The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

BTS'in Map of the Soul: 7 albümünde yer alan notların Türkçe çevirisi

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by CYPHER, 2020-05-08 10:03:04

[Türkçe] CYPHER 화양연화 The Notes - Map of the Soul: 7

BTS'in Map of the Soul: 7 albümünde yer alan notların Türkçe çevirisi

Keywords: hyyh,hwayangyeonhwa,hwa,yang,yeon,the,most,beautiful,moment,in,life,the most beautiful moment in life,화양연화,bts,notes,the notes,türkçe,çeviri

THE NOTES

Cypher

Hoseok

30 Ağustos, YIL 9

Gözlerimi ovuşturarak uyandım. Hyunglar, onları sessizce takip etmemi
istiyorlarmış gibi bir işaret yaptılar. Biraz daha uyumak istiyordum ama hyungların
peşine takıldım gitti. Sessizce odadan çıkıp koridordan geçtik. Etraf karanlıktı. Saat
kaç acaba diye merak ettim ama uyku saatini çoktan geçtiği dışında hiçbir şeyi
bilmenin imkanı yoktu. Merdivenlerden çıkıp çatıya çıkan çelik kapıyı açtık. Gıcırt.
Hyunglar da ben de sesten irkilip durduk. Etrafımıza bakındık.

Çatıda hep beraber dipdibe oturduk. “Neden buradayız?” diye sordum. En büyük
hyung “Bekle biraz Jung Hoseok” dedi. Tam o anda bir patlama sesi duydum ve
kuzey gökyüzü aydınlandı. Öyle bir irkildim ki gözlerimi kapatıp sindim. Yanık kokusu
geliyordu. “Vay!” diye bağırdı birisi ama en büyük hyung sessiz olmasını söyledi.

CypherGözlerimi aralayıp kuzey gökyüzüne baktım. Patlama sesini tekrar duyunca

gökyüzünde yıldızlar belirdi. “Yıldız değil onlar. Havai fişek.” dedi hyung.

Ateş çiçekleri* açmaya devam etti. Çatının zeminine uzanıp gökyüzünde patlayan
yıldızlara, ateşlere, çiçeklere baktım. Hyungun “Jung Hoseok ağlıyor. Ağlıyor.” diye
benimle dalga geçmesini duydum. “Ya!” Kıyafetimin kollarıyla gözlerimi sildim. Ama
gözyaşlarım sebepsizce akmaya devam etti.

불 /bul/: ateş
꽃 /got/: çiçek
불꽃 /bulgot/: havai fişek

Taehyung

28 Şubat, YIL 10

Marketin önünde çömelmiş biri vardı. Bu hyungu ilk kez görüyordum. Dongi’yle oynuyordu. Köpeği
sevip ekmek gibi bir şey verdi ona. Bir an gözgöze geldik. Şaşırıp önüme baktım ve yürümeye
devam ettim. Ara sokağa saklanıp çaktırmadan dışarı baktım. “Of, kim bu?” Elimi cebime atıp
jambon ve tostumun olduğu poşete dokundum. “Of, annem anlamadan artıkları alayım diye o
kadar da uğraşmıştım.”

“Ah, gelmişsin Taehyung. Niye burada böyle duruyorsun? Dongi’yle oynamaya gelmedin mi?”
Şaşkınlıktan yerimden fırladım. Marketin sahibiydi bu. Az önceki hyung başını kaldırıp bana baktı.
Of, sırf bu amca yüzünden… Çoktan yakalandığım için hyunga doğru yürüdüm.

“Hyung, sen kimsin?”
“Ben mi?” Ne diyeceğini bilemez bir halde bana bakıyordu.
“Neden Dongi’yle oynuyorsun?”

Cypher“Ha?”Yinebirşeysöylememişti.

Hyungla konuşmaya böyle başladım. “Babam dedi ki çok para kazanıp büyük bir eve
taşındığımızda bir köpek sahiplenebilirmişim. Dongi’yi yanıma alacağım ve birlikte yaşayacağız. O
yüzden açgözlülük yapmayı aklından bile geçirme hyung.”

Hyung başını sallayıp “Ne güzel” dedi.

“Hyung, sizin paranız yok mu? O yüzden mi köpeğin yok?” Sorumu duyunca hyung bana bakıp
“Para mı?” dedi. Başını iki yana sallayarak “Ben köpek bakamam ki” diye cevapladı.

“Babandan istesene! Annem dedi ki babalar mızmızlanmaya dayanamıyormuş”.

