The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by MİNERVA DOĞAN, 2023-03-04 20:16:14

MİNERVANIN BAYKUŞU

MART SAYISI

4 Okurlarımıza 5 Editörlerden 6 Konuğumuz İle Kısa Bir Muhabbet 8 Okudum-İzledim-Görüyorum 10 Dna’yı Görünür Kılan Görünmez Bilim Kadını 12 Acıların Kadınıyım 14 Kadın’lara İthafen 16 8 Mart Kadınlar Günü Kutlu Olsun 18 Vatan Bayrak Millet 19 Bu Vatan Bize Emanet 20 Çanakkale Geçilmez 22 Allah Bu Millete Bir Daha İstiklal Marşı Yazdırmayı Nasip Etmesin! 23 Yıldızdaki Baykuş 24 Büyük Cumhuriyet Kadını 26 Tarihe Tutunmayı Başaran Kadın Filozoflar 28 İnsan Hiç Vinç Olmak İster Mi? 34 Depremin Radyoaktif Yönü 36 Deprem Bölgelerinde Hipotermi Tehlilkesi 38 Ampütasyon Nedir? 40 Dünya Mutluluk Günümüz Kutlu Olsun 41 Kanamadan Yaşanır Mı 42 Sürrealist Bir Tasarım 43 Bu Sayının Karikatürleri Şiddet mağduru onlarca kadının anısına bu sayımızın kapağında Bergen ile sizleri karşılıyoruz.


Merhabalar Sevgili Okurlarımız, Büyük bir heyecanla hazırladığımız dergimizin ilk sayısıyla sizlere seslenmekten gurur duyuyoruz. Eğitimden kitap okumaya, gezegenlerden mevsimlere, Çanakkale’den Ulu Önderi’miz Mustafa Kemal Atatürk’e, hayallerden umutlara bazen ise isyanlara dair ne varsa dile geldi ve biz de bunları derleyip dergimizi oluşturduk ve oluşturmaya devam edeceğiz. Bilgeliğin sembolünü kullanarak, kah yaşam ve davranışla ilgili kah bilimle kah felsefe ile ilgili herkesin ulaşamadığı derin ve kapsamlı olanı kendi tutumumuzla değerlendirdik. Minerva’nın Baykuşları geçti iş başına. Kimimiz yazdık kimimiz çizdik ve en doğalından duygularımızı aktardık size. Böylece Minerva’nın Baykuşu’nun en güzel örneklerini verdik. Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk “Türk çocuğu konuşurken onun beyan ve anlatış tarzı, Türk çocuğu yazarken onun ifade ve üslubu kendisini dinleyenleri, onun yürüdüğü yola götürebilecek; bu kabiliyeti sayesinde Türk çocuğu, kendini dinleyen veya yazısını okuyanları peşine takarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek, ulaştırabilecektir.” demiştir. Ulu Önderimizin bu sözlerinden hareketle; yazan, okuyan, sorgulayan, sanata ve edebiyata duyarlılığı olan bireyler olmak en önemli hedefimizdir. Çünkü biliyoruz ki kalem tutan el; aydındır, çağdaştır, ilkelidir ve öğrenmeye açıktır. Acemice tutulan kalemlerimizi ustalığa dönüştürmek ve yüreklerimizden dökülenleri bir araya getirmek için Minerva’nın Baykuşu olduk. Her ay sizlerle buluşacak olan dergimiz dileriz ki uzun yıllar yaşasın. Bir dileğimiz daha var ki sayfalarını bir tebessümle çevirin, okuduklarınız yüreğinize dokunsun. Nice sayılarımızda buluşalım. MİNERVA’NIN BAYKUŞLARI 4 Değerli Okurlarımız, Minerva, Roma Mitolojisi Baykuslar ise hem halk arasında hem de çeşitli mitlerde bilgeliğin sembolüdür. İlk olarak Alman düşünür, filozof Hegel bahsetmistir batarken uçmaya başlar." Biz de içeriklerimizi gün batımında sizlere uçurduk, dergimizi gün batımında tasarladık. Yazmak, öykünmektir hayatta. Yazmak bir iç konuşmadır senli benli. Yazmak karanlık bir yolda beliren küçücük bir mum ışığına doğru yürümektir. Yazmak eylemlerin en saygı duyulanıdır. Bir o kadar zor olanı ise çizmektir, renklendirmektir. Bunları tasarlamak, her sayfayı ince ince dokumak da cabasıdır. Sanat ise tam burada doğar zaten. Dergimize emek veren tüm sanatçılar kutluyorum. Keyifli okumalar.


