The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by nomogod104, 2021-04-04 16:57:07

Ahmet Ümit - Sultanı Öldürmek

Ahmet Ümit - Sultanı Öldürmek

“Şaşırmakta haklısınız,” dedi Zeynep düşüncelerini belli etmeyen bir sesle.
“Evet, size mektup yazmış ama yollayamamış. Sanırım bir tür suçluluk
duyuyordu. Orada bahsediyor Çeşm-i Lal’i ona verdiğinizden. Davranışınız onu
çok ezmiş...”

“Ezmiş mi?” Sesim o kadar cılız ki, adeta kurumuş bir çiçeğin kopup
düşerken çıkardığı bir fısıltı... “Oysa çok mutlu olduğunu söylemişti.”

Tatlı bir ışıkla aydınlandı Zeynep’in kestane rengi gözleri. Aşk neden
güzelleştirir bütün kadınları? “Öyle söylüyor zaten... Üzülmeyin, iyi şeyler
yazmış. Ama şu anda bu mektubu veremeyiz size...”

Kararsız bakışları başkomiserine kaydı. “Yoksa verebilir miyiz?”

“Maalesef olmaz,” diyerek kesin hükmü bildirdi başkomiser. “Dava
sonuçlanınca, mektupların hepsini teslim ederiz. Sizin Nüzhet Hamm’a
yazdıklarınızı da.”

Güya merhametli polis, terk edilmiş adamı teselli ediyor, ama sevgilinizin size
yazdığı tek mektuptan birkaç satır mırıldanıp gerisi cinayet çözülünce demek,
hangi vicdana sığar? “Başka ne yazıyor?”

Dağıldım, evet kesinlikle dağıldım. Maskelerim düşmeye başladı birer birer,
oynadığım rol üzerime çöktü. Eski aşkının ölümünü umursamaz görünen
adam, cinayet mahalli denen bu sahnede bocalamaya başladı, ne bocalaması,
paramparça oldu. Merhaba aptal âşık Müştak. Ama bu halim bile
yumuşatmaya yetmedi katil avcılarını. Hele şu güzel kız, her ağzını açtığında
umutlarımı birerbirer kırıyordu.

“Takdir edersiniz ki, neler yazdığını hatırlamam mümkün değil Müştak Bey.”

Nasıl da duyarsız çıkıyor sesi, sanki resmi bir evraktaki önemli maddeleri
okuyor gibi. Takdir edersiniz ki, bir cinayet soruşturmasında, sevgilinizin size
yazdığı mektup ancak bir delil kıymeti taşır bizim için. Sizin duygularınız da
öyle. Meraktan çatlasanız da, kederden geberseniz de umurumuzda olmaz
bizim. Elbette bu kadar açık dile getirmedi düşüncelerini. Sanırım başka bir
meseleden söz ediyordu. Yine bir delilin peşinde olmalı... Önce anlamadım ne
söylediğini...

“Gerdanlık diyorum Müştak Bey... Müştak Bey, beni dinliyor musunuz?”

Yine o kuşkulu ses tonu... Yine o imalı bakışlar... “Evet, evet,” diye
toparlanmaya çalıştım. “Buyrun...”

“Bu gerdanlığın iki de küpesi olduğundan söz ediyor Nüzhet Hanım
mektubunda. Gerdanlıktan daha çok severmiş küpeleri, öyle yazıyor...”

Sevgilimin biçimli kulaklarında sallanan iki kırmızı damla... Dudaklarım
kulak memesinde gezinirken ağzıma gelen kırmızı yakutun o tuhaf tadı...

“Nerede o küpeler, biliyor musunuz Müştak Bey? Gerdanlık maktulün
boynundaydı ama küpeleri bulamadık.” Bulamazsanız tabii, çünkü açık
kumral saçların çevrelediği o zarif kulaklar artık yok. O zarif kulakların
simetrik olarak yerleştiği o güzelim baş yok. O başın sahibi yok... Aradığınız
kırmızı küpeler, sizin maktul dediğiniz, benim hayatımın anlamı olan kadınla
birlikte yok oldu...

Keşke bunları diyebilseydim, kelimeler boğum boğum düğümlenip,
gırtlağımda kaldı.

“Bilmiyorum,” diye söylendim, hafızama üşüşen anıları kovmak için başımı
sertçe sallarken. “Bilmiyorum, bu gerdanlığı da ilk kez görüyorum yirmi bir yıl
aradan sonra...” “Katiller mutlaka hata yapar” Ölmüş bir sevgiliden gelen
mektup, hem de varlığından yıllar sonra haberdar olduğunuz... Üstelik tek
satırım bile okumadığınız bir mektup, insanı bu kadar derinden etkileyebilir
mi? Eğer hayatınızı, umutsuz bir aşkın üzerine kuracak kadar çaresiz, kendi
tutkularınızın esiri olacak kadar saplantılı, sizi hiçbir zaman sevmemiş bir
kadının etkisinden sıyrılamayacak kadar zayıfsanız ve de adınız Müştak
Serhazin’se evet, kesinlikle etkileyebilir.

Ne Nüzhet’i öldürmekle suçlanacak olmam, ne şu esrarengiz Fatih projesi, ne
Tahir Hakkı’nın gizlediği sır, hepsini unutmuştum. Kimin umurundaydı
Başkomiser Nevzat’ın cinayet soruşturması? O eski yara kanamaya başlamıştı
bir kez daha, bitti sandığım acı depreşmiş, ışıltısını çoktan kaybetmiş olan
ruhum, sevda denilen o lanetli duygunun sihirli burcuna girivermişti yeniden.
Tamam saklayacak değilim, o alacakaranlığı seviyordum, tıpkı katilini seven bir
kurban gibi... Dile kolay tam yirmi bir yıl o alacakaranlıkta yaşamıştım.
Tamam inkâr etmiyorum, kurban olmaktan da hoşlanıyordum. Hayata bir
anlam gerek değil mi? Hayal kırıklığıyla umut, nefretle sevgi, kıskançlıkla
hayranlık arasındaki o acımasız çatışmada bir o yana, bir bu yana savrulmanın
verdiği eziyetten daha büyük bir anlam olabilir mi? Kişi ancak o zaman fark
edebiliyor bir ruhu olduğunu. Başka türlüsü... Başka türlüsü kocaman bir
hiçlik... Derin bir boşluk... Nasıl da inanabildim o eşsiz çatışmadan
kurtulduğuma? Nüzhet’in donuk mavi gözleri nasıl ikna edebildi beni bu işin
sona erdiğine? Hayır, hiçbir şeyin bittiği yoktu. Kendimi kapattığım o hücrede
bir anlığına uyumuş, işte o anda bu muhteşem azaptan kurtulduğumu
sanmıştım. Ama şükür ki, kurtulmamışım. İşte yeniden başlıyordu o lezzetli
işkence... Üstelik işkencecim ölmüş olmasına rağmen... Belki en fenası da
buydu. Beni bu cehennemde yaşamaya alıştıran kadından nefret bile
edemeyecek olmam. İçimdeki o meşum mağarada gizlenen şu manyağın dediği
gibi, “Nefret bazen işe yarar. İnsanı zinde tutar, ayaklarının üzerinde durmasını
sağlar, hayata karşı dayanıklı hale getirir.” İyi de sadece nefretle yaşanır mı?
Sevgi olmadan nefretin ne anlamı var? Yine aynı döngü, yine aynı açmaz, yine
aynı çaresizlik... Evet, yazarın söylediği gibi, merhaba hüzün.... Merhaba
sonsuz karmaşa... Merhaba sonsuz matem... Sonsuz değil, gözlerimi kapayınca
bitecek olan... Evet, merhaba ben ölünceye kadar sürecek olan matem...
Velhasıl yeniden hoşgeldin aşk...

Sahtiyan Apartmam’ndan çıktığımda tek bir kar zerreceği bile kalmamıştı
gökyüzünde. Kudretini yitirmiş bir güneş, inatla hükmünü sürdürmeye
çalışıyordu ama ne çatılardan sarkan buz parçalarına, ne de kıyıda köşede
kalmış beyaz birikintilere geçirebiliyordu sözünü. “Kar topluyor,” demişti
Nüzhet. Hayır, bu sokakta değildik, bu şehirde bile değildik. Edirne’de II.
Mehmed’in Kostantiniyye’yi fethetme tasarılarını yaptığı sarayın yıkıntıları
arasındaydık. Cihannüma Kasrı’nın yıkık binasının tepesinde karlarla kaplı
ovaya bakıyorduk. Yapraksız kavaklar, boynu bükük salkım söğütler, adını
sanını bilmediğim mahzun ağaçlar... Gökyüzünde kara lekeler gibi uçuşan
karga sürüleri... Koyu griliğin derinliklerinde yumurta sarısı bir parlaklık. “Kar
topluyor... Bu akşam kar yağacak.” O bitmek bilmez neşesi içinde, durduğu
yerde duramıyordu Nüzhet. Hızını alamayıp enerjisini nereye dökeceğini
bilmeyen bir oğlan çocuğu gibi omuzuma yalandan birkaç yumruk bile atmıştı.

“Gece yürüyüşe çıkalım Müştakçım... Sessizce kar yağarken.

Ama şehrin dışına... Kırlara doğru...”

Ve mızıkçı Müştak, yine tadını kaçırmıştı hayallerin.

“Sence güvenli mi? Ya kurtlarla karşılaşırsak... Öyle tuhaf tuhaf bakma
yüzüme... Aç kalınca şehre iniyorlarmış.”

“ İyi olur,” demişti somurtuk bir suratla. “Seni yerler ben de kurtulurum.”
Şakaya vurarak kurtulmaya çalışmıştım.

“Zay ı f olan sensin, önce seni yerler... Onlar seni yerken asıl ben kaçar
kurtulurum.”

Tam da söylediğim gibi olmuştu. Karlı bir akşamda, üstelik kırlarda değil,
İstanbul’un göbeğinde, insan görünümünde kurtlar acımasızca öldürmüşlerdi
onu. Ben ise sağ salim, kaldığım yerden devam ediyordum hayata... Canım
isterse Nüzhet’in pek sevdiği kar aydınlığında yapılan yürüyüşü bile
gerçekleştirebilirdim bu gece. Hatta Edirne’ye gidebilir, orada yapabilirdim bu
işi... Hem de başka bir kadınla... Başka bir ' kadın? Öyle biri yok ki... Hiçbir
zaman da olmayacak. Benim kadınlarla olan maceram Nüzhet’le başladı,
onunla sonlanacak... Kadınlarla olan maceram! Macera... Bütün bir hayat del
sek şuna. Yaşadığım günlerin üçte ikisi desek, bundan sonra kaç günüm
kaldıysa hepsi desek... Kendimi hiç kandırmamalıydım, Nüzhet’siz nasıl
yaşanır bilmiyordum. Ondan öncesini unutmuştum, ondan sonrası ise... Eski
sevgilimin bedensel varlığından söz etmiyorum, o zaten yıllardır yoktu. Ona
duyduğum bağımlılıktan, eskilerin deyimiyle müptelalıktan, her anımı
dolduran anılarından, habire kulaklarımda çınlayan . sesinden, günlerime
anlam katan görünmeyen varlığından söz ediyorum. Benim kafamdaki
Nüzhet’in gerçek Nüzhet’ten çok daha güzel, çok daha etkileyici, çok daha
büyüleyici olduğunu söylemeliyim. Yıllar sonra onu gördüğümde yaşadığım
hayal kırıklığının nedeni de bu olsa gerek. Çünkü benim hayallerimin
Nüzhet’iyle o yaşlanmaya yüz tutmuş Kadın asla aynı kişi olamazdı.
Hakikatmiş, gerçek kişiymiş hiçbiri umurumda bile değil. Nüzhet’in kendisi

bile, zihnimdeki o olağanüstü yansımasını bozamaz. Ne o, ne de bir başkası...

Sahtiyan Apartmanı’ndan adım adım uzaklaşıyordum. j Nüzhet’in sokağını
geride bırakıyordum ama tuhaftır her adımda sanki biraz daha
yakınlaşıyordum onun beni hiçbir zaman terk etmeyecek olan varlığına. Sanki
köşeyi dönsem burun buruna gelecektim yıllardır içimde kutsal bir emai
netmiş gibi sakladığım kadının o hiç bozulmamış hayaliyle. Ama omuzuma
dokunan bir el, engelledi bu karşılaşmayı.

“Müştak Bey! Müştak Bey!”

Döndüm, avurtları çökmüş bir yüz, iri, kırmızı bir burnun ardında karanlık
gözler. Zayıf, tüy gibi bir adam. Bir yerlerden tanıdık geliyor ama
çıkaramıyordum. “Evet, buyurun?”

Soğuktan çatlamış dudakları aralandı, sigaradan sararmış dişleri göründü.

“Müştak Abi?”

Bey bir saniyede abiye dönüşmüştü. Sevmem bu kadar hızlı senli benli
olmaları, öyle yol ortasında omuzuma dokunmaları da sevmem...

“Beni tanımadınız mı Müştak Abi?”

Sezgin’in lafları değil miydi bunlar? Anlaşılan yine geçmişten gelen bir
tanıdık... Gözlerimi kısarak hatırlamaya çalıştım; yok, bordoya yakın
kahverengi ceketinin içinde güvensizce kıpırdanan bu çelimsiz adamı
hatırlamıyordum.

“Adem...” diye mırıldandı. “Nail Dilli’nin oğlu...” Neden bahsediyordu, Nail
Dilli de kimdi?

Karşıdaki dar cepheli dükkânı gösterdi. Vitrininde envai çeşit peynir, salam,
sosis... Dükkânın alnında hâlâ yıllar öncesinin tabelası... Dilli Şarküteri...
Nüzhet’in bayıldığı dilli kaşarlı sandviçleri yapan dükkân... “Gelirken Dilli’ye
uğra da bir dilli kaşarlı sandviç al... Yanında da tekel birası...” Tanıdığımda
çocuk denecek yaştayken, şimdi kocaman adam olmuş bir başkası...
Kaçamıyorsun işte, sadece anılar değil, hayat da seni bir yerlerden yakalıyor.

“Adem ha... Merhaba... Sizi son gördüğümde küçük bir çocuktunuz.”

Adem’in kirpiksiz koyu renk gözlerinde manidar bir ifade. İnanmadığı her
halinden belli. Yanlış mı hatırlıyordum? Yoo, on yaşında bir çocuk vardı o
zamanlar şarküteride... Hatta birkaç kez, Nüzhetler’in daireye sandviç
siparişlerimizi getirmişti. Bu kırmızı yüzlü adam, o çocuktan başkası olamazdı.

“Öyle değil mi? On yaşından daha büyük değildiniz herhalde... Yıllar oldu sizi
görmeyeli.”

Adem sanki beni dinlemiyor gibiydi; etrafa kaçamak bakışlar attıktan sonra
cebinden bir kart çıkartıp uzattı. Nedense geriledim.

“Bu sizin.”

O zaman fark ettim elindekinin bir kredi kartı olduğunu. “Benim mi?”

Saçmalıyordu herhalde ya da beni bir başka Müştak’la karıştırıyordu.

“Sizin.” Ne kadar da kendinden emin konuşuyordu bu adam böyle? Adam
değil, Adem. Nail Dilli’nin oğlu Adem... Her neyse işte, kredi kartımı niye ona
bırakayım ki? Ama yine de aldım kartı ayıp olmasın diye, yoksa eli boşlukta
öylece kalacak. Benim kullandığım türden bir kart. Zaten bu kartların hepsi
birbirine benzemiyor mu? Üzerindeki ismi okumam için gerekli mesafeyi
ayarlamam lazım. Evet, işte kartın sol alt köşesindeki kabartma harfler...

“M Ü Ş T A K SERH AZ İ N .. .” Yüksek sesle tekrarladım. “Müştak
Serhazin...” Öfkeyle adama döndüm. “Benim kartımın sizde ne işi var?”

“Siz verdiniz...”

Ben mi verdim? Aman Allahım, yoksa... “Ne zaman verdim?”

“iki akşam önce...” O da benim kadar telaşlanmıştı; bakışları endişeyle az
önce çıktığım Sahtiyan Apartmanı’nın kapısını taradı.

“Gelin, dükkâna geçelim... Olmuyor böyle sokak ortasında.” Sinirlerim
bozulmuştu.

“Hayır,” diyerek ayak diredim. “Burada konuşacağız.” “Müştak Abi, ben
yabancı değilim, gelin şu dükkâna girelim...”

“Yok,” diye diklenmeyi sürdürdüm. “Emin misiniz benim verdiğimden?”

“Tabii eminim. Alışveriş yaptınız.”

“Hayır!” diye başımı salladım. “Yalan söylüyorsunuz. Ben sizden alışveriş
filan yapmadım.”

Kaşları çatıldı, kırmızı burnu adeta sivrileşti.

“Abi ayıp oluyor ama... Kartınızı çalacak halim yok herhalde.”

Biraz daha üstelersem, şu tüysiklet haline bakmadan yumruğu
yapıştırabilirdi suratımın ortasına. Korkmak iyi geldi, daha makul düşünmeye
başladım. Yıllardır karşılaşmadığım bu adam nasıl çalabilirdi ki kartımı?

“Yok, yani yanlış anlamayın Adem... Sizi suçlamak için demiyorum...”

Birden Adem’in, dükkâna girelim derken ne kadar haklı olduğunu anladım,
içerideki polislerden birinin apartmandan çıkıp bizi tartışırken yakalaması
işten bile değildi. Şarküteri dükkânına döndüm. “En iyisi içeri girelim de orada
konuşalım...”

Size söylemiştim diyen bakışlar. Sessizce karşı kaldırıma yöneldik. Demek o

akşam bırakmıştım kredi kartımı. O akşam bu sokak kar altındayken...

Şarküterinin kapısında, pastırma, sucuk, peynir, turşu karışımı ılık bir hava
çarptı suratıma. Aldırmadan daldım içeri. Adem saygıyla yana çekilip tezgâhın
arkasını gösterdi.

“Buyurun Müştak Abi, şöyle geçin... Sokaktan görünmezsiniz.”

Raflarda sıralanan salça ve turşu kavanozlarına sürtünmemek için hafifçe
öne eğilerek tezgâhın arkasına geçtim. Kısılmış göz kapaklarının arasından
dışarıya şöyle bir baktıktan sonra, kasanın altındaki buzdolabından bir poşet
çıkardı. “Bu sizin...”

“Benim mi?”

“Sizin, iki dilli kaşarlı sandviç, dört de bira... Tıpkı eskiden olduğu gibi...”
Anlamak istercesine baktı yüzüme. “Gerçekten hatırlamıyor musunuz?”

Başımı sallamakla yetindim. “Hiç mi?”

“Hiç! Bir hastalığım var benim. Yaptıklarımı unutuyorum.

Her zaman değil, ama birkaç yılda bir oluyor...”

Elbette inanmadı sözlerime, cinayeti işlerken kendimde değildim türünden
bir bahane uydurmaya çalıştığımı sandı.

“İlginç. Oysa geçen akşam buraya geldiniz Müştak Abi. Kendimi tanıttım, siz
de şaşırdınız hatta az önce söylediğiniz sözlerin neredeyse birebir aynılarını sarf
ettiniz. Sonra iki tane dilli kaşarlı sandviç, dört tane de Tekel birası istediniz.
Tekel birası artık yok, başka marka verdim. Hepsini poşete koydum, ödemek
için kartınızı uzattınız, şifrenizi yazdınız. Bir anlığına arkamı döndüm, baktım
kaybolmuşsunuz.”

En küçük bir anı bile canlanmıyordu hafızamda. Ne bir görüntü ne bir ses,
ne insanın burnunun direğini kıracak kadar keskin olan bu koku. Belki
zihnimde bir şeyler uyanır diye merakla sordum:

“Nasıl kayboldum?”

“Öylece kayboldunuz işte. Sokakta birini gördüğünüzü sandım... Nüzhet
Hanım’ı...” Eski sevgilimden bahsederken kırmızı yüzüne kirli bir sarılık
yayılmıştı. “Onunla konuşmak için dışarı çıktığınızı, hemen döneceğinizi
düşündüm ama dönmediniz...” Adem’in gözlerindeki utangaç suç ortaklığı,
davranışlarındaki tutukluk, olanı biteni bütün gerçekliğiyle anlatıyordu
aslında. “Ne kadar çabalarsan çabala kaderden kaçamazsın.” Babamla kavga
ettiği zamanlarda aslında kendisini teselli etmek için böyle söylerdi annem. “En
iyisi kabul etmek Müştakçım... En iyisi razı olmak, boyun eğmek...”

Hayatta beni gerçekten seven tek insan olan anneciğimin dediğini yapmaya
hazırlanıyordum ki, babamın otoriter sesi girdi araya. “Sakın ha! Bize boyun

eğmek yaraşmaz, her zaman önde, her zaman ileri. Her zaman bir çıkış yolu
vardır. Demir dağı delen atalarımız nasıl Ergenekon’dan çıktıysa sen de...”

Sendelediğimi hissettim, şantajcım tutmasa düşecektim. “Müştak Abi! İyi
misiniz Müştak Abi?”

İyi filan değildim, tki gündür yabancı insanların yanında düşecek gibi
oluyordum. Adem’in söylemesine fırsat vermeden, duvardaki mareşal
üniformalı Atatürk fotoğrafının altındaki küçük iskemleye çöktüm.

“Tam olarak ne zaman geldim buraya?” Emin olmaya çalıştı.

“Yedi filan olması lazım... Bilmiyorum, belki daha önce... Ama kesin saatini
öğrenebiliriz...”

Başkaları da mı vardı beni gören? “Nasıl öğrenebiliriz?”

