The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

KENDİLERİ KÜÇÜK KALPLERİ BÜYÜK YAZARLAR

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by miraykarabacak7, 2021-06-05 11:36:02

BEYCUMALI KÜÇÜK YAZARLAR

KENDİLERİ KÜÇÜK KALPLERİ BÜYÜK YAZARLAR

KÜÇÜK

KENDİLERİ KÜÇÜK
KALPLERİ BÜYÜK YAZARLAR

İÇİNDEKİLER:

SUNUŞ

ÖNSÖZ

BÖYLEDİR BEYCUMA’DA HAYAT - (MEDİNE ERGİN) 5

BEYCUMA ADI NEREDEN GELİYOR? - (TUNAHAN ALTUNTAŞ) 6

ŞEHİT ÖĞRETMEN HAMZA HALİT SÜLÜN’ÜN 8
ANNESİNDEN MEKTUP VAR - (NURTEN SÜLÜN)

İŞTE ZONGULDAK - (MEDİNE AKALIN) 10

ATATÜRK ZONGULDAK’A GELDİ - (MİRAY KARABACAK) 11

BEYCUMA - (KADİR YILMAZ) 14

ADNAN AMCA VE ŞEHİT POLİS ÇAĞDAŞ ARSLAN - (İREM ÇAKMAKLI) 15

MEMLEKETİM ZONGULDAK - (MEDİNENUR ÇETİNKAYA) 17

HALİME’M TÜRKÜSÜNÜN HİKAYESİ - (FATİH EMRE ARICI) 18

ÖĞRETMENİMİN İZİNDE - (ELİF ÖZTÜRK) 20

TUZ, ŞEKER VE PULBİBER BEYLİĞİ - (ESMANUR YALILI) 24

GÜZEL KOKULU ÇİÇEKLER VE PRENSES - (YAĞMUR AKOL) 27

ZONGULDAK İSLAMKÖY’DEN GEÇEN İPEK YOLU’NDA 29
İPEK SULTAN İLE ZAZAN EFSANESİ - (YAVUZ SELİM USTA)

ZONGULDAK - (FATİH EMRE ARICI) 31

BEYCUMA’DAN KARELER 32

ÖĞRENCİ ÇİZİMLERİ 39

İTAFLAR 44

TEŞEKKÜR 48

HAZIRLAYAN-EDİTÖR : MİRAY KARABACAK (TÜRKÇE ÖĞRETMENİ)
DİZGİ-MİZANPAJ : BARIŞ DİNÇ

BASKI - CİLT : EKİN MATBAASI - DEMOKRAT ÇAYCUMA GAZETESİ
Çay Mah. Saray Sokak Oral İşhanı Kat:1 No.6/B
Çaycuma/ZONGULDAK
Tel: 0372 615 11 94 - Gsm: 0545 349 41 91

İSTİKLÂL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli

O zaman vecd ile bin secde eder –varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

MEHMET AKİF ERSOY

Her şey sevmekle başlar. Sevgi, her kapının kilidini
açabilir. Hangi işi yaparsanız yapın, eğer o işi sevgiyle
yapmıyorsanız başarıya ulaşmanız pek mümkün değildir.
Eğitim, bir gönül işidir. Yaptığınız işe gönül bağı ile bağlı
olmak gerekir. Eğitime gönül vermiş biri olarak Beycuma
Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulunda müdürlük
görevini yürütmekteyim.

Eğitim, anne karnından başlayıp ömür boyu devam
eden bir süreçtir. İnsanoğlu; her zaman öğrenmeye açık
olmalı, kendini geliştirmelidir. Eğitim-öğretimin sadece
okullarda olamayacağını, her koşulda ve her yerde eğitim-
öğretimin devam edebileceğini şu süreçte görmüş olduk.
Ayrıca eğitimde ailenin de ne kadar önemli olduğunu yakinen tecrübe ettik. Yaşamakta
olduğumuz pandemi sürecinde, her zaman öğrencilerimizin yanında olmaya çalıştık.
Uzaktan eğitim yoluyla çocuklarımızın motivasyonunu hep yüksek tutmak için çaba
gösterdik. “Önce insan’’anlayışıyla çıktık yola, bu yolda akademik olduğu kadar manevi
olarak da öğrencilerimizin yanlarındaydık ve yanlarında olmaya da devam edeceğiz.

Eğitim-öğretim sadece sınava dayalı bir süreç değildir. Önemli olan çocuklarımızı
hayata güzel bir şekilde hazırlamak. Bizler Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk
Ortaokulu personeli olarak bu kapıdan çıkıp ayrılan çocuklarımızın; yere hep sağlam
basmasını, hayatta zorluklar karşısında yılmamasını, güçlü bireyler olarak yetişmesini
istemekteyiz. Güçlü bireyler yetiştirelim ki ileride kendi kararlarını rahatça alabilen ve
aldığı kararları uygulayabilen insanlar olsunlar. Bizim görevimiz, onları hayata
hazırlamak.

Okumak… Bizlerin de bu yola çıkış süreci okumakla başladı aslında. İnsanoğlu her
geçen gün okumalı, kendini geliştirmeli. Çağın ötesine geçmek ancak okuyarak,
araştırarak olur. Gayemiz; okuyan, araştıran, sorgulayan bir nesil yetiştirmek. Bu amaç
doğrultusunda iyi yol kat ettiğimizi görmek, çocuklarımızın çıkarmış olduğu bu güzel
eserde, bu satırları yazmak biz öğretmenler için de çok güzel bir anı oldu. Kitap okuyarak
özgürlüğe çıkan çocuklarımız şimdi kendi hikayelerini, şiirlerini yazıyorlar. Dilerim;
okumaktan, yazmaktan hiç vazgeçmezsiniz.

Bu güzel eseri sizlerle buluşturduğumuz için mutluyuz, gururluyuz. Emeği geçen
öğrencilerimize , bu projeyi hayata geçiren Türkçe Öğretmenimiz Miray KARABACAK’a
desteklerini esirgemeyen tüm öğretmen arkadaşlarıma teşekkür ediyorum, saygı ve
sevgilerimi sunuyorum.

Orhan ISLAK
Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk

Ortaokulu Müdürü

ÖNSÖZ

Her çocuk bir şairdir, yazardır, sanatçıdır. Yeter ki kendini keşfetsin,
fırsat verilsin…

Zonguldak Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulunda
öğrencilerimiz; kitapları sevdiler, bir dönemde kırk, elli, altmışlara varan
kitaplar okuyarak kitap kurtları oldular. Sonra bu kitap sevgisini bir
ileriye taşıyıp kendini, yaşadığı çevreyi tanıyıp yeteneklerini keşfe
çıktılar. Düşüncelerine biraz mutluluk, umut, hayal, bolca sevgi katıp
yoğurdular .

Tüm dünyaya, doğaya, her şeye sevgiyle bakan masum yüreklerin
dokundukları her yerde çiçekler zuhur etti.

Gökyüzüne merdiven dayayıp şiirin tellerine dokundular, mısra
mısra şiirler serpiştirdiler yeryüzüne. Zifiri karanlıkta hikayeden
yıldızlarla aydınlattılar kalpleri. Kaf Dağı’nın ardındaki çöllere masaldan
sahralar yaptılar. En kıymetli hazineleri olan hayallerini; bonkörce
gözlerimizin önüne serdiler, bizlere nefes oldular.

Onlar, sözcüklerin de ötesine gittiler. Beycumalı Küçük Yazarlar
“Kendileri Küçük, Kalpleri Büyük Yazarlar’’ herkesin hayatlarında
yeni bir sayfa açabilmek, rengarenk izler bırakabilmek için yazdılar.

Yazma maceramızda kuşlar gibi uçtuk, balıklar gibi yüzdük, az gittik,
uz gittik, dere tepe düz gittik, kelimelerle gökkuşağından kaydırak
yaptık, bir duygudan diğer duyguya seksek oynayarak atladık.
Öğrencilerimle birlikte çıktığımız bu yazma maceramızda pusulamız
sevgiydi, limanımızsa tecrübe, farkındalık, gelişim ve mutluluk oldu.

Beycumalı Küçük Yazarlarla şiirlerimizi, hikayelerimizi, masallarımızı;
hayatlarınıza katık yapmaya geldik. Öğrencilerimin ilk defa tecrübe
ettiği bu çalışmada onların heyecanını, mutluluğunu paylaşmak benim
en büyük kazancım oldu. Beycumalı Küçük Yazarlar’ın bahtları açık
olsun, ellerinde sevgiyle tuttukları kalemleri hiç susmasın.

Miray KARABACAK
Türkçe Öğretmeni

BÖYLEDİR BEYCUMA’DA HAYAT
Sabah, güneşin doğuşuyla açılır dükkanlar,
Güler yüzlü Beycumalıları beklerler,
Kahvelerinde tatlı bir sohbet başlar,
Böyledir Beycuma’da hayat.

Beycuma’nın çiyceli malayı,
Bir başkadır kuyu kebabı,
Hiç denediniz mi börek üstü tavuğu?
Böyledir Beycuma’da hayat.

Yardıma mı ihtiyaç var, hep birlikte koşulur,
Dertlere derman olunur,
Herkes birbirine selam verir, hal hatır sorulur,
Böyledir Beycuma’da hayat.

Bahar gelince rengarenk çiçeklerle örtünür kırlar,
Bahçelerde hummalı bir telaş başlar,
Sofraları hep bereketle dolar, taşar,
Böyledir Beycuma’da hayat.

Yağmur yağarken geçilir cama,
Burcu burcu ıhlamur kokusu gelir
burnuma,
Yüreğimde, sevgiden bir nakış
işler yemyeşil doğa,
Böyledir Beycuma’da hayat.

Medine ERGİN
7/A SINIFI

5

BEYCUMA ADI NEREDEN GELİYOR?