5 Değerli Okurlarımız, Minerva, Roma Mitolojisi’ndeki akıl ve bilgelik tanrıçasıdır, aynı zamanda eski Yunan Mitolojisi’ndeki Athena’nın karşılığıdır. Baykuslar ise hem halk arasında hem de çeşitli mitlerde bilgeliğin sembolüdür. İlk olarak Alman düşünür, filozof Hegel bahsetmistir “Minerva’nın Baykuşu” metaforundan. "Minerva'nın Baykuşu ancak gün batarken uçmaya başlar." Biz de içeriklerimizi gün batımında sizlere uçurduk, dergimizi gün batımında tasarladık. Yazmak, öykünmektir hayatta. Yazmak bir iç konuşmadır senli benli. Yazmak karanlık bir yolda beliren küçücük bir mum ışığına doğru yürümektir. Yazmak eylemlerin en saygı duyulanıdır. Bir o kadar zor olanı ise çizmektir, renklendirmektir. Bunları tasarlamak, her sayfayı ince ince dokumak da cabasıdır. Sanat ise tam burada doğar zaten. Dergimize emek veren tüm sanatçıları kutluyorum. Keyifli okumalar. MİNERVA’NIN EDİTÖRLERİ


2


Afet bölgesinde gönüllü doktor olmak nasıl bir duyguydu? Enkazın üstünde yürüyemediğimiz, ayakta dahi duramadığımız koşullarda, küçücük bir insanın çıkabileceği kadar küçük bir yerden yaralı afetzedeyi alarak, o koşullarda müdahale etmek durumunda hiç kalmamıştık. Profesyonel hayatımızda çok ağır ameliyatlar yapıyoruz ama bu çok çok farklı. Hekimlik hayatım boyunca karşılaştığım en zor günlerim deprem bölgesinde geçti. Ekrandaki görüntülerin ötesinde bir yıkımla karşı karşıyaydık. Bu ağır tabloyu anlatmak mümkün değil. Gitmeden önce acil durum toplantıları yaptığınızdan bahsetmiştiniz, peki ilk gününüz nasıl geçti? Acil ihtiyaç olacak cerrahi malzemeleri, temel gıdaları topladık ve iki kalp ve damar cerrahı ve iki ameliyathane hemşiresi yola çıktık. Şehre girmeye başladığınız andan itibaren yıkımın şiddetini görüyorduk, yollar binalar iç içeydi. Şehri bilmeme karşın, bu büyük yıkım sonrası gideceğimiz yere ulaşmak için yönümüzü bulmak bile yaklaşık 2-3 saatimizi aldı. Hatay merkezde, bizden önce bölgeye ulaşan arkadaşlarımızın Kışla Saray Mahallesi'nde sahra hastanesi kurma çalışmaları başlamıştı. Buradaki bir parkta sağlık çadırları kuruldu. Sahra hastanesinde dernek üyesi gönüllü hekimler yer aldı. Diğer hekimlerle arama kurtarma çalışmalarına eşlik etmeye başladık. Enkazdan canlı çıkartılanlara ilk müdahaleyi yaptık, damar yolu orada açıldı ardından sahra hastanesinde tedavi ettik. Bize Hatay’ı tasvir edebilir misiniz? Bu öyle bir kayıp ki, kültürüyle, orada yaşayan insanıyla beraber şehir ciddi hasar görmüş, adeta yok olmuştu. Bir can için kalabalık bir ekip saatlerce cansiperane uğraşıyordu. O kadar fazla enkaz var ki, tek hissettiğiniz duygu çaresizlik oluyor. İğne ile kuyu kazmak gibi bir şey. Öyle geniş alana yayılmış bir depremdi ki insan gücüyle, mevcut yeteneklerimizle ancak bu kadarını yapabildik. Gözleri kapattığınızda aklınıza gelen hatıranız? Hong Konglu ekibe katıldık. Dağ gibi enkazı aşarak ilerlerken, bir kişinin elleriyle 'Gelin' diye işaret ettiğini fark ettik. Gittiğimizde, bölgedeki bir köyden gelen kişilerin elleriyle enkazı kazmaya çalıştıklarını gördük ve orada canlı olduğunu doğruladık. Hemen merkezle haberleştik. Enkazın başına geldikten yaklaşık 15-20 dakika sonra depremin 140. saatlerinde arka arkaya 3 kişi canlı çıkartıldı. İlk müdahalelerini yaptık, enkazın üzerinden taşıyarak ambulansa ulaştırdık. Çıkarılan iki erkek ve bir kadın aynı ailedendi, yanlarında bulunan dördüncü kişi ise yaşamını yitirmişti. Serum verdik, iyi toparladılar. 'Üşüyor muydunuz?' diye sorduğumuzda, 'Yok, soğuk değildi' dediler. Çok üşümediklerinden hipotermik değillerdi ama aç ve susuzlardı. ‘Bizi nereye götüreceksiniz? Ne olur aynı yere götürün, ayrı ayrı yerlere götürmeyin.’ dediler. Pes ettiğiniz bir an oldu mu? Umudunuzu bir an olsun yitirmediniz mi? En zor ameliyatta dahi bir kişiden kolay kolay vazgeçilmez, sonuna kadar yaşaması için savaşımız devam eder. Burada da bir kez daha gördük ki kurtarmak için mücadelenin sonu yok. Antakya’da 3 günlük görevimin ardından işi diğer hekim arkadaşlarıma devrederek Ankara’ya döndüm. Şimdi burada tedavisi devam eden depremzedelerin yaralarını sarıyoruz.


