YAZ KUŞU ARALIK eyvallah
Necla Topçı 2015 edebiyat ve fikir dergisi
sayı:1
güzel bir öğle sonrası portakal taşıyan hamal
vefada çıplak ayaklarıyla çocuklar 2
kireçlere basıyorlar ikindi sonrası İnceleme:
gölgede titriyor papatya Zarifoğlu ve Exupèry
bulsam ikindi vakti ışıklarını 14
alnından öpmek isterdim. Söyleşi:
kanatlı sokaklardan geçerken bedenim Aykut Ertuğrul
mevsimsiz sözleri aralıyorum:
34
gün ışırken kalbim Öykü:
“seni bir yaz kuşu dinler gibi dinler” Kalan Kuşlar Senfonisi
Yıl:1 Sayı:1 Aralık 2015 Sunuş
edebiyat ve fikir dergisi
altı ayda bir çıkar “Örnek ve Önder Şahsiyetler” yetiştirmek ide-
ali ile belirlediği hedefleri gerçekleştirmek için
Maltepe Orhangazi Anadolu İmam Hatip Lisesi bütün gayretiyle çalışan Maltepe Orhangazi
Müdürlüğü Adına İmtiyaz Sahibi: Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin yönetici, öğret-
Hamdi Kocakaya men ve öğrencileri yeni bir dergi ile daha irfan
yolculuğuna devam ediyor. Geçen yıl çıkardığı-
Genel Yayın Yönetmeni: mız KALAN SAĞLAR’dan sonra beğenilerinizi
Ömer Fatih Andı kazanacağını düşünerek sizlere şimdi de EY-
VALLAH diyoruz.
Yayın Editörü:
Hayati Ahmet Helvacı Okulumuzda yayınlanan bu dergilerle öğrenci-
lerimize, yazı alanında okul içinde verimli bir
Yayın Kurulu: sanat, edebiyat ve kültür ortamı sunmuş olu-
Meryem Betül Koçak yoruz. Zira her dergi, ilgilisi için bir öğrenme,
Şuhedanur Hacıalioğlu öğrendiklerini paylaşma faaliyetlerinin yürü-
Necla Topçı tüldüğü “hür düşüncenin kalesi”dir.
Abdulvahap Bayrak Mazeretlerin başarıyı gölgelememesi gerektiği
bilinciyle bahanesiz çalışıyor, başarmanın zev-
İnceleme Kurulu: kini, mutluluğunu sizlerle paylaşmak istiyo-
Ayşe Betül Kaya ruz. Bu çalışmalarda emeği geçen saygıdeğer
Mustafa Balcı öğretmenlerime, sevgili öğrencilerime teşek-
Ömer Hatunoğlu kür ediyor, EYVALLAH’ın yeni dergi ve proje
Umut Kansoy çalışmalarına öncülük etmesini temenni ediyo-
Şahika Böğürcü rum.
Ayşe Karanfil
“Düşler düşsün toprağa
Grafik-Tasarım: Sulansın gayetle, terle
Fidan çınara muştu
Atölye Balık Yücelsin yiğitlerle”
/ Rumeysa Temiz
Hamdi KOCAKAYA
Sosyal Medya: Okul Müdürü
facebook/EyvallahDergi
Yazışma Adresi:
Toros Cad. No:17 Cevizli,Maltepe/İstanbul
www.orhangazianadoluihl.meb.k12.com
1
İçindekiler:
6
Necla Topçı
İNSAN VE ULAŞILMAZLIK
21 SİZ HİÇ AVM’ YE GİTTİNİZ Mİ?
2 Ben Bir Kez Gittim, Kör Oldum.
Ömer Fatih Andı
AVRUPA’NIN KUDÜS’Ü: 25
BOSNA HERSEK
Şuhedanur Hacıalioğlu
14 ALİYA VE 32
AYKUT ERTUĞRUL İSLÂM
İLE SÖYLEŞİ: DEKLARASYONU
“CEVAPLARIM
UZUN OLABİLİR
AMA HİÇBİR CEVAP
KOLAY DEĞİLDİR”
30
Abdulvahap Bayrak
34 KALAN KUŞLAR
SENFONİSİ
Hayati Ahmet Helvacı
38 YASTIĞIN KIYISINDAKİ ÖLÜM
Meryem Betül Koçak
3
İNCELEME
KÜÇÜK ŞEHZADE VE KÜÇÜK PRENS;
ZARİFOĞLU VE
EXUPÉRY
Ömer Fatih Andı
Küçük Prens’i ilk okuduğumda sanırım ilkokuldaydım. yıllar sonra “Mavi Gök Orada mı?” diye soracaktı. Hayatı-
Sonrasında çok kez bir daha okudum. Bugün geriye bak- nın son yıllarında ayağı toprağa bassa da çocuklar için yaz-
tığımda ve biri bana Exupéry’i sorduğunda aklıma iki şey dığı kitaplarla o bambaşka semalarda kanat çırpacaktı. Zira
geliyor. Biri: bu semalar yazarlar tarafından pek rağbet görmüyordu.
Zarifoğlu bunun farkına varacak ve şöyle diyecekti:
“Suyu temizliyor ayakların /gerçek mi gerçek/
savaş pilotu exupery’nin “Bir de bu alanda yalnızız. İsterdim ki Erdem Bayazıt,
parmaklarının suya dokunuşudur Rasim Özdenören, Sevinç Çokum, Mustafa Kutlu, ben, sen
çoğalan ibrahimlerle (M.Ruhi Şirin),Hüseyin Yorulmaz, Ali Haydar Haksal (…)
bir gelecek vakit habercisi Tarık Buğra, Ahmet Kekeç ve daha aklımıza şu anda gel-
yeniden çizdi kenti “ meyen bütün bir yazarlar kitlesi birer ikişer kitapla çocuk
Diye başlayan Nuri Pakdil’in Rahman şiiri. Ötekisi ise yayınlarına yönelmelilerdi. Ve şu konuşmadan haberdar
yine ilkokul yıllarında “çocuk kitaplarıyla” tanıştığım diğer oldukları takdirde yazarlarımızı çocuk kitapları yazmaya
bir yazar olan Cahit Zarifoğlu’nun Küçük Şehzade adlı ki- davet ediyordum.” (Konuşmalar,sf.116)
tabı. Az önce çocuk kitapları ifadesini kullansam da Küçük
Prens de, Küçük Şehzade de tam anlamıyla çocuk kitabı İsterseniz buradan devam edelim. Bir yeryüzü pilotumuz
sayılmaz. Belki şöyle bile söylenebilir: Zarifoğlu ve Exupéry ve bir gökyüzü pilotumuz var. İkisi de çocuk kitabı yazıyor.
bu kitaplara esasen kendi hayal güçlerinin sınırlarını daha Biri çocukların ikliminde Serçekuşlar ve Ağaçkakanlar uçu-
geniş tutmak için çocuk kitabı demiştir. Bunu Zarifoğlu’nun rurken büyüklerin tuhaf hallerini anlamaya çalışıyor. Öteki
kendisi de inkâr etmiyor: “Çocuk kitapları dendi bunlara ise bozulan uçağını yeniden uçurmanın derdindeyken bü-
ama şimdi tam anlamı ile çocuklara ulaşmadı. İlkin büyük- yüklük ve çocukluk arasında kalıyor, kitabını Leon Werth’e
ler okuyor. Herhâlde çocuklarına da verecekler.” (Konuş-
malar sf. 49) İsterseniz önce bu iki yazar üstünde konuşa-
lım. Exupéry, bir savaş pilotuydu. Pakdil onun için şöyle
söylüyor: “Exupéry bir cümlesini yerde yazdıysa diğer cüm-
lesini uçağında yazmıştır. Bu yüzden cümleleri arasından
sürekli motor sesleri gelir.”(Bir Yazarın Notları 1, sf.57)
Gelelim Zarifoğlu’na… Zarifoğlu’nun en büyük hayalle-
rinden biri uçak pilotu olmak idi. Hatta Türk hava Kurumu
Türk Kuşu Planör Kampında ağabeyi Sait Zarifoğlu ile uçuş
eğitimi hakkı kazanmıştı. (bkz:7edi Güzel Adam-Cahit Zari-
foğlu Belgeseli) Jet pilotu olmak istese de kulağındaki bir
rahatsızlık yüzünden vazgeçmek zorunda kalan Zarifoğlu
4
ithaf ettikten sonra “Leon Werth’in çocukluğuna” ithaf yok olması gerekecekti. İşin enteresan tarafı Küçük Prens
ederek yanlışını düzeltiyordu. Çünkü Exupéry çocukların yok olduktan bir süre sonra Exupéry de kaybolacaktı. İkinci
dünya algısına güveniyordu onlardaki masumiyet damarı- Dünya Savaşı’nda uçağı ile birlikte yitecek ve nerede oldu-
nı biliyor ve büyüklerin bu hal tuhaflığını onların gözünden ğu bilinemeyecekti.
anlatarak kendi büyüklüğüne bir tenkitte bulunuyordu.
Exupéry ne kadar büyüklerden olsa da reyini küçüklerden Gökyüzü pilotunun uçağıyla yitişinden kırk üç yıl sonra
yani çocuklardan yana kullanıyordu. Zarifoğlu da çocuklar yeryüzü pilotu da vefat edecekti. Ne olursa olsun büyükler
için yazma sebebini böyle açıklıyordu: Katıraslan’ın peşinde koşmaya devam edecekti... Ve böyle-
ce Küçük Şehzade’nin de Küçük Prensin de soruları cevap-
“Çocukların safiyeti ve günahsızlıklarından gelen bir ra- sız kalacaktı.
hatlık bu… Belki de büyüklerin çekişmelerle dolu dünyasın-
dan bir kaçış.”(Konuşmalar,sf.79)
Exupéry de aslında “büyüklerin çekişmelerle dolu dün-
yasından kaçmak için” uçağını çöle düşürüyordu ve karşı-
sında Küçük Prens’i buluyordu. Ama Exupéry’nin yetişkin
oluşuyla tam anlamıyla yüzleşebilmesi için Küçük Prens’in
5
GÜNLÜK
GÜNLÜK AĞACI
Necla Topçı
“bir ağaç adıdır aslında günlük
oturursun birkaç,onun altında”
İbrahim Tenekeci
16.6.2015 / İstanbul Sadece Ramazan’da oruç tutan, namaz kılan, koca yıl bir
Gördüğümüz bir nesne ya da olayı zihnimizde nasıl olu- kere yüzüne bakmadığı Kur’an’ı dinlemeye çalışan kişi ka-
yor da bunca yıl bütün tafsilatıyla saklayabiliyoruz. Şaşırı- fasındaki “kutsal ay” kalıbı ile hareket ediyor ve bir arpa
yorum. Bunlara bir de rüyalar ekleniyor. Makine veya insan boyu yolalamıyor. Çünkü İslam zamanı ve mekânı kuşatan
üretimi olan her şeyin nihayeti var ama kusursuz yaratılışın sosyal bir dindir. Onu yalnız bir aya hasretmek cahilliktir.
bir nihayeti yok. Eskiden beri insanların yapay olan şeylere Bizim dünyamız yani Müslümanın dünyası ve zamanı kısıtlı
şaşırması bana çok ucuz gelir. Söz gelimi icat edilen bir alet olamayan, kalıba sığmayan her an taşan bir şey olmalıdır.
yeni piyasaya çıktığı ve öncesinde olmadığı için insanları Bu bağlamda oluşturmaya çalışılan salt ramazan ayı yapay-
hayrete düşürüyor fakat her zaman var olan şeye aynı ilgi dır... Niye mi böyle söylüyorum?
gösterilmiyor. Sanki bir zorunluluk varmış da Yaratıcı onu
yaratmaya mecburmuş gibi bir algı oluşuyor. … Güzel bir Bakınız: Ramazan’da ortaya çıkan Oruç Baba müritleri
günün ardından sabah kuş sesleri ve ara ara bu kuş ses- ve televizyonda ne yememiz gerekenleri söyleyen malum
lerini kesen araba sesleri arasında bu satırları yazmak iyi kişiler…
geliyor yaralarıma. Yarın yepyeni bir gün olacak ve bizim
aynı gördüğümüz fakat farklı bir yaratılışla güneşimiz bata- 14.6.2015/ İstanbul
cak. Biricikliğimizi zamanda dahi gösteren Rabbime ham- Bugüne rüya ile başladım. Rüyaların tesiri büyük ben-
dolsun. de… Aklım almıyor rüyaları… Hani Necip Fazıl : “gözsüz gö-
13.6.2015/ İstanbul rüyorum rüyada nasıl?” diyor ya biraz o hesap. … Yaptığım
Yürüyorum öylece ve sadece… Aklımızda onca kelime rutin işler arasında şunu fark ettim. Her an düşünüyorum.
ve yığın varken yaşamaya çalışmak (hatta zorunda olmak) Rafa bardak koyarken ya da annemle konuşurken hep dü-
hakikaten zor. Yaşamak dediğimiz şey tam olarak bu olabi- şünüyorum. Bu düşünceler bana anı yaşatmıyor. Yani söz
lir mi? Günlerin geçmediği günlerim geçti. Estikçe bir gün gelimi ben yemek yaparken gireceğim sınavı düşünüyor
ayırmalı insan kendine. Fazla bir şey değil bir çay molası ,“Acaba yapabilecek miyim?” kaygısını taşıyorum ve dahi
bile yetebilir insana. Çünkü o gün ya da o an insan sadece farkında olmadan elimde duran mucizeyi göremiyorum.
kendisini dinler sadece içine bakar ve dokunur… Ama çoğu Her şeyi bir kenara bırakıp elimde tuttuğun dünya nime-
zaman öyle bir günü kendimizden bilerek esirgeriz. tinden yola çıksam bütün sorunlarım çözülecek biliyorum.