Bir zamanlar küçük, sevimli bir kasaba varmış.
Zonguldak’tan yola çıkıp yarım saat gidilince
karşımıza çıkan bu doğa cennetinden Ankara yolu da
geçermiş o zamanlar.
Köyleri, mahalleleri, sokakları dolar taşarmış
insanlarla. Bu kasabada herkes birbirini tanır,
severmiş. Kasabanın en kalabalık olduğu gün cuma
günüymüş. Bunun sebebi de cuma günleri,
kasabada pazar kurulmasıymış. Her cuma günü kasabada esnaf,
pazarcılar birer tezgah açar; müşteri beklerlermiş. Civar köylerde cami de
yokmuş. Yörenin en büyük ve kalabalık yeri bu kasaba olduğu için köylerin
ileri gelen beyleri toplanıp bu kasabadaki camiye gelirlermiş. Hatta cuma
günü kasabaya inmeyen beyler ayıplanırmış. Şirin mi şirin bu kasabanın
manzarasını seyretmek, kasabada çalışan insanların işlerini bir tutkuyla
yaptıklarını görmek; beyleri mutlu edermiş. Bu beyleri, kasabaya gelince
herkes hoş bir şekilde karşılarmış. Beyler; meyve-sebze pazarına gidip
oradaki insanlar ile güle oynaya alışverişlerini yapar, alacaklarını alırlarmış.
Beyler; her uğradığı tezgahta veya her girdiği dükkanda ya çay, kahve ya
da soğuk ayran, kızılcık şerbetiyle ağırlanırlarmış.
Bütün hafta evin gündemi; kasabada olup biten, satılan, yapılanlar
olurmuş. Namazlarını kılan beyler, çocukları için de bir şeyler alırlarmış ve
daima poşetin içinden beylerin almadığı bir bisküvi veya çikolata çıkarmış;
o da dükkan sahibinden çocuğa, küçük bir hediye olurmuş. Beyler daha
sonra kahveye gidip oradaki insanlarla muhabbet edip ardından evlerinin
yolunu tutarlarmış. Eve gelince çocuklar, hemen poşetleri karıştırıp acaba
babam bize ne aldı, diye bakarlarmış. Babaları şaka yapmak için onlara
aldığı şeyleri dışarda bırakırmış. Çocuklar kendilerine bir şey alınmadığını
sandıklarında yüzleri beş karış olurmuş. Babaları onları öyle görmeye
dayanamayıp aldıklarını dışarıda bıraktığını söylermiş. Dükkan sahiplerinin
gönderdiği hediyeler çocukları ayrı bir mutlu edermiş.
Kasabada akşam olur, herkes yemek sofrasına oturup önce mis gibi
kokan tarhana/mısır çorbasını içer, daha sonra da genellikle ıspanak
mancarı, ıslama veya kendi bahçelerinde yetiştirilen ürünlerle yapılan
yemekler ile devam ederlermiş. Yemekten sonra çaylar alınır, ocak
başında dinlenilir, günün yorgunluğu atılırmış.
Kasabada, kışın yağan ilk kara, pekmez döküp yemek ayrı güzel bir
gelenekmiş. Yazınsa hasat sonrası; kazanlarda pekmez kaynatılır, kışlık
konserveler yapılır, buğdaylar pişirilirmiş. Hele hele mısır zamanı;
çocukların her biri, bir mısır koçanı alıp getirir, çubuklara taktıkları mısırları
közde pişirir, güle oynaya yerlermiş. Geç saatlere kadar köyün genci,
yaşlısı,çocuğu bu kazanların etrafında toplanır; hikayeler, masallar,
efsaneler anlatırlarmış.

6

Bir gün kasabada yaşayan
insanlar, birçok yerleşim
yerinin birer ismi olduğunu
fark etmişler. Yine bir cuma
günü, namaz sonrası
kasabanın ileri gelenleri
şöyle bir konuşma
yapmışlar:

Farkettiyseniz bazı
yerleşim yerlerinin resmi
isimleri var. Bizim neden
olmasın? Herkes haftaya
kadar isim düşünsün,
demişler. Kasaba halkı
düşünmüş, taşınmış; diğer
yerlerin isimlerine bakmışlar ve çoğu yerin isminin orada yaşanan bir olay
ile ilgili olduğunu fark etmişler. Bazılarının akıllarına Beylerin her cuma
günü kasabaya gitmeleri gelmiş. Bu konu ile alakalı akıllarına hangi kelime
geldiyse yazmışlar. Aradan günler geçmiş, yine cuma günü gelmiş,
namazlarını kılıp yine isim işini tartışmışlar. Bazısı "Cumabey", bazısı
"Beyincuması", bazısı ise "Beycuma" demişler. "Beycuma" dendi mi herkes
bir durup düşünmüş. Kasaba halkı “Bey ile Cuma’’ kelimelerini birleştirip
Beycuma denmesini çok anlamlı ve güzel bulmuşlar. Böylece karar verilmiş
Beycuma ismine. O günden sonra kasabanın ismi resmen Beycuma olmuş.
Kasabanın girişlerine kocaman BEYCUMA yazmışlar.

Beycuma’nın adının nereden geldiğiyle ilgili anlatılagelen diğer rivayet de
şu şekildedir:

Osmanlı Devleti döneminde bölge Rum diyarı iken bu bölgeyi ıslah için
gelen Gazi Mehmet Paşa, bölgeyi Türk yurdu yapmıştır. Üç oğlunu
Çaycuma, Beycuma ve Mengen’e Bey olarak yerleştirmiştir. Gazi Mehmet
Paşa daha sonra Belgrat'ta şehit olmuş ve oraya gömülmüştür. Gazi
Mehmet Paşa’nın oğullarından birinin adının ise İsmail Bey olduğu kabul
edilmektedir. Beycuma’da halen İsmailbeyoğlu adıyla yerleşim yeri
bulunmaktadır

Beycuma ile ilgili kaynaklarda yer alan diğer bir bilgi ise Beycuma
Müderrisi Hüseyin Efendi hakkındadır. Milli Mücadele döneminde
Beycuma’da müderrislik yapan Hüseyin Efendi, Kurtuluş Savaşı
döneminde (1919-1922) köylerde düşman işgaline karşı mücadele edilmesi
için konuşmalar yapmış ve halkı bilinçlendirmiştir.

Beycuma’nın adı 1928 yılında, Cumhuriyet tarihinin ilk nahiyelerinden biri
olarak kayıtlara geçmiştir. Beycuma; Mart 1994 yılından itibaren de belediye
olma hakkını elde etmiştir.

Anlatılan rivayetler ve kaynaklar ışığında görülmektedir ki Beycuma her
zaman “Beyler Diyarı’’ olmuş, tertemiz doğası ve yardımsever insanlarıyla
kalplerde taht kurmuştur.

Tunahan Altuntaş
7/B Sınıfı

7

ŞEHİT ÖĞRETMEN
HAMZA HALİT SÜLÜN’ÜN
ANNESİNDEN MEKTUP VAR!

Beycuma, Zonguldak, Ankara…Türkiye’nin
değerli evlatları, oğlumun adının verildiği Beycuma
Şehit Öğretmen Hamza Halit Sülün İlkokulu’nun
tüm çalışanları, öğretmen ve öğrencileri, oğlumun
görev yaptığı okul olan Beycuma Şehit Onbaşı
Rıfat Köktürk Ortaokulu’nun tüm çalışanları,
öğretmenleri,

öğrencileri, sevgili Beycuma halkı, sevgili
Zonguldaklılar, evladım, şehidim, Hamza’m hep
özel biriydi, farklıydı.

Çocukken, gençken, öğretmenken, aile
arasında, sokakta, arkadaşları arasında…her zaman farklı ve özeldi. Hep
Rabbimin onu özenle seçtiğine inanırım.

Dürüstlüğü, çalışkanlığı, efendiliği, vatanına bağlılığıyla, herkesin
yardımına koşan, iyilik dolu, insana, doğaya, herkese, her şeye karşı sevgi
dolu; çok büyük, çok güzel bir yüreği olan, odası başarı belgeleriyle,
madalyalarla dolu, başarılı bir insandı. Çevresindeki herkesin çok sevdiği,
örnek gösterdiği biri oldu hayatı boyunca.

Oğlum, Şehit Öğretmen, Asteğmen (şu anki rütbesiyle Yarbay) Hamza Halit
Sülün 1966 yılında Ankara’da doğdu, doğduğunda sanki şehadet nurunu
yüzünde taşıyordu. İlkokulu Ankara Gülveren’de, ortaokulu Demirlibahçe’de
tamamladıktan sonra Kurtuluş Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Gazi
Üniversitesi / Beden Eğitimi Öğretmenliği Bölümünü bitirdi.1994 tarihinde
Zonguldak Beycuma Beldesi, Beycuma İlköğretim Okulu’nda(şimdiki adıyla
Beycuma Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulu’nda) öğretmenlik görevine
başladı. Bir buçuk yıl görev yaptığı Beycuma’yı, öğrencilerini öyle çok sevdi
ki, tatil için Ankaraya’ya yanımıza
geldiğinde hep Beycuma’yı,
halkını, öğrencilerini anlatıyordu.
Her bir öğrencisi, onun evladıydı
sanki. Dönüşte koli koli defter,
kalem, silgi, kitap, spor
malzemeleri alıp götürüyordu çok
sevdiği öğrencilerine. Onları
sporla, atletizmle tanıştırıyordu.
Onların güzel bir meslekleri
olması için öğrencilerinin
hayatlarında adeta bir güneş
olmuştu. Öğrencilerinin kendilerini
tanıyıp yeteneklerini keşfetmeleri,
özgüvenlerini kazanmaları için
çok çaba sarfediyordu.

8

Sanki elinde rengarenk boyalarıyla

her öğrencinin hayatına ayrı bir renk

katıyordu.

Hamza Halit Sülün, Beycuma’da

öğretmenlik yaparken vatani görevi

için Asteğmen olarak önce Isparta’da

eğitimini tamamladı, ardından da

Kayseri Zincidere’de Jandarma Piyade

Tugaylığı emrine atandı. Burada görev

yaparken 2 Kasım 1995’te Şırnak’ta

hain bölücü örgüt militanlarıyla girilen

çatışmada şehit oldu.

Vatan için, bayrak için kendi canını hiçe sayarak bu vatanın bütün

kahraman evlatları gibi şehadet

şerbetini içen evladım, vatanı için

yaşayıp ölmüş ve kalplerimize

gömülmüştür.

Evladım, al bayrağa renk oldu;

emanet ettiği bu

güzel vatan,

ondan bize

24 Kasım 1994 Öğretmenler Günü armağan oldu.
Beycuma/ZONGULAK Oğlumun

geçtiği

sokaklardan

geçen, soluduğu havadan soluyan Beycumalılar;

hepiniz benim evladımdan izler taşıyorsunuz.

Hepiniz benim evladımsınız. Benim evladım da

sizlerle birlikte, o; okullardaki şen çocuk seslerinde,

okulun bahçesindeki ağacın her bir yaprağında,

oğlumun isminin yazıldığı tabelanın her bir harfinde,

çizgisinde, okul bahçesindeki dalgalanan bayrakta…

Oğlum hep yaşıyor. Beycuma’da, Zonguldak’ta,

Ankara’da…Oğlumun cennet kokusu ülkemin her karış toprağında

yaşamaya devam edecek! Sizlerle olan gönül bağım her zaman

yaşayacak. Hepinizi

çok seviyorum ve

yüreklerinizden

öpüyorum.

