The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by 741892f69b, 2021-03-26 17:57:35

Leyla Ile Mecnun - Burak Aksak

Leyla Ile Mecnun - Burak Aksak

Burak Aksak
LEYLA İLE MECNUN

Roman

Küsurat Yayınları: 13
ISBN 978-605-67859-5-5
Yayıncı Sertifika No: 35019

Genel Yayın Yönetmeni: Burak Aksak
Editör: Büşra Hacısalihoğlu

Düzelti: inci Aksak, Mehmet Özer
Son Okuma: Sena Doğaç

Kapak Tasarım ve Mizanpaj: Songül Karakoç

©Burak Aksak, 2018
©Küsurat Yayınları, 2018

Birinci Baskı: Nisan, 2018
On birinci Baskı: Temmuz, 2018

KÜSURAT YAYINLARI:
Gümüşsuyu Mahallesi, İnönü Caddesi,

Ankara Palas No: 59 D: 2
34437 Beyoğlu/İstanbul

Tel: 0212 243 30 68
www.kusuratyayinlari.com
E-mail: [email protected]

Baskı ve Cilt:
Karist Baskı Çözümleri
Yeşilköy Mahallesi, AHVL Caddesi
EGS Business Park, B2 Blok, No: 8/20
34149 Bakırköy/İstanbul

BURAK AKSAK
LEYLA İLE MECNUN

Telegram 《》 @pdf_kitablar

BURAK AKSAK

Burak Aksak, TCDD'de tren yolu açmak için dağ delen emekli pehlivan
Ahmet'in ikinci erkek torunudur. İlk torunu olan Gürbüz Selçuk -ben oluyorum-
ile beşik kertiğidir. Ezkaza o doğumhaneden "Müjde bir kızınız oldu!" nidası
yükselseydi ülke mizahını çok farklı yerlere götürebilirdik.

Kendisi 12 Eylül 1985 yılında İstanbul'da doğdu. Akrabalarının arasında, ilk
olarak zannedildiği gibi "komik çocuk" değil, "pilav ve makarnayı ekmek ile
yiyen çocuk" olarak nam saldı. Hamur işine olan ilgisi ancak "aşk" diye
tanımlanabilirdi, ekmeğin yanında bile ekmek yerdi. Henüz 9 yaşındayken İkinci
Derece Obez teşhisi konulunca spor yapması kararlaştırıldı ve tekvandoya
yazıldı. 6 aylık yoğun spor maratonu sonunda göz çukurlarını kapatacak kadar
kilo alıp Üçüncü Derece Morbid Obez olmayı başarınca Uzakdoğuluların
yüzünü daha fazla kızartmamak için sporu bıraktı. (Hiçbir başarısına şaşırmadım
buna şaşırdığım kadar.)

Okulla arası iyi değildi, birçok hocasını "üniversiteyi kazandı ama bir tek
sizin dersinizden kalmış, siz geçirirseniz üniversite okuyacak" yalanı ile
kandırdık da mezun olabildi. "Diplomada Açıköğretim yazmıyormuş, Anadolu
Üniversitesi yazıyormuş" diye sistemdeki bugı bulduğunu zannederek
Açıköğretim'de Kamu Yönetimi okudu. (Özgeçmişini yazarken bunu uluorta
haykıracağımı tahmin edememişti.) Sınavlara ehliyet sınavına hazırlanır gibi,
çıkmış sorulara bakıp girdiği için -ve tabii gidip hocalarını kandırma imkanımız
olmadığı için- biraz geç mezun oldu. Hava attığı tek okul anısı üçüncü
sınıftayken kendisine neden verildiğini bilmediği onur belgesidir.

Kalubeladan beri PES oynamaktadır, o PES oynamaya başladığında oyunun
adı Winning Eleven'dı hatta ISS idi. BBG Melih hayranlığı nedeniyle bir süre
cücük sakal ile gezmişliği vardır. Sinema-televizyon kariyerinde beşik kertiği ile
birlikte yol alırken bir arpa boyu mesafe yol kat edemediler. Sefaletten
ölmelerine ramak kala Gürbüz Selçuk sinema televizyon işlerini bırakıp mesaili
SSK'lı bir işe girince Burak Aksak tek başına yaptığı ilk işi hayata geçirdi ve
kitaba da adını veren Leyla ile Mecnun dizisini yazarak büyük beğeni kazandı.
Akabinde ”Ben de Özledim" dizisini yazdı ve eski işi yönetmenliği de daha fazla
ihmal etmeme kararı alıp ''Bana Masal Anlatma", ''Kara Bela", ”Sen Kiminle
Dans Ediyorsun" isimli filmleri hem yazdı hem yönetti. Bir ara canı sıkılınca
yazlık sinema filmleri bile yaptı. (Bkz: Dede Korkut Hikayeleri)

Yaşanan onca şeye, pay edilen ekmeğe, ilk defa dinlenen şarkılara, ceptekini
üleştirmeye, başlı kıçlı yatmalara, damı akan odalarda kurulan hayallere, kaçak
binilen trenlere, şahidim. Evli ve mutludur, nikah şahidiyim. 2017'de Küsurat
Yayınları'nı kurdu, ilk yazarıyım. Kendisinin hayatında bana loca vermişler olan
biteni yakından izliyorum.

En çok güldüğüm insanın, en sevdiğim akrabamın, rahmetli Burhan
Eniştem'in oğludur. "Çocuk babasının sırrıdır," derler. Yıllar sonra, en çok
güldüğüm insan, en sevdiğim akrabam da kendisidir... Hayatın kendisi bizzat
değişimdir. Hayatta değişmiyor dediğimiz her şey çok daha ötesine aittir.
Kuzenim çok daha ötemiz bile bir olsun. Duamdır, Allah şahidimdir. Anlatılacak
çok şey var, bu kitap daha biiiiiiiiiir.

Selçuk AYDEMİR

BAŞLARKEN

Her insanın hayatında ne yapacağını bilemediği, dibi gördüğü, çaresizlikten
elinin kolunun bağlandığı bir an vardır. Ve böyle anlarda birinin yardımına
yetişmesini, kendisine akıl vermesini ister. İşte tam da böyle bir anda çıktı
karşıma Aksakallı Dede. Ve dedi ki “Yaz evlat! Leyla ile Mecnunu yaz."

Keşke her şey bu kadar kolay ve mucizevi olsaydı. Ayrıca öyle bir Aksakallı
Dede olsa “Tamam yazdım, şimdi n'apcam?” der, rahat vermezdim adama. Her
şey için darlardım kendisini. Ama yine de bu şekilde anlatmak daha havalı.
Çünkü gerçekler çok sıkıcıdır. Boş sayfalarla cebelleşirken, karşımdaki beyaz
plastik sandalyeye dayalı duran vileda sopasını gördüğüm an Aksakallı Dede
fikri geldi aklıma. Ve Leyla ile Mecnun serüveni 2009 yılında harita metod
defterine alınan bu ilk notla birlikte başladı. İlk bölümün yazımının ardından 2
sene boyunca elden ele dolaşan, eşin dostun okuyup güldüğü bir senaryo
olmaktan öteye gidemedi. 9 Şubat 2011'de ilk bölümünün yayınlanmasıyla
birlikte hayli zor ve yorucu bir süreç de başlamış oldu. Leyla ile Mecnun bir
diziden fazlasıydı benim için. Her bir sayfasına 24 yılın birikimini, acılarımı,
üzüntülerimi, sevinçlerimi, hayal kırıklıklarımı, özlemlerimi döktüm. Gündelik
hayatın sıkıntılarından Kireçburnu'ndaki o mahalleye kaçarak kurtulur
olmuştum. Her bir karakter kapı komşum olmuştu sanki. Bu kitapta da 32 yılın
birikimini dökmeye, yarım kalan hikayeleri tamamlamaya çalıştım. Çünkü yarım
kalan her şey tamamlanmaya muhtaçtır. Umarım dizinin izleyicisi olanlar
kitaptan da aynı tadı alırlar. Diziden bihaber olanlarsa ilk defa tanışacakları
karakterleri benim sevdiğim kadar sevebilirler.

Gelelim teşekkür kısmına.
Her şeyden önce “Kaymakam olcak benim oğlum," diyen annemi hayal
kırıklığına uğrattığım için özür dilerim. “Makam araban bile olur," diyordun ama
BN1 otobüsü senin kapının önünden geçiyor zaten be anne. Arabaya ne hacet,
başka bir yere çıktığım ettiğim yok ki zaten. Tek başına beni ve kardeşimi
büyüttüğün, yazmama imkan sağladığın için çok teşekkür ederim. Bu Leyla ile
Mecnundan bağımsız özel bir teşekkür oldu gerçi ama olsun.

Özel kanalların ciddiye almadığı bir senaryoyu kabul ettiği ve 104 bölüm
boyunca arkasında durduğu için TRT'ye çok teşekkür ederim.

Yazdıklarımı birer kağıt parçası olmaktan çıkarıp, bir nevi hayallerimi gerçeğe

döken yapıma, yönetime ve teknik ekibe çok teşekkür ederim.

Kafamdaki karakterleri ete kemiğe büründüren, her zaman yazılandan fazlasını
ortaya çıkaran, pazartesi akşamlarımı neşelendiren, beni o mahallenin bir parçası
gibi hissettiren oyunculara çok teşekkür ederim.

Eğlendiren, hüzünlendiren, ağlatan, kulağıma yer eden o melodileri ortaya
çıkaran müzisyenlere çok teşekkür ederim.

Setteki, ofisteki, bilgisayar başındaki dizinin tüm emekçilerine çok teşekkür
ederim.

Dizi bitmesine rağmen hala sevgisini bizden esirgemeyen, benim bile unuttuğum
sahneleri bana hatırlatacak kadar dizinin takipçisi olan Leyla ile Mecnun
seyircisine çok teşekkür ederim.

Kitapta emeği geçen kardeşim İnci'ye [22 yıl sonra İnci demek de tuhaf
oluyormuş ama neyse. Kimseye söylemem 22 yıl boyunca seni Büşra diye
çağırdığımızı merak etme!. kapağı hazırlayan tasarımcımız Songül'e, kitaptaki
şakaları yazım hatası sanıp da düzeltmeye çalışan Mehmet'e, ofiste çayımızı,
kahvemizi eksik etmeyip, yaptığı yemeklerle de kilo almama büyük katkısı olan
Nebahat Abla'ya çok teşekkürler.

Küsurat Yayınları'nın kurulduğu günden beri bize inanan, her daim yanımızda
olan, varlığıyla bize güç veren tüm dostlarımıza teşekkür çok ederim.

Tüm bu işlere beraber başladığım, bana hayatı öğreten (burada çok ayrıntıya
girmek istemem tabii). hayatımdaki ateşleyici güç olan kuzenim Selçuk
Aydemir'e çok teşekkür ederim.

Ve beni kaybolduğum çölden çekip çıkaran, baktığı yeri deniz, bastığı her yeri
yeşil kılan, bu çirkin dünyayı güzelleştiren, hayatıma heyecan katan karıma çok
teşekkür ederim. Beraber yürüyecek çok yolumuz, aşacak çok engelimiz var.
Elimi bırakma sakın, yoksa düşerim.

Eyvallah!

Tüm kendi çölünde
kaybolanlara...

birinci bölüm

"Mecnuuun! Hadi annem kalk sofra hazır!"
Yine aynı ses, yine aynı cümle. İlkokuldan beri hep aynı şekilde uyandırdı
annem beni. Önce yumuşak bir tonda alt kattan sesleniş:
"Mecnuuun! Hadi oğlum!"
Yanıt alamayınca sesinin tonunu yükselterek merdivenlerden çıkışı:
"Mecnuuuun!"
Ve iyiden iyiye sinire kesmiş bir halde odaya dalışıyla biten bir süreç:
"Kime diyorum oğlum ben, saat kaç oldu bak geç kalıcaksın."
"Neye geç kalıyorum acaba anne? Gidecek bi' okulum, çalışacak bi' işim mi
var sanki? Bırak az daha yatıyım işte."
"A aa! Uyanmışsın işte annecim daha ne yatması, kalk hadi."
"Uykumu alamadım ki anne. Gece boyu hiç uyumamış gibiyim. Rüyamda
öyle şeyler gördüm ki, uzun süren bi' kâbus mu yoksa tatlı bi' düş müydü
hatırlamıyorum. Sadece aynı rüyaya devam etmek istiyorum. Hiç bitmesin, ömür
boyu sürsün dediğim bi' rüya."
"Karabasandır o. Oku üfle yat diyoruz da dinleyen kim? Hadi kalk kahvaltını
et, hadi."
"Anne! Bugün hiçbi' güç beni bu yataktan kaldıramaz."
"Pakizeee! Kalkmadı mı o sığır daha?"
Babamın seslenişinden sonra ne ara tuvalete gidip geldim, annem ne ara
yatağımı topladı farkında değildim geçen zamanın.