Sesimin endişeli çıkması, onu da telaşlandırmıştı.

“Slip var ya, hani almadığınız dilli kaşarlılarla biraların kredi kartı slibi... İşte
burada...” Kasanın çekmecesini açtı, içinden bir kâğıt parçası aldı. “ İşte saati
de yazıyor: 19:38...”

Böylece katilliğimiz tescillenmiş oldu. Sadece Adem değil, aynı zamanda
devletin kasasının kestiği slip de vardı; hem şahit, hem delil... “Mükemmel
cinayet yoktur Müştak. Katiller mutlaka hata yapar. Dedektifler de bu hataları
takip ederek...” Beynimde vızırdayan babamın sesini kıstım.

“Bir daha gördünüz mü beni?”

Kirpiksiz göz kapakları açıldı kapandı; Adem’in yüzünde henüz ahlaksızlığı
tümüyle benimsememiş ama bu kirli yolda ilerlemeye niyet etmiş bir adamın
azmi vardı.

“Görmedim. Yıllar önce olduğu gibi yine Nüzhet Hanım’a gittiğinizi
düşündüm. Ne büyük aşktı sizinki...” Gülümsedi. “Dükkân böyle sokağın
ağzında olunca istemese de olana bitene şahit oluyor insan...”

Lakırdıya bak, şahit oluyormuş. Yani gerekirse mahkemeye de gider anlatırız
gördüklerimizi mi demek istiyordu bu rezil?

“Elli yıllık esnafız abi bu sokakta. Kim ne zaman doğdu, kim ne zaman öldü,
kim kiminle evlendi, hepsini görmüşüz. Ben değil tabii babam. ‘Pırlanta gibi
delikanlı bu Müştak,’ derdi sizin için. Çok zengin olduğunuzu da söylerdi.
Köklü bir aileye mensupmuşsunuz. Saraya dayanıyormuş sülaleniz... ‘Yazık,
nereden takılmış bu ahlaksız ailenin kızma,’ diye hayıflanırdı. Evet, hiç
sevmezdi babam Nüzhet Abla’mn ailesini. Haksız da değildi. O kadar
varlıklıydılar ama hep borç takarlardı bize... Ama siz başka... Nasıl da
yakışıyordunuz Nüzhet Abla’yla birbirinize... Yazları gelirdiniz, annesiyle abisi
Büyükada’ya taşınınca... Akşamları onda kalırdınız. Sabah birlikte okula

giderdiniz...” Üzülmüş gibi kederlenmişti koyu renk gözleri. “Yine öyle
yapacağınızı zannettim. Yeniden birleştiğinizi, sabah apartmandan birlikte
çıkacağınızı, kredi kartınızı da o zaman alacağınızı düşündüm. Ama gelmediniz.
Sizin yerinize polis geldi.”

Bakışlarımı kaçırdım. Omuzumda belli belirsiz bir ağırlık hissettim. Korkak,
çekingen bir temas. Hainin ürkek dokunuşu... Adem, sözde teselli ediyordu
beni.

“Dert etmeyin Müştak Abi... Kaderin önüne geçilmez... Ben sizi çok iyi
anlıyorum. Hak da veriyorum.” Nasıl da iğrenç bir anlam vardı güya üzüntüyle
bakan gözlerinde. “Hem bilinen mesele, ölenle ölünmez... Allah rahmet eylesin,
Nüzhet Abla için yapacak bir şey yok artık.” Gülümsemeye çalıştı, beceremedi.
“Ama bizim için hayat devam ediyor.” Duraksadı. “Mesela ben, iki çocuk
okutuyorum. Ellerinden öperler ikisi de ilköğretimde... Daha bunun lisesi var,
üniversitesi var... Eskiden işler iyiydi. Şimdi her yanımız süpermarket... Bizden
daha kalitelisini, daha ucuzunu satıyorlar. Geçim derdi zor, çok zor... Ben sizi
her zaman sevmişimdir Müştak Abi. Nüzhet Abla, bizim mahallenin kızıydı ama
yukarıda Allah var, sizin yeriniz bende ayrı... Her zaman iyi davranırdınız
bana... Her zaman cömerttiniz.”

Tabii bundan sonra daha da cömert olacaktım. Aksatmadan, düzenli olarak
para ödeyecek, ev kirasına, çocukların okul taksidine, hanımın alışverişine
yardımcı olacaktım. Adem de o akşam Müştak Abisi’ni bu sokakta gördüğünü
kimseye söylemeyecek, kredi kartımın slibini kimseye göstermeyecekti.
Anlamazlıktan gelsem. Hayır, deve kuşu stratejisi bu türden çakallara karşı işe
yaramaz. Yakasından tutup bana bak ulan, ben kuru gürültüye pabuç
bırakmam desem. Ben mi? Yani Müştak Serhazin, birinin yakasından tutup...
Olacak iş değil ya, diyelim ki yaptım, bu alçak herif suratımın ortasına kafayı
koydu mu, anında yere sererdi beni. Belki de yakamdan tutup, emniyete kadar
kendi elleriyle götürürdü.

“Daha görür görmez bir terslik olduğunu anlamıştım başkomiserim... Müştak
Abi çıldırmış gibiydi... Mektup açacağını kaptığı gibi saplamış eski sevgilisinin
boynuna...”

Nevzat inanır mıydı ona? Niye inanmasın? Sokaktaki şarküterici durduk yere
niye iftira atsın bana? Hem inanmasa kredi kartı slibi var. Durumum
tartışmaya yer vermeyecek kadar berbattı. Burada oturduğum her dakika daha
da kötüleşecekti. Aceleyle doğruldum.

“Ben artık gitsem iyi olacak...” Anlayışla karşıladı telaşımı.

“Haklısınız Müştak Abi, sizi burada görmesinler.”

Sanki Nevzat’la genç yardımcısı dükkânın kapısından başlarını uzatmış bizi
izliyorlarmış gibi ürperdim.

“Yok abi, paniğe gerek yok. Polislerin işi uzun...” dedi tedirgin olduğumu

anlayan Adem. “Az önce Sezgin buradaydı. Sigara almaya gelmiş. İçeride
canına okumuşlar. Zavallı, halbuki hiçbir suçu günahı yok... O söyledi, polisler
tiftik gibi atıyorlarmış Nüzhet Hanım’m dairesini... Akşama zor çıkarlarmış
evden... Ama belli olmaz tabii. Durduk yere başımıza iş almayalım.” Cebinden
ucuz bir kâğıda basılmış, ucuz bir kartvizit çıkardı. “Sizde bulunsun lazım
olur.” Beklentiyle baktı yüzüme. “Ben de sizin numaranızı alayım...”

Tek tek söyledim telefon numaramın rakamlarını, başka ne yapabilirdim ki,
can damarımdan yakalamıştı beni. Özenle not etti duyduğu rakamları.

“Yakında ararım sizi. Şişli’ye kadar zahmet etmeniz de gerekmez, dilediğiniz
yere gelirim.” Suratım kararmış olmalı. “Canınızı sıkmayın Müştak Abi... Bak
üzülürüm valla... Merak etmeyin halledeceğiz bu işi...” “II. Murad’m mezarım
açacaklardı” m “Her cinayet kendiyle kaimdir.” Göze göz, dişe diş hukukunun
esası olan bu cümle aradan binlerce yıl geçse de hâlâ geçerliliğini koruyordu.
Elbette birinin canını alan kişiyi, aynı şekilde öldürmezsek adalet sağlanmaz
gibi saçma bir lakırdıyı savunacak değilim ama artık şundan eminim, cinayet
işleyen biri sonsuza kadar lanetlenmiştir. Katil ne kadar uğraşırsa uğraşsın
elindeki kanı temizleyemez, Azrail’le giriştiği bu rezil ortaklığın omuzlarına
yüklediği sorumluluktan kendini hiçbir zaman tümüyle kurtaramaz. Polisleri,
savcıları, hatta kendini kandırmak için senaryolar üretmek, başkalarını
suçlamak, olmadık ihtimallerin peşinde koşturmak, dışarıdan izleyenler için
ilginç olabilir ama hepsi boşuna. İşlediğimiz cinayetin kefareti, alnımızın
ortasına görünmez bir demirle dağlanmıştır. Tıpkı ölümümüz gibi mutlaktır. O
adil leke şimdi fark edilmiyor olsa bile er geç kendini gösterecektir. Bütün o
kurtulma çabaları, uydurulan yalanlar, masumları suçlama girişimleri, bu
kara lekenin alnımızda belirmesini sadece biraz geciktirebilir tümüyle silmesi
uzak bir ihtimal değil, kesinlikle imkânsızdır.

Nail Dilli’nin aşağılık oğlu Adem’in yoluma çıkması, bu mutlak gerçeği bir kez
daha hatırlattı bana. Mademki Nüzhet’i öldürmüştüm, bedelini de ödemek
zorundaydım. Dilli Şarküteri’den ayrılıp ana caddeye çıkarken hızla geçiyordu
bu düşünceler aklımdan. Üstelik bu bedel, Adem Dilli’nin benden isteyeceği
paradan çok daha ağır bir cezaydı. Evet, ertelemek mümkündü o namussuza
her ay belli bir miktarı düzenli olarak ödeyerek... Şu halime bak... Hayatı
boyunca kavgadan, dövüşten uzak durmuş, suçtan, beladan kaçmış saygın
bilim adamı, İstanbul beyefendisi Müştak Serhazin, para için her türlü pisliği
yapmaktan çekinmeyecek bir şantajcının oyuncağı haline gelmişti.

“Bunu cinayeti işlemeden önce düşünecektin!” Karanlık mağarasında, keskin
bir bıçak gibi parlayan dişlerini göstererek pis pis sırıtıyordu içimdeki psikopat.
“Sen kim, insan öldürmek kim? Bak, eline yüzüne bulaştırdın işte her şeyi.”
Cinayeti benim işlediğim bile belli değil diye itiraz edecek oldum.

“Hâlâ yalan söylüyorsun! Hem de kendine...”

Haklıydı ama çürük bir ipe tutunur gibi inatla sarıldım masum olma
ihtimalime.

Niye yalan söyleyecekmişim, o Adem denen at hırsızının beni sokakta
görmesi katil olduğumu kanıtlamaz ki... O anda birçok insan bulunabilir aynı
sokakta.

“Sokakta değil, dükkânında...”

Ne olmuş? Şarküteriye girmek suç mu?

“Bana kalsa değil, hatta o karıyı boğazlamak da suç değil ama takdir edersin
ki bu kadar rastlantı biraz fazla. Ayrıca orada bulunduğun vakit de manidar.”

Ne varmış vakitte?

“Hatırlarsan, şu başkomiser cinayetin, saat 19:00 ile 20:00 arasında işlenmiş
olabileceğini söylemişti. Adem denen o şerefsizin dükkânındaki fiş ise 19:38’te
kesilmiş... Sahtiyan Apartmanı’nda kendine geldiğinde ise saat 19;42’ydi.
Arada tam beş dakika var. Yani aldığın iki dilli kaşarlı sandviçi ve dört birayı ve
de seni hapse yollayacak kredi kartını şantajcıya bırakıp o sersem kafayla
Sahtiyan Apartmanı’na kadar yürümene yetecek kadar bir zaman...”

İyi ya, bu da benim masum olduğumu kanıtlamaz mı? Beş dakikada
Nüzhet’in dairesine girip, onu öldürüp aşağı inmiş olmam imkânsız.

“Tabii, Dilli Şarküteri’ye gitmeden önce kadını halletmediysen...”

Halletmediysem... İhtimal üzerine ihtimal... Hepsi çok çok muallak. Hayır
efendim, Adem Dilli’nin dün akşam beni şar küteri dükkânında görmesi, hiç de
katil olduğum anlamına gelmez.

Neşeli bir kahkaha koyverdi.

“Şu senin başkomiserin de öyle der zaten. ‘Haklısınız Müştak Hocam, bunlar
muallak şeyler. Siz eve geldiğinizde saat 19:40’mış. Yani cinayeti siz işlemiş
olamazsınız. Ayrıca eve geldiğinizi bizden gizlemenizin de, parmak izlerinizi
itinayla temizlemiş olmanızın da, cinayet aletini maktulün boynundan çıkarıp,
denize atmanızın da hiçbir kıymetiharbiyesi yok. Eğer siz masum olduğunuzu
söylüyorsanız tamam o zaman,’ diyerek dosyayı kapatır. Yahu salak mısın sen?
Bu delillerle, bu bilgilerle en katil sever hâkim bile, hiç düşünmeden hapse
yollar seni. Gerçek gün gibi ortada.”

Peki Akın’a kim saldırdı o zaman? Tamam, Nüzhet’i ben boğazladım, ya eski
asistanım? Onu da ben mi yaraladım? Tamam eski sevgilimi öldürmek için iyi
nedenlerim vardı, peki Akm’a niye saldırayım?

“O kadarını bilemem ama bu dili uzun Adem’i susturmazsan...”

Susturmazsam... Nasıl olacak o iş?

“Çok basit, gösteriş meraklısı babanın, hiçbir zaman anlamına uygun bir
şekilde kullanmadığı tabancasının tüyden hafif tetiğine bir kez, yok işi
garantiye almak lazım, en az üç kez dokunarak... Evet, hadi geçmiş olsun,

Adem gitti kavga bitti.”

Saçmalama... Ben kimseyi öldüremem... Yani en azından aklım başımdayken
yapamam. Hem Adem de uzlaşma yanlısı. Belki de tek şansım bu. Bir
süreliğine de olsa parayla onu susturabilir, bu arada davanın küllenmesini
sağlayabilirim. Çandarlı da denememiş miydi bu yolu? II. Mehmed’e altın
tepside, çil çil tekfurun altınlarını sunmamış mıydı?

“Sundu da ne oldu? Konstantinopolis’i fethettiği günün ertesi tutuklattı onu
bizim Fatih... Kırk gün sonra da doğru cellada... işte kesin çözüm. Ama sen ne
yapıyorsun? Çandarlı Halil gibi işi rüşvetle çözmeye çalışıyorsun. Bir de Fatih
Sultan Mehmed’i çok iyi bildiğini anlatırsın orada burada. Hiçbir bok bildiğin
yok. Eğer bilseydin, bu meseleyi nasıl çözeceğini de bilirdin. Gordion
Düğümü’nü nasıl çözmüş adam? Büyük İskender’den bahsediyorum. Bizim
Fatih’in idolü olmuş adamdan. Şak, bir kılıç darbesiyle. Fatih Baba nasıl
çözüyor, aynı metodla, jet hızıyla operasyon... Adam Konstantinopolis’i aldıktan
sonra da inmiyor atından, çıkarmıyor zırhını, kılıcını kınına sokmuyor. Onca yıl
boyunca seferden sefere koşuyor. Tam iki yüz şehir almış diyorlar... Adamın
ömrü destan... Hayatı zafer... Niye, çünkü çözmüş dünyayı. Sen onları dize
getirmezsen onlar seni dize getirir, İnsan denen iki ayaklı ancak zordan anlar.
Güce saygı gösterir. Sopayla yola gelir. Gel, biz de doğruluğu denenmiş bu
kadim yoldan gidelim, en hızlı şekilde halledelim şu Dilli’yi, olsun bitsin...”

Yazık değil mi yahu, çoluğu çocuğu var adamın...

“Yazık mı? Yuh, bir de otur ağla bari... İnanamıyorum ya, herif hayatını
karartacak, sen de kalkmış ona üzülüyorsun... Adamın bakışlarını görmedin
mi? Fıldır fıldır dönen o çipil gözler... Para için çocuklarını satar o namussuz
be... Kim bilir, kime borcu var? Kumarhaneye mi, tefeciye mi, uyuşturucu
satıcısına mı? Anlaşana yahu, onu hiçbir zaman doyuramazsm... O iki daireyi
satsan bile başa çıkamazsın... Serhazin ailesinin malını mülkünü son
kuruşuna kadar yer bitirir de seni yolmaktan vazgeçmez. Aklını başına topla,
yarın çağıralım şu herifi kuytu bir yere... Alnının ortasına üç kurşun, hadi sen
sağ, ben selamet...”

Adem Dilli kanlar içinde yere yığılırken bir kornayla irkildim, peşinden acı bir
fren sesi... Şişli’nin en işlek caddesinin ortasında öylece kalakalmıştım.
Burnumun dibinde kocaman, beyaz bir cip. Sürücü koltuğunun yanındaki
camdan uzanan kapkara bir kafa, açılan kocaman bir ağız.

“Dikkat etsene lan. Az kalsın geberecektin... insan geçtiği yere bir bakar!”

Kaldırımdakiler neredeyse şehvetli bir merakla, yolun ortasında hâlâ
şaşkınlıkla dikilen bu insan müsveddesinin rezil oluşunu izliyorlardı. “Bir de
bakıyor ya... Hem suçlu, hem güçlü... Bak iner şimdi sıçarım ağzına. Tövbe
tövbe, cinayet işletecek şimdi bu dingil bana! Bakmasana lan öyle öküz gibi...”

Haklıydı; Nüzhet’i katlettiğim yetmezmiş gibi, bir de elin adamını katil
edecektim.

“Özür dilerim,” diye kekeledim... “Kusura bakmayın, dalmışım..." Artık yatışır
diye umuyordum ama o adam görünümündeki ayı iyice çıktı zıvanadan.

“Dalmışmış, şimdi bir de ben dalacağım sana... Bak hâlâ dikiliyor yolun
ortasında. Yahu yaşlı başlı adamsın, siktir git, belanı başkasından bul...”

Dileğinin er ya da geç mutlaka gerçekleşeceğini bildiğimden, bütün o
hakaretleri yutup, hatta belli belirsiz bir baş hareketiyle adamı selamlayıp hızlı
adımlarla geçtim karşıya.

“Hızlı... Hızlı... Daha hızlı...” Trafik ışığının altında duran, saçı sakalı
birbirine karışmış gençten bir meczup bana sesleniyordu. “Kaç, beybaba kaç...
Bu şehir bir canavar... Bu şehir bir gün hepimizi yutacak... Kaç, beybaba kaç,
canavar seni yutmadan kaç...”

Merhametle bakıyordu yüzüme, son günlerde hiç kimsenin gözlerinde
görmediğim bir sevgiyle.

“Kaç, beybaba kaç...”

Çağrısına uydum, kaçmasam da iyice hızlandım. Beton, cam, plastik ve insan
denen mahlukun karışımıyla hakiki bir canavara dönüşen bu şehirden, bu
utanç verici sahneden derhal uzaklaşmak istedim. Ama ruhumdaki karanlığın
geveze prensi derhal müdahale etti.

“Kaç Müştak, kaç... Hep kaçtın zaten, zoru gördün mü hep kuyruğu kıstırıp
meydanı terk ettin... Şu arabadaki dallamayı şöyle yakasından tutup ağzını
burnunu kırmak varken kaç... Bakalım nereye kadar kaçacaksın...”

Daha fazla konuşmasına meydan vermedim içimdeki manyağın; kafamı
karıştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Hızla kovdum onu karanlık
deliğine...

İyi de nereye gidiyordum ben böyle? Nereye olacak hastaneye. Sen hayal İ
fener bir adamsın Müştak, aklını fikrini boş ver, ayaklarına güven yeter. Bak
işte, şuradan sola döndüm mü, karşında Etfal... Zavallı Teoman beni
bekliyordur hâlâ. Güya öğleden sonra gelirim demiştim, nerdeyse hava
kararacak. Ya çantam? İçinde babamın tabancası... Hangi akla hizmet aldımsa
yanıma... Hâlâ Şaziye’nin muayenehanesinde. Ya biri çantayı açıp bakarsa?
Kim açacak? O mıymıy sekreter mi? Şaziye ise asla böyle bir terbiyesizlik
yapmaz. Çanta orada kalsın, hastaneden çıkınca alırım. Zaten polisten
geçilmiyordur şimdi Akın’ın yattığı oda. Akm’m yattığı odanın önünde tek bir
polis bile yoktu. Bizim Nevzat’ı kimse kaale almıyor diye düşünüyordum ki kapı
açıldı, delişmen Komiser Ali’nin gergin yüzü göründü. Kaşlar çatılmış, gözler
sabit, alt dudağı ağzında. Yoksa geç mi kalmıştı, yoksa Akm’ı da... Bakışları
benimkilerle karşılaşınca patladı.

“Görüyorsunuz değil mi hocam, gelmemişler. Ya adama bir şey olsa, kim
verecek bunun hesabını? Ama kabahat bizde... Kaç kere söyledim
başkomiserime, bunlara acımayın diye. Rapor edeceksin, bak nasıl saniyesine

buradalar. Biliyorlar Nevzat iyi adam, hemen suistimal...” Eliyle odayı gösterdi.
“Adam tek başına... içeri gir, gırtlağım kes çık...” “Teoman’da mı yok?”

“Yok hocam, hiç kimse...” Duraksadı. “Ama kapının arkasında şu not vardı.”
Cebinden ikiye katlanmış bir kâğıt çıkardı. “Hocam, bekledim gelmediniz.
Benim eve gitmem gerek. Bir saate kalmaz dönerim, Teo.” Okumayı bırakıp
bana baktı. “Hocam, siz oluyorsunuz herhalde...”

“Evet, Teoman da ev arkadaşı...”

“iyi arkadaşmış valla, yaralı adamı öylece bırak git.” “Onun suçu yok.
Gideceğini söylemişti, güya ben erken gelecektim ama...”

Çakmak çakmak yanan gözleri birden dikkat kesildi.

“işte bizim yıldırım ekip de geliyor. Bak, bak, nasıl da sallanıyorlar hâlâ...
Sanki Beyoğlu’na zamparalığa çıkmış arkadaşlar... Gelin, gelin de canınıza
okuyayım sizin.”

