─────────YENİ────────
___________________YENİ_______________
REREHHBBEER R
AANNSSİİKKLLOOPPEEDDİİSSİİ
──────────────
51
Türkiye
GAZ ETESİ
TAKDİM
Yirminci asrın son yıllarında dev adımlarla gelişen teknik, fertleri, insan zekâsına durgunluk veren yeni
bilimleri öğrenmeye ve durmadan çalışmaya sevk ediyor. Aynı yerde saymamak, ileri hedeflere bütün
gücümüzle koşmak mecburiyeti vardır.
İşte bu sebepten yayın topluluğumuz, ihtiyaç duyulan bilgilerin kaynağı olacak bir ansiklopediyi
hizmet kervanına ilave etti. Herkesin mürâcaat edebileceği milli kültürümüzü yüceltecek bilgileri ihtiva
eden bu eser, târihî, coğrafî, fenni, tıbbi, siyasi, dini kaynaklardan istifâde edilerek, mesleklerinde
mütehassıs heyetler tarafından uzun bir zaman zarfında hazırlandı.
Bir insanın her şeyi bilmesi mümkün değildir. Bir kısım bildiklerimiz değişik veya eksik olabilir.
Genel kültürümüzü arttırmak, eski bilgilerimizi yenilemek, ancak iyi hazırlanmış bir ansiklopedi ile
mümkündür. Günümüzde pekçok ansiklopedi çıkmaktadır. İndî ve kasıtlı olarak yanlış fikirleri ve şahsi
düşünceleri ihtivâ eden bâzı ansiklopedileri gördükçe içimiz sızlamıştır.
Bu sebeple okuyucuyu şaşırtmayan, yanıltmayan, doğruyu öğreten, genel kültürümüzü arttıran Yeni
Rehber Ansiklopedisi'ni hazırladık. Yeni Rehber Ansiklopedisi’nde kendi insanımızın dinine, diline,
vatanına, coğrafyasına, târihine, ilmine, irfânına, edebiyatına, zevk ve güzel ahlâkına ağırlık verilmistir.
En büyük hazinenin doğru bilgi olduğu düşünülürse, birinci baskısı 18 cilt olan bu eserimiz, ikinci defâ
yenilenip zenginleştirilerek 20 cilt olarak çıkmaktadır. Bu seçkin eserin de babadan evlâda bırakılacak
kıymetli bir mîrâs olacağına inanıyoruz. Bütün neşriyatımızda hedef, mükemmel olanı takdim etmektir.
En büyük yardımcımız Yüce Allah’ımızdır.
Saygılarımızla.
Dr. Enver Ören
HAZIRLAYANLAR
İhlas Gazetecilik Holding A.Ş.
adına sahibi
Dr. Enver ÖREN
GENEL YAYIN MÜDÜRÜ
İlhan Apak
YAZI KURULU
Prof. Dr. Aytaç Eker, Prof. Dr. Fevzi Devrim,
Prof. Dr. Hikmet Savcı, Prof. Dr. İsmet Miroğlu, Prof. Dr. Kemal Yavuz,
Prof. Dr. Mümin Yamankaradeniz, Prof. Dr. Orhan Karmış, Prof. Dr. Zeki Çıkman
Doç. Dr. Ayşegül Eker, Doç. Dr. Beşir Tatlı, Doç. Dr. Burhan Kuzu, Doç. Dr. Hasan Doğar,
Doç. Dr. Hulusi Malyer, Doç. Dr. Ramazan Ayvallı, Doç. Dr. Şeyma Güngör,
Yard. Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil, Yard. Doç. Dr. Besim Özcan, Yard. Doç. Dr. Ethem Levent,
Yard. Doç. Dr. Nuri İnan.
Dr. Abdülkadir Egemenoğlu, Dr. Ahmet Yıldırım, Dr. Osman Özer, Dr. Refik Okçu, Dr. Zeynep Yoldaş,
Ahmet Kanter, Ali Kara, Ali Yılmaz, Bahaddin Apak, Burhan Kılıç, Cevad Karadayı, Erdoğan Sevim,
Fehim Esen, Gazanfer Şahin, Hasan Yavaş, Mustafa Necati Özfatura, Muzaffer Durgut,
Sabahattin Aktuğ, Saim Kökçü, Yasemin Yağcı, Yaşar Taşdemir.
TASHİH
Halis Bedel, Mustafa Kuzu, Ridvan Uzel, Seyfi Yaman
RESİMLEME
Ahmet Koç, Hasip Barış
DİZGİ
Birol Tuncer, İsmail Kara
MİZANPAJ
Bahaddin Arvas, Metin Barış
TEKNİK MÜDÜR
Cemil Bilgiç, Muammer Gürbüz
RENK AYIRIM VE KAMERA
Asım Gök, Fuat Yüceer,
Mustafa Güntekin, NecatiYazıcı
MONTAJ
Abdülkadir Güler, Müşfik Çimen, Nihat Çardak
BASKI MÜDÜRÜ
Mustafa Kum
CUMHURBAŞKANI
Alm. Staats-, Reichs-, Bundes-präsident (m), Fr. Président (m) de la République, İng. President
of the republic. Cumhûriyet rejimi ile idâre edilen ülkelerde, umûmiyetle devlet başkanına verilen sıfat.
Cumhurbaşkanı bâzı ülkelerde parlamento tarafından seçilir. Yalnızca devlet başkanıdır, hükûmet
başkanı değildir (Türkiye’de olduğu gibi). Başkanlıkla yönetilen cumhûriyetlerde ise, devlet başkanı
genel seçimle seçilir. Hem devlet hem de hükümet başkanıdır (ABD’de olduğu gibi).
Türkiye’de 1923’te Cumhûriyetin îlânı ile devlet başkanı “Cumhurbaşkanı” sıfatını almıştır.
Devletin üç ana fonksiyonundan “Yürütme” hiyerarşisinin başında yer alan Cumhurbaşkanının statüsü,
görev ve yetkileri 1982 Anayasası’nın 8, 101, 102, 103. maddeleriyle şu şekilde tesbit edilmiştir:
Cumhurbaşkanı, TBMM’de kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış kendi üyeleri veya bu
niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliliğine sâhip Türk vatandaşları arasından yedi yıllık bir süre için
seçilir.
Cumhurbaşkanlığına TBMM üyeleri dışından aday gösterilebilmesi, Meclis üye tam sayısının en az
beşte birinin yazılı teklifi ile mümkündür.
Bir kimse iki defâ Cumhurbaşkanı seçilemez.
Cumhurbaşkanı seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiği kesilir ve TBMM üyeliği sona erer.
Cumhurbaşkanı, TBMM üyelerince gizli oyla seçilir. TBMM toplantı hâlinde değilse hemen
toplantıya çağrılır.
Cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından otuz gün önce veya Cumhurbaşkanlığı makâmının
boşalmasından on gün sonra cumhurbaşkanlığı seçimine başlanır ve seçime başlama târihinden
îtibâren, 30 gün içinde sonuçlandırılır. Bu sürenin ilk on günü içinde adayların Meclis Başkanlık Divanına
bildirilmesi ve kalan yirmi gün içinde de seçimin tamamlanması gerekir.
En az üçer gün ara ile yapılacak oylamaların ilk ikisinde bir aday için üye tam sayısının üçte iki
çoğunluk oyu sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçilir. Üçüncü oylamada üye tam sayısının salt
çoğunluğunu sağlayan aday, cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Bu oylamada da salt çoğunluk
sağlanamazsa, en çok oy almış bulunan iki aday arasında dördüncü oylama yapılır. Bu oylamada da üye
tam sayısının salt çoğunluğu ile cumhurbaşkanı seçilemediği takdirde derhal TBMM seçimleri yenilenir.
Seçilen yeni cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar, görev süresi dolan cumhurbaşkanı göreve
devâm eder.
Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhûriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil
eder. Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bu
amaçlarla Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı
yetkiler şunlardır:
a) Yasama ile ilgili olanlar:Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü TBMM’de açılış
konuşmasını yapmak, TBMM’yi gerektiğinde toplantıya çağırmak, kânunları tekrar görüşülmek üzere
TBMM’ye geri göndermek, Anayasa değişikliklerine ilişkin kânunları gerekli gördüğü takdirde halk oyuna
sunmak, kânunların, kânun hükmündeki kararnâmelerin, TBMM içtüzüğünün, tamâmının veya belirli
hükümlerinin Anayasa’ya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesiyle Anayasa
Mahkemesine iptal dâvâsı açmak, TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek.
b) Yürütme alanına ilişkin olanları: Başbakanı atamak ve istifâsını kabul etmek, başbakanın
teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek. Gerekli gördüğü hâllerde Bakanlar Kuruluna
başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulu’nu başkanlığı altında toplantıya çağırmak, Türkiye
Cumhûriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek. Milletlerarası antlaşmaları
onaylamak ve yayınlamak, TBMM adına Türk Silâhlı Kuvvetlerinin başkomutanlığını temsil etmek Türk
Silahlı Kuvvetlerini kullanılmasına karar vermek, Genelkurmay Başkanını atamak, Millî Güvenlik
Kurulunu toplantıya çağırmak ve bu kurula başkanlık etmek. Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu
kararıyle sıkıyönetim veya olağanüstü hâl îlân etmek ve kânun hükmünde kararnâme çıkarmak,
kararnâmeleri imzâlamak. Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama durumunda olan hükümlülerden gerekli
gördüklerinin cezâlarını hafifletmek veya kaldırmak. Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve başkanını
atamak. Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve denetleme yaptırmak. Yükseköğretim
Kurulu üyelerini, üniversite rektörlerini seçmek.
c) Yargı ile ilgili olanlar: Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini,
Yargıtay, Cumhûriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhûriyet Başsavcı vekilini, Askerî Yargıtay üyelerini,
Askerî Yüksek Mahkemesi üyelerini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek.
Cumhurbaşkanının Anayasa ve diğer kânunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzâlarına gerek
olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararlar, Başbakan ve ilgili
bakanlarca imzâlanır. Bu kararlardan Başbakan ile ilgili bakanlar sorumludur.
Cumhurbaşkanının re’sen imzâladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dâhil, yargı
mercilerine başvurulamaz. Cumhurbaşkanı vatana ihânetten dolayı TBMM üye tam sayısının en az üçte
birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır.
Cumhurbaşkanının hastalık ve yurt dışına çıkma gibi sebeplerle geçici olarak görevinden ayrılması
hallerinde, görevine dönmesine kadar; ölüm, çekilme veya başka bir sebeple Cumhurbaşkanlığı
makâmının boşalması hâlinde de yenisi seçilinceye kadar, TBMM Başkanı, Cumhurbaşkanlığına vekillik
eder ve Cumhurbaşkanına âit yetkileri kullanır.
Türkiye Cumhûriyetinin Cumhurbaşkanları
M. Kemâl Atatürk 29 Ekim 1923 10 Kasım 1938
22 Mayıs 1950
İsmet İnönü 11 Kasım 1938 27 Mayıs 1960
15 Ekim 1961
Celâl Bayar 22 Mayıs 1950 28 Mart 1966
28 Mart 1973
Cemal Gürsel (Devlet Başkanı) 27 Mayıs 1960 06 Nisan 1980
08 Kasım 1982
Cemal Gürsel 16 Ekim 1961 09 Kasım 1989
17 Nisan 1993
Cevdet Sunay 29 Mart 1966
Fahri Korutürk 06 Nisan 1973
Kenan Evren (Devlet Başkanı) 18 Eylül 1980
Kenan Evren 09 Kasım 1982
Turgut Özal 09 Kasım 1989
Süleyman Demirel 1993
CUMHURBAŞKANLIĞI KONSEYİ
Anayasa’nın geçici ikinci maddesine göre, 12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı kânunla kurulan Millî
Güvenlik Konseyi, Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp göreve başladıktan sonra, 6 yıllık bir süre için
Cumhurbaşkanlığı Konseyi hâline dönüştü ve Millî Güvenlik Konseyi üyeleri Cumhurbaşkanlığı Konseyi
Üyesi sıfatlarını aldılar. 6 yıllık süre sonunda Cumhurbaşkanlığı Konseyinin hukûkî varlığı 7 Aralık 1989
günü sona erdi.
Konsey şu görevleri yapardı:
a) Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilerek Cumhurbaşkanlığına gönderilen, Anayasa’da
yazılı, temel hak ve hürriyetlere ve ödevlere, lâiklik ilkesine, Atatürk inkılâplarının, millî güvenliğin ve
kamu düzeninin korunmasına, Türkiye Radyo-Televizyon Kurumuna, milletlerarası antlaşmalara, dış
ülkelere silâhlı kuvvet gönderilmesine ve yabancı kuvvetlerin Türkiye’ye kabûlüne, olağanüstü
yönetime, sıkıyönetim ve savaş hâline dâir kânunlar ile Cumhurbaşkanınca gerekli görülen diğer
kânunları Cumhurbaşkanına tanınan 15 günlük sürenin ilk 10 günü içinde incelemek.
b)Cumhurbaşkanının isteği ve tespit edeceği süre içinde; milletvekili genel seçimlerinin
yenilenmesine, olağanüstü yönetim yetkisinin kullanılmasına ve alınacak tedbirlere, Türkiye Radyo-
Televizyon Kurumunun yönetim ve gözetimine, gençliğin yetiştirilmesine ve Diyânet İşlerinin
düzenlenmesine ilişkin konuları incelemek ve görüş bildirmek.
c) Cumhurbaşkanının isteğine göre, iç ve dış güvenlik ile gerekli görülen diğer konularda inceleme
ve araştırma yapmak ve sonuçlarını Cumhurbaşkanına sunmak.
CUMHÛRİYET
Alm. Republik (f), Frei-, Volks-staat (m), Fr. République (f), İng. Republic. Millet tarafından
seçilen parlamentoya dayanan ve başında cumhurbaşkanı olan siyâsî bir rejim şekli. Hemen bütün
ülkelerde tek ortak yanı, devlet başkanlığı makâmının babadan oğula veya âile yakınlarına mîrâs
kalmamasıdır.
Aristo, cumhûriyeti; “Umûmun menfaatini gözeten halk idâresi” diye târif eder. Montesquieu ise,
cumhûriyet rejiminde üç ana kuvvet (yasama, yürütme, yargı) bulunduğunu; bunların birbirine karşı
bağımsız ve denetleme esâsına göre işleyen, başında seçimle gelmiş yöneticilerin olduğu siyâsî rejim
olarak ifâde etmiştir. 1789 yılında Fransa’da vukû bulan ihtilâlle Avrupa’daki zâlim krallık rejimlerine
tepki olarak doğmuş bulunan cumhûriyet rejimi, zamanla cumhûriyete tamâmen zıt rejimler tarafından,
gerçek yüzleri örtmek için kullanılmıştır.
Sosyalist ülkeler isim olarak “cumhûriyet” kelimesini benimsemişler, fakat “halka rağmen halk
için” düstûrunu uygulamışlardır.
Cumhûriyet ilk olarak ABD’de 4 Temmuz 1776’da, Fransa’da ise 1789’da îlân edilmiştir.
Demokratik düşünürler cumhûriyetin en ideâl şeklini; çok partili bir siyâsî hayata, genel seçimlerle
işbaşına gelmiş ve bu seçilen kişilerin çıkardığı kânunlarla idâre edilen, tarafsız ve hiçbir zümreye
imtiyaz tanımayan bir idâreye sâhib, hür ve demokratik bir devlet şeklinde telakkî ederler. Fakat ülkeler
ve iktidârlar, cumhûriyet rejimini tatbikte değişik uygulamalar gösterirler. Meselâ 1990 öncesi Sovyetler
Birliği’nde ve ABD’de olduğu gibi. İkisi de cumhûriyet olmasına rağmen, biri komünist, diğeri
kapitalisttir. Türkiye’de “Cumhûriyet” 29 Ekim 1923’te îlân edilmiş ve 1924 Anayasası’nın 1.
maddesinde ifâdesini bulmuştur. 1961 Anayasası da devlet şeklinin cumhûriyet olduğunu belirtmiştir
(madde 1). Ayrıca bunun değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini de hükme bağlamıştır (madde 9).
1982 Anayasası başından beri cumhûriyet rejiminin kesinlikle benimsenmiş olduğunu beyanla 1.
maddesinde “Türk Devleti bir Cumhûriyettir.”, 4. maddesinde de; “Anayasa’nın birinci maddesindeki
devletin idâre şeklinin Cumhûriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2. maddesindeki Cumhûriyet’in
nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez. Teklif edilemez.” hükümlerini vâzetmektedir. Ayrıca
milletvekilleri (madde 81) ve Cumhurbaşkanı (madde 103) vazîfelerine başlarken cumhûriyet ilkesine
bağlı kalacaklarına dâir ant içerler.
CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP)
Türkiye’nin ilk siyâsî partisi. 9 Eylül 1923 günü “Halk Fırkası” adıyla kurulmuş, 10 Kasım 1924
günü Cumhûriyet Halk Fırkası” adını almıştır. Daha sonra “Cumhuriyet Halk Partisi” olması kurultayda
kararlaştırılmıştır. Partinin ilk genel başkanı Atatürk olmuştur. Ölümünden sonra İsmet İnönü genel
başkan olmuş ve 14 Mayıs 1972’de toplanan genel kurula kadar genel başkanlığa devâm etmiştir. Bu
târihten, parti kapatılıncaya kadar genel başkanlığı Bülent Ecevit yapmıştır. 1992’de çıkarılan kânunla
açılması üzerine Deniz Baykal genel başkanlığa seçilmiştir.
CHP, 1946 yılına kadar tek parti olduğundan aralıksız iktidarda bulundu. Türkiye’de fikir ayrılıkları
fazla olan ve en çok bölünen bir partidir. Bu partiden ayrılmalar 1945 yılında başlamış ve istifâ eden
milletvekilleri 7 Ocak 1946 günü Demokrat Partiyi kurmuşlardır. Partiden ikinci ayrılma 1967 yılında
oldu. İstifâ eden 47 milletvekili ve senatör Güven Partisini kurdular. 1972’de toplanan kurultayda fikir
ayrılıkları tekrar ortaya çıkarak 14 milletvekili ile senatör partiden ayrıldı. Aynı sene Ferit Melen
hükûmetinden bakanlar çekilince, eski genel başkan İsmet İnönü ve diğer milletvekili ve senatörler
partiden ayrıldılar. Bu ayrılmalardan sonra partinin 94 milletvekili ile 19 senatörü kaldı.
CHP iktidar ve politika hayâtında çeşitli değişikliklere uğradı. 1950 yılında iktidârı seçimle
Demokrat Partiye bıraktıktan sonra bir daha tek başına iktidar olamadı. 1960 ihtilalinden sonra kurulan
koalisyon kabinelerine ortak oldu ve 1965 seçimlerinden sonra tekrar ana muhâlefet partisi durumuna
düştü. 12 Mart muhtırasından sonra birinci ve ikinci Nihat Erim hükûmetlerine yine ortak oldu. Bundan
sonra yapılan iki seçimde de tek başına iktidâr olamadı. 12 Eylül 1980’de Silahlı Kuvvetlerin iktidâra el
koymasından sonra partiler kapatılınca partinin siyâsî hayâtı geçici bir müddet durdu. 1992’de çıkarılan
eski partilerin açılmasına dâir kânunla yeniden siyâset sahnesine döndü.