"Oğlum yüzünü yıkamadın mı sen?"

"Yıkadım ya."

"Nereye yıkadın, gözlerin hep çapak içinde. Git doğru düzgün yıka, sabaha
kadar şeytan yalıyo o yüzünü."

"Anne şu söylediğini kafamın içinde canlandırmak dahi istemiyorum. Ama
engel de olamıyorum. Çocukluktan beri böyle şeyler diye diye psikoloji filan
bırakmadın. Manyak gibi bi' şey oldum. Bugün sümüğünü yiyen biri olmamam
bile benim için büyük başarıdır."

"Aman yüzünü yıkamamak için bi' torba laf ettin. Yürü baban dellenmesin
yürü."

"Nerdesin oğlum sen? Her sabah geç kalıyosun sofraya. Yumurta soğuyo."

"Hangi yumurta baba?"

"Soğumasın diye yedim işte."

"Afiyet olsun babacım."

"Senin yüzünden kolesterolüm yükselcek. Çay dök şurdan... N'oldu nasıl
geçti iş görüşmesi?"

"Hangi iş görüşmesi?"

"Görüyosun diyil mi Pakize? Biz o kadar uğraşıp iş ayarlıyoruz, beyefendi
görüşmeye bile gitmiyo."

"Yok baba harbiden soruyorum, hangi iş görüşmesi bu? Dediğin yere gittim
ama kapı duvar."

"Heh sana da bahane oldu tabii, hemen geri döndün diyil mi? Bekleseydin
oğlum biraz. Öğle arasıdır bi' şeydir, niye çekip gidiyosun hemen?"

"Yok baba gerçekten kapı duvar. Mal sahibi duvar örmüş kapının olduğu
yere. Üç sene önce konfeksiyonmuş. Kapandıktan sonra ev yapmış herif orayı."

"Ne diyosun ya? Ulan koskoca tekstil sektörü ölmüş be. Zamanında var ya

peheey! Orhan Amca'nın ufak bi' konfeksiyonu vardı, gece ananla yardıma
giderdik de yine yetişmezdi işler. Vay be!"

“Sevgili babacım, esas meseleye dönücek olursak, sen iş görüşmesi
ayarladım diyip de beni mahalledeki konfeksiyona mı gönderdin?"

"Evet. Ortacı olarak başlardın ufaktan, işi kaptın mı ustabaşılığa kadar yolu
var, fena mı?"

"Geçti artık baba, geçti. Zamanında okuldan alıp bi' ustanın yanına çırak
vereydin şimdiye çoktan kendi yerimi açmıştım ben."

"Ya Pakize, millet 'Babamız bizi okutmadı,' diye hayıflanır, bizimki okuttuk
diye fırça atıyo. Gerçi nasıl okumaksa bu da, senelerdir bitmedi gitti şu okul."

"Aman İskender sen de sabah sabah üstüne gitme bu kadar oğlanın. Okuyo
işte çocuk."

"Nereye okuyo Pakize? Tüm gün malak gibi yatıyo evde."

"Bak hele şunun dediği lafa. Açıköğretim okuyo çocuk. Sonunda aynı
diplomayı veriyolarmış zaten. Aynı ders, aynı kitap, aynı diploma anacım."

"Ya madem aynı ders, aynı kitap, aynı diploma da bunu niye sokmuyolar
okula? Hayır elâlemin okuluna bile sokmadığı adamı biz evimizde yatırıyoruz.
Yeri geliyo koynumuza alıyoruz."

"Ya baba iyi ki zamanında aranızda yattım yani, daha ne kadar söyleyip
durcan bunu acaba?"

"Ulan zamanında dediğin iki gün önce. Koca adam utanmıyor da hiç Pakize."

"Kabus gördüm ne yapabilirim? Dün gece de hiç uyuyamadım. Daha
doğrusu öyle bi' rüya gördüm ki, sanki hiç uyumamış gibiyim. Her şey çok
gerçekti. Yine böyle bi' kahvaltı masasındayız. Sen yine her zamanki gibi sevgini
gösteriyosun bana. Akşam diyosun hazırlan, kız istemeye gidicez. Her şey böyle
başladı. Sonrası. .. Sonrası çok karanlık be baba."

"Kız istemeye gidicez dedim, he mi? Hiç benlik bi' hareket diyil. Elin kızının
başını niye yakıyım oğlum ben? Onun da bi' anası babası var, günahtır. Hayır

istemeye gideriz gitmesine de, kazara kızı verirlerse n'apıcaz? Bi' daha böyle
rüyalar görme sen."

"Anne, babam yine bu sabah pek bi' sevgi dolu? Hayırdır?"

"Komşular gelicek ayak altında dolanma dedim de, ona bozuldu zaar."

"Hee iyi tamam ya benlik bi' durum yok yani, güzel."

"Ya Pakize ben bu evin reisi miyim kedisi miyim belli değil. Ayak altında
dolanma nedir ya? Zaten sabaha kadar direksiyon sallamışım. Sen bi' de üstüne
evden kovuyosun beni."

"Ne kovcam ayol. Git uyu sen yatak odasında, sana elleşen mi var?"

"Hiç işte."

Evet yaptım. Yine bir tartışmada yanlış tarafı tuttum. Babamın sinirden
dudaklarını ısırıp, delici bakışlarla bana baktığını hissedebiliyorum. O
bakışlardan kurtulmanın tek yolu sessizce sinirinin geçmesini, daha doğrusu
sinirlenecek başka bir şey bulmasını beklemek. Hiç kımıldamadan önümdeki
yarısı boş olan çay bardağına bakıyorum. Kimse kusura bakmasın ama böyle bir
durumda bardağın dolu tarafına bakacak değilim. Sanki orada değilmişim gibi
oturuyorum masanın başında. Yahut masadaki sürahi gibiyim diyelim. Öyle
kırmızı kapaklı cam sürahilerden de değil ha. Baya alelade plastik bir sürahi.
Hatta çatlamış tuvalet maşrapası. Görenlerin "Ulan bunun ne işi var şimdi
burada?" diyeceği bir şekilde masanın ortasında duruyorum. Evet, bu tam olarak
benim işte. Ben Mecnun Çınar. Ve sürekli yanlış tercihler yaparım. Sorumluluk
sahibi her insanın yapacağı gibi sorunlarla yüzleşip, hatalarından ders alarak
durumu düzeltmeye çalışmak bana göre değil. Çünkü düzeltmeye çalışırken
iyice bozarım. Bu hayatta bir gerçek var ki, herkes hata yapar. Ama ihale her
seferinde bana kalır. İyisi mi sessizce beklemek. Benim de sorunlarla başa çıkma
yöntemim bu işte.

"Mecnun!"

Evet, ben Mecnun.

"Mecnuuun!"

Ben de onu diyorum işte, ben Mecnun Çınar...

"Oğlum kime diyorum ben alooo!"

"Pardon baba ya, dalmışım."

"Ohoo! Sen de ayakta uyuyon otele para vermiyon ha."

Bir süre titredim, dişlerim kenetlendi, vücudum kasıldı. Zor olsa da gülmeye
çalıştım. Ufak bir klişepsi nöbeti atlattım. Bu süre zarfında babam kendi yaptığı
şakaya güldü ve ardından "Ekmeği uzatsana şurdan," diyerek hiçbir şey olmamış
gibi devam etti.

"Pakize bu ne? Yine buzluğa mı koydun sen bu ekmeği?"

"Bayatlamasın diye anacım. Isıttım da getirdim ama."

"Ya Pakize gözünü seveyim bırak bayatlasın. Bayatlayan ekmekle tost yap,
köfte yap, süte kat kediye, köpeğe mama yap. Ama getirip önümüze koyma şunu
ya. Kalk lan git iki ekmek al."

"Yok ya ben yerim bunu sorun yok."

"Arkadaş benim bu evde taze ekmek yemeye de mi hakkım yok? Çok şey mi
istiyorum bu hayattan anlamadım ki? Kahvaltıda bi' taze ekmek alt tarafı."

"E bi' ekmeği gömmüşün zaten baba. Bak göbeğin almış başını gidiyo.
Dikkat et kendine, yeme bu kadar n'olur lütfen. O damarlar tıkanıcak sonra
kalpten gidicen maazallah."

"Ekmek almaya gitmemek için babasını öldürdü görüyon de mi Pakize?
Nasıl evlat yetiştirmişiz biz ya?"

"Bırak İskender bırak, gider ben alırım ekmeği. Varsın konu komşu
ayıplasın, koca oğlan evde yatarken anası ekmek almaya gidiyo desinler. Hiç
utanmamış anasını göndermiş bakkala bu nasıl delikanlı derler ona da.
Yapmadığım şey mi sanki? Geçiririm hırkamı sırtıma giderim tın tın diye..."

Annemin söylenerek mutfağa gitmesinin şov olduğunu babam da ben de iyi
biliyorduk. Eğer istediği bir şey yapılmazsa hep aynı tavrı takınarak vicdan

yaptırmaya çalışırdı. Eskiden işe de yarardı doğrusu. Annemin o laflarını
duyunca kendimizi bok gibi hissederdik. "Şu kadına bir gün yüzü göstermedik,
bir yüzünü güldürmedik, yazıklar olsun bize be!" diye hayıflanırdık. Ama kendi
adıma artık yemiyorum bu numaraları. Bir keresinde sırf ne yapacağını görmek
için yarım saat bekledim. O da yarım saat söylendi. Sonra geçti televizyonun
karşısına gündüz kuşağında izlediği programlara söylendi. Annemin olayı bu.
Söylenmek. Onun bakkala gitmeyeceğini gayet iyi bildiğimden, ayağıma dört
numara küçük gelen kapı önü terliğini giydim. Çıkarken yanıma para almadığımı
fark ettim ama bunun için geri dönemezdim. Erdal Abi'yle hallederiz nasılsa. İki
ekmek alt tarafı ne olacak canım? Sonra veririz. Her ne kadar veresiye lafına
uyuz olsa da sever beni. Yani beni değil de babamı sever daha çok. Sever
dediğim de lafın gelişi işte. Babamın borcuna sadık bir adam olduğunu
bildiğinden dolayı ses etmez. Açıkçası Erdal Abi'nin paradan daha çok sevdiği
bir şey olduğunu sanmıyorum. Belki karısı Nurten Abla'yı. O da bir ihtimal yani.
Ona karşı hissettiği şey sevgi mi yoksa korku mu emin değilim. Vay arkadaş şu
işe bak. Ferdi Tayfur'a "♫♬♩♪ Aşkın beni Mecnun ettiği zaman, bütün umutlarım
yittiği zaman, kadehim boşalıp bittiği zaman, bir beni bir seni düşünüyorum!
♫♬♩♪" diye şarkılar söyleten hayat, benim aklıma Erdal Abi'yi düşürüyor.
♫♬♩♪ Güzel gözlerine şarkılar yakıp, saçlarına bahar gülleri takıp, şu yalan
dünyanın haline bakıp, bir beni bir seni düşüneceğim ♫♬♩♪ yerde, Erdal
Abi'nin o kara kaşlarını, gür bıyıklarını düşünüyorum. Hayat zor, hayat acımasız.
Ben de isterdim geçmişimden koşar adım kaçıp, yepyeni başlangıçlara doğru
yelken açmayı. Ama ayağımda annemin terlikleriyle en fazla bakkala kadar
gelebildim.

“Mecnun! Mıncırmasana ekmekleri."

“Ekmek mi? Hamur değil mi ya bunlar? Şekil verip fırına atarız diye
düşündüydüm Erdal Abi. Bunlar ne böyle ya? Taze ekmek yok mu?"

"Bah hele bah, laflara bah... Beğenmiyosan almazsın Allah Allah!"

"Alıp n'apıyım bunları Erdal Abi? Aynısından evde de var zaten. Annemin
buzluktan çıkardığı ekmeklere dönmüş bunlar."

"Buzluktan mı? Ulan benim niye aklıma gelmedi bu ya? Senin o anandan
korkulur Mecnun. Geçen de elinde market poşetleriyle geçti bakkalın önünden.
Hayır bi' de utanmadan selam veriyo, en çok o ağrıma gidiyo Mecnun."

"E ben ne yapabilirim Erdal Abi?"

"Babana söyle de boşasın o kadını."

"Oha. O kadın dediğin benim annem oluyor farkında mısın acaba Erdal
Abi?"

"Evet, farkındayım."

"Aynca senden değil de marketten alışveriş yaptı diye niçin yuvamız yıkılıyo
ya?"

"Valla bugün bakkaldan alışveriş yapmayı bırakan kadın, yarın çoluk
çocuğunu da bırakır. O babanla beraber el elde baş başta kalırsın bak benden
söylemesi."

"Erdal Abi sen bu dükkânda biraz sıkılıyo musun acaba?"

"He ya... Ne diycem, Nurten Ablan size geliyomuş bugün."