Hyung sadece başını sallayıp Dongi’yi sevmeye devam etti. Sonra ağzının içinden “Şanslısın” diye
mırıldandı.

Tekrar sordum. “Peki kimsin sen hyung? Adın ne?”
Hyung başını kaldırmadan cevapladı. “Ben mi? Kim Seokjin.”

Jungkook

30 Eylül, YIL 12

Kalabalığın olduğu yere doğru yürüdüm. Neler oluyordu? Okul yada lunapark
olmayan bir yerde ilk kez bu kadar çok insanı tek bir yerde toplanmış görüyordum
galiba. Konuşma sesleri insanı ürkütüyordu. "Ne oluyor böyle? Bu korkuyla nasıl
yaşayalım biz?" dedi biri geçerken. İnsanların bacaklarını ite kaka öne doğru
yanaştım. Korkuyordum ama bir yandan merak da ediyordum.

Koca bir delikti bu. Toprağa açılmış bir delik. Bir obrukmuş burası. Dikkatlice biraz
daha yaklaştım. Deliğin içinde ne olduğunu görmek istiyordum. Gündüz vakti
olmasına rağmen deliğin içini göremiyordum. Tek görebildiğim yan taraflarda
toprağın göçtüğü yerlerden beliren ağaç kökleriydi. Bir adım daha attım. Biri arkadan
"Dikkat et!" diye bağırdı. Spor ayakkabılarımın ucu deliğe girdi. Toprak çökerken

Cypherdengemi kaybettim. Şok içinde bir adım geriye çekildim. Tam o anda deliğin içinde

göz kamaştıran parlaklıkta bir şey gördüm. Hem ışık gibi, hem de deliğin içinde bir
başka delik gibi görünüyordu.

Namjoon

21 Mayıs, YIL 15

Sessizce girişe geldim. Kolu sıkıca tutup dikkatlice çevirirken etrafa bakarak
olağandışı bir şey var mı diye bir göz gezdirdim. Çıt çıkmıyordu. Başımı içeri uzatıp
etrafa baktım ama ev kapkaranlıktı. İçeri doğru bir adım daha attım. “Anne?” diye
seslendim ama cevap veren olmadı. Işığı açmak için uzanırken tekrar etrafıma
bakındım. Saat dokuzu geçmişti ve evde kimse olmamasının imkanı yoktu. Tekrar
“Anne?” diye seslendim ama ortalık sessizdi.

Eve normalden biraz daha geç gelmiştim. Genelde okul dağılır dağılmaz anneme
yardım etmem gerekiyordu ama bir kerecik olsun arkadaşlarımla vakit geçirmek
istemiştim. Haber vermeden eve bu kadar geç gelmemin sebebi buydu. Ama evde
kimse yoktu. Tuhaf bir ürperti hissedince ellerimi kollarımın etrafına doladım ve

Cypherkaranlık oturma odasının orta yerinde öylece durdum.

Birden telefon çalınca her yerim ürperdi. Telefon çalıyordu ama tuhaf bir his bana
telefonu açmamamı söylüyordu. Sanki telefonu açarsam her şey değişecekmiş de
bir daha asla o an olduğum kişi olamayacakmışım gibi bir huzursuzluk çöktü. Ama
telefon çalmaya devam etti ve en nihayetinde kendimi telefona doğru giderken
buldum. Sonra da ahizeyi kaldırdım.

Yoongi

25 Temmuz, YIL 15

“Yoongi-ah.”

Oturma odasına girer girmez piyanonun başına oturdum. Terimi silecek vaktim bile
olmamıştı. Yapış yapış ellerimi tişörtüme sildim. Annem notaları açtı ama notaları
pek seçemiyordum. Gözlerimi kırpıştırdım. Son bir saatimi kaynar güneşin altında
koşturarak geçirmiştim. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki kendi nefesimi bile
duyamıyordum. Ter sırtımdan boşanıp sırtımı sırılsıklam ediyor, parmaklarım
titriyordu.

“Min Yoongi”. Annemin sesiyle kendime geldim. “Daha Chopin’i bile doğru düzgün
çalamıyorsun. Beste yapmaya başlamanın zamanı mı şu an?” Annem notalara

Cypherpatmaklarını vuruyordu. Şimdiye kadar ne çalıyordum ki ben? Hatırlayamıyordum.