18.6.2015/İstanbul Ama ben kaygıyı tercih ediyorum. İnsan en çok kendine
Bugün Ramazan ayının birinci günü… Mutluyum. Aynı zulmediyor; bunu hissediyorum.
olan şeyleri birbirinden ayıran anlamdır. Bir şeye verdiği-
miz değer aslında bizim zihnimizde o nesneye yahut ola- 20.6.2015/ İstanbul
ya karşılık gelen anlam anlamındadır. Aslına bakarsanız Sahur vakti pencereden etrafı izliyorum. Yanan ışıklar
çoğu insana göre Ramazan ayının diğer aylardan hiçbir aydınlatıyor gönül içimi. Hareket diyorum içimden, insanı
farkı yoktur. Bizim için önemli olan Yüce Allah’ın işaret et- besleyen yegâne şey hareket. Durağan ve sıradan olan şey-
tiği manadır. Bu bilinçte olmak insanı diri tutan bir şeydir. ler, karşısında durmakta olana boşluktan başka hiçbir şey
6
hissettirmiyor. Oruç tutarken tabi hareketin dışına çıkıyo- Her ayet insanın idrak kapılarının açılmasına vesile olur.
ruz fakat durmuyoruz her an hareketle donanıyoruz. Biz O yüzden Rabbimiz “Ne kadar az okuyorsunuz” yerine “Ne
farkında olmadan bedenimiz işliyor ve zihnimiz yaşarken kadar az düşünüyorsunuz !” buyurmaktadır. İşte yukarıda-
farkına varmadığımız anıların ayrıntıları ile meşgul oluyor. ki ayettin son kısmında geçen helak olan nesillerin sesle-
Çok şey var hayatımızda. Gemi batarken filikaya sadece rini duymayı ya da hissetmeyi düşünüyorum. Düşüncesi
kendimizin binebileceğini hep unutuyoruz. Öyleyse hatır- bile ürpertiyor. Can çekişmeler ve inlemeler arasında piş-
layalım. manlığın fayda vermeyeceğini Rabbim “işitiyor musunuz”
derken idrakimizin duymadan görmeden ve hissetmeden
22.6.2015/ İstanbul uyanmasını istiyor. İşte böylelikle uyanmayan kalp mühür-
İstemeden kurulan hayaller ne kadar acıtabilir insanın lü sayılıyor.
canını… Hangi şey hayal bile olsa insanı kahreder? Birini
kaybetmek mi? Yalnız kalmak mı? Küçük bir çocuğun dol- 26.6.2015/ İstanbul
muş gözlerine bakmak mı? Ya da vasıtasız göremediğimiz Güzel insanların varlığı her zaman insanı mutlu etme-
yüzümüzün kıvrımlarına bakmak mı? ye yeter. İnsan hayatta en çok bu güzel dediği insanlardan
destek görmek ister. Destek sadece gönlü hoş tutan sözler-
23.6.2015/ İstanbul le de yapılmaz. Söz gelimi dostun söylediği ‘yapma’ sözü
Nurettin Topçu “Merhametin olmadığı yerde insanda en büyük destektir. Çünkü insan içinde olduğu şeyi tam an-
yoktur” diyor. Doğru. Zalim kimselerin hiçbiri merhamet- lamıyla göremez ve dışarıdan bir gözün yardımına ihtiyaç
ten nasibini almamıştır. Onlar tam olarak vicdandan yok- duyar. Bence yapılan yanlışın söylenmesi ve düzeltilmesine
sun kan emicilerdir. Düşünmüyorlar hayvanca yaşamayı vesile olmak ise en güzel destektir diye düşünüyorum.
yaşamak sanıyor ve bunu nasıl haklı gösterebiliriz ’in yolla- 28.6.2015/ İstanbul
rını arıyorlar. Ümmet coğrafyası zor günlerden geçiyor. Biz Bir insanı tanımak görülen davranışlarından görünme-
buna imtihan diyoruz. Fakat dünyaya gelme amacımızı her yen kısımlarını çıkarmaktır. Mesela biriyle otobüste tanı-
fırsatta sorgulamamız gerekirken kolaylıkla başka yollara şıyorsak çoğu zaman adını öğrenmeden sohbet ederiz. O
sapabiliyoruz. Mesela günlük işlerde bile ne olacak diye- insanın yolculuk esnasında nelere dikkat ettiğini en ince
rek birçok hataya düşüyoruz. Farkında olmadan en büyük ayrıntılarına kadar öğreniriz. Fakat düşünceleri hakkında
zalim biz oluyoruz. İnsan samimiyetsiz olduğu her an zalim bir fikrimiz yoktur. Aslında azıcık düşündüğümüz zaman
olmaya devam edecektir çünkü samimiyet saflığı ve fıtratı yani vasıtayı vasıta olarak kullanarak o insanın olaylar kar-
temsil etmektedir. Fıtrata uygun olmayan her şey ölmeye şısında nasıl tepkiler verebileceğini çözebiliriz.
mahkûmdur.
25.6.2015/ İstanbul 7
“(Ey Muhammed!) Biz, Allah’a karşı gelmekten sakınan-
ları Kur’an ile müjdeleyesin, inat eden bir topluluğu da
uyarasın diye, onu senin dilin ile (indirip) kolaylaştırdık. Biz
onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Onlardan hiçbiri-
ni hissediyor yahut onların bir fısıltısını olsun işitiyor mu-
sun?” (Meryem Sûresi / 97-98)
DÜŞÜNCE
İNSAN VE ULAŞILMAZLIK
KAVRAMI ÜZERİNE
Meryem Betül Koçak
Hz. Âdem’in yaratılmasıyla beraber barınma kültü- geri alabileceğini ve en iyi şekilde değerlendirmemiz
rü oluşmaya başladı ve ardından güvenlik kültürü… gerektiğini unutmamaktır.
İşte böylelikle şehirler yani medeniyetler inşa edildi.
O zamandan bu yana ise insanoğlu bir şeylere sahip İkinci tür sahiplik ise aslında herkesin ilk anda aklı-
olmaya başladı. Sahipliği iki kısımda inceleyebiliriz; na gelen maddi sahiplik… Nasıl ki kitap, araba, kıya-
birincisi manevi sahiplik. Bu başlığın altında olumlu fet, ev gibi birçok şey bizim sahipliğimizdeyse anne,
veya olumsuz birçok şeyi toplayabiliriz. Bir makama baba, eş, çocuk, arkadaş ve çevremizdeki insanlar da
veya mevkie sahip olmak, sözü geçerli bir birey ol- bizim sahipliğimizdedir (Şarkıcı, futbolcu, yazarları ise
mak (söz sahibi olmak), bir şarkı dinlediğinde veya belki hayranlıktan belki ilgimizden dolayı ister iste-
şiir okuduğunda sanki kendi söylemiş, yazmış gibi mez sahipleniriz, takip ederiz, bizim en yakınımız olur
bağlanmak (ruh haline, zamana veya mekâna göre zaman içerisinde fark etmesek de). İnsanlarla ilgili
değişen bu durum daha çok gönül bağıyla ilgili, di- olan sahiplik deyince aklımıza ne gelmeli? Herhangi
ğer iki durumdan farklı). Bu tarz sahiplikteki amaç bir nesne gibi sahiplenmesek de onlarla kurduğumuz
insanın kendini bir şekilde tanıtması veya kanıtlaması gönül bağı, konuştuklarımız veya birlikte geçirdiğimiz
diyebiliriz. Övgüyü ve böbürlenmeyi sevdiğimiz için vakitler birbirimize kenetlenmemizi yani sahiplenme-
cazibeli bir yanı olduğunu inkâr edemeyiz. Önemli mizi doğuruyor.
olan ise bu imkânların/durumların bize Allah tarafın-
dan bahşedildiğini, bize verilen bu nimetleri O isterse
8
Oyimsakkainoınyızenoilaşbeiyliiryaemniadeyna elde etme
eskisini?
Çoğumuzun bildiği üzere arkadaş kelimesinin asıl Şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp olaya farklı
anlamı: arkanı iyi günde kötü günde korkmadan, tüm bir açıdan bakıp asıl anlatmak istediğim konuya gel-
benliğinle güvenerek sırt sırta verilen kişidir. Hal böy- mek istiyorum. İlk aldığınız çantayı, kitabı, kıyafeti,
le olunca da arkadaşı sahiplenmemiz çok doğal bir arabayı, ayakkabıyı düşünün. Mesela ayakkabıyı ele
durum. Aynı zamanda bir tanıdığımızın verdiği sırrı alırsak; nasıl da gözünüz gibi bakardınız ona ilk za-
saklamak veya onun sahip olduğu herhangi bir nes- manlar! Sık sık tozunu siler, bağcığına bir şey olma-
neyi muhafaza etmek de sahiplenmenin işaretidir. Bu sın, üzerine kimse basmasın diye canınız giderdi. Son-
bahsettiklerim birbirinden alakasız gibi görünse de ra ne oldu? O ilk heyecan, ilk bağlılık kayboldu. Belki
külli bir bakış yansıttığımızda yapbozda birbirini ta- üzerine bir yenisi hatta iki, üç yenisi eklendi. Sonra
mamlayan parçalardır. her şey gibi sıradanlaştı. Sizin gözünüzdeki büyüsünü,
rengini kaybetti. Aldığımız her nefes, merhaba dedi-
Bir de eşyalara olan aitlik duygumuzun ne tür bo- ğimiz her yeni gün gibi bir bir solmaya başladı. Artık
yutları var onlara göz atalım. Eşyalar... Cansız var- biri üzerine basmış, bir yeri lekelenmiş umurunuzda
lıklar dünyası... Bir nesneyle vakit geçirmemiz, onu değil! Oysa nasıl ulaşmıştınız ona? Belki günlerce ha-
kullanmamız o nesneye anlam katıyor ve kaybetme yalini kurmuştunuz çok zor şartlar altında almıştınız
düşüncesi bile en derinden sarsılmamıza yetiyor. Yeni belki en yakın dostunuz hediye etmişti size.
aldığınız bir eşyayı kaybettiğinizi düşünün bir de uzun
yıllardan beri kullandığınız veya sakladığınız bir eşya- Eşyaların da bir dilinin ve kalbinin olduğunu bilen
yı. Hangisini kaybettiğinizde veya hasar verildiğinde insan eşyanın kıymetini bilir, kıymetini bilen insan ve-
üzülürsünüz? Sanki şöyle der gibisiniz: “Yeni bir eşya reni bilir, vereni bilen insan kendini bilir.
adı üstünde yeni; daha kullanmamışım hem de para
vermişim, tabi ki de bu beni üzer.” Bizi biz yapan ve bize bizi hatırlatan her şeye son-
suz şükür ve selam olsun.
Oysa ki o yeni şeyi yeniden elde etme imkanınız
olabilir ama ya eskisini? Ona olan aitliğiniz, sizin hep Yazımı Muhyiddin Şekur`un Su Üstüne Yazı Yazmak
gözünüzün önünde duran veya bir köşede sakladığı- kitabından aldığım bir cümleyle bitirmek istiyorum:
nız, başkalarının kullanmasına bile izin veremediğiniz “Yürümek isteyen bütün ağırlıklarını bırakmalı, ya-
o şey... şamak isteyen ölmeli.”
9
ÖYKÜ
KAYIT
Hayati Ahmet Helvacı
“İnsanı acıtan şey hayal kırıklıkları değil yaşanması
mümkünken yaşanamayan mutluluklardır.”
Fyodor Dostoyevski
Bir seneye yakındır onlarca kez yaptığını bir kez daha raktan alamazdı. İşte o zaman dışarıda bir gümbürtü ko-
tekrarlıyordu. İş görüşmesine gitmek için evden henüz par, otobüsün bir yerine tekme atılır bir cam aralığından
çıkmıştı. Her görüşmeye aynı takım elbiseyle gitmesine içeri illaki bir küfür sızardı. O küfürlerden birini duyunca
rağmen, ilk defa giyiyormuşçasına bir hevesle giyiniyor, yüzünü ekşitti. Ama neyse, umursamamayı huy edinmişti;
genelde gömleğin manşetinin altından ucu görünen, çalış- Annesinin laflarını, babasının hakaretlerini ve içeri sızan
madığını kimsenin bilmediği Rolex marka saatini de takıp küfürleri… Ve ardında homurtular, sallantılar, birkaç ani
yola koyuluyordu. İnce uzundu, elmacık kemikleri belirgin, fren, kornalar… Dalmıştı. Otobüsün yol verdiği ambulansın
çenesi hafif çıkık, yüzü yuvarlaktı. Hevesle giydiği takım üs- siren sesi ile irkildi. İneceği durağa geliyordu. Birazdan
tüne oturmuyor, bol geliyordu. Bir de kemik gözlüğü vardı;
dinlendirici… Ona entelektüel bir hava katıyordu. Zaten o .
da bunu bildiği için takıyordu. .
indi.
Birçok iş görüşmesinde ilk başta olur gözüyle bakıyorlar Aktarmasız geldiği ilk görüşme idi. Anlayacağınız evine
ama daha sonra hep aynı sebepten seçilen kişi olamıyor- çok uzak sayılmaz gideceği yer…
du. Duruşuyla üniversiteli ve birikimli bir gençten kalır yanı Elindeki gazete kupüründe yazan adrese göre başvura-
olmasa da diploma gerekliydi işte. Her ne kadar her gün cağı yer iki sokak ötedeydi. Geldiği yerde görmeye alışık
hevesle giyinse de bu görüşme için aynı durumdan bah- olmadığı güzellikte bir parkı adım adım geçiyordu. Sokağın
sedilemezdi. İstediği işlere başvuramıyordu. Bunlar için de sonunda küçük çıraklı bir bakkal vardı. Çıraklı diyoruz çünkü
ailesi zorluyor, annesi her defasında böyle giderse kimse- az sonra sağa döneceği yerin kapalı olduğunu görecek ve
nin ona kız vermeyeceğinden bahsediyordu. Hâlbuki aldığı bakkala yolu soracaktı. Bakkal da çıraktan yolu göstermesi-
kitaplarla birlikte evde olmak yeterdi. ni isteyecekti. “Birazdan” dediklerimizin hepsi oldu. Bunlar
olurken bakkaldaki eski tip radyoda Barış Manço çaldığı-
Otobüs gelmişti. En iyi geçen iş görüşmesine giderken nı duyuyordu, bu ona bambaşka şeyler hatırlattı. Çırağın
oturduğu yere oturdu. Gönülsüz olsa da bu işi istemek zo- peşi sıra küçük bakkal dükkânından çıktı. Çırak ona bugün
rundaydı. Yolda giderken güzel arabalarının içinde güzel ajansa ı soran bilmem kaçıncı kişi olduğunu söyledi. Ardın-
eşleriyle seyahat eden yüzlerce insan görüyordu. İmren- dan oyuncu olup olmadığını sordu. O da ajansa oyunculuk
miyordu. Sadece tıka basa dolu bir otobüsten geniş rahat başvurusu için değil sekreter olmak için başvuracağını söy-
bir arabaya bakarken yaşanılan o duyguyu yaşıyordu. Etra- ledi. Çırağa teşekkür ettiğinde verilen adrese gelmişlerdi
fındaki insanlar ona ağırlık yapıyordu. Bir erkek olmasına bile. Diğer başvurduğu şirketlerin aksine kapının önünde
rağmen hayli narindi. Lakabı da lüks araçlar yoktu. Kontrol sensörü, dönen otomatik kapı
da yoktu. Eski tip bir binaya girdi. Otobüs homurtularına
. benzer bir sesler çıkaran bu asansör yukarı çıkana kadar
. katiliniz olabilirdi. Kendini sağ salim “P.OP. Ajans” yazan
kapının önüne attı. Kapıyı tıkladı, bir kere daha ve bir kere
Zeki Müren’di zaten. Sa-
dece narinliğinin payı yoktu bunda ama olsun. Otobüs ne
zaman bu durağa gelse hınca hınç dolu olur, kimseyi du-
10
daha. Sonunda kapının arkasından birileriyle konuştuğu vır, daha çok sanatla uğraşan insanların tutumlarıdır.
anlaşılan biri yaklaştı ve kapıyı açtı: -Sekreterliğin dolmasına üzüldüm açıkçası ben…/derken
-Hoşgeldiniz /Kulağında telefonla/ Canım ben sana dö- adam tam da istediği cevabı almış olacak ki araya girdi/
neceğim misafirimiz var, müsaadenle/Buyrun buyrun girin. -Bence denenmesi gereken bir insansınız /Adam gülüm-
-Hoşbulduk, sağolun. sedi. Etrafa bakan diğeri gülüşün masada duran plastik çi-
-İçeriye geçelim buyrun kayıt salonuna /Tam bir şey di- çekler kadar sahte, samimiyetsiz olduğunu fark etti. Ama
yecekti ki adam lafı ağzına tıkadı/ Ayrıntıları orada konu- adam onu en hassas noktasından yakalayacaktı; lanet olası
şuruz. hayaller…/ Daha önce hiç teatral bir faaliyette bulundunuz
İçerisi hoşuna gitmedi. Yeni taşınmış olacaklar, her yer mu?
her yerdeydi. Oturdular. Adam niçin geldiğini sordu. İş baş-
vurusu için geldiğini söyledi gazetedeki ilanı gösterirken. -Hayır, yani evet. Yani ilkokulda, ortaokulda derslerim iyi
Adam önce şaşırdı sonra konuşmaya başladı: sayılmaz fakat tiyatrolarda hep başrol oynadım. Hatta bir
-Bundan iki saat önce sekreter aldık. Ama ben zaten sizi keresinde…/Anlatmayı en sevdiği yerdi, kaba adam yine
oyunculuk başvurusu yapacaksınız sandım. Bu şıklık bu ta- sözünü kesti/
-Hemen kaydınızı alalım. Eminim size azami üç gün için-
11
de teklifler gelir. Benim için biçilmiş kaftansınız, sanatçı na- ğım. Derdim zenginlik değil ama/Burayı ağzında geveledi/
rinliği var büstünüzde bir kere. Hayallerimi gerçekleştireceğim. Unutamadığım o günü ha-
tırlıyorsun değil mi? Bana orada ne demişlerdi? Anne gü-
Eline verdiği kayıt formunu doldurdu. Bu arada adam ven bana söz her kuruşun hakkını vereceğim.