Sabahtan beri olan bitenden sonra bir de Ali’nin meslektaşlarını fırçalamasını
izleyecek halim yoktu, odaya attım kendimi.

Akın hâlâ baygındı. Belki de uyuyordu, ağrı kesicilerden olmalı. Dilindeki
yara çok canını yakarmış. Yanına yaklaştım, huzurlu bir ifade vardı yüzünde.
Acı çekmiyordu demek, iyi, yakında düzelir demişti doktor. Kırık parmakların
iyileşmesi biraz zaman alırmış. Ama yakında konuşmaya başlarmış. Ah, bir an
önce anlatsa olan biteni... Belki de bütün muamma çözülür. “Evet
başkomiserim, Çetinle Erol evime geldiler. Niyetlerinden habersiz, içeri aldım
onları... içeri girer girmez, üzerime atladılar.” Böyle mi diyecekti gerçekten?
Bunları mı anlatacaktı? Yoksa? Yoksa ne? Hayır, ben Akın’a saldırmadım.
Saçları alnını tümüyle kapatmış olan eski asistanıma baktım. Hafifçe soluk alıp
veriyordu. Hayır, ona neden saldırayım? Hatırlamıyorum öyle bir şey? Ama
Nüzhet’i öldürdüğümü de hatırlamıyordum. O telefondan sonrası silinmiş
hafızamdan. Koyu karanlık. Ne bir ses, ne bir görüntü, ne bir koku... Ya Akın’ı
yaralayan bensem? Hadi canım, aynı anda iki kişiyi birden ortadan kaldırmaya
çalışamam ya! Aynı anda olduğunu kim söyledi? Akın’ın hangi saatte saldırıya
uğradığını bilmiyoruz ki. Saat beş gibi eve geldi diyordu yaşlı komşusu. Bilmem
ne dizisi başlıyormuş televizyonda... Yani... Yanisi yaşananları hatırlamadığıma
göre... Eski sevgilimi katletmeden önce, eski asistanımın Akaretler’deki evine
uğrayıp... Yok canım, daha da neler! Akın’m Nüzhet’in asistanı olduğunu bile
bilmiyordum. Daha dün Sibel’den duydum... Durduk yere, niye saldırayım
çocuğa? Daha önceden bir yerlerde duyduysam, sonra da unuttuysam? Ne de
olsa unutma hastasıyız... Psikojenik füg... Saçma, her unutuşu bu hastalığıma
yükleyemem ya. Zaten Akın’m asistanlık yaptığını duymuş olsaydım, Nüzhet’in
İstanbul’a geldiğini de öğrenmiş olurdum. Bu bilgiyi unutmama imkân ve
ihtimal olmadığına göre... Hayır, bu kadar zorlamanın anlamı yok. Hem neden
illa ben suçlu çıkacakmışım ki? Yok, Akın konuşursa olay kesinlikle aydınlanır.
Ben de bu korkunç işten yakamı sıyırırım. Ya Adem Dilli? Gerçek katil ya da
katiller yakalanırsa o mesele de çözümlenir. Nevzat’a hastalığımı anlatır,

cinayeti işleyip işlemediğimi bilmediğimden size itiraf edemedim derim olur
biter. Belki yine tatlı sert biraz nasihat eder, ama dosyayı kapatır. Yardımcısı
bile ağzından kaçırdı, Nevzat iyi bir adam... Hatta fazlasıyla iyiymiş... Umutla
dokundum Akm’ın yatak örtüsünün kenarından dışarı kaymış sol eline...
Parmakları kıpırdadı, eyvah uyandırdık çocuğu diye kaygılanıyordum ki,
gözlerini açmadan usulca çekti elini. Yine düzenli olarak nefes alıp vermeye
başlamıştı. Tam rahatlıyordum ki, derinlerden bir zil sesi duydum. Benim
telefonum mu? Hayır, benimki böyle çalmaz. Üstelik ses o kadar cılız ki. Galiba
arkadaki dolaptan geliyor. Dolabın kapağını açınca ses arttı. Akın’ı ambulansa
bindirmeden önce üzerine örttüğümüz, deri pardösünün iç cebinden geliyordu.
Uzanıp aldım telefonu... Mansur yazıyordu siyah ekranda. Arkadaşı olmalıydı?
Israrla çaldırıyordu. Belki de olayı duymuş, meraktan kıvranıyordu. “Alo?”

“Alo? Akın nerdesin oğlum ya?” Ses samimiydi.

“Şeyy, ben Akm’m hocasıyım...”

Mansur şaşırmış olmalıydı, sessiz kaldı. Güven vermek için en az onunki
kadar sıcak bir sesle açıkladım.

“Efendim, yabancı değilim, adım Müştak, tarih Profesörü Müştak Serhazin...”

“Ah hocam, sonunda tanışabildik. Ben de Mansur...” Neşeyle adeta cıvıldar
gibi konuşuyordu. “Akın sır gibi saklıyordu sizi... İsminizi bile söylemedi.
Sadece bir tarih profesörü... Sahi nerede o hayırsız? Güya bugün arayacaktı
bizi...”

Akın’m beni sır gibi saklamasına bir mana veremesem de şu Mansur denen
adamın saldırıdan haberi olmadığını anlamıştım. Ne yani şimdi olanı biteni
bütün tafsilatıyla anlatmak zorunda mı kalacaktım? Yok, en iyisi gizlemekti.

“Akın biraz rahatsız, dinleniyor...”

“Hay Allah, geçmiş olsun... Neyse hocam, zaten bize lazım olan Akm değil
sizsiniz. Mademki artık tanıştık, şu türbe meselesini sizinle konuşmak daha
doğru olur.”

Türbe mi? Neden bahsediyordu bu adam? Yoksa, yoksa beni Nüzhet’le mi
karıştırıyordu?

“Nasıl olsa işin sahibi sizsiniz.”

İşin sahibi... Tabii ya beni Nüzhet zannediyorlardı. İyi de neden Nüzhet’in
kimliğini gizlesin Akın? Sakıncalı bir iş yapıyorlardı da ondan. Türbe? Evet,
Muradiye Külliyesi’ndeki II. Murad’m türbesi. II. Murad’m mezarını
açacaklardı. Toksikoloji incelemesi için. Demek yasal başvuruları sonuçsuz
kalmıştı. Kalır tabii, sen ceddimizi rencide edecek bir rezilliğe kalkış. Rezillik mi
yoksa hakikati bulmak mı? Aman her neyse işte... Sonuçta beni de
bulaştırdılar ya bu netameli projeye... Şu telefondaki fırsatçı da patronun ben
olduğumu sanıyor. Hemen anlatmalıydım durumu başım daha fazla belaya

girmeden... Dur, dur ne belası, belki de bu bir şanstır. Talih, bütün muammayı
çözecek fırsatı ayağıma getirmiştir. Bu fırsatı tepmek delilik olur.

“Öyle değil mi hocam?” diye hevesle beni iknaya çalışıyordu Mansur. “Şu
Bursa’daki vakıflar müdürüyle uğraşarak o kadar zaman kaybettiniz. Akın’m
dayısı değil, öz abisi olsa fark etmezdi. Ona söylemiştim, araya kimi koyarsanız
koyun izin alamazsınız diye... Oysa baştan bize gelseydiniz şıp diye çözmüştük
işi... Akın’a anlatamadık ki! Neyse artık sizinle tanıştığımıza göre mesele
kalmadı.”

“Evet, evet de bunu telefonda konuşsak...”

“Olmaz!” Sesi dinleyen herkesi tedirgin edecek kadar gizemli çıkmıştı. “Takdir
edersiniz ki, bu işler telefonda anlatılmaz Müştak Bey.”

Şantajcı Adem Dilli’den sonra, mezar hırsızı Mansur... Aferin Müştak, iyi
yolda ilerliyorsun. Mezar hırsızı Mansur... Bunlar boş lakırdı, değil mezar
hırsızı, ölü sevici bile olsa fark etmezdi. Belki de beni temize çıkartacak olan
adam telefonun öteki uçundaydı.

“Haklısınız,” dedim heyecanımı gizlemeye çalışarak. “Yüz yüze görüşelim. Ne
zaman?”

“Hemen...” “Hemen mi?”

Yok, bu kadar hıza gelemezdim ben ama Mansur’un acelesi vardı.

“İşi uzatmanın âlemi yok hocam. Bugün Akm’la buluşacaktık. Madem o
rahatsızlanmış, siz gelin. Haşan Usta da yanımda... Biliyorsunuz, daha önce de
restorasyon çalışmalarına katılmış. Sadece türbe değil, camisinden
medresesine, bütün külliyeyi avucunun içi gibi biliyor. Türbeye nasıl gireceğini
de açıklar. Alacağı ücreti de söyler, hem benim komisyonu da konuşuruz. Hadi,
Zeyrek’teki dükkânda sizi bekliyoruz...” “Zeyrek’teki dükkân?”

“Akın anlatmadı mı? Helal olsun, ketum çocukmuş. Haşan Usta’nın
nalburiye dükkânmdayız. Sağlam Nalburiye... İbadethane Sokağı, Molla Zeyrek
Camii’nin paralelinde... Neyse, hadi fazla bekletmeyin bizi...”

“Tamam.” Hastane odasının ilaç kokulu havasını ciğerlerime doldurduktan
sonra biraz da kendimi ikna etmek için kararlılıkla tekrarladım. “Tamam,
hemen geliyorum.” “Aşk, akıl tutulması yaratır insanda” Hastaneden çıktığımda
kar yeniden başlamıştı; usulca çöken karanlığın içinde sessizce uçuşan beyaz
zerrecikler. Sokaklar hızla tenhalaşıyordu. Nüzhet’in bahsettiği o yürüyüşün
yapılabileceği enfes bir kış gecesi başlamak üzere. Ama benim hiç de yürüyüş
yapacak halim yok. Kafamın içinde üç ses birbiriyle kıyasıya mücadele
etmekte.

“Gitmemelisin oğlum, atla şuradan bir taksiye... Ya da bin dolmuşa doğru
evimize... Karışma Nüzhet’in işine. Sana ne padişahların nasıl öldüğünden? Biz
kendi yağında kavrulan insanlarız.” Annem bu. Burnumu sokmazsam, işlerin

yoluna gireceğine inanıyor zavallı. Keşke söylediklerini yapabilsem, şu anda
hayatta en çok istediğim şey olanları unutup, evimin huzurlu duvarlarının
ardına sığınmak. Ama artık çok geç, boğazıma kadar çamura batmış
durumdayım.

“Evet, sakın o kadını dinleme oğlum. Ben yıllarca dinledim de ne oldu?
Yapman gereken eve değil, Nevzat’a gitmek. Bir bir anlatacaksın olanları...
Evet, ta en başından... Tamam, dedektif romanlarında polisler çoğunlukla aptal
olarak gösterilir ama kanundan kaçılmaz oğlum. Onlar senden daha iyi bilir.
Ne de olsa devlet görevlileri...”

Aslında babamın dediklerini yapacaktım, Nevzat olmasa bile Ali’yle
konuşacaktım. Fakat Teoman geldikten sonra, eski asistanımı ona emanet
edip, koridora çıktığımda deli fişek komiseri göremedim. Odanın kapısında
İstanbul’da gö

rev yapmanın sıkıntıları hakkında derin bir muhabbete koyulmuş iki polise
sordum, onlar da bilmiyorlardı. Eğer Ali’yi bulabilseydim...

“Ali’yi bulsaydın da söylememeliydin,” diye itiraz etti ruhumun karanlık
dehlizlerinde gizlenen saldırgan... “Aklım devletiyle bozmuş babana inanma.
Polisle molisle olmaz bu iş. Yapmamız gereken çok basit... Önce Şaziye’ye
uğrayıp şu emanetimizi alalım. Sonra Zeyrek’teki nalbura gidelim. Anlayalım
bakalım, neyin nesiymiş şu herifler. Nüzhet ne yaptıracakmış onlara? Oradaki
işimiz bitince de Şişli’ye dönelim... Hastaneye değil, Hanımefendi Sokağa... Dilli
Şarküteri’ye. Kış gecesi... Vakit de ilerlemiş... Kimsecikler olmaz sokakta. Adem
Dilli tezgâhın arkasında hafiften başlamıştır içmeye. Karşı bile koyamaz. İçeri
girer girmez silahı çıkarıp kafasına üç kurşun. Kredi kartımızın slibini kasadaki
paralarla birlikte attık mıydı cebimize, mesele hallolmuş demektir. Artık isteyen
istediği gibi konuşsun...”

Bu manyağın düşüncelerine pek itibar etmesem de Şaziye’ye uğrama
konusundaki önerisi aklıma yatmıştı. Hem içindeki tabancayla çantamı orada
bırakmaz, hem de kim oldukları hakkında en küçük bir fikrim bile
bulunmayan adamların yanına elim boş gitmemiş olurdum. O niyetle, daha
şimdiden karın beyazlaştırdığı arka sokaklardan Osmanbey’e yöneldim.

Yine sekreter kız açtı kapıyı. Her zamanki gibi mahmur bir hali vardı, her
zamanki gibi uykulu... Kelimeleri sündürerek nerdeyse fısıltı halinde söyledi.

“Buyurun Müştak Bey... Hoş geldiniz...”

Aslında onu gördüğüme sevinmiştim. Teyze kızım gelmemiş olmalıydı,
çantamı alır, çabucak sıvışırdım buradan. Ama hevesim kursağımda kalacaktı.

“Şaziye Hanım da içeride, sizi bekliyor.” Bakışlarım boşluğu taradı.

“Çantam...”

Aynı ruhsuz, cansız sesle mırıldandı. “Doktor Hanım aldı, onun odasında.”

Belki de telaşlanacak bir durum yoktu. Belki de çantada ne olduğunun
farkında değildi Şaziye. Öylesine almıştı yanına. Ama kapıyı açıp, içeri girince
yanıldığımı anladım. Babamın tehlikeli oyuncağı teyze kızımın masasının
üzerinde masumca duruyordu. Masumca diyorum, çünkü Şaziye’nin lacivert,
kemik çerçeveli gözlüklerinin arkasından karanlık iki namlu gibi yüzüme
dikilmiş gözleri, çok daha tehditkârdı. Teyzemin korkunç suratı geldi aklıma. “
İşte foyan meydana çıktı Müştak. Ne kadar çabalarsan çabala gerçekleri örtbas
edemezsin.” Sarı, neredeyse bal rengi ışık bile yumuşatamıyordu, Şaziye’nin
giderek annesine benzeyen yüzündeki sert ifadeyi.

“Nereden geliyorsun Müştak?”

Kapıyı kapatmamı bekledikten sonra sormuştu sorusunu. Sekreter kızın
konuştuklarımızı duymasına hiç gerek yoktu. Ne olursa olsun kontrolü
kaybetmezdi Şaziye. Ama ne yazık ki sesi annesininki kadar iticiydi. Dün
akşamki kavganın ardından yumuşayan teyze kızı gitmiş, biraz da kendi
muayenehanesinde, hastalarına hükmettiği masanın başında oturmanın
verdiği üstünlükle o her zamanki demir leydi havasına girivermişti. Ben de
daha kapının önünde yapıştırdım cevabımı.

“Nüzhet’in evinden... Polis birkaç belge gösterdi. OsmanlIca yazılar filan...
Çözememişler. Cinayetin esrarlı bir proje yüzünden işlenmiş olabileceği
üzerinde duruyorlar. Fatih’in babasını öldürme ihtimali...”

Alaycı bir tavırla mırıldandı.

“Baba katilliği ha... Freud aklını bozmuştu bu konuyla...”

Bu meseleye fazla dalma, yoksa sen de fırlatırsın, demek istiyordu.
Aldırmadım. Benden yorum gelmeyince, gözlükleri gibi lacivert rengi ojeyle
boyanmış işaret parmağının tırnağıyla önündeki tabancanın kabzasına vurdu.

“Peki, bu nedir Müştak?” Şaziye’nin afrasmı tafrasını çekecek halim yoktu.

“Tabanca,” dedim omuz silkerek. “Babamın tabancası... Hatırlarsan, o ölünce
ruhsatını üzerime almıştım. Hem de annenin ısrarlarıyla... Koca köşkü neyle
koruyacakmışız?” Sakin adımlarla masaya yaklaştım. “Daha önce de
görmüştün. Hani geçenlerde evinin kapısını açık görünce telaşla bana gelmiştin
de elimde bu tabancayla evinde hırsız aramıştık ya...”

Makyaj kalemiyle kalınlaştırılmış kaşları çatıldı. “Ne olduğunu görüyorum
Müştak. Bu silahın burada ne işi var?”

“Polislerin yanına giderken yanımda götürmeyeyim dedim.” Manalı bakışlarla
süzdü.

“Polislerin yanına giderken... Ama ben onu da sormuyorum.

Bu tabancanın çantanda ne işi var?”

Masanın üzerindeki silaha uzanırken giderdim merakını. “Kendimi
koruyorum.”

Kara gözleri tedirginlikle kıpırdadı. “Kimden?”

Tabancayı masanın üzerinden aldım. “Katillerden.”

En küçük bir hareketimi bile kaçırmadan beni izliyordu. “Hangi katillerden?”

Söze başlamadan önce tabancayı, yine masanın üzerinde duran çantama
yerleştirdim.

“Nüzhet’in katillerinden.” Kinayeli bir bakış fırlattım. “Nerede oldukları belli
değil çünkü, her an her yerde karşıma çıkabilirler.”

Ne bakışım, ne manidar sözlerim etkili oldu. “Kimlikleri belli oldu mu? Kim
öldürmüş Nüzhet’i?”

Zerrece üzerine alınmamıştı. O halde açık oynamak zorundaydım.

“Bilmiyorum.... Belki sen biliyorsundur.”

Değme padişahlara taş çıkartacak o kendinden emin duruşu bozulur gibi
oldu.

“Ne diyorsun Müştak? Ben nereden bilecekmişim katilleri?”

Bakışlarımı üzerinden ayırmadan, hastaları kabul ettiği koltuğa oturdum.

“Belki Nüzhet anlatmıştır. O kadar gidip gelmişsin evine...”

İtiraz edecek sandım, aksine koltuğuna yaslanarak kollarını boğazlı, siyah
kazağının göğsünde kavuşturdu. “Demek öğrendin görüştüğümüzü.”

“Öğrendim.” Sesimin dalgalanmamasına özen gösteriyordum. “Anlamadığım
şu, madem Nüzhet’le görüşüyordun, dün akşam o gerdanlık için neden
başımın etini yedin?” Kibirle kısıldı gözleri.

“Çünkü Çeşm-i Lal’i Nüzhet’in boynunda hiç görmemiştim.

Belki utanmıştır karşımda takmaya...”

Sözleri mantıklıydı, Nüzhet hep tedirgin olmuştu Çeşm-i Lal meselesinden.
Ama Şaziye gerdanlığı bir rastlantı sonucu da görmüş olabilirdi. Ve nasıl ki dün
akşam bana patladıysa, Çeşm-i Lal’i eski sevgilimin ince uzun boynunda
görünce yine bir öfke krizi sonucu, sehpanın üzerinde duran mektup açacağını
kaptığı gibi...

“Seni sevdiğimi bilirsin Şaziye... Senin kötülüğünü istemem. İstemem çünkü
hayatta senden başka yakınım yok... Yine aynı sebeple kimsenin sana zarar
vermesine de izin vermem. Ama bir şey soracağım, lütfen doğruyu söyle.”

Başını hafifçe kaldırdı, dimdik baktı gözlerime. “Tamam, sor...”

Rolleri değişmiş gibiydik, sanki ben doktor olmuştum, o hasta.

“iki gün önce, akşam saat altı ile sekiz arası neredeydin?” “Ne?” diye bağırdı.
“Ne? İnanmıyorum, beni cinayet işlemekle mi suçluyorsun?” Hiddetten ayağa
fırlamıştı. “Müştak sen manyak mısın? Nasıl böyle bir şey düşünebilirsin?”

Manyak olabilirdim ama böyle düşünmem için yeterince nedenim vardı. Hiç
istifimi bozmadan, aşağıdan yukarı süzdüm onu.

“Seni hiçbir şeyle suçladığım yok. Sadece altı ile sekiz arası nerede olduğunu
sordum.”

“Müştak, sen sahiden çıldırmışsın...” Derin bir hayal kırıklığı vardı sesinde.
Hayır, az önceki öfkesinden sıyrılmıştı, acımaya benzer bir ifade süslüyordu
gergin yüzünü. “Senin tedaviye ihtiyacın var.”

Umurumda bile değildi sözleri. “Sorumun cevabını alamadım.” Çaresizce
çöktü koltuğuna.

“Peki dinle o zaman... Saat altıda ben nerede miydim? Parkinsonlu bir
hastam var Acıbadem’de, Sezai Bey... Saat 18:15 gibi ona uğradım. Hastalığı
ilerlediği için Sezai Bey beni doğrulayamaz ama karısı Meral, oğlu Şükrü, gelini
Emel, Moldovyalı bakıcısı Yelena tanığımdır. İstersen telefonlarını vereyim,
sor...” Utanmam gerekirdi, en azından mahcup olmalıydım, hayır hiç de öyle
bir his yoktu içimde. Madem ki, Nüzhet’le görüştüğünü benden gizlemişti,
elbette her türlü yalanı da söyleyebilirdi. Bakışlarımdaki suçlayıcı ifade
kaybolmadığı için olsa gerek Şaziye cinayet saatinde neler yaptığını anlatmayı
sürdürüyordu.