"Merak etme Erdal Abi altın günü değil, annem konu komşuyu çağırmış
öyle."

"Ben de geliyim."

"Nasıl?"

"Ben de geliyim diyorum. Çok sıkılıyorum oğlum ben burda, Kaan gelir
birazdan okuldan. Ben de geliyim he?"

"E gelirsen gel bana ne Erdal Abi?"

"Nurten Ablan'la konuşsana o zaman. Gelme dedi çünkü o. Sen şey dersin,
Erdal Abi de gelsin ben evde sıkılıyorum, odamda takılırız biz beraber dersin.
He?"

"Bana ne sizin aile içi ilişkilerinizden abi. Niçin ben izin istiyorum Nurten
Abla'dan? Aynca daha şimdi bi' ton laf ettin annem hakkında. O kadar konuşup
bi' de kadının gününe mi gideceğin?"

"Evet."

"Bambaşkasın Erdal Abi."

"Şşş hadi lan. Ölümü gör. Allah'ın adını andım bak. Şşş n'olur lan hadi..."

"Erdal Abi n'apıyosun, bırakır mısın belimi Erdal Abi... Erdal Abi amacın
nedir senin, şu an içeri biri girse ne düşünür ya, bırak gidiyorum ben."

"Ekmek?"

"Fırından taze ekmek alırım."

"Vay be! Sen de mi Mecnun? Ulan o kadar hukukumuz var. Millet arkadaşı
için çiğ tavuk bile yerken sen Erdal Abi'nin bayat ekmeğini yiyemiyon he mi?"

"Ya bana kalsa ben yerim de babam yemiyo Erdal Abi. Siz aranızda
halledersiniz artık... He bu arada iki ekmek parası versene ordan ya, para
almadan çıkmışım evden."

"Yuh arkadaş! Ekmeği benden almadığın yetmiyomuş gibi bi' de parasını
benden mi istiyon utanmadan? Sen anandan da beter çıktın valla Mecnun."

"İki ekmek parası alt tarafı ya."

"Olmaz oğlum öyle şey. Sen git bi' yarım saat sonra gel. Taze ekmek gelir
yarım saate."

"Yarım saat n'apıcam ben Erdal Abi?"

"Her zaman yaptığın şeyi yapacağın Mecnun. Aylak aylak dolaşacağın."

Erdal Abi soktuğu lafla pek bir keyiflendi. Bıyık altından başladığı
gülmesine kahkahalar eşlik etti. Arada yumruk yaptığı elini ısırdı. Dizlerine vura
vura, katıla katıla gülmeye devam etti. O gülerken dükkana müşteri girdi, onu
bile fark etmedi. Ben müşteriyle ilgilenirken o, omzuma vura vura gülmeye
devam etti. Bayat ekmeklerden sattım adama. Tam parayı alıp cebime atacakken
Erdal Abi kendine geldi. Bir şahinden daha hızlı, bir akbabadan daha güçlü, bir
kartaldan daha tüylü olan elleriyle parayı aldı. Kireçburnu'ndaki vahşi doğanın
bir kanunu vardır: Erdal Abi'nin canını alabilirsiniz ama parasını asla!

Bakkaldan çıkıp sahile yürüdüm. Yol boyu Erdal Abi'nin sözleri

kulaklarımda çınladı.

"Aylak aylak dolaşacağın Mecnun! Aylak aylak dolaşacağın... cağın...
cağın..."

"Erdal Abi beni mi takip ediyosun sen?"

"Evet."

"Cağın cağın diye kulağımın dibinde deminden beri, üşenmemiş sahile kadar
inmiş adam."

"Yoruldum ama değdi biliyo musun? Neyse ben dükkâna döneyim, işim
gücüm var sonuçta. Bakkalım ben. Erdal Bakkal'ım. Senin gibi işsiz güçsüz
serseri değilim ki."

Birde hayat zor derler. Hayat acımasız derler. Kimse hayat kadar sert
vuramaz derler. Bunları söyleyenler Erdal Bakkal'ı tanımıyorlar tabii. Şöyle
güneşli bir günde, yazdan kalma bir sonbahar sabahında, -yani öğleden
sonrasında- durduk yere canımı sıkmıştı Erdal Abi. Oysa ona gerek yoktu. Kendi
kendime de halledebiliyordum ben bu işi. Ne zaman hayal kurmaya başlasam
sonu felaketle biter. Çocukluğumdan beri böyledir bu. Yatağıma uzanmış
futbolcu olduğumu hayal ederdim. Kireçburnu'nun ara sokaklarında başlayan
futbol hayatım, Beşiktaş'ın on numarası olarak devam eder, oradan da Real
Madrid'e rekor ücretle transfer olurdum. Buraya kadar bir sorun yok, her şey çok
güzel, evet. Ama hayallerime müdahale edemem. Birden şampiyonluk maçında
bacağım kırılır. Kariyerimin zirvesindeyken futbol hayatım biter. Annem
kemiklerim daha çabuk kaynasın diye paça çorbası içirmeye çalışır, babamın
levyeyle sahaya girip bacağımı kıran futbolcuyu kovalamasından
bahsetmiyorum bile. Hayal kurarken bile canımı sıkabilirim. Mutlu sonla biten
hayalim olmadı hiç. Bu dünyada herkesin bir yükü var. Benimki de hayallerim.
Herkesin okulunda, işinde gücünde olduğu şu saatte deniz kenarındayım.
Burnumda kesik iyot kokusu, yüzüme vuran sonbahar rüzgârı, ayağımda
annemin terlikleri, kafamda milyonlarca düşünce varken, cebimde iki ekmek
parası bile yok. Benim gibi işsiz güçsüz işe yaramaz biri daha yoktur herhalde bu
dünyada.

"Mecnuuuun!"

"Hoooop!"

"Ne yaptın?"

Evet biri daha var sanırım. İsmail Abi.

"Neyi ne yaptım?"

"Genel diyorum yani, ne yaptın?"

"Ne yapayım, aynı."

İsmail Abi biraz tuhaftır. Renkli kıyafetleri, patavatsızlıkları, sorun çözmeye
çalışırken daha büyük sorunlara neden olması, konuşması, oturuşu kalkışı
yürüyüşü ne bileyim işte farklıdır yani. Dışarıdan baktığınızda yanınızda
olmasını istemeyeceğiniz adamlardandır. Onu anlayabilmek için tanımanız,
tanımak için de sabretmeniz lazım. Belki de İsmail Abi bu yüzden yalnızdır.
Belki de bu yüzden girdiği hiçbir işte tutunamıyordur. Belki de bu yüzden her
gün bu sahile inip denize doğru el sallıyordur. Çünkü kimse birbirini tanımak
için sabretmiyor artık. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok. Oysa onu bir
tanısanız, gözlerindeki hüznü bir görebilseniz. Kalbinde rengarenk çiçekler
yetiştirir İsmail Abi. O çiçekler solmasın diye ağlayarak sulamak ister gibidir
gözleri. Onun yanınday...

"Mecnuuuuuuuun!"

"Hoooop!"

"Bağırıyorum o kadar duymuyon mu sen beni? Daldın gittin."

"Başka bi' şey düşünüyodum da abi, pardon ya."

"Aman diyim çok düşünme Mecnun. Bizim bi' enişte vardı. Çok
düşünmekten gitti rahmetli. Adam düşün de düşün düşün de düşün düşün de
düşün düşün de düşün düşün de düşün düşün de düşün düşün de düşün düşün de
düşün düşün de düşün düşün de düşün düşün de düşü..."

"Abi bırakcan mı artık?"

"Ben bırakırım da enişte bırakmıyo ki Mecnun. Düşün de düşün kafayı
sıyırdı sonunda. Gitti kamyonun altında kaldı."

"Kamyonun mu altında kaldı? E ne ilgisi var ki bunun düşünmekle?" .

"Artık o sırada ne düşünüyoduysa görmemiş işte koca kamyonu. Neyse,
tutma beni daha iş görüşmesine gidicem"

"Nasıl?"

"İş görüşmesine gidicem diyorum, iş."

"Kasiyerlik işi n'oldu?"

"Yalan oldu be Mecnun."

"Sebep?"

"Ya iş görüşmesine gittim. Yol-yemek-sigorta soruyorum bana bin tane şey
anlatıyo. Yok efendim kendisi ilgilenmiyomuş da, yok efendim çokuluslu bir
şirketin başıymış da, yok efendim Ali Koç'muş da bilmem ne."

"Ali mi Koç? Abi sen Migros'ta kasiyer olmak için Ali Koç'la mı görüşmeye
gittin?"

"Heeğ. Ama sen beni tutuyosun Mecnun. Tutma İsmail Abin'i. Bi' bırak sal
beni şöyle, sal beni. Hadi çok iyi davran kendine, hiçbir şeyi de kafana takma.
Düşünme fazla, yetinmesini bil azla. Hadi eyvallah. Fiççucu fiççucu..."

Kendi içinde ne yaşıyor bilmiyorum ama yaşarken eğlendiği çok belli. Sahil
boyu ıslık çalarak yürüdü. Güvercinle selamlaştı, kediyle şakalaştı, martıya
sataştı. Ondaki neşenin yarısı herkeste olsa gül gibi yaşar giderdik. Ne kavga
ederdi insanlar kendi aralarında ne de savaşlar çıkardı bir hiç uğruna. Silah
yerine düdüklü tencere filan üretilirdi fabrikalarda. Gerçi o zaman da olası bir
uzaylı istilasına savunmasız yakalanırdık. Of! Yine yaptım. İlkokulda çizdiğim
23 Nisan resimleri gibi tüm insanlık el ele tutuşmuş gülümserken, şimdi düdüklü
tencereyle uzaylı kovalıyorlar. İsmail Abi haklı. Daha fazla düşünmemeliyim.
Her şey ne kadar güzel. Şu masmavi deniz, bulutların arasından sırıtan güneş,
görmese bile bu güzel havanın tadını çıkarmak için her gün gelip de aynı banka
oturan Zeynep, onun çantasını çalıp kaçan şu adam. Lan! Adam Zeynep'in
çantasını çaldı. Hırsız! Hırsız var! Bağırmaya çalışıyorum ama bağıramıyorum.
Elim ayağım birbirine dolandı. Ne yapacağımı bilemedim tuttum denize atladım.
Bir de en kötü karar, kararsızlıktan iyidir derler. Beni hiç tanımıyorlar. Güç bela

çıktım sudan. Peşinden koşsam yakalar mıyım diye baktım. Adam durdu. Dönüp
Zeynep'e doğru baktı. Yanına kadar yanaştı. Banka oturdu. Elini Zeynep' in
gözlerinin önünde yukarı aşağı salladı. Zeynep tepki vermeyince görmediğini
anladı. Çantasını arandı Zeynep. Adam çantayı ona doğru itti. Zeynep çantasını
alıp kalktı banktan, evine doğru yürümeye başladı. Adam peşine düştü. Ben de
üzerimde sırılsıklam kıyafetler ve titreyen bir çeneyle takıldım peşlerine. En
önde elinde değneğiyle yolunu bulmaya çalışan Zeynep, arkasında şapkasından
eldivenlerine kadar simsiyah kıyafetleriyle hırsız, en arkada da sırılsıklam bir
şekilde titreye titreye yürüyen ben. Ulan nasıl bir mahalle olmuş burası, bir kişi
de çıkıp "Ne yapıyonuz siz ya?" demedi. Sokak sokak yürüdük. Adam,
Zeynep'in karşısına çıkan çöp konteynırının yerini değiştirdi. Takılıp düşmesin
diye irili ufaklı taşları yoldan temizledi. Zeynep karşıdan karşıya geçerken
yoldaki arabaları durdurdu. Evinin önüne kadar geldik bu şekilde. Zeynep evine
girdi. Kesin bir numara var bu herifte. Gece gelip soymasın kızın evini diye
düşünürken adam arkasını döndü. Ona bakmamaya çalıştıkça daha çok baktım.
Adam yaklaştıkça gözlerine kenetlendim. Elimde değil, gözlerimi alamıyordum
adamdan. İyice yanaştı. Burnumun dibine kadar girdi.

"Niye ıslaksın sen?"

"Yoooğ!"

"Yoğğ ne lan?"

"Beni mi takip ediyosun diye sorucan zannettim de abi. Cevabı hazırlamıştım
önceden."

"Cevabını bildiğim sorular sormam ben. Şimdi söyle bakalım, neden takip
ediyodun beni?!"

"Mecnun ben abi. Mecnun Çınar. Taksici İskender'in oğlu diye kime sorsan
söyler abi."

"Bunu da hazırlamıştın di mi? Kimsin lan sen deyyus diye sorcam sandın
tabii."

"Deyyusu beklemiyodum doğrusu. O ne öyle ya, dede küfrü gibi."

"Uzatma da cevap ver. Niye takip ediyodun beni?"

"Valla böyle durumlarda ne yapılır bilemediğim için o heyecanla attım
kendimi denize."