CHP politikasının temeli amblemindeki altı okla altı ilkeyi temsil edecek biçimde şekillendirilmiştir.
Bunlar:Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, lâiklik, devrimcilik ve devletçiliktir. Partinin ekonomik
görüşü devletçilik ağırlıklı karma ekonomi olarak bilinir.
CUMHURİYETÇİ GÜVEN PARTİSİ (CGP)
1967 yılında CHP’den ayrılan 47 milletvekili ve senatör tarafından 12 Mayıs 1967 günü Güven
Partisi adı altında kurulan parti. Genel Başkanlığa Turhan Feyzioğlu getirildi. Parti 1969 seçimlerinde
üçüncü parti olarak TBMM’ye girdi. 1971’deki genel kurulda adı Cumhûriyetçi Güven Partisi olarak
değiştirildi. Partinin parolası hürriyetçilik, milliyetçilik, ıslahatçılık, huzur ve refahtır. Ekonomik alanda,
karma ekonomiye taraftar bulunmakta, ancak devletin görevinin özel sektöre emir vermekten ziyâde
yol gösterici olarak sınırlandırılmasını istemektedirler. 12 Mart 1971’den sonra kurulan koalisyon
hükûmetlerinin üçünde de görev aldı. Cumhûriyetçi Güven Partisi 16 Ekim 1981’de öteki partilerle
birlikte, MGK kararıyla feshedildi. 1992’de eski partilerin açılmasına müsâde edildiği hâlde bir daha
faaliyete geçmedi.
CUMHURİYETÇİ PARTİ (CP)
CHP genel başkanlığına Bülent Ecevit’in seçilmesinden sonra partiden ayrılan veya çıkarılan
senatörlerin ve milletvekillerinin ekserisinin katılmasıyla 4 Eylül 1972 günü, CHP’nin eski genel
sekreterlerinden Dr. Kemâl Satır’ın başkanlığında merkezi Ankara’da olmak üzere kurulan parti. Kuruluş
sırasında 11 milletvekili, 4 senatör üyesi vardı. Karma ekonomiye taraftar bulunmakta ve kamu
yararlarının gerektirdiği alanlarda devletin rehberlik etmesi ve girişimlerde bulunması görüşünü
desteklemekteydi. Cumhuriyetçi Parti, Milli Güven Partisi ile birleşmek maksadıyla, 28 Şubat 1973’te
toplanan parti kurucular meclisinin kararı üzerine feshedilmiştir.
CUNTA
Alm. Junta (f), Fr. Junte (f), İng. Junta. Bir ülkede ihtilalle veya askerî bir hükûmet darbesiyle
iktidârı ele geçiren mahdut sayıdaki kişilerden meydana gelen ve mensupları da umûmiyetle
subaylardan olan yönetici grup. Günümüz siyâset platformunda, ihtilâlle iktidârı ele geçirenler başka bir
ihtilâlle uzaklaştırılmakta ve bu yönetimler demokratik ülkelerde şüphe ile karşılanmaktadır. Özellikle
ikinci Dünyâ Savaşından sonra birçok Ortadoğu, Lâtin Amerika ve hattâ bâzı Avrupa ülkelerinde görülen
bu yönetimin ihtilâl fiiline politikada “darbe” tâbir edilir. Bunların bir de ülke dışından kaynaklanan
türleri vardır. İkinci Dünyâ Savaşının ortasında Çekoslovakya’da Rusların tertibiyle tahakkuk ettirilen ve
Prag darbesi denen hükûmet değişikliği ile yine Çekoslovakya’da 1968 yılında Başkan Dubçek’in Rus
askerî kuvvetlerinin zoruyla uzaklaştırılması sonunda vukû bulan istîlâ ve 1979 Sonbaharında gene
Rusların Afganistan’da Babrak Karmal ve arkadaşlarını destekleyerek yaptırdıkları ihtilâl olayı dış
darbenin tipik misâlleridir.
CURİE, Pierre ve Marie
Radyum ve polonyumu keşfeden karı-koca Fransız fizikçileri. 1859-1906 ve 1867-1934 yılları
arasında yaşamışlardır. 1903’te radyoaktiviteyi keşfeden Antoine Henri Becquerel ile Nobel fizik
mükâfâtını paylaşmışlardır. Marie Curie ayrıca 1911’de kimyâ alanında Nobel mükâfâtını alarak ilmî
çalışma ile iki defâ Nobel mükâfâtını kazanan tek kişi ünvânını almıştır.
Pierre Curie, 1859’da Paris’te doğmuş, Sorbonne’da tahsil etmiş, Sorbonne’a laboratuvar asistanı
olmuş ve 1895’te doktor ünvânı almıştır. Meslekî hayâtının çoğunu Paris’teki Fizik ve Sanâyi Kimyâ
Okulunda geçirmiştir. 1892’de laboratuvar direktörü olmuştur. 1904’te Sorbonne’da genel fizik
profesörlüğüne getirilmiş ve ölümüne kadar orada kalmıştır.
Marie Slodowska, Varşova’da doğmuş ve daha sonra 1891’de Paris’e geçmiştir. Sorbonne’da fizik
tahsil etmiş, 1903’te doktorasını tamamlamıştır. Bu arada Pierre Curie ile tanışmış ve 1895’te
evlenmişlerdir. Doktora tezinde 1896’da Becquerel tarafından keşfedilen radyoaktiviteyi incelemek
istemiştir. Kocası kristaller üzerindeki çalışmasını bir kenara koyarak, ona yardımcı olmuştur. Berâber
çalışmaları polonyum ve radyum gibi iki yeni elemanın keşfiyle sonuçlanmıştır. Ancak dört yıl sonra
tonlarca cevherden bir desigram radyum klorür elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Bu sırada radyum
tarafından yayılan radyasyonun özelliği hakkında çeşitli araştırma yapmışlardır. 1906’da kocasının
ölümünden sonra Marie Curie, Sorbonne’a genel fizik profesörü olmuş ve radyum üzerindeki
araştırmalarına devâm etmiş, 1907’de atom ağırlığını tesbit etmiş, 1910’da ise saf olarak elde etmiştir.
Ömrünün son kısmında, radyumun tedâvîde kullanılışına ilgi duymuş ve Paris Radyum Enstitüsünü
kurup idâre etmiştir. 1934 yılında ölmüştür.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, karı-koca Curie’leri takdir etmiş nişan ve hediyeler göndermiştir.
CURLİNG
Buz üzerinde yapılan bir çeşit taş kaydırma sporu. Çok eski bir oyundur. İskoçya ve Kanada’da
kışın buz tutan göller üzerinde oynanırdı. Günümüzdeki müsâbakalar, salonlardaki özel buz pistleri
üzerinde yapılmaktadır. Pistin uzunluğu 42 m, genişliği ise 43 metredir. Curling taşı, yuvarlak olup,
granitten yapılmıştır. Üzerinde tutma kulbu mevcuttur. Taşın yüksekliği 11,43 cm, çevresi 91,44 cm (1
yarda), ağırlığı ise 19,96 kg’dır.
Müsâbaka, dörder kişilik iki takım hâlinde yapılır. Her oyuncu eşleştiği rakibiyle ve iki taşla
dönüşümlü olarak oynar. Taş, kayma esnâsında kendi ekseni çevresinde iki-üç devir yapacak şekilde
fırlatılır. Oyunda amaç, taşları rakibinkilerin yanından geçirerek veya onlara çarptırarak kaleye en yakın
noktaya ulaştırmaktır. Genellikle bir parti, on oyun sürer. Taşlarını kale merkezine en yakın noktaya
ulaştıran takım, oyunu kazanmış olur. Taş, müsâbaka esnâsında kayarken kırılırsa, en büyük parçanın
ulaştığı nokta kabûl edilir. Curling oyununda, pist, özel süpürgelerle süpürülür. Bunda gâye, buzu
ısıtarak taşın kayma hızını arttırmaktır. Süpürme hareketi, taşın kayma yönüne dik olarak, taşı atan
takımın oyuncuları tarafından yapılır.
Curlingin en yaygın olduğu ülkeler; ABD, Kanada, İsveç ve Norveç’tir. Bununla berâber bâzan
müsâbakalarda İsviçre bu ülkeleri geride bırakır.
CÜCELİK
Alm. Zwergentum, Fr. Nanisme, İng. Dwarfishness. Normalden küçük ve normal gelişme
kâbiliyetinden yoksun bir şahsın içinde bulunduğu durum. Hayvanlarda olduğu gibi, bitkilerde de cücelik
olur. Ne kadar boyda olan bir insana cüce denileceğine dâir kesin bir ayrım yapılamaz. Yetişkin bir
insanın, cüce sayılma boyu umûmiyetle bir ile birbuçuk metre arasında değişmektedir. Normal
insanların cüce çocukları olabileceği gibi, cücelerin de normal çocukları olabilir. İnsanlarda cücelik
sebepleri; doğuştan cücelik ve bâzı hastalıklar sebebi ile sonradan meydana gelen cücelik olarak iki
grupta incelenebilir.
Hastalık sebebiyle meydana gelen cücelik: Kronik böbrek hastalığı, besin emiliminin
bozulduğu kistik fibrosis ve çölyak hastalığı, kanda oksijen seviyesinin düşük olduğu kalb ve akciğer
hastalıkları, hayatın ilk yıllarında olan kötü beslenme sonucu cücelik meydana gelebilir. Genellikle bu
hastalıkların tedâvisiyle cücelik de tedâvi edilmektedir.
Tedâvi edilebilen ve hipofizer cücelik olarak bilinen cücelik tipi, tıbbın en fazla ilgilendiği tiptir.
Genellikle hipofiz bezinin yeterli büyüme hormonu salgılayamaması neticesinde ortaya çıkar.
Umumiyetle anatomik bir anormallik bulunamamasına rağmen, altta yatan sebep, beyin sapında
(hipotalamus) veya hipofiz bezinin kendisinde olan bir bozukluktur. Afrika pigmelerinde, büyüme
hormonu seviyesi normaldir. Fakat büyüme hormonu bozukluğu veya hormonun etkilediği organın,
özellikle kemik dokusunun hormona cevapsızlığı sözkonusudur.
Hipofizer cücelik genellikle hayatın ilk yılında fark edilir. Çocuk gelişirken, yüzü gelişmemiş ve
çocuksu, vücudu ise tıknaz kalmaktadır. Kemikleri orantılı olarak küçüktür, zekâsı normal, hatta
normalin üzerinde olabilir. Ameliyatta veya otopside, hipofiz bezinden elde edilmiş büyüme
hormonunun hastaya verilmesiyle hipofizer cücelik tedâvi edilmektedir. Günümüzde büyüme hormonu
sentez edilmiş ve piyasada mevcuttur. Bu ilâçlar kullanılınca; hastalar tedâviden önceki büyüme
hızından, senede 7,5 cm daha fazla bir büyüme hızına, ulaşırlar. Cüceliğin diğer çeşitleri büyüme
hormonu tedâvisine cevap vermez.
Doğuştan meydana gelen cücelik: Zekâ geriliği, anormal yüz görünümü ile el ve ayaklarda
bâzı anormalliklerle karakterize olan mongolizmde, cücelik doğuştandır. Akondroplazide görülen cücelik
ise, kısa kollar ve bacaklar, normal vücut ve normal zekâ ile karakterizedir. Gargoylizmde cücelik; zekâ
eksikliği, iskeletin ve kafatasının büyük eğrilikleri ve cilt tahribatı ile birlikte bulunur. Tiroid bezinin
doğuştan az çalışması olan kretenizmde zekâ eksikliği ile birlikte cücelik vardır. Kromozom eksikliği ile
karakterize olan Turner sendromunda da cücelik vardır.
Orta Afrika’daki Boşimanlar, Pigmeler, Grönland’daki Eskimolar, Norveç’ten Yenisey’e kadar
bölgelerde yaşayan Samoyetler, Okyanusya’daki Papular doğuştan kısa boylu olup hepsinin boyları bir
buçuk metrenin altındadır.
CÜLÛS
Alm. Thronbesteigung (f), Fr. Avénement (m) au trone, İng. Accession enthronement.
Osmanlılarda tahta çıkacak şehzâdenin pâdişâhlığının îlân edilmesi dolayısıyla yapılan merâsim. Bu
merâsim Osmanlı Devleti töreleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü cülûs-ı hümâyûn, İslâm
kültüründen alınan bir takım usûl ve teşrifât yanında Oğuz töresinin izlerini göstermekte olduğundan,
millî bir karakter taşımaktaydı.
Osmanlılarda saltanat sürmekte olan pâdişâhın ölümü veya saltanattan hal’i üzerine yerine geçen
pâdişâhların cülûsları merâsimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni pâdişâha hemen o gün bîat
olunurdu. Eğer pâdişâh gece vefât etmiş ise, merâsim sabah erkenden yapılırdı. Yeni pâdişâhın cülûsu
gün ve saati teşrifâtçı tarafından merâsime iştirâk edecek olanlara derhâl bildirilirdi.
Pâdişâhın tahtı Bâbüsseâde denilen Akağalar Kapısı önünde kurulurdu. Bundan sonra Dârüsseâde
Ağası Silâhdâr Ağa ile birlikte yeni pâdişâha giderek onu babasından, amcasından veya ağabeyinden
boşalan tahta dâvet ederdi. Bundan sonra yeni pâdişâh hasoda önündeki demir kapıdan çıkarak taht
odasına geçer, burada Hırka-i Saâdet yanında iki rekat namaz kılarak, şükrederdi. Daha sonra cülûs
törenine gitmek üzere saltanat alâmeti olan yûsûfî destâr ve samur erkan kürkü giyen pâdişâh, dışarı
çıkarak Bâbüsseâde önünde kurulu tahta oturur ve merâsim başlardı. Kânun gereği sırasıyla; Nâkibü’l-
Eşrâf, Kırım Hanzâdesi, Saray Ağaları ve Rikab Ağaları ile Kapıcıbaşı Ağalarının tebriklerinden sonra,
Şeyhülislâm Efendi kısa bir duâ yapar ve bîat ederdi.
Bîat merâsimi Mataracıbaşının bîat edişine kadar devâm ederdi. Bîat merâsiminden sonra yeni
hükümdâr huzûrda bulunanları selâmlayarak has odaya geçerdi. Burada biraz dinlendikten sonra, vefât
eden pâdişâhın cenâze namazına katılırdı.
Cülûs töreni, kılıç alayı ve türbe ziyâretleriyle tamamlanırdı (Bkz. Kılıç Alayı). Önce bütün
hükümdâr türbelerini içine alan ziyâret, sonraları sâdece Fâtih Sultan Mehmed Hanın türbesine yapılır
oldu. Yeni pâdişâhın cülûsu haberi derhâl İstanbul’da tellallar vâsıtasıyla ve toplar atılarak îlân
olunurdu. Ayrıca bütün Osmanlı ülkesine fermânlar gönderilerek tamim edilir ve şenlikler yapılırdı.
Cülûs töreninden sonra, hükümdar cülûs bahşişi dağıtırdı.
Cülûs bahşişi: Cülûs bahşişi verme usûlü Osmanlılardan evvelki İslâm devletlerinde de vardı.
Osmanlılardaki cülûs bahşişleri iki türlüydü. Birisi belli ve kânunda belirtildiği gibi bir defâya mahsus
olarak verilir, diğeri ise, askerlerin ulûfelerine zam sûretiyle icrâ edilirdi. Tahta çıkan her pâdişâhın;
“Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin.” sûretinde lisânen tasdik etmesi ve bu tasdîki
askerin işitmesi usûldendi.
Bu bahşişten yalnız asker değil, büyük-küçük bütün memurlar istifâde eder, sadrâzam ve
şeyhülislâma otuzar bin akçe verilirdi.
Osmanlı târihinde ilk defâ cülûs bahşişi, 1389 târihinde Kosova sahrasında pâdişah seçilen Yıldırım
Bâyezîd Han tarafından kapıkullarına verilmiş ve bu usûl Sultan Birinci Abdülhamîd’in cülûsuna kadar
devâm etmiştir.
Cülûs bahşişi verilmesi, Fâtih tarafından kânun hâline getirilmiş, Yavuz Sultan Selim Han da cülûs
bahşişinde ödenecek paraları tesbit etmiştir.
İlk zamanlarda pâdişâhların bir ihsânı şeklinde olan cülûs bahşişi, sonraları pâdişâhların bir lütfu
olmaktan çıkmış ve bu bahşiş uğrunda bir hayli ihtilâller olmuştur.
Cülûs bahşişi dîvânı: Cülûs bahşişi verilmek üzere toplanan dîvân. Cülûs bahşişi kânununda, bu
paranın dağıtılması emrinin pâdişâh tarafından sözle bildirilmesi şart olduğundan, bu iş için dîvân
normal bir toplantı yapar ve bahşiş parasının hazırlanmış olduğunu bildiren bir telhis yazılır, Kapıcılar
Kethüdâsı ile Bâbüsseâde Ağası eliyle pâdişâha sunulurdu. Pâdişâh bir taraftan bahşişin dağıtılması için
yazılı izin verirken, sözle de; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin.” diyerek dîvâna
haber gönderirdi. Hazırlanan bahşiş keseleri, ulûfe dağıtımındaki esaslara göre ilgililere verilirdi. Bahşiş
dağıtımı bitince vezirler arza girerlerdi. Bu merâsime Defterdar katılmazdı.
Cülûs çıkması: Pâdişâhların cülûsları münâsebetiyle yapılan çıkmalar hakkında bir tâbir. Buna
büyük çıkma, umum çıkması da denilirdi. Çıkma mezûniyet demek olup, acemilerin yeniçeri ocağına
kayıt ve kabulleri, saray hizmetlerinde bulunanların taşra hizmetlerine veya saraydaki odalardan
birinden diğerine memur edilmeleridir.
Cülûs tebliği: Yeni pâdişâhın Osmanlı tahtına geçtiğini, münâsebette bulunulan devletlerin
hükümdarlarına gönderilen elçilerle bildirmektir. Bundan başka İstanbul’da devamlı bulunan elçilere de
tercümanlar aracılığıyla birer nâme gönderilirdi.
Bu tebliğ üzerine yeni pâdişâhı tebrik etmek üzere İstanbul’a gelen elçiler, pâdişah tarafından özel
bir törenle kabul edilirdi.
Yeni pâdişâhın tahta geçtiği, Osmanlı tebeasına fermanla duyurulur ve hutbenin yeni hükümdar
adına okunması bildirildiği gibi, devlet içindeki il darphânelerine gönderilen başka bir hükm-i şerîf ile de,
paranın yeni hükümdar adına basılması bildirilirdi. Bundan başka Kırım Hanına da özel bir Kapıcıbaşı
gönderilmek sûretiyle yeni pâdişâhın cülûs ettiği haber verilirdi.
Cülûsiyye: Pâdişâhların saltanat tahtına çıkmaları münâsebetiyle söylenmiş manzûme veyahut
yazılmış makâleler. Önceleri kasîde tarzında kaleme alınan cülûsiyyeler, İkinci Abdülhamîd Han
devrinde mensur olarak yazılmaya başlanmıştır. Cülûsiyyelerde, yeni hükümdârın tahta çıkmasıyla
memleketin daha çok huzûra kavuştuğu ve halkın neşesi anlatılır.