ücretten bahsediyordu yarınki fotoğraf çekimi için iki yüz
elli lira getirmesi gerektiğini falan söylüyordu. Nasıl geti- -Ah oğlum ah, ne kadar lazım? Vallahi birikmişimden ve-
recekti, neyse eve dönerken düşünmeye karar verdi. Ka- receğim. Baban işini kaybettiğinden beri borçlara gitti hep.
yıt formunu verdi. İş için geldiği yerden hayalleri koluna
asılmış dönüyordu. Mutluydu, o çırağa oyuncu olacağını -Biliyorum anne, ama sen rahat ol hayatımın işi ola-
şimdiden söylemek istiyordu. . Çırağın getirdiği aradan cak.250 lira lazım.
bakkalın önüne çıktı, neşeli bir selam verdi. Durağa yürü-
dü, beklemeye başladı. Daha önce olsa başarısız bir görüş- -Tamam, uyu, şimdi… Ne iş yapacağını sormuyorum.
menin ardından, oradan taşan kalabalığın arasına girmeye Sana güveniyorum. Yarın sabah vereceğim.
korkardı. İçeriye adımını attığında başarısız olmadığını fı-
sıldadı kendine. Hayatının nasıl değişeceğini fısıldadı ken- Derviş misali odasına kapandı, bir daha çıkmadı. Oda-
dine. Hayatının nasıl değişeceğini düşünüyordu. Bakmayın sında eski bir video-kaset oynatıcısı vardı. Her gece yaptığı
öyle tabi umutlanacak. Hem onun hayatına dair ne biliyo- gibi, kaseti taktı, izlemeye başladı. Alkışlar… Konuşmalar…
ruz ki daha? Oyuncu olmak falan herkesin herkesimsi ha- Allah’a şükrediyordu. Nihayet hayalleri gerçekleşecekti.
yalleri… Herkesin herkes olabilmesi için kurması gereken
hayaller… Ama o farklıydı. Yıllar önceden söylemişlerdi ta Çocuk gibi heyecanlıydı. Sabahın altısından beri uya-
çocukken. Babası yüzünden istediği mesleği yapamadı. nıktı. Gece gördüğü rüyalardan dolayı sürekli uykusu da
Oyuncu, şarkıcı, tiyatrocu, ressam, hepsi olurdu, olama- bölünmüştü. Kalktı, aynı takımı, aynı hevesle giydi. He-
dı. Herkes parmaklarının zarifliği bakar: “Fethi Bey senin yecandan kahvaltı yapamadı. Salondaki koltuğa oturmuş
oğlanın kız gibi parmakları var. Sanatçı olur bu, eli kalem annesini beklerken parmaklarını çıtlatıyor, tırnaklarını yi-
tutar, yazar.” Sanat da neymiş ağalar, o koskoca Fethi Usta, yordu. Yatak odasının gıcırtılı kapının açıldığını duydu. Aya-
elinden en ala Alman motorları geçmiş tornacı ustası. Oğ- ğa kalktı, derin bir nefes aldı. Annesi nihayet salona geldi,
lunu artist yapar mı? Ama işte mum dibine ışık vermez, parayı verirken öyle bir baktı ki oğluna, hem kaygı duyduğu
her yaz çocuğu yanına alır, bir vida takmasını öğretemez. hem de umutlu olduğu okunabiliyordu gözlerinden. Bir şey
Bunları düşünürken eve geldi. İşe mişe girmedi, yüzünde demesine gerek kalmamıştı.
güller açıyor. Annesi bu halini görünce seviniyor “İşe girdi
bizim oğlan” diyor. Kahvenin önünden durağın arkasına çıkacak yola indi.
Otobüse bindi. Aynı homurtular, aynı sallanışlar dünkü
-Hayırdır oğlum, girdin mi işe? Allah bozmasın ne de gümbürtü… Otobüsten indi. Bu sefer çıraktan yardım al-
mutlusun. madan ama selam vermeyi de ihmal etmeden ajansın ka-
pısına geldi. Asansöre bindi, “Bugün de ölmezsem gerisi
-Son bir adım kaldı anne, kabul edildim. Yalnız…/sustu, kolay” diye düşünüyordu.
annesine baktı, gözlerini kaçırdı./
Kapıyı çaldı. Yine kulağında telefonla ajans sahibi açtı
-Ne var oğlum? kapıyı. Aynı teraneden sonra kapıyı kapattı. İçeri geçtiler.
İş görüşmesine giderken bile yol parası almaya çekinen, Masanın üzerindeki fotoğraf sayısı artmıştı. Adam – Evet,
iki yüz elli lirayı nasıl isteyecekti. Odasına gitti. Annesinin hâlâ adını bilmiyoruz- beş dakika sonra çağırdı. Birazdan
bakışları hala üstündeydi. Yatağına oturdu. Annesi de ya-
nına oturdu. .
-Para lazım anne... Lazım ama işe girince zengin olaca- .
Muhtemelen beş dakika sonra,
çekim odasına geçti. Yeşil arka planın önüne oturdu. Sahne
12
ışığı gözünü alıyordu. Sağda solda oraya buraya atılmış Konuşamadı. Eve vardı. Kaseti taktı. Kasetteki çocuğun
dekorlar vardı. Az sonra kendisine söyleneni dinledi ve sırası gelmişti, diğer çocukların alkışları arasında Barış
kameraya baktı. Bunu yıllar önce bir kez daha yapmış- Manço onu çağırdı.
tı. Ah, hayatının en güzel günüydü o gün… Umut-
ları taze, inancı tamdı. Ücreti verdikten sonra -Evet, çocuklar şimdi sırada Tarık arkadaşımız var. Tarık
adam konuşmaya başladı: sen bize ne yapacaksın?
-Evet… / kâğıttaki isme bakıp durakladık- -/ Çekingen bir tavırla/Şarkı söyleyeceğim.
tan sonra / Tarık Bey, öncelikle çok teşekkür - Tarık ne yapacakmış çocuklar?
ederiz. Kaydınızı tamamlarken notlar kısmına -/Hep birlikte/ Şaarkıı söyleyeeceeeekmiş.
“Oyunculuk eğimi almıştır.” yazacağım. Bu, Şarkı biter.
tercih edilme ihtimalinizi arttırır. Telefonunuzu -Tarık ya senin ne güzel sesin, mimiklerin var öyle. Kaç
aldım zaten. Ben sizi sonra tekrar arayacağım. yaşındasın sen bakayım.
-/aynı utangaç tavırla/ Altı.
Annesi, ne iş yapacağını bilmediği için, ajanstaki- - Ooo, maşallah. Büyüyünce bizi unutma, tamam mı?
ler arayana kadar ne açıklama yapacağını bilemedi. Sizlerden büyük şarkıcılar, büyük oyuncular çıkacak daha.
Teşekkür etti, binadan çıktı. Bakkalın oradan ge- Daha fazla beklemez. Hayatının en güzel on dakikasını
çerken çırağı göremedi. Otobüsü bekledi. Bindikten çıkarır. Narin ve güçsüz ellerine alır.Bir hamlede dizine vu-
on-on beş dakika sonra uyuyakaldı. Son durağa gelin- rur, kaset parçalanır.
ce şoför tarafından uyandırıldı. Neyse ki evi o kadar uzak
değildi. Eve vardığında annesinin evde olmadığını gördü.
Hemen uyuyup bugün açıklama yapmaktan kurtulmak is-
tiyordu.
Odasına geçti, her gün uyumadan önce yaptığı gibi,
eski kaset oynatıcısına kaseti taktı. Gömleğini çıkardı. Vi-
deo alkışlar eşliğinde başladı. Hayatının en güzel günüydü.
Kendini tekrar orada hayal etti... Her gece aynı kaseti izler,
hayaller doldururdu ceplerine Gözleri yavaş yavaş kapanır-
ken neredeyse ekrandaki çocuk kadar mutluydu.
Erken uyuduğu için erken kalktı. Bir iki saat kitap okudu.
Odadan çıktı./Burada bir hafta boyunca süren odadan çık-
ma eylemi vardır. Odadan çıkar, ertesi gün bir daha çıkar,
ve bir daha…/ Haber gelmişti. Telefonda biri ajansa gelme-
sini söylemişti. Zaman mefhumu ortadan kalktı. Kendini
bir anda binanın asansöründe buldu. Sabırsızlanıyordu.
Asansörün kapısını açtığında “P.O.P Ajans” yazılı levha onu
karşılamadı. Kapı aralıktı, açtı ve içeri girdi. Kendisini polis
karşıladı. Çok şaşırdı. Şaşkınlığını gizleyemedi. Polis ismini
sordu. “Tarık” dedi.
-Peki Tarık Bey, burada olmamızın sebebi dolandırıcılık
ihbarı./Dediği anda cepleri delindi, hayalleri tek tek yere
düştü. Eridi, soldu, çürüdü, karardı./
13
RÖPORTAJ
AYKUT ERTUĞRUL İLE SÖYLEŞİ:
“CEVAPLARIM UZUN OLABİLİR AMA
HİÇBİR CEVAP KOLAY DEĞİLDİR”
Söyleşen: Hayati Ahmet Helvacı-Ömer Fatih Andı
Yazmasaydınız çıldıracak mıydınız? Gerçek edebiyattan, gerçek kitaplardan bahsediyorsak bir
yazarın hikâyesi okurluk hikâyesi ile başlar. Benim hikâyem
(Gülüşmeler) Yazmasaydım çıldırmayacaktım tabii. Ya de böyle başladı. Okumayı öğrendiğimden beri hep elimde
burada yazı hikâyesini anlatmak lazım galiba biraz… bir kitabım oldu. Şu anda hiçbir kitap okumuyorum, bom-
boşum.” dediğim hiçbir an yok. Hep bir şeyler okudum.
Peki madem öyle diyorsunuz yazı hayatınız ile başlaya- Bunu şu yüzden söylüyorum; aslında hiçbir şey hatırlamı-
lım. Nasıl bir okumaya başladınız? Belki biraz klişe olacak yorum doğru dürüst hayatımda. Yani ilkokulda ne yaptım,
ama ilk okuduğunuz kitap nedir mesela? İsterseniz bun- okumayı ne zaman öğrendim. İlk kitabı hatırlamıyorum. Bir
ları konuşarak başlayalım. yandan sürekli kitap okuduğumu yani bu süreklilik halini
hatırlıyorum ama ilk okuduğum kitap nedir hatırlamıyo-
Bir yazı hikâyesinden bahsettiğimiz zaman aklımıza ge- rum. İlk defa hangi tabakta pirinç pilavı yemiştim onu da
len her zaman okurluk hikâyesidir. Kıytırık yazarları saymaz- hatırlamıyorum mesela. İlk defa ne zaman yürümeye baş-
sak işte ; “Allah De Ötesini Bırak” falan gibi… (Gülüşmeler)
14
ladım bunu da hatırlamıyorum. İlk defa hangi bardakta su mek için uğraşın durun (Gülüşmeler) İlk soruya dönersek
içtiğimi de hatırlamıyorum. Yani bunlar hayatım boyunca böyle başladı benim okurluk hikâyem. Ve bir yerden sonra
sürekli olarak yaptığım şeylerdir. Dolayısıyla tam milat ne- da “bir de ben yazmayı deneyeyim” diye falan düşünmeye
dir bunu bilmek benim için mümkün değil ama şu var, Ke- başladım. Ve yazdım. Ve olmadı. Diğer denemelerde olma-
malettin Tuğcu… Nasıl önüme düştü bilmiyorum ama çok ya başladı. Ve oldu. Yani olduğunu söylüyorlar en azından.
okudum. İlk okuma dönemimde neler okuduğumu böyle
grup olarak hatırlıyorum. Jack London çok okudum. Serhat Evet. Şimdi ilk sorumuza dönelim isterseniz…
Yayınları diye bir yayınevi vardı. Bütün klasikleri biraz da
sadeleştirerek basmıştı. Nasıl bir tutku ise okul harçlıkla- Yani içsel bir ihtiyaçtan başlamadı yazı hayatım. Dene-
rımı bile biriktirip kitap alırdım. Bu sayede birçok klasiği yerek oldu. Yazmasam ne olurdu? İşte işe devam ederdim.
de okumuş oldum. Don Kişot ile böyle tanıştım Gulliver Okumaya devam ederdim. Peki, okumasam ne olurdu? Ya
ile böyle tanıştım… Sonra tarih kitapları, tarihi romanlar yine çıldırmazdım ama eksikliğini hissederdim. Yani yaz-
çok ilgimi çekiyordu. Ortanın altı hatta altın altı refah se- mak içten geliyor ama yazı yazıyor olmayı kutsamamak
viyesine sahip bir ailenin çocuğuydum. Evimizde çok fazla lazım. “Yazmazsam çıldırırdım!” Sebep? Deli misin oğlum
kitap da yoktu. Bana kitap tavsiye edecek biri de yoktu. git çoluğun çocuğun yok mu senin? (Gülüşmeler) Onlarla
Nereden düştüyse elime bir kitap düştü : “Türklerin Altın ilgilen. Özetle yazmazsam çıldırmam. Çıldıranları da anla-
Kitabı” diye Tercüman Yayınları’nın bastığı dört ciltlik bir mıyorum.
ansiklopedi. Hala saklıyorum onu çocukluğumdan o kaldı
sadece. O ansiklopedinin tamamını okudum, böyle roman Son kitabınız: “İki Dünyanın Ustası” hayırlı olsun. Kita-
okur gibi… İşte şimdi Göktürkler zamanındayız, şimdi Uy- bınızı beğendiniz mi? Bu kitap Aykut Ertuğrul’un ustalık
gurlar zamanı diye gidiyordum. Sadece şeyi hatırlıyorum: dönemi eseri midir?
Gerileme ve Yıkılma dönemlerinde beni bir bunaltı bastı.