"Bak gitti başa döndü. İstediğin sorudan başlayabilirsin dediler de orada
takılı mı kaldın sen aslanım?"

"Heyecan yaptım da kusura bakma abi. İlk defa bi' hırsızla karşılaşıyorum."

"Hırsız mı? Yuh! Ayıp ama ya. Aşkolsun. Ben öyle bi' insan mıyım?"

"Diyil misin?"

"Diyilim tabii. Performans sanatçısıyım ben."

"Çok pardon ya. Ben öyle çantayı çaldığını görünce..."

"Çalmak da neymiş ya. Lütfen. Bi' daha duymıyım... Bana bak, sen bu kızı
tanıyo musun?"

"Tanıyorum. Zeynep bizim. Rahmetli annesiyle birlikte yaşarlardı burada. O
da ölünce bi' başına kaldı gariban."

"Güzeeeeel!"

"Güzel derken? Anası öldü diyorum abi, kimi kimsesi yok diyorum nesi
güzel bunun?"

"Kız çok güzel be Mecnun. Seninle iyi anlaşıcaz Mecnun Çınar. Gel kahveye
gidelim bi' çay ısmarlıyım sana. Sen de Zeynep hakkında bildiklerini anlatırsın
bana."

"Bu mahallede çay içmek için kahveye gidilmez abi. Çünkü çay Erdal
Bakkal'da içilir. Erdal Bakkal! Erdal Bakkal! Mahallenin gururu."

"N'apıyon lan?"

"Ürün yerleştirme. Mahallede reklamını yaparsak bedava çay veriyo Erdal
Abi..."

Erdal Abi? Ekmek? Kahvaltı sofrası? Babam? Dayak?

"Pişmanlıklarım olmadı hiç..."
Bir ünlü vecizesi

Gönül isterdi ki bir kitaptan alıntı yapayım. Ama ben pek kitap okumam. En
son Açıköğretim 1. Sınıf ders kitaplarını aldım bedava veriyorlar diye.
Okuduğum son kitapsa Victor Hugo'nun Sefilleriydi. O da ortaokulda dönem
ödevim olduğu için. Kırtasiyeden 60 sayfalık özetini almıştım. Onun bile özetini
çıkaramadım. Aradan seçtiğim 10 sayfayı kâğıda geçtim. Hoca anlamış olacak
ki, kitabı anlatmamı istedi. Ne anlatayım dedim hocam, sefillik, garibanlık,
yoksulluk, rezalet, ooff off off! "♫♬♩♪ Dert çekmeyen ne bilir, dert çekenin
halinden. Ben ne yaptıııım söylee sanaaaa tutmuyoorsuuun
eeliimdeeeen...♫♬♩♪" diye Ferdi Tayfur şarkısına bağladım. "♫♬♩♪ Sen de bir
gün anlarsıın hayatııın cilvesinii,zateeengaripler yermiişfeleeğiin
darbesinii...♫♬♩♪"

Eli sigarasına gitti, sınıfta olduğumuzu fark edince geri çekti. "♫♬♩♪
Öleesiyee sevenleeer nedense mesut olmaz, senin gibi bir vefasız hiç kimseye yar
olmaz.♫♬♩♪" Şarkının bitmesini bekledi. Bitince tüm sınıfa alkışlattı. Sesim
güzel, yapacak bir şey yok. Sol elinin tersiyle gözündeki bir damla yaşı sildi.
Yerinden kalktı, yanıma geldi. Gözyaşıyla ıslattığı elinin tersiyle vurdu ağzıma.
Hocam demeye kalmadan bir tane daha indirdi. Herif resmen gözyaşlarıyla
dövdü beni. Adam edebiyatçı tabii, dayağı bile edebi. Hiç değilse matematikçi
gibi sırtımda cetvel kırmadı. Ya da tarih hocası gibi uçan tekme atmadı. Yine de
hiçbiri bedencinin voleybol topuyla beni kovalamasının yerini tutamaz. Arkadaş
okulda dayağını yemediğim hoca kalmamış resmen. Bugün olsa ana haberlere
konu olan dayaklar, o günlerde sıradan hadiselerdi. Eve gelip hoca beni dövdü
desen, bir de evdekilerden dayak yerdin. Neyse, konumuz bu değil. Konumuz
pişmanlık. Bir insanın nasıl hiç pişmanlığı olmaz aklım almıyor. Nasıl yaşıyorlar
bu hayatı? Nasıl beceriyorlar böyle kusursuz olmayı? Evden çıktığımdan beri
pişmanlıklar silsilesi içindeyim. Keşke eve dönüp yanıma iki ekmek parası
alsaydım, keşke sahile inmeseydim, keşke şu kendine performans sanatçısı diyen
manyağı takip etmeseydim. Bu düşüncelerle beraber bakkala doğru koşmaya
başladım. Adam da yanımda koşuyordu.

"Abi sana n'oluyo ya?"

"Ne biliyim lan birden koşmaya başlayınca biri kovalıyo sandım. Neyden
kaçıyon sen?"

"Geçmişimden be abi."

"Yapma ya. Bari doğru düzgün bi' ayakkabı giyeydin önce. Kadın terliği mi
o?"

"Aceleyle çıkınca tabii. Acelem var da benim, bakkala gitmem lazım hemen.
Sen dur istersen artık."

"Hızımı aldım bi' kere terim soğumasın. Sen o terliklerle çok yavaş koşuyon
yalnız ya. Nerde şu Erdal Bakkal tarif et de Yavuz Abin orda bekler seni."

Heh! Hayatımda yeteri kadar manyak yoktu zaten. Buyur sen de gel be. Hoş
geldin Yavuz Abi. Hoş geldin.

"Anne! Taze ekmek yoktu, çamaşır suyu aldım. Nasıl ikna etti bilmiyorum
bir şekilde elime tutuşturup yolladı çamaşır suyunu. Bu Kaan ileride büyük adam
olacak bak. Mahallenin bundan çekeceği var söyliyim sana. Babam çok kızdı
mı?"

"Çıktı oğlum baban. Götür mutfağa koy onu."

"Ya anne ekmek almaya diye bakkala gidiyomm, saatler sonra elimde
çamaşır suyuyla eve dönüyorum. Hadi bunlar şaşırtmıyor seni de sırılsıklamım
be anne. Bari buna bi' tepki ver."

"Çıtayı nası yukarı taşıdıysan artık seninle ilgili herhangi bi' şey şaşırtmıyor
beni oğlum. Geç de misafirlere 'Hoş geldiniz,' de."

Bir çocukluk travmam daha geri döndü. Misafire 'Hoş geldin' demek. Yakın
akraba, uzak akraba, konu komşu fark etmez. Eve kim gelirse gelsin odamdan
çıkıp gelenlere hoş geldiniz demek zorundaydım. Demesine deriz hadi mesele
değil de el öpmek gerekir mi? Öpmek istersin, "O kadar yaşlı mıyım?" diyen
olur, öpmezsin, "öpsene ulan!" diye elini zorla dudağına yapıştıran olur.
Tokalaşmak için elini uzatırsın, sıkmayan olur. Elini verip kolunu kaptırdığın
olur. Şapır şupur suratım yalayan olur. Ne kadar büyüdüğüne şaşıran mı istersin
yoksa birbirinden gereksiz çocukluk anılarını tekrar tekrar anlatan mı? Hele
akranın bir kız varsa tam sıçtın demektir. Göz göze gelmemeye çalış dur işin
yoksa. E illa ki okul durumunu soran da çıkar içlerinden. Açıköğretim
okuduğunu söylersin, annen gurur yapar. Lafa girmek zorunda hisseder kendini.
"Puanı şehirdışını tutuyodu da gitmek istemedi. Kendi kendine okuyor valla.

Böyle koca koca kitaplar odasında, ne ders anlatan var ne bi' şey. Odasından
çıkmıyo çocuk. Gece-gündüz çalışıyor bi' başına. Normal okuldan daha zor."

Bir şeyi bilmemekle, yanlış bilmek arasında çok fark var be anne. Bırak
oynama insanların ayarlarıyla. "Bizim oğlan geri zekâlı da biraz. Kazanamadı
Üniversiteyi. O yüzden açıköğretime girdi. Ama onu da beceremedi. Üç senedir
hâlâ birinci sınıfta. Seneye alırlar bunu askere. O da kurtulur biz de," desen daha
az canım yanar valla. Vicdan yaptırarak okutmaya çalışmak neymiş ya? Tüm bu
döngünün içinde kaybolmamak adına anneme vereceğim tek bir cevabım vardı.

"Bana ne ya, demiyorum hoş geldin filan odama çıkıyorum ben."

"Oğlum niye böyle yabani oldun sen?"

Ben yabani değilim be anne. İnsanlar çok karmaşık. Onlarla zaman
geçirmekten daha önemli işlerim var benim. Mesela... Mesela şey... Ders
çalışmak. Evet, ders çalışmam lazım benim. Şunun şurasında sınavlara ne kaldı?
Masamın başına oturdum, kitabımı açtım. İlk sayfayı bitirmek üzereydim ki,
odamın çok dağınık olduğunu fark ettim. Misafirliğe gelen komşulardan birinin
küçük oğlu olabilir ve onu başıma musallat edebilirler. Fazlalıkları dolaba attım,
odanın kokusunu kırmak için etrafa deodorant sıktım. Tekrar kitabı açtım. İlk
sayfayı okumaya baştan başladım. Odaya gönderdikleri çocuk bilgisayarla
oynamak isteyebilirdi. Oyuncak mı lan bu? Hemen kalktım bağlantı kablolarını
söktüm. Sorarsa bozuk derim. Bir süre etrafta dolanır, sıkılıp anasının yanına
gider sonra. Güzel. Yeniden kitabı aldım elime. Bir süre ayakta okudum. Hiçbir
şey anlamadım. Yatağa uzandım, baştan başladım okumaya. Daha ilk sayfa
bitmeden uyuyakalmışım. Uyandığımda hava hafiften kararmaya başlamıştı.
Fena halde acıkmıştım. Salonda kahkahalar eşliğinde kısırlar, börekler, kekler
elden ele dolaşırken ben odamda açlıktan ölmek üzereydim. Varlık içinde yokluk
çekiyordum resmen. Kapıya çıkıp bağırsam: "Pakize Hanım! Yukarı karışık bi'
tabak gönderebilir misiniz lütfen? Teşekkürler!" Hayat çok daha kolay olabilirdi.
Açlık mesele değil, bir şekilde dayanabilirim. Ama çok fena sıkışmıştım. Hani
odada boş bir şişe bulsam onunla bile görebilirim şu an işimi. Hatta bir ara
balkondan aşağı fıydırsam mı diye düşünmedim değil. Salondaki misafirlere
görünmeden tuvalete gitmeye çalışmak. Yok böyle bir gerilim. Hadi gittin
diyelim. Bir de içeridekilere duyurmadan klozetin kenarına kenarına işemeye
çalışmak yok mu? Sifon çekme kısmına kadar gelebilsem gerisi kolay aslında.
Birden sifona asılıp kaçarım yukarı. Dayanacak gücüm kalmadı. Ne olursa olsun
diyerek çıktım odadan. Parmak uçlarıma basarak indim merdivenleri. Tam

tuvaletin kapısına geldim ki, o çıktı içeriden. Yemyeşil gözlerinin içinde
kayboldum resmen. Evin tüm duvarları yıkıldı, koca koca ağaçlar sardı etrafımı.
Bembeyaz teni bulut oldu, üzerime yağmurlar yağdırdı. Allah'ım hayallerime
bile sığdıramayacağım böyle bir güzelliğin yeryüzünde işi ne? Belli ki varlığına
delil olarak göndermişsin tamam da, bizim evde işi ne? Bir masalın içinden çıkıp
gelse bu kadar şaşırmam ama bu kız nasıl olur da bizim tuvaletten çıkar?
Hayatımın aşkına bizim evin tuvaletinde rastladım diye anlatsam kim inanır ki
bana? İlk görüşte aşk dedikleri böyle bir şey demek ki. Göğsümden bir parça
söküldü, karnımda kelebekler uçuştu, içim alev aldı, bacaklarım uyuştu.
Hissizleştim. Belden aşağımda bir sıcaklık, tenimde bir ıslaklık. Aşk dedikleri. ..

"Oğlum, n'aptın sen altına mı işedin?"

Altıma mı işedim? Hasiktir. Ulan aşk maşk derken koyvermişim resmen.

"Yuh! Koskoca adam olacak bi' de ha. Görüyo musun Nurten? Mecnun altına
işemiş."

"Erdal Abi, senin ne işin var burada?"

Salonda kim varsa başıma toplandı. Ben hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim
kendimi. Az önce kaybolduğum o gözlere bakamaz oldum. Erdal Abi'nin
kahkahalarını bile duyamıyorum, kulağımda sadece bir çınlama. Yer yarılsa,
içine girsem. Bir daha hiç çıkmasam. Hep orada kalsam.