“Yedi gibi çıktım Sezai Bey’in evinden. Kar yağıyordu, her taraf bembeyazdı,
İstanbul’da sıkça karşılaşmadığımız bir kış gecesi... Sokaklar erkenden
ıssızlaşmış. Karın tadını çıkararak eve kadar yürüdüm.” Derinden bir iç geçirdi.
Yeniden konuşmaya başladığında sesindeki sıkıntı yerini itham eden bir tona
bırakmıştı. “Eve gelince de önce senin dairene çıktım. Hatırlarsan o öğleden
sonra beni aramıştın. Ben de ancak eve gelirken fark etmiştim aradığını. O
yüzden önce sana uğradım ama yoktun. Dikkatini çekerim saat sekize
geliyordu. Bir saat sonra yeniden indim. Yine yoktun. Üçüncü kez kapını
çaldığımda ise saat ona geliyordu, sen karşımdaydm...” Bakışları
ayakkabılarıma kaydı. “Hatırlıyorsun değil mi? Ayakların çıplaktı. Tuhaf bir
halin vardı. Tedirgindin, heyecanlanmıştın, tatsız bir telaş içindeydin. Az önce
geldiğini söyledin. Güya karda yürümüşsün. İnsan iki buçuk saat boyunca
karda yürür mü?”

İşte, bizim Şaziye. Tepeden tırnağa mantık, tepeden tırnağa irade... Eğer
duygusal bir anında değilse onu kimse alt edemez. Bütün suçlamalarımı
çürüttüğü yetmezmiş gibi bir anda katil zanlısı da yapıvermişti beni. Üstelik
kuşkularında yerden göğe kadar haklıydı. Ama ne kadar haklı olursa olsun,

benim teslim olmak gibi lüksüm yoktu.

“Anlamsız suçlamalarla yaptığın hatayı örtemezsin,” diye gürledim. “Karda
yürüdüğümü söyledim, ama önce Çiya’ya uğrayıp karnımı doyurdum... Şu
senin yemeklerine bayıldığın restorana... Yani iki saat boyunca sokaklarda
aylak aylak dolanmadım. Hatalı olan sensin, Nüzhet’le görüştüğünü bana
söylemeliydin.”

Çıkışım işe yaramıştı, o itham eden tavır silindi gözlerinden. “Senin iyiliğin
için söylemedim. Seni yeniden kırmasından korkuyordum. Aynı travmayı
yeniden yaşatmasından...” Sözleri içime dokunmuştu ama o kadar kolay teslim
alamayacaktı beni. “Madem öyle, niye Nüzhet’le görüşüyordun o zaman?”
“Anlamaya çalışıyordum. Çünkü onu hep senden dinlemiştim, anlattığın
kadarıyla tanıyordum. Gerçek Nüzhet’i tanırsam, sana daha fazla yardım
edebilirim diye düşündüm.” “Yani benim anlattıklarıma güvenmiyordun?”

Aptal soruma, zekice bir karşılık verdi.

“Güvenmiyordum, çünkü Nüzhet’e deli gibi âşıktın. Aşk, akıl tutulması
yaratır insanda, görüşümüzü çarpıtır. Âşık olan kişi, âşık olduğu kişiyi objektif
olarak değerlendiremez. Sen de öyle yapıyordun; kadıncağızı ya göklere
çıkarıyordun ya da yerin dibine sokuyordun. Gerçek ortalarda bir yerlerde
olmalıydı.”

“O yüzden gidip Nüzhet’i buldun?”

“Bulmadım, tesadüfen karşılaştık. İki ay kadar önce... Şu ilerde, metronun
köşesinde. Muayenehaneden yeni çıkmıştım, o tanıdı beni... ‘Hiç
değişmemişsin,’ dedi bana. Ama Nüzhet değişmişti; o güzel kadın, sanki hızla
çökmüştü.” Sustu, bakışları yüzüme kilitlendi. “Bak, nasıl da asıldı suratın.
Ondan bahsederken şimdi bile etkileniyorsun.”

“Yok, sana öyle geliyor,” diye yalanlara sığındım ama ne yaparsam yapayım
boşuna, haklı olduğunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. “Hayat da aşk kadar
merhametsiz Müştak... Özellikle de kadınlara karşı... O tatlı kız, o senin aklını
başından alan Nüzhet nasıl da orta yaşlı bir kadına dönüşüvermişti.” Sahiden
üzülmüş gibi içini çekti. “Ama gülümsemesi hep aynı kalmış, bir de
gözlerindeki o ışık... Senden bahsetti. Özlemiş gibiydi. Yıllardır arayamadığım
söyledi. Nedenini sordum, söylemedi. ‘Bize gelsene, birlikte çay içeriz,’ dedi.
Telefonunu aldım, bir hafta sonra arayıp gittim.”

Aptalca sorgulamalardan vazgeçmiştim artık, yıllardır görmediğim neler
yaptığından emin olamadığım sevgilim hakkında ilk elden bilgiler almanın
heyecanı üstün gelmişti.

“Topu topu üç kere gittim zaten, bir kere de o buraya geldi.

Geceleri uyuyamıyormuş, sakinleştirici bir ilaç istedi.” Daha fazla
sabredemedim.

“Peki niye aramamış beni?”

“O konuya girmek istemedi. Aslında Nüzhet’i süngüsü düşmüş gördüm biraz.
Özel hayatında neler olup bittiğini bilmiyorum ama anladığım kadarıyla işler
pek yolunda git memiş. Böyle durumlarda insan, yaralarını saracak birini arar.
Onu koşulsuz seven, koşulsuz şefkat gösteren birini. Hiç öyle gözlerini iri iri
açma Müştak. İnsan bencil bir hayvandır. Hepimiz öyleyiz, önce kendimizi
düşünürüz. Nüzhet de öyleydi. Kendisini pohpohlayacak, kırılmış kalbini tamir
edecek birine ihtiyacı vardı. Elbette o kişi şendin. Sanırım benimle görüşmek
istemesinin nedeni de buydu; senin hakkında bilgi almak. Onun hakkında
neler düşündüğünü öğrenmek.”

“Sen ne söyledin?” Çekingen bir sesle açıkladı.

“Artık onu sevmediğini... Seninle görüşürse kalbinin kırılacağını... Senin de
çok mutsuz olacağını...”

Aslında kızmalı, hatta bağırıp çağırmalıydım. Eğer Nüzhet’i böyle
yönlendirmese çok daha önceden arayacaktı beni. Ama arasa ne olacaktı?
Manzara ortadaydı, eski sevgilim beni sevmiyordu belki de hiç sevmemişti.
Şaziye’nin söylediği gibi yaralanmış gururunu, benim şefkatli sözlerimle tedavi
etmek istiyordu. Belki daha da beteri, bana acıyordu. Bir insana zarar vermiş
olmanın vicdanında uyandırdığı rahatsızlığı gidermek istiyordu. Şaziye’yle
görüşmesinin nedeni de buydu. Peki sonra niye fikir değiştirmişti, neden
aramıştı beni? Niçin olacak, projesine yardım etmem için. Kariyeri söz konusu
olunca, Müştak’m üzülmesi, yeniden kahrolması kimin umurunda.

“Aramadı seni değil mi?”

O kadar masum bir tavırla sormuştu ki, boş bulundum, “Nüzhet mi?” diye
mırıldandım.

“Başka kim olacak?” Gözlerini kısarak bakıyordu yüzüme. Canlı bir yalan
makinesi gibi davranışlarımı, mimiklerimi tek tek test ediyordu. “Yoksa aradı
mı?” Korkunç bir gerçekle karşılaşmış gibi sarsıldı. “Müştak, o eve gitmedin
değil mi? Cinayet gecesi orada değildin?”

Değildim tabii, neler saçmalıyorsun diye azarlamam gerekirdi ama
yorulmuştum. Evet yalan söylemek yormuştu beni, bu akıl oyunlarından, bu
küçük entrikalardan bıkmıştım. Kararsızlığımın uzaması Şaziye’yi kelimenin
tam anlamıyla allak bullak etti. Adeta yalvarırcasına sordu:

“Müştak onu sen öldürmedin değil mi?” Çözülmek üzereydim, bilmiyorum
diye başlayıp olanı biteni kendi hakkımdaki bütün kuşkularımı anlatmak
üzereydim ki, birden başıma gelecekleri olanca çıplaklığıyla gördüm. Şaziye’nin
panik içinde beni azarlaması, ardından durumu nasıl kurtarırız diye planlar
yapması, belki de polise gitmemi önermesi. Velhasıl durumun iyice berbat bir
hale gelmesi...

“Ne diyorsun sen Şaziye,” diye bu kez çıkıştım. “Ben niye öldüreyim

Nüzhet’i?”

İkna olmasa da kibar davranmaya çalıştı.

“Ya kusura bakma, akim başındayken elbette yapmazsın ama şu krizlerden
birini geçirdiysen, o anlarda...”

Kendi sözleriyle vurmayı denedim.

“Yapma Şaziye, daha dün gece bizzat sen söyledin psikojenik füg
hastalarının, kriz anında birini öldürmesi mantıklı değil, diye... Beyin, gerçekle
başa çıkamadığı için hafızanın kontağını kapatırmış. Krize neden olan sorunla
yüzleşmemek için...”

“Biliyorum, biliyorum,” diyerek sıkıntıyla başını salladı. “Ama insan beyni
korkunç bir makine. Biz hâlâ bu makinenin sırlarına vakıf değiliz. Genellemeler
yaparak çalışma yöntemini anlamaya uğraşıyoruz. Hastalıkları, sapmaları,
davranış bozukluklarını böyle ortaya çıkarıyoruz. Ama adı üstünde genelleme,
arada birçok istisna olay bulunabilir.” Bu defa inanmak istercesine baktı
yüzüme. “Lütfen bana gerçeği söyle Müştak, yeni bir kriz geçirmedin değil mi?”

“Geçirmedim,” diye söylendim. “Niye inanmıyorsun? Dün de anlattım kriz
filan geçirmedim. Annemin ölümünden sonra yaşadığım o hafıza kaybından bu
yana hiç öyle bir unutma nöbetine tutulmadım.” Kara gözlerinde hâlâ gri
kuşku bulutlan geziniyordu. “Yalan söylemiyorum Şaziye, öyle bir olay
yaşasam, önce sana anlatırım.”

“Anlatırsın değil mi?’

Galiba rahatlamaya başlamıştı.

“Kesinlikle... Elimden başka türlüsü gelmez ki... istesem de yapamam...”
Kucağımdaki çantayı işaret ettim. “Silah da bunun kanıtı değil mi? Eğer
Nüzhet’i ben öldürsem, kendimi korumak için neden tabanca taşımak zorunda
kalayım? Hiç hoşlanmam bu tür aletlerden...”

Evet, inadı kırılmıştı, sanırım bana inanmaya başlamıştı. “Yine de taşıma o
silahı... Katillerin sana bulaşması için bir neden yok ki...” Gülümsedi. “Hem o
kadar beceriksizsin ki, kendini vurursun sonra...”

Kendi acizliğime sığınmak çok adiceydi, ama zeki teyze kızımı kandırmanın
başka yolu da yoktu. Üstelik zaman hızla akıyordu, bir an önce Zeyrek’teki
nalburiye dükkânında olmak zorundaydım.

“Haklısın,” diye mırıldandım toparlanırken. “Ben de bin pişman oldum
tabancayı yanıma aldığıma... Ama ne yapayım! Çok korkmuştum...” “Şahane
bir duyguymuş insanların senden korktuklarını görmek” Taksiden indiğimde
kar hafiflemiş belki de durmuştu; ama bu kadarı bile sokağın yumuşak bir
beyazlıkla kaplanması için yetmişti. O sebepten yolun ağzında indirdi şoför
beni... “Zincirim yok beyefendi, bu yokuşu çıkamayız.” Tek bir lamba bile

yanmıyordu engebeli sokakta ama ne gam, karlardan yayılan yumuşak ışık,
karanlığı aydınlığa çeviriyor, görünmezi görünür kılıyordu. Temkinli adımlarla
yokuşu tırmanırken Sağlam Nalburiye’yi görmek için gözlerimi kısarak etrafa
bakındım. Bırakın nalburiyeyi, bir bakkal dükkânı bile yoktu. Daha ileride
olmalıydı. Hadi bakalım tabana kuvvet.

Sokağın köşesine yaklaşırken ortalık birden aydınlanıverdi. Kocaman bir tur
otobüsünün farları. Molla Zeyrek Camii’nden geliyor olmalıydı.
Konstantinopolis’in en görkemli ibadethanelerinden biri olan eski Pantokrator
Kilisesi’nden... Konstantinopolis kuşatması sırasında Ortodoksların,
Katoliklerle birleşmesine inatla karşı çıkan Gennadius’un kendini kapattığı
ibadethane. Fatih Sultan Mehmed, şehri aldıktan sonra ısrarla Gennadius’u
aratmış, ancak onu kilisede bulamamıştı, çünkü yeniçeriler tarafından esir
edilerek Edirneli zengin bir Türk’e köle olarak satılmıştı. Genç padişah, Edirneli
zengine misliyle altın sayıp Gennadius’u özgürlüğüne kavuşturdu ve onu
Ortodoks Hristiyanların patriği yaptı. Tur otobüsünün lastikleri karın üzerinde
derin izler bırakarak geçerken Fatih Sultan Mehmed’in karmaşık kişiliğini
düşündüm. Bir yanda tahtta kaldığı zaman içinde seferden sefere koşarak
dünyayı ele geçirmeye çalışan bir savaşçı, öte yanda enfes aşk şiirleri yazan
ince ruhlu bir şair, bir yanda egemenliği altındaki halkların kendi inançlarını
yaşayabilmelerini kanunlarla güvence altına alan hoşgörülü bir insan, öte
yanda kardeş katli fermanını yayımlayan katı bir devlet adamı, bir yanda
amacına ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmeyen bir padişah, öte
yanda Doğu’nun ve Batı’nın bilim adamlarını sarayında toplamaya çalışan
aydın bir hükümdar. Bunların hangisiydi Fatih? Belki hiçbiri, belki hepsi.
Yaptıklarının hangilerini mecbur olduğu için yapmıştı, hangilerini zevk için?
Çözümlenmesi zor, karmaşık bir kişilik. Sanırım Nüzhet’i de cezbeden buydu.
Karmaşık kişilik. Elbette sadece bu değil, projede kullanacağı metodu daha çok
önemsiyor olmalıydı. Psikiyatrinin yöntemleriyle tarihin yöntemlerini
kullanarak bir hükümdarın profilini çıkarmak. Bu mümkün müydü? Mümkün
olsa bile, bu metodla insan hakikate ne kadar yaklaşabilirdi ki? Tarih,
geçmişteki hakikati ne kadar açıklayabiliyorsa o kadar...

Ama bunun bir önemi yoktu artık. Düşüncesi ya da seçtiği yöntem ne olursa
olsun, bir bilim insanı, geliştirmek istediği bir proje yüzünden canından
olmuştu. Asıl vahim olan buydu. İyi de emin miyiz bundan? Nüzhet, Fatih
projesi yüzünden mi öldürüldü? Sezgin katil olmadığına göre, zaten hiçbir
zaman tam anlamıyla kuşkulanmadığım Şaziye de cinayet saatinde nerede
olduğunu kanıtladığını göre, Tahir Hakkı’nın o at hırsızı suratlı asistanı kalıyor
geriye... Akın’a tokat bile atmış. Bıraksalar belki de daha orada parçalayacaktı
çocuğu... Sabah trafikteki halini düşünsene, bildiğin psikopat... Peki ya Adem
Dilli’nin söyledikleri? Cinayet saatinde Hanımefendi Sokak’ta görmüş beni...
Yeni bir bilgi değil ki bu. Orada olduğumu biliyorum zaten. Bilmediğim
Nüzhet’in boynuna o mektup açacağını benim saplayıp saplamadığım. Adem
Dilli’nin de bundan haberi yok ama var sanıyor. Nüzhet Ablası’nı, Müştak
Abisi’nin öldürdüğünden emin. Saçma! Niye öldüreyim ki? Niye mi? Hayatımı
mahvettiği için. Beni yerin dibine soktuğu, acı çektirdiği, delicesine

kıskandırdığı için, beni acımasız, öfkeli, yapayalnız bir ucube haline getirdiği
için... Hayır, hayır... Onu ben öldürmedim. Sadece bir kriz geçirdim. Şaziye de
söyledi, psikojenik füg anında hastanın birini öldürmesi pek mümkün değilmiş.
‘Pek mümkün değil,’ dedi ama imkânsız demedi. İnsan beyni korkunç bir
makineymiş, hâlâ sırlarına vakıf değillermiş... Yani? Yanisi Adem’in tahmin
ettiği gibi Nüzhet’i ben de öldürmüş olabilirim... Saçmalıyorum... Serhazinlerin
yine o kadim suçluluk duygusu... Her türlü kötü olaydan kendini sorumlu
tutma hastalığı... “Memleketi bu menfi durumdan kurtarmak için üzerimize
düşen görevleri harfiyen ve eksiksiz olarak yerine getirmek elzemdir. Bu
mesuliyeti kanında ve canında hissetmeyen bireyler...” Babamın sözleriyle, tam
anlamıyla kanıma, canıma işleyen, şu çantamdaki tabanca kadar etkileyici bir
miras... Tabanca deyince birden ürperdim. Ensemde birinin bakışlarını
hisseder gibi oldum. Dönüp arkama baktım. Elbette kimse yoktu, bir kış gecesi
evhamı... Yeniden yürümeye başlarken gördüm Sağlam Nalburiye’nin ışıklı
tabelasını... Yirmi metre kadar ilerde köşedeki en biçimsiz, en yüksek
apartmanın girişindeydi.

Floresan lambasının buz rengi çiğ ışığıyla aydınlanan bir dükkân... Dükkân
demek haksızlık olur. Devasa bir mağaza... Yüksek raflardan oluşan
koridorlar... Boya, çimento, alet edevat, takım taklavat, inşaata dair ne
ararsanız... Boya raflarının arasından, kumral, sakalsız, bıyıksız, yakışıklı bir
adam beliriverdi karşıma.

“Merhaba...” Giyim kuşamımdan mı, hal ve tavrımdan mı nedir, anlamıştı
kim olduğumu. “Hoş geldiniz Müştak Hocam.”

Buluşacağım adamlardan biri olmalı... “Hoş bulduk...”

Benden bir baş daha kısaydı ama sağlam yapılıydı. Yakışıklı biri olmasına
rağmen itici, insanı rahatsız eden bir yan vardı davranışlarında... Nerdeyse
kırmızıya çalan kahverengi gözleri sürekli hareket ediyordu. Anneannemin
tabiriyle insanın gözünden sürmeyi çalacak şu fırıldak heriflerden biri...
Anlamaya çalışır gibi baktığımı fark edince, “Mansur...” diyerek elini uzattı.
“Telefonda konuşmuştuk.”

Ilık, yumuşak eli, avucumda kaybolurken tatlı tatlı şikâyet etti. “Geciktiniz,
nerdeyse vazgeçtiğinizi düşünecektik.” “Yollar bir felaket Mansur Bey...”

Kendi sesimin ürkekliğini duyduğum anda hata yaptığımı anladım. Daha
cesur olmalıydım. Madem ki bir oyuna başladım, rolümün hakkını
vermeliydim.

“Zor bela geldim valla... Nerdeyse vazgeçecektim gelmekten...

Karda kayan arabalar, adım adım ilerleyen trafik...”

Gülümsedi, ince, hırslı dudaklarının çevrelediği kocaman ağzı iyice
yayvanlaştı. Önce sararmış dişlerini gördüm, ardından sigara kokan nefesi
çarptı yüzüme.

“Teşekkür ederiz geldiğiniz için... Sizi de yorduk bu kışta kıyamette... Ama bir
aydır konuşuyoruz, artık bitirelim şu işi.” Tabii bitirelim de komisyonunu
cebine at diye aklımdan geçirirken rafların arasından güvenli adımlarla bize
yaklaşan, beyaz saçlı, ince bıyıklı bir adam fark ettim. Soba borusu renginde
bir takım elbise, yana kaykılmış kırmızı bir kravat, cüretkârca bakan, yeşil mi,
ela mı olduklarına karar veremediğim şehla gözler. Ustalıktan işadamlığına
geçiş aşamasında bir girişimci.

“Bu da Haşan Usta...” diyerek adamı takdim etti Mansur. “Telefonda
bahsettiğim arkadaş.”

Dudaklarında yılışık bir gülümseme, sahte bir saygıyla önünü ilikleyerek elini
uzattı.

“Merhaba hocam. Hoş geldiniz.”

Onun da elini sıktık; nasırlı, pütür pütür bir ten. “Merhaba Haşan Bey.”

Keşke usta deseydim, bu bey lafı fazla kibar kaçtı galiba...

Ama adamların hiç de yadırgamış gibi bir hali yoktu.

“Buyurun şöyle geçelim.” Haşan Usta’nın fırıncı küreğini andıran eli,
rengârenk paketlerin sergilendiği, birbirine paralel uzanan rafların sonunu
gösteriyordu. Karanlık sokaklarla çevrili, tenha bir mağazanın derinlikleri...
Beni şurada kıtır kıtır kesseler kimsenin ruhu duymaz. Ürperdiğimi hissettim.
Hayır, ödlekliğin lüzumu yoktu, madem ki buraya kadar gelmiştim sonuna
kadar da gitmeliydim. Hem silahım da yanımdaydı. Çantamı sıkı sıkıya
kavrayarak adamın gösterdiği tarafa yöneldim.

