedi ve başını salladı.
Gerileyen sırtına baktım ve kafamı çevirdim. İkimizin
de yürüdüğü yollar dar ve ıssızdı. İkimiz de yalnızdık.
Telefonum çaldığında hemen dönüp arkama baktım.

Taehyung
20 Mayıs, Yıl 22

Ellerime baktım. Kanla kaplanmışlardı. Bir anda
dizlerim tutmaz oldu. Yere düşüyordum ki biri beni
tuttu. Güneşin loş ışığı pencereden içeri sızıyordu. Biri
ağlıyor, Hoseok hyung tek kelime etmeden ayakta
dikiliyordu. Kirli ev eşyaları ve battaniye sanki hep
oradaymış gibi çevreye saçılmıştı. Babamın olduğu
yerde kimse yoktu. Odadan ne zaman ve nasıl çıktığını
hatırlamıyordum.
Ona saldırdığım anki öfke ve üzüntü hala içimde bir
yerlerdeydi. Onu bıçaklamaktan beni geri tutan şey
neydi bilmiyordum. Çıldıracakmış gibi çarpan kalbimi
nasıl rahatlatacağımı bilmiyordum. Babamı öldürmek
istememiştim, kendim ölmek istemiştim. Elimde olsa o
an ölürdüm. Ağlamadım. Ağlamak, bağırmak, her şeyi
tekmeleyip parçalamak istedim. Her şeyi mahvetmek
istedim ama hiçbirini yapamadım.
"Hyung, üzgünüm. Ben iyiyim, git artık." Sesim
kalbimdeki yangına karşın oldukça durgun çıkmıştı.
Kendi sesim değil gibiydi. Beni pek bırakmak istiyor
gibi görünmeyen hyung’umu yolcu ettim ve ardından
ellerime baktım. Kanım beyaz bandajda lekeler
bırakmıştı. Babamı kesmek yerine elimdeki içki şişesiyle
yere düşmüştüm ve şişe kırılıp elimi kesmişti. Gözlerimi
kapadığımda dünya etrafımda dönüyor gibiydi.

Taehyung
20 Mayıs, Yıl 22

Ne düşünmeliydim, ne yapmalıydım, nasıl
yaşamalıydım... Kendime geldiğimde Namjoon
hyung’un telefon numarasına bakıyordum. Bu halde
bile-- hayır, bu halde olduğum için onun değerini
daha iyi anladım. Ona anlatmak istiyordum.
"Hyung, neredeyse babamı öldürüyordum. Beni
büyüten babamı, beni lanet olası her gün döven
babamı... Hayır, aslında onu öldürdüm. Onu çoğu kez
öldürdüm. Onu kalbimde, sayamayacağım kadar
fazla öldürdüm. Onu öldürmek istiyorum. Onu hemen
öldürmek istiyorum. Şu an ne yapmam gerektiğini
bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Hyung, şu an
sadece seni görmek istiyorum."

Taehyung
22 Mayıs, Yıl 22

Hyung beni aradığında ormanın içinden geçerken
arkamdaki şeyi fark etmiştim. Son zamanlarda çok
şey yaşanmıştı. Kimsenin duyamayacağı bir yere
geçip telefonu açtım. Adımlarımı yavaşlatarak denize
karşı ilerliyordum, sessizce hyungun yanından geçtim,
beni fark etmemişti. “Benden sadece bir yaş
büyüksün, ah hayır, gerçekten umurumda değil. Bu
konuda benim yapabileceğim bir şey yok nasılsa.”
Bir anda sırtımdan soğuk terler dökülmeye başladı,
tüm dünyam alt üst olmuştu. Sanki denizde tek
başıma boğuluyormuş gibiydim. Panik yapmıştım,
korkuyordum. Yalnız ve acınacak bir haldeydim.
Kızgındım. O kadar kızgındım ki kendimi daha fazla
tutamıyordum. Bir şeyler yapmak istiyordum, bir
şeylere vurmak, kırmak ve parçalamak istiyordum.
Yine de bir yanım hala ürküyordu. Damarlarımda
babamın kanı dolandığı için miydi? Acaba ben de mi
onun gibiydim? İçimdeki şiddete eğilim kalıtsal
mıydı? Yıllardır acımasız benliğime ördüğüm bu
duvar parçalanmaya başlamıştı.

