THE NOTES
Cypher
Namjoon, 2 Mayıs YIL 18
Ara sokağa girdiğimizde mobilyalarla ev eşyalarının sokakta yığıldığını gördüm.
“Namjoon-ah, burada ne olmuş?” dedi babam zorla nefes alarak. Babamla
hastaneden dönüyorduk. Otobüs durağından eve 100 küsur metre vardı ama babam
o kadarcık mesafeyi yürürken bile zorlanıyordu. Eve doğru koştum. Eşyaların
arkasında duvarın önüne çökmüş annem beni görür görmez ayağa kalktı.
“Namjoon-ah, ne yapacağız?” Dediğine göre kardeşimin ödemediği kirayı almaya
gelen ev sahibinin oğluyla kavga etmişler.
Babamı mahalle bakkalının arkasındaki depoya getirdim. Ben mobilyaları taşırken
annem tabakları ve yiyecekleri halletti. Biraz sonra ise iki odalı bir evimizin tüm
eşyaları depoya istiflenmişti. Atmak istediğim şeyler vardı ama onun için de paraya
ihtiyacımız vardı. Her şeyi bitirdiğimizde gece olmuştu. Belim ağrıyor, sırtımdan ter
Cypherboşanıyordu. Annem “Azıcık bir şeyler ye” deyip bana çubuk uzattı ama boğazımdan
bir lokma bile geçmiyordu.
Depo çok havasızdı. Dışarı çıkıp bakkalın önündeki banka oturdum. “Namjoon-ah,
Namhyunie nereye gitti?” Annemin sorusunun üzerine “Ben nereden bileyim?!” diye
anneme bağırdım. Namjoon-ah, Namjoon-ah, Namjoon-ah… Bıkmıştım artık.
Kardeşime “Cesaretin kırılmadan yaşa” dediğime diyeceğime pişman olmuştum.
Birkaç gün depoda idare etsek bile sonrasında ne yapacaktık? Aklıma hiçbir şey
gelmiyordu. Bakkalın sahibi bir kutu bira koyup içeri girdi.
Jimin, 10 Aralık YIL 18
Annem varmak üzere olduğumuzu söylerken arabanın camındaki buğuyu kol
ucumla sildim. "Song Ju Jaeil Ortaokulu" yazan tabelayı görebiliyordum. Annem
Munhyeon'da gidebileceğim başka bir okul olmadığını, bu okulun beni kabul
etmesinin çok şanslı bir durum olduğunu söyledi. Sürekli hastaneye girip çıkarken
birçok kez okul değiştirmiştim. Bu okulda ne kadar dayanacaktım acaba? Bunları
düşünürken okul kapısından geçip bahçeye girdik. Kimse yoktu. Belki de soğuk hava
yüzündendi. Annem arabayı salıncak ve barfiks barının olduğu bir köşeye park etti.
Arabadan inerken barlara baktım. Çocukluğumu düşününce aklımda net beliren bir
anım var. Filmlerden fırlamışçasına masmavi gökyüzü ve kendini üzerime korkunç
hızda fırlatan bulutlar. Botanik Parkı'nda olanlardan önce parkları o kadar çok
severdim ki neredeyse garip bir durumdu. Annemin dediğine göre sabah evden çıkar
Cypherakşama kadar parkta oynarmışım. En çok da salıncakları severdim. Ayaklarımı
sertçe sallayıp gökyüzüne o kadar çok yaklaşırdım ki başım dönerdi. O his hoşuma
giderdi ama. Biraz korkutsa da heyecan verirdi.
Bir gün salıncağı tam tur döndürmek nasıl olur diye merak ettim. Mahalledeki hiçbir
çocuğun daha önce yapmadığı bir şeydi. Arkadaşlarıma beni tüm güçleriyle
arkamdan itmelerini söyledim. Tüm gücümü daha da yükseğe çıkabilmek için
vücuduma verdim. Mavi gökyüzü ve beyaz bulutlar bana doğru koşuyordu. En yüksek
noktada baş dönmesine katlanamayıp salıncaktan düştüm. Gözlerimi açtığımda
kumda yatıyordum. Ağzımda da bir avuç kum, dizlerimse çizilmiş kanıyordu. Ama
tuhaftır ki canım yanmıyordu. Salıncağı tam tur çeviremedim diye sinir olmuştum
sadece.
Salıncağa binerken nasıl göründüğümü hatırlıyorum. Sanki görüntüyü başkalarının
anılarından ödünç almışım gibi... Belki de salıncakta var gücüyle sallanan Park Jimin
aynı kişilikle, aynı şekilde bilmediğim bir yerde yaşıyordur. Aklımda bu düşüncelerle
salıncağa bakarken annemin bana seslendiğini duydum. Okulun kapısına doğru
seğirttim. Song Ju Jaeil Ortaokulu. Gittiğim beşinci okuldu burası.
Yoongi, 15 Mart YIL 19
Bugün öğle yemeği bir harikaydı. Tuhaf bir durumdu zira sıradan bir okul yemeğiydi
sonuçta. Belli etmedim. Bu tarz şeyler bana yakışmıyordu. Her zamanki gibi
sandalyemde gamsız bir halde oturup kaşığımı kaldıracak halim yokmuşçasına
parmaklarımın arasında tutuyordum. Ama yemek kesinlikle güzeldi. Taehyung ve
Jungkook güneş geliyor diye perdeyi kapatmak için dırdır ediyor, üzerlerine gelen toz
yüzünden yerlerini değiştiriyorlardı. Namjoon bari yemek yerken sessiz olsunlar diye
onlara bağırdı. Kaşığım elimde en son ne zaman dertsiz tasasız yemek yedim diye
düşünüyordum.