Sultan Osman için Nef’î’nin yazdığı cülûsiyyeden bir beyt şöyledir:
Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı Sânî kim
Vücûduyla hayât-ı tâze buldu mülk-i Osmânî
CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi Cüneyd, babasının ismi Muhammed’dir. Künyesi Ebü’l-Kâsım’dır.
Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olduğu için Seyyid-üt-Tâife yâni tasavvuf büyüklerinin seyyidi,
efendisi diye meşhurdur. 822 (H.207)de Nihâvend’de doğdu, 911 (H.298)de Bağdât’ta vefât etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî’nin mezhebinde yetişti.
Tasavvuf ilmini dayısı Sırrî-i Sekâtî’den öğrendi. Fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimleri İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi
Ebû Sevr’den öğrendi. Ayrıca Hâris-i Muhâsibî, Muhammed Kassâb ve başka zâtların da sohbetinde
bulundu. Hocası, aynı zamanda dayısı olan Sırrî-i Sekâtî ile hacca gitti. Mescid-i Harâm’da dört yüz
kadar âlim zât şükür hakkında konuşuyordu. Herbiri şükrü târif ve îzâh ettiler. Hocası Sırrî-i Sekâtî ona;
“Şükür hakkında bir îzâh da sen yap.” dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî; “Şükür, Allahü teâlânın
ihsân ettiği nîmet ile O’na isyân etmemek, O’na isyân için ihsân ettiği nîmeti kullanmamaktır.” buyurdu.
Orada bulunanların hepsi bu cevâba sevinip; “Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin.”
dediler.
İlim ve mârifette yüksek dereceye yükselmiş olan Cüneyd-i Bağdâdî, Resûlullah efendimizin
mânevî işâretiyle ilim öğretmeye başladı. Cüneyd-i Bağdâdî, bu husûsu şöyle anlattı:
Hocam Sırrî-i Sekâtî dâimâ bana; “İlim meclisi kur, insanlara ilim öğret, nasîhat et.” derdi. Ben ise
kendimi bu işe lâyık görmezdim. Bir Cumâ gecesi Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm, bana;
“İnsanlara anlat.” buyurdu. Uyandım, sabah erken hocamın kapısına varıp çaldım. Açınca;
“Peygamberimiz söylemeden bana inanmadın.” dedi. O sabah ilim meclisi kurup insanlara anlatmaya
başladım.
Ders vermeye başlayınca, şöhreti git gide yayıldı. Hıristiyan bir genç bir gün ilim meclisinin
kenarına gelip durdu. Fakat üzerinde Hıristiyan elbisesi yoktu. Cüneyd’e hitâben; “Efendim Resûlullah’ın
(aleyhisselâm); “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar”
buyurmalarının hikmeti nedir?” diye sorunca; “Belindeki zünnârı (Hıristiyanlara âit alâmeti) çıkar ve
Müslüman ol, Müslüman olmak zamânı geldi.” cevâbını verdi. Bu cevap üzerine onun büyüklüğünü
anlayan genç, hemen belindeki zünnârı çıkarıp attı ve Müslüman oldu.
Din ve fen ilimlerinde çok yüksek, zamânının büyüğü olan Cüneyd-i Bağdâdî, binlerce talebe
yetiştirdi. Talebeleri arasından pekçok velî çıktı. Yaya olarak otuz defâ hacca gitti. Çok kerâmetleri
görüldü. Bir defâsında Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözleri ağrıdı. Doktor çağırdılar. Gelen Hıristiyan doktor
muâyene edip gözlerine su değdirmemesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Su değdirmeden nasıl abdest
alırım?” deyince doktor; “Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz!” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî
abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir müddet uyudu. Uyandığında gözlerinde ağrı kalmamıştı.
O anda bir ses duydu ki;“Sen bizim için gözlerini fedâ etmen sebebiyle o ağrıyı senden giderdik.”
diyordu. Bir zaman sonra Hıristiyan doktor tekrar gelip gördü ki Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözleri tamâmen
iyileşmiş. Hayret edip; “Nasıl yaptın da iyi oldu?” dedi Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Hıristiyan
doktor onun elini öpüp Müslüman oldu ve dedi ki:“Esas ağrıyan göz sizin değil, benim gözlerimmiş!”
Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için sarf eden Cüneyd-i
Bağdâdî, vefâtına yakın mahzûn ve üzgün bir hâldeydi. Talebeleri onun bu hâlini görüp; “Efendim bizim
ümidimiz, sizin şefâatiniz bereketiyle kurtulmaktır. Sizin ise üzüntülü ve ızdıraplı bir hâliniz var. Bu
hâliniz yüreğimizi parçalıyor!” dediler. Bunlara hitâben; “Ey dostlarım! Ben yaptığım ibâdet ve tâatımın
ve sizlere hoca olmakla kazandıklarımın hepsinin bir kılla asılmış olduğunu ve rüzgâr esmesiyle bir tüy
misâli sallandığını hissediyorum. Bu esen rüzgârın red rüzgârı mı yoksa kabul yeli mi olduğunu
bilmiyorum!” buyurdu. Biraz sonra “Allah!” diyerek rûhunu teslim etti. 911 (H.298)’ de 91 yaşındayken
vefât eden Cüneyd-i Bağdâdî, Bağdât’ta hocası ve dayısı Sırrî-i Sekâtî’nin kabri yanına defnedildi. Kabri,
sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Son derece ihlâs sâhibi olan Cüneyd-i Bağdâdî, bütün güzel huyları kendinde toplamıştı. Otuz
sene cemâatle namazda ilk tekbiri kaçırmadı. Namazda kalbine dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar
kılardı. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlar her gün 400 rekat namaz kılardı. Otuz yıl yatsı namazından sonra
hiç uyumadan ibâdetle meşgul oldu.
Nasîhatleri ve hikmetli sözleri pekçoktur. Buyurdu ki:
İnsanları Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur.
Bundan başka olan dinler, inançlar, rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı saâdete kavuşturmazlar. Kur’ân-ı
kerîmin emir ve yasaklarını öğrenmeyen ve hadîs-i şerîflere uymayan kimse, câhil ve gâfildir. Buna
uymamalıdır.
Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır, ezilip hakâret görür. Lâkin ondan
hep güzel, temiz, faydalı şeyler çıkar.
Bir kimsede hilm (yumuşaklık), alçak gönüllülük, cömertlik ve güzel ahlâk bulunursa, bu dört
haslet o kimsenin yüksek makamlara kavuşmasına sebeb olabilir. Bunlar, îmânın kemâlidir.
İlim kendi haddini bilmektir.
Tasavvuf kalbi temizlemektir.
CÜRUF
Alm. Schlacke (f), Fr. Scorie (f), İng. Scoria. Mâden posası, mâden eritildikten sonra kalan kısım.
Metal filizlerinin zenginleştirilmesinde uygulanacak metod ne olursa olsun, sâdece metal bileşiğini elde
etmek, diğer safsızlıkları uzaklaştırmakla mümkündür. Bu tür safsızlıklar da ancak metalin indirgenmesi
esnâsında uzaklaştırılabilirler. Böyle bir işlemde bazik özellikteki safsızlıklar için asidik yapıda bir
madde, asidik yapıda olan safsızlıkları uzaklaştırabilmek içinde bazik yapıda madde ilâvesi gerekir.
Asidik ve bazik esaslı maddelerin birbiriyle birleşmesiyle, metalden yoğunlukça daha hafif ve ergiyen
metalin üstünde biriken ve kolaylıkla akıtılarak alınabilen bu tür maddelere, cüruf (dışkı) adı verilir.
Cüruflar için kimyâsal bir formül ortaya koymak mümkün olmamakla berâber, genellikle kalsiyum
ve magnezyumun fosfat ve silikatlarıdır.
CÜVEYRİYYE
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek hanımlarından. Câhiliye devrindeki
adı Berre idi. Resûlullah efendimizle evlendikten sonra Cüveyriyye oldu. Benî Mustalak kabîlesi reîsi
Hâris’in kızıdır. Doğum târihi kesin bilinmemekle berâber, 675 (H.56) senesinde Medîne’de vefât etti.
626 (H. 5) senesinde yapılan Müreysî (Benî Mustalak) Savaşında alınan esirler arasında bulunan
hazret-i Cüveyriyye’nin bu savaşta amcasının oğlu olan kocası öldürülmüştü. Kabîlesinden esir alının
500 kişiyle birlikte Medîne’ye getirildi. Esirler taksim edilirken hazret-i Cüveyriyye Sâbit bin Kays’a
düştü. Sâbit bin Kays onu satmak isteyince, bir rivâyete göre babası Hâris satın almak istedi. Bu iş için
bir sürü deve getirdi. Bu develerin içinden çok iyi cins olan iki deveyi şehrin dışında sakladı. Hâris,
Resûlullah efendimizin huzûruna gelince, Resûlullah efendimiz; “Falan yerde sakladığın iki deveyi
de getir.” buyurdu. Bu husûsu kendinden başka kimsenin bilmediğini düşünen Hâris şaşırıp kaldı. Bu
mûcize karşısında kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu. Resûlullah efendimiz de develeri alıp kızını
verdi. Daha sonra Hâris’in iki oğlu ve kabîlesinden pekçok kimse Müslüman oldu. Babası, kardeşleri ve
kabîlesinden pekçok kimsenin Müslüman olmasından sonra hazret-i Cüveyriyye de Müslüman oldu. Bu
sırada 20 yaşındaydı. Resûlullah efendimiz onu babasından isteyip kendisine nikâhladı. Bunun üzerine
Eshâb-ı kirâm aynı kabîleden olup ellerinde bulunan esirleri; “Biz Resûlullah’ın hanımının, annemizin
akrabâlarını hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ ederiz.” diyerek serbest bıraktılar. Hazret-i Cüveyriyye
bu hâli her zaman söyleyerek öğünürdü.
Hazret-i Cüveyriyye de Resûlullah efendimizin diğer hanımları gibi, sırası geldikçe zaman zaman
gazâlara (savaşlara) katılırdı. Peygamber efendimizden bizzat işiterek hadîs-i şerîfler rivâyet etmiştir.
İzzet-i îmân sâhibi, metânetli bir hanım olan hazret-i Cüveyriyye, çok ibâdet eder, kelime-i tevhîdi çok
söylerdi. Peygamber efendimiz onu her geldiğinde bu hâl üzere bulurdu. Hazret-i Âişe onu; “Ben
Cüveyriyye’den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim.” diyerek medh ederdi. 675 (H. 56)
senesinde Medîne-i münevvrede vefât etti. Mervân bin Hakem tarafından cenâzesi kılınıp Cennet-ül-
Bakî Kabristanına defnedildi.
“Erkeklerden kim ipek elbise giyerse, Allahü teâlâ kıyâmet günü ona ateşten bir elbise
giydirir.” hadîs-i şerîfi, Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîsler arasındadır.
CÜZZAM
Alm. Aussatz (m), Lepra (f), Fr. Lépre (f), İng. Leprosy, Hanson’s disease. Hansen basili adı
verilen özel bir mikroorganizma tarafından meydana getirilen, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak
üzere birçok sistem ve organı tutabilen, bulaşıcı ve müzmin bir hastalık. Diğer ismi “lepra” olan
hastalığa eskiden “miskin hastalığı” denirdi.
Bu hastalık mîlâttan 1600 yıl kadar evvel Hindistan ve Mısır’da mevcuttu. Eski Yunanlılar ve
Araplar da bu hastalığı tanıyorlardı. Cüzzam, Roma askerleriyle Avrupa’ya sirâyet etti. Bilhassa Haçlı
seferleri sırasında oldukça yaygın bir hâl aldı. Hastalık yaygınlaşmaya başladıkça cüzzamlılar âdetâ
lânetlenmiş kimseler olarak kabul edilip, sosyal hayattan tecrid edildiler. Hatta cüzzamlılara mahsus
adalar vardı. Hastalar bu adalarda kendi hallerine bırakılmaktaydılar. Cüzzamlı hastaları toplayıp
barındıran ve miskinhâne olarak bilinen kurumlar da vardı. On altıncı asrın başlarına doğru cüzzam
Avrupa’da azaldığı için hastalar yeniden bâzı sosyal haklara kavuştular. Hastalık Îsâ aleyhisselâm
zamânında çok yaygın olup, Îsâ aleyhisselâm mûcize olarak cüzzamlıları iyi ederdi.
Hastalık âmili olan basil 1873 senesinde Hansen tarafından keşfedilmiştir. Bu basil birçok özelliği
bakımından veremi yapan Koch basiline benzemektedir. Bu mikrop tabiatta sâdece insan vücudunda
bulunmaktadır. Sun’î ve tabiî hiçbir yerde üretilememiş olup, yalnızca Güney Amerika’da yaşayan
“Armadillo” isimli hayvanda hastalık yapabilmektedir.
Bulaşmada hastalık âmilinin genellikle deri yoluyla alındığı kabul edilmektedir. Mikrobun
alınabilmesi için ise açık cüzzamlı denilen krop yayan hastalarla doğrudan doğruya ve sıkı temas şarttır.
Hastalığın bulaşması için basilin çocukluk yaşında alınması da şarttır. Büyük ihtimâlle ileri yaşlarda
basillere karşı meydana gelen direnç hastalığın ortaya çıkmasını engellemekte, fakat çocukluk yaşında
henüz böyle bir direnç gelişemediğinden basilin alınması ile yıllar sonra da olsa hastalık ortaya
çıkmaktadır.Meselâ 30 yaşında cüzzam teşhisi konan bir kimse, cüzzam mikrobunu çocukluğunda almış
demektir.
Cüzzamın kuluçka süresi oldukça uzundur. Bu süre iki seneden yirmi seneye kadar vücudun
direncine bağlı olarak uzayabilir. Cüzzam hastalığının tablosu vücudun direncine bağlı olarak birbirinden
ayrılan iki ana tip ve iki ara tipten meydana gelir. Ana tipler “Lepramatöz tip” ve “Tüberküloit tip”
cüzzamlardır. Ara tipler ise “Borderlein tip” ve “İndetermine tip” cüzzamlardır.
Lepramatöz tip cüzzam: Cüzzamın en kötü tipi budur. Vücudun direnci tamâmen kırıktır.
Cüzzam basilleri çok sayıda ve faaldir. Küçük, çok sayıda ve gövdede simetrik olarak yayılmış, sınırları
keskin olmayan, parlak bakır kırmızısı renginde lekeler sözkonusudur. Bu lekelerin olduğu deri bölgeleri
zamanla hissini kaybeder. Yüzde, ensede, uzuvlarda, memebaşı ve avret mahallinde yerleşen sert açık
kahverengi lekeler de söz konusudur ki, bunlara “leprom” ismi verilir. Yüzde, yerleştiklerinde “arslan
yüzü” denilen yüz görünümünü ortaya çıkarırlar. Lepromlar ayrıca “semer burun” denilen burun
çöküntüsüne, damak delinmesine, göz kapaklarının düşmesine, ses kısıklığına, parmakların
kendiliğinden kopmasına da yol açarlar. Lepromlar iyileşecek olurlarsa mutlaka yerlerinde iz bırakırlar.
Cüzzamın bu tipinde sinirler nisbeten daha az etkilenirler. Fakat organları hastalandırması daha
sıktır. Karaciğer giderek harap olabilir. Hayalar (erbezleri) etkilenerek kısırlık ortaya çıkar. Kemikler
etkilenerek derin kemik harabiyetleri gelişir. Göz etkilenerek körlük ortaya çıkabilir.
Tüberküloit tip cüzzam: Cüzzamın en iyi şekli budur. Bu tipte daha ziyâde çevresel sinir sistemi
etkilenmektedir. Yüz felci meydana gelebilir. El kaslarına gelen bâzı sinirlerin felci sonucu “pençe el”
görünümü ortaya çıkar. Ayağı kaldıran kasların felci sonucu hasta ayağının sırtına basar duruma gelir.
His sinirlerinin felci sonucu ısı temas ve ağrı hislerinin ortadan kalkması sözkonusudur. Böylece hasta el
ve ayağını koruyamaz, dolayısıyla yaralar açılır. Meselâ sigarası elini yakar ama hasta farkında değildir.
Ayrıca terbezleri de çalışamadığından deride kuruluk giderek artar ve deri dökülmeye başlar. Bu
sinirlerle ilgili belirtilerden başka deride dağınık olarak birkaç tâne küçük leke bulunabilir.
Borderlein tipi cüzzam: Lepramatöz ve Tüberküloit tipler arasında bir tablodur. Gelişim olarak
iki tipten birisine daha yakın olur. Hangi tipe doğru gidiyorsa o tipin özellikleri daha belirgin olmaktadır.
İndetermine tip cüzzam: Ekseriya bir tek leke şeklinde kendisini gösterir. His bozukluğu da
gösteren bu leke etrafa doğru yayılabilir veya ortası iyileşebilir.
Cüzzam sinsi ve yavaş seyirli bir hastalıktır. Tedâvi edilmeyen hastalarda bütün harabiyetler
yavaş yavaş ortaya çıkar. Cüzzamın klasik seyrinde bâzan âni alevlenmeler görülebilir. Genel durumda
bozulma yüksek ateş, bulantı, kusma, mevcut deri ve sinir bozukluğunda alevlenmeler veya yeni
bozuklukların ortaya çıkması şeklinde beliren bu yeni ataklara “lepra reaksiyonu” ismi verilir. Bunların
bir kısmı sonucunda hastalığın iyileşmesi ve gerilemesi görülürken bir kısmının sonunda da hastalığın
daha kötü bir safhaya girdiği görülür.
Korunma ve tedâvi: Yetişkinlere hastalığın bulaşması sözkonusu değildir. Ancak hastalara yakın
çevredeki çocukların hastalıktan korunması düşünülebilir. Bunun için BCG aşılamaları ve 2 yaşından
küçüklere haftada 5 mg ve 2 yaştan büyüklere de haftada 10 mg “Dapson” adlı ilaç verilebilir.
Çocukların hastalık olan çevreden uzaklaştırılmaları en uygun tedbirdir.
Cüzzam, ihbârı mecbûrî hastalık olup, tedâvi devlet eliyle ve ücret alınmadan yapılmaktadır. Tıbbî
tedâvi için sülfon tuzları kullanılır. Cüzamın tıbbî tedâvisi kadar cerrâhî tedâvisi, fizik ve pisikiyatrik
tedâvisi de çok mühimdir.
Ç
Yeni Türk alfâbesinin dördüncü harfi. Ana seslerden olduğu için Yenisey Orhun alfâbesinde “Ÿ”
işâreti ile karşılanmıştır. Eski ve yeni Türk lehçelerinde başta, ortada, sonda kullanılır. Ancak iki ünlü
yâni sesli harf arasında sedalaşarak, ağaç- ağacı; aç-acıkmak vs. gibi kelimelerde görüldüğü üzere “c”
olarak söylenir. Zâten Türkçedeki bütün “c”ler, Türkçe olmayan kelimeler hâriç, “Ç” sesinden
gelmişlerdir. Bu ses Arapçada bulunmaz.
ÇAÇABALIĞI (Clupea Sprattus)
Alm. Sprott (m), Fr. Sprat (m), İng. Sprat. Familyası: Hamsigiller (Clupeidae). Yaşadığı
yerler: Avrupa denizleri ile Karadeniz’de, Özellikleri: 15 cm kadar uzunlukta olup, hamsiye çok
benzer. Ömrü: 15 yıl kadar. Çeşitleri: Akdeniz ve Baltık Denizinde yaşayanlar alt tür kabûl edilir.