"Ben biraz fazla kaldım galiba içeride, tutamadı yazık. Kusura bakma ya,"
dedi ve bana dokundu. Yer yarıldı. İçine girdim. Sonrası, sonsuz karanlık.

ikinci bölüm

Yer yarıldı ve ben içine girdim. Yerin altı hiç de düşündüğüm gibi değilmiş
yalnız. Kavurucu bir sıcak, her adımda insanı daha da içine çeken kızgın kumlar
ve sonsuzluk. Hiçliğin tam ortasına "şu an buradasınız" yazan bir levha
koymuşlar ve beni de o levhaya bir nokta olarak iliştirmişler sanki. Ne tarafa
gideceğimi bir türlü kestiremedim. Doğu? Batı? Kuzey? Güney? Bunların hiçbiri
yok zaten bende. Sağ sarımsak, sol soğan o kadar. Gerisi çok karışık. "Du biraz
da şu tarafa doğru kaybolıyım bari," diye diye saatlerce yürüdüm. Dilim
damağım kurudu. Gördüğüm ilk büfeye koştum. Soğuk su istedim, "Yeni
koydum dolaba ılıktır," dedi. Almadım. Başka büfe çıkar karşıma nasılsa dedim
ama çıkmadı. Ayağıma gelen her fırsata itinayla teperim. Gelişine vururum ama,
öyle böyle değil. Dayanacak mecalim kalmadı, dizlerimin bağı çözüldü. Alev
alev yanan kumlara çöktüm. Ellerimi açtım, gökyüzüne doğru haykırdım:

"Allaaah'ıımmm nerdeyim ben?"

"Çöldesin evlat."

"Allah'ım? Bu kadar çabuk dönmeni beklemiyordum doğrusu. Hayır,
dönmeni de beklemiyodum da. Öldüm mü şu an ben? Ölü müyüm yani?"

Omzumdan dürtülünce gayriihtiyari sıçradım.

"Heey! Buradayım, burada."

Ak saçı, ak sakalıyla yaşlı tonton bir dede asasıyla beni dürtüyordu. Tonton
dede asayla dürter mi hiç ya?

"Sen kimsin ya?"

"Aksakallı Dede."

"Aksak allı mı dede?"

"Aksakallı Dede, Aksakal."

"Hee. Yanaklarını böyle al al görünce allı dede zannettiysem demek?
Hafiften aksıyosun da tabii."

"Kim aksıyo? Ne aksaması? Normal yürüyorum ya işte. Aksıyo gibi mi
görünüyo ordan?"

"Sol hafif çekiyo sanki. Halı saha maçında mı burktun, n'aptın?"

"Kumdan dolayı öyle görünüyodur ya, aksamıyorum ben. Aksakallı
Dede'yim ben. Öyle sağda solda allı dede filan diye konuşma sakın hakkımda."

"Konuşmam konuşmasına da dedem, ne işim var benim burda?"

"Belli ki âşık olmuşsun evlat. Çaresiz âşıkların son durağıdır burası.
Sevdiğine kavuşursan meşk, kavuşamazsan aşk olur. Kavuşamayan âşıklar bu
çölde ararlar sevdiğini. Kavuşanlarsa emlakçı emlakçı dolanır dururlar artık, 2+1
kombili. Anlat bakalım, sen nasıl kaybettin sevdiğini?"

"Yani kaybetmek diyemeyiz de pek, ben daha yeni buldum sayılır. İlk defa
gördüm kendisini. Bi' şey de konuşamadım karşısında. Kurudum kaldım. Dilimle
kalbim yer değiştirdi sanki. Ağzımı açsam kalbimin dışarı çıkcağını hissettim.
Ben de ağzımı bile açmadan öyle baktım mal gibi kıza. Yerimden de
kımıldayamadım. Altıma işedim resmen kızın karşısında ya."

"Aaah evlat! Aşk böyle bir şeydir işte. İnan o kadar duydum ki senin şu
anlattıklarını. Altına işediğini hissedeni ilk defa duyuyorum ama."

"Yok ya his filan değil, baya bildiğin işedim altıma."

"N'aptın? Altına mı işedin? Koca adam?"

"E zor tutuyodum zaten, n'apiyim ya?"

"Ah be evlat. Sen daha kafadan kaybetmişin. Başlamadan bitirmişin her
şeyi."

"Di mi? Vardır öyle huylarım, evet. N'apcam ben şimdi dede?"

"Yapıcak bi' şey yok. İyisi mi unutmaya bak sen bu kızı."

"Unutmak mı? İnsan nasıl unutur sevdiğini dede? Ben daha Beşiktaş'ın 92-93
sezonu kadrosunu bile unutmamışken, bu kızı nasıl unuturum? Şu kızgın kumlar
şahit olsun, şu alev alev yanan güneş şahit olsun, şu kutup ayısı şahit olsun ki
ben bu kızın peşini bırakmam dede... Yuh! Kutup ayısı mı var orda?"

"Anlaşıldı. Rahat durmıycaksın sen. Peki madem n'apalım, yardım edicem
sana evlat."

"Nasıl etceksen et bi' an evvel yalnız dede. Buraya doğru geliyo ayı. "

"Eğil şöyle biraz öne doğru. Uzat kafanı uzat."

"Kafama mı vurcan onla benim? Asayı mı geçircen kafama? Yapma dedecim
n'apıyosun sen ya?"

"Acımıycak merak etme. Kendine getirir bu seni."

"Asayla kafaya vurmak nedir ama ya? Bu nasıl bi' yardım eli, bu nasıl bi'
unutturma şekli. Yapma diyorum dede... Dede..."

***

"Dedeeeee! "

"Ne bağırıyosun ulan?"

Ben kendime geldim sanırken babamın tokadıyla yığıldım yatağa. Çölde
dedenin asası, burada babamın tokadı. Hiçbir yerde huzur yok bana.

"İskender, niye vuruyosun oğlana?"

"Birden bağırınca korktum ya. Şşş kusura bakma hacı abi, refleks olarak
yapıştırdım bi' tane. Hakkını helal et."

“Aşk olsun baboli ya ne demek. Lafı mı olur? Az tokadını yemedik sonuçta
da sen demin bana hacı abi mi dedin acaba?"

"Oğlum diyemedim, dilim varmadı. Anan telefonda 'Koş oğlan bayıldı,'
diyince müşteriyi bile bırakmadan bastım geldim eve. Bayılmadan evvel altına

işediğini söyleyeydi vallahi gelmezdim. 'Ne oğlu hanımefendi, ben kısırım, bir
daha beni bu numaradan rahatsız etmeyin,' der kapatırdım telefonu. Hayır,
müşteriyi de işinden gücünden ettik senin yüzünden."

"Yok yok sorun değil, ben beklerim. Geçmiş olsun bu arada."

"Sağ olun... Baba elin adamının yanında konuşmasak mı diyorum bu
mevzuları? Ayrıca ne işi var bu herifin benim odamda?"

"Arabada mı bekleteydim?"

"Tamam İskender, gitme çocuğun üstüne. Mecnun! İyi misin annecim?"

"İyiyim anne, iyiyim de dedeyi gördünüz mü ya?"

"Ne dedesi?"

"Aksakallı, böyle elinde asası var. Yaşlı bi' insan işte. 'Ben sana yardım
edicem,' dedi. Gelmedi mi o daha?"

"İskender, oğlan kafasını nasıl vurduysa, rahmetli dedesini görmüş
rüyasında."

"Saçmalama Pakize. Oğlan bi' dedesini hiç görmedi. Daha 40 yaşında
rahmetli oldu adam. Diğeri de asker emeklisi adamdı, her sabah tıraşını olurdu.
Ayrıca yardım edicem demiş bak. Hiç senin rahmetli babanın ağzından çıkacak
bi' laf değil bu."

"A aa nesini gördün adamın ayol?"

"Hiçbi' şeyini görmedim Pakize. Bi' gün olsun 'N'aber damat?' demedi.
Evlendik, iş kurmaya çalıştık, taksi plakası aldık, kredi borçlan birikti filan
derken çıkıp 'Az ben de yardımcı olayım,' demedi. Koca ömrümde bi' kere borç
para istedim. Sırf para vermemek için ertesi gün öldü adam."

"Saçmaladın ama yani şimdi İskender. 'Ölülerinizi hayırla yâd ediniz,' diye
hadis var, olmasa ben de senin anan hakkında konuşmaya başlardım da işte
içimde kalsın neyse."

"Allah Allah! Dök içini efendim buyur n'aptı kadıncağız sana?"

"Abi ben çıkıyım isterseniz?"

"Yok birader otur, gizlimiz yok bizim... Anlat bakalım buyur, n'aptı anam
sa..."

"Ama siz benim psikolojimi bozuyosunuz şu an. Açın biraz televizyon
izleyin de çocuk nasıl yetiştirilir öğrenin ya. Büyüme çağında bir çocuğun
yanında kavga etmeyin diye bangır bangır şey yapıyolar sürekli."

"He sen daha büyücen yani. Biz bi' yerde sabit kalırsın artık diye
düşünüyoduk ama."

"Babuş Allah aşkına uğraşma benle vallahi çok zor durumdayım ya. Dede de
yok ortalıkta."

"Bak hâlâ dede diyo."

"Çok sert düştü oğlan yere İskender."

"İki tane vuram mı kafasına? Vurdurursak düzelir belki."

"Bi' çıkar mısınız dışarı lütfen."

"Ama oğlum..."

"Hadi annecim. Bak lütfen diyorum. Annecim diyorum. Daha ne diyim yani.
Vallahi daraldım."

"E iyi madem. Yürü çıkalım da oğlan dinlensin İskender."

"Şşş bana bak, muşamba serelim mi altına? İşemezsin di mi gece?"

"İskender! Hadi!"

"Geldim geldim. Ulan koca adam ya. Sinirlerim bozuldu valla."

"..."

"Arkadaşım! Sen de çıkcan di mi?"

"Kimse gel demeyince kaldım ben burada. Neyse, tekrar geçmiş olsun. "

Adam da çıktıktan sonra uzanıp tavanı seyretmeye başladım. Tavanın
sıvasındaki izlerden şekiller türetmeye koyuldum. Tıpkı çocukken bulutları bir
şeylere benzetmek gibi. Hangi buluta baksam at görürdüm genelde. Artık
bulutları değil tavanı izler oldum. Büyüdükçe gökyüzüne bakmayı da bırakıyor
insan. Pek bir şey değişmiş değil, tavandaki izlerde de at görüyorum hâlâ. Ama
şu iz, diğerlerinden farklı gibi. Eskiden de var mıydı yeni mi oldu? İlk defa
görüyorum. Bu? Bu iz değil ki, basbayağı onun sureti. Tavanda durmuş bana
bakıyor. Ama... Ama ben yatamam ki şimdi böyle. Kalkıp üstümü mü
değiştirsem? Pijamalarla görmesin beni ayıp olur.

"Oh be! Bi' an hiç gitmeyecekler sandım."

"Dede? Sen nerden çıktın?"

"Dolaptan. "

"Ne işin var senin dolapta?"

"Sizinkiler birden görmesin beni korkarlar dedim. Sana yardım ediceğimi
söylemiştim. Ben kimseyi yarı yolda bırakmam evlat. "

"Büyüksün be dede. Eee n'apıyoruz şimdi?"

"Yatıyoruz. Kay şöyle biraz kenara."

"Nası yatıyoruz ya?"

"Başlı kıçlı yatıyoruz. Ver o yastığı ordan. Heh. Hadi Allah rahatlık versin. "

"Ama dede sen de sevdalı adama önce unut diyosun, sonra da uyu diyosun.
Nasıl uyurum ben ya? Daha adını bile öğrenemedim kızın. Aklımdan çıkmıyo ki
yüzü. Tavanda durmuş bana bakıyo oradan. O şekilde bakarsa nasıl uyuyabilirim
acaba? Gözüme uyku girmez ki şimdi sabaha kadar."

***

Tam 15 saat uyudum. Bıraksalar daha da uyurdum ama paketleyip kahvaltı
sofrasına oturttular resmen. Hâlâ da uyanabilmiş değilim.

"Oğlum, şuradan ekmeği uzatabilir misin?"

Evet evet, uyanamadım ben daha. Babam bana oğlum diyor, uzatabilir misin
diyor. Ne biçim bir konuşma şekli bu böyle. İnsan oğluyla hiç böyle konuşur
mu?

"Annecim, portakal suyunu iç hadi, vitamini kaçmasın yeni sıktım."

Hakikaten de masada portakal suyu var. Kahvaltı masasında portakal
suyunun işi ne? Bu tabaklar? Annemin vitrinde sakladığı çeyizinden kalma
tabakları değil mi bunlar?

"Oğlum, şuradan kaymak al bakıyım biraz. Genç adamsın sen, enerji lazım
sana. Götür."

"Baba!"

"Efendim oğlum?"

"İyi misin sen?"