Kendimi bildim bileli bizim evin sofrasında sohbet edilmezdi. Kimse yemek güzel
olmuş demez, ikinci tabağı istemez ya da afiyet olsun demezdi. Bizim ailemiz için
yemek yemek sırf günlük rutinimizin bir parçası olarak yapmak zorunda olduğumuz
Cypherbir şeydi. "Min Yoongi, sofrada konuşulmaz". Babam bunu tam ne zaman demişti
hatırlamıyordum. Geriye bir tek kaşığını büyük bir gürültüyle masaya koyma sesi
kalmıştı. Sesini yükseltmemiş ya da sinirlenmemişti. Bana bakmıyordu bile galiba. O
an bile ağzımı açmadım. Lafımı yarıda kesip ağzıma kocaman bir kaşık pirinç teptim.
Tam o sırada yanağımın içini ısırmıştım. Ağzıma kan tadı geldi. Canım yanmış,
gözlerim sulanmıştı ama acıdığını söylemedim. Sofrada konuşulmazdı. Kan tadı olan
pirinci zorla yutmuştum.
Birisi tepsimden garnitür aşırdı. Pek düşünmeden kaşlarımı çattım ama canım
sıkılmamış ya da sinirlenmemiştim. Her şeye her zamanki tepkim buydu benim.
Hoseok şakayla karışık "Yoongi hyung kızdı Taehyung. Ne yapacaksın şimdi?"
deyince Taehyung abarta abarta özür diledi. Tam Hoseok ve Taehyung'luk bir
hareketti. O kadar olağandı ki... Düşünmeden "Önemli değil, sen ye hepsini" dedim.
Gürültülü muhabbetler devam ederken kahkahalar yükseldi. Kimse sofrada
konuştuğumu fark etmemişti.
Taehyung, 7 Haziran YIL 20
"Aptal köpek, iki dakika daha bekleyemedin mi?" Bütün mahalleyi aradım ama
Dubu'yu bulamadım. Saate baktım; 20 dakika geçmişti. 20 dakikada iki aylık bir
köpek yavrusu ne kadar uzağa gidebilirdi ki? Sıcak yaz güneşi altında terliyordum.
Boğazım kuruyup acıyana kadar Dubu'ya seslendim. Telefonumu kontrol ederken
tasmasından kaçmıştı. Etrafıma baktığımda çoktan gitmişti. Tekrar koşmaya
başladım. Her bir ara sokağa, her bir açık kapının ardına baktım. Ciğerlerim
patlarcasına "Dubu-ya!" diye seslendim. Sadece yoldan geçenler bana dönüp baktı.
Koşarken bir yandan aptal bir köpek olduğu için Dubu'yu suçluyordum. Hatta kırma
diye böyle olduğunu düşünüp sinirlendim. Ama o anda bile Dubu'nun bir suçu
olmadığını biliyordum. Suç benimdi. Gözümü ondan ayırmıştım. Dikkat etmeyince
kaçmıştı. Önemsiz bir şey hakkında konuşup gülerken Dubu'nun gittiğini fark
Cypheretmemiştim bile. Bilerek mi kaçmıştı? Bunu düşünürken birden durdum. Belki de
Dubu benimle olmayı sevmiyordu. Birlikte yaşamak sadece beni mutlu ediyordu
ama onun için belki de ailesinden uzakta olmaktan başka bir şey değildi.
Hemen sonrasında ise koşma sesleri ve Dubu'nun havlamasını duydum. Önce
kafamda uyduruyorum sandım ama bir sanrı ya da hayal değildi. Dubu'yu sokaktan
aşağı koşarken gördüm. Dik yolda iki aylık vücuduyla koşarken kulakları geriye doğru
gitmiş ağzı da kocaman açılmıştı. "Dubu-ya!" diye bağırdım. Diz çökünce kollarıma
doğru koştu. "Nereye gittin? Nasıl geri geldin? Kokumu mu hatırladın?" Kucağımda
yanaklarımı yalarken içimde tuhaf bir duygu belirdi. “Dubu'nun dayanabileceği bir
tek ben varım. Ben de birinin dayanağı olabilirim. Geri dönecek yeri ben olabilirim”.
Dubu kucağımdan gitmek için debelenirken ben ona daha sıkı sarıldım.
Jungkook, 2 Mayıs YIL 21
Gün batımı koyulaşırken bisikletimi Yangjicheon nehrinin kıyısına doğru hızla
sürüyordum. Pembe ve morlarla dolu gökyüzüne doğru pedallara asılmak hayatımın
ağırlığından kaçıyormuşum gibi hissettirdi bana. Annemin yemek hazırlamaya
başladığını duyar duymaz kendimi bisikletimle dışarı attım. Kimseyi görmek
istemiyordum. Evim tek bir kişinin bile bana gülümsemekten aciz olduğu bir yerdi.
Sırf birlikte yaşıyoruz diye bir aile değildik. Dışarı çıkmak da bir şey fark ettirmedi.
Hyunglarım birer birer gitmiş, aynı şehirde yaşıyor olsak da birbirimizi arayıp soralı
uzunca bir zaman olmuştu. Evimde de dışarıda da bana gülümseyecek kimse
kalmamıştı artık.
Güneş batmış, ay henüz doğmamışken nehir kenarına karanlık çökmüştü.
Bisikletimi sürdüğüm yere göre nehrin manzarası değişiyordu. Parka çevrilen yolun
Cypherilerisinde terkedilmiş arabalar, hurda motosikletlerve tekerleklergibi çerçöp dolu bir
yer vardı. Köprünün altında bir direğe bisikletimi yaslayıp nehrin kıyısına doğru
yürüdüm. Nehrin karşı yakasında ateş yakıp içen ve tahta çubuklar sallayan bir grup
vardı. Ama bu yakada hiç kimse yoktu. Böyle harap bir yere kimse gelmezdi.
Kimsenin bana gelmeme sebebi de aynı mıydı ki? Kimsenin beni bulmaya
gelmeyeceği böyle bir yerde, kopkoyu karanlığın içinde bir başıma çok rahattım. Bu
an hiç bitmese ne güzel olur diye geçirdim içimden.