Hamsigiller âilesinden ringa ve hamsiye çok benzeyen kemikli bir balık. 13-17 cm boyunda
mâvimtrak ile gümüşî renkte olup, Avrupa denizlerinde kalabalık sürüler hâlinde dolaşır. Bizde
Karadeniz’de boldur. Sığ yerlerde ringa balığı yavruları ile dolaşır, yaşayış ve avlanışı hamsiye benzer.
Su yüzeyinde hareket eden küçük hayvan ve bitkisel besinlerle beslenir. Yumurtaları denizde yüzer.
Karın yüzgeçleri ile sırt yüzgeçlerinin aynı hizâda ve karın pullarının testere gibi dişli ve sert oluşu tipik
özelliğidir. Hamsi ve ringa balığına çok benzerse de, boyu ringanın yarısı kadardır.
Kışın yağlı olup tâze yenir. Biraz bayatlayınca eti acımsı bir tat alır. Fazla ekonomik bir değeri
yoktur. Avrupa ülkelerinde konserve ve salamurası yapılmasına rağmen, bizde eti pek makbul değildir.
Türk sularındakilere “Acı çaça” da denir. Bâzı balıkçılar çaçayı hamsi diye satarlar.
ÇAD
DEVLETİN ADI Çad Cumhûriyeti
BAŞŞEHRİ Fort,Lamy
NÜFÛSU 5.823.000
YÜZÖLÇÜMÜ 1.284.000 km2
RESMÎ DÎLİ Fransızca, yerli dili, Sara ve Arapça
DÎNİ İslâmiyet, Katolik, Putperest
Afrika’nın kuzey ortasında denizlerden uzak bir devlet. Doğusunda Sudan, kuzeyde Libya,
batısında Nijer, Nijerya, Kamerun, güneyinde Orta Afrika Cumhûriyeti yer alır.
Târihi
Çad’ın ilk târihi ve kavimleri hakkında elde yeterli yazılı belge yoktur. Bulunan arkeolojik
kalıntılardan anlaşıldığına göre Çad, 4. asırda önemli bir ticâret merkeziydi. Yedinci asırda bölgede Sao
kabîleleri hâkimiyet kurmuşlar ve bronz ve seramik sanatlarında çok ileri gitmişlerdi. Meşhur Arap
târihçilerinden Bekrî, 11. asırda Çad’da bir Berberî Devleti kuran Kanemlilerin hüküm sürdüğünü
bildirmektedir. Üç asır kadar Kanemliler hegomonyalalarını sürdürdüler. On altıncı asırda Bornu Devleti
Kanem’i fethetti ve siyâsî birliği temin ederek Kuzey Afrika ve Nil havzasında bulunanlarla ilişkiler
kurdular. Bornu Devleti 1550’lerden îtibâren kısa aralıklarla Osmanlı Devletine tâbi oldu. Bornu
hâkimiyeti, bölge Fransızların eline geçinceye kadar devâm etti. İkinci Dünyâ Savaşında Fransa’nın
Almanlara karşı Afrika’daki stratejik bakımdan en önemli sömürgesiydi. 11 Ağustos 1960 târihinde
bağımsızlıklarını kazanarak bir cumhûriyet idâresi kurdular.
Bağımsızlığın ardından ülkenin güneybatısındaki hıristiyan zenciler ile Müslümanlar arasında
mücâdeleler başladı. Devlet başkanlığına seçilen François Tombalbaye, 1961 senesi Martında iktidardaki
Çad İlerleme Partisi (PTT) ile muhâlefetteki Afrika Ulusal Partisinin (PNA), Çad’ın ilerlemesi için Birlik
adıyla tek bir partide birleşmesini sağladı. 1963’te eski PNA yöneticilerinin tutuklanması ile sâdece
iktidar partisinin adayları seçime girebildi. Böylece tek partili bir devlet şekli meydana getirildi. Bu
arada yönetimi devirmek ve ülkedeki Fransız nüfûsuna son vermek için Çad Ulusal Kurtuluş Cephesi ile
Çad Ulusal Cephesi gerilla faaliyetlerine başladılar.
Tombalbaye 1975’te askerî bir darbe ile görevden uzaklaştırılarak öldürüldü. Yerine Tuğgeneral
Felix Malloum geçti. 1977’de Aozovu şeridini işgâl eden Libya, iki sene sonra Çad içlerine girdi ise de
geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Libya’nın desteğini sağlayan Halk Silahlı Kuvvetleri lideri Goukouni
Oueddei devlet başkanlığını îlân etti. Ardından kurulan Geçici Ulusal Birlik Hükümeti 1982 senesinde
Hissen Habré yönetimindeki Kuzey Silahlı Kuvvetleri tarafından devrildi. Hissen Habré 1990 senesi
Aralık ayına kadar iktidarda kaldı. Bu târihte yapılan bir darbe ile devlet başkanı İdriss Deby oldu. Ekim
1991’de Deby’e karşı Habré yanlıları tarafından başarasız darbe yapıldı. Ülkede hâlen iç karışıklık
devam etmekte olup, tam bir huzur sağlanmış değildir.
Fizikî Yapı
Çad Gölünden sonra yavaş bir eğimle yükselen sığ bir havza görünümünde olan Çad’ın kuzey
kısmı çöllerle kaplıdır. Çad Gölünün havzası dağlarla çevrilidir. Bu dağların en yüksek noktası Tibesti
Mesifi (3415 m)dir. Ülkenin kuzeydoğusunda Ennedi Platosunun kumtaşı tepeleri, doğusunda Ouaddai
dağlık bölgesi, güneyinde ise Oubangui Platosu yer alır.
Çad Gölü: Çad Cumhûriyeti sınırları içinde yer alan bataklık bir göldür. Ülkenin batısında Nijer,
Nijerya ve Kamerun sınırına yakın bir yerdedir. Gölün alanı 25.600 km2dir. Gölün kuzey batı kısmı
girintili çıkıntılı bir görünümdedir. Kuzeydoğusu kumlarla örtülü olup, oldukça güzel manzaralı
yerleşmeye uygun bir saha hâlindedir. Gölün kuzeydoğusunda bulunan Kanem bölgesinde su sığırları
yetiştirilmektedir. Gölün güneyinde, Şari Nehrinin havzası bulunmaktadır. Bu havza sık bir orman
hâlindedir.
Göl suyu, çok az tuzludur. Bu sebepten göl etrâfındaki çöküntüler kurutularak kazanılan arâzide
verimli mısır ve buğday zirâati yapılmaktadır. Gölün kıyısındaki çöküntülerde biriken tuz, kıyılarda
oturanlar tarafından işlenilmektedir. Çad Gölünde önemli miktarda su ürünleri bulunmaktadır. Fakat
buradaki balıklar, kâfi miktarda avlanılmadığından, balıklarda dejenerasyon (yozlaşma) görülmektedir.
Çad Gölü, bataklığı çok olan bir göldür. Ortalama derinliği 2 metreyi geçmez. Dışarıya hiç bir akıntısı
olmadığı gibi beslenmesi de çok azdır. Bu sebeple gölün suyu her geçen sene azalmaktadır. Yüz seneyi
aşkın bir zaman önce göl kıyısında kurulan bir balıkçı kasabası bugün gölden 32 km uzakta kalmıştır.
Gölle ilgili halk arasında pekçok hikâye ve efsâne vardır. Üzerinde yerlilerce papirüs cinsi bir çeşit ottan
yapılmış Kadeye adlı sandallarla balık avcılığı yapılmaktadır. Eskiden sivri sineklerle dolu olarak bilinen
bu gölde dünyânın en çok balık çeşidi bulunur. Üzerinde adacıklar da vardır. Ülkenin güneyinden gelen
Şari ve onun önemli kolu olan Lagona suları Çad Gölüne dökülür.
İklim
Çad’da, enlem farkı yüzünden değişik iklim özellikleri görülür. Güney bölgesinde tropik iklim
hakim olup, mayıs-ekim arasında düşen yağış miktarı 800-1200 mm arasındadır. Orta kesimde yarı
kurak bir iklim hakimdir. Yıllık yağış miktarı 300-800 mm arasındadır. Kuzeyde ise az yağışlı sıcak bir
iklim hüküm sürer. Yıllık sıcaklık ortalaması, 12°C ile 50°C arasında değişir.
Tabiî Kaynakları
Ülkedeki bitki örtüsü iklim kuşaklarına göre değişiklik gösterir. Güneyde fundalıklar ve seyrek
olarak yaprak dökmeyen ağaçlar vardır. Orta kuşakta Savanlar, Cablar ve bozkır bitkileri yer alır. Kuzey
bölgesinde ise yer yer olan vahalarda hurmalıklar mevcuttur. Orta ve güney kesimde yaşayan fil,
arslan, bufolo ve leoparlar hem turist, hem de avcıları çeker.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Çad, Afrika’nın ortasında oldukça stratejik bir konuma sâhiptir. Kuzeydeki İslâmî bölgeden
güneydeki siyah Afrikaya bir geçiş bölgesi olarak görülür. Günümüzde 5 milyonu aşan nüfûsu, 11 ana
ırk grubuna ve pekçok alt gruba ayrılmıştır. Şari Nehri kabaca, kuzeydeki Müslüman olan berber
siyahları güneydeki sahra siyahlarından ayırır. Kuzeydeki Müslüman olan grup; hayvancılık yapan
Araplar, Sudan sınırına yakın ve çiftçi olan Wadaian ve çöldeki Touboulardan müteşekkildir. Buna
karşılık güneyde bulunan en büyük grup olan Saralar çiftçilik yaparlar. Daha çok kırsal bölgelerde
yaşayan halkın sâdece % 5’i şehirlerde yaşar. Başşehri Fort-Lamy’nin nüfûsu ancak 200.000’in
üzerindedir. Yedinci asırda İslâmiyet buraya gelmiş ve bu dînin ırk, renk ayırımı gözetmemesi ülkede
hızla yayılmasına sebeb olmuştur. Bugün en yaygın dindir. Halkın ancak % 5’i Hıristiyandır. Resmî dili
Fransızca olmakla birlikte, Arapçaya dayanan lehçeler, bilhassa Turku kuzeyde yaygındır. Eğitim sistemi
Fransa’ya benzer. Ancak yetişkin nüfûsun % 5’lik bir kısmı okur yazardır.
Ekonomi
Ülke ekonomisi tarıma dayalıdır. Ülkede önemli miktarda darı yetiştirilir. Fıstık, hurma ve pirinç
önemli ürünleri arasındadır. Pamuk, ihrâcâtın % 80’ini, fıstık ise geri kalanını teşkil eder.
Hayvancılık çöl ve stepte en önemli faaliyettir. Yaklaşık 4 milyon sığır, 4 milyon keçi ve koyun ve
500.000 eşek ve at ve 250.000 deve beslenir. Göl ve nehirlerde ortalama olarak 100.000 ton balık
tutulur.
Îmâlât sanâyisinde; deri, tekstil, şeker, radyo, bisiklet ve ayakkabı önemli bir yer tutar. Ülkenin
ödemeler dengesindeki açık en çok ticâret yaptığı ülke olan Fransa tarafından karşılanır. Fransa, Çad’ın
pamuğunu piyasa üstü bir fiyatla alır. Önemli ithâlât malları motorlu araçlar, makina ve petrol
ürünleridir.
Çad aynı zamanda dünyânın en bol ve en çok çeşitli kelebeleklerine sâhib ülke olarak
tanınmaktadır. Dünyânın hemen her yerinden gelen kelebek kolleksiyoncuları her zaman için o güne
kadar bulup göremedikleri çeşitlerle ülkelerine dönmektedirler. Bunun için yabancı ülkeler Çad’a
“Turizm gelirini kelebek kanatları ile kazanan ülke” adını vermişlerdir.
Ulaşım: Çad’da ulaşım hizmetleri çok sınırlıdır. Karayollarının ancak % 1’i asfaltlanmıştır. Ülkede
demiryolu yoktur. Büyük uçakların inmesine uygun N’Djamena havaalanı dışında 40 kadar küçük
havalanı vardır. Hava ulaşımı ekonomik açıdan önemli rol oynar.
ÇADIR
Alm. Zelt (n), Fr. Tente (f), pavillon (m), İng. tent, pavilion. Açık havada kurulup, sökülebilen ve
kolayca taşınabilen dokumadan, keçe, bez, deri ve çuldan yapılan seyyâr mesken, barınak.
Göçebe hayâtı sürdüren kavimler ve görevleri icabı sık sık yer değiştiren gezici ekipler tarafından
kullanıldığı gibi, yaz tatillerinde dinlenme yeri olarak da kullanılır. Savaş ve tatbikatlarda askerlerin,
zelzele, su baskını, yangın gibi tabiî âfetler sonunda evsiz kalanların ilk barınakları çadırlardır. Çadırlar
çok eski zamanlardan beri insanların içinde hayat sürdüğü meskenler olmuştur. Bugün bile çoğu kabîle
ve kavimler tarafından çadır mesken olarak kullanılmaktadır.
Çadırlar yapıları bakımından sekiz çeşittir: 1) Basit konik çadırlar olup, Kuzey Asya ve Kuzey
Amerika’da yaygındır. 2) Kubbeli konik çadırlara Japonlarda, 3) Geçitli konik çadırlara Eskimolarda, 4)
Çok köşeli çadırlara Tibet kabîlelerinde, 5) Çift konik şekilli çadırlara Sibirya halkında, 6) Kubbesi dâireli
çadırlara göçebe hayâtı sürdüren Moğol ve Türklerde, 7) Yanları açık çadırlara Güney Amerika’da, 8)
Kubbe şeklindeki çadırlara Doğu Afrika’da ve Kuzey Amerika’da rastlanılır.
Eski Türkler kullandıkları çadırlara ayrı ayrı isimler vermişlerdir. Hükümdarlara ve diğer devlet
büyüklerine mahsus, geniş ve yüksek etekli bâzan dört, bâzan yedi direkli, çok kere üç kat kumaştan
yapılmış büyük çadırların adı “otak”tır. Hâkanların askerî karargâh olarak kullandıkları çadırlara “orda”
denilir. Beyaz kumaştan yapılmış büyük çadırlar “ağban ev”, renkli kumaştan yapılmış olan ise “alaban
ev”dir. Birkaç direkli, uzun bölüntülü çadırlara “oba”, gölgelenmek için gündüzleri kullanılan çadıra da
“günlük” ismi verilmiştir. Yuvarlak ve tavanları kubbeli çadırlara “yurt”, pencerelerine “tünlük” denir.
Develerin konulduğu çadırlara da “kaytaban” denilmiştir.
Bugün için Türkiye’de çadırlarda Türkmenlerin yörük aşîretleri ve doğudaki bâzı âileler hayat
sürmektedir. Bunların çadırları dört köşeli, direkli veya yuvarlak kubbelidir.
Türk kabîlelerinde eskiden olduğu gibi bugün için dahi en yaygın olanı “yurt” denilen yuvarlak ve
tavanı kubbeli olan çadırlardır. Bu çadırların etraf duvarlarına “kerege” veya “kanat” denir. Kerege
birbirine uygun olan yerlerinden ince kayışlarla bağlanmış çubuklardan yapılmıştır. Kerege toplanınca
bir demet hâlinde birbiri üstüne gelir. Hayvanlarla rahatça taşınabilir. Çadırlar kurulacağı zaman, demet
hâlinde olan kısımlar yanyana getirilir. Ucu iki metre uzaklıktaki kazıklara tutturulmuş olan ipler
çadırların bu kısımlarına bağlanınca birkaç metre çapında bir kafes meydana gelir. Kafesin yüksekliği 2-
3 metredir. Güneşin doğduğu yöne bir kapı çerçevesi konur. Çadırların tepesinde hava ve ışık almak
üzere yuvarlak bir delik vardır. Bu delikten yanan ateşin dumanı dışarıya çıkar. Ancak yağmurlu
havalarda bu delik bir deri kapak ile kapatılır. Giriş kapısına “eşik” ismi de verilir. Eşik üstüne bağlanan
örtü kötü hava şartlarında bu kapının kapatılmasında kullanılır. Çadırlarda her malzemenin kendine
mahsus yeri olduğu gibi, ortasında soğuk havalarda ateş yakmak için bir de korluk vardır. Kapının
hemen karşısında sandıklar, bohçalar, koymak için yer bulunur. Bu eşyâların üstünde halılar asılıdır.
Kapının hemen sağ tarafında içinde yemek kapları bulunan, at derisinden yapılmış bir tulum ve
hemen bunun yanında, meyvelerin çürümemesi ve yağın, etin bozulmaması için bir de kiler vardır.
Çadır sâhibinin de yatağı kapının hemen sağındadır. Yatağın yanındaki kazıkta ev sâhibinin giyim
kuşamı ve av âletleri ile silahı asılıdır.
Türk çadırlarının yapılışı bakımından geleneği, örf ve âdeti, kültürü ihtivâ eden özellikleri dikkati
çeker.
ÇAĞATAY HANLIĞI
Çağatay ülkesi olarak da anılan Batı ve Doğu Türkistan ile Mâverâünnehr topraklarında Çağatay
Hanın kurduğu devlet.
Çağatay, Cengiz Hanın eşi Börte Uçin’den olma ikinci oğludur. Cengiz Kânunu’nu en iyi bilen ve
tatbik edendir. Diğer kardeşleri ile birlikte babasının Çin, Harizm seferlerine katılıp, Çin, Afganistan ve
Hindistan’a gitti. Cengiz Han 1227 senesinde ölünce yerine kardeşi Ögedey hükümdâr oldu.
Çağatay ise, babasının ölümünden sonra savaşlara katılmadı. Uygur ülkesi ile Semerkant, Buhârâ
arasındaki ülke onun hâkimiyeti altındaydı. Moğol Kânunu’nu iyi bildiği için, Moğollar arasında îtibârı
fazlaydı. İslâmiyete düşman olup, Müslümanları sevmezdi. İslâmî usûlde hayvan kesmeyi ve gusl
abdesti almayı yasaklamıştı. Kardeşi Ögedey’in ölümünden sonra hastalandı. Doktorlar hastalığına çâre
bulamayınca, Moğol âdeti gereğince 1241’de îdâm edildi.
Çağatay’ın ölümünden sonra sırasıyla Mütegenimoğlu Kara Hülâgü ve Kağan Göyük (1246-1248)
ve daha sonra da Çağatay’ın oğullarından Yişü Müngke başa geçti. 1251 senesinde karışıklıklar çıktı.
Batıda Batu Kağan, kendi adına para bastırarak Müngke’nin iktidârını böldü.
Yişü Müngke’nin 1259’da ölmesinden sonra, Çağatay’ın torunu Algu, iktidâr mücâdelesinden
faydalanarak Afganistan ve Harizm’e hâkim oldu. Saltanatını daha da kuvvetlendirerek Arık Baka’yı
yenince, Orta Asya’nın tek hâkimi oldu. Algu’nun 1266’da ölmesiyle Ögedey’in oğullarından Kaydu
kağan olup, 1301 yılına kadar Çağatayları idâre etti. Ölümüyle önce oğlu Çopar, daha sonra 1307
senesinde de Barak Hanın oğlu Duva başa geçti.
Duva, Çağatay Hanlığının gerçek kurucusu kabul edilmektedir. Yerine oğlu Kebek hükümdâr oldu.