Nurten SÜLÜN
20.02.2021/Ankara

9

İŞTE ZONGULDAK…

Sokakları denize çıkan,
Manzaralarının eşi benzeri olmayan,
Havasında kömür kokan,
İşte Zonguldak’tır o güzel şehir.
Yüzleri, gözleri kömür olmuş insanlarla,
Ne emekler vardır bu şehrin dört bucağında,
Uğraşırlar bir karaelmas uğruna,
İşte Zonguldak’tır o çalışkan şehir.
Sakın küçük olduğuna bakma,
İzledin mi güneşin batışını balkonda?
Hele de treniyle yolculuk yaptığında,
İşte Zonguldak’tır kendine bağlayan şehir.
Bir geldin mi buraya,
Başlarsın buralı gibi konuşmaya,
Kendine çabucak alıştırmasıyla,
Zonguldak’tır o muazzam şehir.

Medine AKALIN
7/A Sınıfı

10

ATATÜRK ZONGULDAK’A GELDİ

Zonguldak Asma mevkiinden kıvrıla kıvrıla ilerleyen yol
sizi Zonguldak’ın kalbine götürür. Zonguldak’ın kalbi,
bağrında sakladığı hazinesi, kömürdür. İşte bu yol, vatana
hayat kaynağı veren kömürün bir pınar gibi fışkırdığı
Üzülmez’e çıkmaktadır.

O gün Üzülmez ocaklarında çok ayrı bir hareketlilik
vardı. Fatih Emre; bu hareketliliği hemen sezmiş, dikkatle
olan biteni anlamaya çalışıyordu. Madencilerin emekle
kararmış yüzlerinde ak bir ışık vardı. Bu olağanüstü heyecanı anlamamak
mümkün değildi. Fatih Emre’nin ailesindeki erkekler; diğer ailelerin çoğu gibi
maden emekçileriydiler. Fatih Emre konuşulanlara kulak kesildi. Birden
kulağına ‘’Gazi, Zonguldak’a geliyor!’’ sözü geldi. Fatih Emre, kendini
tutamayarak birden ‘’Yaşasın!’’ diye çığlık attı. Madenciler etrafına bakındı,
sesin nerden geldiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ancak görünürde kimse yoktu.
Zaten öyle heyecanlıydılar ki içlerinden birinin bile böyle bir çığlık atması
muhtemeldi.
Fatih Emre doğru duymuştu, evet…doğruydu. İnanılır gibi değildi ama
duymuştu işte!..Memleketi karanlıktan aydınlığa; milleti yokluktan varlığa
ulaştıran, bize yepyeni bir istikbal hazırlayan, cumhuriyet meşalesini tüm
yurda yayan Türkiye Cumhuriyeti’nin yegane cevheri Mustafa Kemal Atatürk,
Zonguldak’a geliyordu. Hem de yarın sabah geliyordu. Fatih Emre’nin içi içine
sığmıyordu, koşuyordu, nereye bilmiyordu ama koşuyordu. Sonra birden
durdu, karşısında çocuklar vardı, dalmış oyun oynuyorlardı. Fatih Emre onlara
öylece bakıyordu, oyun oynayanlar arasında teyzesinin kızı Beren, dayısının
oğlu Kerem Alp ve en yakın arkadaşları Ayşe Nil ve Mustafa Emir; oyundan
başlarını kaldırıp baktıklarında karşılarında öylece duran Fatih Emre’yi
gördüler, hali her zamankinden çok farklıydı. Hemen Fatih Emre’nin yanına
koştular, ne olduğunu bilmeseler de heyecan, onları da sarmıştı. Beren, Kerem
Alp, Mustafa Emir ve Ayşe Nil ; Fatih Emre’yi tutup sarstılar ,ne olduğunu
öğrenmeye, onu konuşturmaya
çalışıyorlardı. Sonunda Fatih Emre’nin
dudaklarından şu cümle döküldü:’’Ulu
Önder’imiz yarın Zonguldak’a geliyor.’’
Bu sefer donup kalma sırası
onlardaydı, şaşkınlıklarını üstlerinden
attıktan sonra bağırmaya başladılar:
“Büyük Önderimiz Mustafa Kemal,
Zonguldak’a geliyor!’’ Yarım saate
varmadan tüm Üzülmez; sokaklara
taşmış, bu haberin doğru olup
olmadığını anlamaya çalışıyordu.
Sonunda öğrenildi, söylenenler
doğruydu.

11

Üzülmez’de bir
şenliktir başladı. Sadece
Üzülmez değil; bütün
Zonguldak, artık tek bir
kalp gibi aynı duygu ve
aynı heyecan
coşkunluğuyla ATA’sını
bekliyordu…

Fatih Emre, Mustafa
Emir, Ayşe Nil, Kerem Alp
ve Beren geç saatlere
kadar ailelerine
yalvardılar. Atalarını
karşılamaya gitmek istiyorlardı, duramazlardı. Aileleri; çok kalabalık olur, hem
yürüyerek gidip gelemezler, dayanamazlar, diye onları götürmek istemiyorlardı.
Ancak bu minik ama kalpleri büyük olan bedenlerde Atatürk aşkı öylesine
büyüktü ki hiçbir zorluk onları yıldıramazdı. Sonunda aileleri çocuklardaki bu
aşkı, sevgiyi mutlulukla karşılayıp onları da Atalarını karşılamaya götürmek
için razı oldular.
Sabah erkenden Üzülmez’den yola çıkıldı. Sanki tüm Üzülmez yola
dökülmüştü. Fatih Emre, kuzenleri ve arkadaşları; sabaha kadar heyecandan
uyuyamamıştı. Tüm Zonguldak, bayraklarla donatılmış, gururla ATA'sını
kucaklamaya hazırlanıyordu. Yolda giderken öğrendiler ki ATA’mız
Zonguldak’a aniden gelmeye karar vermişti. Deniz dalgalı, hava şartları da
kötü olmasına rağmen kaptan ve etrafındakiler itiraz etse de ATA’mız,
kararından dönmemiş ve Zonguldak’a bu büyük şerefi bahşetmişti.
İşte 26 Ağustos 1931’de saat 11.30’da, sabah güneşi Karadeniz’in
lacivert sularını yalarken üzerinde, bütün cihanın önünde hürmetle
eğildiği, büyük Türk milletinin şanlı bayrağını taşıyan bir yat,
sahilimize yanaşmıştı. "Ertuğrul Yatı" adını taşıyan bu yatın içinde, uzun
yıllar hasretle beklediğimiz "Büyük Önder" imiz vardı. Onun gelişiyle
Zonguldak daha da aydınlanmıştı. Gözlerinde engin denizler barındıran, altın
saçlı bu büyük kahraman;
Zonguldak’a gelmişti.
Ertuğrul Yatı nazlı nazlı
limana doğru
ilerlemekteydi. Sandallarla
denize açılan vatandaşlar,
Ertuğrul Yatı’nın etrafında
büyük tezahüratta
bulunuyordu:
"Kalplerimize sevinç
yıldızları saçan, Yaşasın
millet! Yaşasın Cumhuriyet!
Var olsun Cumhur
Reis’imiz Ulu Gazi!.." Gazi,

12

onları elindeki şapkası ile gemiden
selamlıyordu. Gazi, iskeleden ağır ağır indi ve
sandala bindi. Halk; Atatürk’ün etrafında
toplanmıştı, Atatürk’ün iskeleye çıkmasını
alkışlar arasında karşılamıştı. Gazi’nin, ayak
bastığı iskeleden itibaren şimdiki hükümet
binasının önüne kadar halılarla kaplanmış
cadde; Ata’sını görmeye gelen Zonguldaklılarla
dolup taşmış durumdaydı. Ata’nın etrafında,
ona çiçekler sunan öğrenciler de vardı. Atatürk,
Hükümet binasına gidince binanın bayrak
direğine Cumhurbaşkanlığı forsu çekilmişti.
Burada bir süre kalan Atatürk,sonra
Üzülmez’deki maden ocaklarına geçmiş,
Üzülmez’den trenle Ertuğrul Yatı'na geçip
Zonguldak’tan ayrılmıştı.

Zonguldak halkı bir rüyadaydı sanki.
Heyecan, sevgi, coşku, gurur…tüm duyguları
bir arada yaşıyorlardı. Atatürk, Zonguldak’tan ayrılırken herkesin olduğu gibi
onların da gözlerinden yaşlar akmıştı. Bu kısa zaman, Ata’mıza doymaya
yetmemişti. O giderken Zonguldak halkı tek yürek ‘’ Bin yaşa Ulu Gazi, gene
gel Ulu Gazi, uğur getirdin Büyük Gazi! " diye bağırlarından coşup gelen
seslerle haykırmışlardı. Fatih Emre, Mustafa Emir, Ayşe Nil, Beren ve Kerem
Alp; Üzülmez’e doğru giderken Zonguldak’ın kaderine bir güneş gibi doğan
Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerini içlerinden tekrarlıyorlardı:
“Zonguldak’ın derin toprakları altındaki servet-i
madeniyye ne kadar kıymetli ise, bizim nazarımızda
Zonguldak da o kadar çok kıymetli bir vilayetimizdir.’’
Miray KARABACAK Mustafa Kemal Atatürk
Türkçe Öğretmeni

13

BEYCUMA

Beycuma'nın dağları, ormanları,
Yeşilin binbir tonu,
Ah bu cennet yerin,
Ayrı güzeldir, yardımsever insanları .
Sütü, yoğurdu, fındığı,
Hepsi baldan tatlı,
Hele hele mancarı,
Beycuma'nın olmazsa olmazı.
Zonguldak'ın karaelması,
Olur evlerimizin ekmek kapısı.
Sobalar şen olur,
Sıcacık yapar odamızı.
Hacıali'nin dağları,
İslamköyü'nün çayları,
Karapınar’da, Karadere’de boldur ,
Doyumsuzdur kestane kebaplı akşamları.

Kadir YILMAZ
7/B SINIFI

14

ADNAN AMCA VE

ŞEHİT POLİS ÇAĞDAŞ ARSLAN

Zonguldak’ın bir beldesidir Beycuma. Eskiden çok
bilinmezmiş bu belde. Ama çok değerli insanlar yaşarmış
bu küçük, tatlı beldede. Dağlarla çevrili; ağaçlarla,
yeşilliklerle kaplı, insanın kalbini sıcacık tutan bir yermiş
Beycuma. O zamanlarda, insanların akşam saatlerini
keyifli hale getirecek bir sinemaları vardı. Beycuma’yı
Beycuma yapan, sinemasının dışında pazarıydı. Ankara
yolu da Beycuma’dan geçtiğinden her aradığını bulurdu pazarda insanlar.
Beycuma denince insanın aklına gelen en önemli mekanlardan biri de, Adnan

Amca’nın gazeteci
dükkanıydı. Adnan Amca;
sadece gazete satmaz,
her türlü hediyelik eşya,
araç-gereç de Adnan
Amca’nın dükkanında
bulunurdu.