Seokjin, 9 Ağustos YIL 21
Sahil kıyısında yürürken fotoğraf çektim. Deniz kenarındaki mahalle sürekli değişse
de deniz ne olursa olsun aynı görünüyordu. Arabadan inip kıyıya yürüdüm. Kumlara
oturup çektiğim fotoğraflara baktım. Çekildikleri mekan ve zamanlar farklı olsa da
fotoğrafların hepsi aynıydı. Gökyüzü ve deniz fotoğrafın ortasında birbirine
dokunuyordu.
Songju'dan kaçar gibi LA'e geleli bir yıl olmuştu. Çocukluğumu geçirdiğim ev bana ne
yabancı ne de tanıdıktı. Duygularını sakla, kendine bir yer bul ve gülümse: Babamdan
öğrendiğim iyi bir insan olma yolu. Genelde işe yararlardı. Şimdi de durum aynıydı.
Buraya geldikten sonra insanların fotoğraflarını çekmeyi bıraktım. Belli bir sebebi de
yoktu. Canım istemiyordu sadece. Onun yerine denizin fotoğraflarını çektim. Belki
Cypherde değişmeyen bir şeyi fotoğraflamak istemiştim. Düşününce komik aslında.
Değişen ne bendim ne de arkadaşlarımdı. Ben hep böyle bir insandım ama yakayı ele
vermiştim. Yanımda lise günlerimden tek bir fotoğraf getirmedim. O zamanki halim
şimdikinden çok farklıydı. Duygularımı saklamadım, kendime bir yer bulmama gerek
de yoktu. Tuhaf gülümsemem aynıydı ama farklı olan bir şey vardı: O zamanlar içten
gülümserdim.
Kameramı kaldırıp denizin bir fotoğrafını çektim. Hava bulutlu olduğundan deniz ve
gökyüzü aynı renkteydi. Ufuk çizgisi belli olmuyordu. Çektiğim tüm deniz fotoğrafları
içinde aynı olan hiçbir fotoğraf yoktu. Hava farklıydı, ışık farklıydı, rüzgar farklıydı.
Manzaram ve içimden geçenler farklıydı. Bugün çektiğim fotoğraf için de, lisede
çektiğim tüm o fotoğraflar için de geçerliydi bu. Fotoğrafı çeken kişinin bakışı ve
içinden geçenler fotoğrafa hapsolur. Belki de bu sebepten yanımda o zamana ait bir
fotoğraf getirmemiştim. O zamanki halimle yüzleşmeye korkuyordum. Eskiden
olduğum kişiyi özlerim diye korkuyordum. Neler yapıyorlardı acaba? Benim
hakkımda ne düşünüyorlardı? Bunları sorgulamaya başlarım diye korkuyordum. O
yüzden de fotoğraflarını bir kutuya kaldırıp kapağını kapattım.
Hoseok, 25 Şubat YIL 22
19. doğum günümden sonra tüm dünyam tekrar değişti. Artık koruma altında bir
çocuk olmadığımdan yetimhanede kalamazdım. Part time çalışarak biriktirdiğim
para ve sistemden ayrılınca aldığım aylıkla kendime kalacak bir yer aradım. Two Star
Burger'in yakınlarına bakmaya cesaret edemedim bile. Songju durağının
yakınlarında şansımı denedim ama pek bir fark yoktu. En nihayetinde yokuş yukarı
çıkmam gerekti. Bir çıkmaz sokağın en sonunda çatı katı bir odaydı burası.
Valizimi demir merdivenlerden yukarı sürükledim. Yetimhanede on yıldan fazla bir
süre geçirmiştim ama pek bir eşyam yoktu. Tek yapmam gereken birkaç parça
kıyafet ve ayakkabılarımı düzenlemek ve spotçudan aldığım mobilyaları
yerleştirmekti.
CypherAma taşınmak yine de taşınmaktı işte. Şöyle bir gerindiğimde gece olmuştu bile.
Aylardan Şubat da olsa sırtımdan ter akıyordu. Gıcırdayan demir kapıyı açınca soğuk
kış rüzgarı içeri doldu. Dışarı çıkıp tırabzanlara yaslandım. Songju'yu izledim.
Yetimhanenin nerede olduğunu tahmin etmeye çalıştım. Nehri takip edince sol
tarafta kalan yonca şeklinde bir işaret... Tüm o neon ışıkların arasında yetimhaneyi
seçemedim.
Başımı kaldırıp çatı katındaki odama baktım. Bir göz küçücük bir odaydı. Yıkık dökük
ve bakımsız bir yerdi. Yazları hamam gibi, kışları cereyandan buz gibi olurdu. Ama bu
dünyada bana ait olan tek yer burasıydı. Kendim olabileceğim bir yer. Saçma sapan
korkabileceğim, başkalarının alay edeceği umutlarımın olabileceği bir yer. İçimden
geldiğince gülüp ağlayabileceğim bir yer.
Odaya doğru "Elinden geleni yap!" diye bağırdım. Şehrin en yüksek katında,
neredeyse gökyüzüne değen bu yer bugünden itibaren benim evim olacaktı.
Taehyung, 11 Nisan YIL 22
Siyah sprey boyayla çizgi çizmeye devam ettim. Zayıf bir yüz, kelimelerini kaybetmiş
bir ağız, kupkuru saçlar… Rüyalarımda gördüğüm yüz kaba hatlarla yavaş yavaş gri
duvarda belirmeye başlamıştı. Şimdi gözlerini çizme sırasıydı. Elimi uzatırken durup
bir adım geri çekildim.
Aklımdaki yüz gayet netti. Gözbebekleri o kadar berraktı ki tüylerim diken diken
oluyordu. Nasıl ifade edeceğimi bilmiyordum sadece. Mutluluk, hüzün gibi
duyguların kaybolduğu, geriye yalnızca kayıtsızlık ve soğukluğun kaldığı gözlerdi
bunlar. Hem bir sürü renk, hem de birçok rengin karışmasıyla oluşan tek bir renkti.