Dahi Diktatör Diktatör ne demektir, kime denir, kim demelidir? Atatürk bir diktatör müdür, Celal Şengör kimden fon alarak yazmıştır(!), fon almışsa ben neden onun reklamını yapıyorum, acaba kapağı görüp de yargılamak doğru mudur? Benim söyleyeceklerim bu kadar sayın okur. Bergen Benim için üzülme, benim için üzülme… Bergen aslında ne kadar da net demiş, kadınların cinayetlerine üzülmeyin efendiler ve hanımefendiler, mümkünse(!) icraat yapın. Bu filmi izleyip yorum yapmak bile küçük bir örnek. Kavgam Beğenmedim, yasaklayalım. A, şimdiki görüşüme uygun, tez elden yasağı kaldırın, dağıtın millet aydınlansın. Vazgeçtim, şimdi fark ettim içinde insanları kendine çeken sözler var geri yasaklayın. Artık şunun bilinmesi gerekli diye düşünüyorum: Bu bir kitaptır ve sizler sevseniz de sevmeseniz de gerçektir. Evet ben de Hitler’in görüşlerine karşıyım ama görüşlerim onun bir kitabını okuyunca değişecekse benim arkasından koşacak hiçbir görüşüm yoktur zaten. Titus Andronicus Günümüz Dünyasını kaç yüzyıl önceden yazan Shakespeare, bazı kendini bilmezlerin deyimiyle “Şeyh Pir”, entrikanın her türlüsünü ve hatta kan dondurucu sonuçlarıyla izleyicisine sunmuştur. E bu yapıtı yazmak bir yana sergilemek de yürek ister, yazmak sergilemekten daha da mühimdir, bir de yazılanı yayımlamak vardır onu da artık siz düşünün. E bu kadar büyük bir çabayı da taçlandıracak tek bir parça var o da okur. Elveda Gülsarı Size sadece Aytmatov diyorum, Başkent’te adıyla bir caddesi bulunan kaç yazarımız vardır bilmem lakin Cengiz Bey bunun en büyük örneklerinden biridir. Bu eserinde de bir gencin atıyla olan münasebeti ve hayatı anlatılır. Tabii sadece bununla da kalmaz, savaşın ve kan gövdeyi götüren harekâtların insanların yanında diğer canlılara da olan etkileri de bizlere gösterilmiştir.