Adnan Amca tonton,
orta boylarda, herkesin
gördüğünde yüzünde
tebessüm uyandıracak
bir amcaydı. Çocukları
her şeyden, herkesten
öncelikli tutar; onları
geleceğin umutları olarak görürdü, onları çok sever ve değer verirdi.
Dükkanına gelen çocukları, hatta civardaki tüm çocukları mutlu etmeyi çok
severdi. Bazı günlerde pasta alır, oyuncak dükkanının önünde çocuklarla
beraber güle oynaya yerlerdi. Tüm çocuklar, Adnan Amca’larını çok severlerdi.
Her zaman güler yüzlü, şen şakrak olan Adnan Amca’nın; o gün niyeyse hiç
neşesi yoktu, dalgındı. Çocuklar onu hiç böyle görmemişlerdi. Onlar; Adnan
Amca’larıyla şakalaşmak, oyunlar oynamak istiyorlardı. Adnan Amca’ları :
“Çocuklar bugün beni affedin, biraz halsizim. Söz, yarın oynarız, olur mu ?’’
dedi. Çocuklar, kıyamazlardı Adnan Amca’larına. “Tamam, Adnan Amca’mız.
Sen yeter ki iyi ol’’ dediler. Ama
Adnan Amca’ları, bir daha hiç eskisi
gibi olamadı. O gün, Adnan
Amcaların evine ve Beycuma’ya
ateş düştü. Tüm Beycuma’nın çok
sevdiği Adnan Amca’nın oğlu Polis
Çağdaş Arslan, Mardin’in Nusaybin
ilçesinde şehit olmuştu. Vatan için
,bayrak için ,bu güzel ülke için şehit
olan Çağdaş Arslan’ı uğurlamak ve
minnetini sunmak için herkes
Beycuma’ya akın etmişti.

15

Öyle ki iğne atsan yere
düşmüyordu. Şehidimizin annesi
Sibel Arslan, "Oğlum; gül gibi kok,
cennete gidiyorsun, vatan için
kendini feda ettin yakışıklı yavrum.
Çok insan gelmiş cenazene, sana
hakkını helal ediyor yavrum,
kimseye nasip olmaz. Düğününü
yapamadım, bak, çok büyük
düğün yaptırdın bana yavrum.
‘Gitme.’ dedim, ‘Benim arkadaşlarım orada, gitmek zorundayım.' dedin." diyor
ve gül kokulu şehidimizin tabutuna gül suları döküyordu. Şehidimizin kız
kardeşi Çağla Arslan ise; ağabeyinin üniformasını ve ceketini giymiş,
şapkasını takmıştı. Ağabeyini asker selamıyla uğurluyordu. Şehit Arslan'ın
tabutu başında duran meslektaşı da ağlıyordu. Polisin gözyaşını, şehidimizin
yakınları siliyordu. Adnan Amca…Adnan Amca’nın canından can kopmuştu.
Elini şehit oğlunun tabutundan çekmiyor, sürekli tabutu sevip öpüyordu.
O günden sonra Adnan Amca’yı eskisi gibi şen kahkahalar atarken
göremedi çocuklar. Ama Adnan Amca, çocukların yine sevgili Adnan
Amca’sıydı. Yine onları etrafına topluyor, sohbet edip onlara ikramlarda
bulunuyordu.
Bu cennet vatan için canını hiçe sayan Şehit Polisimiz Çağdaş Arslan’ın
anısını yaşatmak için adı, Beycuma Çok Programlı Lisesi’ne verilerek okulun
adı “Şehit Polis Çağdaş Arslan Çok Programlı Lisesi’’ oldu. Ayrıca Şehidimiz
için bir çeşme yapıldı. İşte, Adnan Amca her gün oğlunun adını taşıyan
çeşmede abdestini alır ve kabri Karadere’de bulunan şehit oğlunu ziyarete
giderdi. Günün geri kalan zamalarında; gazete dükkanının önüne taburesini
koyar, etrafına çocukları ve gençleri toplardı her zamanki gibi.
Bir gün dükkanın önünde, Adnan
Amca’larını göremedi çocuklar. Öğrendiler ki
Adnan Amca’ları hastanedeymiş…Çok sevdiği
çocuklar, hep onun için dualar ediyorlardı.
Ama Adnan Amca’ları iyileşememişti. Şehit
oğlunun üzüntüsüne dayanamayan Adnan
Amca, oğluna kavuşmak için acele etmişti.
Dükkanın önündeki taburesi, boş kalmıştı.
Mutluluğuyla mutlu olmak diye bir şey var
bu hayatta, insanların unuttuğu …Adnan Amca
bunu çok iyi bilirdi ve çocukları mutlu ederek
kendisi de çok mutlu olurdu. Onun mutlu ettiği
o çocuklar, gençler; tonton, güler yüzlü, iyi
kalpli Adnan Amca’larını hiç
unutmayacaklardı.

İrem Nisa ÇAKMAKLI
7/B Sınıfı

16

MEMLEKETİM ZONGULDAK

Sitede atar Zonguldak’ın kalbi,
Üniversiteden yükselir bilginin meşalesi,
Kozlu sahilinde atılır günün stresi,
Hamsilerle yarışır deniz fenerleri.
Tereyağlı çizleme ekmeği meşhurdur,
Gökgöl Mağarası’nda tarihin izi saklıdır,
Bu şehir, sevginin harman edildiği yerdir,
Karadeniz’in hırçın limanıdır Zonguldak.
Emektendir alın teri, madencidir adı.
Güneşsiz yer altıdır mekanı,
Kömürden gelir ekmeği, aşı,
Onlar, Zonguldak’ın siyah pınarları.
Devrek’in baklavası, bastonu, cevizli kömeci,
Çaycuma’da meşhur manda yoğurdu,
Alaplı’nın fındığı, Ereğli’nin çileği,
Zonguldak’ın her köşesi bir başkadır bir başka.

Medinenur ÇETİNKAYA
7/A Sınıfı

17

HALİME’M TÜRKÜSÜ

Kiraz aldım Dikme'den,
Halime’m, dallarını bükmeden.
Bir armağan ver bana,
Halime’m, ben gurbete gitmeden.
Tombalacık Halime'm, Yarbaşı’na gel,
Ben gidiyorum Bolu’ya düş peşime gel.
Ocak başında kaldım,
Halime’m, ince fikire daldım.
Kapılar açıldıkça,
Halime’m, seni geliyor sandım.
Alçaklara kar yağıyor, üşümedin mi?
Sen bu işin sonunu düşünmedin mi?
Tütün aldım Hendek’ten, Halime’m,
Hekim gelir Devrek’ten.
Hekim buna ne desin?
Halime’m, yangınımız yürekten.
Algın mısın Halime’m, baygın mısın, gel.
Hiç haberin gelmiyor, dargın mısın, gel.

18

Bolu türküsü olarak
bilinen "Halime’m"
türküsünün kökeninin
Zonguldak Devrek’e bağlı
Hüseyinçavuşoğlu köyüne
dayandığını biliyor
muydunuz?
Hüseyinçavuşoğlu köyü her
ne kadar Devrek’e bağlı
olsa da Beycuma’ya çok
daha yakın mesafede
olduğu için yöre halkı tüm
ihtiyaçları için Beycuma’ya
gelmektedir. Hatta
öğrenciler Beycuma’da
bulunan okullarda eğitim
görmektedirler. Yıllarca
dillere destan olan
Halime’m türküsünün çok
acıklı bir hikayesi var.

Bolu’dan gelerek
Zonguldak’ta vatani
görevini yapan bir asker,
Hüseyinçavuşoğlu
köyünden Halime’ye
vurulur. Ancak Halime’nin
babası bu aşka karşı çıkar
ve kızını Bolulu askere vermez. Bu sevda öyle büyük bir sevdadır ki asker,
ince hastalığa tutulur. Devrek’ten hekim gelir ama bu derde hiçbir çare
bulunamaz.
Asker Halime’sini, Hüseyinçavuşoğlu’ndaki Yarbaşı denilen mevkide
bekler, sevdiğini alıp memleketi olan Bolu’ya götürerek onunla evlenmek ve
büyük bir aşkla sevdiği Zonguldaklı Halimesi’yle kavuşmak ister. Halime’nin
babası bunu duyar ve kızını eve hapseder, Bolulu askerin; sevdiğine
kavuşmasına izin vermez.
Aşkından divaneye dönen asker, Halime’ye kavuşamaz lakin bu aşk,
türkü olur; dilden dile, nesilden nesile ulaşır. Bu büyük sevda, Halime’m
Türküsü her çalınıp söylendiğinde kalplerde ve dillerde sonsuza dek
yaşayacaktır.

Fatih Emre ARICI
6/B Sınıfı

19

ÖĞRETMENİMİN İZİNDE

“Öğretmenlik; öğrencini evladın kabul etmek, onun kalbine
dokunabilmek demektir. Sürekli ödev vermek demek değildir
öğretmenlik. Sınıftaki her öğrencinin her durumunu bilmek,
hepsiyle ayrı ayrı ilgilenmek, hepsininin kendini tanımalarını,
yeteneklerini keşfetmelerini sağlamak demektir. Öğrencinin
ayrımı olmaz. Hepiniz ayrı bir birey, renksiniz bu hayat için.
Hepiniz çok özelsiniz. Kendinizi sevin, ben sizi çok
seviyorum.’’

Sonunda bulmuştum bu güzel sözlerin sahibini. Kalbim
heyecandan küt küt atıyordu. Öğretmenimin adresini bulmuştum. Ortaokul
yıllarım gözümün önünden geçmişti.

- Kızım bir heyecan ,telaş var bu sabah üzerinde. Hayır olsun?

- Sorma anne… Sosyal medyadan öğretmenimin nerede yaşadığını öğrendim.
Oğlunun resmi de var, o kadar büyümüş ki genç bir delikanlı olmuş.

- Gerçekten mi? Bu teknoloji nelere kadir… Ben de çok heyecanlandım şimdi.
Neredeymiş öğretmenin?

- Zonguldak, Beycumadaymış.