Hiçbir şey anlatmayarak her şeyi anlatan gözlerdi. Boya kutusunu birkaç kez elime
aldım. Ama gözbebeklerini bir türlü çizemiyordum.
CypherSeokjin hyung'u en son gördüğümden beri iki yılı geçmişti. Amerika'ya geri dönmüş
diye duydum ama onun dışında kimse bir şey bilmiyordu. Hyungu rüyamda ilk kez
görmüştüm. Bazen ne yaptığını merak ederdim. Hyung müdürü sınıfa çağırdığında
sınıfta olanları hatırlamaya çalıştım. Hyungla ilgili güzel anılarım bir de
anlayamadığım bazı olaylar vardı. Ama bir kez olsun rüyamdaki kadar soğuk ve
çökmüş görmemiştim onu.
Tekrar duvara çizdiğim yüze baktım. Besbelli Seokjin hyung'du bu. Ama benim
tanıdığım hyung bu değildi. Niye durup dururken böyle bir rüya görmüştüm ki?
Rüyamda kasvetli, korkunç sahneler tekrar tekrar oynuyor, hyung da tüm bu ızdırabı
ifadesiz bir yüzle izliyordu. Boya kutusunu tutan elim titredi. Rüyamdaki ürperti beni
boynumun arkasından tekrar yakalıyordu sanki. Uzaklardan polis sirenlerinin sesi
geliyordu.
Taehyung, 30 Nisan YIL 22
Şoktan yerimden kıpırdayamadım. Seokjin hyung arabanın içinde oturuyordu.
Namjoon hyung'dan döndüğünü duymuştum ama yüzünü ilk kez görüyordum.
Hyung telefonunda bir şey ararken kaşlarını çatmıştı. Buraya kadar bir tuhaflık yok.
Yüzü göze batan bir şekilde değişmiş falan da değildi. Neden bu kadar şok olduğumu
ben bile açıklayamıyordum. Soğuk. Kuru. Boş. Bu kelimelerin hiçbiri hyungun
yüzünü tarif etmeye yetmiyordu. Yakın bile değildi. Bir bahar günüydü ama içim
ürperdi. Bir anda tüylerim diken diken oldu. Hyung aynı rüyamda gördüğüm ifadesini
takınmıştı.
Başımı ancak Jungkook köşeden gelince kaldırdım. Yüzünde telaşlı bir ifadeyle
etrafına bakıyordu. Sonra ara sokağa doğru koşmaya başladı. O anda Seokjin hyung
sinirli bir ifadeyle arabadan indi. Uzaktan tam duyamadım ama dudaklarını
Cypherokuyunca “Can sıkıyor artık” der gibiydi. Seokjin hyung az ilerideki motele doğru
birkaç adım atıp girişe bir şey bıraktı ve Jungkook'un koştuğu yöne doğru baktı.
Yoongi, 2 Mayıs YIL 22
Yarası uzun süre kalır dediler. Zamanla yavaş yavaş iyileşirmişim. Küçük bir bölge
olduğundan da sık sık tedaviye gelirsem şimdiki halinden çok daha iyi olurmuş.
Hastaneye kaldırılışımın üçüncü gününde doktor gazlı bezi kaldırınca yangından
arda kalan yara ortaya çıktı. Sol kolumun derisi o kadar koyu bir kırmızıydı ki
neredeyse siyahtı. Benim vücudumdu ama hiç benim vücudum gibi gelmiyordu.
Yabancıydı bana. Çakmağı düşürdüğümde bundan çok daha fazlasını kaldırmaya
hazırdım. Yalnızca böyle küçük bir yaramın olması çelişkili geliyordu.
"Biraz acıyacak". Pansuman yaparken yaramdan kan sızdı. Beyaz gazlı bezi ıslatan
kan alev gibi görünüyordu. Tıpkı o gün beni yutacakmış gibi görünen kıpkırmızı
alevler gibi. İçimde tutmaya çalışsam da dudaklarımdan bir inleme döküldü. Doktor
kanın iyiye işaret olduğunu söyledi. Ölü derinin altında yeni derinin oluşmaya
Cypherbaşladığının kanıtıymış. Canım yansa da elimde olmadan güldüm. Neden yeni şeyler
hep ölümden sonra mümkün oluyor? Ölsem ne olacaktı o zaman? Her şeye yeniden
başlamanın tek yolu o mu olacaktı?
Koluma baktım. Yeni pansumanımdan hafifçe kan sızıyordu. Ben kan lekesine alev
diyordum, doktorsa yenilenme diyordu. Hangimizinki doğruydu acaba?
Hoseok, 10 Mayıs YIL 22
Kendime geldiğimde köprüde yürüyordum. Güneş o kadar gözümü alıyordu ki
gözlerimi doğru düzgün açamıyordum. Neden buraya kadar geldiğimi düşünürken
başım dönüp gözlerim karardı. Dizlerimin bağı çözülüyor gibi geliyor, araba kornaları
kulağımı tırmalıyordu. Gözümün ucunda Yangjicheon nehrinin kara sularını
görüyordum.
Yetimhanedeki teyze, annemi kaybettikten sonra sırtımı yaslayabildiğim tek kişiydi.
Gecenin köründe ateşler içinde uyandığımda, bir arkadaşım evlatlık verilince boş
yatağımda, narkolepsi nöbeti yüzünden gözümü hastanede açtığımda, ilkokula
girişimden lise mezuniyetime kadar yanımda olan tek kişiydi o.
Hasta olmuş ama. Sıradan bir telefonun diğer ucundaki ses yetimhanedeki bir
Cypherarkadaşımındı. Teyzenin evine nasıl vardığımı tam hatırlayamıyorum. Tek
hatırladığım evi ve açık penceresinden gördüğüm yüzüydü. Biriyle konuşup kahkaha
atıyordu. Hasta olduğunu, ameliyat gerektiğini, pek umut olmadığını söylüyordu.