Sular Çekilince Gün ağarınca boynum bükülür, dalarım uzaklara gönlüm sıkılır. Gün ağarınca boynu bükülen kalbi büyük milletim sular çekilince tarihte açığa çıkan yaraları görürse ne olur, ben bilemiyorum artık. Müslüm Ne desem bilemiyorum ancak bir şeyi diyorum o da Tanrı bir yerden alıp bir yere veriyor o kesin. Müslüm “Baba” da bunun en büyük örneği. Gürses’in hayatının insanları cezbedecek olan kesitlerini anlatan bu film, benim nazarımda bir biyografiden çok bir propaganda aracı. İzledikten sonra ne demek istediğimi çok net anlamanızı temenni ederim. Avatar Film etkileyici efektlerinin yanında bizlere düşünülmeye değer bir senaryo da hediye ediyor diyebilirim. Özeleştiri çok değerli bir kavramdır, filmde de bunun en büyük örneği verilmiştir lakin acaba insanımız daha doğrusu tüm insanlık bu eleştiriyi yaptıktan sonra bir sonuca varabilmiş midir, acaba bu kadar keyifli bir filmi bu eleştiri yağmuruna tutarak heba mı ediyorum, orası da size kalmıştır. Yiğit Can DOĞAN


Rosalind Elsie Franklin;DNA, RNA,virüs,kömürve grafitinyapılarının anlaşılmasında büyük katkılarda bulunan İngilizbiyofizikçi, kimyager ve kristallografçısıdır.15 yaşındayken bilim kadını olmayı kafasına koymuş; onun, yardım kuruluşları için çalışan bir sosyal güvenlik uzmanı olması gerektiğini düşünen babasını ikna etmeyi başarmıştı. Fizikokimya doktorasını tamamlayıp çeşitli çalışmalara katıldıktan sonra Paris’e giderek X-ışını kırınım yöntemleri üzerine çalıştı. Bu yöntemi DNA’da kullanmak üzere İngiltere’ye dönen Rosalind ve Maurice’in yolları, King’s College’da buluştu. Bir tür asit olan DNA’nın varlığı son 60 yıldır biliniyor olmasına karşın; yapısının, genetiğin anahtarı olduğu bilinmiyordu. Ta ki Rosalind Franklin, kendi yöntemiyle, yani X-ışını kırınımı yöntemiyle DNA fotoğraflarını çekmeye başlayana ve sonrasındaFizikçi ve moleküler biyolog olan M. Wilkins, onun fotoğraflarını habersizce alıp DNA’nın ikili sarmal yapısını araştıran WatsonCrick ikilisiyle paylaşıncaya dek. Watson ve Crick’in, Franklin ve Wilkins’ten bağımsız yürüttükleri çalışmalarında, Franklin’den çaldıkları fotoğrafları görünce yaşadıkları şoku Watson, ünlü kitabı “İkili Sarmal”da “Ağzım açık kaldı ve nabzım hızlanmaya başladı” diyerek anlatmaktadır. Bunca zaman iddia ettiklerinin aksine, DNA sarmalını oluşturan üç temel yapıdan, fosfat gruplarının sarmalın dış yüzünde, dizilişi kalıtsal özellikleri belirleyen bazların ise içeride olduğunu gördüler. Üstelik bu, ilk olarak 1952’de, yani bir yıl önce, çalışmalarının sunumu niteliğinde verdiği bir seminerde, Franklin’in ortaya attığı iddianın ta kendisiydi. O zaman kendisiyle dalga geçen Watson, onu bilimsel muhatap olarak bile almayıp saçlarından ve kıyafetlerinin zevksizliğinden tutun da geçimsiz, haddini bilmez bir insan oluşuna kadar atıp tutarak kadınlığı üzerinden aşağılamaktan da geri kalmamıştı. Fotoğrafları inceleyip üzerine düşündüklerinde DNA’nın gerçek yapısına birer bilimsel dayanak oluşturduklarını fark ettiler ve buluşlarını hemen bilim dünyasıyla paylaşarak DNA’nın yapısını keşfeden olarak tarihe geçtiler.