- Memleketi orasıydı, değil mi zaten? Bugünlere gelmende çok emeği var.
Öğretmen olmanı çok istemişti. Sen de ona verdiğin sözünü tuttun.

Evet çok emeği vardı. Sadece benim üzerimde değil, her birimizle ayrı ayrı
ilgilenirdi. Bir sıkıntımız olsa hemen anlardı. Bize bakarken gözlerinin içi gülerdi.
Okumamızı, bir meslek sahibi olmamızı çok isterdi. Onun sözlerinin, yol
göstericiliğinin izinde ben de okuyup öğretmen olmuştum işte. Anakara’da bir
devlet okulunda iki yıldır öğretmenlik yapıyordum. Her şey onun sayesindeydi…

Annem:

- “Rahatsızlığım olmasa ben de seninle gelmek isterdim. Benim kadar annelik
emeği de var üstünde. Benden çok selam söylersin” dedi.

Ben hemen yol hazırlığına başladım, çantamı hazırladım, öğretmenim için
aldığım hediyemi itinayla
çantaya yerleştirdim ve
babamla birlikte yola
düştüm. Eski yol üzerinden
gidecektik.

Önce 20
Kızılcahamam’dan, sonra
da Gerede’den geçtik.
Mengen’den sonraki yol
çok hoşuma gitti. Ağaçların
yeşilden sarıya, kızıla her
tondaki yaprakları
gerçekten görülmeye
değer, muhteşem bir
görsel şölendi. Böylece

eşsiz manzarayı seyrede seyrede ilerlerken bir baktık ki çabucak Devrek’e

gelmişiz. Simidi, bastonu, beyaz baklavası, cevizli kömeci meşhurmuş.

Dayanamayıp yemeklerin tadına baktık babamla. Öyle lezzetliydi ki her şey,

kendimizi tutmasak beş kişilik yemek yiyecektik neredeyse…

Tekrar yola çıktık. Dinlenmek ve o güzel yemekler bizim tüm

yorgunluğumuzu almıştı. Küçük,dar köy yollarından da geçtikten sonra

“BEYCUMA’’ yazılı tabelayı gördüm. “Az kaldı” dedim içimden, “Öğretmenime

kavuşmaya az kaldı.”

Nihayet gelmiştik. Beycuma,

Zonguldak’a bağlı küçük bir beldeydi.

Öğrendik ki 1928’de nahiye olmuş

Beycuma. Yani Cumhuriyet’in ilk

nahiyelerinden biriymiş burası.

Öğretmenimin memleketini de

şimdiden çok sevmiştim. Beycuma’ya

ilk girişte sağda yeni yapılmış bir

sağlık ocağı gördüm, sol tarafta ise bir

eczane vardı. Eczanenin olduğu

binada ise Beycuma Belediyesi

tabelası vardı. Belediye binasını

geçince her tarafa giden yollar dikkatimi çekti. Bir tane alt caddeye giden yol, bir

tane üst caddeye giden yol göze çarpıyordu. Babam arabayı kenara çekti,

pastanenin çaprazındaki bir fırıncıya öğretmenimin çalıştığı Şehit Onbaşı Rıfat

Köktürk Ortaokulunun yerini sorduk.Güler yüzlü fırıncıdan Beycuma’yla ilgili

bilgiler öğrenirken bir taraftan da ikram ettikleri Beycuma’nın meşhur Karadere

çileğinin hem lezzeti hem de mis gibi kokusuyla mest olduk.

Bir yol bizim geldiğimiz Devrek’e gidiyordu, bir tane hem Zonguldak’a hem

de Çaycuma’ya giden yol vardı. Beycuma; Çaycuma, Devrek ve Zonguldak’ın

tam ortasında ,her birine de yaklaşık yarım saat uzaklıkta bir yerdi. Yani her yol

Beycuma’ya çıkıyordu.

Beycuma merkezde iki cadde vardı.

Biri Atatürk Caddesi, diğeri ise Cumhuriyet

Caddesiydi. Ana caddeden ilerlerken yol

üzerinde küçük, şirin kahvehaneler, bir

pastahane, fırınlar, bir kuyumcu, ihtiyaca

göre her türlü dükkan mevcuttu. “Demek ki

burada yaşayanların sayısı hiç de az değil”

diye geçirdim içimden. Sadece beldedekiler

değil, köyden gelenler de alışveriş

yapıyorlarmış buradan. Hatta cuma günleri

köylülerin yerli ürünlerinin satıldığı bir halk pazarı da kuruluyormuş. Cuma

namazını kılan erkekler haftalık alışverişini yapar, ondan sonra köylerine

dönerlermiş. O yüzden cuma günleri diğer günlere nazaran daha kalabalık

olurmuş. 21

Lokantası, marketleri, dükkanlarıyla küçük, şirin bir beldeydi Beycuma. Üstelik
yemyeşildi, dere ve kuş sesi insana ayrı bir huzur veriyordu.

Beycuma’da cezaevi olduğunu öğrenince çok şaşırdım. Beycuma gibi güzel bir
yerde bence herkes iyi olur. Buranın iyileştirici, mutlu eden bir tarafı vardı.

Beycuma’da üç okul olduğunu da öğrendim, çok mutlu oldum. Bir ilkokul, bir
ortaokul ve bir de lise vardı. Her bir okula şehitlerimizin isimleri verilmişti. Bu beni çok
duygulandırdı. “Ne kadar özel bir yer” diye geçirdim içimden. Beycuma sanki
“Şehitlerimizi bağrımıza bastık” der gibiydi.

Öğretmenimin de görev yaptığı ortaokulun ismi
Beycumalı olan Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk’ten geliyormuş.
1979 yılında Zonguldak’ta dünyaya gelen Şehit Onbaşı
Rıfat Köktürk, Cihan ve Hayriye Köktürk çiftinin üç
çocuklarından ilkiymiş. İlkokul tahsilini Rüzgarlımeşe
İlkokulu’nda, ortaokul tahsilini Fener Ortaokulu’nda ve lise
tahsilini de Zonguldak Endüstri Meslek Lisesi’nde
tamamlamış. Askerlik çağı geldiğinde 1999 yılının Şubat
ayında temel eğitimini tamamlamak üzere Foça 4.
Jandarma Komando Er Eğitim Tugay Komutanlığı emrine
dağıtımı yapılmış. Van Gürpınar İlçe Jandarma Komando
Bölüğü Komutanlığınca, Gürpınar ilçesi kırsal alanında
icra edilen operasyon esnasında, 4 Eylül 1999 tarihinde bir
grup hain PKK terör örgütü mensubu ile çıkan çatışmada
kahramanca çarpışırken şehit olmuş. Şehit Onbaşı Rıfat
Köktürk bekar olup, naaşı 6 Eylül 1999 tarihinde
Zonguldak ilinde yapılan askeri törenle Zonguldak
şehitliğine defnedilmiş. 3 Mayıs 2006 tarihinde valilik oluru
ile şehidin adı, okula verilmiş.
Yurdun dört bucağında olduğu gibi Beycuma’da kahramanlar diyarıydı. Bu bilgileri
okulun girişindeki panodan okurken, Mehmet Akif Ersoy’dan şu mısralar dökülmüştü
dudaklarımdan:

“Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış, yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.”

Bu duyduklarım beni öyle derinden etkilemişti ki
sanırım çok uzun zaman bu duyguların etkisinden
kurtulamayacaktım. Bu şehit adlarının verildiği
okulların her bir evladı, o şehitlerimizin bayrağını
devralacak ve her biri bu vatanın askeri
olacaklardı. Bu düşünce yoğunluğuyla
öğretmenimin çalıştığı okula doğru ilerledik. Geniş
bahçeli, yemyeşil ağaçlarla çevrili çok şirin bir
okuldu Şehit Onbaşı Rıfat Köktürk Ortaokulu.

22

Okulun içine girer girmez temizlik kokusu burnunuza çarpıyordu. Her yer boyalı,
gayet itanalı ve bakımlıydı. “Okul bu kadar temiz ve bakımlıysa okulun müdürü,
idaresi çok çalışkan olmalı” diye düşündüm.

Güvenlik görevlisi bizi okul müdürüne götürdü. Okul müdürü bizi çok sıcak
karşıladı, öğretmenime de haber gönderdiler. O sırada çaylarımızı içerken, bu okulda
iki senedir görev yaptığını öğrendiğim okul müdürü Orhan Islak, okulda yaptıkları
boya - bakım çalışmalarını anlattı. Bu okulu öyle güzel bir hale getirmişler ki insan
burada görev yapmak istiyordu. Nihayet Miray Karabacak öğretmenim geldi, hiç
değişmemişti. Beni hemen tanıdı. “Elif…Sen ha?..İnanamıyorum” dedi. Koşarak ona
sarıldım. Tekrar öğrenci olmuş, ortaokul yıllarıma geri dönmüştüm. Aynı çocuk
coşkusuyla, sevgiyle. Gözlerimi öğretmenimden ayırmıyordum. İkimizin de gözleri
dolmuştu, ağlamamak için kendimizi zor tutuyorduk. Hemen çantamdan Miray
öğretmenim için Ankara’dan getirdiğim hediyemi çıkarıp verdim. Hediyemi açar
açmaz ikimiz de gözyaşlarımızı artık tutamaz olmuştuk. Miray öğretmenime aldığım
şal, bizi o yağmurlu günün hatırasına götürmüştü. Okula gelirken üstüme ince bir
hırka giymiştim, okula yürüyerek gidiyordum, yolda ilerlerken hava gittikçe soğumuş
ve benim küçücük bedenim daha da küçülmüştü. Soğuktan tir tir titriyordum. Miray
öğretmenim okul bahçesinde beni görmüş ve hemen yanıma gelip, omzundaki şalı
üstüme sararak, beni kalorifer kenarında ısıtmış, bir de bana dumanı üstünde bir çay
içirmişti. Hem bedenim, hem kalbim sıcacık olmuştu. O şal, kopmaz bir bağ kurmuştu
aramızda. Şalı alıp omzuna koydum, sevgiyle birbirimize sarıldık.

Yılların hasreti geçmese de azalmıştı. Uzun uzun sohbet ettik. Öyle mutlu
olmuştu ki öğretmenim, neşesi etrafa taşıyordu. Kütüphaneye götürdü beni. Yaptıkları
kitap kampanyasıyla İstanbul’dan, Zonguldak, Alaplı, Devrek, Çaycuma’dan
getirdikleri ve öğrencilerin seviyelerine uygun kitaplarla yeniden bir kütüphane
oluşturmuşlar. Bu kitaplar sayesinde öğrenciler bir dönemde kırk, elli, hatta daha
fazla sayıda kitaplar okuyorlarmış. Ayrıca öğretmenim bizim dönemimizde olduğu gibi
şiir dinletileri, tiyatrolar, yarışmalar, etkinlikler yapmaya devam ediyormuş.