Hepsi yalan gibi geliyordu kulağıma. Az daha gözgöze gelecekken saklandım.
Yüzünü görürsem gözyaşlarına boğulacakmışım gibi geldi. Sinirden “Sen bile beni
terk mi edeceksin?” gibi şeyler söylerim diye korkuyordum. Yürümeye başladım. Biri
arkamdan sesleniyor gibi geldi ama arkama bakmadım.
Yanımdan kocaman bir otobüs rüzgarıyla geçti. Otobüsün arkasından bakarken
“Anne” kelimesi çıktı ağzımdan. Annemden ayrı düştüğüm gün de böyle bir otobüse
binmiştik. Teyze de tıpkı annem gibi beni bırakacak mıydı? Benim için bu kadar
kıymetli bir insanı daha mı kaybedecektim? Başımı kaldırınca günışığı her yere
doldu. Sonra da dünya yıkılmaya başladı. Tekerlerin asfalt üzerinde sürtünme sesi,
nehirden esen rüzgar ve teyze ile olan tüm anılarım güneşin altında paramparça
oldu. Sonra da yere yığıldım.
Hoseok, 28 Mayıs YIL 22
Denizden döndükten sonra birbirimizi pek arayıp sormadık. Belli bir sebebi de yoktu
aslında. Seokjin hyung ve Taehyung kavga etmiş, Jungkook ise başka bir yere
gitmişti. Ama uzaklaşmamızın sebebi bu değildi. Sorun neydi o zaman? Öyle bile
olsa kimseyi ilk ben aramadım. Belli bir sebebi olmaması da bir açıdan sebebin
kendisi gibiydi.
O günü düşününce aklıma hep birden esmeye başlayan kumlu rüzgar geliyor.
Seokjin hyung platforma çıkıp da Taehyung peşinden gidince geri kalanımız
ellerimizle gözlerimizi güneşten koruyup yukarı bakmıştık. Sanki bunlar daha önce
olmuş gibi bir dejavu hissinin altında tuhaf bir huzursuzluk yatıyordu. “Hyung, daha
önce gittiğimiz kumsal vardı ya? Hani dilekleri gerçekleştiren taşlar vardı? Burası
oraya benzemiyor mu?” Jimin’in sözleri üzerine etrafıma şöyle bir baktım. Tam da o
Cypheranda oldu sanki. Taehyung ve Seokjin hyung platformdan düşeceklermiş gibi
sendelerken bir kum fırtınası başladı. İki kolumla yüzümü örtüp gözlerimi kapadım.
Platformun tepesinde ne oluyor diye korkuyor ve endişe duyuyordum ancak kum
fırtınası girdabında gözlerimi açamıyordum bile.
Rüzgar dinip de kafamı kaldırdığımda Seokjin hyung’un platformdan indiğini
gördüm. Platformun yukarısına, hala başı eğik olan Taehyung’a bakıyordu. Seokjin
hyung aşağı iner inmez arabasını çalıştırıp gitti. Arabaya doğru bir adım attım ama
yapabileceğim hiçbir şey yoktu artık.
O gece hepimiz Songjoo’ya geri döndük. Seokjin hyung önden gittiği için ne gece
kalacak bir yerimiz, ne de geri dönecek bir arabamız vardı. İlk geri dönelim diyen
Namjoon oldu. Herkes üzülmüştü ama kendimizi yürümeye zorladık. Belki de
hepimiz Namjoon’un bize deniz gezimize planladığımız gibi devam edelim demesini
umuyorduk. Ama Namjoon eve dönelim dedi ve gezimiz bitti. Bu kadar beklediğimiz
deniz gezisinin sonu bir felaket olmuştu.
Jimin, 29 Mayıs YIL 22
Sıranın üzerine cılız bir ışık vuruyordu. Dershanenin isminin yazılı olduğu
pencereden sızıvermiş bir huzmeydi. Sınıfın önünde öğretmen elinde bir mikrofonla
konuşuyordu ancak söyledikleri bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyordu. En arka
sıranın köşesinde başımı koymuş, parmaklarımın arasından akıp giden ışığı
yakalamaya çalışıyordum.
Hastaneden ayrıldım diye hiçbir şey çözülmüş değildi. Hatta birkaç adım geri gitmiş
gibiydim. Derslere gitmek bile lise diploması olmadan ne yapacağım diye
evhamlanan annem yüzündendi. En azından dışarıdan bitirmek için dershaneye
gitmem gerekmez miymiş? Diyecek bir şeyim yoktu. Ne yapmak istediğim bir şey ne
de yapabileceğim bir şey vardı.
CypherDershaneye gitmeye hiç isteğim yoktu. Okul işlerine geri dönmek külfetli bir şeydi,
ama daha da önemlisi yabancıların arasında olmaktan korkuyordum. Ya biri beni
tanırsa ne yapacaktım? Ya bana liseyi niye bitiremedin derlerse ne diyecektim?
Hafızamın kuytu köşelerine sakladığım okul anılarım geri gelir diye çok
korkuyordum.
Seokjin, 30 Mayıs YIL 22
Tek bir ipucum vardı: “Ruhun Haritası”. Hiç aşina olmadığım, bana ne olduğu ya da
onunla ne yapacağım hakkında en ufak bir fikir vermeyen kelimelerdi bunlar. Öyle
bile olsa bir başlangıç noktasına ihtiyacım vardı ve “Ruhun Haritası” bu nokta olabilir
diye umuyordum. Ama öyle olmadı işte. Defalarca kez başa döndüm, Ruhun Haritası
nedir diye çok araştırdım ama elimde avucumda hiçbir şey yoktu. Bir düşününce her
şeyin başlangıcı da böyle olmuştu. “Tüm yanlışlar ve hataları düzeltip herkesi
kurtarabilecek misin?” sorusuna başımı sallarken neler çekeceğim hakkında hiçbir
fikrim yoktu.