Köşede gösterişli bir masa... Masada gümüş sırtlı bir bilgisayar, kırmızı
ahizeli bir telefon, üst üste duran iki kirli defter, dörde katlanmış haritaya
benzer bir evrak... Üzeri si

gara yanıklarıyla dolu küçük bir sehpayı çevreleyen kadife kumaşlı üç
koltuk.

“Siz şöyle geçin hocam...”

Masayı gösteriyordu Haşan Usta. Tarih profesörüne saygı mı, birlikte suç
işleyeceği müşterisini kafaya alma çabası mı?

“Olmaz Haşan Bey, orası sizin yeriniz,” diyerek sağdaki koltuğa çökecekken
kolumdan yakaladı beni.

“Lütfen hocam... Bakın orada türbenin planları var. Masanın üzerinde daha
iyi görürsünüz.”

Türbenin planları deyince akan sular durdu. Masanın üzerindeki dörde
katlanmış evraka bakarak gösterilen koltuğa çöktüm.

“Bu mu türbenin planı?”

“Evet,” dedi Haşan Usta; masanın karşı ucunda, Mansur’la birlikte ayakta
dikiliyordu. “İki yıl restorasyonunda çalıştım külliyenin... O zamanlardan
kalma...” Akima bir şey gelmiş gibi duraksadı. “Ama önce bir şeyler içseydik...
Üşümüşsünüzdür. Taze demlenmiş çayımız var.”

Evet, üşümüştüm, şöyle şekerli bir çay hiç de fena olmazdı, hatta
yanında atıştıracak bir şeyler... Fetih gezisi sırasında otobüste ikram
ettikleri sandviçle duruyordum hâlâ ama belki de üç gündür içinde
debelendiğim o derin muammayı çözecek sihirli bir el yazması gibi
masanın üzerinde bekleyen şu evrakı bir an önce görme isteği
açlığımdan daha ağır bastı.

“Teşekkür ederim, belki daha sonra,” diyerek Muradiye Külliyesi’nin planına
uzandım. Haşan Usta izin vermedi, benden önce aldı, dörde katlanmış kâğıdı.

“Ben anlatırsam daha iyi olur.”

İri parmaklarından beklenmeyen bir beceriyle kâğıdı açarak masanın üzerine
yaymak istedi. Ama bilgisayar engel oluyordu. Lüzumsuz bir aleti uzaklaştırır
gibi eliyle itti bilgisayarı.

“Yağız kullanıyor bunu...” Açıklama gereği hissetti. “Yağız bizim oğlan... İş
için değil ha, bütün gün oyun oynayıp duruyor kerata... Kaldırıp atacağım bir
gün sokağa...”

Nihayet külliyenin planı önüme serilmişti.

“Şimdi Müştak Hocam, esasında külliyenin içinde kazı yapmamıza imkân
yok. Mansur kardeşe de anlattım. Eğer alt bahçedeki şu kuyuyu ıslah etme
projesi olmasaydı, bu işi imkânı yok, yapamazdık. Eskiden külliyenin su
ihtiyacı için bir sürü kuyu açmışlar sonra bunlar kapanmış. Onlardan birini
bulduk. Islah ediyoruz. İşte o kuyudan açacağımız bir tünelle mezara
ulaşabiliriz.”

Haşan Usta anlatırken, kâğıdın üzerindeki daire, kare ve dikdörtgenleri
anlamaya çabalıyordum. Aklımda kaldığı kadarıyla Bursa’daki Muradiye
Külliyesi böyle bir yapılanma içerisinde değildi. Öncelikle cami ile türbenin
birbirine bu kadar yakın olduğunu hiç sanmıyordum. Üstelik külliyenin
bahçesinde pıtrak gibi yan yana, karşılıklı olarak dizilmiş on iki türbe olması
lazımdı. Sadece II. Murad ve çok sevdiği oğlu Alaeddin Ali’nin birlikte yattığı
türbe değil, Hüma Hatun, Şehzade Mustafa, Cem Sultan, Şehzade Ahmed’in ve
OsmanlI hanedanına mensup kişilerin son istirahatgâhlarmın bulunduğu
türbeler... Oysa önümdeki planda aralıklarla ancak beş bina görülüyordu.
Başka bir kesiti mi anlatıyordu bu çizim, diye düşünürken usta yapacağı işin
güçlüklerini sayıp döküyordu.

“Tamam, vakıftakiler de camidekiler de bana güveniyor ama İstanbul’un
göbeği... Herkesin gözü üzerimizde olacak.” İstanbul’un göbeği mi? Neden

bahsediyordu bu adam? Bir terslik vardı bu işte. Bakışlarım önümdeki planın
tepesindeki başlığa kaydı. İncecik yazılar, güçlükle seçilebiliyordu. Endişeyle
yakın gözlüğümü çıkardım.

“Ama meraklanmayın Müştak Hocam, biz kuyuda olduğumuz için, aşağıda
ne yaptığımızı kimse fark edemez. Böylece Allah’ın izniyle tünelimizi rahatça
kazıp mezara ulaşabiliriz... Elimiz çabuktur bizim... Hem külliyenin her yerini,
her köşesini biliyorum.”

Gözlüğümü takınca harfleri seçmeye başladım ve beni hayretler içinde
bırakacak o iki kelimeyi okudum: Fatih Külliyesi... Tepeme yıldırım düşmüş
gibi sarsıldım.

“Ne!”

“Evet Müştak Hocam, Fatih’in mezarına ancak böyle ulaşabiliriz.” Neye
şaşırdığımı anlamamıştı adam, koparacağı paranın hayaliyle hâlâ yapacağı işi
satmaya çalışıyordu. “Rahmetlinin mezarı türbenin altında değil zaten, caminin
mihrabının altında... Fatih orada yatıyor.”

Fatih Külliyesi... Tabii ya... II. Murad’m değil, Fatih’in naaşınm peşindeydi
Nüzhet... II. Mehmed’in babasını zehirle

mesi ihtimalini araştırmıyordu, Fatih’in kendi öz oğlu II. Bayezid tarafından
zehirlenmesini araştırıyordu. Sandığımın aksine Fatih’i katil olarak değil,
kurban olarak görüyordu. Baba katili sandığı padişah Fatih değil, oğlu II.
Bayezid’ti... Nasıl da atlamıştım ben bunu? Aslında atlamamıştım,
bilinçaltımda bir yerlerde bu ihtimali düşünüyor olmalıydım ki, rüyamdaki
Fatih’e, “Nikris hastalığından ölen bir insan gördün mü hiç sen?” diye
sordurtmuştum. Ama metcezir gibi gidip gelen aklım, doğru fikir yürütmemi
engellemişti... Fakültedeki odamı altüst etmeleri, bilgisayarımda II. Bayezid
hakkında yazılmış bir makale var mı diye yaptıkları arama... Evet, şimdi taşlar
yerine oturuyordu. 1481 yılının Mayıs ayında Sultan Çayır’ı denilen yerde
yaşama gözlerini yuman Fatih’in bu ani ölümünün peşindeydi eski sevgilim. O
yüzden bu adamlarla ilişkiye geçmişti. Yanlış, Nüzhet değil, Akın bulmuştu
Adem Dilli’nin Zeyrek versiyonu olan bu tekinsiz herifleri... Ama hırslı
hocasının isteğiyle tabii. Ah Nüzhet, kimlere bulaşmışsın sen?

“Biz bu işin erbabıyız,” diyerek Mansur adındaki parlak herif almıştı sözü.
“Akın bana bu işten bahsedince, hemen aklıma Haşan Usta geldi. Bu işi ondan
başkası halledemez dedim. Ustayla konuşunca Akın da hemen ikna oldu. Size
de öyle anlattı değil mi?”

“Evet,” demeye hazırlanıyordum ki rafların arasından bir gölgenin
yaklaştığını fark ettim. Saçları jöleyle dikleştirilmiş, kirli sakallı gençten bir
adam. Sanki dışarıda kar yağmıyormuş gibi sırtında ince bir deri ceket,
bacaklarında rengi atmış bir kot pantolon...

“Herkese merhaba...”

Dünyayı takmayan, asi bir tavırla konuşuyordu.

“Merhaba Yağız,” dedi Mansur alaycı bir tavırla. “Şükür kavuşturana...
Nerdesin ya kaç saattir?”

“Buradayız Mansur Abi, takıldık biraz...” Ters ters baktı babası.

“Lafa bak, takılmış...” Yanlarında benim olduğumu unutmuş gibiydi. “Dün
ortalıkta yoktun, sesimizi çıkarmadık. Sabah evden çıktığımda uyuyordun...
Annene, ‘Kalkar kalkmaz, dükkâna yolla,’ dedim, gelmedin. Kaç defa aradım
cevap vermedin. Nerdeyse dükkânı kapatacağız şimdi geliyorsun, bir de
utanmadan takıldık mı diyorsun...” A l A “Yaa tamam baba ya, geldik işte...”

Adam artık yatışacak diye düşünüyordum ama birden irkildi. “Gözüne ne
oldu senin?”

Gerçekten de Yağız’m sağ gözü mosmordu, alt dudağında da iyileşmeye yüz
tutmuş küçük bir yara vardı.

“Yine mi kavga ettin lan yoksa?”

Yağız’m yardımına Mansur Abisi yetişti. Ee ne de olsa ikisi de bıçkın, ikisi de
delikanlı...

“Tamam abi ya, çok üstüne gitme çocuğun. Gençlikte olur böyle şeyler... Hem
bak misafirimiz var.”

Haşan derhal toparlandı, mahcup bir ifadeyle baktı yüzüme. “Kusura
bakmayın hocam, böyle sizin önünüzde... Esasında

öyle kolay kolay sinirlenmem... Ama görüyorsunuz işte...” Oğluna döndü
yeniden. “Bak koca profesör, bu karda kışta, ta nerelerden kalkıp buraya kadar
geliyor, sen kıçını kaldırıp iki adımlık yerden gelemiyorsun.”

Yadırgayan bir ifade belirmişti Yağız’m babası gibi şehla gözlerinde...

“Profesör mü?”

Sanki yakından görürse tanıyacakmış gibi babasıyla Mansur’un yanına, tam
karşıma gelmişti. Gülümseyerek, masanın üzerinden elimi uzattım.

“Merhaba Yağız Bey, ben Müştak...”

Hastalık yayacak bir nesneymiş gibi süzdü elimi. Niye, ne olmuştu da
hoşlanmamıştı bu genç adam benden?

Delikanlının tavrından rahatsız olan Haşan Usta, “Akm Bey’in bahsettiği
profesör, oğlum...” diye tanıttı beni. “Hani şu Fatih türbesini açma işi var ya...”

Hayır, Yağız yine uzanmadı elime... “Siz Akın’ın hocası mısınız?”

Sesi kuşku doluydu. “Evet,” dedim boşlukta kalan elimi geri çekerken.

“Babanızın bahsettiği projeyi yapacak kişi.”

“Yalan!” Sesi nalburiye dükkânının derinliklerinde yankılandı. “Yalan
söylüyor baba... Bu adam, o profesör değil. O profesör bir kadın.”

İşte şimdi mahvolmuştum. Çektiğim elimi kimseye sezdirmeden çantamın
ağzına doğru götürdüm. “Ne sayıklıyorsun Yağız?” diye gürledi Mansur. “Akm
bana bile anlatmadı hocasının kim olduğunu. Sen nereden biliyorsun?”
Haksızlığa uğramış gibi ellerini yana açarak haykırdı, “Valla doğru söylüyorum
Mansur Abi... Akın, kadının resmini bile gösterdi bana...”

“Neler saçmalıyorsun?” diye çıkıştı babası. “Ne zaman gösterdi Akın o resmi
sana?”

Yüzü kıpkırmızı olmuştu, nedense cevap veremiyordu. Belki de ölümüme
neden olacak bu genç serseri, babasının karşısında kıvranırken çantamın
kapağını açmaya muvaffak olmuştum.

“Söylesene oğlum!” Sabrının sonuna gelen Haşan yeniden sordu: “Ne zaman
gösterdi Akın o resmi sana?”

“iki gün önce...” Yutkundu. “ İki gün önce gösterdi. Hani buradan birlikte
gittiğimiz akşam...”

İki gün önce... Nüzhet’in öldürüldüğü akşam... Yani Akm’m saldırıya uğradığı
akşam... Yani bu it mi varmış Akm’m yanında? İki mezar soyguncusuyla
birlikte ben de şaşkınlıkla Yağız’a bakıyordum.

“Birlikte mi gittiniz Akın’la?”

Soran Mansur’du. Sesinde, gözlerinde bu hatayı nasıl yaparsın diyen bir
ifade.

“Beyoğlu’na çıkalım dedi, sana bira ısmarlayayım dedi. Ben de takıldım
peşine...”

Neler olup bittiğinin farkında olmayan Haşan safça sordu: “Sarhoşken mi
baktın fotoğrafa? Belki o kafayla yanlış görmüşsündür?”

Daha fazla dayanamadı Yağız, itham eder gibi işaret parmağını yüzüme
doğrultarak haykırdı.

“Yok baba ya, anlamıyorsun bu adam sahtekâr...” Öteki ikisi telaşla bana
döndüler.

“Yağız büyük bir hata yapıyor,” dedim başımı sallayarak ama sağ elim,
kucağımdaki çantanın içindeki tabancanın ahşap sapma sımsıkı sarılmıştı.
“Ben, sahtekâr değilim. Ben Akm’m hocasıyım. Tarih profesörüyüm... İsterseniz
kimliğimi göstereyim size...”

O kadar makul ve mantıklıydı ki sözlerim, Haşan yeniden oğluna döndü.

“Lan oğlum sapıttın mı sen? Niye sahtekâr diyorsun Müştak Bey’e? Ne içtin
lan sen?”

Anlaşılmamanm verdiği hırçınlıkla olduğu yerde zıpladı oğlan... “Bir şey
içmedim baba ya... Ben bir şey içmedim de, o Akın ibneymiş.”

Oğlunun söylediklerinden bir anlam çıkaramayan adam kafasını salladı.

“Ne ibnesi lan? Kulağın duyuyor mu söylediklerini? Ne kötülüğünü gördük
Akm’ın?”

“ibne! O Akın bildiğin ibne... Niye anlamıyorsun baba, adam evine götürdü
beni yav...”

Haşan duraksadı.

“ibne mi? Nasıl yani? Bildiğimiz ibne mi?”

Suratının ortasına sert bir yumruk yemiş gibi sarsıldı. “O ibne seni evine mi
götürdü?”

Sırrı açığa çıkan Yağız, utanç içinde ağlamaya başladı. “Farkında değildim
baba, bilsem gider miydim? Bana, ‘Gidelim, içkiye evde devam ederiz,’ dedi. Ne
bileyim ben, iş yapacağız adamla samimi olmakta fayda var dedim.”

“Ne diyorsun lan sen?” Gözleri dehşetle faltaşı gibi açılmıştı.

Öfkeyle oğlunun yakasına sarıldı. “Samimi olmak ne demek lan?” Tir tir
titriyordu çocuk.

“Yok baba, düşündüğün gibi değil... Bir şey olmadı.” “Nasıl bir şey olmadı?
Gitmişsin ya herifin evine?”

“Gittim ama namusumu korudum. Elini önüme atınca, anladım niyetini. Yer
misin yemez misin, ağzına sıçtım orospu çocuğunun... Öldü diye bıraktım.”

Oğlunun birini öldürmüş olması hiç önemli değilmiş gibi, “Doğru söyle,” diye
sarsaladı Yağız’ı. “O ibne ilişmedi değil mi sana?”

Başını dikip adeta gururla söylendi, erkek adamın erkek evladı.

“Parmağını bile süremedi. Öldü diye bıraktım diyorum sana.” Eliyle morarmış
gözünü, yaralı dudağını gösterdi. “O da bana vurmaya kalktı. Beceremedi tabii.
Kırdım kemiklerini lubunyanın... Öylece, kanlar içinde bırakıp çıktım nonoşu
evinde...”

Galiba sonunda kani olmuştu Haşan, oğlunun yakasından çekti ellerini ama
ateş saçan gözlerini Mansur’a dikti.

“Ya sana ne diyeceğiz?” diye çıkıştı. “Niye bulaştırıyorsun bizi böyle ibnelere...
Duydun mu, neler yapmış çocuğa?” “Valla bilmiyordum Hasan Abi, bilsem
bulaşır mıyım öyle adamlara... Biraz para kazanırız dedik.”

“Yerin dibine girsin parası, durduk yere namusumuzdan olacağız.” Birden
hatırlamış gibi bana baktı. “Siz de koca profesörsünüz, niye böyle sapıklarla
çalışıyorsunuz?”

Kendimi savunmama fırsat kalmadı.

“Ya baba ne profesörü, yalan söylüyor bu adam,” diye gürledi Yağız. “O
profesör, bir kadın diyorum sana ya. Akın denen ibneyle birlikte fotoğraflarını
gördüm evde. Adını da söyledi, Nezahat mı, Nüzhet mi ne?”

Hasan’m yüzüme dikilmiş şehla bakışları kuşkuyla ağırlaştı, tehdide
dönüştü.

“Kimsin lan sen?” diye patladı. “Ne istiyorsun bizden?” “Bir şey istemiyorum,”
diye kekelememi bile beklemeden masanın üzerinden uzanıp, beni yakalamaya
çalıştı. Duracak sıra değildi kendimi geri atıp çantadan tabancayı çıkardım.
“Kıpırdamayın, yoksa ateş ederim!”

Ama sesim o kadar cılız, o kadar inandırıcılıktan uzaktı ki, Mansur dahil
hiçbiri ikna olmadı tetiğe basabileceğime.

“Silah mı çekiyorsun lan bize!” diye gürledi Haşan. Gözlerini korkusuzca
namluya dikmişti. “O tabancayı alır kıçına sokarım şimdi.”

Rezillik, rezillik, rezillik... Ah salak Müştak, ah, senin ne işin var böyle
adamlarla? Sen kim, netameli işlere bulaşmak kim? Silahı tutan elim titremeye
başlamıştı, öteki elimle destek vermeye çalıştım, nafile, daha beter titriyordu.

“Daha tutmasını bile bilmiyorsun, bırak lan o tabancayı.” Haşan sözleriyle
beni tahkir ederken Mansur ile Yağız masanın iki yanından bana yaklaşmaya
başlamışlardı. Tabancayı umutsuzca bir ona, bir ötekine çeviriyordum.

“Gelmeyin, bak ateş ederim. Gelmeyin, bak valla basacağım tetiğe...”

Mansur’a bakarak tamamlamıştım sözlerimi. Ne büyük bir hata. Dönmeye
fırsat bulamadan, Yağız’m yumruk darbesiyle sarsıldım. Aynı anda Mansur iki
eliyle birlikte tabancaya sarılmıştı bile. Ama pes etmedim bütün gücümle
yapıştım babamın silahına, o anda Yağız denen it de yandan yandan
indiriyordu kafama yumrukları. Allahtan tüy sikletti de pek etkili olmuyordu
darbeleri... “Bırakmayın, sakın bırakmayın,” diye Haşan da oğluna destek
vermek için masanın bu tarafına hamle eyledi. Durum vahimdi, son bir
gayretle silahı kurtarmak için çekiştirirken elim tetiğe dokundu ve babamın
38’lik Cold’u gürültüyle patladı. Bir anda tüy gibi hafifledim; üçü de anında
kendini yere atmıştı. Ruhumun karanlık mağarasında yaşayan psikopatın sesi
neşeyle çınladı kulaklarımda. “Gördün mü? Hepsi nasıl da tırstılar. Şimdi birer
tane de kafalarına...”

O kadar da değil, ama nedense bir kez daha bastım tetiğe... Fatih’in topu gibi
gümbürdüyordu mübarek... Tavandan parçalar döküldü yere.

“Gelmeyin üstüme demiştim...”

Yerdekiler panik içinde titrediler. Sürüngenler gibi ellerinin üzerinde geri geri
çekilmeye çalıştılar. Ne kadar şahane bir duyguymuş insanların senden
korktuklarını görmek... “Niye dinlemediniz sanki... Sadece konuşmak
istiyordum.” Beti benzi atmış, gözleri korkuyla açılmış Hasan’a baktım. “Oğlun
yanlış düşünüyor, ben sahtekâr değilim, anladınız mı? Sizi hapse filan

attıracak da değilim.” “Ama ben attıracağım.” Bu tanıdık ses, alçıların
bulunduğu rafların önünde dikilen Ali’den geliyordu. Ellerini göğsünde
kavuşturmuş dudaklarında takdir eden bir gülümsemeyle beni süzüyordu.
“Bravo hocam, çok etkilendim, performansınız

müthişti.” “Babalarını öldüremeyen çocuklar hiçbir zaman büyüyemezler”
Bazen aklınız tutulur, heyecan benliğinizi ele geçirir, kendi mahvınıza sebep
olacak bir adım atmış olmanıza rağmen coşku burnunuzun ucundaki hakikati
görmenizi engeller ya, sanırım öyle olmuştu. Nalburiye dükkânında
öğrendiklerim, katil olma ihtimalimi güçlendirmesine rağmen, ben, babamın
tabancasını ateşlemiş olmanın verdiği gururla kendimden geçmiştim. Oysa
küçükken o silahı görmekten bile korkardım. Belki de büyümemiz için
babamızın ölmesi gerekiyordu. Yoksa Freud, “Dostoyevski ve Baba Katilliği”
incelemesinde bunu mu anlatmak istiyordu? Babalarını öldürmeyen çocuklar
hiçbir zaman büyüyemezler. Elbette mecazi anlamda. Baba, geçmiş kültürü
temsil ediyordu, eskinin ağırlığından kurtulmak için, ebeveynlerin ağırlığından
kurtulmak mı gerekir demek istiyordu ünlü psikanalist? Bu toprakların
kültürüne ne kadar uzak bir önerme... Biz, hakiki anlamda babamızı öldürsek
bile mecazi anlamda öldürenleyiz. Hep bir baba figürüne ihtiyacımız var.