"Hamdolsun be oğlum. Çok şükür ailemin yanındayım, karnımız tok,
sırtımız pek. Her şeyin başı şükür evladım. Şükretmesini bilecen. Öyle diyil mi
efendim?"

"Efendim?"

Yok bana demiyor, yanıma yanıma bakıyor. Sağıma bir döndüm ki Aksakallı
Dedem doldurmuş tabağım, gömülmüş kahvaltısına. Bunca yapmacıklığın
sebebi belli oldu. Evde misafir var. Evde misafir olması = istediğimi yapabilirim.
Şu an gidip tavana sıçsam bizimkiler dönüp "Aferin be oğlum, nasıl becerdin sen
bunu, helal olsun be, ne göt varmış bizim oğlanda," der. Dokunulmazlığım var
şu an bu evde. Ama bizimkiler daha tanımıyor bile adamı, nedir bu yaranma
çabası onu anlamış değilim. Babam masanın altından ayağıyla dürttü. Dönüp
baktım, yaklaşmamı işaret etti. Yanaştım, kulağıma eğildi.

"Sen dede mede diyince ciddiye almadık ama harbiden evin içine girmiş
mübarek."

"Mübarek?"

"Zamanında bu evin altında yatır var derlerdi de inanmazdık. Yata yata

sıkılmış ayaklanmış hazret... Efendim biz hanımla tuvaletin önüne bi' çift terlikle
ibrik bırakacaktık da ibrik yok evde. Akşam gelince alıyım mı yoksa maşrapa
görür mü işinizi?"

"Ne ibriği ne maşrapası baba ya? Yatır filan değil, Aksakallı Dede bu.
Çölden geldi."

"Çöl mü? Ne çölü?"

"Çöl.. Şey işte ya. Çöl derken... Çöl demedim... Çöpün oradaydı dışarıda
kalmış kimi kimsesi yok belli ki diyip eve aldım."

"Pakize! Görüyo musun oğlunun yaptığını? Yatır diyilmiş adam."

"E çeyiz takımımı çıkardım ben o kadar."

"Sen niye tanımadığın etmediğin adamı eve sokuyosun oğlum?"

"Hiç işte! Kendi dedesinin elini öpmeye zorla giderdi, yolda bulduğu elin
dedesini koynuna alıyo."

"Koynuna almak ne biçim laf ya? Yatacak yeri yoktu adamın."

"Huzurevi mi oğlum burası? Her yatacak yeri olmayan yaşlıyı tutup eve mi
dolduralım?"

"Ben yardım etmek maksadıyla... Dedecim sen de bir şeyler söylemek
istemez misin? Seni savunuyorum burda deminden beri, iki laf etmesen mi acaba
durumu kurtarmak için."

"Baban haklı."

"Neemiş?"

"Heh bak, yatır da hak verdi bana. Hâlâ yatır diyorum adama ya. Töbe
töbe..."

"Zaman eski zaman değil ki. Hırlısı var var. Dolandırıcısı var sahtekârı var.
Saçım sakalım ağarmış diye güvenmek zorunda mı bu insanlar bana?"

"Hay sakalın bal yesin e mi dede... Sakalına bal yapışmış yani şurda, şu taraf.

Heh tamam geçti."

"Yani demem o ki, siz siz olun bilip bilmediğiniz kimseye güvenmeyin.
Herkes benim gibi diyil valla. İstesem siz uyurken bütün evi boşaltır giderdim
ruhunuz bile duymazdı. Çok ağır uyuyosunuz çünkü. Kalktım buzdolabına
dadandım da haberiniz olmadı yahu. Biraz dikkatli olun. öyle diyil mi hanım
kızım?"

"Valla çok doğru söylüyosunuz efendim."

"Şuradan bi' yumurtalı ekmek daha alabilir miyim? Çok güzel olmuş eline
sağlık."

"Afiyet olsun efendim."

"Dede n'apmaya çalışıyosun acaba? Hani yardım edicektin bana?"

"Şşş çaktırma. Sizinkilerle arayı iyi tutmam lazım. Ama güzel insanlar,
hemen tav oldular. Yerleşirim valla ben buraya."

"Ben evlendikten sonra odayı da sana verirler artık. Evlilik diyorum, kız
diyorum. Yardım etmek diye geldin sofrada ne varsa sildin süpürdün, şu bizim
işe dönelim artık he dedecim?"

"Oğlum ne fısır fısır konuşuyosun orda, bi' rahat ver kahvaltısını etsin
adam."

Bu aksakalını sıvazladığımın dedesinden de fayda yok bana belli ki. Adam
kendine yatacak yer, kamını doyuracak bir sofra arıyormuş meğerse. Kendi
işimizi kendimiz göreceğiz, başka çare yok. Nereden başlamalı? Önce kim
olduğunu öğrenmeli, evet.

"Anne! Dün bi' kız vardı ya evde hani kimdi o?"

"Hangi kız?"

"Hangi mi kız? Anne dün evde kaç kız vardı Allah aşkına? Mahallenin
kadınları, Erdal Abi ve bi' de güzel kız vardı hani."

"Yuh! Erdal da mı geldi dün?"

"Babacım bi' saniye, annem cevap vermek üzere. Evet anne?"

"Karşısında altına işeyip sonra da bayıldığın kızı mı diyosun?"

"Yuh! Harbiden işedin mi sen altına ya?"

"Dedecim ama bi' araya girmeyin ya. Bi' şey konuşuyoruz annemle. Evet
anne, onu diyorum. Kim o?"

"Bizim Sevim Hanım'ın kızı. Tanımadın mı?"

"Yooğ. Ben Sevim Hanım'ı bile tanımıyorum ki. Kızını nasıl tanıyabilirim?"

"Yabanisin oğlum sen. Kaç kere gidip geldiler eve de bi' karşılarına çıkıp hoş
geldin demedin tabii. Nasıl tanıyasın?"

"Adı ne peki kızın?"

"Leyla!"

Leyla mı? Şimdi gerçekten Mecnun oldum işte. Meğer ömrüm boyunca
eksikliğini hissettiğim şey senmişsin be Leyla. Hoş geldin Leyla. Yüreğim biraz
tozludur kusura bakma. Bugüne kadar kimse girmedi içeri ne yapsın garip?

"He Leyla demişken, haftaya Sevim Hanımlar çağırıyor İskender. Evde
yapacaklarmış nişanı. Bizi de davet ettiler."

"Ne nişanı?"

"Leyla'nın nişanı."

"♫♬♩♪ Baharım solmadan eski ömrüm
Çıkmaz bir sokağa benzedi ömrüm
Leylası olmayan Mecnun'a döndüm
Olsan içmez miydin benim yerimde...♫♬♩♪"

Ne nişanı ya? Nereden çıktı şimdi nişan mişan? Daha küçücük kız o. Zorla
evlendirmeye çalışıyordur ailesi. Bir de utanmadan bizi davet ediyorlar o nişana,
he mi? Kızınızı evlendireceksiniz madem sağa sola haber yollasanıza, konu
komşunun bekâr oğlu varsa önce ona bir gidin bakalım. Gelin anamdan

babamdan isteyin beni. Ben yaptığım bol köpüklü kahveleri titrete titrete
getireyim. Siz Allah'ın emri peygamberin kavliyle beni istedikten sonra, babam
"Bi' de oğlana sormak lazım," diyerek çeksin beni bir köşeye, "gönlün var mı, ne
diyosun?" diye sorsun. "Siz nasıl münasip görürseniz babaam," diyeyim ben de.
Babamla sarılalım birbirimize. Gözlerimiz dolsun. Sonra karşınıza geçip
"Vermiyoruz," desin. Eee kolay mı İskender Çınar'dan oğlunu almak? Çok
düşkündür bana, çok. Vay arkadaş. Ben bu hayal kurma meselesini niçin
beceremiyorum ya? Hayalimde bile kavuşamıyorsak bu iş zor be Leyla.

"Dede, n'apıcaz şimdi?"

"Yeni çay demliycez."

"Ne çayı ya?"

"Yeniden demlemeye lüzum yok dede. Aşılar gelirim ben hemen."

"Oh! Ellerine sağlık hanım kızım."

"Bırak şimdi çayı dede, Leyla nişanlanıyomuş."

"Allah tamamına erdirsin."

"Kafa mı buluyon sen benle? Sabaha kadar koyun koyuna yattık, o ayağın
ağzıma girdi, sesimi çıkarmadım ya. Yaşlı kokusu sindi tüm vücuduma. Efil efil
yaşlı kokuyorum ben şu an, protez diş kokuyorum. Bunun için miydi yani hepsi?
Hani yardım edicektin bana."

"Hevestir geçer, sabah uyanınca vazgeçersin demiştim ama senin aklın hâlâ
bu kızda demek."

"Hangi kızda?"

"Ne kızı ya? Kız mız yok baba. Yaşlı ya tabii kimbilir neden bahsediyo şu
an. Sen kahvaltına devam et babacım."

Bizimkilerin yanında Leyla'dan bahsetmek pek de akıllıca değildi. Dedeyle
baş başa konuşabileceğimiz, kimsenin uğramadığı, sessiz sakin bir yer lazımdı
bize. Erdal Bakkal bu iş için biçilmiş kaftandı. Eskiden, yani kredi kartlarının
olmadığı, hesap ekstrelerinin yerine veresiye defterlerinin tutulduğu zamanlar

mahallenin gözbebeğiydi Erdal Bakkal. Herkes alışverişini buradan yapardı.
Özellikle sabahları çok kalabalık olurdu. Ama kasa kuyruğu göremezdiniz
burada. Erdal Abi tek başına değme kasiyerlere taş çıkarırdı. Daha poşetleri
doldurmadan ne kadar tuttuğunu söylerdi. Müşterisini tanır, kimin ne alacağını
bilirdi. Onlar söylemeden Erdal Abi malları poşetlerdi. Paran mı yok? "Erdal
Abi bunlar yazılcak," derdin. Açardı veresiye defterini. İtinayla alırdı notunu.
Sendeki kâğıdı da alır, ona da yazardı aynısını ki bir karışıklık olmasın.
Böylelikle ay sonu hesap ekstresini eline aldığın zaman "Hasiktir bu ay çok
harcamışız ya!" gibi dertlerin olmazdı. Aylık harcamam günbegün takip
edebilirdin. Süpermarketler, alışveriş merkezleri, limiti belli olmayan kredi
kartları filan derken kimse uğramaz oldu Erdal Bakkal'a. Birkaç veresiye
yazdıran müşterisinden başka kimsesi kalmadı. Öyle olunca Erdal Abi veresiyeyi
de kaldırdı. İyiden iyiye tek başına takılır oldu bakkalda. Derken bu yaz bizim
Kaan çıraklığa başladı yanında. Daha 9 yaşında ama insanı tedirgin eden bir
zekâsı var. Geleceğe yönelik tek yatırımım olur kendisi. Sırf ileride önemli
yerlere gelir diye yanında takılıyorum. Riskli bir yatırım gibi görünebilir ama
velet öyle böyle değil. İlk iş dükkanın önündeki kola kasalarını kaldırıp, yerine
ufak tabureler koydu. Çay-kahve servisi derken nargileye kadar götürdü işi.
Yetmedi tavuk döner bile astırdı bakkala. Erdal Bakkal'ı batmaktan kurtardı tek
başına. Yaz bittikten sonra da devam etti çıraklığa. Gündüzleri okulda, akşamları
Erdal Bakkal'da geçer oldu ömrü. Biliyordu ki Erdal Abi'ye bıraksa iki günde
batırırdı işleri. Kaan okuldayken bakkalda kimse olmaz, biz de rahat rahat
konuşuruz diyerek Erdal Bakkal'a geldik. Ama bu adamın karnı doymak
bilmiyor ki arkadaş. Kahvaltı masasında ne var ne yok silip süpürdüğü halde
yarım ekmek tavuk döneri de gömdü.

"Bana ordan bi' yarım daha kesicen mi evladım?"

"Yuh ama artık dede! Nerene yiyosun onca şeyi anlamadım ki. Yemeği bırak
da akıl ver bana dede, n'apıcam ben şimdi?"

"Valla yapcak bi' şey yok Mecnun. Kız nişanlıymış sonuçta. Peşini bırak
bence sen bu kızın."

"Nişanlı değil daha haftaya nişanlanc... Erdal Abi? Sen ordan gizli gizli laf
mı dinliyon?"

"Evet."

"Bak bi' de evet diyo ya. Hadi dinliyosun bari lafa girme. Özel bi' şey
konuşuyoruz burda."

"Erdal Abin haklı Mecnun. Yuva yıkanın yuvası olmaz derler. Girme
aralarına, günah."

"Yavuz Abi sana n'oluyo? Bari sen karışma. Kendi işinizle ilgilenin, ne
konuşup duruyonuz bilip bilmeden."

"Oğlum konuşuyolar da kötülüğüne mi konuşuyolar sanki, senin iyiliğin için
diyo adamlar."