Tozlu kitaplarla dolu raflara sırtımı dönüp sahaftan çıktım. Merdivenlerden çıkıp ara
sokağa vardığımda kiraz çiçekleri uçuşuyordu. Birden daha önce buraya gelmişim
gibi hissedip arkama baktım. Sahafın bodrum katındaki girişi o kadar karanlıktı ki
Cyphertabelası görünmüyordu bile. Belki de başka bir kitapçıyla karıştırmıştım burayı.
Ruhun Haritası ile ilgili bir ipucu bulabilmek için sayısız sahaf ve kütüphane
gezmiştim. İnternette anahtar kelimeler ve kaynakça taramaları ile de elime pek bir
şey geçmemişti. Belki o süreçte bu sahafa da gelmişimdir. Ya da en azından buraya
benzeyen bir yere.
Ara sokağın girişine park ettiğim arabama doğru yürüdüm. Arabayı çalıştırıp ellerimi
direksiyona koydum ama nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum.
Seokjin, 4 Haziran YIL 22
Babamın çalışma odasına girdiğinizde, içeride çok göze batan bir tablo var. Açık
deniz üzerinde savrulup giden tahta bir kayık var. İçinde de ne yiyecek içeceği olan,
ne bir pusula ne de umudu olan terkedilmiş insanlar. Açlık ve susuzluktan, nefret ve
korkudan, dehşet ve hırstan birbirlerinin kanını emip öldürüyor, sonra da kendilerini
öldürüyorlar.
Küçükken bu tablodan o kadar korkardım ki çalışma odasına girmezdim bile. Babam
niye bu kadar korkunç bir tabloyu duvara astı diye de merak ederdim. Ama zaman
geçtikçe, tablo korku ve endişe veren bir objeden ziyade sadece çalışma odasının bir
parçası haline geldi.
Onun yerine başka bir korku edindim. O da babamın odasının diğer tarafında bulunan
Cypherkapının ardındaki odaydı. Ne kapıda ne de odada bir sıkıntı yoktu. Bir kilit yada
şifreyle korunmuyordu da. Arkasında yatan da sadece odanın bir uzantısıydı. Tek
özel tarafı içinin kitaplarla dolu olmasıydı – Raflar, babamın lise yılları ve sonrasına
ait kağıtlar ve kitaplarla istiflenmişti. O odaya “İç Oda” diyordum ben.
İç oda, babamın kafasını toplamak ya da yeni fikirler bulmak için girdiği bir yerdi.
Babam haricinde kimse odaya girmezdi. Küçük de olsam oranın sadece kitap dolu
bir oda olmadığını biliyordum. Şöyle bir bakınca, gelişigüzel koyulmuş kitaplar,
üstüste dizilen kutular ve kağıtlarsa insana benziyordu. Ne kağıtlardan bir sıcaklık
hissedebiliyordunuz ne de etraftaki tablo ve fotoğraflarda bir duygu vardı. Odanın
ortasında durup raflara bakınca bile vücudum parçalanıyormuşçasına bir sinme
duygusu geliyordu bana.
Odaya girdim diye azarlandığımı hatırlamıyorum (belki de azarlanmışımdır ama
bilmiyorum). Ama bir noktadan sonra odaya girmeyi bıraktım. Bir-iki kez kapının
önüne kadar geldim ama tek yaptığım birkaç saniye bakıp, arkamı dönüp gitmek
oldu. Kapı kolunu çevirmeyi aklımdan geçirmemiştim bile.
Namjoon, 12 Haziran YIL 22
Ayrıldığım köy aynı bıraktığım gibiydi. Değişen mevsim dışında her şey aynıydı. Dere
kenarındaki dükkanın önünden geçmemek için bilerek köyün etrafından dolanıp
dinlenme bölgesine doğru yollandım. Yol genel olarak yokuş yukarıydı. Güneş
yakıyor, bense terliyordum. Yanımızdan bir motor geçip arkasından toz kaldırdı.
Taehyung öksürüp söylenmeye başladı. İleride kazanın olduğu virajı görebiliyordum.
Yolda bir tabela yoktu artık. Taehyung çömelip sanki oraya biri yığılmış gibi görünen
asfalt yola baktı. Otobüsle buraya gelirken yolda Taehyung’a birkaç kış önce olan
biteni anlatmıştım. Dere kenarındaki restoranda olan rekabeti, bulutlu gökyüzünden
dökülen kar tanelerini, Taehyung’un yara bere içindeki yüzünü, motor kaydığında
ensemdeki tüm tüylerin diken diken oluşunu, Taehyung’un kazasını ve ölümünü, bir
de kazanın ne kadar çabuk sonuçlandırılıp unutulduğunu… Söyleyemediğim şeyler
Cypherde vardı ama. Benden bir şey isteyeceği o anda Taehyung’un yüzünün nasıl
göründüğünü, bu köyde geçen her bir anımı ve o çocuğa “Taehyung” deyişimi…
“Hyung, biz ölmeyelim.”
Gözlerimi yere çevirdiğimde, ellerini asfalta bastırmış Taehyung’un bakışlarıyla
karşılaştım. Söyleyecek bir şey düşünmeye çalıştım ama aklıma hiçbir şey
gelmiyordu. Taehyung’un avucunun altındaki beyaz çizgilerde Taehyung – hayır,
köydeki o çocuk yatıyordu sanki. Dünya üzerinde bu şekilde ölmeyi sorun etmeyecek
tek bir kişi bile yoktu. Biri ölmüştü ama ne kimse bunun sorumluluğunu almıştı, ne
de arkasından doğru düzgün yası tutulmuştu. Ben de öyleydim.
“Gidelim haydi.”
Sözlerimle birlikte Taehyung ayağa kalktı. “Şimdi nereye gidiyoruz?”