Bunun zamânında ilk Çağatay parası basıldı. 1326’da kardeşi Tarmişirin başa geçti. Bu hükümdâr İslâm
dînini kabul ederek Alâeddîn adını aldı. Doğuda Cengiz Kânunu’na bağlı olan Çağataylar, Alâeddîn’e
karşı ayaklandılarsa da İslâmiyetin Çağatay ülkesinde yerleşmesini engelleyemediler. Zâten güç
dengesi de Türklerin tarafına kaydığından, Çağatay soyu müessiriyetini gittikçe kaybetti. Alâeddîn
Hanın ölümünden sonra 1370 târihine kadar Türk Beyleri Çağatay prenslerini kukla hâline getirdi. Timur
Han zamânında bâzı Çağatay prenslikleri varsa da, 16. yüzyılda Özbekler tarafından bunlar da
Mâverâünnehr’den atılmışlardır.
Çağatay Hanlığı Hânedânını bâzı araştırmacılar Türk olarak göstermekteyseler de, Cengiz Hanın
Moğol soyundan geldiğini bütün kaynaklar yazmaktadır. Çağatay ve sonraki idârecileri de Cengiz’in
torunlarıdır. Böyle olmasına rağmen şu bir gerçektir ki, ülkede Türk nüfûsu bulunmaktaydı. Ülke daha
sonra da Türk hâkimiyetine girip Türkleştiği gibi, İslâm dîni de yayılmıştır.
Çağatay dili ve edebiyâtı: Çağatay’ın adına nisbetle verilmiş, Ali Şir Nevâî (1441-1501) ile onu
takib eden Asya şâirlerinin kullandıkları edebî Türk lehçesine ve bu dille yazılmış eserlere Çağatay adı
verilmektedir. Eski ve yeni doğulu batılı dil bilginleri Çağatayca kelimesini kullanmaktadır. Çağatayca;
Çağatay, İlhanlı ve Altınordu devletlerinin ilim çevrelerinde 13 ve 14. yızyıllarda gelişerek, 20. yüzyılda
Özbek edebiyâtının meydana gelmesine kadar devâm eden Doğu Türkçesidir. (Bkz. Türk Edebiyâtı)
ÇAĞATAY TÜRKÇESİ EDEBİYÂTI
(Bkz. Türk Edebiyâtı)
ÇAĞLAYAN
Alm. Kaskade (f), kleinerer Wasserfall (m), Fr. Chute d’eau, Cascade (f), İng. Waterfall,
Cascade. Coşkun bir hâlde yüksek bir yerden dökülen su kütlesi. Şelâle olarak da bilinir. Çağlayanlar
çok büyük aşındırma gücüne sâhiptir. Bu özelliği, suyun düşme yüksekliğine, düşen suyun hacmine,
düştüğü kayalığın yapısına ve diğer sebeplere bağlıdır. Çağlayanların yüzey şekillerinin kalıcı olmaması
diğer bir özelliğidir.
Çağlayanlar genel olarak üç değişik arâzi yapısına sâhip bölgelerde toplanmıştır. Bunlar yüksek
platoların kıyı kesimleri ve buraları kesen büyük çatlak hatları, karaların iç bölümlerinde yer alan
kristalli kayalar ile kıyı bölgelerinde yer alan zayıf tortul kayalıklar arasında uzananlar ve buzulların
etkisinde kalmış yüksek dağlık bölgelerdir.
Çağlayanlar, meydana geliş sürelerine bakılarak üç ana grupta toplanır: İlki, akarsu yataklarının
kırılma, buzullaşma veya başka sebeplerle değişikliğe uğraması yüzünden; ikincisi, farklı aşınma süresi
sonunda; üçüncüsü ise akarsu yatağının meydana gelmesi sırasında olan çağlayanlardır.
Türkiye’nin başlıca çağlayanları; Tortum, Gürlivek, Sızır, Bünyan, Defne ve Düden’dir.
DÜNYADAKİ ÖNEMLİ ÇAĞLAYANLAR
Adı Ülke Irmak Yükseklik
(m)
Angel (Churún merú) Venezuela Churún
Tugela Güney Afrika Tugela 979
Mitarazi Zimbabve Inyangombe 948
Yosemite ABD Yosemite 762
Cuquenan Venezuela Cuquenan 739
Sutherland Yeni Zelanda Arthur 610
Kile Norveç (.) 580
Kahiwa ABD (.) 561
Mardal (Doğu) Norveç Eikesdal 533
Takakkaw Kanada Yoho 517
Ribbon ABD Ribbon 503
Kral George VI Guyana Utshi 491
Woolomombi Avustralya Woolomombi 488
Mardal (Batı) Norveç Eikesdal 482
Kaliuwaa (Sacred) ABD Kalanui Çayı 468
Kalambo Tanzanya Zambia,Kalambo 463
Gavarnie Fransa Gave de Pau 427
Giessbach İsviçre Giessbach 422
Trümmelbach İsviçre Trümmelbach 391
Krimmler Avusturya Krimmler 391
Vettis Norveç Morkedola 380
Papalaua ABD Kawai Nui Çayı 371
Silver Strand ABD Merced 366
357
Honokohau ABD Honokohau Çayı 341
Lofoi Zaire Lofoi 340
Serio İtalya Serio 315
Barron Avustralya Barron 300
Belmore Avustralya Barrengarry Çayı 300
Cannabullen Avustralya Cannebullen Çayı 300
Horseshoe Avustralya Govetts Leap Çayı 300
Wallaman Avustralya Stony Çayı 300
Staubbach İsviçre Lutschine Weisse 290
Pungwe Zimbabve Pungwe 277
Helena Yeni Zelanda Helena 271
Mollijus Norveç Reisenelva 269
Austerkrok Norveç Torrfjordelva 257
K. Edward VII Guyana Semang 256
Jog (Garsoppa) Hindistan Sharavati 253
Kaieteur Guyana Potaro 251
Waipio ABD Kekee Çayı 244
Tully Avustralya Tully 240
Feigum Norveç Feigumelvi 218
Fairy ABD Fairy 213
Fossa Norveç Ullo 210
Feather ABD Fall 195
Aurstapet Norveç Aura 193
Maletsunyane (Semon Kong) Lesotho Maletsunyane 192
Sakaika Guyana (.) 192
Reichenbach İsviçre Reichenbach 190
Bridalveil ABD Bridalveil 189
Guaira (Sete Quedas) Brezilya Parana 114
Victoria Zambia Zimbabve,Zambezi 108
Kaveri Hindistan Kaveri 98
Paulo Afonso Brezilya Sao Francisco 84
Iguaçu Arjantin,Brezilya Iguaçu,Parana 82
Churchill (Büyük) Kanada Churchill (Hamilton) 75
Niagara (Horseshoe) Kanada,ABD Niagara 49
Detti İzlanda Jokulsa 44
Ren İsviçre Ren 24
Khone Kampuçya Laos,Mekong 14
Uburupunga Brezilya Parana 12
ÇAĞRI BEY
Büyük Selçuklu Devletinin kurucularından. Selçukluların ilk hükümdârı Tuğrul Beyin kardeşidir.
990 yılında doğdu. Künyesi Ebû Süleymân olan Dâvûd Çağrı Bey, Horasan bölgesinin emîri idi. Târihçi
Beyhekî ve Gerdizî onu dâimâ Dâvûd ismiyle zikretmişlerdir. Diğer kaynaklarda da öbür isimleri
geçmektedir.
Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında yer alan meşhur ilim ve irfân bölgesi Mâverâünnehr’de Oğuz
Türklerini etrâfında toplayan Selçuk Beyin vefâtından sonra, ülkenin idâresi oğulları arasında taksim
edilmişti. Büyük bir kısmı oğlu Mikail Beye verilmişti. Yabgu ünvanını taşıyan Mikail Beyin vefâtından
sonra ülkenin idâresi oğulları Dâvûd Çağrı Bey ile Mehmed Tuğrul Beye kaldı. İki kardeş, Karahanlı
Hakanı İsrâil Arslan Yabgu’yu reis tanıyıp, Gaznelilerle olan mücâdelesine katıldılar.
Çağrı Bey, 1016’da Mâverâünnehr’den Bizans ülkeleri üzerine cihâda çıktı. Horasan bölgesine
gelerek oradaki Türkmenleri etrâfına topladı. Buradan Irak-ı Acem bölgesine geçerek Bizans’a bağlı
Ermeni Vaspurakan ve Ani krallıkları ile Âzerbaycan’da muhârebeler yaptı. 1016’dan 1022 senesine
kadar altı yıl boyunca Bizans hududunda Ermeni ve Hıristiyan Gürcü krallıklarıyle savaştı. Birçok
muvaffakiyetler ve ganîmet kazanan Çağrı Bey, tekrar Mâverâünnehr’e döndü. 1025’te Mâverâünnehr’e
geçen Sultan Mahmud Gaznevî, Türkmenlerin ve Selçukluların reisi Arslan Yabgu’yu esir edip
Hindistan’a gönderince, ülke halkının bir kısmı Gaznelilerin tâbiiyeti altına girdi. Bir kısmı ise Tuğrul ve
Çağrı beylere katılarak ordularını güçlendirdiler. Böylece iki kardeş, amcaları Mûsâ Yabgu ile birlikte
Türkmenlerin reisi oldular. Mâverâünnehr bölgesinde râhat ve huzur içinde devleti idâre eden Selçuklu
liderleri, muhâfızları durumundaki Ali Tigin’in 1034’te vefâtı üzerine zor durumda kaldılar. Buhârâ ve
Harezm emirleri tarafından baskı altına alındıklarından, Horasan’a geçmek zorunda kalan Çağrı ve
Tuğrul beyler, Gazneli Sultanı Mes’ûd’un Horasan vâlisine mürâcat ederek sürüleri için Sultan’dan
yaylak ve kışlak istediler. Fakat istekleri kabul edilmediği gibi o bölgeden uzaklaştırmak için üzerlerine
büyük bir ordu gönderildi. Nisa yakınlarında yapılan harbi Selçuklu liderleri Tuğrul ve Çağrı beyler
kazandılar (1035).
Bu muvaffakiyetleri üzerine Gazneli Sultan Mes’ûd, Selçuklu reisleriyle müzâkerelere girişti ve
isteklerini fazlasıyla verdiği gibi, birçok imtiyazlar da tanıdı. Sultan Mes’ûd, Dihkan ve Dihistan
bölgelerini vermesine karşılık, onların Oğuzlara karşı durmalarını şart koştu. Ancak Selçuklular, Oğuz
boylarının akınlarına mâni olamadıklarından bir kere daha Sultan Mes’ûd ile karşı karşıya geldiler.
Sultan’ın gönderdiği büyük bir orduyu da mağlûb ettiler. Hattâ Çağrı Bey, kendisine saldıran Cürcan
vâlisini mağlûb ederek 1037’de Merv şehrini ele geçirdi. Burada “Melikü’l-mülûk” ünvânıyla
hükümdârlığını îlân ederek adına hutbe okuttu. Bunu duyan Gazneli kumandanı Subaşı, taarruz için
aldığı kesin emre uyarak Selçuklular üzerine yürüdü. Serahs civârındaki Talhâb denilen yerde iki gün
süren şiddetli muhârebede Selçuklular bir zafer daha kazandılar (1038) ve Herat şehrini de ele
geçirdiler. Aynı yıl Tuğrul Bey Nişabur’da Büyük Selçuklu Devletinin ilk hükümdârı olarak sultan îlân
edildi. Durumun vehâmetini ve Selçukluların gittikçe kuvvetlendiğini gören Sultan Mes’ûd, büyük bir
orduyla Selçuklular üzerine yürüyerek Cürcan’ı geri aldı. Belh şehrinden geçerek Karahanlılardan Böri
Tigin’in tâbiliğini sağlamak için Mâverâünnehr ülkesine girdi. Ancak Çağrı Beyin üzerine geldiğini haber
alınca, geri döndü ve 1039 yılı Nisanında, Çağrı Beyin kuvvetleriyle Aliâbâd Ovasında yaptığı
muhârebede nisbî bir başarı sağladı. Ancak kesin bir netîceye varmak istediğinden yeniden Çağrı Beyin
üzerine kuvvet sevk etti. Buna karşılık Çağrı Bey, vur-kaç taktiğiyle Gazneli kuvvetlerine ağır kayıplar
verdirdi. Netîcede Selçukluların geleceğini tâyin edecek muhârebe 23 Mayıs 1040’ta Dandanakan
Ovasında Gaznelilere karşı yapıldı. Başkumandanlığını Çağrı Beyin yaptığı harpte, Selçuklular, parlak bir
zafer kazanarak, Gazneli ordusunu perişân ettiler (Bkz. Dandanakan Savaşı). Sultan Mes’ûd güçlükle
canını kurtardı ise de karargâhı ve bütün hazînesi ele geçirildi. Bu başarı üzerine birçok Türkmen boyları
Selçuklulara iltihâk etti.
Dandanakan Savaşından sonra yapılan kurultayda, eski Türk devlet an’anesi gereğince, ülkeyi
kendi aralarında bölüştüler. Buna göre, Tuğrul Bey Irak-ı Acem bölgesi üzerine, Çağrı Bey ise
Horasan’ın kuzey bölgesi ile Gaznelilerin elinde bulunan topraklar üzerinde fütûhât yapacaklardı. Mûsâ
Yabgu ise, Herat ve Sistan bölgesi fütûhâtına memur edildi. Bu plâna göre hareket eden Çağrı Bey,
1040’ta Belh’e yürüdü ve Sultan Mes’ûd’un oğlu Mevdûd kumandasındaki yardımcı kuvvetleri bozarak
şehri ele geçirdi. Şehrin kumandanı Altun-Tak da Çağrı Beyin emri altına girdi. Belh’ten sonra Cürcan,
Badgis, Hutlan ve Tuharistan şehirlerini de hâkimiyeti altına alan Çağrı Bey, Merv şehrini hükümet
merkezi yaptı. 1044’te Çağrı Beyin hastalanmasını fırsat bilen yeni Gazne Sultanı Mes’ûd’un oğlu
Mevdûd, Belh ve Tuharistan’ı geri almak için ordular sevk etti ise de bu kuvvetler Çağrı Beyin oğlu
Alparslan tarafından mağlûb edildiler. Bir müddet sonra sıhhatı düzelen Çağrı Bey, Tirmüz şehrini de ele
geçirdi. Belh, Tuharistan ve diğer bâzı şehirleri oğlu Alparslan’a vererek Gaznelilerle mücâdeleye
memur eden Çağrı Bey, diğer oğullarını da ayrı yerlerde vazîfelendirdi.
Büveyhoğulları hükümdarı Ebû Kalicar’ın 1048’de vefâtı üzerine Çağrı Bey, oğullarından Kavurt
Beyi büyük bir ordu ile Büveyhoğulları üzerine sevk etti ve nihâyet 1055’te bütün Kirman bölgesi
Selçukluların eline geçti. 1056’da Sistan bölgesi de Selçukluların hâkimiyetine girdi ve o bölge Mûsâ
Yabgu’nun idâresine verildi.
Çağrı Bey, her zaman kardeşi Tuğrul Beye yardımcı oldu. Tuğrul Beye isyân edip saltanat
dâvâsına kalkışan İbrâhim Yınal’a karşı, oğulları Alparslan ile Kavurt’u sevk edip isyânı bastırması son
yardımı oldu. Bu hâdiseden sonra rahatsızlanan Çağrı Bey, 70 yaşında olduğu hâlde, nice İslâm âlim ve
velîlerinin yetiştiği Serahs şehrinde vefât etti (1060). Orada defnedilen Çağrı Beyin, oğlu ve veliahtı
Horasan Hâkimi Sultan Alparslan ile Kirman Hâkimi Ahmed Kavurt ve Âzerbaycan vâlisi Yakuti’den
başka Osman, Behramşah ve Süleyman adında oğulları vardı. Onlar ülkenin muhtelif yerlerinde devlete
ve İslâmiyete hizmet ettiler. Çağrı Beyin dört de kızı vardı.
Dâvûd Çağrı Bey, kardeşi Tuğrul Bey ile birlikte bütün İran ve yakındoğu ülkesini fethetmiş,
Türkleri fâtih bir millet olarak bir araya toplamak ve Anadolu kapılarının tam anlamıyla İslâmiyete
açılmasını sağlamak sûretiyle Türklüğe ve İslâmiyete pek büyük bir hizmet yapmıştır. Büyük Selçuklu
Devleti ve medeniyetinin, daha sonra da Osmanlı Devletinin kurularak, İslâmiyetin ta Viyana kapılarına
kadar ulaşmasına pek sağlam bir zemin hazırlamıştır.
Kaynaklar, Çağrı Beyin çok âdil, halîm, güzel huylu, fazîletli, fevkalâde dindar ve merhâmetli bir
mücâhid olduğunu ittifakla kaydetmektedirler.
ÇAĞRI KUVVETİ
NATO’ya dâhil bâzı devletlerin deniz kuvvetlerinden kurulu beş gemilik bir birlik. Akdeniz’de
NATO’ya bağlı devletlerin karşılaşacağı âcil ve tehlikeli bir durumda süratle oraya gönderilebilecek bir
kuvvettir. 1969 yılında üye devletler arasında kararlaştırılmış ve Nisan 1970’te ilk tatbikâtı yapılmıştır.
Bu kuvvete; Türk, İtalya, ABD, Yunan ve İngiliz savaş gemilerinden birer adet katılır. Senenin belli
zamanlarında bu gemiler Akdeniz’de tatbikâtlar yaparlar. Bu tatbikatlara katılan gemilerin komutanları
sıra ile çağrı kuvvetini sevk ve idâre ederler. Çağrı kuvveti devamlı bir arada bulunmaz; tatbikatlarda
ve tehlikeli durumlarda çağrı üzerine bir araya gelirler, görev bitiminde ayrılırlar.
ÇAKA BEY
İzmir fâtihi ve Anadolu Selçuklu Devletinin müstakil beyi. Oğuzların Çavuldur boyuna mensup olan
Çaka Bey, Malazgirt Zaferini tâkiben Anadolu’nun fethi işine girişen Selçuklu kuvvetlerinden ayrı olarak
yaptığı savaşların birinde Bizanslılara esir düştü. İmparator Üçüncü N. Botaniates’in dikkatini çekerek
saraya alındı. Burada çok büyük ilgi gördü ve serbestçe hareketlerde bulunmasına izin verildi. Grekçeyi
öğrendi. Bizans deniz kuvvetlerini inceledi. 1081 yılında Bizans tahtına İmparator Aleksi Komnen
geçince hürriyetine kavuştu.
Çaka Bey 1081 yılında elindeki kuvvetlerle İzmir’i kuşattı ve Bizanslılardan aldı. İzmir’de beylik
kurarak sınırlarını genişletmek için mücâdeleye başladı. İki üç yıl içinde Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça’yı
zaptederek bu kesimdeki geniş sâhil boyunu sınırları içine aldı. Çaka Beyin hedefi Ege Denizinde
hâkimiyeti sağlamaktı. Bu sebepten İzmir ve Efes tersânelerinde, bir kısmı yalnız kürekli, diğer kısmı
yelken ve kürekle hareket eden 40 parçadan meydana gelen ilk Türk filosunu kurdu. Filo 1089’da Ege
denizine açıldı. Çaka Beyin komutasındaki bu ilk Türk filosu 1090’da Bizans donanmasını Koyunadaları
açıklarında mağlûb etti.