“Tekrar. Baştan.” dedi annem alçak bir sesle. Tekrar. Tekrar. Tekrar. Aynı sayfayı tekrar
tekrar çaldım. Vücudum hala sıcaktı ve hala terliyordum. Kafam bomboştu ve
kusacak gibiydim. Belki de bu yüzdendi. Notaları ve annemi boşverip içimde
patlamak üzere olan duygularla çaldım. Annem elimi tutup tuşlardan çekti. “Doğru
duygu bu değil!” dedi.

“Lütfen dur!” diye bağırdım yerimden fırlarken. Annem donakalmış halde bana baktı.
“Dur. Lütfen dur artık.” Ağzıma gelen her kelimeyi tükürüyordum. Olduğum yerde
zıplıyor, saçlarımı çekiştiriyordum. En nihayetinde de annemin ödülünü kaptığım gibi
piyanoya fırlattım. Piyanonun bir tuşu kırılıp fırlayarak yanağıma sürtündü.

Jimin

20 Ağustos, YIL 17

Güneşli bir gündü. Gökyüzü masmavi, hava tazecikti. Annem, babam ve ben evden
çıkıp arabaya bindik. Arabada heyecanlı bir müzik çalıyordu. Arka koltuğun camını
açıp elimi dışarı çıkardım. Sarı renkli gingko* yaprakları yağmur gibi yağıyordu.
Yaprakları yakalayabilmek için elimi uzattım ama becerememiştim. Annem arkasını
dönüp “Jimin-ah, bir yerine bir şey olacak.” dedi. “İncinir de sahneye çıkamazsan ne
yapacaksın?”

Sahneye yürüdüm. Başımın üzerinde beyaz spot ışığı parlıyordu. Ritimle birlikte yer
sallanıyordu. Birçok arkadaşımın arasında dans ediyordum. Birlikte havaya fırlayıp
yere iniyor, tekrar sola doğru dönerek karşı karşıya duruyorduk. Arkadaşlarım da ben
de nefes nefese kalmıştık. Ama yine de birbirimize bakarken gülümsüyorduk.

CypherKalabalıktan bir alkış koptu. Seyirciye doğru yaklaşarak selam verdik. Uzaklarda

annem ve babamı ayağa kalkmış alkışlarlarken görebiliyordum. Beni görünce
gülümsediler.

Gözlerimi açtığımda hastane odasının tavanına bakıyordum. Gözlerim doldu. Rüya
olduğunu biliyordum ama rüyamdan uyanmak istemiyordum. Birazcık daha o alkışın
içinde, gingko yapraklarının altında olmak istemiştim ama ne olursa olsun hep
sabah oluyor, rüyam hep kayboluyordu.

*Mabet ağacı

Seokjin

1 Şubat, YIL 22

Uçağın az sonra ineceği duyurusu yapıldı. Pencerenin dışında bir tek pofuduk
bulutlar görünüyordu. Los Angeles’ta geçirdiğim zamanı düşündüm. Deniz olması
güzeldi. Onun dışında pek aklımda kalan bir şey yoktu. Uçak geniş bir dönüş yaptı ve
şehir göründü.

Songju’ya geri gelişim ani oldu. Babam arayıp telefonda “Geri gel” demişti. Tabii bir
sebebi vardı muhtemelen. Babam sebepsiz hareket eden bir insan değildi. Ama o
sebebin ne olduğunu söylememişti bana. Ben de varınca zaten öğrenirim diye
sormadım. Ama belki de Songju’ya dönüşüm hiç ani değildi. Belki de her şeye zaten
karar verilmişti de bir tek benim haberim yoktu.

CypherÖn sırada oturan küçük bir çocuğun “Şurası bizim evimiz mi?” diye sormasını

duydum. Pencereden dışarı baktım. Muhtemelen çocuğun babası olan adam “Hayır,
bizim evimiz nehrin karşısında.” diye cevap verdi. “Ev”. Bu kelimeyi içimden
tekrarladım durdum. Bana eve dönüyormuşum gibi gelmiyordu. Evim Los Angeles
olduğundan değildi ama. Los Angeles ve Songju. Her iki yer de benim adresimdi ama
ikisi de evim değildi.

*Mabet ağacı

Seokjin

11 Nisan, YIL 22

Gözlerimi yine cayır cayır güneşin altında açtım. Konteynerdeki yangının ve
Namjoon’un ölü vücudunun görüntüsü gözümün önünden gitmiyordu. Bir başka
başarısızlık daha... Bir yandan düşünürken gözlerimi korumak için kolumu kaldırdım.
Namjoon’u kurtarmak için hangi yöntemler kalmış olabilirdi? 30 Eylül günü olanları
düşündüm. Belirgin bir duygu hissetmiyordum. Ne sabırsızdım, ne de korkuyordum.