(Gülüşmeler) O zaman herhalde kendi kendime –deme- Kitabımı beğendim mi? Tabii ki beğenmediğimi söyle-
mişimdir de- insanları yazarken bunaltmamaya karar ver- yemem. Bir şey olmasa yani olduğunu düşünmesem kitap
dim. Hiçbir yıkılış eğlenceli değildir çünkü. O yüzden çok yapmazdım. Kendi kendimi inkâr ettiremezsiniz bana.(Gü-
yıkılan insanların öykülerini yazmayı sevmedim galiba. Çok
çenem düştü bu arada. Bol bol konuşayım da deşifre et-
15
lüşmeler)Ya belki ilk kitaplar için oluyor bu genele bakıldı- gibi birisi olamam. O dünya algısına ait değilim. Dünyaya
ğında. Şöyle her kitabı bir yerde yazarı reddedebilir. Üze- onlar gibi bakmıyoruz her şeyden önce. Bu konuyla ilgi-
rinden biraz vakit geçtikten sonra olur bu. Ama zaten kitap li Walter J. Ong’un “Sözlü ve Yazılı Kültür” diye güzel bir
yeni çıkmışken “Dur dur pardon o olmamış!” demek ol- kitabı var. Merak ederseniz bakabilirsiniz. Yani geleneksel
maz. Dolayısı ile beğenmediğimi söyleyemem. Bu kitaptaki ve modern dünya arasındaki algı farkı için. Dolayısıyla ben
öykülerin benim öykücülüğümde, öykücülük yolculuğum- masal yazmaya çalışan bir öykücüydüm orada. Daha fazla
da bir yeri olduğunu görüyorum. Hem bu öykülerin yazarı bir şey değildim. Masal formunu öykü de kullanmaya çalış-
olarak, hem de çokça öykü okuyan biri olarak görüyorum. tım. Ne kadar oldu orasını bilemiyoruz. “Bir masal yazdım”
İsme gelince, yok. O “İki Dünyanın Ustası” benim ustalığı- demek fazla iddialı olur bu sebepten.
ma gönderme yapan bir şey değil. Evvelki kitapta da bunu
yaşadım mesela ben. “Mümkün Öykülerin En İyisi”… Sen Üç Gün Masalı’nda geleneksel bir tür olan masalı öykü
işte mümkün öykülerin en iyisini yazdığını mı iddia ediyor- için yeni bir anlatı formuna dönüştürdüğünüz söylene-
sun?” falan dediler. Yok, o kitabın adı. “İki Dünyanın Usta- bilir mi? Benzer bir çalışmayı Hasan Aycın da Esrarname
sı” da kitabın adı, hatta kitabın içinde bir öykünün adı. Bu ve Bin Hüseyin adlı romanlarında yapmıştı. Yahut Filibeli
ustalık eserim midir? Bunu bilemem ben. Çok ileride belki Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal’i de burada anılabilir. Siz-
hani ölmez de sağ kalırsak öyküye devam eder ve “çıldır- ce bu öykü türü için nasıl bir imkân sağlıyor?
mazsak” geriye dönüp diyebilirim ki “bu benim ustalık ese-
rimmiş”… Ama bunun için daha çok erken. (lahmacunlar Hmm. Evet. Güzel. Güzel. Lahmacun da güzelmiş bu ara-
geldi) ara verelim isterseniz… da. Bunu yazmıyoruz bu arada. (Gülüşmeler) Ne bileyim
illa yazacaksanız havyar yedik falan yazın. (gülüşmeler)
İki Dünyanın Ustası’nda en çok ilgimizi çeken hikâye- Ya lahmacun yerken o konuya girmek istemedim dur bir
lerden biri “Üç Gün Masalı” oldu. Hikâyenin ismi masal; bitireyim. Tamam. Şimdi başlayalım. Biraz geriden alalım.
masalsı unsurlar da mevcut. Kaleme aldığınız metin mo- Ya ben de her şeye geriden başlıyorum. Sen de o yüzden
dern bir masal mıdır yoksa hikâye midir? konudan sapıyorsun diyorsun ama. Ben şimdi Hz. Âdem’e
kadar geriye gideceğim. İlk insandan beri insan hikâye
Ben bir kere hikâye diye bir tür olduğunu düşünmüyo- ederek düşünür. Yani insanın düşünme biçimi bu. Daha
rum. Yani öykü var, roman var falan ama hikâye diye bir tür doğrusu insanın öğrenme biçimi de bu. Biz her şeyi hikâye
yok. Ama hikâye diye büyük bir kavramdan bahsedebiliriz. ederek öğreniyoruz. Daha önemlisi biz hikâyelerle kendi
Yani bir öykünün hikâyesinden bahsedebiliriz. Bir romanın kimliğimizi, kendi bilincimizi inşa ederiz. İnsanın bu dün-
hikâyesinden bahsedebiliriz. Şiirin hikâyesinden bahsede- yayı kavramak için kullandığı şey hikâye. Yani ayaklarımızı
biliriz. Yani hikâye daha kuşatıcı bir şey ve aynı zamanda hikâye ile yere basıyor varlığımızı böyle kavrıyoruz, Kur’an-ı
onların içinde bulunan, muhtevasında olan bir şey… Hele Kerim ve diğer kutsal kitaplar hikâye ile anlatıyor bize me-
öykünün içinde bir hikâye kesinlikle olmalı mesela. Hiç sajını. Daha doğrusu hikâyeyle kafamız basıyor. Bütün
hikâyesiz öyküler var çünkü. Bu öykü-hikâye ayrımı uzun hikâye geleneği de ve bütün bu düşünce tarihi de anlatılan
zamandır tartışılan bir mesele. Benim görüşüm bu, bir kıssalarla, masallarla, destanlarla, ateş başındaki hikâye-
iki şey de yazdım bu konu ile ilgili. Bu ay da Hece-Öykü lerle aynı zamanda insanın kendini yeniden inşa etmesinin
Dergisi’nin “Hikâye mi, Öykü mü?” diye bir dosyası çıktı. de hikâyesidir. Mesela ben bir karınca sürüsü gördüğüm
Merak edenler alabilirler. Şimdi soruna cevap vereyim. Bir zaman basmak yerine üzerinden atlar geçerim. Bu refleks
masal yazmaya çalıştım. Ama şöyle bir sorun var, bu büyük bende... Niye yaptığımı hiç düşünmüyorum. Ya bu “hayvan
ve önemli bir sorun daha doğrusu: Ben bir masal anlatıcısı sevgisi” falan gibi değil. Yani şimdiki çocuklara her şeyi hap
değilim. Yani istesem de olamam. Bir kere masal bir sözlü olarak yeriyorlar: “Hayvan Sevgisi” dersi,” Doğayı Sevelim”
kültür ürünü… Ben sözlü kültür ile büyümüş biri değilim. dersi gibi… Ben böyle bir eğitim sisteminden geçmedim.
Sözlü kültür ile büyümüş biri gibi de davranamam. Böyle Yani bana kimse hayvanları sevmem gerektiğini, saygı gös-
davranırsam en fazla sözlü kültürle büyümüş biri gibi dav- termem gerektiğini anlatmadı. Ama mesela karınca sürü-
ranmış olurum. Babaannem gibi, dedem gibi, ne bileyim sü görünce bunu yapıyorum. Bunun niye olduğunu ben
doğudaki Dengbêj’ler gibi, bizdeki eski hikaye anlatıcıları yeni keşfettim. Ben peygamber kıssalarını çok okurdum.
16
Babaannem falan çok anlatırdı bana. Hz. Süleyman’ın (as) bu sorulara da cevap arıyorsunuz. Sanırım bu iş buradan
önünden karınca sürüsü geçiyor diye ordusunu durdur- çıktı. Hasan Aycın dedi ki mealen eserleriyle: “Biz bu türleri
duğu hikâyesini… Bunu okuduğumda ve dinlediğimde çok yeniden diriltmeyi düşünmeliyiz.” Ne yaptı? Battalname’yi
etkilenmiştim. Bu ne yaptı bende bir refleksin oluşmasına yeniden yazdı falan ve bir formu yeniden diriltmeye çalı-
sebep oldu. Gelelim bugüne… Biz espri şeklimizi, anlayışı- şıyor. Aslında bu ne demek? Bir dünya görüşünü yeniden
mızı, neye ağlayıp neye güleceğimizi çoğunlukla dizilerden diriltmeye çalışmak demek. O yüzden çok kıymetli. A’mak-ı
ve filmlerden öğreniyoruz. Daha doğrusu filmlerde anlatı- Hayal de bunu mu yaptı? Evet. Bunu yaptı. O yüzden o da
lan hikâyeler üzerinden öğreniyoruz. Peki, hikâyeler bize çok kıymetli. Yani yer yer ben de bazı öykülerimde bunu
bir şey öğretiyorsa, tüm bu bizi oluşturan, toplumumuzu denedim. Mesela “İki Dünyanın Ustası” öyküsünde bunu
oluşturan, Müslüman toplumu oluşturan, destanlar, ma- denedim.
sallar, ”Leyla ile Mecnun’lar” bize ne anlatıyordu? Birinci
sorumuz bu. İkinci soru da şu: aradaki o büyük kopuştan, Biz doğulular derdimizi, yaşadıklarımızı, inandıklarımı-
modernizmden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından, zı tahkiye etmeyi çok severiz. Kıssalardan tutun meddah-
dil devriminden falan filan sonra biz hikâyelerimizde ne lığa kadar birçok kültürel unsur anılabilir burada. Mesela
anlatmaya başladık? Kapitalizmden, zihinlerimizin dönüş- öteden beri kıssadan hissecilik vardır. Bu sebepten birço-
türülmesinden sonra biz hangi hikâyeleri anlatmaya baş- ğu Kur’an-ı Kerim kaynaklı peygamber kıssaları anlatılır
ladık? İkinci soru da bu. Cevapları siz de biliyorsunuz tabi. hep. Televizyonlarda bunu anlatmayı meslek edinenler
“Müslümanca yaşamayı” anlatıyordu, o dünya bakışını bile var. Kitabınıza adını veren öykünüzde (İki Dünyanın
anlatıyordu geleneksel metinler. Günümüzde ise insanın Ustası) peygamber kıssalarından hareket ettiğinizi hatta
doğayı fethetmesi üzerine, hıza kurulu, tüketime kurulu, Ebu’l Fariz karakterinin kıssalara dâhil olduğunu görüyo-
fazla kurulu bir çağ içinde yaşıyoruz. Hiçbir sorunun cevabı ruz. Öykü ile kıssa arasındaki bu kurmaca karakteri kul-
kolay değil o yüzden uzun uzun anlatıyorum.( Gülüşmeler) lanmanın bir riski var mıdır?
Ve anlattığımız hikâyelerde şu an böyle mi?” diye düşün-
mek zorundayız. Düşünmeye başladık. Düşünmeye başla- O öykü hakikaten benim kitapta en önemsediğim öykü.
yınca üçüncü soru ortaya çıkıyor. Peki, ben bu form içinde İki Dünyanın Ustası bir “Hızır anlatısı” şeklinde kurgulan-
bir hikâyeyi nasıl anlatabilirim? Bugün öykü ve roman ile dı. Yani Ebu’l Fariz el-Semerkandi karakteri aslında Hızır
anlatıyoruz. Peki, bu türler ne zaman ortaya çıktı? Moder- Aleyhisselam. Hızırlığın bir devir teslim şeklinde yapıldığı
nizm ile ortaya çıktı. Dolayısıyla biz bu teknik içerisinde rivayet edilir. Bunun aslını bilmiyoruz tabii ki. Ben bir an-
hareket ediyoruz. Bu teknik içerisinde hareket ettiğinizde lığına bunu kabul edip bir “Hızırlık Devir Teslimi” öyküsü
yazdım. Bunun bir riski olduğunu sanmıyorum. Bu riskten
17
Beni yazmaya iten şeyler- hadis var öz olarak, etrafına bir çukur kazıp hadisi daha gö-
den bir tanesi de zaten bu rünür kılmak… En azından bu beş denemede denediğim
“gerçeklik” algısı ile olan buydu… Mesela bugün biz bunları konuşmalıyız asıl. Yani
problemim… Sorun “gerçe- edebiyat üzerine soruşturma yaparken klişe mevzuları bir
ğe” fazla takmış olmamız. köşeye koyup bu temel mevzulara eğilmeliyiz. Yani yeni-
Modernizmin çok taktığı den yazım yapacağız artık zaten bunun üzerine düşünme-
“gerçek” kavramı zaten ki- liyiz ama bunu yaparken nasıl yapacağız? Bunun için bir
şiden kişiye değişen bir şey. kaynak yok. Ben kendi başıma sağa sola sorup bir şeyler
Hakikatten değil bu arada yapmak durumunda kalıyorum. Asıl bunlar önemli. Bunlar
“gerçekten” bahsediyoruz. üzerine konuşmaya başlamalıyız bir an önce.
Gerçeği fazla takmıyorum
ben. Gerçeklik bağlamında Kitabınızın en ilginç öykülerinden üçü de “Sandık Üç-
öykünün sınırlarından bah- lemesi”… Bu üçleme hakkında ne söylemek istersiniz?
sedersek bugün öykünün sı- Bilim-kurgu, fantastik ve tabii ki post-modern edebiyat…
nırları eski metinlere göre Aykut Ertuğrul’un bunlarla nasıl münasebetleri var?
çok daha dar…
Ya post-modern demeyelim de fantastik ve bilim-kur-
ziyade şöyle bir riski konuşabiliriz mesela: Kur’an kıssaları- guyu seviyorum ben. İlk başta anlattığım okuma serü-
nı yeniden anlatırken bunun tedirginliğini bizzat yaşadım. venimde fantastik romanların epey payı var. Ama bugün
Neresine ne kadar dokunabiliriz, gibi bir tedirginlik. Yarım fantastik-kurgu dediğimiz Tolkien’in falan çok payı var
bıraktığım bir şey var. Yani kayıt olarak ilk defa söylüyorum okumayı sevmemde. E, neyi okuyorsak, neyi seviyorsak
bunu: “Kırk Hadis” diye bir işe başlamıştım ben. Hadisleri bizim şahsiyetimizi, kalemimizi de biraz o belirliyor. Bun-
öykü formunda yazmaktı amaç… Dört-beş tane de yazdım. ları yazmaktan keyif alıyorum. Bütün bu anlattığım esaslar
Ama yazmaya başlayınca şununla karşılaşıyorsun. Şimdi bir tarafa yazar yazdığı eseri severek ve ondan keyif ala-
biz Peygamberimiz ’in (sav) sözlerini tabii ki değiştireme- rak yazmıyorsa okur bunu hemen anlıyor yani ben de bir
yiz. Hadisler sadece sözden ibaret değil. Biliyorsun hadis- okur olarak anlıyorum. Yazar olarak da şunu anlıyorum :
ler olaylar üzerinden nakledilir. Birinde mesela Efendimiz “Ben neyi keyif alarak yazdıysam okur onu daha çok sevi-
(sav) üzerinden değil de O’na gelen bedeviyi anlatmıştım. yor. Dolayısı ile keyif aldığımız şeylerden kaçmamak lazım.