Namjoon
22 Mayıs, Yıl 22

“Sadece bir yaş fark var. Hayır, kimse öyle bir şey
söylemedi. Ben onun abisiyim. Biliyorum. Ama hep
küçük bir çocuk olarak kalmayacak. Artık bir şeyler
öğrenmesinin zamanı gelmedi mi diyorum sadece.
Anladım. Kızmadım. Özür dilerim.”
Telefonu kapattım ve gözlerimi yere diktim. Çam
ormanında nemli bir okyanus rüzgârı esti. Göğsüm o
kadar sıkışıyordu ki, patlayacak sandım. Kumlu ve
çamurlu zeminde karıncalar sıraya girmiş, bir yere
gidiyordu. Benden fiziksel ve sembolik olarak çok
daha büyük biri; bir yere gittiğimi, gitmemin sebebini
ve sonumun ne olacağını net bir şekilde görebilir
miydi?

Ailemi sevmediğimden ya da kardeşimi merak
etmediğimden değil. Elimde olsa sırtımı dönmek
isterdim, ama kendim olmaktan vazgeçemediğimden
tabii ki de bunu yapamadım. Durum böyleyken,
çabalamanın, kızmanın, boşa uğraşmanın ve terk
edip gitmek istemenin ne anlamı vardı?

Namjoon
22 Mayıs, Yıl 22

Biraz uzakta birinin sırtını görüyordum, benim gibi
donup kalmış biri. Jungkook’tu. Bir ara, Jungkook
şöyle bir şey söyledi, “Abim gibi bir yetişkin olmak
istiyorum.” O zamanlar ona söyleyemedim. Benim
çok iyi bir yetişkin olmadığımı, hatta bir yetişkin bile
olmadığımı. Böyle bir şey söylersem zalim
görünürdüm. Olması gerektiği gibi sevilmemiş, ilgi
görmemiş ve güven duygusunu yaşamamış birine
yaşının büyümesinin, boyunun uzamasının ve biraz
daha uzun yaşamanın insanı yetişkin yapmadığını
nasıl söyleyebilirdim? Jungkook’a hayatın bana
davrandığından daha iyi davranmasını umuyordum
ama bu süreçte ona yardım edeceğimin sözünü
veremedim. Yanına gittim ve kolumu omzuna attım.
Jungkook kafasını kaldırıp bana baktı.

Jungkook
22 Mayıs, Yıl 22

Bedenimin havada süzüldüğünü sanıyordum fakat
farkına bile varmadan sert bir zemin ile buluştum. Bir
süre boyunca hiçbir şey hissedemedim. Tek
hissettiğim bedenimin dayanılmaz bir şekilde ağır
olduğuydu, göz kapaklarımı bile açamıyordum. Ne
yutkunabiliyordum, ne de nefes alabiliyordum.
Bilincimi kaybediyordum, etrafımdaki her şey yavaş
yavaş karanlıkta kaybolmaya başlıyordu.

Sonrasında tüm bedenim sanki şoklanmış gibi
sarsılmaya başlamıştı. Tam olarak vücudumun hangi
parçası acı içindeydi bilmiyordum ve susamıştım.
Tam o sırada bilinçsizce gözlerimi açtım. Kumla
dolmuşçasına buğulu olan görüş alanımda parlak bir
şeyin süzüldüğünü fark ettim. Başta ışık olduğunu
sandım ama değildi. Parlak, büyük ve pusluydu.
Hareket etmeden havada süzülüyordu. Uzunca bir
süre gözlerimi ayıramamıştım ondan, giderek
belirginleşmeye başlamıştı. Ay’dı bu.

Jungkook
22 Mayıs, Yıl 22

Başım geriye doğru mu eğikti emin değilim ama tüm
dünya tepetaklak olmuştu. O dünyada ay bile tersti.
Nefes almak istedim, öksürmeye çalıştım lakin
hareket edemedim. İçimi bir ürperti bürümüştü.
Korkmuştum. Konuşmaya çalışmıştım ama ağzımdan
dökülmüyordu kelimeler. Gözlerimi kapatmadığım
halde etrafım kapkaranlıktı. Bilincimi yavaş yavaş
kaybederken biri benimle konuşmaya başladı.

“Yaşamak ölmekten daha çok acı verecek, yine de
devam etmek istiyor musun yaşamaya?”