Çaka Bey, 1091’de yine denize açılarak Sisam ve Rodos adalarını ele geçirdi. Ege’deki hâkimiyeti
tekrar ele geçirmek için Bizans İmparatoru yeni bir donanma hazırlattı. Gönderdiği donanma, Çaka Bey
ile karşılaşmaya cesâret edemeyerek Sakız adasına sığındı. Çaka Bey adayı kuşattı ise de fethe
muvaffak olamadı.
1095 senesinde Çaka Bey, Çanakkale ve Trakya’nın zaptı ve sonra da İstanbul’u fethederek
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) müjdesine nâil olabilmek için, donanmasının
başında harekete geçti. Edremit dâhil, yolu üzerindeki Bizans merkezlerini zapt ede ede Çanakkale
sınırlarına dayandı. Burada Anadolu Selçuklu Devletinin hükümdârı ve dâmâdı Kılıç Arslan’la buluştu.
Berâberce boğazın en çetin kalesi olan Abidos’u kuşattı. Kale kolaylıkla alındı, ama Çaka Bey de aldığı
yaraların tesirinden kurtulamayarak vefât etti.
Bizans kaynaklarında Çaka Beyin Kılıç Arslan tarafından öldürüldüğü yazılı ise de, sonraki
olaylarda isminin geçmesi bu görüşün doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
Çaka Beyin ölümü İslâm mücâhidlerini büyük bir üzüntüye boğdu. Bizanslılar da ziyâdesiyle
sevindi. Ömrü İslâmiyeti yaymak için uğraşmakla geçen Çaka Bey, hayatta bulunduğu müddetçe,
Bizans’ın korkulu rüyâsı olmuştu. Ölümü ile sâhilde kurmuş olduğu beyliği de târihe karıştı.
ÇAKAL (Canis Auraus)
Alm. Schakal (m), Fr. Chacal (m), İng. Jackal. Familyası: Köpekgiller (Canidae), Yaşadığı
yerler: Güney Doğu Avrupa, Güney Asya ile Kuzey Afrika’nın bozkırları. Özellikleri: Gececi bir
hayvan.Sürü hâlinde dolaşır ve ulur. Kuş ve kemiricileri avlayarak geçinir. Leş ve meyve de yer. Bâzan
kümes hayvanlarına da saldırır. Ömrü: 10-15 yıl. Çeşitleri: Siyah sırtlı, gri, yanları çizgili, kırmızı çakal
en iyi bilinenleridir.
Köpek cinsinden, ürkek ve vahşî bir hayvan. Kürkü kirli sarı, bâzı çeşitlerinin sırt ve arka kısmı gri
ve siyah, karın kısmı beyazımtraktır. Postu ile kurda, geniş tüylü kuyruğu ile tilkiye benzer.Yerden
yüksekliği 40, boyu 60, kuyruğu 30 santimetredir. Avrupa, Asya ve Afrika’nın açık bozkırlarında sürüler
hâlinde gece avlanır. Nâdir olarak ormanlarda görülür. Kuş, sürüngen ve kemirici memelileri avladığı
gibi, aslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanların av artıkları ile de beslenir. İnsana saldırmaz. Sırtlan gibi leş
yediği ve fâre, sıçan gibi kemiricileri yok ettiğinden faydalı bir hayvandır. Çok aç kaldığı zamanlar
köylere sokularak kümes hayvanlarını yağmaladığından insanlar tarafından sevilmez. Fazla derin
olmayan mezarlardan ölüleri çıkarıp yedikleri de olur. Tabiat ve mizaç olarak sırtlana benzer.
Gündüzleri toprak inlerinde, mağara ve ağaç kovuklarında gizlenir. Güneşin batışı ile faaliyete geçer.
Tepelerin zirvesinde kaba eti üstüne oturarak ürkütücü ve hüzünlü ulumasıyle tanınır.
Dişi, ilkbaharda çiftleşir. 2 ay (60-65 gün) kadar sonra 4-9 yavru doğurur. Yavruların bakımına
erkek de yardımcı olur. Geceleri âile, grup hâlinde avlanmaya çıkar. Bâzan 50-60 başlık gruplar hâlinde
de avlanırlar. Çakalın en büyük düşmanı insandır.
ÇAKALERİĞİ (Prunus Spinosa)
Alm. Pflaume, Fr. Prune, İng. Plum. Familyası: Gülgiller (Rosaceae), Türkiye’de yetiştiği
yerler: Marmara, Ege ve Karadeniz bölgesi.
Nisan-mayıs ayları arasında, beyaz renkli çiçekler açan, 1-3 m yüksekliğinde, dikenli bir ağaçcık.
Ormanlarda, çit kenarlarında ve kırlarda tesâdüf edilir. Gövdeleri silindirik, kabuğu koyu gri renkli ve
çok sık dallıdır. Küçük dalların ucu dikenlidir. Çiçekleri beyaz renklidir. Meyveleri sonbahar veya kışa
doğru olgunlaşan mâvimsi siyah renkli, küremsi şekilli ve ekşi lezzetlidir.
Kullanıldığı yerler: Bitkinin kullanılan kısmı, çiçekleri ve kurutulmuş meyveleridir. Çiçekler kuru
bir havada toplanır ve derhal kurutulur. Çiçekleri hafif müleyyin ve kan temizleyicidir. Meyvelerinde
şekerler ve organik asitler vardır.
Çakaleriğinin en fazla istihsal edildiği yerler İzmir’den Isparta’ya kadar olan saha ile Karadeniz
Ereğlisi, Alaplı ve Göynük bölgeleridir. Memleketimizde kullanılışı azdır. Bâzı dağ köylerinde
meyvelerinden erik ezmesi yapılır.
ÇAKI
Alm. Taschenmesser (n), Fr. Canif (m), İng. Pocket knife, clasp knife. Bir veya birkaç kesici yüzü
gövdesinin içine katlanarak kapanabilen kesici âlet. çakılar çeşitli şekillerde, çeşitli maksatlar için
kullanılırlar. Tırnak çakısı, izci çakısı, komando çakısı, avcı çakısı bunlardan bâzılarıdır.
Özel olarak yapılan düğmesine basılınca göbekten veya yandan ağzı otomatik açılanlar, çakı
çeşitlerinin en makbul olanlarıdır. Fakat, belli büyüklük sınırlarını aşanlar suç âleti hükmüne
girdiklerinden bunları taşımak kânunen suç olur. Bilhassa Anadolu’da köy ve kasabalarda çakı çok
kullanılır. Her zaman ihtiyâç duyulması ayrıca dînimize göre tarak, ayna, iğne, iplik ve çakı taşımanın
Peygamber efendimizin âdetlerinden olması, bu güzel usûlü gelenek hâline getirmiştir.
ÇAKIRKUŞU (Accipiter Gentilis)
Alm. Habicht (m), Fr. Acitour (m), İng. Goshawk. Familyası: Kartalgiller (Falconidae), Yaşadığı
yerler: Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika’da sık ağaçlı orman kenarları, dağ ve ovalarda. Özellikleri:
Atmacaların en irisi. Doğan avcıları tarafından, tavşan ve keklik avında kullanılır. Kırmızı gözleri ateş
gibi parıldar. Ömrü: 70-80 yıl. Çeşitleri: Kuzey bölgelerinde yaşayan birçok ırkı vardır.
Kartalgiller âilesinin, kıvrık kısa gagalı, ince uzun, keskin pençeli, gündüz avcı kuşlarından. Sırtı
koyu kahverengi veya gri tüylü, göğsü beyaz ve enine kahverengi çizgilidir. Atmacaların en irisi olup,
55-60 cm boyundadır. Kanat açıklığı 120 cm kadardır. Diğer atmacalar gibi uçları yuvarlanmış geniş
kanatları ve yelpaze gibi açılan uzun kuyruğu sâyesinde ağaçlar arasında rahatça manevralar yaparak
avını tâkip eder. Çok iştahlı ve saldırgandır. Güvercin, ada tavşanı ve sincap gibi hayvanları avlayarak
beslenir. Tavukları kümeslerine kadar kovaladığı olur. Yuvasına yaklaşan insana hırsla saldırır. Alçaktan
uçtuğu için doğan avcıları tarafından tavşan ve keklik avında kullanılır. Bâzı bölgelerde “çakırdoğan” da
denir. Erkekler dişilerden küçüktür.
Yüksek ağaç tepelerinde yuva kurarlar. Yuva içini saç, kıl ve kök püskülleriyle döşerler. Nisan ve
mayısta 3-5 yumurta yumurtlar. Dişi 40 gün kadar (35-42 gün) kuluçkaya yatar, yavrular bir buçuk ay
kadar (36-40 gün) yuvada kalarak anne tarafından beslenir. Genç çakır kuşları açık kahverengi tüylü ve
sarı gözlüdür. Erginlerin kırmızı gözleri ise ateş gibi parıldar. Türkiye’de yaşayanlar kış mevsiminde
Kuzey Afrika ve Hindistan’a göç eder.
ÇAKIR
Alm. Feuerzeug (n), Fr. Briquet (m), İng. Lighter. Kibrit bulunmadan önce ateş için kıvılcım
çıkaran çelik âlete verilen ad. Eski çakmaklı tüfeklerde taşa çarpıp kıvılcım çıkarmak sûretiyle barutu
ateşlemede kullanılan âlete de bu ad verilirdi.
Çakmak çakıldığında kıvılcımların tutuşması için ağaçların gövdelerinden alınıp kurutulan, kolayca
tutuşabilen, kav denilen maddeler kullanılırdı. Kav taşın üstüne konulur, sol elin baş ve işâret
parmakları arasında sıkıştırılırdı. Sağ elde tutulan çakmağın taşa vurulması sûretiyle de çıkan kıvılcımla
yanma sağlanırdı. Sonraları kav yerine pamuk ipliğinden fitiller kullanıldı. Çakmak, taş, kav veya fitil,
deriden yapılmış ağzı büzmeli bir kesede muhâfaza edilirdi.
Günümüzde çakmak daha çok sigara yakımında kullanılmaktadır. Ayrıca bütangaz tipi ocakları
tutuşturmak için kullanılan âletlere de çakmak denmektedir. Önceleri benzinli sonraları gazlı olan
çakmaklar yerine manyetolu çakmakların kullanılması yaygınlaşmıştır. Kibrit kutusundan çok küçük ve
zarifleri yapılan çakmaklar çok kullanışlı olmaktadır.
ÇAKŞIR
İnce bir çeşit şalvar. Paçalı güvercin ve diğer kuşların ayaklarında bulunan tüylere de “çakşır”
denilir. Erkekler giydiği gibi kadınlar da giyer. Ekseriyâ çuhadan yapılır ve paçaları dar olur. Kadınların
giydikleri çakşırlar çeşitli kaytanlarla süslenir.
ÇAKŞIROTU (Ferula)
Alm. Weisser Stechapfel (m), Fr. Herbe (f) du diable, İng. White datura. Familyası:
Maydanozgiller (Umbelliferae). Türkiye’de yetiştiği yerler: Doğu, Orta, Güney ve Güneydoğu
Anadolu.
Gövdeleri silindir şeklinde veya köşeli, sarı renkli çiçekler açan yüksek boylu otlar. Yapraklar
büyük, çok parçalı ve parçalar iplik şeklindedir. Çiçekler şemsiye şeklindeki durumlarda toplanmışlardır.
Çoğunluğu Akdeniz bölgesinde yetişen 60 türü vardır. Memleketimizde 17 ferula türü tabiî olarak yayılış
gösterir.
Kullanıldığı yerler: Çok eski târihlerden beri bilinen ve kullanılan bir bitkidir. Doğu Anadolu’da
haşlanıp acılığı giderildikten sonra gıda olarak kullanılır, turşusu yapılır. Ayrıca hayvan yemi olarak da
kullanılır. Çakşırotu, kökleri toz edilip bal ile karıştırılıp kudreti arttırıcı olarak da kullanılmaktadır.
Orta ve Doğu Anadolu dağlarında yetişen diğer bir Ferula rigidula türü “suyabu” adıyla tanınır.
Bunun da çiçekleri sarı olup boyu 70-100 cm civârındadır. Yaprakları, Van bölgesinde hazırlanan, çok
sevilen ve yenen meşhur “Oltu peyniri”nin içine konmakta ve özel bir tad vermektedir.
Memleketimizde yetişmeyen İran ve Türkistan’da yetişen diğer bir Ferula assa-foetida türünün
köklerinden elde edilen usâre “şeytan tersi” adını alır. Bu madde sarımsı esmer renkte, sarımsak
kokusunda, soğukta sertleşen, sıcakta yumuşayan ve acı lezzettedir.İçerisinde, zamk, uçucu yağ ve
organik asitler vardır. Sinir sistemini yatıştırıcı, hazmı kolaylaştırıcı ve kurt düşürücü etkileri görülür.
Baharat olarak da doğu ülkelerinde kullanılır.
ÇALDIRAN MUHAREBESİ
Osmanlı pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Han ile İran şâhı İsmâil arasında 23 Ağustos 1514’te
Çaldıran Ovasında yapılan târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri.
Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran, Âzerbaycan, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun
Nehrine kadar hudûdunu genişleten Şah İsmâil, 1510’da doğudaki sünnî Özbekleri de yendikten sonra,
Anadolu’ya yöneldi. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vâsıtasıyla yaptığı propagandalarda Osmanlı hudutları
içindeki Şiîleri kendisine bağlamaya, fırsat buldukça da isyânlar çıkarmaya başladı.
Yavuz Sultan Selim Han ise, Anadolu’yu bölüp parçalamak ve batıya açılan her seferde Osmanlıyı
arkadan vurmak emelinde olan Şâh İsmâil’e kesin bir darbe indirmek niyetindeydi.
Nitekim bu gâye ile şehzâdeler ve dâhildeki fesatçıların işini hâlleden Yavuz Sultan Selim Han,
10.000 azab askerinin hazırlanması için Anadolu’ya hükümler gönderdiği gibi, bütün kuvvetlerin
Yenişehir Ovasında kendisine katılmasını emretti. Aynı zamanda Manisa vâlisi olan oğlu Süleymân’ı
Edirne’ye getirterek Rumeli muhâfazasında alıkoydu. Nisan 1514’te İstanbul’dan Üsküdar’a geçen Yavuz
Sultan Selim Han, Şah İsmâil’in halîfelerinden olup esir bulunan Kılıç adında birisi vâsıtasıyla Şah’a
Farsça bir nâme gönderdi. Yavuz Sultan Selîm Han bu nâmede; Şah’ın Müslümanlığa aykırı
hareketlerinden ve mezâliminden bahsederek, kendisinin Müslümanlığı takviye ve mezâlimi kaldırmak
için faaliyete geçtiğini, yaptığı işler sebebiyle Şah’ın katline fetvâ verildiğini ve kılıçtan evvel İslâmiyeti
kabul etmesi lâzım geldiğini, bunun için Safer ayında İstanbul’dan hareket ettiğini ve bizzat
muhârebeye hazır olacağını, bildirmişti. Elçi Kılıç, Şah İsmâil’i Hemedan’da bularak nâmeyi vermiş ve o
da muhârebeye hazır olduğunu bildirmişti. Şah İsmâil bu nâmesinde; “Er isen meydana gelesin, biz de
intizardan kurtuluruz.” demişti.
Günlerce doğuya doğru yol alan Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmâil ve ordusundan bir haber
alınamaması üzerine bu mektuba ağır bir cevap vermiş ve demiştir ki: “Dâvete icâbet edip uzun yolları
geçerek memleketine girdik, fakat sen meydanda görünmüyorsun. Pâdişâhların ellerindeki memleket
onların nikâhlısı gibidir, erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının elini ona dokundurtmazlar.
Halbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hâlâ senden bir haber yok. Bundan
sonra da saklanıp görünmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf
giyip serdârlık ve şâhlık sevdâsından vazgeçesin.”
Yavuz Sultan Selim Han bu nâmesiyle berâber Şah İsmâil’in gönderdiklerine mukâbele olarak
hırka, şal ve çarşaf gönderdi. Bir taraftan bu mektuplaşmalar devâm ederken, diğer yandan Yavuz’un
ordusu harap yollarda binbir müşkülâtla yol alıyordu. Bu durum Şah İsmâil ile muhârebe aleyhdarlarına
fırsat verdi. Bunların yavaş yavaş askeri tahrik etmeye başlamasıyla, orduda fısıltılar çoğaldı. Erzincan’a
gelindiği zaman asker, kumandanlar ve vezirler düşmanın meydanda olmamasından dolayı daha ileri
gidilmemesini ve geri dönülmesini hükümdâra söylemek istedilerse de, Pâdişâh’ın Âzerbaycan’ın
merkezi Tebriz’e 40 merhale yolları kaldığını belirtip o tarafa gidileceğini beyân etmesi üzerine
korkularından seslerini çıkaramadılar. Fakat bu durumu Pâdişâh’a arz etmesi için, Karaman vâlisi olup
Pâdişâh’ın çok sevip ve itimâd ettiği Hemden Paşayı gönderdiler. Hemden Paşa bu ısrarlara
dayanamayarak Pâdişâh’a ileri gidilmemesi hakkında ordunun mütâlaasını arz etti. Ancak şiddetle
cezâlandırılarak yerine ümerâdan Zeynel Bey Karaman beylerbeyi oldu. Pâdişâh’ın bu hareketi vermiş
olduğu kat’î karârın önlenmesine mâni olmak içindi. Bunda bir ölçüde başarı ve orduda sükûnet
sağlandı. Bu arada Bayburt’u zaptetmek üzere Trabzon sancakbeyi Mehmed Bey kumandasında bir
miktar kuvvet yollandı.
Ordu Eleşkirt civârına geldiği zaman bu defâ yeniçeri ocağı tahrik edildi. Bunlar ayaklandıkları gibi
Pâdişâh’ın çadırına; “Düşman meydanda yok, bu harap yerlerde ilerlemek askeri beyhûde telef
etmektir, geri dönelim.” tarzında yazılmış mektuplar bırakıldı. Hattâ daha da ileri giden yeniçeriler bir
sabah Pâdişâh’ın çadırına ok atacak kadar işi azıttılar.
Bu hâdise üzerine Yavuz Sultan Selim Han derhal atına atladı ve yeniçerilerin içine girdi. Askere
hitâben; “Biz henüz kasdettiğimiz yere varmadık, düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimâli yoktur,
hattâ bunu düşünmek bile hayaldir. Teessüf olunur ki Şâh’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can
verdikleri hâlde, biz şerîat-ı Ahmediyye’ye muhâlif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlere
kadar gelmişken, bir takım gayretsizler bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. Biz kat’iyyen
yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ulûlemre itâat edenlerle kasdettiğimiz yere kadar gideriz. Kalbleri zayıf
olanlar, ehlü iyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahâne edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i
mübîn yolundan dönerler. Eğer bahâne düşman gelmediyse, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle
berâber gelin ve illâ ben tek başuma da giderim.” diye atını ileriye sürünce yaptıklarına utanan
yeniçeriler Pâdişâh’ı tâkib etmeye başladılar.
Hakîkaten ordu yiyecekten çok sıkılıyordu. Trabzon yoluyla gelmekte olan zahîre kâfi değildi.