O bedevinin gelişini anlatıp o hadisteki değiştirilemez şeyi “Sandık Üçlemesinde” yazdığım öykülerde keyif alarak
sona koydum. Başka birinde Filistinli bir baba oğluna hadi- yazdığım öykülerdir. O öykü de şuradan çıktı: Bir arkadaşla
si anlatıyordu. Ben Filistinli babanın ve oğlunun hikâyesini yürürken yolda Doctor Who diye bir dizi var çok sevdiğim.
hadisin etrafına yaydım. Aslında yaptığım şey, ortada bir Onun hakkında konuşurken “zaman yolculuğuna çıksak ne
olur?” veya “zaman yolculuğu ile ilgili ne yazabiliriz?” diye
18 düşündüm ve cevap tabii ki kendi mizacıma göreydi. Bir
tanesinde kara mizah var ama çok yakan da bir şey var şu
28 Şubat olan… Bir tanesi çok geyik böyle, kahraman dün-
yayı kurtarmaya çalışıyor. Bir tanesi de kelebek etkisi me-
selesi. Kendi hayatını değiştirmeye çalışıp değiştiremeyen
adamın hikâyesi o da… Bu üç öykü aslında böyle kurgu-
landı. Şöyle: bir tanesi kendi geçmişini değiştirmeye çalışıp
değiştiremeyen bir adam. Bir tanesi o 28 Şubat’taki kendi
geçmişini değiştirmek istemeyen adam, kendisini cezalan-
dırıyor sürekli. Öteki de, çılgın biraz, onun değiştirdiği bir
şey yok. (Gülüşmeler)
Liselerde öğretilen tanımı ile hikâye: “Yaşanmış veya
yaşanılabilir olayların bir kurgu ve olay örgüsü çerçeve-
sinde karakter veya tipler üzerinden anlatıldığı düz yazı
şeklidir.” değil mi? Oysa sizin de hikâyeleriniz dâhil olmak yoktu. İnsanlar olağanüstü ile birlikte yaşıyorlardı. Yani sen
üzere pek çok yazarın bugün gerçek üstü olaylar anlattı- bugün büyüye inanmıyorsun ama o gün büyü hayatın için-
ğını yaşanmamış hatta yaşanılamayacak olaylar anlattı- de bir şeydi. Yani bir form olarak öykünün sınırları var tabii
ğını görüyoruz. Yani bu tanımın çok dışına çıkmış bir tür ama gerçeklik bağlamını kastetmiyorum.
olarak varlığını sürdürüyor öykü türü. Buradan hareketle
yaşadığımız yıllarda özelde Türkiye genelde dünya ede- Evet. Post Öykü’den söz açalım. Post deyince aklımı-
biyatı göz önüne alındığında öykü sınırları nereye kadar za avcılık faaliyetleri mi, postnişinlik makamı ve tasavvuf
uzanır veya bir sınırdan bahsedebilir miyiz? mu yoksa post modern hikâyecilik mi gelmeli?
Ders kitabına bir şeyin girmesi için, bir şeyi biraz anla- Hepsi… Bak bu sefer kısa cevap verdim. (Gülüşmeler)
yabilmemiz için bir tanım yapmak zorundayız. Ama hangi
tanımın altını kazsak eksik ve yetersiz kalır. Ama temelde Post Öykü’yü çıkarıyor olmak eğlenceli mi? Eserleriniz
bana da “öykü nedir?” diye sorsan ben de bunu derim. başka dergilerde zaten yayımlanırken siz niçin başka bir
“Yaşanmış veya yaşanması muhtemel olayların…” Ama dergi çıkarma ihtiyacı hissettiniz? Derginin nasıl çıktığına
mesela zaman yolculuğu yapabilir miyiz? Hayır. Peki, ya- ve niye çıktığına dair birkaç şey söylemek ister misiniz?
pamayacağımızı kim söylüyor? Şuradan şu camdan bir ej-
derha çıkar mı? Hayır. Çıkamayacağını kim söylüyor? Beni Şimdi ben daha önce bir dergi çıkarmıştım. İsmi “Yumu-
yazmaya iten şeylerden bir tanesi de zaten bu “gerçeklik” şak G” idi. Dergicilik işi çok enteresan bir iş. Hep söylenir
algısı ile olan problemim… Sorun “gerçeğe” fazla takmış ama doğru yani. İnsan bir kere dergi çıkarmışsa dergi çıkar-
olmamız. Modernizmin çok taktığı “gerçek” kavramı zaten madığı vakitlerde bile, diyelim güzel bir öykü ile karşılaş-
kişiden kişiye değişen bir şey. Hakikatten değil bu arada tınız, kafası iyi bir adamla karşılaştınız mesela. “Ya benim
“gerçekten” bahsediyoruz. Gerçeği fazla takmıyorum ben. dergim olsa bu adama ne yazılar yazdırırım” diye düşünü-
Gerçeklik bağlamında öykünün sınırlarından bahsedersek yorsun. Yani artık hep dergi üzerine düşünüyorsun. Dergi-
bugün öykünün sınırları eski metinlere göre çok daha dar… cilik bir hastalık işi… Ama niye dört-beş yıl boyunca, işte
Yani bugün ben “Ejderha” dediğimde “Fantastik mi yazı- Yumuşak G 2010’da kapanmıştı. Beş yıl boyunca çıkarma-
yorsun sen?” diye soruyorlar ama bundan yıllar önce bir dım da neden şimdi çıkardım? Bunun birkaç sebebi var. Biri
insan bir diğerine “Geceleyin tırnak kesme ecinniler gelir” arkadaşlar meselesi… Aynı dili konuşan, aynı şeyleri seven,
falan dediğinde ne kadar da “fantastik” demiyorlardı her- arkadaşlar bir araya geliyorsunuz ve yani eserler dağınık
halde. Aslında yine gelenek-modern meselesine geleceğiz. olarak değişik yerlerde yayımlanmasında biz beraber bir
Bundan iki yüz yıl önce olağan ve olağanüstü diye bir ayrım şey yapalım diyorsunuz. Şöyle oldu mesela ilk çıktığı anı
hatırlıyorum dergi fikrinin: Ertuğrul (Emin Akgün) sürekli
bana: “dergi çıkaralım” diyordu. Ben de “Oğlum ne gerek
19
var?” diyordum. Eserlerimiz yayımlanıyor zaten. Dergi çı- Hikâye yazarken yola çıktığınız amaç ne idi? Gelinen
karacaksın, bir cephe daha açmış olacaksın. Biri ileri geri noktada ne oldu? Yola çıkarken kendinize bir rol-model
konuşacak. Sinirleneceksin. Dövmeye gideceksin. (Gülüş- seçmiş miydiniz?
meler)Ya kızacaksın, ona cevap yazacaksın falan. Cephe aç-
mak gibi bir şey, dergi çıkarmak… Savunduğun bir cephen Bir amacım yoktu, onu zaten az önce anlattım. Öykü-
var artık. Taarruzlar oluyor dergiye falan. Yani” ne gerek cü olmak gibi bir amacım bile yoktu. Hala kendi kendime
var” diye falan öyle bir yıl falan geçti. Ya bir gün ne olduysa ben öykücüyüm diyemiyorum yani.” Yazar Aykut Ertuğrul”
yine bu odada, Ertuğrul ve Elif oturuyorlardı burada. İçeri falan diyerek kendimi öyle gaza filan getirmiyorum yani.
gittim, elimi yüzümü yıkadım. O arada bir gaza geldim, bi- Ama ille bir soruşturmada falan adımın yanına bir şey
raz konuşmuştum gerçi öncesinde zaten biraz gelmiştim. koymam gerekiyorsa, babalığı koyarım, eş olmayı koya-
Kapıdan girdim ve ellerimi kaldırarak dedim ki: “Şu anı ve rım. “Yazar Aykut Ertuğrul” diye bir şey yok. İkinci kısmına
tarihi not alın. Dergi çıkarmaya karar verdik.”(Gülüşmeler) gelelim sorunun, rol-model meselesine gelelim. Okudu-
Sonra nasıl bir dergi çıkarırız diye düşünmeye başladık ve ğum her iyi eserden ve iyi yazardan etkilendim ama bir
altı ay konuştuk derginin adı o gün belliydi ama. Üsküdar’a rol-model almadım tabii ki onu. Daha doğrusu “rol-model”
giderken yolda kararlaştırmıştık. İsim Post Öykü’ydü. Bu meselesi edebiyatta çok işlemez. “Bir gün ben Oğuz Atay
arada sen bunların hepsini nasıl deşifre edeceksin. Şu an gibi olacağım! ”veya “Bir gün ben Tanpınar gibi olacağım!”
bir dergi etti bu söyleşi zaten. (Gülüşmeler) diyemeyiz. “Bir gün Tanpınar gibi yazacağım” dersin ama
o da rol-model olur mu bilmem. “Bir gün Tanpınar kadar
Şiir ile hikâye ikilisinin roman ve hikâye ikilisinden iyi yazacağım!” En anlaşılabilir olanı belki bu ama o da hiç
daha çok ortak noktası olduğu ve birbirine daha yakın ol- rol-model sayılmaz. Rol-model meselesi edebiyatta çok iş-
duğu söylenir, Aykut Ertuğrul bu konuda ne düşünüyor? lemiyor. Bitti mi sorularınız?
Türler arasındaki benzeşmeler, yakınlık yakıştırmaları Bitti ama özel sorularımız var birkaç tane.
bana çok anlamlı gelmiyor. Mesela az önce sizinle konuştu-
ğumuz bağlamda roman ve öykü daha yakın birbirine, aynı İyi tamam. Toparlanın onlara da Marmaray’da cevap ve-
çağın ürünü oldukları için. Hatta Milan Kundera “Ontolojik relim.
olarak bu iki tür aynıdır” der ama şiire yakın olduğu nokta-
lar da var. Ama ben bu benzeştirmelerin zorlama olduğunu
düşünüyorum.
Aykut Ertuğrul gördüğü bir öykünün kendisine ait olup
olmadığını nereden anlar? Onun öykülerini kendisi için
farklı kılan nedir? “İki Dünyanın Ustası” kitabını Mustafa
Kutlu’nun Rasim Özdenören ’in veya Ferdi Tayfur’un yaz-
mış olabilme ihtimalini nasıl çürütürsünüz?
Ferdi Tayfur yazmış olabilir. (Gülüşmeler) Ferdi Tayfur’u
çok severim. Ben kendi yazdığımı ben yazdığım için tanı-
rım tabii ama burada dediğin şey; üslup, yazdığım şeylerin
ortak noktası, birbirine yakın olan şeyler… Bunu ben söy-
lemeyeyim ya… Sabahtan beri bir iki kez yaptım aslında.
Normalde çok sevmem ben böyle “Benim öykümde şunlar
var, benim öykücülüğüm şöyle bir öykücülüktür.” Bunlar
çok yakışıksız şeyler aslında. Bir iki kez gaza gelip öyküyü
anlattım mesela, öyküde yapmak istediğim şeyi filan ama
bu okuyanların düşünüp söylemesi gereken bir şey. Başka
öykücülerin, eleştirmenlerin özellikle… O yüzden bu soru-
yu es geçeyim.
20
DÜŞÜNCE
SİZ HİÇ AVM’ YE GİTTİNİZ Mİ?
Ben Bir Kez Gittim,
Kör Oldum.
Ömer Fatih Andı
Kitap okumak, konferansa, sempozyuma, festivallere arasında yapılacak tercih ise nasıl vakit öldürülebileceğine
gitmek… Tiyatroya, sinemaya gitmek… Tarihi, coğrafi ve dair tercih edilmiş şıklardır. Bu iki eylemi de aynı kefeye
sosyal güzellik alanlarını gezerek bilgi, tecrübe artırmak… koyabilen düzenin gerçekten de eylemlerin ehemmiyetini
Merkezinde tüm bu saydıklarım olan bir hayat yaşayabilir- kendi temposuna göre nasıl eşit hizaya getirdiği çok ilgi çe-
dik. Belki çok mutlu olabilirdik. Peki, niye mutlu olmamayı kici değil midir?
seçtik?
İnsanların yeryüzündeki varlığının çeşitli amaçları vardır.
Düşünsenize, boğazınızdan geçecek bir lokma ekmek Amaç uğruna atılan her adımın ise fikri bir altyapısı vardır.
için gününüzü iş yerinde geçiriyorsunuz. Yorgun dönüyor- Gerçekten amacınız adına sağlam bir adım atmak istiyor-
sunuz eve, daha güzel yaşamak uğruna o günü yaşayamı- sanız attığınız adım hakkında fikir sahibi olmanız gereklidir.
yorsunuz bile. Sabah kalk işe git, iş bitsin akşam eve dön. Niçin yaptığınızı bilmeden bir adım atıyorsanız ya aklınız-
Çok bıktırıcı değil mi bu döngü? Evet, biliyorum çok özgün la ilgili bir probleminiz vardır, ya o adım Allah’ın bir lütfu
şeyler söylemedim şu ana kadar. Farkındayım tabii ki. Fa- olarak lehinize bir hamle olur. Ya da amacınız aleyhinde
kat bir süredir kafamı kurcalayan bir soru şu: Yazımın ba- bir iş yaparak kendi varlığınızı yasladığınız amacınıza zarar
şında saydığım tüm bu eylemleri merkezine alan bir hayatı vermiş olursunuz. Fikir sahibi olmak bu noktada önemli…
gerçekten yaşayabilir miydik? Madem bu mümkündü de Sağlam bir fikir sahibi olmanın tartışmasız en iyi yolu oku-
niçin bunları elimizin tersiyle ittik. Tüm bu gezi-okuma-iz- maktır.
leme ve benzeri faaliyetleri “Kültür-Sanat” diye etiketleyen
ve tüm bunları bir gazetenin Pazar ekine sıkıştıran bu ha- Kur’an-ı Kerim’in “İkra kitabek” veya “İkra Bismi Rabbi-
yatı niye seçtik? kellezi Halak” demesine düşülecek bir şerh olarak da kabul
edebiliriz bunu. Okumak kelimesi bu ayetlerde emir kipi
Ne zaman elimiz bir kitaba uzansa, ne zaman bir şey olarak kullanılmıştır. İlkinde “Kitabını Oku” diyerek Kur’an-ı
yapmak istesek: “Dur arkadaşım, onlar senin hobin! Onları Kerim’in okunması hususiyetle emredilirken, ikinci ayet-
boş vakitlerine ayır.” diyen bu hayatı niye seçtik gerçekten? te “Yaratan Rabbinin Adıyla Oku” diyerek Müslümanların
Hayır, biz seçmedik. Peki biz seçmediysek seçmediğimiz daha geniş bir okuma alanına açılması emredilmiştir.
bu hayatın niçin önüne geçemiyoruz... Bir kişi dolu vakit
olarak saydığı şeyin içi boşaltılmadığı sürece o kişi için boş Bunun sebebi aşikârdır. Bir Müslüman dünyaya gelir. İla-
vakit diye bir kavramdan bahsetmek mümkün müdür? Di- hi Kitabı okur. Niçin yaşadığını ve ömrünü neye harcaması
yelim ki mümkün. Peki niçin biz, ömrümüzü boğazımızdan gerektiğini idrak eder. Bunu başka şeyler okuyarak pekişti-
geçecek bir lokma ekmek için harcamak zorundayız? Bir rir ve bu idraki kuvvetlendirir. Zira Müslüman -bir yayıne-
insanın dünyada varoluş sebebi gerçekten sadece karnını vinin mottosu ile söylersek- “Bütün kitaplar bir tek kitabın
doyurmak mıdır? Peki ömrünü karnını doyurmaktan daha daha iyi anlaşılması için okunur.” ilkesine sahiptir, değilse
önemli şeylere vakfeden insanlar niçin aç kalır? bile “İkra” emri doğrultusunda bu ilkeyi kabul etmesi la-
zımdır. Tüm bu okuma eylemleri neticesinde Müslüman
Boş vakit kavramına geri dönelim. Bir insan kendisine niçin bu dünyada var olduğu hakkında net bir şuur sahibi
boş vakit ayırdığını söylüyorsa bilin ki o insanın gözünde olur. Özetle okumak böylesine hayati bir meseledir.
kitap okumak da AVM gezmek de birer hobidir. İki hobi
21
Ancak modern dünya düzeni bu hayati eylemi öncelemez. Temel ihtiyaç sıralamasında ona üç basamaklı sıra numaraları
verir. Tabii ki biyolojik açıdan bakıldığında insan okumaya muhtaç değildir ama meseleye biyolojik olarak yaklaşacak olursak
bir lama da, bir sincap da, bir ornitorenk de okuma eylemine muhtaç değildir. Allah’a şükür bizler birer ornitorenk değiliz.