Konteyner şehrindeki o kazadan sonra sayısız kez zamanda geri gittim. Ama hala
daha ne bu döngülere niye girdiğimi, ne de durumu düzeltebilmek için ne yapmam
gerektiğini biliyordum. Hayır, dahası “Ruhun Haritası”nın tam olarak ne olduğunu
hala anlayabilmiş değildim. Her şeyi sonlandırması gereken ipucu. Ruhun Haritası.
Bu kelimeleri ilk kez duyuşum birkaç başarısızlığımı çoktan tekrarladıktan sonraydı.

Cypher“Ruhun Haritası’nı bul.Tüm bunları sonlandırabilecek şey o.”

“Ruhun Haritası mı? Ne ki bu?” diye sordum ama bir cevap yoktu. Onun yerine geriye
bu kelimeler kaldı: “İpuçlarının bir bedeli var.”

İleride Namjoon’un benzinliği görüşüme girdi. Sinyal verip şerit değiştirdim. Yalnızca
tek bir şey düşünebiliyordum: 30 Eylül’deki kazayı engellemek ve döngüyü
durdurmak. Sadece bu hedefe doğru ilerliyordum. Bu süreçte bir sorun bile çıksa,
birine bir şey de olsa, biri dışlansa da yapabileceğim bir şey yoktu. Bu düşüncelere
takılıp da kendimi kaybedersem hedefime asla ulaşamayacaktım. Herkesi
kurtarmaktan daha önemli bir şey varsa o da kendimi bu durumdan sağ salim
kurtarıp kaçmaktı. Bitmek bilmeyen döngünün bana öğrettiği ders de buydu.

Yoongi

13 Haziran, YIL 22

Jungkook’un sözlerini düşündüm. “Çünkü müziğini seviyorum hyung. Çünkü piyano
çalışını dinlerken ağlayasım geliyor. Öyle. Günde birkaç kere ölmek istiyordum. Ama
senin piyano çalışını duyunca hyung, yaşamak istiyorum ben. Bu yüzden. Sebebi bu
diyorum. Demek istediğim müziğin tıpkı içimden geçenler gibi.”

Sarhoş ve yere yayılmış halde, Jungkook kendini tekrar ederken yüzündeki o ifadeyi

Cypherdüşündüm.

Jungkook

13 Haziran, YIL 22

Bir rüya gördüm. Rüyamda hastane yatağımın üzerinde süzülüyor, yatakta yatan
farklı bir ‘ben’e bakıyordum. Yataktaki ben uyuyordu. Sanki bir rüya
görüyormuşçasına gözleri fırıl fırıl hareket ederken aniden gözlerini kocaman açtı. O
anda gözgöze geldik.

Bir sonraki anda ise hastane yatağında ben yatıyordum. Rüyamda kaza gecesini
gördüm. Farlar aya dönüşmüştü. Sonra da boncuk gibi yeşil ve kırmızı renkli ışıklara
dönüştü. Gözlerimi açtığımda havada bir başka ben süzülüyordu. Havadaki ben ile
gözgöze geldik. İki bakışımız kesişti ve bilinçlerimiz yer değiştirdi. Tekrar tekrar bir
yataktaki bir havadaki ben oldum. Kesişme ve değişimin hızı artmaya başladı. Başım

Cypherdöndüvekusacakgibioldum.

Çığlık atarak uyandım. Yatak örtüm terden sırılsıklamdı. Nefes nefeseydim ve midem
bulanıyordu. Bir anda o ana dek unuttuğum bir şeyi hatırladım. Birinin sesini…
“Yaşamak ölmekten daha çok acı verecek. Olur mu?” Annem durumumu kontrol
etmek için doktoru çağırdı. Doktor anneme hızlı bir şekilde iyileştiğimi ve
endişelenecek bir şey olmadığını söyledi. Eziklerim ve çatlaklarım vardı ama
neredeyse hiç kanamam yoktu. Bir araba kazasına göre ucuz atlattığımı söyledi
bana. Doktora bakıp şunu sordum: “Bana çarpan kişi kimdi?”