"İsmail Abi sen ne ara geldin de konuya dahil oldun acaba?"

"Başını kaçırdım ya. Mevzu ne?"

"Mecnun bi' kıza âşık olmuş da nişanlısından nasıl ayırırım derdine düşmüş.
Onu konuşuyoruz."

"Höh ama artık Erdal Abi. Senin o bıyıkların dökülsün de saç yapayım
onlardan kendime e mi! Mecnun hiç yapar mıymış öyle şey?"

"..."

"Hayırdır Mecnun?"

"Hayır abi."

"Hayır abi? Bu kesin bi' işler çeviriyo tamam anlaşıldı. Geldim o kadar laf
saydım bi' de adama. Mecnun yapmaz öyle şey dedim. Delikanlı çocuktur
dedim. Ne işi var nişanlı kızla dedim. O bıyıklarından çok özür diliyorum Erdal
Abi."

"Ya kız nişanlı diyil ki. Bilip bilmeden atlıyosunuz mevzuya. Hem senin işte
olman gerekmiyor muydu İsmail Abi?"

"Hee. Kovuldum ya."

"Yine mi len?"

"Yine Erdal Abi. Yine İsmail'e kapının önü gözüktü. Hayvanat bahçesinden

de gönderdiler."

"Hayvanat bahçesi mi? Oğlum sen zaten ne anlarsın ki hayvandan?"

"Bak işte. Ettiği lafa bak şunun. O ağzından çıkan lafın kulağının
duyduğuyla tuttuğunu ben daha hiç görmedim. Benim dedem Darwin'di be
Darwin, Darwin!"

1859/Birleşik Krallık

"Göz gibi pek yetkin bir organın doğal seçmeyle oluşabildiği inancı
kimilerini sendeletmeye yetmekle birlikte, bir organın yetkinliğe ulaşmasında
değişen yaşam koşullarındaki yararlı geçişlerin uzun bir serisini biliyorsak,
yetkinliğin düşünülebilen bir aşamasının doğal seçmeyle kazanılmasında
mantıksal hiçbir olanaksızlık yokt..."

"Darwin?"

"Hı?"

"Tavuklar dinozorlardan evrimleşerek mi gelmiş? Aynı kemik yapısına sahip
diyolar."

"Nerde okudun?"

"Sosyal medyada."

"Nerede?"

"Çarşıda konuşuluyo işte ya."

"Saçma sapan şeylerle bölme beni. Çalışıyoruz burda görmüyo musun?
Nerde kalmıştık? Heh!... mantıksal hiçbir olanaksızlık yo..."

"Ejderha nasıl evrim geçirmiş peki? Nasıl uçabiliyo ki koca hayvan?"

"Sen ejderhayı nerde gördün de evrimini sorgular oldun be adam?
Çalışıyorum dedim, az sessiz ol."

"E timsah? Hiç evrim geçirmemiş gibi aynı hayvan."

"Bak hâlâ ya."

"İnsanın evrimi peki? Ben neyden geldim mesela?"

"Maymundan geldin sen. Heh, oldu mu? Sığırmışın sonra maymun olmuşun
ilerde de at olcan sen. Mutlu musun? Bi' kitabı tamamlatmadın şurda ya."

"İsmi ne olacak kitabın?"

"Cinsini Siktiğim Cinsine Çeker."

"Aman Darwin n'aptın? Öyle kitap ismi mi olur?"

"Olmaz mı diyosun? Hmm! Türlerin Kökeni nasıl?"

"Güzel, daha akılda kalıcı."

"Tamam Türlerin Kökeni olsun madem."

21. Yüzyıl Başları/Kireçburnu

"Senin anlıycağın bizde hep aileden gelir tarım ve hayvancılık"

"E n'oldu da gönderdiler seni hayvanat bahçesinden İsmail Abi?"

"Böyle kuru kuruya mı anlatayım yani Mecnun? Erdal Abi! Çay bana?"

"He çay sana çay. Sen anca gel tüm gün bakkalın önünde otur çay iç. Parasını
da verme. O yetmiyomuş gibi açıp gasteleri de okuyo. Hadi okudun, bari
bulmacalarını çözme. Hadi bulmacaları çözdün, bari iş ilanlarını kesme.
Okunmuş, çizilmiş, kesilmiş gasteyi ben nasıl satcam müşteriye? Haksız mıyım
hocam?"

"..."

"Hocam? Bana mı diyo hocam diye?"

"Hee sana diyo galiba dede. Abartma sen de Erdal Abi, kimsenin gaste
okuduğu yok ki zaten. Geçen haftanın gastesi duruyo orda görüyorum şu an."

"Onun zoru benle Mecnun. İstiyo ki İsmail'in yüzü hiç gülmesin. İsmail gaste

okumasın. İsmail bi' demli çay içmesin. Şu çayı bi' kere de sallama getirme,
demlersen ölürsün sanki."

"Beğenmiyorsan içme arkadaş. Bakkal oğlum burası, bakkal. Demli çay
içmek isteyen gider kahvede içer."

"Bu niye bu kadar gergin ya?"

"Nurten Abla pazara çıkmış. Pazar parası verirken bir damla yaş düşmüş de
gözünden daha kurumamış, na bak duruyo yerde. Hâlâ eli ayağı titriyo adamın,
görmüyo musun? Para kaybından şoka girmiş resmen. Üstüne varma da olayı
anlat. Niye kovuldun sen hayvanat bahçesinden?"

"Çekememezlikten Mecnun. Başarımı kıskandılar."

"İlk günden?"

"Evet. Kovmak için bahane de bulamadılar, iftira attılar. Kafeslerin kapısını
açık unutmuşum da hayvanlar kaçmış. Dedim bana bak işveren bey, İsmail hiçbir
şeyi unutmaz. At hafızalıyım ben, dedim. O kafesin kapılarını açık unutmadım.
Hepsini bile isteye açtım, dedim."

"Sebep?"

"E hayvancıklar çok sıkılıyodu be Mecnun. Hele bi' aslan vardı görmen
lazım. Bizim çiçekçi teyzenin oğlu gibi melül melül bakıyodu. Arada yelesini
sallıyodu böyle tatlı tatlı. Ben de açtım hepsinin kapılarını, dedim gidin hadi lan
serbestsiniz hepiniz."

"Tüm hayvanları mı?"

"Heee."

"Abi n'aptın sen?"

"Hapsetmişler garipleri oraya, n'abayım Mecnun? İçim acıdı yazık günah
orda biçare oturuyodu garipler."

"Bah hele bah. Garip dediği de aslan he. Oğlum aslan salınır mı hiç sokağa?
Kedi diyil, köpek diyil, at diyil. Aslan bu ya aslan."

"Ya inşallah o aslan buraya gelir de senin o bıyıklarını yalar Erdal Abi...
Mecnun?"

"Efendim abi?"

"Kız nişanlı diyolar?"

"Yuh! O konu kaplanmadı mı daha ya? Ne güzel geçiş yaptın öyle birden
İsmail Abi."

"Eee abim. Kız diyorum?"

"Nişanlı diyil abi kız. En azından şu an için diyil. Ama bi' şeyler yapmazsak
haftaya nişanlanıcak. Bu kızda bi' şey var abi. Dün gördüm kızı içim bi' tuhaf
oldu. Beynim durdu, ayaklarım uyuştu, bayıldım abi kızın karşısında, daha ilk
görüşte çöllere düştüm diyorum abi sana."

"Altına da işemişin?"

"Senin nerden hab... Erdal Abi?"

"Hiç bana bakma. Baban söylemiş."

"Babam mı söylemiş?"

"Gecenin bi' vakti kapıya dayandı anlatmak için. Dedim İskender ben zaten
ordaydım, bana ne anlatıyosun? Sinirlerim çok bozuldu anlatmadan duramam
dedi, kahveye gitti. Senin yüzünden kafayı yedi adam sonunda."

"Aman canım hayırlısı olsun n'apalım, babamdır sonuçta. Kafayı yedi diye
kapının önüne koyacak diyiliz ya. Onu da böyle kabulleniriz artık."

"Peki kim bu kız, tanıyo muyuz yengeyi?"

"Sevim Teyze'yle Metin Amca'nın kızı, Leyla."

"Sümüklü Leyla?"

"Sümüklü mü Leyla? Abi ben burda seviyorum diyorum, ölüyorum diyorum
sen suratıma yapıştırıyosun sümüklü diye."

"E sümüklüydü küçükken n'apıyım."

"Herkesin burnu akabilir canım. Hemen lakap mı takmak lazım? Ne
yakışıksız hareketler ya bunlar. Koca mahallede bi' ben mi tanımıyomuşum
ayrıca bu kızı?"

"E yabanisin."

"Hee annem de öyle dedi. Ama benim bu kızla tanışmam lazım abi. Şu nişan
meselesini bi' de kendi ağzından duymam lazım."

"Senin derdinin tek bi' dermanı var evlat."

"Heh konuş dedem, anlat. Ne yapmam lazım, neymiş benim derdimin
dermanı diyiver hele."

"Seviyorsan git konuş bence."

Etraf buz kesti. Kimseden çıt çıkmadı. Dedenin gözlerinin içine baktım.
Uzun uzun baktım. Yaklaşık üç dakika geçtikten sonra bıçak gibi kestim
sessizliği.

"Gerçekten mi ya? Hiç o ağarmış saçından sakalından mı utanmıyosun
acaba? Bilge bi' abiye benziyosun dedim, saygıda kusur etmedim, yedirdim
içirdim, koynuma aldım..."

"Koynuna mı aldın?"

"İsmail Abi, bi' şey konuşuyorum kalbini kırarım... Aksakalı olan bi' insansın
dedim, bi' bildiğin vardır elbet dedim ve sen vere vere bu aklı mı veriyosun
bana? Seviyorsan git konuşmuş. Hay senin vereceğin akla sarılayım ben e mi?"

"Mecnun bırak yüklenme, yaşlı başlı adam. Ne anlar bu işlerden? Burda
Yavuz Abin dururken sen niye başkalarına gidiyosun ki bu iş için? Sen bu kızla
tanışmak, hatta tanışmak kesmez, aynı zamanda da etkilemek istiyosun di mi?"

"Evet ya, tam olarak istediğim şey bu benim."

"Güzel. Gel bakalım o zaman benimle."

***

Nereye gittiğimizi, ne yapacağımızı bile sormadan takıldım peşine.
Kendinden emin bir hali vardı. Lider ruhluydu bir kere. Benimle beraber
Aksakallı Dede'yi ve İsmail Abi'yi de takmıştı peşine. Bir bildiği vardı elbet. "Ya
beyler ben bi' an gaza geldim takip edin beni dedim ama nerde ki bu kızın evi?
Ben öyle aldım başımı gidiyorum," deyince ufak bir güven zedelenmesi oldu
tabii. İsmail Abi "Ben götürürüm sizi," dedi, geçti en öne. Bu sefer de onun
peşine takıldık. Tam üç kez Erdal Bakkal'ın önünden geçtik. Kendi
mahallemizde kaybolduk resmen.

"İsmail Abi?"

"Taam taam şurdan sola döncez."

"Abi sol Erdal Bakkal'a çıkıyo ya."

"Hee öbür sola döneriz o zaman gelin ya gelin taam buldum şurası hemen."

Mahallede birkaç tur daha attıktan sonra sonunda Leyla'nın evine ulaştık. Bir
köşeye sinip Leyla'nın evden çıkmasını beklemeye başladık.

"Şimdi beni iyi dinleyin. Kız evden çıktıktan sonra ben peşine takılcam.
Uygun bi' anını kollayıp çantasını kapıp kaçıcam.

Mecnun, sen hemen peşimden koşmaya başlıycaksın. Sokağın köşesini
dönünce ben sana çantayı vercem. Sen de alıp yengeye götürceksin. Kızın
gözünde kahraman olup ordan muhabbeti bağlarsın artık sen."

"E bu klişe."

"Klişe iyidir. Her zaman tutar. Çıkıntılık yapıp da düzeni bozmaya çalışma
lan. Sana mı kaldı klişeyle uğraşmak. Sen de herkes gibi ekmeğine bak. .. Plan
anlaşıldı di mi? Sorusu olan?"

"Parmak kaldırmana gerek yok İsmail. Nedir sorun?"

“Kadın çorabı mı o kafandaki?"

“Evet."

“Taam başka sorum yok benim."

“Evlat, çok da iyi bi' fikir diyil bence bu. Gel vazgeç istersen he?"

“Daha iyi bi' fikrin vardı da ben mi yok dedim dede?"

“Canım ne gerek var böyle aksiyonlara? Çık karşısına konuş insan gibi."

“Ben bu kızın karşısında insanlığımdan çıkıyorum dede. Konuşmayı nasıl
becereyim?"

"Ahan da çıktı işte orada."