Nihayet akıncı kumandanı Mihaloğlu’yla Dulkadiroğullarından Şehsuvaroğlu Ali Beyden gelen haberler
netîcesinde Şah İsmâil’in meydâna çıktığı haberi alındı. İki ordu 22 Ağustos 1514’te Çaldıran sahrasında
karşı karşıya geldi.
23 Ağustos günü Türkiye’nin kaderini tâyin eden târihî günlerden biriydi. Osmanlıların
başarısızlığı, Orta Anadolu’nun Kızılbaş Safevîlerin eline geçmesini sağlayacak, bunun netîcesinde ise Şiî
hareketi bütün Anadolu’ya yayılacaktı. Çaldıran sırtlarından ovaya inen Osmanlı ordusunun merkezinde
kapıkulu askerleriyle berâber Yavuz Sultan Selim Han vardı. Sağ kola Anadolu Beylerbeyi Hadım Sinân
Paşa ve sol kola Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumanda edecekti. Yeniçerinin önüne azaplar sıralanmış
ve onların önüne de beş yüz darbezen top yerleştirilmişti.
Şah İsmâil, sağ kola en büyük kumandanı Durmuş Han Şamlu ve Nur Ali Halîfe, sol kola
Diyarbakır Beylerbeyi Ustaclu oğlu Mehmed Hanı koyarak kendisi muhâfızlarıyla berâber geride,
ihtiyâtta kaldı. İki taraf kuvvetleri eşit görünüyordu. Osmanlıların yaya, yâni yeniçeri kuvvetleri çok
muntazam olup, buna mukâbil Şah’ın da 60.000 kişilik mükemmel süvârî kuvveti vardı. Osmanlı
kuvvetleri açlık ve sıkıntı içinde yaklaşık 2500 kilometrelik yolu kat edip, yorgun bir hâlde gelmişlerdi.
Şah’ın kuvvetleri ise zinde ve dinç idi; zâten Şah’ın maksadı Osmanlı ordusunu yormak ve sonra imhâ
etmekti.
Harp çok şiddetli bir şekilde başladı. Şah’ın sağ cenâhı şiddetli bir hücumla Osmanlıların sol
cenâhını bozdu. Beylerbeyi Hasan Paşa bu sırada şehid düştü. Bu bozgun, azapların topların önünden
içeri alınamaması ve topların zamânında ateşlenememesi yüzünden meydana geldi. Ancak sağ kol
kumandanı Hadım Sinân Paşa tam zamânında topları ateşlemeye muvaffak oldu. Hafif toplar Şah’ın sol
kol kuvvetlerini perişan etti. Ustaclu oğlu Mehmed öldürüldü. Bu arada merkezdeki yeniçerilerin Şah’ın
gâlip gelen sağ cenâhına yoğun bir tüfek atışı başlatması ile Safevîler tarafında tam bir bozgunluk
başgösterdi. Bu sırada Şah İsmâil kurşunla kolundan yaralanarak atından düşmüştü. Osmanlı
kuvvetlerinin eline geçmesi an meselesiydi. Tam bu sırada Şah’a benzeyen ve onun gibi giyinmiş olan
Hızır adında bir seyis Şah benim diye ortaya atıldı. Osmanlı birlikleri bu adamı esir ederken Şah İsmâil
temin ettiği bir atla arkasına bakmadan Tebriz’e kaçtı. Hattâ burada da kendisini emniyette
görmediğinden İran içlerine çekildi. Şah’ın bütün eşyâ ve karargâhı ile berâber hanımı Taçlı Hâtun da
esir edildi. Muhârebe esnâsında Osmanlılardan Karaman Beylerbeyi Zeynel Paşa ve Anadolu Beylerbeyi
Sinân Paşa ile berâber dokuz sancak beyi şehid oldu. Safevîlerden ise on dört beylerbeyi ve dokuz
sancakbeyi muhârebe meydanında öldü.
Çaldıran’da kesin bir zafer kazanan Yavuz Sultan Selim Han muzaffer bir şekilde Tebriz’e girdi ve
şehirde sekiz-dokuz gün kadar kaldı. Tebriz’deki sanat erbâbı tüccar ve işe yarayacaklardan bin hâneyi
İstanbul’a naklettirdi. Sekiz Eylülde Cumâ namazında Tebriz şehrinde hutbe, Ehl-i sünnet vel-cemâat
akîdesine göre ve Sultân-ı iklîm-i Rûm Selîm ibni Bâyezîd ibni Mehmed bin Murâd bin Bâyezîd adına
okundu.
Yavuz Sultan Selim Hanın tamâmen dehâ mahsûlü bir taktikle on iki saatte henüz hava
kararmadan kesin netîce aldığı Çaldıran Muhârebesi târihin en büyük ve nâdir meydan
muhârebelerindendir. Çaldıran Zaferi, Anadolu’nun siyâsî ve ictimâî târihi bakımından çok mühim
sonuçlar doğurmuştur.
ÇALIKUŞU (Regulus Regulus)
Alm. Wintergold-hähnchen (n), Fr. Roitelet huppé, İng. Goldcrest kinglet. Familyası:
Çalıkuşugiller (Regulidae). Yaşadığı yerler: Asya, Avrupa, Kuzey Afrika ve Kuzey Amerika’nın çam
ormanları ve çalılıklarında. Özellikleri: 9-10 cm boyunda, ötücü bir kuş. Sırtı ve karnı yeşilimtrak,
kanat ve kuyruğu kahverengidir. Böcek, kurtçuk ve küçük tohumlarla beslenir. Göçmen olanları vardır.
Ömrü: 25-30 yıl kadar. Çeşitleri: Çalı, sürmeli çalı, pembetepeli çalıkuşları en iyi bilinenleridir.
Ötücü kuşlar (Passeriformes) takımının çalıkuşugiller familyasından bir tür. En küçük kuşlardandır.
Uzunluğu 9-10 cm kadardır. Küçük olmalarına rağmen kışın kar ve soğuğa dayanıklıdırlar. Sırtları zeytin
yeşili, karın kısmı gri ve yeşil renklidir. Kanatları ve kuyrukları kahverengi olup, erkeklerin başlarının
tepesinde kırmızı bir leke bulunur. Dişilerin başlarındaki leke sarıdır. Yavruların başında renkli işâret
bulunmaz. Genellikle bir erkek birkaç dişiye sâhiptir. Yuvalarını toprağa yakın ağaç dallarına bağlantılı,
havada sarkıtarak kurarlar. Yuvalar keçe gibi sert derili, sıcak ve yumurta gibi yuvarlaktır. Toprağa
bakan kısmında bir giriş deliği vardır. Göçmen olmayanlar kışın 5-10 tânesi bir arada tek bir yuvada
barınıp hafif ve fısıltılı sesler çıkarırlar.
Dişi senede iki defâ 8-11 yumurta yumurtlar. 14-17 gün kuluçkaya yatar. Yavrular 2-3 hafta
zarfında yuvayı terk eder. Çalıkuşuna “Çitkuşu” da denir. Kış çalıkuşları beslenmek için çam
ağaçlarının ince dalları arasında böcek, kurtçuk ve örümcek bulmak için daldan dala uçuşur. Yaz
çalıkuşları ise daha çok çalılıkları tercih eder. Asmalara da yuva kurarlar. Göçmen olanları Avrupa ve
Akdeniz ülkelerinde kışı geçirirler.
ÇALIŞMA ve SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI
Çalışma hayâtının düzenlenmesini sağlıyan bakanlık. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının
kuruluş ve görevlerini belirten 28.1.1946 târih ve 4841 sayılı kânun ve buna eklenen bâzı ek kânunlarla
görev ve yetkileri belirtilmiştir. 6.4.1972 târihinde çıkan ek bir kânunla Çalışma Bakanlığı bünyesinde
“Yurt Dışı İşçi Meseleleri Genel Müdürlüğü” kurulmuştur.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, çalışma hayâtının düzenlenmesi, çalışanların yaşama
seviyelerinin yükseltilmesi, çalışanlar ile çalıştıranlar arasındaki münâsebetleri memleket faydasına
sağlar. Ayrıca memleketteki çalışma gücünün genel refahı artıracak şekilde verimli olması, tam
çalıştırma ve sosyal güvenin sağlanması da bu bakanlığın görevlerindendir.
Bakanlık, görevlerini şu teşkilâtlarla yerine getirir:Araştırma Kurulu Başkanlığı, Çalışma Meclisi,
Çalışma Genel Müdürlüğü, İşçi Sağlığı Genel Müdürlüğü, Yurtdışı İşçi Merkezleri Genel Müdürlüğü.
Bakanlığın merkez teşkilâtı dışında büyük vilâyetlerde işlerin yürütülmesi için 24 ilde Bölge
Çalışma Müdürlükleri vardır.Yurt dışında kurulan Çalışma Müşâvirlikleri ve Çalışma Ateşelikleri; yabancı
ülkelerde çalışan Türk işçilerinin hak ve yararlarının korunması ve işçilerin işverenlerle olan
münâsebetlerinin düzenlenmesiyle ilgili çalışmalar yaparlar.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı bâzı teşkilâtlar ise;Yakın ve Ortadoğu Çalışma
Enstitüsü, İşçi Sağlığı ve Güvenliği Merkezi, Sosyal Sigortalar Kurumu, İş ve İşçi Bulma Kurumu, Esnaf
ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağ-Kurdur.
ÇAM (Pinus)
Alm. Kiefer (f) Föhre (f), Fr. Pin (m) sapin (m), İng. Pine. Familyası:Çamgiller (Pinaceae).
Türkiye’de yetiştiği yerler:Hemen hemen her bölgede.
Çok muhtelif yüksekliklerde yetişen 10-20 m yüksekliğinde, kışın yapraklarını dökmiyen,
genellikle ormanlar teşkil eden iğne yapraklı ağaçlar. Açık tohumlu bitkilerin kozalaklılar sınıfındandır.
Çamların 90 kadar türü vardır. Genellikle Kuzey Yarım Kürenin mûtedil bölgelerinde geniş bir yayılma
alanı gösterir. Tropik bölgelerin yüksek dağlarına kadar çok geniş bir yayılma alanı gösterdiklerinden,
çok çeşitlilik gösterirler. Çam türlerinin kurak yetişme yerlerinde de yetişmelerinin ve kurak toprakların
ağacı olmalarının sebebi, iğne yapraklarının sert ve kalın epidermis tabakasından meydana gelmesi,
uzun kök sistemleri ile derin toprak katlarının neminden faydalanmalarıdır. Çamların toprak yönünden
istekleri azdır. Onun için diğer ağaçların yetişmediği topraklarda kolaylıkla yetişebilirler. Fakat kurak,
kumlu, çakıllı topraklarda yetişen pekçok çam türleri olduğu gibi, asitli topraklarda ve hattâ
bataklıklarda yetişenler de vardır.
Çamın gövdesi dik, silindirik ve üst taraftan dallıdır. Kabuk esmer renkli ve pulludur. Dallanma
tarzı uzun ve kısa sürgün olarak 2 çeşit sürgün meydana getirmekle karakteristiktir. Kabuk ve odun
kısmında reçine bulunur. Yapraklar iğnemsi, uzun veya kısa, sert ve koyu yeşil renklidir. İkişer ikişer
gruplar teşkil ederler ve kısa sürgünlerin ucunda bulunurlar. Ömürleri 5-9 yıldır. Ancak dünyânın en
yüksek ağaçlarından biri de yine bir çam türü (P.aristata) olup yaklaşık 4000 yaşındadır. Erkek çiçekler
sürgünlerin tepelerine yakın kısımlarında meydana gelirler. Çiçek tozları sarı renklidir. Dişi çiçekler
kozalak adı verilen çiçek durumları yaparlar. Kozalakta kanatlı tohumlar bulunur.
Memleketimizde beş çam türü tabiî olarak bulunmaktadır: Kızılçam (Pinus brutia), Halepçamı
(P.halepensis), karaçam (P.nigra), fıstıkçamı (P.pinea), sarıçam (P.silvestris).
Kızılçam (P.brutia): Yayılma alanı yalnız Güney İtalya, Balkan Yarımadası, Batı ve Güney
Anadolu kıyı bölgeleridir. Toroslarda geniş ormanlar meydana getirirler. Genç fidan ve sürgünleri kırmızı
renktedir. İğne yaprakları donuk, ince, sert ve uzundur. Kozalakları çok kısa saplı, dalda karşılıklı ve
çoğunlukla ikisi bir arada bulunur. Memleketimizde terementi veya ham reçine istihsali, diğer türlerde
de bulunmakla berâber, daha elverişli ve randımanlı olmasıyla kızılçamdan elde edilir.
Halepçamı (P.halepensis): Akdeniz çevresi memleketlerinde, kıyı bölgelerinde, özellikle kumsal
yerlerde yetişir. Zeytin ağaçları gibi mûtedil bir iklim ister. Halepçamında iğne yapraklar kızılçamınkine
göre daha kısa, daha ince, daha yumuşak ve açık renklidir. Kozalakları uzun saplı olduğundan aşağı
sarkar. Genç sürgünleri de kırmızı değil, açık sarı renklidir.
Kaçaçam (P.nigra): İspanya’dan îtibâren bütün Akdeniz çevresi memleketlerinde tabiî olarak
yetişen bu çam türünün, doğu sınırı Anadolu’dur. Kuzey Anadolu ormanlarında sarıçamın alt
basamağında 800-1300 metreler arasında yetişir. Güney Anadolu’da ise kızılçam ormanlarının üstünde,
sedir ormanlarının altında yer alır. Gövde ve dalları koyu esmerdir. İğne yaprakları sarıçamınkinden
uzun, koyu yeşil, sert ve batıcıdır. Kozalakları da sarıçamınkinden daha uzun ve daha kalındır.
Fıstıkçamı (P.pinea): Bu çam türü, şemsiyeye benzer bir büyüme gösterir. Bu tür de Akdeniz
çevresi memleketlerinde yetişir. Memleketimizde Antalya Aksu Irmağı-Manavgat arası ve Bergama
Kozak nâhiyesinde topluluklar meydana getirir. Diğer sâhil bölgelerinde münferit ağaçlar hâlindedir.
Vatanı muhtemelen Doğu Akdeniz çevresidir. Kozalakları ikişer ikişer ve karşılıklı olarak daldan çıkar.
Kozalaklardan elde edilen oldukça büyük tohumlarına “çamfıstığı” denir. Besin olarak kullanılır. Bol
miktarda yağ taşır. Ortalama olarak bir ağaçtan 120 kg kozalak ve bundan da 6-8 kg temiz iç fıstık elde
edilir.
Sarıçam (P.silvestris):Avrupa’da ve Sibirya’da geniş bir yayılma alanı olan sarıçamın,
Türkiye’de Türk-Rus sınırından îtibâren batıya doğru uzanan ve 38. enlem dâiresi dolaylarına kadar inen
bir yayılma alanı vardır. Bu bölgelerde dağların yüksek yerlerinde ağaç sınırı 1800-2000 metreye kadar
çıkabilen çam türüdür. Kozalakları saplı olduğundan aşağı doğru sarkar. Sürgünleri açık sarı, iğne
yaprakları açık yeşil renkte, kıvrıktır. Tomurcukları reçinesizdir. Gövdelerinden, yaralanması suretiyle
reçine elde edilir.
Kullanılan kısımları ve kullanılışı: Çam türlerinin gövdelerinin yaralanması sûretiyle elde edilen
ham reçine, terementi veya çamsakızı olarak da bilinir. Bu madde çok eskiden beri bilinmekte ve çeşitli
yerlerde kullanılmaktadır. Târihî belgelere göre en eski reçine istihsal bölgesi Akdeniz çevresi
memleketleridir. Eskiden olduğu gibi bugün de reçine ihtivâ eden çıra, bir aydınlatma ve tutuşturma
aracı olarak kullanılmaktadır.
Eski Mısır’da reçine, mâcun veya yapıştırıcı madde olarak kullanılmıştır. Özellikle Halepçamından
elde ettikleri reçineleri, yüzyıllarca dayanan mumyaların reçinelenmesinde, verniklerin yapılmasında
kullanmışlardır. Eski Yunanlılar ve Romalılar dezenfektan özelliğinden dolayı, özellikle lâdin ve köknar
reçinelerini bâzı şifâlı ilâçların yapımında kullanmışlardır.
Bir ağacın terementi verimi yaşına, istihsal metoduna, mevsimine ve ağacın yetiştiği mıntıkanın
iklimine sıkı sıkıya bağlıdır. Anadolu’daki çam türlerinin gövde odununda tesbit edilen ham terementi
miktarları şöyledir:
Kızılçam % 7.32, fıstıkçamı % 7.75, karaçam % 4.7, sarıçam % 6.8.
Ham reçine uzun süre hava ile temas ettiği takdirde, içindeki terementi esansı uçar ve yerine
şeffaf, sert, kahve renginde kolofan maddesi kalır. Aynı zamanda ham reçineden su buharı destilasyonu
sonucunda %10-30 terementi esansı ve % 70-90 kadar da kolofan elde edilir. Ham reçineyi meydana
getiren her iki madde de çeşitli yerlerde kullanılır. Kehribar; çam ve lâdin türleri reçinelerinin
fosilleşmesinden meydana gelir.
Terementiden elde edilen terementi esansı (halk arasında neft yağı), âdi ısı derecelerinde akıcı ve
uçucu bir yağdır. Bu yağ çeşitli endüstri alanlarında, çoğunlukla yağlı boya ve vernik endüstrisinde,
ayakkabı boya ve cilâları, parke cilâları yapımında kullanılır. Parfümeride, pomad ve merhemlerin,
böcek öldürücü ilaçların yapımında da kullanılır.
Kolofanın da çok geniş kullanma yeri vardır. Sabun ve sabun tozları yapımında, vernik
endüstrisinde, kâğıt yapımında, kibrit yapımında, dezenfektan yapımında, kabloların izole edilmesinde,
matbaa boyaları, makina ve araba yağları îmâlinde vs. kullanılır.
Kızılçam, sarıçam ve diğer çam türlerinin odun kabukları, tanen ihtivâ ettiklerinden deri
endüstrisinde kullanılır.
Sarıçamın kurutulmuş tomurcuklarından tıpta istifade edilir. Bileşiminde uçucu yağ, acı maddeler,
heterozitler vardır. İdrar ve balgam söktürücü olarak kullanılır.
ÇAMGİLLER (Pinaceae)
Alm. Pinazeen (pl), Fr. Pinacées (pl) İng. Pinaceae. Açık-tohumluların (Gymnospermae),
kozalaklar (Coniferae)takımından, başlıca Kuzey Yarımkürede yayılmış olan, reçine taşıyan, bir evcikli,
yaz kış yapraklarını dökmeyen ağaçları ihtivâ eden ve 10 cinsi, yaklaşık 210 türü bulunan familya.
Yapraklar linear veya iğne biçimindedir. Erkek kozalaklar küçük, otsu, çok stamenli olup, dişi kozalaklar
çok pulludur. Tohumlar kanatlı veya kanatsızdır. Bu familyanın önemi, çeşitli türlerinin geniş ormanlar
teşkil etmelerinden başka, sanâyiye vermiş oldukları reçine, kereste, kâğıt hamuru gibi ekonomik
değeri olan maddelerden ileri gelmektedir. Türkiye’de 4 cins (çam, köknar, katranağacı, ladin) türü
yetişmektedir.