Okumak… Gazete, dergi ve en önemlisi kitap… Bunlar yaygın olarak kullanılan okuma materyalleri… Aslında tüm bu okuma
materyalleri aynı zamanda yazı yazan kişilerin yazdıklarını yayımladıkları alanlardır. Yazılan yazılar tür olarak ve eğildikleri
mevzular olarak çeşit çeşittir. Siyasetten hukuka, ilahiyattan sosyolojiye ve felsefeye kadar pek çok hususta pek çok eser or-
taya konulmuştur bugüne kadar. Konulmaya da devam edecektir. Ancak bu kitaplar arasında okumak denilince akla ilk gelen
ve sanatsal değer taşıyan kitaplar edebi eserlerdir. Şu paragrafın Vikipedi maddesine benzediğinin ben de farkındayım ama
22
bir sonraki sorumu sormak için bunu mecburen yazmalıy- doğru mu? Hissetme yetimizi adım adım kaybederken her
dım. Hazırsanız sorum şu: “ Edebi eserleri yani edebiyatı, şeyin anlamsızlaşması kuvvetle muhtemel değil midir? Her
daha genel çerçevede sanatı niçin önemsemeliyiz? Sanat şeyin anlamsızlaştığı bir dünyada insanlar ölen insanlardan
karnımızı doyurmuyorsa niçin biz onu hayatımıza sokalım? ötürü vicdanlarının sesini dinleyebilirler mi? Hissettikleri-
Hayatımızı “şen ornitorenkler” olarak sürdürebilecekken, mizi kaybedince vicdanımızın sesi de sıradanlaşmayacak
hayatımızı sadece karın doyurmak için çalışmaya adamış- mı? Şunu dikkatle tahkik edin. İnsanlar kronik bir vicdan
ken sanata niçin eğilmeliyiz? sızlaması içerisinde yaşıyorlar bu onların vicdan sızısını sı-
radanlaştırıyor. Sıradan olan her şey anlamsızlaşıyor. An-
Bu sorunun birçok cevabı var ama ben şu sıralar benim lamsız olan şey bize bir şey hissettirmiyor. Hislerimiz sü-
gündemimi oluşturan cevabı vereceğim. Daha doğrusunu ratle köreliyor.
söylemek gerekirse sorumu bu cevabı vermek için sordum
zaten. Evdesiniz, hayatınızın yorgun akşamlarının birinde, Körelen hissetme yetilerinizi nasıl geri kazanacaksınız?
televizyonun başına geçiyor ve bir haber kanalını açıyorsu- Bu anlamsızlığın açtığı yaraları kim saracak? İşte tam bu
nuz. Haberde çocuklar ölüyor. İzliyorsunuz. Varil bombala- noktada imdada adeta bir sıhhiye edasıyla sanat yetişiyor.
rı, fosfor bombaları, adını bilmediğimiz ama kıydığı canları Sanat insana kaybettiği tüm bu duyguları, tüm incelikleri,
gayet iyi bildiğimiz bir sürü bombalar patlıyor ve siz sadece tüm naiflikleri yeniden kazandırabilecek, yaraları sarabile-
izliyorsunuz. Sonra hiçbir şey olmuyor, kaldığınız yerden cek, kalpleri rehabilite edecek potansiyel güce sahip. 21.
akşam yemeğinizi yiyebiliyorsunuz. yüzyılda bu sebepten insanların kaybettiklerini hatırlaması
ve yeniden peşine düşmesi adına sanat sancaktarlık yapı-
Burada bir durup düşünmek lazım... Televizyonda izle- yor. Modern dünya düzeni insanları kalplerinden bir türlü
diğimiz haber ne kadar olağanüstü ne kadar dehşet verici ayrıştıramadı. Modernizmin bu başarısızlığının önünde du-
bir haber olursa olsun bir an da akşam yemeğini yediğimiz ran iki şey vardı. Bunlardan biri insanın fıtratı idi. İkincisi
sofraya konuk oluyor ve gün geçtikçe bombalar patlamaya ise sanatın onarıcı etkisi idi. Sanat ruhların yıpranmışlığına,
devam ediyor. Siz de her akşam televizyonda o patlayan duyguların hor kullanılmışlığına merhem olmuştur ve ol-
bombaları izliyorsunuz. Sonra yemek yiyorsunuz. Bence maya da devam etmektedir.
bu durum izlediğimiz birçok haberden daha fazla dehşet
verici bir durum… Televizyon en olağanüstü olayları bile Yeryüzünün naifliklerinin ve inceliklerinin kavranma-
gündelik hayatımıza dâhil etmeyi başarıyor. Ölen çocukla- sı demek kaybedilen tüm anlamların ince noktalarından,
rın sıradanlaşması, çocukların ölmesinden daha mı az ür- küçük ama detaylı noktalarından yeniden keşfedilmesi de-
kütücüdür? mektir. Küllerinden yeniden doğmak diyorlar ya bu da öyle
bir şey… Eski anlamına kavuşacak olan her şey insanın his-
Tabii ki hayır… İkisi ürkütücü olma hususunda çok iddi- siyatında gerçek karşılığını bulacaktır. Tabii ki sanat bunu
alı rakiplerdir. Birileri ölüyorsa ve kimsenin sesi çıkmıyor- tek başına yapamaz ama buna vesile oluyor, olmaya da
sa bu çok ürkütücüdür ama çıkan ses sıradanlaşıyorsa bu devam etmelidir. Sanat bu imkânı güçlü bir şekilde kullan-
daha ürkütücüdür çünkü bu çıkan sesi işitecek hiçbir kalp dığı sürece de her zamankinden daha çok iştigal etmemiz
kalmamış demektir. Budur işte, teknoloji ilerledikçe böyle gereken alandır.
bir hale geldi hayatımız… Gittikçe ruhumuz duyabileceği
her acıyı sıradanlaşmış bir şekilde tatmaya başladı. Kalp- Bu cevaplardan bir tanesi… Birkaç paragraf önce okuma-
lerini çıkarları uğruna susturabilen insanlar olmak… Kalbi- nın hayatiyetinden bahsetmiş ve niçin bir boş zaman uğraşı
nin bütün inceliklerini, bütün naifliklerini kaybeden insanı olamayacağı hakkında yazmıştım. Şimdi ise yukarıdaki pa-
düşünün bir an. Bu beni ürkütmediyse ne ürkütebilir ki? ragrafta “Sanata niçin eğilmeliyiz?” sorusuna verilebilecek
Açlıktan kırılan insanlar karşısında bencilce davranabilme pek çok cevaptan sadece birini söyleyerek aslında sanatın
yetisini kazandıran şey kalplerin hassasiyetini incitmiş ol- da ehemmiyetini vurgulamış oldum. Bu ehemmiyet ise sa-
mak daha da kötüsü bu hassasiyetleri imha etmek değilse natsal faaliyetlerin niçin hobi olamadığının en büyük kanı-
nedir? Adım adım yıkılmıyor muyuz? Gittikçe tüm duygu- tıdır aslında. Sanat ve daha özele indiğimizde edebiyat ve
larımızı kaybetmiyor muyuz? Hepimiz her şeye gülebilir bunun yanında “kültürel faaliyetler” tüm hayatiyetine rağ-
hale geldik. Gülebildiğimiz doğru fakat mutlu olabildiğimiz men modern hayatın çizdiği anayolun dışında kalırlar. Şu
23
ise bizim gerçeğimizdir; bu anayolu biz çizmedik. Bu yolda cevabı veren insanları kastediyorum. Gerçekten de koca
yürümeye bizi mecbur kılan yola karşı kendi ara yollarımı- bir gününüzü üç-dört katlı bir AVM’ de harcamayı istemek
zı üretmeliyiz. Sanatsal ve kültürel faaliyetler ne güzel ara çok tuhaf değil mi? Tuhaf değil tabii ki. Modern insan boş
yollardır. Bu ara yollara her saptığımızda kendi yolumuzu vakit olarak tanımladığı zaman dilimine sığdıracağı hobi-
çizmiş oluruz. Ne kadar çok kendi yolumuzda mesafe kat lerini de rutin hale getiriyor çünkü. Bir yerden sonra boş
edersek o kadar kendimiz oluruz. vakti doldurma daha doğrusu vakti öldürme eylemine dö-
nüşüyor tercih ettiğiniz bu ilgi alanı. AVM’ler buna yarıyor
Bir daha ve daha net bir şekilde yineleyelim. Modern büyük ölçüde. AVM bir hobi olabilir. Çünkü onu “vakit geç-
hayatın zaman dilimlemesi içerisinde bize “boş zaman” sin” diye yaparsınız tabi vaktiniz o kadar “boş” ise… Ama
olarak dikta edilen tüm zamanlar aslında boş zamanlar hele ki yukarıdaki paragrafların birçoğunda okumanın ne
değildir ve bizim bu zaman dilimi içerisine sıkıştırmak zo- kadar hayati bir eylem olduğunu vurgulamak için yazan bi-
runda bırakıldığımız tüm eylemler hayatımızın yan eylem- risi olarak şunu söyleyeyim: Ben okuduğum hiçbir kitabı
leri değil temel eylemleridir. Çünkü bu eylemler bizim hür “vakit geçsin.” diye okumadım. Tavsiyem siz de bu düşünce
irademizle seçtiğimiz eylemlerdir. ile kitap okumayın.
Şimdi gelelim AVM meselesine… Gerçekten de AVM bir Çok mu demode şeyler söyledim? Bu düzene itiraz et-
hobi ve bir boş vakit uğraşıdır. İhtiyaçlarını karşılamak için menin herhangi bir önemi yok mu? Bu dünya böyle gelmiş
AVM’ye giden insanları kastetmiyorum. Kabul, giyim-ku- böyle gider mi? Bu dünya böyle gelip böyle gittiği sürece
şam olsun daha farklı bir ihtiyaç olsun bunu karşılamak korkarım biz de AVM’lere gitmeye devam edeceğiz. Siz
için AVM’ye gitmek tuhaf bir durum değildir “Bu Pazar ne AVM’ye gitmek ne demektir bilir misiniz bayım? Ben bir
yapsak?” sorusuna her defasında “ Haydi AVM’ye gidelim.” kez gittim, kör oldum.
24
AVRUPA’NIN KUDÜS’Ü: GEZİ
BOSNA HERSEK 25
Bölüm : 1
Şuhedanur Hacıalioğlu
Bu satırları gözlerimin Bosna’nın Sarajevo
şehrinin içinden geçen Miljacka Nehrine bal-
kondan 1 Temmuz 2015’in sabahında kaleme
alıyorum. Yıldız dolu bir gök ve nehirden gelen
su sesi eşlik ediyor kelimelerime.
Bosna’ya bir yıl içinde üçüncü defa adımımı
atıyorum. İlkinde yaklaşık iki hafta kalmıştım.
İlkbahardı ve yurtdışına ilk adımımdı. Saraje-
vo’nun yeşiliyle kuş cıvıltıları bana harika 2 haf-
ta yaşatmıştı. Bir sonraki gelişimde ise ‘’ artık
sen de Bosnalı oldun.’’ cümlelerine muhatap
olacak kadar uzun kaldım. 2014’ün Kasım ayın-
dan 2015 Şubat ayının ortalarına kadar yaşadı-
ğım Sarajevo’nun sonbahar ve kış mevsimini de
böylece tatmış oldum. Ve şimdi yeniden geldi-
ğim bu şehir yaklaşık bir buçuk ay ve bu sefer
yaz mevsimiyle ve ayrıca Ramazan ayında beni
ağırlayacak. Bu şekilde Sarajevo’da dört mevsi-
mi de görmüş olacağım.
“Welcome to Sarajevo!’’ Bu cümleyi Sevgi-
li kuzenime kuralı tam tamına sekiz gün oldu.
sekiz gün önce sabah 11.00 gibi Sarajevo Ha-
valimanı’ndaydık. İkimizin de hem Ramazan’ı
hem bayramı burada geçireceğimiz için mutlu-
luğumuz gözlerimizden hala okunabilir durum-
da. Ablam Sarajevo’da yaşadığı için konaklama
mevzusu bizim için sorun değildi. Eşyalarımızı
eve bırakıp biraz dinlendikten sonra Başçarşı’da
iftar yapmak üzere yol aldık. Sarajevo’da ana
ulaşım aracı tramvay. Ama ne yazık ki tramvay-
lar eski ve bakımsızlar. Savaştan yeni çıkmış bir
ülke için normal bir durum... Zaten biraz nostal-
jik bir havaları olduğunu düşünüyorum. Başçar-
şı’ya geldiğimizde iftarımızı Bosna’nın meşhur
köftesi “ćevapi” ile açtık. Kırmızı et sevenler için
“ćevapi” bence muazzam bir seçenek…
Başçarşı, 16. yy’da Osmanlı tarafından kurulmuş. 1992- Başçarşı’da ilerledikçe camiilerin varlıklarının yanında
95 Bosna Savaşı sırasında çok yara alsa da hala dimdik Avrupa’nın Kudüs’ü denmesinin sebebini anlayacağımız
ayakta duruyor. Başçarşı, Sarajevo’nun merkezi kabul edi- kiliseler ve sinagog karşılıyor bizi. Ferhadiye Caddesi üze-
liyor. Başçarşının sembolü ise çarşının girişindeki 1753 rindeki ‘’İsa’nın Kalbi’’ Sarajevo Katolik kilisesinin önünden
yılında Mehmet Paşa tarafından yaptırılan Sebil’dir. Sebil geçiyoruz. Bir dahaki geçişimizde ziyaret edeceğimiz bu ka-
Sarajevo’da ortak buluşma noktası gibi. Bizdeki “Beşiktaş tedral de aynı Sebil gibi insanların buluşma noktası.
iskelesinde buluşalım”ı buralarda “Sebil’de buluşalım.’’ dır.