Her neyse işte, Başkomiser Nevzat’ın basık tavanlı odasındaki floresan
lambanın beyaz ışığı en az nalburiye dükkânındaki kadar çiğ olmasına rağmen,
nedense kendimi çok daha rahat hissediyordum burada. Oysa meskun
mahalde silah kullanmak gibi bir suç işlemiştim. Her ne kadar Ali taraf
tutarak, “Müştak Hocam kendini korudu,” diye açıkça beni savunsa da
üzerimde silah taşıyor olmam bile başlı başına şüphe uyandıracak bir
davranıştı. Ayrıca, davanın başından beri defalarca yaptığım gibi polislerden
bilgi saklamış, mezar kazıcılarla buluşmaya gideceğimi onlara bildirmemiştim.
Elbette bunu itiraf etmedim. Mansur’dan telefon gelir gelmez, hemen odadan
çıkıp hastane koridorlarında Ali Komiser’i aradığımı, bulamayınca görevli
polislere sorduğumu ama fazla vaktim olmadığından buluşmaya tek başıma
gitmek zorunda kaldığımı anlattım. Ama beni adım adım izleyen Ali bunları
zaten biliyordu. En küçük bir detayı bile kaçırmamak için gözlerini dikmiş
yüzümdeki her bir mimiğimi, her bir davranışımı pürdikkat izleyen Başkomiser
Nevzat ise “Bir telefon açacak kadar bile vaktiniz yok muydu?” diye serzenişte
bulunmasına rağmen fazlaca üstüme gelmedi. Belki zamanını bekliyordu.
Onun da aklı, Fatih’in mezarının açılması meselesine takılmış olmalıydı.

“Demek yanılmışız,” diye söylendi hayal kırıklığı içinde. “Demek Nüzhet
Hanım, II. Murad’m değil, Fatih Sultan Mehmed’in türbesini açtırmaya

çalışıyormuş. Peki, böyle bir ihtimal var mı gerçekten? Yani Fatih zehirlenmiş
olabilir mi?” Faili meçhul bir cinayeti çözmeye çalışan bir başkomiserden çok,
tarihi bir şahsiyetin ölümünü araştıran hevesli bir bilim adamına benziyordu

“Kadim bir tartışmadan söz ediyoruz,” dedim Nevzat’ın ikram ettiği simitten
bir parça daha ısırmadan önce... “Fatih Sultan Mehmed, Sultan Çayırı denilen
yerde öldükten sonra başlayan bir tartışma...”

Başını hafifçe geriye attı. Sanki böylece beni daha iyi görecek, sözlerimin
anlamına daha iyi kavrayacaktı.

“Ben de duymuştum bu iddiayı...” Ağzımdaki simit parçasını hızla çiğnedim.

“Tabii, o sebepten ayaklanmıştı yeniçeriler... Şehirde isyan çıktı. Yahudi
Mahallesi basıldı, Sadrazam Karamani Mehmed Paşa parçalanarak öldürüld”

Boğazıma takılıp kalan hamur ve susam kalıntılarını mideme yollamak için
aceleyle çay bardağına uzandım.

“O kadarını bilmiyordum,” dedi Nevzat yazıklanarak. “Doğru dürüst bilgiye
sahip değiliz tarihimiz hakkında.” Sıcak sıvı ağzımda buruk bir tad bırakarak
mideme yollanırken, “Ne yazık ki öyle,” diye destekledim onu. “Ama şunu da
unutmamak lazım. Bütün bu olaylara rağmen zehirlenme meselesi hâlâ bir
iddia. Fatih’in öldürüldüğü kanıtlanamadı.” Gözlerinde zekice bir ışık belirdi.

“Çünkü ne bir tanık var, ne de kanıt değil mi?”

“Aynen öyle... Sadece bir şiir... Dönemin tarih yazıcılarından
Âşıkpaşazâde’nin eserinde yer alan bir şiir...” Hatırlamaya çalıştım.
“Yanılmıyorsam şöyleydi: Tabibler şerbeti kim verdi hana

/ O han içti şarabı kana kana / Ciğerin doğradı şerbet o hanın /
hemin-dem zârı etti yana yana / Dedi niçün bana kıydı tabipler /
Boyadılar ciğeri canı kana. Birkaç dize daha olması lazım ama çıkaramadım
şimdi.”

“Niçün bana kıydı tabibler,” diye tekrarladı Nevzat. Gözleri kısılmış, yüzü
gerilmişti. “Gerçekten de şüphe uyandırıcı sözler. Peki, daha sonra, mesela
günümüzde, Nüzhet Hanım’dan önce diyorum, kimse gündeme getirmedi mi bu
konuyu? Yani Fatih’in zehirlenmiş olabileceği meselesini?..”

“Nüzhet’in evinde kitabını gördüğünüz Alman tarihçi yazdı...” Anında
hatırladı uyanık polis.

“Franz Babinger...”

“Ta kendisi... ‘Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı’nın yazarı... Kitap fethin
beş yüzüncü yılında yayımlanmıştı, yani 1953’te. Babinger eserinde Fatih
Sultan Mehmed’in zehirlenmiş olabileceğinden söz eder. Hafızam beni
yanıltmıyorsa ‘Fatih’in çok sayıda düşmanının oluşu ve ölümünün detayları

muhtemelen zehirlendiğini gösteriyor,’ diye kayıt düşer. Daha sonra 1964’te
ressam ve müzeci Elif Naci, Fatih’in mezarının açılması ve toksikoloji testi
yapılmasını önerir. Dönemin gazetelerinin bu konuya yakından ilgi gösterdiğini
biliyoruz. Hatta Abdi Ipekçi’nin konuyla ilgili bir açık oturum yaptığı bile
söylenir. O dönem yazılanları okumuştum, müze müdürlerinden dönemin
müftüsüne, önde gelen gazetecilerinden sanatçılara kadar birçok kişi mezarın
açılmasında bir sakınca olmadığını belirtiyorlardı. Ama sonra ne olmuşsa
olmuş konunun üzeri kapatılmış. Arada küçük tartışmalar olsa da konuya dair
kimi metinler yazılıp, hatta kitaplar yayımlansa da mesele sarsıcı bir şekilde
kamuoyunun gündemine gelmemiş. Fakat anlaşılıyor ki, bütün tehlikesine
rağmen bizim Nüzhet bu meseleyi yeniden açmak istiyordu.” Masanın üzerine
uzattığı ellerinin parmaklarını birbirine geçirdi.

“Tehlikesine rağmen mi? Fatih’in zehirlenmiş olduğunu söylemenin ne
tehlikesi var?”

Ne yani, bilmiyor muydu bunu? Hayır, ağzımdan laf almak istiyordu. Madem
başkomiserimiz beni sınamaya kalkmıştı, o halde hayal kırıklığına uğratmamak
lazımdı.

“Şanlı tarihimize leke süren biri olarak anılma tehlikesi,” diye açıkladım.
“Milletine, ülkesine ihanet eden biri olarak damgalanma endişesi...”

Neden söz ettiğimi elbette çok iyi biliyordu ama kurcalamayı sürdürdü.

“Niye öyle anılasınız ki? Gerçek buysa gizlemenin ne anlamı var?”

Tahir Hakkı’nın ikaz eden sözleri yankılandı kulaklarımda: “Başarıya aç,
suçluluk duygusuyla kıvranan bu ezik milletin elinden, bunu da almaya
kalkışmayın.”

Müstehzi bir gülümseme belirmiş olmalı dudaklarımda. “Öyle değil mi?” diye
üsteledi Nevzat. “Tarihten söz ediyoruz burada... Yani bilimden... Bilimde gizli,
saklı olur mu?” “Çok haklısınız ama o kadar basit değil... Bilimle uğraşmak
bazen çok tehlikeli olabilir. Mesela Fatih’in zehirlendiğini kabul ederseniz
ardından gelecek soruya da cevap aramanız gerekir: Onu kim zehirledi?”

Yorgun gözlerinde bir ışık yandı söndü. “Kim zehirlemiş?”

“Polis olan sizsiniz. Böyle bir cinayet işlendiyse katili sizin bulmanız gerekmez
mi?”

Küçük bir kahkaha koyverdi.

“Beş yüz küsur yıl önceki bir vakayı mı? Üstelik cinayet olup olmadığı bile
belli olmayan bir ölümü. İnsaf Müştak Hocam... Tamam polis olan biziz, ama
tarihçi olan da sizsiniz. Gereken bilgileri vermezseniz olayı nasıl çözelim?”

Bu adamın karşısında çok dikkatli olmalıydım, nalburiye dükkânındaki o
çapulculardan çok daha tehlikeli biriydi Nevzat. Kırk yıllık dostmuşuz gibi

sıcacık gülümsemesi, teklifsizce simit ısmarlaması, çay söylemesi, bunların
hepsi sahteydi. Nazik, anlayışlı, hoşgörülü bir adam değildi başkomiser, benim
dostum hiç değildi. Güvenimi kazanıp Nüzhet’in öldürülmesine dair sakladığım
bilgileri öğrenmenin peşindeydi. Öyle babamın emektar tabancasını ateşleyerek
de kurtulamazdım, bu şeytana pabucunu ters giydirecek adamdan... Hep
tetikte durmalı, gardımı asla düşürmemeliydim.

“Size gereken bilgiler nedir Nevzat Bey?”

“Aslında tam bir fikrim yok.” Son derece mütevazı bir tavırla konuşuyordu.
“Sahiden yok...” Oturduğu koltukta toparlandı, bana yakınlaşmak istercesine
masada öne eğildi. “Elimizde gizemli bir vaka var. Ama bu cinayeti çözmek için
Fatih Sultan Mehmed’in nasıl öldüğünü bilmemiz gerekiyor.” Sanki
söylediklerini anlamıyormuşum gibi sormak gereğini hissetti. “Yanlış mı
düşünüyorum?”

Yüksek sesle onayladım.

“Yoo, doğru düşünüyorsunuz.”

“O zaman bu konuda beni aydınlatmanıza ihtiyacım var. Fatih’in yaşamı...
Düşmanları kimdi? Ölümünden kimler yararlandı?” Sevimli bir tavırla gözlerini
iri iri açtı. “Eğer elimizde tanık ya da kanıt yoksa, o cinayetten kim çıkar
sağlamış, kim mutlu olmuş, ona bakmamız gerekir.”

Samimi görünüyordu, üstelik ihtiyacı olan bilgileri vereceğimden emin olarak
dinleme pozisyonuna geçmişti bile. Kendini sözlerime teslim etmiş gibi... Ama
hayır, hepsi görüntüde... Görünene aldanmamalıydım, bu babacan tavırlı
adamın her sözü bir sorgu tuzağıydı, her davranışı beni oyuna getirmeyi
amaçlayan sinsi bir hamle. Öte yandan, artık onun istediğini yerine
getirmemek de olmazdı, üstelik Fatih’in yaşamını anlatmakta ne sakınca
olabilirdi ki?

“Tamam anlatayım ama kırk dokuz yıllık bir ömürden söz ediyoruz,” dedim
önümde duran çay bardağını yana çekerek. “Oldukça uzun sürebilir bu.”

Sabırla gözlerini kırptı.

“Önemli değil hocam, vaktimiz var. Ali içeride türbe hırsızlarını sorguluyor.
Zeynep şu sizin maktule hediye ettiğiniz Çeşm-i Lal üzerinde çalışıyor. Biz de
tarih üzerine sohbet ederiz biraz...” Bakışları, boşalmış çay bardağıma kaydı.
“Birer de çay söyleriz.”

“Teşekkür ederim çay istemem ama bir bardak su varsa...” Eğilip masanın
dolabını açtı, büyükçe bir su şişesiyle cam bir bardak çıkardı. Bardağı kendi
eliyle doldurup uzattı. “Buyurun, afiyet olsun...”

Ben boğazımda kalan son simit kalıntılarını suyla temizlerken, “Zaten en
başından anlatmanıza gerek yok...” diye ye niden konuya döndü. “Fatih’in ne
zaman doğduğunu, tahta kaç kez çıktığını, Konstantinopolis’i nasıl aldığını

filan biliyoruz. Biz ölüm anını konuşalım... Tekfur Çayırı mı demiştiniz?
Fatih’in son nefesini verdiği yerden söz ediyorum.”

Bence sonrasını da çok iyi biliyordu, kendini yeryüzünde Allah’ın gölgesi
olarak gören Fatih’in Bakara Suresi’nde buyrulan, “Doğu da Allah’ındır Batı
da” hükmü uyarınca, Konstantinopolis’i fethettikten sonra Osmanlı devletinin
sınırlarını hem doğuya hem de batıya doğru genişleterek, otuz yıl içinde dünya
hâkimiyetine aday bir imparatorluk oluşturduğunun farkındaydı. Sırbistan,
Mora Yarımadası, Eflak, Midilli, Arnavutluk, Eğriboz, İşkodra, Otranto, Doğu
Anadolu, Amasra, Trabzon, Kırım, Karaman onlarca devlet, onlarca beylik,
yüzlerce şehir, yıllarca süren savaşlar... Yılmak bilmeyen bir hükümdar,
yorulmak bilmeyen bir adam, ne pahasına olursa olsun hayalini
gerçekleştirmeye çalışan bir idealist... Büyük İskender, Sezar, Moğol
İmparatorluğu ve Islami fetihlerin yarattığı büyük heyecan... Onun bu dinmek
bilmez heyecanının peşinde sınırlardan sınırlara koşturan, savaştan savaşa
seğirten çeşitli milletlerden kurulu bir ordu... Bu devasa savaş makinesini
besleyen farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan bir halk... Osmanlı
İmparatorluğu...

Elbette Nevzat bunları biliyordu. Belki detaylara benim kadar sahip değildi
ama onları da konunun uzmanı bir tarihçiden rahatlıkla öğrenebilirdi. Hayır,
ilgisini çeken sadece bu büyük hükümdar değildi, bu sıra dışı padişahın hayat
hikâyesini benden dinlemek istiyordu. Fatih’in hayatı kadar merak ettiği konu
Nüzhet’i boğazlamış olup olmadığımdı.

“Evet, Tekfur ya da Sultan Çayırı...” diye tekrarladı, odaya girdiğimden beri
cızırdayıp duran telsizin sesini kısarken. “Fatih niye gitmişti oraya?”

“Elbette yeni bir sefer için.” İçindeki suyu yarısına kadar içtiğim bardağımı
masanın üzerine bıraktım. “Ama bu yeni seferin nereye yapılacağı
bilinmiyordu.”

Güya hayrete kapılmış gibi kaşları çatıldı.

“Nasıl bilinmiyordu? Koca ordu, on binlerce insan payitahttan kalkacak,
günlerce süren bir yolculuk yapacak. Üstelik sonunda zorlu bir savaşın
yapılacağı bir yolculuk... Gidilecek yer bilinmeden neye göre, nasıl hazırlık
yapılacaktı?” Esrarengiz bir bakış fırlattım. “Bence de tuhaf. Gerçi Fatih son
derece ketum bir hükümdardı. Kendisinden başka kimseye güvenmezdi ama
savaş denen o büyük organizasyonu gerçekleştirmek için, elbette komutanların
nereye gidileceğini bilmesi gerekirdi. Çünkü bu sefer için üç yüz bin kişilik bir
ordu kurulduğundan söz ediliyor.”

“Üç yüz bin kişilik bir ordu ha...” diye hayranlıkla tekrarladı. “Dişli bir
rakibin üzerine gidiyor olsa gerek... Tahmini düşman kim?”

Bizim yeni yetme tarihçiler bile belki bu kadar isabetli bir soru soramazdı.

“Üç ihtimal vardı. En azından Osmanlı tarihçilerinin dile getirdiği üç

ihtimalden söz edebiliriz. İlki, Memlüklerle yapılacak bir savaştı. Hac yolundaki
su kuyularının tamiri yüzünden çıkan husumet, iki devlet arasındaki
hâkimiyet savaşının alevlenmesine neden olmuştu. Buna dayanarak, Fatih’in
yönünün Mısır olduğu söylenebilir.

“İkinci ihtimal olarak, Rodos’a yapılacak bir çıkarmadan söz edilebilir. Son
Rodos seferinin başarıya ulaşmamış olması Fatih’in aklından çıkmıyor,
Akdeniz’de çıbanbaşı gibi duran bu adadaki düşman hâkimiyetini kırmayı çok
istiyordu.

“Üçüncü ihtimal ise İtalya’nın fethiydi. 1480 yılında Gedik Ahmed Paşa
komutasında İtalya’ya gönderdiği ordu, Otranto’yu almış, yani Osmanlılar
çizmeyi ele geçirmeye hazır hale gelmişlerdi. Ancak ordunun yönünün Anadolu
olması sebebiyle Rodos ya da İtalya ihtimali zayıf kalıyordu. Muhtemelen hedef
Mısır’dı.”

Eksik bir parça kalmış gibi beklentiyle bakıyordu Nevzat. “Başka bir
ihtimal...”

Fatih’in yaşamını kesinlikle çok iyi biliyordu bu polis.

“Bir ihtimal daha vardı,” dedim muzip bir gülümsemeyle. “Ama onu şimdi
söylemeyeceğim. Belki de olanı biteni öğrendikten sonra siz bulursunuz
dördüncü ihtimali.”

Mütevazı bir tavırla boynunu büktü.

“Hiç sanmıyorum, ama siz öyle uygun görüyorsanız...”

“O ihtimali sizin bulacağınızdan eminim... Neyse... Fatih Sultan Mehmed,
1481 yılının baharında son seferine çıktı. Elbette bunun son seferi olduğunu
bilmiyordu. Her zamanki gibi büyük bir coşkuyla hazırlanılmıştı yeni savaşa...
Cihan imparatoruna yakışır görkemli bir törenle saraydan ayrılarak, Üsküdar’a
ayak basan padişahın keyfi yerindeydi, hasta olduğuna dair hiçbir belirti
görülmüyordu. Gerçi son zamanlarda epeyce kilo almıştı, babası gibi o da
nikris yani gut hastalığından muzdaripti, romatizmasının olduğundan söz
ediliyordu. Üstelik hastalık nüksedince çok acı veriyordu. Hatta birkaç yıl önce
gut sancıları başlayınca seferlere kendisi çıkmamış vezirlerini göndermişti. Yani
kendini kötü hissediyor olsa bu seferi erteleyebilir ya da paşalarını
yollayabilirdi. Ama ordusunun başında bizzat kendisi düşmüştü yollara.

“Fatih, Üsküdar’a geçerken, Rumeli ordusu da Çanakkale Boğazı’nı aşıyordu,
Anadolu ordusuna da mayıs ortalarına kadar Konya’da toplanması
buyrulmuştu. Bunlar rutin işlerdi. Cenkten cenge koşmaya alışmış tecrübeli
bir ordu için sıradan olaylar. Ta ki, payitahttan ayrılan ordu Tekfur ya da
Sultan Çayırı’na gelinceye kadar.”

Sustum, boğazım kurumuştu; yeniden su bardağına uzanırken vurguladım.

“Bu arada tarihe meraklı olduğunuz için size ilginç gelebilecek bir bilgi:

Tekfur Çayırı denilen yer, Romalıların tuzağına düşen Kartacalı Komutan
Hannibal’in kendini öldürdüğü yere çok yakındı. Ve başka bir önemli not;
İstanbul’u Roma Imparatorluğu’nun başkenti yapan Büyük Konstantin de yine
bu yörede vefat etmişti. Fatih bu bilgilere sahip miydi, bilmiyoruz. Sahip olsa
bile öyle genç denecek yaşta ölürken bu bilgi, onu teselli eder miydi ondan da
emin değiliz tabii...”

Bardakta kalan suyu son damlasına kadar kafama diktim. Masallardaki gak
deyince et, guk deyince su yetiştiren kahraman gibi boşalan bardağımı şişede
kalan suyla yarı yarıya doldurdu Nevzat. Yeter ki anlatmayı sürdüreyim.

“Teşekkür ederim,” dedikten sonra kaldığım yerden devam ettim, belki de
Osmanlı tarihinin en muammalı olayı olan bu beklenmedik ölüm hikâyesine.
“Payitahttan ayrılan ordunun büyük yürüyüşü Sultan Çayırı’nda durdu.
Ansızın, birdenbire ortada hiçbir neden yokken. Bir telaş, bir koşturmaca,
alelacele otağ-ı hümayun kuruldu. Belki bilirsiniz, otağ-ı hümayun Osmanlı
sarayının çadır halinde yapılanmasıdır. Saraydaki birçok bina ve kurum otağ-ı
hümayunda varlığını sürdürür. Bir tür seyyar saray da diyebilirsiniz... “Henüz
menzile varılmadan otağ-ı hümayun kurulunca paşalardan, yeniçerilere kadar
bütün orduyu bir endişe aldı. Ne oluyordu? Niçin yürüyüşe ara verilmişti?
Fatih’in son sadrazamı, -ki kendisi Mevlana Celaleddin’in soyundan
geliyorduKaramani Mehmed Paşa, Rumeli ordusu ve Anadolu ordusuyla
zamanında buluşmak için mola verdiklerini, padişahımız efendimizin de bu
arada dinleneceği yalanıyla huzursuz askerleri yatıştırmayı denese de pek
başarılı olamamıştı. Zira hakikat çok daha vahimdi. Fatih Sultan Mehmed
birkaç gündür ağır hastaydı. Şiddetli karın ağrısıyla başlayan rahatsızlık
giderek artıyordu. Ona ilk müdahaleyi Acem hekim, Hamideddin el-Lari yaptı.
Fakat ne kadar uğraşırsa uğraşsın, hangi ilacı denerse denesin tababet ilminin
ustası olan bu doktorun çabaları hiçbir sonuç vermedi. Acılar içinde kıvranan
padişahı kurtarmak için derhal Maestro Iacopo çağrıldı Namıdiğer Yakup
Paşa... Hem başhekim, hem de Fatih’in yakın dostu olan Yahudi doktor,
sultanı görünce büyük bir ümitsizliğe kapıldı. Acem hekim Lari’nin yanlış ilaç
verdiğini, padişahın aldığı terkibin bağırsaklarını tıkadığını, artık hiçbir şey
yapılamayacağını söyledi. Ne yazık ki söyledikleri de çıktı. 3 Mayıs Perşembe
günü Fatih Sultan Mehmed acılar içinde kıvranarak hayata gözlerini yumdu.”