Namjoon

18 Temmuz, YIL 22

Binaya baktım. Sağda solda ışıklar açıktı. Belki de burası şehir merkezi diye bir sürü
muhasebeci ve avukat tabelası vardı. En üst beşinci katta da bütün ışıklar yanıyordu.
Birkaç haftadır Taehyung’la beraber Songju’nun en yüksek binalarının tepesine çıkıp
aşağı bakıyorduk. Tam ne aradığımızı biz de bilmiyorduk. Tek ipucumuz Taehyung’un
gördüğü rüyaydı. Rüyasında gördüğü kutu kahve ve dört yapraklı yonca… Elimizde
bir tek bu iki ipucuyla sabahlara kadar binalara çıkıp indik. Bazı günler yağmur
yağardı. Başlarda yanımıza şemsiye alıp binaları incelemeye öyle gidiyorduk ama
son birkaç gündür bıraktık yağmur altında kalalım. Onun yüzünden de başımız derde
girdi. Bir keresinde sırılsıklam halde etrafı incelerken bizi serseri sanıp
kovalamışlardı. Çatının metal kapıları genelde kilitli olurdu ve sahanlıktaki

Cypherpencereden bir şey görebilmenin de mümkünatı yoktu.

Binaya tekrar baktım. Kendi kendime “Bulmamız gereken şey bu mu olacak ki?” diye
düşündüm. Kapıda tanıdık bir isim yazılıydı: Meclis Üyesi Kim Changjoon’un Ofisi.

“Kim o?” diye sordu Taehyung.
Yüzüne baktım. “Bilmiyor musun?”

Taehyung bana saf, masum ve tamamen bihaber gözlerle bakıyordu. Bazen Kim
Taehyung’la ne yapacağımı gerçekten bilemiyordum. Bilmemenin mümkün
olmadığı şeyler vardı ama Taehyung onları gerçekten bilmiyordu. Diğer yandan
benim bakmaya çok korktuğum şeylere Taehyung tereddüt etmeden bakardı. Kimse
birine elini uzatmazken de kendininkini inatla uzatıp sıkı sıkı tutan da Taehyung
olurdu.

Cevap verdim, “Seokjin hyung’un babası bu.”

Jimin

18 Temmuz, YIL 22

Büfenin etrafında dolanıp zaman öldürdüm. Eskiden Songju Jaeil Ortaokulu’nun
arkasındaki duvardan atlayıp okulu kırardım. Bazen de büfenin karşısındaki küçük
parkta hyungları beklerdim. Etrafıma baktım. Bu mahalleye gelmeyeli bayağı
olmuştu ama değişen pek bir şey yoktu. Yoongi hyung’la Jungkook’un evinin
yakınlarda olduğunu hatırlıyordum. Etrafıma bakarken sağ tarafımda kalan ara
sokağın içine doğru graffitiye benzer bir şey gördüm. Taehyung çizmiş gibi
duruyordu. Oraya doğru yürüdüm.

Farkında olmadan çizimin önünde durdum. Kabataslak siyah çizgilerle, sıcaklıktan
yoksun şekilde çizilmiş bir surattı bu. “Bir” surat desem de kim olduğunu biliyordum
aslında. Seokjin hyung’du bu. Hyungu düşünür düşünmez başka birinin yüzü çizimin

Cypherüstünde belirdi. Yüzler birbirinden tamamen farklı olsa da birbirine o kadar

benziyordu ki… İkisinde de aynı ruhsuz gözler vardı. Kimi aramam gerektiğini tam da
o an fark ettim.

Taehyung

23 Temmuz, YIL 22

Sınıfın ortasına doğru yürüdük. Telefondaki fenerin ışığı altında eski sıralar ve
dürülmüş festival pankartları görünüyordu. Kullanılmayan sınıf daha bir eskimiş
gibiydi. Etrafıma bakındım. Burada neler olmuştu? Jimin bir duvarın önüne
çömelmiş, Yoongi hyung ise piyano koltuğuna oturmuştu. Namjoon hyung
parmağının ucuyla cama bir şey yazdı.

Uzunca bir süre geçtikten sonra Namjoon hyung konuştu. “Lisedeki halimiz aklıma
geldi” dedi, “Gecenin köründe buradayız diye…”

“Lise mi? Yok almayayım” dedi Yoongi hyung alaycı bir gülümsemeyle.

Cypher“Dünya niye böyle? Bu dünyayı yaratanlar biz değiliz. Doğduğumuzda zaten böyleydi.