Rosalind Franklin’i ise 1956 yazında yumurtalık kanseri karşıladı. İki yıl sonra 37 yaşında hayata gözlerini yumana dek bilimsel çalışmalarına devam etti. Ne evlenmeyi ne çocuk sahibi olmayı düşünmüştü. Kaderin cilvesi midir bilinmez; hayatını adadığı bilimsel çalışmalar ve X-ray ışınları tarafından hediye edilen bir kanserle veda etti hayata. Franklin’den çalıntı fotoğraflar ve onun molekülün yapısı hakkında paylaştığı bilgiler üzerine kurdukları DNA modelleriyle J. Watson, F. Crick ve M. Wilkins 1962’de Nobel Tıp Ödülü’ne layık görüldüklerinde, Franklin’in adı bile anılmadı. Neden olarak, kimi çevreler ölmüş kişilerin ödüle aday gösterilemeyeceğini, kimi çevreler de Nobel Ödülü’nü en fazla üç kişinin alabileceğini gösterdilerse de bugün bilim çevreleri, DNA çalışmaları üzerinde Franklin’in önemli katkıları olduğunu ve öncü çalışmalar yaptığını kabul ediyor. Bu sebeplerin sayıldığı haksız yarışın üstünden yıllar geçip gerçekler fark edilmiş olsa da bir kadının haksızlığa uğramış olduğu gerçeğini asla değiştirmeyecek. Artık biz bilimde yer alan kadınlar olarak her şeyden önce bir idealin ve bilim aşkının peşinde birleştirdik yollarımızı. Hiçbirimiz birbirimizin gölgesi altında kalmayacağız. Bu gölgeyi var eden, toplumlar boyu olduğu gibi erkeğin ismini önde yazan, erkeği kadından adımlarca önde yürüten alışkanlıkları bozacağız. Asya Lal Çetinkale


Belgin Sarılmışer, 15 Temmuz 1959'da Mersin'de yedi çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak doğdu. Altı yaşındayken anne ile babası boşanınca 1966 yılında annesi ile birlikte Ankara'ya yerleşti. İlkokul yıllarında mandolin çalıp şarkı söyleyen Belgin'in müziğe yeteneğini fark eden öğretmenleri, onu konservatuvarda müzik eğitimi almaya teşvik etti. Ankara Devlet Konservatuarı’nın sınavlarına girerek, piyano bölümünü birincilikle kazandı. Burada iki yıl piyano ve viyolonsel eğitimi aldı. 1977 yılında arkadaşlarıyla eğlenmek için gittiği Ankara'daki Feyman Gece Kulübü'nde arkadaşlarının isteği üzerine sahneye çıkmasının ardından kulüp sahibi İlhan Feyman'ın iş teklifini kabul etmesiyle sahne hayatı başladı. Feyman Gece Kulübü'ndeki çalışmasının ardından Adana'daki Kuyubaşı Gazinosu'ndan gelen iş teklifini kabul etti. Çalıştığı mekânda her gece onu dinlemeye gelen Halis Serbest ile tanıştı ve birkaç ay sonra evlenmeyi kabul etti. Evli ve üç çocuk sahibi olan Serbest'in kandırarak sahte bir nikâh kıydığı Bergen, birçok kez eşinden şiddet gördü, nikâhlarının sahte olduğunu öğrenince Ankara'ya döndü. Eşinden boşanan Halis Serbest'e, kendisine uyguladığı şiddete rağmen âşık olduğunu söyleyen Bergen, 9 Ocak 1982'de onunla resmî nikâh ile evlendi. Ancak gördüğü şiddet nedeniyle bir süre sonra eşinden ayrı yaşamaya karar verip Ankara'daki sahne çalışmalarına döndü. Bergen, 31 Ekim 1982'de çalışmak için İzmir'de bulunduğu sırada, onu terk etmesini hazmedemeyen eşinin azmettirdiği bir kiralık katilin kezzaplı saldırısına uğradı. Saldırı; Bergen ve annesi Alsancak’ta New York adındaki pavyonun kapısında bir taksiye binmek üzere iken Halis Serbest'in tuttuğu kiralık katil tarafından gerçekleştirildi. Olay anında yanında olan annesi olayı şöyle anlattı: "İki yıl önce kızımı eter koklatarak kaçırdı. Bergen’e pavyon fedailiği yapan bu adamla evlenmemesini, ken-