Avının kokusunu alan bir avcı gibi gözlerini kısmış, dikkat kesilmişti Nevzat.
Sanki beş yüz küsur yıl öncesine gitmiş, Tekfur Çayırı’nın üzerine pıtrak gibi
yayılmış rengârenk OsmanlI çadırlarının arasında gezinerek kudretli hünkârın
katilini aramaya başlamıştı. Belki de otağ-ı hümayundan içeri nasıl girerim de
olaya bulaşanları nasıl sorgularım diye geçiriyordu kafasından.

“ İki hekim var yani...” diye mırıldandı. “Zanlı olarak görebileceğimiz kişiler
onlar.”

“Evet, iki hekim... Belki içlerinden biri Fatih’i tasarlayarak öldürmüş olan iki
hekim. Belki her ikisi de suçsuz olan, sadece padişahı kurtarmaya çalışan iki
hekim...”

Kısılmış göz kapaklarının arasında zekice kıpırdanan gözleri birden durdu.

“Belki de her ikisi birden komplonun içinde olan iki hekim. Neden olmasın?
Fatih’i öldürenler işi sağlama almak için iki hekimi birden satın almış
olamazlar mı?” Bir cinayet masası başkomiserinin ilginç bakışı... Yanlış
diyebilir miyiz, hayır. Çünkü rivayet muhtelifti, her isteyen her istediğini
söyleyebilirdi, dileyen dilediği yorumu yapabilirdi ama hakikat tekti, biricikti; o
da Fatih Sultan Mehmed’in tıpkı babası II. Murad gibi beklenmedik bir anda
ölmesi.

“Elbette her iki hekim de komploya karışmış olabilir,” dedim ama çekincemi
eklemeden de duramadım. “Tabii ortada bir zehirlenme varsa...”

Suratı asılır gibi oldu, cinayet olmama ihtimali canını mı sıkmıştı ne?

“Ama kırk dokuz yaşında bir adam, üstelik zorlu bir sefere çıkacak kadar
kendini sağlıklı hissediyorken, birdenbire niye ölsün?”

“Gut hastalığından...”

Rüyamda bizzat Fatih’in dile getirdiği çelişkiye dikkat çekti. “Gut hastalığı
insanı öldürmez ki!”

Usulca başımı salladım.

“Kesinlikle haklısınız fakat sorun şu ki, bundan beş yüz küsur yıl önce, sizin
Zeynep Komiseriniz gibi kılı kırk yaran suç bilimcileri yoktu.”

“O yüzden de kimse cinayetten şüphelenmedi,” diyerek tamamladı sözlerimi.

Büyük bir memnuniyetle yanıldığını açıkladım.

“Aksine, nerdeyse herkes Fatih’in zehirlenerek öldürüldüğünü düşünüyordu.
Ama herkesin katil adayı farklıydı. Yeniçeriler, padişahın ölümünden
sadrazamı sorumlu tuttular... Ayaklandıklarını söylemiştim ya... Ama durun
durun sırayı bozmayalım. Padişah yaşama gözlerini yumunca, dirayetli
Sadrazam Karamani Mehmed Paşa, ölümü ordudan ve halktan gizlemek istedi.
Ama önce iktidar krizini önleyecek, devletin bekasını güvenceye alacak bir adım
attı. Fatih’in iki oğluna iki ulak yolladı.”

“II. Bayezid ile Cem Sultan’a...”

“Evet, Amasya’daki II. Bayezid ile Karaman’daki Cem Sultan’a... Padişah
öldüğüne göre, kardeş katlini makul gösterecek kanlı taht savaşı başlamış
bulunuyordu. Hızlı olan, zeki olan, güçlü olan tahta oturacaktı. Bir tür iktidar
rallisi de diyebilirsiniz. Sadrazam Karamani Mehmed Paşa’nın gönlü Cem’den
yanaydı, ki Fatih Sultan Mehmed’in tercihinin de küçük şehzade olduğu, II.
Bayezid’den hoşlanmadığı söylenir. Fatih’e sadık bir başvezir olan Karamani
Mehmed Paşa, belki de bu sebeple, Cem’e gidecek üç atlıyı daha önceden
yolladığı rivayet edilir. Ancak, Karaman’daki küçük şehzadeye haber iletecek üç

atlı da, Yeniçeri ağası Sinan Paşa’mn kurduğu pusuya düşerek katledildiler.
Oysa II. Bayezid’e yollanan Keklik Mustafa adındaki ulak, günlerce süren
yolculuğun ardından Amasya şehrine vardı, padişahın ölüm haberini büyük
şehzadeye iletti.

“Gönderdiği ulakların akıbetinden habersiz olan Sadrazam Karamani
Mehmed Paşa, büyük hakanın naaşım bizzat kendi nezaretinde, gizlice bir
arabaya yerleştirerek payitahta götürdü. Sultan Çayırı’ndaki askerlere de
ordugâhtan ayrılmamaları yönünde kati emir verdi. Ayrıca bir buyruk
yayınlayarak Üsküdar’dan karşı yakaya, karşı yakadan da bu yana geçişi
yasakladı. Şehirdeki acemi oğlanlarını da bir köprünün tamiri bahanesiyle
şehirden çıkarıp kale kapılarını kapattırdı. Ama sadrazam, padişahın naaşıyla
Sultan Çayırı’ndan ayrıldıktan sonra, nasıl oldu bilinmez, askerler bu acı olayı
öğreniverdi.” işin içinde bir çapanoğlu olabileceğini vurgulamak için sağ
gözümü kırptım. “Yine komplo teorisi yazacak olursak, belki de birileri
askerlerin öğrenmesini sağladı.”

“Fatih’in katilleri mi?” Konu üzerine yoğunlaşmıştı artık sessiz kalamıyordu.
“Siz detayları anlattıkça karmaşık bir saray entrikasının içine düşmüşüm gibi
geliyor.”

Hayır, fikrimi açıklamayacaktım. Hangi kanaate varacaksa kendi başına
varmalıydı.

“Bilemiyorum artık, ona siz karar vereceksiniz. Evet, padişahın yaşamını
kaybettiği öğrenilir öğrenilmez ordugâhta kıyamet koptu. Askerlerin ilk aklına
gelen, sultanın öldürülmüş olmasıydı. Ya da birileri onların kulağına bu
ihtimali fısıldamıştı. Üzüntü, hayal kırıklığı, aldatılmışlık... Bu duygular her
insanda kızgınlık yaratabilir ama mesleği ölmek ve öldürmek olan silahlı
adamlarda yarattığı etki çok daha korkunç olmuştu. Öfkeden çılgına dönen
askerler, irili ufaklı gruplar halinde, Pendik ve Kartal iskelelerine aktılar.
Oradan kayıklara dolarak tez elden payitahta ulaştılar. Hiç anlamadan,
dinlemeden evvela Karamani Mehmed Paşa’mn sarayını bastılar. Fatih’in en
güvendiği adamı, aynı zamanda devrin önemli entelektüellerinden biri olan
sadrazamı öl dürdükleri yetmiyormuş gibi bedenini orada tiftik tiftik ettiler.
Kimi tarihçilere göre, Hekimbaşı Yakup Paşa da o sırada katledildi. Belki de
öldürülmedi, o sebepten hekimbaşını ele geçiremedikleri için askerler, Yahudi
mahallesine yöneldiler. Evleri, dükkânları yağmaladılar, halkı kılıçtan
geçirdiler. İş çığırından çıkmıştı, başıbozuk takımı zenginlerin evlerine
saldırmaya başlamıştı ki, Fatih tarafından payitahtın muhafız komutanı olarak
bırakılan İshak Paşa, birdenbire tarih sahnesine çıktı ve isyana son verdirdi.”

“Niye o kadar beklemiş ki?” diye kesti sözümü Nevzat. “Keşke daha önce
müdahale etseymiş.”

Cinayet soruşturmasında uzman bir polis şefinin değil, her mantıklı insanın
sorması gereken soruydu ama ben tarafsız kalmayı seçtim.

“Gaflet diyebiliriz, belki de İshak Paşa hazırlıksız yakalanmıştır. Yeniçerilerin

olayı bu raddeye vardıracağını düşünmemiş de olabilir... Ya da İshak Paşa
bilinçli olarak müdahale etmemiştir. Sadrazam Karamani Mehmed Paşa’mn
öldürülmesine kadar özellikle beklemiştir. Hangisi doğru? Kestirmek zor. Bakış
açısına göre değişir.”

Polis şefinin gözlerindeki kuşku bulutları gitgide artıyordu. “Siz ne
düşünüyorsunuz? Gerçekten de İshak Paşa bu

komplonun içinde miydi?”

“Hiçbir şey düşünmüyorum,” dedim kesin bir ifadeyle. “Anlat dediniz, ben de
ihtimalleri sıralıyorum. Unuttunuz mu, bu ölümün bir cinayet mi, yoksa
hastalık sonucu mu gerçekleştiğine siz karar verecektiniz?”

Mahcup bir gülümseme bürüdü düşünceli yüzünü. Kuralları çiğnediği için
azarlanan sportmen bir oyuncu nezaketiyle dirseklerini masanın üzerine
dayayarak ellerini usulca yukarı kaldırdı.

“Özür dilerim Müştak Hocam, kesinlikle haklısınız. Ama içinizden gelir de
şahsi kanaatinizi söylemek isterseniz, lütfen çekinmeyin. Evet...” Kafası
karışmıştı. “Şimdi bu İshak Paşa, Fatih’in babası II. Murad’m veziri olan İshak
Paşa’yla aynı kişi mi?”

Nasıl da doğru mantık yürütüyordu. Sahiden de korkulurdu bu adamdan.
“Kesinlikle aynı kişi... II. Mehmed’in tahta çıkışma hoş bakmayan Çandarlı
Halil’le işbirliği yapan vezir. Edirne Sarayı’ndaki II. Murad yanlısı hizbin önemli
adamlarından biri... Muhtemelen bu sebepten II. Mehmed, tahta ikinci
çıkışında İshak Paşa’yı Anadolu Beylerbeyliğine atayarak Edirne’den
uzaklaştırdı. Bununla da kalmadı babasının eşlerinden Halime Hatun’la
evlendirdi. Aradan geçen yıllar içinde Fatih’in düşüncesi değişti, babasının
yakın dostu bu eski veziri, payitahta çağırdı ve şehrin güvenliğiyle
görevlendirdi. Yanlış anlamayın, herhangi bir imada bulunmuyorum ama
Fatih’in ölümünden sonra tahta çıkan II. Bayezid ise İshak Paşa’yı en büyük
makama, parçalanarak öldürülen Karamani Mehmed Paşa’mn yerine
sadrazamlığa getirdi.”

Bir düşünce bulutu geçti yüzünden. Yok, öyle ani kararların adamı değildi
Nevzat.

“Sırf bu yüzden İshak Paşa’yı Fatih’in katili olarak göremeyiz değil mi?” diye
mırıldandı. “Üstelik bir padişaha, hem de Osmanlı’nın gelmiş geçmiş en
kudretli hükümdarına bir vezirin tek başına suikast düzenlemesi oldukça
güç...” Söylediklerinin arasında iki anahtar kelime vardı.

“Tek başına...” Gözlerinin içine bakarak sordum. “Yani İshak Paşa yalnız
değildi mi demek istiyorsunuz?”

Meşhur kahkahalarından birini daha koyverdi. “Bakıyorum da rolleri
değiştik. Kusura bakmayın ama Müştak Hocam, burada soruları siz
yanıtlıyorsunuz, ben değil.”

Şakacıktan alınmış gibi davranacaktım ama sesim umduğumdan daha
yüksek çıktı.

“Zanlı olduğumu mu hatırlatmak istiyorsunuz?”

Gülüşü yüzünde eridi. Nasıl da birden ciddileşiyordu bu adam!

“Bildiğim kadarıyla size hiçbir zaman zanlı olduğunuzu söylemedik. Çünkü
elimizde bu yönde bulgular yok, ama vicdanınız öyle olduğunuzu söylüyorsa o
başka...”

Ne anlama geliyordu şimdi bu? Yoksa her şeyden haberleri vardı da itiraf
etmeye mi zorluyordu beni. Yok canım, hiç de öyle bir niyeti yoktu Nevzat’ın.
Ben geri zekâlı, durduk yere kışkırtmıştım adamı. Hiç gereği yokken kendi
kaleme gol atmıştım yine... “Yok yanlaş anladınız,” diyerek toparlamaya
çalıştım. “Şaka yapıyordum. Yani bir tür oyuna döndü de bu konuşma...” Hiç

etkilenmemişti. “İsterseniz keselim...”

Kararlı bir tavırla başını salladı.

“Bilakis, devam edelim... Yeni yeni bir şeyler belirmeye başladı gözlerimin
önünde...”

Hoppala, işte yeniden değişmişti. Sanki az önceki soğukluk hiç olmamış gibi
hevesle sordu.

“İsyan yatıştırılınca ne oldu?”

Eh, madem sorun yoktu, ben de anlatmayı sürdürdüm. “Sadrazam
öldürülünce İshak Paşa, şehzadelerin gelmesini bile beklemeyerek II. Bayezid’in
oğlu Korkut’u naip olarak tahta çıkardı. Bu işi yaparken en büyük yardımcısı
elbette Sinan Paşa ve yeniçerilerdi. Bu arada şu önemli notu da eklemeliyim.

II. Bayezid’in orduda iki damadı vardı. Yani askerlerin içinde desteği olduğu
muhakkaktı. Cem Sultan’ı destekleyen güçlü komutanlardan Gedik Ahmet
Paşa ise Otranto’daydı. Sadece askerler değil, aynı zamanda din adamlarından
da destek alıyordu II. Bayezid. Halveti Şeyhi Muhiddin Mehmed, Fatih’in
ölümünden önce hacca gitmişti. Yola çıkmadan önce Bayezid’e, ‘Kudretli
şehzadem, döndüğümde sizi padişah tahtında göreceğim inşallah,’ demişti.
Söyledikleri çıktı. Ve elbette Bayezid tahta oturunca, kehaneti çıkan şeyhi
ödüllendirmeyi de ihmal etmedi.”

“Ne yani komplonun içinde din adamları da mı vardı?” “Komplo varsa tabii,”
diye çekincemi koyduktan sonra, onu çok şaşırtacak bir açıklama yaptım.
“Sadece din adamları değil, oldukça geniş bir çevrenin artık padişaha tepki
duymaya başladığından söz edebiliriz. Sanılanın aksine, ne yazık ki son
dönemlerinde Fatih bazı kesimlerde çok da sevilen bir hükümdar değildi. Onun
büyük imparatorluk hayalini gerçekleştirmesi için elbette devasa bir gelir
gerekiyordu. Bitmek bilmeyen askeri seferler, ordunun her daim ve her şekilde
güçlü olmasını zorunlu kılıyordu. Her açıdan güçlü bir ordu ise büyük mali
kaynak demekti. Bu sınırsız mali kaynağı bulmak için Fatih’in uyguladığı
ekonomik tedbirler, ülkede hoşnutsuzluğu artırıyordu. Yeni gümüş sikkeler
bastırması, halkın elindeki paraların değerini düşürüyordu. Ayrıca köklü
ailelerin mülklerine ve vakıf malı olarak sahiplendikleri arazilerin çoğuna el
koyması, hem toprak sahibi olan sınıflarla hem de İslami kökenli vakıflardaki
din adamlarıyla arasını açıyordu. Vergilerin artırılması da ayrı bir
hoşnutsuzluk nedeniydi. Ve tabii yeniçeriler... Sayıları gitgide artan bu
profesyonel askerler, gelirlerinin düşmesi nedeniyle padişaha tepki
duyuyorlardı. Fatih’in ölümünden sonra yapılan ayaklanmayı, Karamani
Mehmed Paşa’nın öldürülmesini biraz da böyle yorumlayabilirsiniz. Neyse... Biz
hikâyemize dönelim.

“Babasının ölüm haberini ilk alan şehzade olma ayrıcalığını doğru kullanan
II. Bayezid, 20 Mayıs’ta Üsküdar’a ulaştı. Öncelikle babasının cenazesiyle
ilgilendi. Günlerdir bekletildiği için naaşı bozulmaya yüz tutan Fatih Sultan

Mehmed nihayet toprağa verildi. Ve ertesi gün II. Bayezid, otuz bir yıl boyunca
oturacağı tahtı oğlu Korkut’tan devraldı. Cem Sultan ise sonuçsuz savaşların
ardından Rodos şövalyelerine sığındı. 14 yıl devam eden sürgün hayatının
sonunda şüpheli bir ölümle hayata gözlerini yumdu. Artık II. Bayezid tahtın tek
sahibiydi.”

Yeniden koltuğunda geriye yaslandı Nevzat, yine parmaklarını birbirine
geçirdi.

“Yani Fatih’in ölümünden en büyük yararı sağlayanlardan biri, büyük oğlu II.
Bayezid’di.”

Sanki suçlanacak olan benmişim gibi savunmaya geçtim. “Hep bir orta yol
arar şu Müştak. Dobra bir insan olamadı gitti.” Kimdi bunu söyleyen? Ne
önemi var. Şu anda asıl mesele bu cevval polis şefinin elinden kurtulmaktı. O
sebepten hem nalına hem mıhına vurmayı sürdürdüm.

“Doğru, sonunda Bayezid padişah oldu, ama Fatih’in ölümünden yarar
sağlayan sadece o değildi. Efsanevi hakanın ölüm haberi en büyük yankıyı
Roma’da buldu. Pare pare zafer topları atıldı, şehrin bütün kiliselerinde çanlar
gün boyu çalındı. Halk, ‘Büyük kartal öldü,’ diye haykırarak üç gün üç gece
eğlendi. İtalyanlar sevinçten sarhoş olmuşlardı. Az buz mesele değil, en azılı
düşmanları hayata veda etmişti ki, eğer Fatih bir on yıl kadar daha yaşasa
dünya bambaşka bir yer olurdu. Bu gerçeğin farkında olan Venedik hükümeti
Fatih’i zehirletmek için bir düzineye yakın girişimde bulunmuştu. Hatta
Venedik Meclisi’nin, Fatih Sultan Mehmed’i öldürmesi karşılığında Hekimbaşı
Yakup Paşa’ya bir servet önerdiği bile yazılmıştır. Sadece Venedikliler mi,
büyük hükümdarla aralarında husumet bulunan Memlükler’i de unutmamak
lazım...”

İnanmayan gözlerle dinliyordu sözlerimi, sonunda dayanamayıp müdahale
etti.

“Ama Nüzhet Hanım, Fatih’i ne Venediklilerin, ne de Memlüklerin
öldürdüğünü düşünüyordu.” Benden ses çıkmayınca tahminini dile getirdi.
“Fatih’i öz oğlu II. Bayezid’in öldürttüğüne inanıyordu. Evde bulduğumuz baba
katilliğiyle ilgili makale... Freud’un incelemesinden bahsediyorum. Sayfaların
arasına konulmuş kâğıdın üzerindeki sözcükler... Patricide, Filicide,
Fratricide... Baba katilliği, oğul katilliği ve kardeş katilliği...”

Belki yine rol çalıyorsunuz, soruları ben değil, siz yanıtlayacaksınız diye beni
azarlayabilirdi ama kafamdakileri dile getirmezsem çatlayacaktım.

“Peki siz ne diyorsunuz Nevzat Bey? Artık konu hakkında bir bilginiz var.
Haklı mıydı Nüzhet? Fatih’i gerçekten de oğlu mu öldürttü?”

Sözlerine başlamadan ilgiyle süzdü beni. Sahiden merak mı ediyordum,
yoksa onu yanlış mı yönlendirmeye çalışıyordum?

“Bilmiyorum,” dedi çenesini kaşıyarak. “Emin olmak zor. Anlattıklarınıza

bakarak, kanlı bir saray entrikasından söz etmek mümkün. Elbette, II. Bayezid
de bu entrikanın içinde olabilir, belki de baş planlayıcısıdır. İshak Paşa’nın
padişaha husumeti çok eskilere dayanıyormuş. Fatih, zengin sınıfların, dini
çevrelerin çıkarma dokunmuş. Eğer kendinden sonra, hükümdarlık için küçük
oğlu Cem Sultan’ı düşündüğü de gerçekse... Bütün bunları yan yana
sıralayınca, katil II. Bayezid diyebiliriz. Ama daha Fatih’in zehirlenmiş olduğu
kesin bile değilken böyle bir iddiada bulunmak ne kadar doğru? İtalyanların
deyimiyle büyük kartal, belki de hastalık sebebiyle ölmüştür. Cinayet yoksa, ne
soruşturma yapmanın bir anlamı var, ne de kimin zanlı olduğunun...”

Nihayet bir yerlere varıyordu konuşmamız.