Cevap vereceğime şunu dedim: “Bir ara denize gittiğimizde benden bir şey
isteyeceğini söylemiştin ya? Şimdi konuşalım. Her ne ise birlikte çözmeye çalışalım.”
Namjoon, 15 Haziran YIL 22
Acele acele ramenini yiyen çocuğa baktım. 8-10 yaş civarındaydı. Sıcak pirinç ve
eriştelerini ağzına tıkarken ara sıra bana bakıyordu. İsmini sorunca Woochang dedi.
Song Woochang’mış. Kirli tişörtüne ramen çorbası döküp lekeyi parmaklarıyla
silmeye çalışırken kendi kendine ninesinden azar yiyeceğini söylüyordu.
Woochang’ı ilk kez iki ay kadar önce gördüm. Ben benzinlikten dönerken benimkinin
arkasındaki konteynerin önünde duruyordu. O an Songju istasyonundan çıkmak için
kestirme bir yol ararken kaybolduğunu düşünmüştüm. Konteyner köyü bir çocuğun
yaşamasına uygun bir yer değildi. Ama iki hafta sonra Woochang’ı konteynerlerin
yanındaki boş arazide eski püskü bir futbol topuyla kendi kendine oynarken gördüm.
O andan sonra da birkaç kez karşılaştık. Hep geç saatlere kadar kendi başına
dolanıyor, aynı tişörtü, aynı pantolonu ve aynı spor ayakkabıları giyiyordu. Etrafta bu
Cypherçocuğa göz kulak olan bir büyük olmadığı besbelliydi. Elimden bir şey gelmiyordu
ama. Kendime göz kulak olacağım diye zaten debeleniyordum. Hep yanından
umursamayarak geçerdim.
Bugün benzinlikten çıkıp konteyner köyüne dönerken saat gece 11’i biraz geçiyordu.
Ceplerimi kurcalayıp anahtarımı ararken gözümün ucunda çömelen bir gölge
gördüm. Woochang’dı bu. Hep yaptığım gibi görmezden gelebilirdim onu.
Anahtarımı bulup, konteyner kapısını açıp içeri girebilir, kendime ramen yapıp
uyuyabilirdim. Ama yapamadım işte bugün. Yapmak istemedim.
Gökyüzüne baktım. Hava tüm gün kasvetliydi. Gece gökyüzü bile koca koca kül renkli
bulutlarla kaplıydı. Tek bir yıldız bile göremiyordum. Birden karnım acıktı. Doğru
hatırlıyorsam içeride tek bir ramen kalmıştı. Ne stok yapmıştım ne de yapacak
enerjim kalmıştı. Durumum böyleydi benim. Cebimden çıkardığım anahtara baktım.
Köyden ayrılırken arkamda bıraktığım manzara aklıma geldi. Otobüs camına
yazdığım kelimeleri düşündüm.
Ve Woochang’a doğru yürüdüm.
Yoongi, 23 Haziran YIL 22
Sohbet grubumuzdan bildirim geldiğini görünce telefonumun kilidini açtım. Ben fark
edemeden hava kararmış. Şimdiye kadar yazdığım tüm melodileri bir araya getirmek kolay
olmadı. Yangından geriye kalanları ve hala aklımda olanları düzenledim. İlginçtir ki çoğu
lisedeyken sınıftan bozma depoda yazdığım melodilerdi. Düşününce bile o zamanlar o kadar
müzikle uğraşmıyordum sanki. O zamanlar – hayır, bunca zaman – müzikten hep kaçıyordum
ben.
Sohbeti açınca halihazırda bir sürü mesaj geldiğini gördüm. İlginçtir, grubu yapan Jimin’di ve
ben gruba girmeden önce bir süredir konuşuyor gibilerdi. Zira konuşma orta yerinden
başlamıştı. Taehyung herkese “Ruhun Haritası ne demek bilen var mı?” diye sordu.
Uzunca bir süre sonra Hoseok yanıtladı: “Neymiş o?”
“Hyung, bilsem niye sorayım?” dedi Taehyung.
“Doğru. Niye soruyorsun peki?”
CypherBir süre böyle atıştılar. Derken Jimin araya girip durumu açıkladı. Hastaneye gitmiş, dönerken
de tesadüfen Seokjin hyung’u görmüş. Hyung da Ruhun Haritası’nı aradığını söylemiş.
Uzunca bir süre sonra Namjoon konuşmaya gelip şunu dedi: “Seokjin hyung bana da bir süre
önce Ruhun Haritası’nın ne olduğunu sordu. Her şeyi sonlandırmanın yolunun bu Ruhun
Haritası denen şey olduğunu söyledi.”
O noktadan sonra konuşma bir süre ilerlemedi. Belki de hepimiz düşüncelere dalmıştık.
Seokjin hyung’un sonlandırmak istediği şey neydi ki? Hepimiz hyungun bir tuhaf davrandığını
fark etmiştik. Ruhun Haritası bulunursa, hyung kendine gelir miydi ki? Ne olaydı ki bu?
Nerede bulunurdu?
Daha sonra devam eden konuşma şöyle geçti:
“Kimse Jungkook’u gruba davet etmedi mi?”
Jimin cevapladı: “Aklıma geldi ama Jungkook hala hasta”. Cevabı çok yuvarlak ve kendinden
emin değil gibiydi. Birden Jimin’in niye hastaneye gittiğini merak ettim. Uzun süre kapalı
kaldığı hastaneye tekrar gidince ne hissetmişti acaba?
Grubu kapatmışken tekrar açıp şunu yazdım: “Güzel, iyi yapmışsın. Bırakalım da Jungkook
biraz daha dinlensin.”
Jimin, 24 Temmuz YIL 22
Konteynere anlaştığımız saatten biraz erken geldim. Jungkook’un taburcu olmasını
kutlayacaktık ama hepsi bu değildi. Seokjin hyung’a da bir şey söyleyecektim.