Madem öyle nasıl oluyor da hayatta kalmak için hiçbir yol yordam verilmeden bu
dünyaya itiliveriyoruz?” diye sordu Namjoon hyung.

O anda Jimin ayağa kalkarak “Şuraya baksanıza” dedi. “Seokjin hyung’un babasının
ismi yazıyor burada.”

Hepimiz Jimin’in işaret ettiği yere yürüdük. Duvar karalamalarla doluydu ama
aralarında birkaç isim göze batıyordu. Herkes fenerini isme doğru doğrulttu. Jimin
bir isme daha işaret edip “Akıl hastanesindeki adam bu” dedi. “Diğer isimleri
tanımıyorum ama.”

Yoongi hyung bir ismi daha gösterdi. “Choi Gyuho. Kaybolan adam bu, değil mi?”

Namjoon hyung isimlerin altına yazılmış cümleyi okudu: “Her şey buradan başladı.”

Hoseok

24 Temmuz, YIL 22

“Seokjin hyung, babana bir şey söyleyemez misin? Oranın benim için ne kadar
önemli olduğunu biliyorsun hyung. Yetimhane benim evim. Yetimhane giderse orada
yaşayan çocuklar da dört bir yana dağılacak. Yeniden yapılandırmaya gidilecekse
bile yetimhaneye dokunmadan da yapabilirler onu.”

Konteynere girerken sözler ağzımdan dökülüvermişti. Herkes şaşırmış gözlerle bana
bakıyordu. Bir tek Seokjin hyung’un ifadesi değişmemişti. Ben konuşurken gözlerim
dolu dolu olsa da Seokjin hyung bana hiçbir şey olmamış gibi baktı.

“Çoktan karar verildi. Yapabileceğim bir şey yok.”

CypherHyungun söylediği her bir kelime yavaş yavaş bana ulaştı. Bu kelimelerin Seokjin

hyung’la arama çizdiği çizgiyi net bir şekilde görebiliyordum. Hyung kararların
verildiği dünyaya aitti; bense bu kararlardan şikayet bile edemeyen bir dünyaya
aittim. Seokjin hyung’u bir arkadaşım olarak görmüştüm ben. Şimdi ise gerçek
dünyada hyung gibi biriyle arkadaş olmamın imkansız olduğunu düşünüyordum.

Hyunga biraz daha öfkelendim. “Nasıl böyle biri olabilirsin sen?” diye bağırdım ona.
Yardım etsin diye yalvardım. Ama o zaman bile farkındaydım. Bunların hepsi laftı
sadece. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Söylediğim sözler, gösterdiğim öfke hyunga
değil, kendimeydi. Elinden bir şeycik gelmeyen kendime… Bir hiç olan kendime…

Taehyung

24 Temmuz, YIL 22

Ne kadardır orada oturuyordum acaba? Birinin üçüncü kat koridoruna çıktığını
gördüm. Bayağı uzakta olduğundan yüzünü seçemedim ama orta yaşlı, minyon tipli
bir kadın gibiydi. Kadın kollarını korkuluğa yaslayıp aşağıdaki parka baktı. Sonra bir
sigara yaktı. Çakmağının alevi parlayıp kayboldu. Sigarasının dumanı masmavi
sabah havasına karıştı.

Hiç kıpırdamadan yukarı, ona baktım. Muhtemelen güneş doğuyor diye etrafımız
aydınlanıyordu. Kadın, kolları korkuluklarda, dışarı bakarak olduğu yerde duruyor, bir
sigarası bitince diğerini yakıyordu.

Beni görmüş müydü ki? Mesafeden yüzüm belli olmazdı ama sabahın köründe

Cypherparktaki bir salıncakta oturan biri hakkında ne düşünmüştü acaba? Salıncaktan bir

gıcırtı bile çıkmasın diye ağırlığımı ellerime ve bacaklarıma verdim. Sigaranın yanan
ucu tekrar tekrar parlayıp söndü. Güneş doğuyordu. Kadın parlak güneş ışığını içine
çekerek son sigarasını yaktı. Sonra arkasını dönüp içeri girdi. Koridorun sol başından
kapıları saymaya başladım. 304, 305, 306. Demek bu kapı annemin eviydi.