Başçarşı tarih kokulu bir mekân. Alışveriş için küçük küçük Ferhadiye caddesinin sonuna doğru gittiğimizde sağda
dükkânlar, kafeler, yemek için yerler bulunuyor. Burada ‘’Sonsuzluk Ateşi’’ anıtını görüyoruz. II.Dünya Savaşı’nda
dünyanın her yerinden turistle karşılaşmak mümkün… Se- ölen asker ve sivillerin anısına yakılmış bu ateş 1946 yılın-
bilden aşağıya doğru indiğimizde solumuzda hemen küçük da yakılmış ve bir daha hiç söndürülmemiş. Başçarşı’dan
bir camii duruyor. 1528 yılında yapılmış olan Başçarşı Ca- uzaklaştıkça Osmanlı mimarisinin yerini Avusturya-Maca-
mii’nin bahçesine girdiğimizde huzur bizi kucaklıyor. Çarşı- ristan İmparatorluğu. Döneminin mimarisinin önemli tesil-
nın önemli bir diğer Camii, Gazi Hüsrev Begova Camii’dir. cileri olan binalar karşılıyor bizi. Burası mimari eserleriyle
Kendisi bir Mimar Sinan eseridir. Gazi Hüsrev Bey tarafın- gerçekten göz dolduruyor.
dan 1531 yılında yaptırılmış. Diğerleri gibi savaş sırasında
Begova Camii de yara almaktan kurtulamamış ve Sırpların Nehir kenarından eve doğru yürüyoruz. Nehir üzerinde-
saldırılarına uğramıştır. Daha sonra aslına uygun bir şekilde ki bir çok kemer ve köprü var. Bunların en önemlisi, I. Dün-
restore edilmiş. Begova Camii’nin az ilerisinde Morica Han ya Savaşının başlamasının sebeplerinden biri olan Avus-
gözümüze çarpıyor. Morica Han, Sarajevo’daki, Osmanlı turya-Macaristan veliahdının Sırp bir milliyetçi tarafından
döneminde yapılan ve bugünlere kadar gelen tek handır. öldürüldüğü Latin köprüsüdür. Latin köprüsüne gidip ‘nasıl
Evliya Çelebi Sarajevo gezisini anlattığı yazısında buradan olmuş ki bu olay?’ diye düşünen tek ben değilimdir her-
da bahseder. Şimdilerde kafe olarak kullanılıyor tabii. hâlde.
Miljacka nehri’nin yamacından usulca yürüyerek eve
26
ulaştığımızda, günlerimiz burada çokken niye ilk günden yaptık. Tünelden geçerken belgeseldeki görseller gözümün
yorulduk bu kadar diye kendimizi sorgulamak için geç bir önünden geçiyordu ve gözyaşlarım buna dayanamadı. La-
vakitti… net olsun diyerek tünelin sonuna geldik. Tüm zalimlere la-
net olsun.
İki gün dinlendikten sonra üçüncü günümüze ait güzel
bir plan yaptık. İstikametimizi Vrelo Bosne ve Hayat Tüne- Tünelden çıktıktan sonra bir taksiyle Vrelo Bosne’ye gel-
line çevirdik. Ramazan ayı ve hava sıcak ama bizi bu sıcak dik. Vrelo Bosne Sarajevo’nun milli parkı. Büyük bir Alana
hava durduramazdı. Tramvaya binip Sarajevo’nun Ilıca ilçe- sahip olan park, Bosna nehrinin kaynağını da içinde bulun-
sine doğru yola çıktık. Tramvayda şehrin insanlarını izleme- duruyor. Görüntüsüyle muazzam bir şekilde etki bırakan
yi çok sevdiğimden onları izleyip yüzlerindeki çizgilerden, parka giriş için 3 km’lik yolu yürüyebilir, ben yürüyemem
ifadelerden hayatları hakkında çıkarımlar yaptım. O anda derseniz -ki bence en az bir kere yürünerek gidilmesi gere-
dinlediğim müziklerinde bana yardımcı olduğunu söyle- kir- at arabası kiralayabilir diğer bir alternatif olarakta bisik-
meden geçemeyeceğim. Bu çıkarımları yaparken tabii ki let kiralayabilirsiniz. Ben ve kuzenim bisiklet kiralamaktan
bazı insanlarla da göz göze gelmem kaçınılmazdı. Birçok yana kullandık hakkımızı ve düştük yola. Yolda giderken
teyze ve amcayla göz göze geldikten sonra onlarla karşılıklı bol bol fotoğraf çekilecek alanlarlar var. İnsanlar genelde
olarak tebessüm etmek, belki de bu yolculuktaki en güzel bu yolu spor için yürüyüş parkuru olarak kullanıyorlar. Yol
anılarım olarak kalacaklar. Gülümsemenin Peygamberimi- üzerinde Türkiye’de görsek yaşlı diyeceğimiz ama senden
zin sünneti olduğunu ve tanımadığımız insanlara gülümse- benden geç amcalar teyzeler görüp yürümediğimize utan-
nin, tebessüm etmenin inanın hayatınıza güç katacağını ve sakta bu yolu bisikletle gitmeye ant içmiştik. Hem bisiklet
daha mutlu olacağınızı küçük bir kamu spotu olarak bura-
da yazmak istiyorum. Ilıca’ya ulaştıktan sonra bir taksiyle
Hayat Tüneli’ne bir diğer adıyla Umut Tüneli’ne ulaşıyoruz.
Umut Tüneli, Sarajevo’nun Sırplar tarafından kuşatma
altına alınmasının sonucunda ilaç, yiyecek, içecek vb. Yar-
dımların gelmesi ve insanların şehirden çıkabilmesi için
merhum Aliya İzzetbegoviç ve beraberindeki arkadaşları-
nın fikriyle kazılmış. 1993 yılında iki taraftanda aynı anda
kazılmaya başlayan tünelin yapımı 4 ay 4 gün sürmüş. 800
metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde ve 160 cm yük-
sekliğindeki tünel adeta Müslüman Boşnaklar için hayatta
kalmanın adı olmuş. Tünelin yaklaşık 25 metresini görebi-
liyoruz günümüzde. Diğer kısmı kimilerine göre bakımsız-
lıktan,kimilerine göre güvenlik nedeniyle kasti olarak yıkıl-
mış. Tünelin Butmir bölgesindeki başlangıcı Kolar ailesinin
evinden başlıyor. Şimdi bu ev bizim gibi dışardan gelen zi-
yaretçiler için müze halinde. İçeriye girdiğimizde küçük bir
alanda tünelim nasıl yapıldığını ve Bosna savaşını anlatan
kısa bir belgesel izledikten sonra tünel yapımında kullanı-
lan malzemelerin olduğu müzeyi gezip tünele doğru iniş
27
sürmekte bir spor değil mi!? Upuzun kavak ağaçlarının arasından süzüle süzüle geçtikten sonra milli parka ulaştık. Ramazan
ve oruç bu anda biraz zorlasa da kenarda bir bankta dinlenip enerjimizi yeniden topladık diyebiliriz. Öyle güzel ki Vrelo, yeşil
ile mavinin birlik olduğu şiir gibi bir yer. Her tarafında fotoğraf çekilmek ve her alanı çekmek gibi bir haldeydik. Bumbuz suyu
bize devamlı iftarı hatırlarsa da orada olmaktan muazzam bir haz ve muhabbet duyduk. Kuğular bir yandan kibarca süzüler-
ken diğer yandan insanlar sevdikleriyle onları izliyorlardı. Sessizlik,sakinlik ve huzur.Orada uyunur,şiir okunur,koşulur… Diğer
bir yandan Vrelo Bosne’de yaşadığım komik talihsizliklerden de bahsetmeliyim.
İlk olarak 3 km’lik yolda dinlenme molası verdiğimizde kulaklığımı bir bankın üzerinde unutmamla başlayan talihsizlikler,
girişte bilet alırken elimden bisikletin bir anda kayıvermesiyle devam etti. Keşke böyle bitseydi lakin 2 kere de bisikletten
düşerek –ki bunlardan bir tanesi yine bilet aldığım yerde oldu- Vrelo Bosne tarihine adımı yazdırdığımı düşünüyorum. Bu
yüzden yakın bir zamanda Vrelo Bosne’ya bir daha uğramayı düşünmüyorum. Neyse ki Sarajevo ben düşerken de güzel.
28
ÇİZGİ
29
KİTAP
AŞK MEDENİYETİNE İLK ADIM:
ŞEHRİM AŞK
M. Enes Sakin
Leyla İpekçi gazete yazılarından, şiirlerinden ve ro-
manlarından tanıdığımız bir isim. Son zamanlarda bil-
hassa gazete yazılarında “aşk medeniyeti” vurgusu ya-
pan yazarın kıymetli romanı “Şehrim Aşk’ı da yine bu
medeniyete bir yöneliş olarak görmeli ve bu açıdan de-
ğerlendirmeliyiz.
İpekçi’nin bir gazete yazısında: “Maksat, benliğini
aradan çıkarıp Hakka bakmak, O’nun nuruyla kaplan-
mak, O’nun cemâlinde kamaşmak, O’na kavuşmak.
O’nun bizden ayrıda, gayrıda olmadığını aşk ile anlamak
dışında bir seçeneğimiz yok.(…). Bize en hakiki mürşit
aşktır. Âşık olmadan iyi birer sevgili olunamaz, olamıyo-
ruz. Aşk ile yapmadığımız gönülleri de köprüleri de hak-
kıyla inşa etmiş olamıyoruz. “ demesini bir nevi romanın
girişinde atıfta bulunduğu Yusuf-i Hemedani’nin “Agâh
olun aşk herkes için farzdır.” sözüne getirilmiş bir şerh
olarak kabul edebiliriz bu bağlamda.
Şehrim Aşk’ta Leyla İpekçi yakın zamanda yaptığı bir
yolculuğundan yola çıkarak kuruyor romanını. İstan-
bul’dan Mekke, Medine ve Kudüs’e uzanan romanın
yarı gezi yazısı özelliği taşıdığı söylenebilir. Esasen bu
dört şehir İslam Uygarlığını ayakta tutan dört sütundur.
Müslümanlar tarafından duyulan muhabbet göz önüne
alındığında bu dört şehrin İslam dünyası için ayrı bir ko-
numu vardır. Tabii ki bu dört şehrin adı anıldığında Nuri
Pakdil’in bu dört şehre karşı duyulan muhabbeti vurgu-
layan şu sözlerini de buraya almadan yapamayacağım:
“İstanbul; sağı, solu ,önü ,arkası ,altı ,üstü deri kaplı
bir ‘mistik’tir.(…) Şimdilerde İstanbul nokta, Paris virgül
yazılarımda .Çoğunlukla (ve) kullanmadığımdan anmı-
30
yorum Roma’yı. Kudüs’se iki noktadır : (:) Kudüs sevil- bana hac nasip et” diye dua etmesini onun modern
meden insanlığa girilemez. Bizim için ayrıca bir konumu hayatın karmaşasından ve dünyevi atmosferinden yani
vardır: Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı savun- bunca çokluktan kaçarak bir olana yönelme arzusunu
maktır. Çünkü gerçek bağımsızlık yüzyıllarca damıtıla- kalplerdeki “tevhid” aşkına vermeliyiz.
rak oluşturulan bir birikimdir: insan onurunun asal kay-
naklarından biridir, putçuluğun kesinlikle iptalidir. İki yer Tevhid aşkının en yoğun olduğu yer ise şüphesiz kut-
daha var ki biri sağ, biri sol yanıdır: kalbimin. Atarda- sal topraklardır. Kutsal topraklarda insan kendini her
marlarımla toplardamarlarım bağlıdır bu İki Merkeze. ırktan her renkten insanla tek vücut halde yalnız Allah’a
Bu iki Merkez’de kurulmuştu ilkin: Dinin Evrensel Devle- ibadet ederken bulacaktır. Bu ise aşkın en güzel halidir
ti: VII. Yüzyıl’da. (Bir Yazarın Notları,sf.64-65-66) ve bu aşk Allah’a duyulan muhabbetin ta kendisidir. Bu
sebeple her kalp bir Aşk Şehri’dir.. İşte tüm bu “Aşk Şe-
Medeniyetleri oluşturan şey ahlak, insani ilişkiler ve hirleri” bu muhabbetin doğal akışı içerisinde kendi huy
huy güzelliği boyutunda dünyaya kazandırdıkları artı de- güzelliğini üretebildiği zaman aşk medeniyeti için ilk
ğerlerdir. İslam Medeniyetinde bu üçünü ise düzenle- adım atılmış olacaktır.
yecek etken tabi ki Allah inancı olacaktır. Zira Allah aşkı
aşkların en büyüğüdür. İşte bu dört şehrin temsil ettiği İpekçi, bu medeniyete atılan her adımı bir kapı kabul
medeniyeti oluşturan yukarıda saydığımız değerleri öz etmiş ve onları isimlendirmiş. Kitap dört kapıdan oluşu-
kabul ederek kendi şehrini kuran İpekçi ona “Şehrim yor: “Arzu Kapısı, Dua Kapısı, Rüya Kapısı ve Sema Ka-
Aşk” adını veriyor. pısı.”. Umalım ki bu kapıları adım adım geçen kişi huy
güzelliğiyle donanmış bir şekilde kendi aşk şehrine var-
Yani romandan hareketle “Aşk Şehirleri” kurmak isti- sın ve bir “aşk medeniyeti” inşa etmeye “ben de varım”
yorsak bunun için en uygun toprak parçası kendi kalbi- diyebilsin.
miz olacaktır. Kalp hep tevhidin peşindedir. Romanda-
ki karakterin sağlık problemlerinden sıyrılıp “Allah’ım Umudumuz toplumumuzun her ferdi için böyle olsun.
31
KİTAP
ALİYA VE
İSLÂM DEKLARASYONU
Abdulvahap Bayrak
Güzel yüzlü insanların güzel yüzlü mücadele önderi
olup soykırıma uğramış toplumuna yapılanlara karşı
dik ve onurlu duruşu ile kendisinden sonra gelecek
devlet adamlarına ve çağdaşlarına emsalsiz bir örnek
teşkil etmiştir. Tehdit ve işkencelere rağmen Hakkın
ve halkın yanında olup kendisine umut besleyenleri
hayal kırıklığına uğratmamıştır. Cesur, inançlı ve azim-
li mücadelesi ile tüm hayatı boyunca halkına önderlik
yapan bilge-zahid kişiliği ile haklılığını her ortam ve
zamanda haykırarak güçlü ve şahsiyetli bir örneklik
ortaya koyan “Bilge Kral” İslâm dünyasında yeni bir
lider tipinin öncüsü olmuştur.