Önemli bir mesaj gibiydi ama aynı zamanda da hoşuna gitmeyeceğini
düşünüyordum. Konteynere girmektense rayların orada yürüdüm. Bir tren geçip
ardında güçlü bir rüzgar bıraktı. Platform insanlarla dolup tekrar boşaldı. Vakit,
anlaştığımız saati biraz geçmişti. Arkamı dönüp derin bir nefes aldım.
Konteynerde kimse yoktu. Sadece yaz güneşi yüzünden ısınan sıcak hava beni
bekliyormuşçasına dışarı fırladı. 10 dakika geç gelmeme rağmen yine de ilk gelen
bendim. Diğerlerine ne olmuştu? Bir işleri mi çıkmıştı? Hiç gelecekler miydi ki?
Vantilatörü açıp içeri girdim. Uzun süre sonra geldiğim Namjoon hyung’un
konteyneri parti yapmak için fazla sessizdi. Masa çekmecesinden bir parça kağıt
Cypherçıkarıp “Geçmiş olsun Jungkook-ah” yazıp duvara yapıştırdım. Köhnelik hissini pek
silip atmamıştı ama hiçbir şey yapmamaktan iyiydi.
Herkesin yolda olup olmadığını sohbet odasından kontrol ederken bir 10 dakika daha
geçti. Açık kapının yanından tren geçerken konteyner sallanıyordu. Sarsılıyormuş
gibi görünen dünyaya bakarken aklıma hastane kapısını açıp kaçtığım gün geldi.
Hyunglar, Taehyung ve Jungkook olmasaydı, o kapıyı açmayı becerebilir miydim ki?
Sırf orada bir kapı var diye, o kapı açık diye, herkes eşiğinden geçebiliyor demek
değildi. Seokjin hyung da böyle bir yerde kapalı kalmamış mıydı? O da birinin kapısını
çalmasını bekliyor olamaz mıydı? Hiçbir şey kesin değildi. Yardımcı olur muydu emin
değildim. Ama el yordamıyla bulduğumuz parçalar bir araya gelip küçücük bir ipucu
olabilseydi… Düşüncelerim bu noktaya vardığında kapı açıldı ve Yoongi hyung içeri
girdi.
Jungkook, 24 Temmuz YIL 22
Konteynerin duvarında “Geçmiş olsun Jungkook-ah” yazıyordu ama ortam hiç öyle
değildi. Sıkış tepiş konteynerin içindeki hava tuhaf bir gerginlikten patlayacak
gibiydi. Bir düşününce son zamanlarda hep böyle oluyordu.
Seokjin hyung bir anda dışarı çıktı. Taehyung hyung hemen arkasına takılırken diğer
hyunglar da birbirlerine bakıp peşlerinden gittiler. Taehyung hyung bir şey söyledi
ama Seokjin hyung dinlemiyor gibiydi. Bütün hyungların arkasından Seokjin
hyung’un arabasına binişini izledim.
Araba biraz geriye gidip sonra yan tarafa doğru hızlanıp uzaklaştı. Konteynerden
sızan ışık arabayı yalayıp geçti. Karanlığa boğulmadan önce arabanın tamponundaki
kaza izleri bir anlığına belli oldu. İşin tuhafı, o izleri görünce hiçbir şey
Cypherhissetmemiştim. Zaten bildiğim bir şeyin doğrulaması bile olsa, acı gerçekle
yüzyüze gelince duygularımın karmakarışık olması ya da en azından şoka uğramak
normal olurdu ama işin aslı hiç öyle bir şey hissetmiyordum.
Seokjin hyung’un arabasının karanlığa karışan görüntüsü üzerinde o gece bana
doğru gelen far ışıkları belirdi. Vücudumun havada süzülmesi hissi, yutkunamadığım
ve nefes alamadığım o an, tüm vücudumu sarsan o dehşet nöbeti… Bilincim dört bir
yana dağılırken hissettiğim o katlanılamaz ürperti…. Ölümün gölgesi… O arabanın
tamponundaki kazanın izleri…
Konteynere geri girdim. Oturup Jimin hyung’un “Geçmiş olsun Jungkook-ah”
yazısına baktım. Birdenbire kazada sakatlanan bacağımda bir ağrı hissettim.
Hyunglar içeri gelmiyor gibiydiler. Benim bilmediğim bir şey hakkında
konuşuyorlardı.
Jungkook, 26 Temmuz YIL 22
Kendime geldiğimde otobüs durağındaydım. Ne kadar yürüdüm diye arkama baktım
ama hastane görüşümden çıkmıştı bile. Otobüsü bekleyip bindim. Oraya giden
otobüstü bu. Planlamamıştım aslında ama içten içe biliyordum belki de. Oraya geri
dönmem gerekiyordu. Orada olanların anlamını bilmem gerekiyordu. Pencereden
geçip giden yaz havasına bakıp aklımdan şunu geçirdim. Hyunglara güvenebilir
miydim ki?
Ben iner inmez otobüs hareket edip arkasından bir toz bulutu kaldırdı. Yavaş yavaş
kaza mahalline doğru yürüdüm. O geceyi düşündüm. Kocaman ay gökyüzünde
sallanıyor, dünya tepetaklak dönmüş, tersyüz olan görüşümde bana doğru gelen
araba farları, yanımdan geçip giden arabanın silueti, stop lambalarının kırmızı ışığı,
Cypherbir de nedense tanıdık gelen motorun sesi…
Tıpkı o geceki gibi asfalta uzandım. Başımı eğip gökyüzüne baktım. Hava kararıyordu
ama ayı göremiyordum. Sessiz bir sokaktı ama bir araba gelip beni göremese bir
kaza daha geçirebilirdim. Tam bunları aklımdan geçirirken kendime bir kez daha
sordum:
Hyunglara güvenemezsem ben kime güvenebilirdim ki?
THE NOTES
Cypher
THE NOTES
Cypher