Hoseok

31 Temmuz, YIL 22

Hagok hakkındaki ilk izlenimim Songju’nun daha canlı bir hali olması oldu. Aceleyle
platformdan ayrılan insanların peşine takıldım. Yavaş hareket etmek hiç benlik bir
şey değildi aslında. Ama o kadar yavaş yürüyordum ki neredeyse etrafımdaki
insanların temposunu bozuyordum. Jung Hoseok gibi davranmayacağını yemin
etmiş biri gibi davranıyordum. Hiç etrafımdaki insanları düşünmeden canımın
istediği gibi hareket ettim. Normalde sevmediğim acılı yemeklerden yedim ve
parasını öderken yemek için teşekkür bile etmedim. Hatta etrafımda kimse yokken
sokağa bile tükürdüm.

İnternetteki haritadan yakında dükkanın açılacağı yere geldim. Bir lisenin
yakınlarındaki binanın birinci katındaydı. Yanında bir kırtasiye ve 24 saat açık bir

Cypherkimbapçı vardı. Yeri Songju’daki Two Star Burger’e o kadar benziyordu ki neredeyse

gülünecek bir durumdu. Buraya taşınacak olsam nereden ev bulurum diye etrafıma
bakınırken birine çarptım.

Otomatik olarak “Kusura bakm…” diye özür dilemeye başlamıştım ki kendimi
durdurdum. Bakışlarıma kasten bir ağırlık verip çarptığım kişiye ters ters baktım.
“Önüne baksana.” Hagok’taki Jung Hoseok 7/24 sadece canının istediğini yapan
egoist, zırdeli ve sersem bir hergeleydi.

Kendimi sadece beş saniyeliğine kandırabildim. “Hoseok hyung, sen misin?” dedi
tanıdığım bir yüz.

Yoongi

2 Ağustos, YIL 22

Müzik dosyasını Seokjin hyung’a gönderdikten sonra uzandım. Depodan bozma
sınıftan getirdiğim nota kağıtlarının boşluklarına yazılmış kelimeler gördüm.
“Birlikteysek gülümseyebiliriz” yazıyordu. Benim yazım değildi. Bir süre önceden bir
gün geldi aklıma. Sisli bir gündü. Seokjin hyung’la birlikte sahanın karşısına
yürüyorduk. İkimiz de bir tuhaftık. Ellerimi cebime sokup bilerek yavaş yürümeye
başladım. Beni arkada bırakır diye umuyordum ama hyung öyle biri değildi. Onun
yerine beceriksizce muhabbet açmaya çalıştı. Her girişiminde de daha bir
tuhaflaştık. Farkında bile olmadan sordum, “En son ne zaman içten bir şekilde
güldün hyung?” Hyung cevap vermedi. Ben de bir daha sormadım.

Birlikteysek gülümseyebiliriz. Bir açıdan sorumun cevabı bu gibiydi sanki. Hyungun

Cypheryazıp yazmadığını bilmiyordum ama emin olmam da gerekmiyordu zaten. Nota

kağıdına yazılmış melodi çocuksuydu. Üzerinden daha sadece iki sene geçmişti ama
o zamanlar yazdığım müzik hem eksik hem agresifti. Ne yumuşak bir akışı vardı ne
de kulağa güzel geliyordu. Lise günlerimi düşününce aklıma sadece sarhoş olup
etrafta yalpalamam geliyordu ama her günün öyle geçtiği yoktu tabii. Sabaha o
kadar o zamanlar yazdığım şarkının üzerinden geçtim ve şarkıya bir isim verdim:
Birlikteysek gülümseyebiliriz.

Seokjin

3 Ağustos, YIL 22

Aniden yere yayılmış fotoğraflardaki görüntüler hareket etmeye başladı sanki.
Hoseok ve Jimin’in gülme seslerini duydum gibi gelirken Jungkook arkasını dönüp
bana baktı. Bir sonraki anda ise Yoongi’nin piyanosunun sesini duyabiliyordum.
Namjoon ve Taehyung kahkahalarla kumsalda koşuyorlardı. Tüm bu anlar
fotoğraftan fırlayarak bir film gibi havada süzüldü. Bir müzik çalıyor, parlak günışığı
altında kahkahalar yankılanıyordu. Anılar anılar üstüne yığılıyor, film üstüne film
oynuyordu. Derken kalbimden ne olduğu bilinmez bir şey kurtuldu sanki.
Damarlarımdan akıp vücudumun her bir köşesine yayıldı. Kafamın içinde bir nevi bir
baraj yıkıldı ve anılar sel gibi aklıma üşüştü. Kafamda öyle şiddetli dönüyorlardı ki
kendime gelemiyordum. Bütün oda anılarla aydınlanmıştı. Hüzünlü, özlem dolu, acı
verici, keyifli anılar etrafımda bir girdap oldu. Bu anılara bakarken kendime

Cypherinanamadım. Tüm bunları nasıl unutabilmiştim ben? Tam o anda da cebimde bir

şeyin parladığını fark ettim.