Miray Karabacak öğretmenim, kütüphaneden iki kitap verdi bana. İki kitabı da
öğrencileriyle birlikte hazırlamışlar. İlki masallar, hikayeler, fallardan oluşan bir kitaptı,
diğeri ise Beycuma, Zonguldak ve Zonguldak’ın ilçelerini konu alan şiir, hikaye ve
masallardan oluşan “Beycumalı Küçük Yazarlar” adlı kitaptı.

Öğrencilerin yazılarının öncesinde onların hayatlarını anlatan bilgiler vardı.
Öğrenciler birer yazar edasıyla yazılarını sevdikleri birine ithaf etmişler ve
imzalamışlardı. Kitapta ayrıca o yazıya uygun, öğrencilerin kendi çizdikleri resimler
de vardı. Miray öğretmenimin ve öğrencilerinin yaptığı bu çalışmalar beni çok ama
çok mutlu etmişti. Böylesine bakımlı, temiz, herkesin çok çabaladığı bir okulda
okuyan öğrenciler ne kadar şanslıydılar. Öğretmenime doyamamıştım, ama ayrılık
vakti gelmişti. Ankara’ya dönmemiz gerekiyordu; çünkü Ankara’da beni bekleyen
öğrencilerim vardı. Birbirimizin telefonlarını almıştık. Mutlaka tekrar ve tekrar
görüşecektik. Miray öğretmenime kendi öğretmenleri olan Hamza Halit Sülün, Seval
Doğan, Hüseyin Durgut, Ertan Örgen ve Aynur Muslu örnek olmuştu; Miray
öğretmenim de bana. Ben de ondan aldığım feyzle kendi öğrencilerime ışık olmaya,
onların kalplerine dokunmaya gidiyordum.

Elif ÖZTÜRK

23 6/B Sınıfı

TUZ,ŞEKER VE PULBİBER
BEYLİĞİ

Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Develer tellal iken,
Pireler berber iken,
Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…
İp koptu, beşik devrildi. Dar attım kendimi dışarı.
Vardım bir pazara, bir at aldım dorudur diye.
Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana "Geri dur" diye…
Neyse, uzatmayalım, masala hemen başlayalım.

Bir varmış, bir yokmuş, Beycuma adında bir kent varmış. Bu kentte
birçok beylik yaşarmış. Bu beyliklerden en büyükleri ’’TUZ BEYLİĞİ’’ ve
‘’ŞEKER BEYLİĞİ’’ymiş. Tuz Beyliği Beycuma’nın Yeni Mahalle mevkiinde,
Şeker Beyliği ise Kasımlar Mahallesi'nde kuruluymuş. Tuz ve Şeker Beylikleri
birbiriyle çok uyumlularmış, hep yardımlaşırlar ve birbirlerini kötülüklerden
korurlarmış. Hatta anlaşıp aralarında bir gün seçip o günü sadece birbirlerine
adarlarmış. O günlerde hep birlikte şarkılar söyler, oyunlar oynarlarmış.

Bu iki beylik yine bir gün toplanmış ve her hafta olduğu gibi o gün de çok
eğleneceklerini düşünmüşler, ama asla hayal ettikleri gibi bir gün olmamış.
Çünkü yıllar yıllar önce Beycuma’yı terk eden Pulbiber Beyliği'nin lideri
Pulbiber Bey çıkagelmiş. Onu görenler bir yerlere kaçışmaya başlamışlar,
çünkü Pulbiber Beyliği; Tuz ve Şeker Beyliği'nin aksine çok geçimsiz, sert ve
sinirli bir beylikmiş. Herkes o beyliğe ‘’Kötülük Beyliği’’ dermiş. Pulbiber Bey,
hiç kimseyle anlaşamazmış. Bu yüzden yıllar önce Beycuma'yı terk etmiş.
Ama gittiği hiçbir yerde de istenmemiş; çünkü insanlar, ondan korkar ve ona
sürekli ön yargılı davranırlarmış .Tuz ve Şeker Beylikleri, diğer beyliklerin
aksine ilk önce kaçışan insanları sakinleştirip, Pulbiber Beyliği ile iletişim
kurmaya çalışmışlar. Pulbiber Beyliği, bu duruma çok şaşırmış; çünkü onlar,
hep dışlanmış ve sevgiden uzak bir hayat sürmüş. Tuz ve Şeker Beylikleri ilk
defa Pulbiber Beyliği ile iletişim kuruyorlarmış. Açıkçası bu durum Pulbiber
Beyliği'nin de çok hoşuna gitmiş.

Şeker Beyliği, önce davranıp sinirli bir ses tonuyla sormuş:
‘’Hayrola? Senin yolun hiç buralara düşmezdi. Ne oldu da geri döndün?’’
demiş.
Tuz Beyliği, hemen soruyu düzenlemiş:
‘’Hayırdır Pulbiber Beyliği? Bir sıkıntın, bir derdin mi var?’’ diye sormuş.
Pulbiber Beyliği cevap olarak şöyle demiş:
’’Sizi rahatsız etmeyeceğim, sadece kalacak bir yer arıyorum.’’
Tuz Beyliği, onun bu sözleri üzerine Pulbiber Beyliğine, yıllar önce terk
ettiği boş araziyi göstermiş. Pulbiber Beyliği, çok sevinmiş ama bunu

24

kimseye yansıtmamış ve hemen evlerini kurmaya başlamışlar. Tuz
Beyliği yardıma giderken Şeker Beyliği, sadece onları izliyormuş .Tuz
Beyliği, onun neden böyle yaptığını hiç anlayamamış. Pulbiber Beyliği
halkı,Tuz Beyliği'nin de yardımıyla evlerini kurmuş ama Şeker Beyliği'nden
hala hiç ses yokmuş. Şeker Beyliği aynı şekilde sadece bekliyormuş.

Geçmişte Pulbiber Beyliği, Şeker Beyliği üzerinde çok ağır yaralar açmış,
Şeker Beyliği'ne savaş açıp onun beyliğini elinden almaya çalışmış; ama
Tuz Beyliği'nin yardımı sayesinde Şeker Beyliği bu saldırıdan kurtulmayı
başarmış. Bütün olanlar da o savaşlardan sonra olmuş zaten .

Pulbiber Beyliği yenilince Beycuma’da daha fazla barınamamış ve
Zonguldak’a kaçmış, uzun bir süre kimse ondan haber alamamış.

Beycuma’ya yavaş yavaş karanlık çökmeye başlamış. Herkes
evlerine dağılıp güzel bir uyku çekmiş. Ta ki sabah olana kadar…

Sabahleyin Beycuma meydanında bir gürültü kopuvermiş! Bu gürültünün
sebebi Pulbiber Beyliği'nin düşmanları imiş. Ancak bir sorun varmış; Tuz
Beyliği kentte yokmuş, çünkü önemli bir durumu görüşmek üzere
Karacaören’deki Mancar Beyliği, Karapınar’daki Kestane Beyliği, Beylik’teki
Cövüzlü Kömeç Beyliği, Ahatoğlu’ndaki Malay Beyliği ve Karadere’deki Çilek
Beyliği’nin yanına gitmiş.

Kentte sadece Şeker ve Pulbiber Beyliği varmış. Pulbiber Beyliği çok
korkmuş, düşmanları yavaş yavaş beyliğini yıkmaya geliyorlarmış. Geçmişte
Pulbiber Beyliği'nin zarar verdiği tüm beylikler birleşip ona savaş açmış.
Amaçları Pulbiber Beyliği onlara zarar vermeden ona saldırıp Beycuma’dan
Pulbiber Beyliği'nin gitmesini sağlamakmış. Pulbiber Beyliği, Şeker
Beyliği'nden yardım istemiş. Çok değiştiğini, hatalarından ders aldığını, tek
niyetinin Beycuma’da huzurlu bir şekilde yaşamak olduğunu söylemiş. Şeker
Beyliği ne yapacağını bilmiyormuş ama Pulbiber Beyliği'ni de öylece ortada

25

bırakamazmış.
Şeker Beyliği hemen hazırlanıp Pulbiber Beyliği'nin yanına gitmiş.
Pulbiber Beyliği çok korkuyormuş. Şeker Beyliği onun korkusunu yatıştırmak
için kulağına eğilip: ’’Korkma, ben yanındayım ve hep yanında olacağım"
demiş.
İkisi birlikte düsmanlara karşı savaşarak bu savaştan galip gelmişler.
Pulbiber Beyliği, o gün Şeker Beyliği'nin onu affettiğini anlamış. Savaşta çok
şey kaybetmişler ama dostluklarını yeniden kazandıkları için de çok
mutluymuşlar.
Hemen Tuz Beyliği'ne haber vermişler ve olan bitenin hepsini anlatmışlar.
Tuz Beyliği; Şeker Beyliği'ni takdir edip ona ayrıca teşekkür etmiş . İşte o
gün Tuz ve Şeker Beyliği, Pulbiber Beyliği'nin içindeki sevgiyi görmüşler.
Akşam olduğunda Tuz ve Şeker Beyliği birlikte ertesi güne Pulbiber
Beyliği ile konuşup barış yapmaya karar vermişler ve mutlu bir uyku
çekmişler. Beycuma’da yavaş yavaş güneş doğmaya başlamış. Pulbiber
Beyliği, o sabah erken kalkmış ve camdan bakarak Beycuma’nın şırıl şırıl
akan deresini seyrediyormuş, içinde tarifsiz bir mutluluk ve daha önce hiç
hissetmediği herkese, her şeye karşı bir sevgi varmış. Sonra aklına birden
bir önceki gün Şeker ve Tuz Beyliği'ne layıkıyla teşekkür etmediği gelmiş.
Hemen tüm Pulbiber Beyliği'ni toplamış, Şeker ve Tuz Beyliği'nin onuruna
sadece şekerli ve tuzlu yemekler hazırlanmasını emretmiş. Büyük bir ziyafet
kurulmuş. Şeker Beyliği ve Tuz Beyliği ziyafetin onur konukları olarak baş
köşeye oturmuşlar. Pulbiber Beyliği bununla da yetinmemiş. Beycuma’da
bulunan diğer beyliklerden olan Çamlık Beyliği, Rahmanlı Beyliği, Bölücek
Beyliği, Ayvatlar Beyliği, Beytepe Beyliği gibi geçmişte savaştığı tüm
beylikleri de bu ziyafete çağırmış. Davetli tüm beylikler, başlangıçta Pulbiber
Beyliği'nin bu davetinden çekinip, şüphelenseler de sonunda meraklarına
yenik düşüp gitmeye karar vermişler.
Diğer beylikler Pulbiber Beyliği'ne gittiklerinde bir de ne görsünler!..
Sinirli, sert, asık yüzlü Pulbiber Beyliği sanki gitmiş; yerine güler yüzlü,
etrafa mutluluk saçan, her misafiri büyük bir sevgiyle karşılayan bir Pulbiber
Beyliği gelmiş. Doğrusu tüm beylikler bu durumdan bir hayli hoşnut olmuşlar.
Pulbiber Beyliği, tüm beyliklerden özür dilemiş. Hep birlikte yüzyıllarca
sürecek bir barış antlaşması yapmışlar. Bu barış antlaşmasının onuruna kırk
gün kırk gece eğlenceler, ziyafetler düzenlenmiş. O günden sonra ‘’Güzel
Beycuma’’da hep birlikte mutlu mesut yaşamışlar.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma
düşmüş. Biri bu masalı yazanın başına, biri bu masalı okuyanın başına, biri
de Beycuma’nın kuyu kebabından yemeyenlerin başına…

Esmanur YALILI
7/B Sınıfı

26

GÜZEL KOKULU ÇİÇEKLER
VE PRENSES

Az gittik ,uz gittik,
Dere tepe düz gittik ,
Çekirgelerle dans ettik,
Bir trene bindik, Sonunda Beycuma’ya vardık.

Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur
saman içinde, Kaf Dağı'nın ardında Zonguldak denilen;
altında kömürden, üstünde cennetten birer köşe olan bir şehir varmış. Yer altı
ve yer üstü iki ayrı dünya olan bu şehirden çıkıp dağlar, tepeler aşıp serin sular
geçilince "Beycuma" denilen yemyeşil bir yere varılırmış. Beycuma, beylerin
diyarıymış.

Beycuma’nın en güzel köşesinde ise güzel kokulu çiçekleriyle ülkenin dört
bir yanına nam salan Hacıali Sarayıvarmış. Bu sarayın kralı ise; çok gaddar,
huysuz, bencil biriymiş. Halk, bu durumdan hiç de hoşnut değilmiş. Bu kralın
bir de kızı varmış. Kız; güzeller güzeli, iyi kalpli, sevgi dolu, yardımsever bir
prensesmiş. Tüm Hacıali Krallığı halkı, prenseslerini çok severmiş. Prensesin
bu güzel özellikleri, kral babasının tüm kötü huylarını unuttururmuş. Prenses
herkesle arkadaş gibiymiş, herkesin yardımına koşarmış. Bu güzeller güzeli
Hacıali Prensesi'nin en sevdiği şey ise; Krallığın tüm ülkeye nam salan
çiçekleriyle ilgilenmek, onları koklayıp sevmek, sulamakmış. Çiçekler de

27

prensesi o kadar çok seviyorlarmış ki, o gelir gelmez en güzel kokularını
etrafa salar; en güzel,en canlı renklerini bürünürler, prenses için en güzel
şarkılarını söyleyip dans ederlermiş. Ancak bunu sadece prenses görebilirmiş.
Başka hiç kimse çiçeklere böyle davranmıyormuş çünkü. Bu prensesle
çiçekler arasında bir sırmış.

Günlerden bir gün Hacıali Kralı’nın kötü kalpli komutanı, bahçede
dolaşıyormuş. Çiçek bahçesinden sesler geldiğini duymuş, o tarafa doğru
yönelmiş. Bir de bakmış ki krallığın çiçekleri dile gelmiş, prensesle
konuşuyorlarmış. Kötü kalpli komutan bir köşeye sessizce saklanıp
konuşmaları dinlemeye başlamış. Çiçekler prensese ’’Bizim iyi kalpli, güzel
prensesimiz; halkınız sizi çok seviyor. Siz babanız gibi kötü kalpli ve asık
suratlı değilsiniz. Keşke krallığı siz yönetseydiniz" demişler.

Prenses: “Öyle demeyin, aslında babam çok iyi kalplidir, sadece bunu nasıl
göstereceğini bilmiyor” demiş.

Kötü kalpli komutan bu duyduklarını hemen krala anlatmış.
Kral, bu duruma çok kızmış. Prenses, ne kadar yalvarsa da kötü kral,
dinlememiş. Saraydaki o dillere destan çiçeklerin hepsini yok ettirmiş.
Prenses, öyle çok üzülmüş ki üzüntüden hastalanıp yataklara düşmüş.
Kızının bu halini gören kral; yaptığına pişman olmuş, kızını kurtarmak için
ülkenin her tarafından bilginler, şifacılar getirtmiş. Ama hiçbiri prensesi
iyileştirememiş. Günden güne sararıp solan prenses, en sonunda vefat etmiş.
Halk üzüntüden yıllarca yas tutmuş . Kralsa biricik kızının vefat etmesi üzerine
krallıkta daha fazla duramayıp uzak diyarlara gitmiş. Bir daha kralı gören
olmamış.
Prenses, Beycuma Hacıali Krallığı'ndaki Bayraklıtepe’ye defnedilmiş. O
gün bugündür o güzel çiçekler, prensesin defnedildiği Bayraklıtepe’de tekrar
büyümüş, kokuları tüm Hacıali’ye yayılmış. Derler ki Bayraklıtepe’ye gidenler
her rüzgar esişinde, prenses ve çiçeklerin birbiriyle sohbetini, şen
kahkahalarını duyarlarmış.

Yağmur AKOL
7/A Sınıfı

28

ZONGULDAK İSLAMKÖY’DEN GEÇEN
İPEK YOLU’NDA İPEK SULTAN İLE
ZAZAN EFSANESİ

İpek Yolu; Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz
aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan dünyaca ünlü ticaret
yoludur.

Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette, daha
önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bu yolda ipek,
porselen, kâğıt, baharat ve değerli taşlar taşınırmış. Kıtalar
arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce kilometre
uzunluğundaki kervan yolları, zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır.
Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri
İpek Yolu; tarih boyunca kullanılan bir ticaret güzergâhı olmasının yanı sıra
fikirlerin, dinlerin, orduların ya da farklı kültürlerin ve bu kültürel deneyimleri
aktaran bilgelerin ve gezginlerin takip ettiği bir yol olmuştur. Dolayısıyla insanlık
tarihinde çok önemli bir yeri vardır.

İpek Yolu’nun dünya tarihindeki en önemli rolü; Doğu ile Batının arasındaki
kültürel köprüyü sağlamasıdır. Batı medeniyeti, bu sayede yeni ufuklara yelken
açmıştır. Bu yol üzerinde yer alan medeniyetler, birbirleriyle daha derin iletişimler
kurmuşlardır.

Coğrafi konumu nedeniyle eski çağlardan beri doğu ile batı arasında bir köprü
işlevi gören Anadolu, İpek Yolu’nun en önemli kavşak noktalarından biri olmuştur.
Anadolu’nun kuzeyinden geçen bu güzergahlardan biri de Zonguldak Devrek’e
bağlı İslamköy’dür. İslamköy, Devrek’e bağlıdır ancak Beycuma’ya çok daha
yakın mesafede yer alır.

İslamköy’de bulunan ve İpek Yolu güzergahında olan yolun kenarında, yan
yana gömülü olan mezarlar; kuşaktan kuşağa anlatılan bir efsaneyi bizlere
fısıldamaktadır.

Denilen o ki; son Sasani hükümdarı Şehinşah’ın dillere destan güzellikte bir
kızı varmış. Kızının ismi “ipek” anlamına gelen Rodhagh imiş. İsmi gibi ipek tenli
olan bu güzel sultan ülkede “İpek Sultan” diye anılırmış. İpek Sultan’ın çok büyük
bir derdi varmış: Kral babası, kendisini Roma kralının oğluyla evlendirmek
istiyormuş. O dönemde iki krallık arasında sürekli devam eden savaşları durdurup
barış yapmak için böyle bir evlilik uygun görülmüş. Gel gör ki İpek Sultan,
gönlünü babasının yardımcısının oğlu olan Zazan’a kaptırmış. Zazan’ın adı da
“Sasan” dan gelmekteymiş. Zazan’a bu adı, bizzat İpek Sultan’ın babası vermiş.

29

Zazan’ın babası hükümdarına
ölesiye bağlıymış. O yüzden Zazan,
sevdasını babasına söyleyemiyormuş.
Kavuşmaları mümkün görünmüyormuş.
Zaten İpek Sultan yakında Roma
kralının oğluyla evlendirilmek üzere
yola çıkacakmış. Zazan ve İpek Sultan
düşünüp taşınıp bir plan yapmışlar.
Ertesi gün, ülkelerinden İpek Yolu
üzerinden Anadolu’ya gidecek olan bir ticaret kervanı varmış. Zazan ve İpek
Sultan’ın aşkını hiç kimse bilmiyormuş. O yüzden Zazan’dan şüphelenen
olmazmış. Ama İpek Sultan’ın teni ipek gibi olduğundan hemen fark edilebilirmiş.
Zazan fark edilmemesi için İpek Sultan’ı toza, toprağa, küle bürümüş ve ona
eski, yırtık kıyafetler giydirmiş. Zazan kendisi de tüccar kıyafetleri giymiş. Artık
onları tanıyamazlarmış. İki kara sevdalı, kervanla birlikte düşmüşler yollara.
Ancak Kral, İpek Sultan’ın kaçtığını öğrenince çok öfkelenmiş ve sultan da olsa
kendisine karşı gelen kızının, görüldüğü yerde öldürülmesini emretmiş. Kral’ın
adamları hemen İpek Sultan’ı aramaya koyulmuşlar. Ülkenin dört bir tarafına da
haberler salınmış.