disini mutlu edemeyeceğini defalarca söyledim. Fakat o “Bir defa adım çıktı, geri dönemem,” diyerek beni dinlemedi. Gece kulüplerinde Türk müziği söyleyen kızım sesi ve fiziğiyle kısa zamanda aranılan sanatçı oldu. Bergen’in başarısını kıskanan damadım her gün bir huzursuzluk yaratıp kavga çıkarıyordu. Sonunda bu evliliğin artık yürümeyeceğini düşünerek boşanmaya karar verildi. Buna rağmen kızımın peşini bırakmayan ….. “Seni kimselere yar etmem,” diyerek devamlı tehdit ediyordu." Serbest’in saldırılarına direnen Bergen, 1986'nın sonlarında yaptığı "Acıların Kadını" albümüyle 1 milyondan fazla sattı ve "En Çok Satan Arabesk Kadın Sanatçı" unvanıyla Altın Plak ve Altın Kaset ödülü verildi. Bergen, 1987'de Ülkü Erakalın'ın senaryosunu kaleme aldığı ve yönetmenliğini üstlendiği "Acıların Kadını" filminde kendi hayatını canlandırdı. Aynı yıl konser için gittiği Adana'da, sahneye çıkarken gazinonun fotoğrafçısı tarafından bıçaklandı. Saldırıyı hafif yaralı olarak atlattı ve ayakta tedavi olduktan kısa süre sonra iyileşti. Bir dönem sahneyi bırakan sanatçı, Selami Şahin, Özer Şenay ve Cengiz Tekin'in yönetmenliklerinde sırasıyla "Onu da Yak Tanrım", "Sevgimin Bedeli" ve "İstemiyorum" adlı albümleri çıkardı. Bergen, kendisine yönelik kezzaplı saldırının azmettiricisi Serbest'in, yakalanıp yedi yıl hapis cezası almasının ardından onunla ilişkisini sürdürdü. Serbest'in 1988'de tahliye olması üzerine müzik ve sinemayı bıraktı. Ancak 1989 yılında eşinden boşandı ve yeniden çalışmaya başladı. Fakat eski eşi tarafından sürekli takip edilerek tehditlere maruz kaldı. Son olarak "Yıllar Affetmez" adlı albümü çıkardı. 14 Ağustos 1989'u 15 Ağustos'a bağlayan gece, Adana'nın Pozantı ilçesinde Halis Serbest tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Silahlı saldırıda annesi Sabahat Çakır ise yaralandı. Bergen doğduğu yer olan Mersin'deki Şehir Mezarlığı'na defnedildi. Cinayetten sonra yurtdışına kaçan katil Almanya‘da yakalanıp; 15 yıla mahkûm oldu. Cezası iyi halden 3 yıla indirilen Halis Serbest, Almanya ve Türkiye'deki 16 aylık tutukluluk süresi göz önüne alınarak 7 ay hapis cezası almıştır. Sanatçının mezarı Mersin'de bulunmaktadır ve katilin tehditleri nedeniyle 6 kilitli bir kafesle korunmaktadır. Kardeşi bu durumla ilgili şöyle demiştir: "O adam, 32 yıl önce Belgin'i öldürmeden, gecenin ikisinde arardı telefonla "Kemiklerini size bırakmayacağım, onu öldüreceğim" derdi. Annem o mezara o kafesi onun için yaptıdı." Bergen'in hayatı birden çok filme konu olmuştur. 1995 yapımı Aşk Ölümden Soğuktur filminde Bennu Gerede, 2022 yapımı Bergen filminde ise Farah Zeynep Abdullah tarafından canlandırılmıştır. Bergen filmi 10 gün içinde 2.600.000 izlenmeye ulaşarak tüm zamanların en iyi film açılışını yapmıştır ve birden çok rekor kırmıştır. Aynı zamanda film, Türk sinema tarihinin en çok izlenen 8. filmi olmuştur. Bergen'in şarkıları geçmişte birçok usta sanatçı tarafından yeniden yorumlanmıştır ve anısına 2022 yılında 8 Mart Dünya Kadınlar gününde Saygı Albümü: Bergen piyasaya sunulmuştur. Bergen, günümüzde Türkiye’de kadına karşı şiddetin sembol isimlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. İrem KAPLAN