Jungkook

3 Ağustos, YIL 22

“Kimseyi öldürmeyip ne yapıyorsun acaba sen?!”

Birisi telaşla bağırınca gerçekliğe geri döndüm. Ekranda bir nişancı oyunu devam
ediyordu. Takım arkadaşlarımdan biri kulaklığıma “İleride düşman var!” diye bağırdı.
Derhal fareyi elime alıp deli gibi ateş etmeye başladım. Öldürdüğüm düşmanlar
havası inmiş oyuncaklar gibi yere düşüyorlardı. Fareyi hareket ettirerek haritaya
baktım. Haritanın tam ortasından geçen bir demiryolu vardı. Demiryolunun iki
yanında da yan yana dizilmiş büyük metal konteynerler vardı. Tıpkı Songju
istasyonundaki konteyner köyüne benziyordu.

Silahımı değiştirdim. Sürekli ateş edebilen bir makineli tüfekti bu. Uzaktan siyah

Cypherbandanası olan bir düşman belirdi. Nişan alırken bir anlığına tanıdığım birine

benzettim. Düşmanı tek kurşunla aşağı indirdim. Beliren tüm düşmanlara
düşünmeden ateş ettim. Elimde olmadan hyungları düşünmeye başladım. Güldüm.
Bir düşününce biraz benziyorlardı aslında. Düşmanları öldüre öldüre ilerledim.
Konteynerlerden çıkan her bir düşmana ateş ettim. Yere düşenlerden birine baktım.
Kendi kendime “Namjoon hyung mu bu?” diye düşünürken omzumdan vuruldum.
Fareyi kullanarak yukarı bakınca elinde silah olan bir düşman gördüm. Seokjin
hyung’du bu. Aniden bütün öfkem içimde kaynamaya başladı.

Jimin

12 Ağustos, YIL 22

Küçük, titreyen halime sarıldım. Islak vücudumu ve deli gibi atan kalbimi
hissedebiliyordum. Mırıldanarak konuştum. “Azıcık daha bekle. Biraz daha
büyüyünce harika arkadaşlarla tanışacaksın. Arkadaşlarınla beraber daha iyi bir
insan olacaksın. O zamana dek her şey daha iyi olabilir. Azıcık daha dayan.” Sözlerimi
bitirdikten sonra “kendime” daha sıkı sarıldım. Gözlerim doldu. Gözyaşlarımı
tutamayıp ağlamaya başladım.

Ne kadar zaman geçmişti ki? Gözlerimi açtığımda küçük ben kaybolup gitmişti.
Ayağa kalkıp gözlerimi sildim ve gökyüzüne baktım. Öğle vakti güneşli gökyüzünde
bir gram bulut yoktu ve etrafım sessizdi. İleride botanik parkının çıkışını gördüm.

CypherHiçbir yerde yağmurdan eser yoktu.

Namjoon

25 Ağustos, YIL 22

Konteynerin zeminine çakıldım. Metal konteynerin içi o kadar sıcaktı ki gözlerimi
açamıyordum. Yüzümü buruşturup etrafa baktım. “Ben ramyeon almaya giderken
beni burada bekle” dememin üzerinden sadece on dakika geçmişti. Öksürük sesi
duyunca arkamı döndüğümde Woochang’ın daha da içeride yere çömeldiğini
gördüm. Battaniyeyi suya batırıp Woochang’ın vücuduna sardım. Kapının dışını
işaret ederek konuştum. “Buradan zıplamamız gerekecek Woochang-ah.
Yapabilirsin, değil mi?” Kapının dışında kıpkızıl ateşler yükseliyordu. Woochang’ın
elini sıkı sıkı tuttum. “Üç deyince koşacağız. Bir, iki…” Bir anda kapının önüne bir şey
düştü. Konteynerin yanına yığılmış malzemeler yangın yüzünden yıkılmış olsa
gerekti. Tozların arasından kıvılcımlar çaktı. Woochang ve ben şaşkınlıktan bir adım

Cyphergeri çekildik. Derken bir anda çıkış yolu tıkandı.

THE NOTES

Cypher

THE NOTES

Cypher


Click to View FlipBook Version