“İşte Nüzhet bunun için istiyordu toksikoloji incelemesini,” diyerek baklayı
ağzımdan çıkardım. “Fatih’in zehirlendiğinden emin olmak için. Yasal olarak bu
işi yapamaymca da, o mezar hırsızlarıyla anlaşma yoluna gitti.” Yine o, benim
hiç hoşlanmadığım kuşkulu ifade geldi oturdu kısılmış gözlerine.

“Tamamıyla aynı fikirdeyim. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Asıl mesele
Nüzhet Hanım’m bu araştırma yüzünden öldürülüp öldürülmediği... Eski
sevgilinizin ölümüyle eski asistanınıza yönelik saldırının ilgisi olmadığını artık
biliyoruz. Açıkçası bu biraz elimizi zayıflatıyor. Çünkü eğer iki saldırının da
failleri aynı olsaydı, karşımızda ırkçı duyguları güçlü, Osmanlı’ya laf söyleyen
herkesi yok etmek isteyen, Fatih’e duydukları sevgiyi, başkalarına saldırı
raddesine getirmiş fanatikler olduğunu kolayca iddia edebilirdik.”

Tahir Hakkı ve şürekasından söz ediyordu. Demek ki Nevzat da ciddi ciddi
kuşkulanmıştı onlardan. Ama galiba artık bu düşüncesinden vazgeçiyordu.
Sezgin’den sonra Tahir Hoca ve çetesi de temize çıktığına göre geriye benden
başka kimse kalmıyordu. Polise ardı ardına söylediğim yalanlar da göz önüne
alınınca, bunlara bir de Adem Dilli’nin ifadesi eklenince, üstelik şu Cold
tabancadan çıkan iki kurşun... Tabii ya, Nevzat’ın beni karşısına oturtup uzun
uzadıya Fatih’in ölümünü anlattırması... “Ama vicdanınız öyle olduğunuzu
söylüyorsa” gibi laf sokması... Tabii adam kaçın kurrası, anladı benim zayıf
karakterli biri olduğumu, Raskolnikov gibi itiraf ettirecek işte... Zaten demedi
mi yeterince vaktimiz var diye... İtiraf edinceye kadar tutacak beni... Belki de
etmeliyim. Belki de ben öldürdüm Nüzhet’i... Benim dışımda hemen hemen
bütün zanlılar bir bir temize çıkıyor işte. Onlar masumsa demek ki katil
benim... Belki de onlar suçumu ispatlamadan önce itiraf etmeliyim.
Kulaklarımda yankılanan babamın sesi. “Devletle uğraşamazsın oğlum...
Teslim ol.” Evet, sanırım teslim olmalıyım... Belki de hemen şimdi
anlatmalıyım, polisten gizlediklerimi...

“Sustunuz hocam...”

Nevzat’ın alaycı sözleri soğuk duş etkisi yaptı üzerimde. Kabullenişin tatlı
ılıklığı, teslim oluşun uyuşukluğu anında kayboldu. Hayır, hiçbir şey
anlatmamalıydım. Hayır, suçu ispatlanana kadar herkes masumdur. O saralı
Rus yazar, kendi kahramanına suçluluk duygusu altında cehennemi yaşattı

diye, niye işlemediğim bir cinayeti üstlenecekmişim? Devlet manyağı babam,
oğlunun yasalara saygılı bir vatandaş olmasını istiyor diye, niye yıllarca
hapislerde çürüyecekmişim? Hayır, efendim itiraf filan yok... Bana gereken
soğukkanlılık... Bana gereken sakince düşünmek... Yeterince derin, yeterince
geniş, yeterince esnek düşünebilmek...

“Sık sık böyle dalar gider misiniz?”

Acilen şu adama bir şeyler söylemeliydim, yoksa iyice karışacaktı işler.

“Düşünüyordum,” dedim aceleyle. “Belki de şu eski koca...” Nevzat’ın suratı
tam anlamıyla allak bullak oldu.

“Hangi koca?”

“Jerry... Nüzhet’in ayrıldığı adam...”

O iri yarı sanat tarihçisi herifin Nüzhet’i dövdüğünü ballandıra ballandıra
anlatmaya hazırlanıyordum ki, münasebetsiz telefonum yine çalmaya başladı.

“Özür dilerim, belki önemlidir,” diyerek çıkardım cebimden. Tanımadığım bir
numara. Bir ev ya da işyeri olmalı. Adem Dilli mi yoksa? Nevzat’ın yanında
nasıl konuşacağım ben? Ama bundan kaçamazdım, korkuyla açtım, çekingen
bir sesle “Alo?” dedim karşıdaki kişiye...

“Alo. Müştak Hoca?”

Rahatladım, Adem Dilli değildi. Tanımadığım, sanki duvarın ardından
gelirmiş gibi yankılanan bir ses...

“Evet, buyurun?”

“Tahir Hakkı...” Sustu, konuşmakta güçlük çekiyordu. “Tahir Hakkı...”

Ne anlatmak istiyordu bu boğuk ses? “Ne olmuş Tahir Hakkı’ya?”

Kanımı donduran o cümleyi söyledi sonunda. “Tahir Hakkı bu akşam evinde
öldü.” “Hatanız bir insanın ölümüne neden oldu” Tahir Hakkı... Belki de şu
hayatta bana en çok emeği geçen adam... Çoğu zaman babamdan daha yakın
hissettiğim insan... Hocam... Büyüğüm... Kadim dostum... Demek o insan da
artık yok... Ama telefondaki o esrarengiz şahıs, Tahir Hakkı’nın öldüğünü
söylediğinde, üzüntüden çok şaşkınlık hissettim. Hayır, merhametsiz biri
olduğumdan değil, üç gündür yaşadığım sıra dışı olayların aklımı allak bullak
etmesinden. Tam düğüm çözülüyor derken her şeyin birbirine karışmasından.
Aralarında benim de bulunduğum katil adaylarının habire değişip
durmasından. Öte yandan, sevgili hocamın ölüm haberinin beni bir parça
rahatlatmış olduğunu da itiraf etmek zorundayım. Çünkü Akın’a yapılan
saldırının Nüzhet cinayetiyle bir ilgisi olmadığı anlaşılınca, adım zanlılar
listesinde ön sıralara çıkmıştı. Oysa Tahir Hakkı’nın öldürülmesiyle birlikte,
üzerimdeki kuşku bulutları seyreliyordu. Sık sık “Kalpsiz bir çocuk bu

Müştak,” türünden teraneleri tekrarlayıp duran teyzem, demek ki çok da
haksız sayılmazmış. Ama neresinden bakılırsa bakılsın yaşananlar korkunçtu
ve bir o kadar da esrarengiz. Üç gece boyunca, üç yakınıma yapılan, üç kanlı
saldırı. En çok sevdiğim iki insanı benden koparan vahşi cinayetler... Neler
oluyordu? Bütün bunlara rastlantı diyebilir miydik? Yoksa gözden kaçırdığımız
önemli detaylar mı vardı? Olaylar benim etrafımda cereyan ettiğine göre, yoksa
hedef ben miydim? Ben mi? Neden beni tehdit olarak görsünler ki? Bırakın
onun bunun etlisine sütlüsüne karışmayı, kendi vazifelerini bile yerine
getirmekten aciz bir tarihçi, hayali bir aşk için hayatını mahvetmiş zavallı bir
adam, Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin’i mi tehlikeli biri olarak
göreceklerdi? Hayır, sayıklıyordum. Kim, niye beni öldürmeye tenezzül etsin?
Benim gibi lüzumsuz bir adam için, kim, niye elini kana bulasın? Her ne kadar
polislere, Nüzhet’in ölümünden sonra endişelendiğim için silah taşımaya
başladım desem de, benim tehlikede olmam için hiçbir neden yoktu. Olayların
etrafımda cereyan ediyor oluşu tümüyle tesadüften ibaretti. Tahir Hakkı’nın
Teşvikiye’deki o görkemli apartmanının geniş merdivenlerinden çıkarken tamı
tamına işte bunlar geçiyordu aklımdan.

“Yalnız mı yaşıyordu?” Nevzat’tı soran, geniş, yeşil merdivenleri yan yana
çıkıyorduk. “Bir yakını filan yok muydu yanında?”

“Yoktu... Eşini iki yıl kadar önce kaybetmişti. Berrin Hanım’ı... Çocukları
olmamıştı. Çocukları öğrencileriydi... Mesleğini çok severdi Tahir Hoca... Bütün
hayatı mesleğiydi. Bu yaşında hiç üşenmez, konferanstan konferansa,
faaliyetten faaliyete koşar dururdu. Biliyorsunuz, daha bu öğleye kadar
birlikteydik.” Tahir Hakkı’nın yüzü beliriverdi gözlerimin önünde. Genzim
yanmaya başladı, boğazıma o düğüm geldi oturdu. Gözyaşlarımı bastırmaya
çalıştım. “Evet, şöyle demişti...” Burnumu çekerek sürdürdüm. ‘Ölüm
yaklaşıyor Müştak, hissediyorum. İnşallah durup düşmeden, hâlâ ayaktayken,
bir gece ansızın gelir. Farkına bile varmadan...’ Ama istediği böyle bir ölüm
değildi.” Sesim titriyordu. Daha fazla tutamadım, gözyaşlarını kendiliğinden
boşandı. Önümdeki basamağı göremiyordum. Koca adam merdivenin
tırabzanına yaslanıp hüngür hüngür ağlamaya başladım... Cinayet masasının
halden anlayan başkomiseri, yanımda dikilerek sakinleşmemi bekledi.
Gözyaşlarını seyrelip ruhumun kabarması durulunca da elindeki mendili
uzattı.

“Alın, şunu kullanın.”

Ne bir teselli, ne boş yere kendinizi üzmeyin türünden bir lakırdı, hepsi bu.

Uzattığı mendili alıp yaşlarımı kurularken “Sizi uyarmak zorundayım...” diye
ekledi. Yukarıda göreceğiniz manzara hiç de hoş olmayabilir... isterseniz
burada bekleyin...” “Yok, gelmek istiyorum.”

Dairenin önüne ulaştığımızda kapı aralıktı. Apartmanın önüne aynı araçla
gelmiş olmamıza rağmen merdivenleri koşar adım tırmanan tez canlı Ali açık
bırakmış olmalıydı, ama eve ilk gelen ekipten bir komiser yardımcısı, Nevzat’a

telefonla bilgi verirken de daireye geldiklerinde kapıyı açık bulduklarını
söylemişti. Tıpkı iki gece önce Nüzhet’in evinde olduğu gibi...

İçeri girdiğimizde o tamdık koku karşıladı beni. Portakal, turunç karışımı o
keskin koku... Aslen Mersinliydi Berrin Hanım... Enfes turunç reçeli yapardı;
âdet haline getirmişti, her sene bir kavanoz da bana verirdi. Hiç sevmezdim
turunç reçelini, ama kırmamak için alırdım. Şaziye’de istemezdi, şeker kilo
yapıyormuş, bacaklarındaki selülit de cabası... Kadife Kadın bayılırdı ama...
Her yıl reçel zamanı geldi mi sormadan edemezdi: ‘Yine turunç reçeli getirecek
misiniz Müştak Bey?’ Nur içinde yatsın, Berrin Hanım’m yaptığı reçellerin
kokusu yıllar sonra bile çıkmamıştı evinden.

Duvarları boydan boya kitap raflarıyla kaplı, her zaman

.yumuşak bir ışıkla aydınlatılmış geniş salona girerken, bu eve her
geldiğimde beni şu kapının önünde karşılayıp ‘Karnın aç mı Müştak?” diye
soran o her zaman nazik, her zaman samimi kadının güleç yüzü canlandı
gözlerimin önünde. İyi ki Berrin Hanım daha önce göçmüş bu dünyadan diye
sevindim. Kocasının vahşi bir cinayete kurban gitmesi, kim bilir nasıl da
kahrederdi onu? Berrin Hamm’m beni karşıladığı kapının eşiğinde tanıdık bir
ses ikaz etti.

“Aman Müştak Hocam, bir saniye bekleyin!” Başımı kaldırınca Zeynep’in
kestane rengi gözleriyle karşılaştım. “Şu galoşları ayağınıza geçirmeniz lazım.
Bir de rica edeceğim, ortalıkta çok dolaşmayın... Mümkün olduğu kadar aynı
yerde kalmaya çalışın... Malum burası olay yeri... Kanıtları bozmayalım.”

Uzattığı galoşları aldım.

“Tamam Zeynep Hanım, merak etmeyin.”

Bu iri bedenle, üzerimde bu kat kat giysilerle galoşları ayağıma geçirmek
deveye hendek atlatmak kadar zor olmasa da epeyce zahmetli bir işti. Ama
katili ele verecek izleri silmektense her türlü cefayı çekmeye hazırdım. Sırtımı
duvara verip oflaya puflaya galoşları ayağıma geçirirken Nevzat takdirle sordu:
“Hangi ara geldin Zeynep? Sen kuyumcuda değil miydin?” “Anonsu duyar
duymaz yola çıktım başkomiserim...” “Peki, bir şey çıktı mı?”

Neden bahsediyordu bu Nevzat? Sorusu bizim davayla mı alakalıydı? Başka
neyle olacak? Bakışlarım, gayriihtiyari Zeynep’in dudaklarına takılıp kalmıştı.
Zeki kız bunu fark etmekte gecikmedi.

“Sonra anlatırım başkomiserim,” diyerek konuyu kapattı. Durumu fark eden
Nevzat’ın eleştiren bakışlarına muhatap olmak hoş değildi ama gecenin bu
saatinde kuyumcu deyince, insan ister istemez merak ediyordu. Çeşm-i Lal’le
ilgili bir araştırma mı yapıyordu bunlar? Ama niye? Eğer öyleyse Şaziye’den
kuşkulanmış olmalılardı. Hastaneden sonra beni izleyen Ali, teyze kızımın
muayenehanesine girdiğimi de görmüş, nalbur dükkânından emniyete gelirken
araçta Şaziye’yle ilgili sorular sorup durmuştu. Zavallı kız... Onun da başını

yakmasaydık bari...

“Yakınlarına hep zarar verir zaten bu Müştak...”

Galoşları ayağımıza geçirdikten sonra, önde Nevzat, bir adım gerisinde ben,
geniş salona girdik. Alışılmadık bir şey vardı: İnsanın gözüne batan şu ışık...
Hayır, salonun ışığı değildi bu, içerisinin aydınlığı yeterli gelmemiş olacak ki,
seyyar lambalarla gündüze çevirmişlerdi ortalığı. Ali, uzun beyaz önlüklerinin
üzerinde “Olay Yeri İnceleme” yazan, ayakları, başları galoşlu, elleri eldivenli iki
polisin yanında, yemek masasının gerisindeki kül rengi çini sobanın önünde
ayakta dikiliyordu. Üçü de gözlerinde derin bir ciddiyetle yerdeki halıya
bakıyorlardı; cinayet masasına mensup polislere değil de Acem halısının
harikulade motiflerini inceleyen dokuma eksperlerine benziyorlardı. Ali
kıpırdayınca, yanıldığımı anladım. Acem halısına değil, onun üzerine sırt üstü
devrilmiş olan birine bakıyorlardı; sevgili hocamın cansız bedenine... Başım
döndü, sendeler gibi oldum. Zeynep anında yapıştı koluma.

“Müştak Bey, iyi misiniz Müştak Bey?”

Her an yere yığılmamdan korkuyormuşçasma özenle beni tutuyordu. Hayır,
yere yığılmayacaktım. Hayır, artık kaçacak, geri duracak sıra değildi. Hayır,
ölümüne engel olamamıştım, hiç değilse en yakın dostumun cesedine
bakabilecek kadar cesur olmalıydım. “Ben iyiyim Zeynep Hamm...” dedim
kolumu usulca çekerek. “Ayağım takıldı galiba...”

“Emin misiniz?”

Nevzat da endişeli gözlerle beni süzüyordu.

“Eminim,” dedim her ikisine birden hitap ederek. “Ben iyiyim, siz işinize
bakın lütfen...”

Her davranışlarından birbirlerine duydukları güven okunan iki polis, yerde
yatan kadim dostumun bedenine doğru yürüdüler, birkaç adım geriden onları
izledim. Daha bu sabah yan yana durduğumuz, şakalar yaptığımız, sırlar
paylaştığımız, birbirimize akıl oyunları oynadığımız Tahir Hakkı’yı görmeye
çalışıyordum salonun zemininde. Ama önümde hareket eden insanlar
olduğundan yarım yamalak seçebiliyordum onun hareketsiz gövdesini. Yerdeki
şu kırmızılık kan mıydı, yoksa Acem halısının nakışları mı? Zeynep’in zarif
bedeni çekilince, yerde yatan dostumu gördüm. Sırtında sarı yakalı, kahverengi
şu ropdöşambrı vardı. Eve gelince elbiselerini çıkarmış olmalı, kimseyi
beklemiyordu demek. Çetin’le konuşacağım dememiş miydi bana? Hem de bu
akşam, eve çağırıp... Birden fark ettim, Tahir Hakkı’mn ölümünden ben
sorumluydum. Hayır, Serhazinlerin müzmin suçluluk duygusunun yarattığı bir
aldanış değildi bu, hakikatin ta kendisiydi. Çetin denen o psikopat hakkındaki
kuşkularımı Nevzat’a anlatmış olsaydım, belki de sevgili hocam şu anda yaşıyor
olacaktı. İyi de, bizzat Tahir Hoca anlatma demedi mi bana? Hem de sıkı sıkıya
tembihleyerek. ‘Önce şu Çetin’le ben bir konuşayım, sonra polise bildiririz,’
demedi mi? Dedi demesine de hoca meseleye hissi bakıyordu. Kendi

öğrencilerini ihbar etmek ağrına gidiyordu. Mantıklı bir değerlendirme
yapmaktan uzaktı. Bilmiyorum, belki de bir şeyler saklıyordu. Oysa ben
tehlikeyi görmüştüm, riski biliyordum, onun hayatım kurtarabilirdim. Uyuşuk
beynim ne yapmam gerektiğine karar verinceye kadar olan olmuştu işte.
Alçaklar, acımasızca öldürmüşlerdi onu. Kendi köşemde yaşamak beni ve
dostlarımı tehlikeden uzak tutmuyordu demek. Ayakta kalmak için doğru
yerde, doğru zamanda gereken müdahaleyi yapmak zorunluydu. Ama artık
yazıklanmak manasızdı. Hiç değilse Tahir Hakkı’nın katillerinin adalete teslim
edilmesi için elimden geleni yapmalıydım. Bu, aynı zamanda Nüzhet’in kanının
yerde kalmaması demekti. Eski sevgilimi öldürenlerle Tahir Hoca’ya saldıranlar
aynı kişiler olmalıydı. Bundan hiç şüphem yoktu. Belki de aynı silahla...
Saçmalıyordum, Nüzhet’i öldürdükleri silahı bir kez daha kullanamazlardı,
çünkü o mektup açacağını bizzat kendim denize atmıştım.

“Başına sert bir cisimle vurmuşlar gibi görünüyor.” Ali’ydi fikir yürüten.
“Baksanıza zemin kana bulanmış. Bulabildiniz mi cinayet aletini?”

“Bulamadık,” dedi meslektaşının yanma yaklaşan Zeynep. “Ama bir şey
göstermek istiyorum.” Dizlerinin üzerine çöktü. Sanırım ropdöşambrın önünü
açıyordu. Daha iyi görmek için ben de yanlarına yaklaştım. Keşke
yapmasaymışım, önce Tahir Hakkı’nın kana bulanmış yüzünü gördüm, sonra
iri iri açılmış, dehşetle bakan çakır gözlerini... “Niye beni dinledin ki Müştak?
Niye bana yardım etmedin?” Yine o bulantıyı hissetim içimde, yine o baş
dönmesi... Hayır, bayılmayacaktım, hayır, kendimi öyle kolay kolay
bırakmayacaktım. Derin derin nefes aldım.

“Bakın, görüyor musunuz?” Tahir Hakkı’nın düğmeleri açık gömleğinin
altında, beyaz kıllarla kaplı göğsünün sol tarafındaki mor lekeyi gösteriyordu.
“Belki de ilk darbeyi buraya aldı. Eğilince de katil sopayı ya da elindeki her
neyse başına indirdi. Tam sol şakağının üzerine... Ropdöşambrla gömleğin
üzerindeki incelemelerden sonra cinayet silahı hakkında daha detaylı
konuşabiliriz tabii...”

“Şuradaki leke ne?”

Koyu gri çinili sobayı gösteriyordu Nevzat... Bu evin en değerli eşyasını...
Tahir Hoca’nın ‘Baba evimden kalan tek yadigâr,’ diyerek yere göğe
sığdıramadığı ama artık sadece dekor olarak kullanabildikleri eski ısıtıcıyı.
Çevik bir hareketle yaklaştı Zeynep, bizim hocanın kıymetli sobasına. Gözlerini
kısarak, başkomiserinin gösterdiği köşeye baktı.

“Haklısınız bir leke var.” Döndü, birkaç adım geride, yerde duran çantadan
ucu pamuklu küçük bir çubuk aldı. Çubuğu sobanın üstündeki lekeye sürdü.
Pamuğun ucu kızıllaştı. “Evet, galiba kan... Belki düşerken sobaya çarptı ya da
tutunmak istedi.” Aklına gelen yeni bir fikir onu tereddüde sürükledi. “Belki de
katilin kamdır. Maktul karşı koyduysa... Saldırgan da yaralanmış olabilir.
Umarım öyledir. Anlayacağız.” Nevzat’ın alnındaki kırışıklık düzelmedi, aksine
kaşları biraz daha çatıldı.


Click to View FlipBook Version