ÇAMURHOPLAR
(Bkz. Kaya Balığı)
ÇAN
Alm. Grosse Glocke (f), Fr. Cloche (f), İng. 1. Large bell, 2. gong. Ses çıkaran bir âlet. Tunç gibi,
çınlayıcı mâdenlerden çeşitli boylarda yapılır. Bu âletin içinde asılı dil denen bir tokmak vardır. Dil çana
vurunca ses çıkar. Çanların büyüklerine “Pampana” da denir. Pampanalar önceleri tren istasyonlarında
trenin geliş ve kalkışını bildirmek için kullanılırdı.
Eski zamanlarda, köy, kasaba ve hatta şehirlerde çan, bir işâret vâsıtası, duyurucu olarak
kullanılırdı. Hıristiyanlarda paskalya, yortular, millî günler, zafer, mağlubiyet, ibâdet zamanları, çan
çalınmaktadır. Ölümler, yangınlar ve çeşitli felâket haberleri, cemiyeti alâkadar eden hâdiseler de çanla
duyurulurdu. Bunun için çanlar, olaylara göre ayrı ses tonlarında çalınırdı. Bu âdetler Müslümanlarda
yoktur. Bugün de kiliselerde ibâdet zamanları, çan çalınarak bildirilmektedir. Bu çanlara “nâkûs” çalana
ise “zangoç” denir.
Osmanlı İmparatorluğunda ise, çanla ilgili bir kânun çıkarılmıştı. Buna göre, Müslümanların çok
olduğu yerde çan çalınması kesinlikle yasaktı. Tanzimat devrinde bu kânun yürürlükten kaldırıldı.
ÇANAKKALE
Çanakkale Boğazının iki kıyısında (Avrupa ve Asya üzerinde) yer alan, üstün tabiat güzellikleri
yanında Türk târihinde destanlar yazıldığı bir ilimiz. 25°35’ ve 27°45’ doğu boylamları ile 39°30’ ve
40°45’ kuzey enlemleri arasında yer alır. Edirne, Tekirdağ, Balıkesir, Marmara Denizi ve Ege Denizi ile
çevrilidir. Trafik numarası 17’dir.
İsminin Menşei
Çanakkale’nin ilk ismi “Troas”tır. Sonradan “Hellespont” ismiyle anıldı. Osmanlı Devletinin
Çanakkale’yi fethinden önce “Dardanellos” adını almıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han, Çanakkale’nin
Anadolu topraklarında bir kale yaptırdı. Bu sebeple şehre “Kale-i Sultânî” ismi verildi. Son asırlara kadar
bu isimle anılan şehir, kalenin çanağa benzemesi veya çanak-çömlek sanâyiinin ileri olması ile
“Çanakkale” ismiyle anılmıştır.
Târihi
Çanakkale, Anadolu’nun ve Ortadoğu’nun stratejik bir bölgesidir. Bu sebeple geçmişte pekçok
istilâlalara uğramıştır. Çanakkale il merkezine 30 km mesâfede bulunan Truva harâbeleri en eski
yerleşim merkezlerindendir. Truva iki bin sene Anadolu’nun bir kültür merkezi olmuştur. Truva
harâbeleri 9 yerleşme katına sâhiptir. M.Ö. 3200 ile M.S. 400 seneleri arasına âittir.M.Ö. 1200 târihinde
Akalılar (Akhaialılar) Truva Kalesini ele geçiremeyince gemilerine bindiler, kale dibinde ise tahtadan
yapılmış büyük bir at bıraktılar. Bu atı kale içine alan Truvalılar, zafer şenlikleri yaparken, at içinde
gizlenen Akalar, kale kapılarını açarak gemideki diğer askerlerle birlikte saldırıp şehri ele geçirdiler.
Bu bölgeyi Akalardan sonra Ispartalılar, M.Ö. 6. asırda Persler ve M.Ö. 4. asırda Makedonya Kralı
İskender işgâl etti. İskender, M.Ö. 334’te Çanakkale Boğazından geçti. İskender ölünce Makedonyalı
generaller, bu bölgeye sâhib olmak için devamlı mücâdele ettiler. Netîcede Roma İmparatorluğu
bölgeye hâkim oldu. Roma M.S. 395’te ikiye bölününce, bu bölge Doğu Roma’nın payına düştü. Bir ara
Hun Türkleri geçici olarak bu bölgeye sâhib oldular. İslâm orduları 668, 672 ve 717 senelerinde kudretli
donanmalarıyla Çanakkale Boğazından geçerek İstanbul’u kuşattılar ve Çanakkale bölgesini üs olarak
kullandılar.
Bizans, Lâtin, İtalyan cumhuriyetleri ortaklaşa bu bölgeye hâkim oldular. 1071 Malazgirt
Zaferinden sonra Selçuklular Çanakkale’ye kadar geldiler. Fakat Çanakkale Boğazını tam olarak ele
geçiremediler. 1097’de Haçlı seferlerinde İznik’i Haçlı ordusu işgâl edince, Selçuklular Marmara ve Ege
Denizi kıyılarından içlere doğru taktik îcâbı çekildiler.
1113’te Emir Muhammed komutasındaki Türk birlikleri Çanakkale’ye kadar geldilerse de, 1147-
1149 İkinci Haçlı Seferi sebebiyle geri çekildiler. Anadolu Selçuklu Devletinden ayrılarak bağımsız olan
Karesi Beyliği, Çanakkale’yi kesin olarak ele geçirdi. 1345’te Orhan Gâzi zamânında Karesi Beyliği
Osmanlı Devletine katıldı.Türkler Avrupa’ya Çanakkale’den geçerek çıktılar. Şehzâde Süleymân Paşa
tarafından 1349’da Gelibolu fethedildi. Birinci Murad zamânında 1362’den sonra Boğaz’ın bütün
kıyılarını Osmanlılar fethettiler. Tanzimata kadar Gelibolu Cezayir-i Bahri Sefid (Akdeniz Adaları)veya
Kaptan Paşa eyâletinin merkeziydi. Çanakkale, Kocaeli, Rodos, Oniki Ada, Asya adaları (Midilli, Sakız ve
diğerleri), İyonya adaları (Korfus, Kefalonya ve diğerleri)Siklad adaları ve Egriboz Adası bu eyâlete
bağlı idi. Çanakkale’nin Truva ile ilgisi yoktur. Çanakkale şehrini Fâtih Sultan Mehmed Han kurmuş ve
geliştirmiştir.
Fâtih’ten sonra da coğrafî durumu îtibâriyle gelişmesine devâm etmiştir.
Tanzimattan sonra Biga bağımsız sancağının merkezi olmuştur. Cumhuriyet devrinde kendi ismini
taşıyan ilin merkezi olmuştur. Birinci Dünyâ Savaşında İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Çanakkale
Boğazını geçip, İstanbul’u ele geçirmek, Rusya’ya boğazlar yolunu açmak için saldırdılar.Savaş 3 Kasım
1914’te İngilizlerin Seddülbahir’i denizden dövmesiyle başladı. 19 ve 23 Şubat 1915 saldırılarından
netîce alamayınca, 18 Mart 1915’te büyük bir saldırı yaptılar. Bu saldırıda düşman, 3’ü büyük zırhlı
olmak üzere 9 savaş gemisi kaybetti. 11 savaş gemisi de ağır yaralandı. Denizden netîce alamayan
düşman kuvvetleri, 25 Nisan 1915’te Seddülbahir ve Arıburnu’na kuvvet çıkardılar.
Seddülbahir, Arıburnu, Morto Koyu, Alçıtepe, Kanlısırt, Conk Bayırı, Kabatepe, Kocaçimen ve
Anafartalarda çok kanlı mevzi ve göğüs göğüse savaşlar oldu.Türk askeri kahramanlık destanları yazdı.
“Çanakkale geçilmez!” fikrini kabullenen düşman kuvvetleri, hezîmetlerini sineye çekerek 9 Ocak
1916’da çekilip gittiler. Düşmanın çoğu müstemleke askeri olan 252.000 kaybına karşılık 253 bin
kaybımız oldu. Bu savaşta Osmanlı Devleti en seçkin ve genç evlatlarını kaybetmiştir. (Bkz. Çanakkale
Savaşları)
Fizikî Yapı
Çanakkale topraklarının yarısı ormanlarla kaplı, geri kalan yarısı da ekime elverişlidir. Ekime
elverişli olmayan kısım % 3’tür. Arâzinin % 15’i ovalardan, % 45’i dağ ve yaylalardan ve geri kalan %
40’ı platolardan ibârettir. İl toprakları oldukça dalgalıdır. Orta kısımlar daha çok tepelik bir görünüş
içindedir. Arâzi volkaniktir.
Dağları: Marmara bölgesinin Uludağ’dan sonra en yüksek dağı Kazdağı (Karataş Tepesi, 1774 m),
Çanakkale ili içindedir. Diğer dağlar Kazdağı etrâfında yer alırlar.
Kırlangıç Tepe (1339 m), Gürgen Dağı (1450 m), Arpatarla Tepe (1307 m), Tekekaya Tepe (1383
m), Katran Dağı (1330 m), Susuz Dağı (1010 m), Eğrimermer Tepe (1398 m), Ardıçbaşı Dağı (1355
m), Kalafat Tepe (1417 m), Kalburcu Tepe (1307 m)ve Sazak Tepe (1184 m)dir. İlin Rumeli
yakasındaki en yüksek dağ Koru Dağ olup 726 m’dir. İlin Işıklar Dağının uzantıları Boğaz ve Saros
Körfezine dik yamaçlar şeklinde iner. 400 metreden azdır. Bunlar Yassı Tepe (374 m), Kömür Tepe
(404 m), Bakacak Tepesi (253 m), Üveylik Tepe (363 m), Gâziler Tepesi (260 m), Karaburun Tepe
(423 m) ve Kocaçimen Tepe (305 m)dir. Gökçeada’nın en yüksek yeri Tepeköy (678 m), Bozcaada’nın
ise Göztepe (192 m)dir. Yaylaları azdır. Biga Yarımadasında ve Ayvacık yakınlarında bulunur.
Ovaları: Ovalar az olup, arâzinin % 15’idir. Başlıca ovalar, Kavak Ovası (Saroz Körfezi
yakınında), Yalova Ovası (Kumköy), Kilye ve Pirsen ovaları (Gelibolu), Biga ve Karabiga ovaları, Agonya
Ovası (Yenice), Bayramiç ve Kumkale ovaları ise eski Menderes’in aktığı alanlardır.
Akarsuları: Akarsuların hepsi Kazdağı’ndan ve çevresinden çıkan küçük akarsulardır. Yazın suları
çok azalır. İlkbahar ve sonbaharda su seviyeleri yükselir. Tuzla Çayı: Çal dağından çıkar. Bâzı derelerle
birleşerek Ege Denizine dökülür. Uzunluğu 50 kilometredir. Eski Menderes Çayı: Kazdağı’ndan çıkar,
Ezine yakınında Akçin Çayı ve sonra da Dümrek Çayı ile birleşir. Karanlık limanda Ege Denizine dökülür.
Uzunluğu 110 kilometredir. Sarıçay (Kocaçay): Kirazlı Dağ ve Aladağ’dan çıkan derelerin birleşmesi
ile meydana gelir. Çanakkale’de denize dökülür. Uzunluğu 40 kilometredir. Kocabaş Çayı: Aladağ,
Akdağ ve Sapçı Dağından çıkan dereler ve diğer küçük dereciklerin Biga yakınında birleşmesi ile
meydana gelip, Marmara Denizine dökülür. Uzunluğu 80 kilometredir. Kavak Çayı: Gelibolu
Yarımadasından geçerek Saroz Körfezine dökülür. Uzunluğu 50 kilometredir. Gönen Çayının kaynakları
Çanakkale ilindedir. Kepez ve Burgaz dereleri de bu ilçenin akarsularıdır.
Gölleri: Çanakkale ilinde büyük göller yoktur. Yazın kuruyan Tuzla Gölü (Gelibolu
Yarımadasında) ile Emir Gölü (Biga Yarımadasında) en önemlileridir. Atikhisar Barajı 37 m
yükseklikte, 60 milyon m3 su toplanır. Uzunhızırlı Sun’î Gölünde 500 bin m3 su toplanır.
Çanakkale Boğazı: Avrupa ve Asya’yı ayıran Marmara Denizini Ege Denizine bağlar. Marmara ve
Karadeniz’den gelen az tuzlu hafif sular üstten Ege Denizine; Akdeniz’den gelen çok tuzlu ağır sular
alttan Marmara Denizine ulaşır. En derin yeri 100 metredir. Derinliği 60 m olan bir çukurdan sular akar.
Avrupa kıyısı 78 km, Asya kıyısı 94 kilometredir. Orta çizgi 65 kilometredir. En dar yeri 1375 m, en
geniş yeri 2570 metredir.
İklimi ve Bitki Örtüsü
Genel olarak ılıman sayılır. Akdeniz iklimiyle Karadeniz iklimi arasında bir geçiş iklimi husûsiyeti
gösterir. Edremit Körfezinde Akdeniz iklimi hüküm sürerken, orta kısımda ve Gelibolu Yarımadasında
havalar soğuk geçer Balkanlar üzerinden gelen soğuk rüzgârlar tesirli olur. Kar yağışı azdır. Yağış kış ve
ilkbaharda fazladır. Yıllık yağış miktarı 600-1200 mm arasındadır. Don olayları fazladır. Senede bir aya
yakın donlu geçer. Sıcaklık -10° ile +38° arasında seyreder.
Çanakkale’nin ancak % 3’ü ekime elverişli değildir. % 53’ü ormanlarla ve % 10’u çayır ve
mer’alarla örtülüdür. Ormanlar iç bölgelerde daha kesiftir. % 34 arâzide çeşitli tarım ürünleri ekilir.
Orman bakımından en zengin illerimizden biridir.
Ekonomi
Çanakkale ilinin ekonomisi tarıma dayanır. Sanâyi yeni yeni gelişmektedir. Turizm, balıkçılık ve
ormancılığın ekonomideki yeri giderek artmaktadır. İmâlat sanâyi gelişmektedir. Balık, üzüm ve
seramik meşhurdur.
Tarım: Çanakkale’de ekilen arâzi 200.000 hektara yakındır. Ayçiçeği üretiminde Türkiye’nin ikinci
ilidir. Başlıca tarım ürünleri buğday, arpa, yulaf, çavdar, susam, tütün, baklagiller (fasulye, nohut,
bezelye ve börülce)dir. Bağcılık çok ileridir. Çavuş, hafızali, kozak, karadikenli, elhamra, karasakız ve
mevrupalya üzümleri meşhurdur. Zeytin istihsalinde Balıkesir, İzmir ve Aydın’dan sonra dördüncü
sırada yer alır. 35.000 hektarlık zeytinlik sahası vardır. Kavun, karpuz, şeftali, ceviz, erik, badem,
vişne, elma, armut, kiraz gibi meyveler ve domates ve biber başta olmak üzere, patlıcan, pırasa,
lahana, ıspanak ve havuç gibi sebzeler de bol miktarda yetişir. Seracılık için bölge çok elverişlidir. Sıcak
termal suları çoktur. Tarımda, sulama, gübreleme, ilaçlama ve modern tarım araçlarının kullanılması
ileri seviyededir.
Hayvancılık: Çanakkale il sınırları içinde hayvancılığın önemli bir yeri vardır. Koyun, keçi ve sığır
beslenir. 50.000’e yaklaşan arı kovanlarından elde edilen bal çok güzel kokulu ve lezzetlidir. Çoğu çam
balıdır. Türkiye’nin mühim bir balıkçılık merkezidir. Balık bakımından çok zengindir. Tekir, mercan,
barbunya, sardalya, lüfer, palamut, kılıç ve kolyoz gibi balıklar en çok avlananlarıdır. Lapseki, Biga ve
Gökçeada halkının çoğunluğu geçimini balıkçılıkla temin eder.
Ormancılık: Çanakkale il topraklarının % 53’ünün ormanlarla kaplı olması sebebiyle ormancılığın
ekonomide mühim yeri vardır. 217 köyü orman içinde, 204 köy orman kenarındadır. Her sene ortalama
olarak 850.000 ster yakacak odun yanında, 170.000 m3 tomruk, 20.000 m3 mâden direği, 14.000
m3 sanayi odunu, 950.000 m3 kağıtlık odun ve 5000 m3 telgraf direği Çanakkale ormanlarından elde
edilir. Ormanlarda kızılçam, karaçam, köknar, fetkek çamı, kayın, kestâne, meşe ve gürgen gibi ağaçlar
bulunur.
Mâdencilik: Çanakkale il sınırları içinde zengin mâden yatakları tesbit edilmesine rağmen, ancak
bâzıları işletilmektedir. Zengin kurşun, demir, bakır, altın, çinko, antimuan, molipten, pirit ve arsenik
yatakları henüz işletilmemektedir.
Seramiklerin direncini artıran Wollastonit’in Türkiye’de çıkarılan miktarının % 75’i ve seramik,
kaplama, boya ve ilaç sanâyiinde kullanılan “talk” Çanakkale’de çıkarılır. Zengin linyit yataklarından bir
kısmı işletilmektedir.
Sanâyi: Yakın zamâna kadar tarıma dayalı sanâyi bulunuyordu. 1973’ten bu yana başta seramik
olmak üzere taş ve toprağa dayalı sanâyi oldukça gelişmiştir. Çanakkale 1973’te “kalkınmada öncelikli
iller” arasına alınınca büyük gelişme olmuştur.
Nüfus ve Sosyal Hayat
Nüfûsu: 1990 sayımına göre toplam nüfûsu 432.263 olup, 168.529’u şehirlerde, 263.734’ü
köylerde yaşamaktadır.
Örf ve âdetleri: Çanakkale bölgesinde eski çağlardan bu yana birçok milletler ve medeniyetler
gelip geçmiş, fakat 11. asırda Türklerin yerleşmesi ile Türk-İslâm kültürü hâkim olmuş, eski kültürler
unutulmuştur. Diğer illerde olduğu gibi, Çanakkale’de de Türk İslâm kültürünün değer ölçüleri örf ve
âdetlerde ve sosyal hayâtın her cephesinde görülür. Türkülerinde kahramanlık hâkimdir. “Çanakkale
içinde aynalı çarşı-Ana ben gidiyorum düşmana karşı” gibi. Türk devri ve eski çağlarla ilgili çeşitli
efsâneler vardır. Oyunları zeybek tipidir. Batı Anadolu’nun tesiri vardır.Müziğinde ise Trakya’nın tesiri
hâkimdir. Müzik âletleri davul, zurna, def, dilli kaval ve zilli maşadır. Mahallî kıyâfet düğünlerde giyilir.
Bindallı, balkaymak, üçetek, libade, çendil, şalvar, bürümcük, oyalı yazma ve başaltın kadın
kıyâfetleridir. Erkek kıyâfetleri ise potur, kuşak, tozluk, beyaz yün çorap ve çarıktır. Başlıca oyunları
ağır halay havası, bıçak havası, dört güllü, hora, Gelibolu zeybeği, harmandalı, karşılama ve sepetçioğlu
zeybeğidir.
Meşhur yemekleri ise, sahan mantısı, kaçamak, saray tatlısı, basma helva, simit lokumu ve köy
azığıdır. Halıcılık, çanak-çömlek, testi, toprak işi el san’atları köylerde çok ileridir. Sarı killi toprağın
fırınlanması ile yapılan çanak-çömlek (seramik) meşhurdur.