Hoseok
31 Mayıs, Yıl 22

Aniden nefesim kesildi ve aynadaki bakışlarımdan
kaçtım. Uzun bir süre dans etmemin ardından,
güçlükle nefes alıyordum. Ama sebebinin bu
olduğunu sanmıyorum. Onun anneme benzediğini
düşündüm. Hayır, bu tarif edilebilecek ve
açıklanabilecek bir şey değildi. 10 yıldır birbirimizi
tanıyor olmamıza rağmen, (arkadaşımın) yüzüne
bakamıyordum. Dans etmeyi, düşmeyi, zorlukların
üstesinden gelmeyi, birbirimizi cesaretlendirmeyi
veya terli bir şekilde yerde uzanmayı ve birbimize
havlu atarak şakalaşmayı beraber öğrenmiştik. O
anda, daha önceden yaşadığım bir duyguyu
hissettim. Ama hemen yerinden kalktım. Köşeyi
döndüm ve sırtımı duvara yasladım. Düşüncelerimi
düzenlemek istiyordum fakat nefesimi bile
yatıştıramıyordum ve "Hoseok-ah nereye
gidiyorsun?" diyen bir ses duydum. Kimin sesiydi bu?
Birisinin sesi miydi? "Hoseok-ah" diye çağırıyordu ses.
Şimdi tam hatırlamasam da, o sesi beni 19 yaşıma
tekrar götürdü.

Yoongi
8 Haziran, Yıl 22

Tişörtümü yeniden çıkardım. Aynadaki kişi bana
benzemiyordu. Nereden bakarsam bakayım, üzerinde
'HAYAL ET' yazan tişört benim giyeceğim tarzda
değildi. Kırmızı rengi, 'HAYAL ET' yazısı, üzerime
sıkıca oturuşu, hiç sevdiğim şeyler değildi. Sinirlenip
bir sigara aldım ve çakmak aramaya başladım.
Pantolonumun cebinde olmadığı için çantama
baktım. İrkilmişti, çakmağımı elimden aldı ve bana
lolipop ile o tişörtü fırlattı.

Başımı kaşıyarak yerimden kalktım. Telefonumundan
bir mesaj sesi gelmişti. Mesajı yollayan kişinin 3
harften oluşan adını ekranda görünce, etraftaki her
şey aydınlanmaya başladı ve kalbim tekledi. Mesajı
okudum ve sigarayı ikiye böldüm. Bir süre sonra,
gülümseyen yüzümü gördüm aynada. Üzerinde
'hayal et' yazılı, dar kırmızı tişörtü giymiş ve aptal
gibi gülüyordum çünkü nedenini bilmediğim bir
şekilde iyi hissediyordum.

Yoongi
15 Haziran, Yıl 22

Kafamda çalan müziğin sesi dışında hiçbir şeyin
farkında değildim. Ne kadar içtiğimin ya da nerede
olduğumun ya da ne yaptığımın. Bilmiyordum ve
önemli değildi. Sendeleyerek dışarı çıktığımda çoktan
gece olmuştu. Sallanarak yürüdüm. Yayalara, haber
büfelerine (klübelerine) duvarlara çarptım.
Umurumda değildi. Sadece her şeyi unutmak istedim.
Jimin’in sesi hala kulaklarımda çınlıyordu. “Hyung,
Jungkook…” Sonra hatırladığım şey hastanenin
merdivenlerinden yukarı deli gibi çıktığımdı.
Hastanenin koridoru tuhaf bir şekilde uzun ve
karanlıktı. Hastane kıyafetleri giyen insanların
yanından geçtim. Kalbim küt küt atıyordu. Herkesin
yüzü çok solgundu. Yüzlerinde hiç ifade yoktu. Hepsi
ölü gibiydi. Nefesimin sesi kafamın içinde çok sertti.
Kapısı hafif açık olan odanın içinde, Jungkook
yatıyordu. Fark etmeden kafamı çevirdim. Ona
bakamadım. O sırada aniden bir piyano sesi, ateş sesi
ve bir binanın çökme sesini duydum. Kafamı
kavradım ve yere çöktüm. “Bu senin hatan. Eğer sen
olmasaydın…” Annemin sesiydi—hayır, benim
sesim—hayır, birinin sesi. O sözlerde sayısız anılarla
acı çektim.


Click to View FlipBook Version