“Tamam beyler sakin. Ne olursa olsun plana sadık kalıyoruz. Ben şimdi
peşinden gi... A aa Zeynep mi diyil mi o?"

"Yavuz Abi? Abi nereye?"

"A ha yanlış kızın peşinden gidiyo."

“Allah kahretmesin seni. Sırası mıydı şimdi ya? Resmen gitti adam.
N'apacağız şimdi?"

“Taam taam ben hallederim. Çorabını ver."

“İsmail Abi bırakır mısın bacağımı? Nasıl geçircen kafana benim çorabımı?"

“He taam taam kapıyorum ben çantayı."

İsmail Abi kendinden beklenmeyen bir çeviklikle koştu, Leyla'nın çantasını
kaptığı gibi kaçmaya başladı.

"N'oluyo be? Heyyy! Dursana. Çantam! Çantamı çaldılar."

Helal olsun be İsmail Abi. İşte beklediğim an. Leyla yardıma muhtaç ve ben
ona yardım etmek için hazırım. Hemen koyuldum İsmail Abi'nin peşine. Tek
sorun, ayağımda annemin terlikleri vardı. İşlerin bu noktaya geleceğini bilsem
hazırlıklı çıkardım evden. En azından kendi ayakkabılarımı giyerdim. Acaba
çantayı İsmail Abi' den aldıktan sonra eve uğrayıp ayakkabılarımı mı giysem?
Bu terliklerle de çıkılmaz ki şimdi Leyla'nın karşısına. İki gündür ayağımda
terliklerle koşturup duruyorum. Bu kadarı benim için fazla. Yalnız iki sokak

geçtiğimiz halde hâlâ durmadı İsmail Abi. N'apmaya çalışıyo bu adam?

"İsmail Abi! Abi dursana!"

"Duramam Mecnun. Yüzümü gördüler bi' kere. Yengeye söyle, hakkını helal
etsin."

"Çantayı bırak bari. İsmail Abi!"

"İşte orda yakalayın hırsızı."

Tüm mahalle İsmail Abi'nin peşine düştüğü an koşmayı bıraktım. Bir süre
sonra daha fazla dayanamayıp çantayı bırakıp kaçmaya devam etti İsmail Abi.
Kalabalıktan biri çantayı aldı, gözümün önünde götürdü Leyla'ya verdi. Leyla
ona teşekkür etti, bir süre sohbet ettiler. Yine hayallerimi bir başkası yaşıyordu.
Bense uzaktan onları izliyordum. Tüm hayaller gerçek olacak diye bir kaide yok
elbet. Ama o hayalleri başkasına yaşatıp dışarıdan seyrettirmek nedir? Nasıl bir
sınavdır bu?

"Üzülme evlat! Zaten pek parlak bi' fikir değildi, boşver."

"Yapmadığım şey diyil. Alışkınım ben. Sürekli olarak her şeyi boşveriyorum
zaten. Ama bi' kere de farklı olsun be dede. Bi' kere de boşveren taraf ben
olmıyım istiyorum. Teselli diyil, tebrik edilmek istiyorum ben artık dede."

“Hadi gel eve dönelim, etraflıca bi' oturur düşünürüz ne yapıcamızı he? Gel
hadi."

“Mecnun n'aber?"

“İyi be Kamil Abi, deplasmanda alınan 1 puan gibiyim. Küme düştüm
düşücem ama hâlâ bi' puan altın değerinde diye kandırıyorum kendimi. Sen
hayırdır böyle koştur koştur maça mı?"

“He ya, çok geç kaldım Mecnun. Annemle pazara çıktık da bitmedi ki
alışverişi."

"Aman be abi, her maç yedeksin zaten geç gitsen n'olcak?"

"Öyle deme Mecnun. Geçen maç az daha oyuna giriyodun."

"Yapma ya?"

"Vallaha. 89'da oyuna sokuyodu beni hoca. Hakem de 4 dakka uzatma verdi.
Oh dedim tamam, 5 dakkada gösteririm kendimi. Ama bu sefer de o canına
yandığım topu dışarı çıkmadı be Mecnun. Hakem maçı bitirdi, ben de öyle kenar
çizgisinde beklediğimle kaldım. Ama olsun, bugün kesin gircem oyuna. öyle
hissediyorum en azından. Kimse al bu forma senin demez Mecnun, son 5 dakka
da olsa sahaya girip o formayı terletmen lazım. Neyse hadi ben kaçtım.
Eyvallah!"

Kamil Abi'yi yıllardır tanırım. Tanıdığım günden beri de mahalle takımında
oynar. Oynar dediğim de lafın gelişi işte. Daha hiçbir maçta izleyemedik
kendisini. Adam yedek kulübesinin vazgeçilmezi. Kendi özel köşesi var
kulübede. Bazen maç izlemeye gittiğimizde orada ağırlar bizi sağ olsun.
Muhtemelen kendi jübile maçında bile yedek olarak oturacaktır. Ama bir gün
olsun antrenman kaçırdığı olmamıştır. Herkesten önce gider, herkesten sonra
çıkar sahadan. Adam haklı tabii. Kim niye durduk yere al bu forma senindir
desin ki?

"Yürü dede gidiyoruz!"

"Nereye?"

"Forma aşkıyla oynamaya gidiyoruz dede. Ben öyle Kamil Abi gibi her maç
kenarda bekleyecek adam değilim. Madem beni oyuna sokmuyolar, o zaman ben
de bu oyunu bozarım dede."

"Ne diyosun evladım sen, ne oyunu? Mecnun! Dursana evlat."

Durmadım. Duramazdım. Bunca yıl durdum, elime hiçbir şey geçmedi. Artık
durmak yok. Aksakallı Dede'yle birlikte Leyla'yı takip etmeye başladık.
Çocukluğumun geçtiği bu sokaklar hiç bu kadar güzel gelmemişti gözüme. Daha
dün üstüne basınca paçamı çamur içinde bırakan şu kırık parke taşının altından
çiçekler filizlenmiş. Şu kurumuş ağacın dalları ne zaman yeşerdi böyle? Ağaca
tünemiş kargalar bülbül gibi şakımaya başlamışlar. Etrafındaki her şeyi
güzelleştiriyorsun be Leyla. Bırak ben de biraz güzelleşeyim. Hep yanında
olayım demek istedim yani. Anladın onu değil mi? Ulan inşallah kızın karşısına
çıkınca da böyle mal mal konuşmam. Sakin olmam lazım. Leyla sokağın
köşesini döndü. Şimdi biraz hızlanmalı. Gözden ka...

"Mecnun!"

"Allah! Aklım çıktı Nurten Abla. Niçin birden karşıma çıkıyosun öyle?"

"Sağına soluna bak sen de Mecnun. Aklın bi' karış havada. Neyse iyi oldu
seni gördüğüm. Pazardan geliyorum, kollarım koptu valla al bakıyım şu
poşetleri."

"Yalnız benim çok önemli bi' işim var da Nurten Abla."

"Gidersin yine işine, ev şurası zaten."

"Ama gidiyo Nurten Abla."

"Kim gidiyo?"

"Neyse, ver sen poşetleri bana... Yuh tüm pazarı yüklenmişin sen de Nurten
Abla. Sen eve git ben daha sonra getiririm bunları. Erdal Abi bu kadar poşeti
görmesin, kalbine iner adamın."

"Mecnun dur bi' nereye? Mecnun! Yemek yapıcam daha geç kalma getir
poşetleri."

Kaldığım yerden devam ediyordum. Tek fark, elimdeki pazar poşetleriydi.
Ben ki annemle bile pazara çıkmamak için binbir bahane bulan adamım şimdi
elimde poşetlerle Leyla'nın peşinden koşturuyorum. Umarım annem beni böyle
görmez. Kaldıramayabilir kadıncağız. Leyla sahile indi. Kafeden içeri girdi, cam
kenarında bir masaya oturdu. Öyle alelade oturmak değil bu, sanki dünyanın su
terazisi yamuktu da o oturunca dengelendi.

"İşte aradığım fırsat bu dede. Plan yapmakla filan olacak iş değil bu. Çıkcam
karşısına insan gibi konuşucam."

"Vay be! Gerçekten mi? Muazzam bir fikir. Neden daha önce aklımıza
gelmedi ki bu?"

"Laf mı sokuyon bana şu an? Hiç sırası değil dede. Leyla'yla konuşucam,
gerginlikten ölüyorum burada."

"Ne diyiceksin peki?"

"En doğal halimle çıkıcam karşısına ya. Kendim gibi olucam. Rol yapmaya
gerek yok. Neysem oyum ben. Gidicem yanına, merhaba diyicem, aşkı arıyodum
da gözlerinizde kalmış galiba. Onu alabilir miyim? Bu arada ben Mecnun."

"O kadar şey yapmasan mı evlat? İstersen konuşmanın üzerine çalışalım
biraz? Kendini hazır hissettiğinde çıkarsın Leyla'nın karşısına?"

"Ben doğuştan hazırım dede. Yıllardır bu anı bekliyomuşum meğer. Hızımı
kesme benim. Gidiyorum ben."

"Ah be evlat! Rezil edicen kendini."

Kafeye doğru emin adımlarla ilerledim. Aksakallı Dede arkamdan
söylenmeye devam etti ama ilgilenmedim onunla. Tamamen konuşmaya
odaklanmalıyım şu an. Kafenin kapısında kimse yok. Güzel. Eğer biri olsaydı
kesin beni içeri almaz diye düşünür, özgüvenimi yerle bir ederdim. İçeri girdim.
Leyla'nın masasına doğru yöneldim. Dur lan ne diyecektim? Heh! "Aşkı
arıyodum da gözlerinde çapak kalmış galiba." Lan! Ne çapağı? "Aşkı arıyodum
da gözleriniz lens mi acaba yoksa kendi gözleriniz mi? Çok güzel gözleriniz var
ya! Nasıl bu kadar güzel gözleriniz olabilir ki? Allah belasını versin o
gözlerinizin." Ne saçmalıyorum ben ya? Leyla'ya yaklaştıkça kendimden
uzaklaşıyorum. Elimde değil. Kafamın içinde ne kadar süslü cümleler kurarsam
kurayım söylerken bok ederim her şeyi. Konuşmayı beceremem ki ben. Keşke
gözlerime bakınca her şeyi anlasan Leyla. Leyla! Lan? Kızın yanına gelmişim
mal mal bakıyorum. Neyse ki telefonuyla uğraşıyor da fark etmedi beni. Bir
şekilde lafa girmeli.

"Merhaba!"

"Merhabalar. Menüye gerek yok, bi' Chai Tea Latte alabilir miyim?"

Ah başını şu telefondan kaldırıp bir bakaydın yüzüme be Leyla. Gözlerin
gözlerime değince felaketim olurdu belki ama ağlamazdım. Anlatacağım ne
varsa yarım kaldı. Hevesim kursağımda inmiyor da aşağı. Gururu kırılmış,
duyguları incinmiş bir adamdım ve yapmam gereken tek bir şey vardı. Ben de
onu yaptım.

"Bir Chai Tea Latte çeeeek!"

"Ne bağırıyon arkadaşım?"

"Pardon ya. Şu masaya bi' Chai Tea Latte gidecek de."

"Parmakla göstermesene... Masa 3'e Chai Tea Latte hazırlayın... Geç sen de,
o elindekileri mutfağa bırak."

"Yok bunlar Nu..."

"Pardon, bakar mısınız?"

"Ver poşetleri, müşteriyle ilgilen sen... Niye bu kadar sipariş vermişler ya?"

"Ama bi' saniye onlar..."

Daha lafımı tamamlayamadan adam aldı poşetleri, gitti. Ah be Nurten Abla.
Niçin bana poşet emanet ediyorsun? Hiç mi tanıyamadın yani beni?

"Pardon!"

"Geliyorum efendim."

Yuh! Bir anda nasıl benimsedim ben bu garsonluğu? Neyse en azından
Leyla'ya işim gürcüm yok demem. Birkaç masadan sipariş aldım. Hesap
istediler, vermedim. Allah' tan başka kimseye verilecek hesabım yok benim.
Chai Tea Latte hazır dediler, gittim aldım. Leyla'ya götürürken elim ayağım
titredi ama dökmeden masaya ulaşmayı başardım.

"Afiyet olsun. Bu arada ben Me..."

"N'aber Leyla?"

"Sen kimsin lan?"

Leyla ve masadaki kılkuyruk dik dik bana bakınca yanlış bir tepki verdiğimi
fark ettim.

"Hoş geldiniz! Ne alırdınız?"

Bu kim lan? Ben burada Leyla'yla konuşmaya çalışırken can vermeyeyim
diye içimden Sübhaneke okuyorum, herif gelmiş n'aber diyor. N'aber ne lan?
Cümle kurmaya mı üşendin a pezevenk? Bu kız askerlik arkadaşın mı senin?
Olabilir mi acaba öyle bir şey? Hayır daha ben bile askerliğimi yapmamışken


Click to View FlipBook Version