Fide Yayınları Aliya İzzetbegoviç’in 1960’lı, 70’li,80’li
yıllarda kaleme aldığı 13 makaleyi, İslâm Deklarasyo-
nu ve İslami Doğuşun Sorunları başlığı altında oku-
yucuya sunuyor. İslam Deklarasyonu 40 sayfalık bir
risale olmanın ötesinde Boşnak Kurtuluş Savaşı’nın
dayanaklarından biri olmasıyla birlikte İslami siyase-
tin ve İslam birliğinin modern dünyadaki dirilişine bir
vesile olma gayretidir
Aliya İzzetbegoviç’in 1970 yılında kamuoyuna sun-
duğu hacmi küçük ama etkisi büyük olan bu risale
tamamen yeni sayılabilecek fikirler ihtiva etmeyip
çoğumuzun çeşitli vesilelerle aşina olduğu umumi
ehemmiyete sahip olan düşüncelerin sentezinden
ibarettir. Yaklaşık 40 sayfalık olan bu risale Müslüman
halkları dolayısıyla Yugoslav Müslümanları titreyip
özlerine dönmeye çağırdığı için “Genç Müslümanlar”
davasında kendileri hakkında bir numaralı delil ola-
32
rak gösterilmiştir. Bu dava açılana kadar eser pek ilgi larında yatmaktadır. Yazı bir milletin tarihteki deva-
görmemesine rağmen bu tarihten sonra yedi yabancı mını sağlar ve akılda tutma şeklidir. Arap harflerinin
dile çevrilip dönemin en çok okunan politik metinle- kaldırılmasıyla Türkiye için, yazıda korunan geçmişin
rinden biri oldu. bütün nimeti kaybolmuş oldu. Birçok diğer paralel
reformlarla beraber, yeni Türk nesli kendini manevi
. Aliya’nın kamuoyuna sunduğu bildiride hedefi- dayanaktan yoksun ve adeta bir çeşit manevi boşluk
nin “Müslümanların İslâmlaşması” olduğunu açıkça (vakum) içinde buldu. Müslüman kitlelerin sahip ol-
belirterek muhataplarının özlerini bilen Müslüman- dukları açık duygularını hareket geçirecek ve yönlen-
lara yönelik olduğunu ifade eder. Müslüman halkları direcek fikir lazımdır. Fikir bu derin duygulara uygun
kendimize dönmeye aşağılık kompleksinden kurtulup olmak zorundadır. Demektir ki bu ancak İslami bir fi-
sahih İslâm’la dirilip muazzam birikimimizi kuşan- kir olabilir. Kudüs sadece Filistin veya Arap meselesi
maya davet eder. Fas’tan Endonezya’ya Kırım’dan değildir. O bütün Müslüman halkların sorunudur. Ya-
Nijerya’ya kadar büyük bir İslâm devleti kurabilmek hudiler Kudüs’ü ellerinde tutabilmeleri için İslam’ı ve
için Efendimizin de belirttiği gibi Kur’an’a ve sünne- Müslümanları yenmek zorundadırlar ve bu -Allah’a
te sımsıkı sarılarak, çalışıp mücadele ederek realizm şükür - onların gücü dışındadır. “ İzzetbegoviç’in bu
gibi Batı menşeili akımları reddedip kendimize ait bir eserini okurken İzzetbegoviç’in fikirlerinin Sezai Kara-
eğitim sistemi kurup hatalarımızdan ders çıkartarak koç’un “İslam’ın Dirilişi düşüncesi ile ne kadar ben-
tekrar ‘Diriliş’e tekrar yükselişe geçebileceğimizi bu zeştiğini burada vurgulamak isabetli olur.
kitapta bulabilirsiniz.
Tünelin ucundaki ışığı gösteren Aliya İzzetbego-
İslâm Deklarasyonu’ndan çarpıcı bir kaç kesit : “Ba- viç’e selam olsun. Bu vesile ile Bilge Kral ve onunla
tının gücü modada, Allahsızlıkta, gece kulüplerinde aynı dava uğruna emek sarf etmiş olanlara Cenab-ı
ve ahlaksız gençlikte değil; batı insanının hayranlık Hakk’tan gani gani rahmet dilerim...
bırakan çalışkanlık, ısrarlı gayretleri ve sorumluluk-
33
ÖYKÜ
KALAN KUŞLAR
SENFONİSİ
Hayati Ahmet Helvacı
Saat sabahın yedisi… Yalnız başıma yürüyorum. Otobüs Küçükyalı durağında duruyor ve otobüsten
Burnumu kızartan soğuk, sıcacık yatağıma dönme is- iniyorum. Küçükyalı İstanbul’dan bağımsız bir yer gi-
teği uyandırıyor içimde. Soğuklar başladığından beri bidir. İstanbul deyince orada yaşayanların aklına he-
her sabah yürürken aynı istek tekrarlanıyor. Fakat men trafik, yorgunluk, çarpık kentleşme ya da tam
daha bu isteği gerçekleştirecek cesareti kendimde tersi bir kraliyet düzeni gelir. İkisinin de iyi çağrışımlar
bulamadım. Geç kalabileceğim bir okulum var. Bu olduğunu söyleyemem. İşte Küçükyalı bunların ço-
soğukluğun yüzüme tokat gibi inmesi beni kendime ğuyla çelişen bir yerdir. Bol ağaçlı sokakları, iki üç katlı
getirmiyor değil. Tam kendime geldim deyince sıca- binaları, kedileri, temiz havasıyla bambaşka bir yer.
cık otobüse adımımı atıyorum. Haliyle tekrardan bir Yaşlı nüfus çoğunlukta olduğundandır ki insana huzur
uyku bastırıyor. Yatağımdaki rahatlığı bulamasam da veren bir sessizliği var. Kuşlar da var, hepsi sessizliğin
/ insan homurtuları, kafamı yasladığım camın titre- sesi oluyorlar. İşte ben her sabah elim cebimde yürür-
mesi, frenler, kornalar/ bazen uyuyorum. Her sabah ken, okuluma bu semtin içinden gidiyorum. Balkon-
yanıma oturan amca yine oturuyor. Şöyle bir bakıp, larda kahvaltı yapan, gazete okuyan / kaşık şıngırtısı,
bana gülümsüyor. Aynı şekilde karşılık veriyorum. Ga- ardından tabağın kenarına sürten çatal sesi/ yaşlılar
zetesini çıkartıp/yaşlı, sarkık göz altı torbaları, bem- görüyorum. Binaların altında bir terzi bazen küçük bir
beyaz saçlar, gözlüğün üstünden otobüse bir bakış/ bakkal karşılıyor beni. Besmeleyle açılan asma kilidin
okumaya dalıyor. sesi, kırlangıçların ötüşüyle birleşiyor, içimdeki kuşla-
rın uçuşuyor oluşu hep bunlardan.
Ara sıra hayretini belirten kelimeler mırıldanıyor
gazetesine bakarken. O mırıldandıkça ben düşün- Ve her sabah onları görünce yüzüme düşen tebes-
celere dalıyorum.Ortamdaki sesler düşüncelerimde süm, bu sabah düşmüyor. Okuluma iki sokak kala geç-
yeniden hayat buluyor. Bu duyguyu çok seviyorum. tiğim bir ara sokak var. O arada birkaç bina karşılıklı
Düşlerime karışan homurtular, fren kasılmaları bana selamlaşıyor.Onların arasında kalan küçük, pembe
tarif edemeyeceğim şeyler hissettiriyor. müstakil bir ev var. Evin sokağa bakan penceresinin
34
önüne küçük bir masa koymuşlar. Normalde bu Senenin başlarıydı. Okula yeni kaydolmuştum.
masada kahvaltı yapıyorlar, fakat hava serinleyin- Babamla birlikte yolu öğrenmeye gitmiştik. Ba-
ce içeride yapmaya başlamışlardır herhalde diye bam düşünceliydi ama okula en kısa nereden
geçiriyorum içimden. Çünkü daha düne kadar dı- gidebileceğini düşünüyor, etrafına bakıyordu.
şarıdaki masada oluyorlardı. Onlarla ilk karşılaş- Kabaca bir yol belirledik. Şimdikine göre daha
mamı hatırlıyorum.
35
uzun bir yol aslında. Başlarda orayı kullanıyordum. Onları her sabah görmeye alışmışken bu sabah
Bir hafta boyunca okula babamla belirlediğimiz yol- görmemek bende bir parça hüzün uyandırdı. Bazen
dan gidip geldim. Ertesi hafta yürürken gazeteci ço- oradan geçerken bana ikramda bulunuyorlardı. An-
cuğun bir ara sokaktan girdiğini gördüm. O çocukla neleri çok iyi kalpli bir insandı fakat kara kaşlı, kara
iki sokak ötede hep karşılaşıyorduk. Daha kestirme gözlü babaları bana iyi bakmıyordu. Herhalde anla-
bir yol olabileceğini düşündüm ve çocuğu takip et- mıştı. Bizim okulda olduğu halde ismini sormaya ce-
tim. İşte ilk defa o araya girdiğimde onları gördüm. saret edemediğim, yanından bile geçemeden sadece
Kapının önünde uzun, göbekli, karakaşlı, kara gözlü baktığım, hissettiğim kızına gönlümü kaptırmıştım.
ve pos bıyıklı esmer bir amca dikiliyordu. Onun oldu- En başta bu böyle değildi. Yalnızca okula giderken
ğunu kolayca anladığım Murat 131 marka bir araba mutlu oluyordum. Yüzü, hareketleri, üstümden ge-
yolun ortasında duruyordu. Arka tarafta benim yaş- çen bulutla, hışırdayan yaprakla birleşiyor, bir anlık
larımda olduğunu düşündüğüm bir kızla, evin annesi mutluluk doluyordu içime./ İç: şu kalbin üç parmak
olduğu anlaşılan bir teyze sofrayı topluyordu. İçeri- sağında olan/Daha sonra onun da masadaki yerini
den bir erkek çocuğunun “Abla!” diye seslendiğini değiştirdiğini fark ettim. Sokağa sırtı dönük oturmu-
duydum. Sokağa bakan pencerenin üstünde Hz. Ali yordu artık. Bunu fark ettiğim gün okula nasıl vardığı-
tasviri vardı. Kapılarında da “Ya Ali!” yazan tahta bir mı anlayamadım.Uçuyor gibi oluyor insan.
levha asılıydı. Baba olduğu belli olan pos bıyıklı amca,
evlerine gazete getiren çocuğu durdurdu. Elini çocu- Kapılarının önünden geçerken kendimi o evin par-
ğun omzuna attı, ne kadar olduğunu anlamadığım bir çası olarak hayal ediyordum. Bir şekilde ben bunları
miktar da para verdi. Ardından beklemesini söyledi. düşünürken, ortaya çıkan baba teslimiyetimin önünü
Tüm bunlar olurken ben yere çökmüş, bir kedinin ba- dağ gibi kesiyordu. Tabi ben de adımlarımı hızlandırı-
şını okşuyordum. Başımı kaldırdığımda koca cüsseli yordum. Fakat biliyordum, evdekilerle aramda tuhaf
adam küçücük arabaya yerleşiyordu. Marşı çevirdi, bir bağ vardı. Yani onlar beni görmedikleri gün merak
araba çalışmadı. Bunun üzerine çocuğa arabayı itme- ediyorlar, ben onları görmediğim gün onları merak
sini söyledi. Kendisi de bir ayağını dışarıya sarkıtıp it- ediyordum. İşte bu düşüncelerle pembe evin karşı-
meye çalıştı. Bunun üzerine ben de yardıma koştum. sındaki binanın merdivenlerine oturdum. Hemen bir
Hep birlikte o küçücük arada arabayı çalıştırdık. İşte kedi sırnaştı. Kedi bacaklarıma tatlı tatlı sürtünürken
ilk karşılaşmamız böyle oldu. karşı evin kapısı açıldı. Üstünde ev kıyafetleriyle o
36
çıktı. Yan taraftan sobaları için odun aldı. Etrafına ba- dakika içerisinde polisler, ambulanslar, herkes gitti.
kındı, beni göremedi, içeri girdi. Mutlu oldum. Sorun Dizlerimin üstünde ağlıyordum. Sokak bomboş ve
yok. sessizdi.
Günler geçiyor. Aynı otobüs, aynı amca, hep aynı Ne yani, bu masa bundan sonra hep boş mu ka-
yerde fren… Bugün rüzgâr tersten esiyor. Bir an önce lacaktı? Bu arabayı bir daha itmeyecek miydik? Peki
inip, rüzgârı arkama alarak üşümeyi istiyorum. Onu sokağa bakan o taraftaki sandalyeye bir daha o otur-
uzun zamandır göremediğimi düşündüm, üşüdüm./ mayacak mıydı? İçimdeki ağırlık gittikçe arttı. Hz.
Onu düşünmek zamanı ilerletiyor./ İneceğim durağa Ali’nin resmi hala sokağa bakıyordu. “Ya Ali!” yazısı
geldik. İnsan elinde olmadan hisler beslediği kişilerle hala asılıydı. Pos bıyıklı amca neredeydi? Bacadan
ilgili hayaller kurarken buluyor kendini. Aynı okulda duman çıkıyordu. Herkes burada olmalıydı, yalnızca
olduğumuz halde, farklı saatlerde girip çıkmamız yü- ben karşı merdivenlerde oturup evimi izlemeliydim.
zünden onu göremiyorum. Kış olduğundan dolayı di- Gazeteci çocuk nereye gitti? Bu kırlangıçlar neden
ğerlerini de görmüyorum. Yaşadıklarını gösteren tek hala ağaç hışırtılarıyla birleşip bana mutluluk verme-
ibare, evlerinin tüten bacası… ye çalışıyorlar ki?
Gazeteci çocukla araya girerken karşılaşıyoruz. Se- Ağlayarak /Herkes neredeydi?/ susaraktan.
lam verdikten sonra hızlanıyor. Ben aheste aheste
yürüyorum. Sokağa geldiğimde iki ambulansın dur-
duğunu görüyorum. Yaşlı insanların muhiti olduğu
için daha önce de ambulans görmüşlüğüm oluyordu.
Ambulanslara yaklaştığımda pembe eve geldiklerini
gördüm. Babaya veya anneye bir şey mi oldu diye dü-
şündüm. O anda içeriden sedyeyle üstü örtülü babayı
getirdiler. Elim ayağım tutmaz olmuştu sanki. Kulak-
larım çınlıyordu, babasız mı kaldılar şimdi? Fakat içe-
riden bir sedye daha çıktı. Annem! Yolun karşısından
yürürken bana seslenişi geldi aklıma. Gözlerimden
yaşlar boşandı. Peki ya o neredeydi? Karşı binadan bir
amca geldi. Sedyelerle içeri girdiler bir daha. Amca
ne olduğunu sordu birine. Cevabı duyamadım, hıçkı-
ra hıçkıra ağlıyordum. Sedyeler… Dolu çıktılar. İçim-
de öyle bir ağrı hissediyordum ki yere düştüm. Elleri
iki yandan sarkıyordu. Rüyada olmak için yalvardım
Allah’a. Uyanamadım. Olmuyor, uyanamıyorum.On
37
ŞİİR
YASTIĞIN KIYISINDAKİ ÖLÜM
Meryem Betül Koçak
I / Sabah
Bir hitap sözcüğü bulamadım
Sana ve hayata karşı
Bir bıçak saplanıyor bu yüzden
...
Bak, bıçak hala yerinde
dimdik ve dipdiri
II / Öğlen
Yarım kaldığı için sararan elmalar
...
Yalnızlıklarını bile paylaşırlar zamanla
III / İkindi
Dedem çeker günleri tek tek tesbihle
Çeker günleri dedem tesbihle tek tek
Günleri dedem tek tek tesbihle çeker
Tesbihle tek tek çeker günleri dedem
...
38
Kelimelerin sıralanışıyla kavga ettim
Kavga ettim sürekli kendimle
Çünkü bir fırça darbesi vurdum hayata
IV / Akşam
Kendi boşluğun kovalar seni
Yastığın kıyısındaki ölüm gibi sessizce kovalar
...
Bir sebebi yok oysa öylece dikilmemin
V / Yatsı
Sana doğru / kışa doğru geliyorum
Yavaş yavaş geçiyor mandal izleri giysilerdeki
-İşte, ben de geldim gördüm geçiyor dünya içimden
Kalkamıyorum yerimden ağırlığım bu yüzden-
...
Bir çift çocuk bakışı gerek, şimdi
( Talha derse: "Suya bakma abla / Susarsın" )
Ezan Çiçekleri Dizdim Mısralarıma
artıksusmavakti.
39
FOTOĞRAF
FOTOĞRAF: MERYEM BETÜL KOÇAK
40