İpek Sultan, etraflarında birileri varken neredeyse hiç konuşmazmış. Yoksa
kim olduğu açığa çıkabilirmiş. Ancak yalnız kaldıklarında, çadırlarında yüzünü
silip konuşurmuş. Fakat onlardan şüphelenip takip eden biri varmış. Zazan da
takip edildiklerini fark etmiş. Kervanı konakladıkları yerde bırakıp gece yalnız
başlarına yola koyulmuşlar. Heybelerinde, sadece üç gün yetecek azık ve sudan
başka bir şey yokmuş. İpek Sultan ve Zazan günlerce durmadan, dinlenmeden,
uyumadan yol almışlar. Yemekleri, suları bitmiş; ikisinin de adım atacak hali
yokmuş. İpek Yolu üzerinde ilerlerken tanınmamak için rastladıkları insanlardan
da bir şey isteyemiyorlarmış. Bazen ormandaki yabani meyvelerden yiyip
açlıklarını dindiriyorlar,derelere rast geldikçe kana kana su içiyorlarmış. Yol
ilerledikçe dereler görünmez, yabani meyveler denk gelmez olmuş. Açlık ve
susuzluktan iki sevdalı harap olmuş, sararıp solmuş. Bu halde birkaç gün daha
yol almışlar; ancak daha fazla ilerleyemeyerek oldukları yere yıkılıp hayatlarını
kaybetmişler. Aşkları uğruna her şeyi göze alan sevdalıların cansız bedenleri,
Zonguldak Devrek’te bulunan İslamköy’deki İpek Yolu güzergahında el ele
tutuşmuş olarak bulunmuş. Sevdaları yüzlerine vuran bu iki aşığı ayırmaya
kimsenin gönlü razı olmamış ve onları yine el ele, üzerlerindeki kıyafetlerle
defnetmişler. İki kişi olduğu anlaşılsın diye de başlarına iki ayrı mezar taşı
koymuşlar.

Tüccarlara,devlet adamlarına ,alimlere, sanatçılara geçit olan İpek Yolu; bu
iki kara sevdalıya geçit vermemiş ve aşklarını Ferhat'la Şirin, Leyla ile Mecnun
gibi kavuşamayan aşıklar kervanına ekleyerek dillerde, gönüllerde yüzyıllarca
saklayıp yalnızca aşık olanların kulaklarına fısıldarmış. Hatta yörede aşıklar
birbirine olan sevdalarını ispatlamak için İpek Sultan ile Zazan üzerine yeminler
ederlermiş. Böylece maşuk, sevildiğinden emin olurmuş.

Bugün kavuşamayan sevdalıların uğrak yeri olan bu mezara gelenler, İpek
Sultan ile Zazan’a dualar ederlermiş. İpek Sultan ile Zazan’ın mezarına uğrayıp
dua edenin bir gün muhakkak sevdiğine kavuşacağına inanılmaktaymış.

Yavuz Selim Usta
7/B Sınıfı

30

ZONGULDAK

Her mevsimi ayrı güzel,
Her köşesi doludur hatıralarla.
Ülkemin mavi gözlü,
Kömür kenti Zonguldak.

Merdivenli ve yokuştur hep yolları,
Ağaçlarında yeşil, sarı, kızıl tonları,
Çiçekli bahçeli, şirin evleri,
Neşe kaynağıdır Zonguldak.

Kimi zaman baba ocağı,
Kimi zaman ana kucağı,
Sığındığım son liman,
Kale gibidir Zonguldak.

Denizi hırçın ve asidir,
Sebebi, gurbettekilerin memleket hasretidir.
Baksan aslında yufka yüreklidir,
Emeğin şehridir Zonguldak.

67 plakalı memleketim,
Gri- mavinin en çok yakıştığı şehir,
İşçinin sesi buradan duyulur,
Kalplerde sevdadır Zonguldak.

Fatih Emre ARICI
6/B Sınıfı

31

BEYCUMA BELEDİYE BİNASI

Tevfik Başakar Cad. No:8, 67980 Beycuma/ZONGULDAK
iLETİŞİM: (0372) 211 25 25

32

BEYCUMA ŞEHİT ONBAŞI RIFAT KÖKTÜRK
ORTAOKULU

ŞEHİT ÖĞRETMEN HAMZA HALİT SÜLÜN
İLKOKULU

33

BEYCUMA ŞEHİT POLİS ÇAĞDAŞ ARSLAN
ÇOK PROGRAMLI ANADOLU LİSESİ

BEYCUMA PTT BİNASI

34

MERKEZ BEYCUMA
AİLE SAĞLIK MERKEZİ

ZONGULDAK MERKEZ 6 NO.LU
ACİL SAĞLIK HİZMETLERİ İSTASYONU (112)

35

BEYCUMA M TİPİ
KAPALI VE AÇIK CEZA İNFAZ KURUMU

BEYCUMA JANDARMA KARAKOL KOMUTANLIĞI
HİZMET BİNASI VE TESİSLERİ

36

BEYCUMA
MERKEZ CAMİİ (1950)

BEYCUMA
PİKNİK VE MESİRE ALANI

37

BEYCUMA’DAN KARELER

NÜFUS 3280

38

Fatih Emre ARICI - 6/B Sınıfı

Medine AKALIN - 7/A Sınıfı

39

Fatih Emre ARICI - 6/B Sınıfı

Medine Nur ÇETİNKAYA - 7/A Sınıfı

40

Fatih Emre ARICI - 6/B Sınıfı

Tunahan ALTUNTAŞ - 7/B Sınıfı

41

Esmanur YALILI - 7/B Sınıfı

Medine ERGİN - 7/A Sınıfı

42

Yağmur AKOL - 7/A Sınıfı

Elif ÖZTÜRK - 6/B Sınıfı

43

Kadir YILMAZ - 7/B Sınıfı

İTHAFLAR

FATİH EMRE ARICI
MEMLEKETİM

ZONGULDAK İLE
İLGİLİ YAZDIĞIM

ŞİİRİMİ,
KUZENLERİM BEREN’E VE

KEREM ALP’E
İTHAF EDİYORUM.

44

İTHAFLAR

KADİR YILMAZ TUNAHAN ALTUNTAŞ

ŞİİRİMİ , BİRİCİK
DEĞERLİ AİLEME VE ANNEME,BABAMA,
MİRAY KARABACAK CANIM KARDEŞİME

ÖĞRETMENİM’E İTHAFEN…
İTHAF EDİYORUM

ESMANUR YALILI MEDİNENUR ÇETİNKAYA

BU MASALIMI GÜZEL MEMLEKETİM İLE
AİLEME VE İLGİLİ OLAN BU ŞİİRİ
KIYMETLİ SINIF ÖĞRETMENİMİZ OLAN
CANIM ÖĞRETMENİM
BEYCUMALILARA MİRAY KARABACAK’A
İTHAF EDİYORUM.
İTHAF EDİYORUM.

45

İTHAFLAR

MEDİNE ERGİN MEDİNE AKALIN

ŞİİRİMİ SEVGİLİ AİLEME BEN BU ŞİİRİMİ
VE TEYZEM DÖNDÜ AKYÜZ’E BANA EMEK VEREN,
HER ŞEYİ ÖĞRETEN,
İTHAF EDİYORUM. HER ZAMAN DESTEK OLAN
CANIM MİRAY HOCA’MA
İTHAF EDİYORUM.

YAVUZ SELİM USTA ELİF ÖZTÜRK

CANIM ANNEM HİKAYEMİ DEĞERLİ
MERVE USTA’YA ANNEME,BABAMA,ABLAMA
VE DEĞERLİ ÖĞRETMENİM
İTHAFEN…
MİRAY KARABACAK’A
İTHAF EDİYORUM.

46

İTHAFLAR

FATİH EMRE ARICI İREM NİSA ÇAKMAKLI

HİKAYEMİ HİKAYEMİ
CANIM ANNEANNEM BANA HER ZAMAN
HABİBE KARABACAK’A VE DESTEK OLAN GÜZEL AİLEME
VE ADNAN AMCAM’A
CANIM DEDEM İTHAF EDİYORUM.
MUSTAFA KARABACAK’A

İTHAF EDİYORUM.

YAĞMUR AKOL MİRAY KARABACAK

BU MASALIMI BİRİCİK OĞLUMA,
BABAM BİROL AKOL, KALBİMİN FATİH’İNE
BABAANNEM FATMA AKOL,
DEDEM MEHMET AKOL, İTHAFEN…
KARDEŞİM MEHMET YAĞIZ AKOL’A
VE MİRAY KARABACAK

ÖĞRETMENİM’E
İTHAF EDİYORUM.

47

TEŞEKKÜR

Okulumuza Destekleriyle Her Zaman Bizlerin Yanında Olan, Bu Kitabı
Hazırlama Sürecinin Her Aşamasında Bizlerden Yardımlarını, Desteklerini

Esirgemeyen ;
Zonguldak Valisi Sayın Mustafa TUTULMAZ’a
Zonguldak Milletvekilimiz Sayın Hamdi UÇAR'a,
Zonguldak İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Ali TOSUN'a,
Beycuma Belediye Başkanı Sayın Vural KUNDAKÇIOĞLU'na,
Zonguldak İl Genel Meclis Üyesi Sayın İsmail TERZİ'ye,
Zonguldak Meclis Üyesi Sayın Nebahattin YILMAZ'a
Zonguldak İl Milli Eğitim Müdür Yardımcımız Sayın Erdal YILMAZ'a,
Değerli İş İnsanı Beycumalı Tat Metal Kurucularından

Sayın Akın TATOĞLU'na
Değerli İş İnsanı Beycumalı Tat Metal Kurucularından

Sayın Hayrettin YAVUZ'a
Beycumalı Milli Sporcu ve İş İnsanı Sayın Taner TATOĞLU'na,

Beycuma’mızın Değerli Mahalle ve Köy Muhtarlarına,
Beycuma'mızın Değerli Esnaflarına,

Her Zaman Bizlerin Yanında Olan Okul Aile Birliği Başkanı ve Üyelerimize,
Edebiyat Öğretmeni Derya CAFEROĞLU'na,
Türkçe Öğretmeni Adem KARABACAK'a,
Edebiyat Öğretmeni Aynur MUSLU'ya,
Beycuma'nın Gururu Olan Feray AÇIKGÖZ'e,

Araştırmalarını Bizlerle Paylaşan Erol ÖZTÜRK ve Muhammet ÖZTÜRK’e,
Beycuma'nın Güzide Halkına,

Tüm Öğretmen Arkadaşlarımıza, Sevgili Öğrencilerimize, Kıymetli Velilerimize
Çok Teşekkür Ederiz.

Kitap Hazırlık Sürecinin Pandemi Dönemine de Denk Gelmesi Nedeniyle
Ayrıca Çaba Sarf Eden Beycumalı Yazarlarımız Adına İsmini

Zikredemediğimiz Tüm Beycumalılardan, Tüm Destekçilerimizden Aflarını
Rica Ederiz.

Biz Kendileri Küçük Kalpleri Büyük Yazarlar Olarak Sürç-i Lisan Ettikse
Affola Diyoruz ve

Bu Güzel Yolculuğumuza Sizleri de Eşlik Etmeye Davet Ediyoruz.

Miray KARABACAK
Türkçe Öğretmeni

48

BEYCUMA
ŞEHİT ONBAŞI RIFAT KÖKTÜRK

ORTAOKULU


Click to View FlipBook Version