Ben bir kadınım Belki senin için yok bile adım Sen de haklısın Çünkü sahneye çok geç çıktım Sen savaşa gittiğinde arkandan ben ağladım Çocuklarımıza baktım ben,nobeli sen aldın Hep perdenin arkasındaydım,saklandım Çünkü ben kendime bile yasaklandım Okula gidemedim yıllar boyu Dediler ki hep kadının silahı endam ve boyu Halbuki fikirlerim de vardı benim Tanrı şahit çok başarılı olabilirdim 13 yaşında evlendirilmeseydim Bir tarlayla takas edilmeseydim Gerçekten değer verebilirdin sen de bana Toplum kışkırttı seni Sen erkeksin dedi O bir kadın anlayamaz seni


Gerçekten anlayabilirdim Belki gülmeni de sağlayabilirdim Kendini açmadın hiç bunu zayıflık gördün Ben de içime kapandım yalnızca evin işini gördüm Potansiyelimi kullanamadan hiç gömüldüm Bir öldüm ama bin dirildim Artık okuyan milyarlarca kız benim sesim Zeka ve yetenekleri beni temsil etsin Kadınlar içi boş bir resim değil duvarı süslesin Şimdi en üst makamlarda dimdik bir duruşla Belki savunacak seni görülürken bir duruşma Belki de iyi edecek tıbbi bir dokunuşla Belki oturduğun evin mimarı olacak Işte benim ruhum böyle huzur bulacak Şiir: CERCİYEZ Fotoğraf: Asya Lal ÇETİNKALE


Her yıl tüm dünyada 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyoruz. Fakat çoğumuz neden 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlandığını bilmiyoruz. Şimdi hep beraber bu özel günün arkasındaki olayı, nasıl ve ne zaman Kadınlar Günü olarak kabul edildiğine bir göz atalım. 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi düşük ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek amacıyla bir tekstil fabrikasında greve başladılar. Bu grev sırasında polis işçilere saldırdı ve onları fabrikaya kilitledi. İşçilerin fabrikaya kilitlenmesinin ardından çıkan yangında, işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamamasından dolayı 129 kadın işçi can verdi. Tarihin 8 Mart olarak saptanışı 1921de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansında gerçekleşti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde kutlanması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde de kutlanmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Dünya Kadınlar Günü, Türkiye'de ilk kez 1921'de kız kardeş Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova'nın girişimiyle gündeme getirilse de 1975'e kadar olan 54 yıllık süreçte kutlanmasına izin verilmedi. 1975'te 'Birleşmiş Milletler Kadın On Yılı' ilan edildi. Türkiye, Birleşmiş Milletler üyesi olduğu için 1975'te düzenlenen 'Kadın Yılı Kongresi' ile Dünya Kadınlar Günü kutlaması yeniden gündeme getirildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Martın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmasını kabul etti. Birleşmiş Milletlerin sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, kutlamanın New York’ta ölen işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştır.


Günümüzde Dünya Kadınlar Günü, kadınlar açısından daha farklı anlamlar taşımaktadır. Artık 8 Mart, kadın hakları açısından bugünlere nasıl gelindiğinin hatırlanmasını sağlayan önemli bir gündür. Bugün hem Türkiye hem de dünyada, kadınların ekonomide, iş hayatında, sanatta, sporda daha çok yer almasının da etkisiyle, 8 Mart Dünya Kadınlar günü her yıl kutlanmaktadır. Bütün kadınların kadınlar gününü kutlarız. İpek DÜZGÜN


Bir milleti bütünleştiren yegane üç şey; vatan, bayrak sevgisi ve milli beraberliktir. Tabii ki bu üç başla giden önemli yan başlıkların olduğu bir merdiven vardır. Yalnızca bu Merdiveni basamak atlamayan ve olası bir yere düşüşte korkmayan devlet başarı ile çıkabilir. Bunun için de azim ve kararlılık gerekir. İşte bu azim ve kararlılık milli beraberliğin ilk adımıdır. Her hangi bir devleti yok oluşa götüren önemli neden de milli beraberliği sağlayamamaktır. Sonra bayrak sevgisi gelir. Ben bunu Levent Yılmaz’ın bir şiirinden alıntı yaparak açıklamak istiyorum. “ sahile bir ay ölüsü vurdu dün/ gitgide boşalıyor evren/ bilgiler çoğaldıkça boşluk da çoğalacak/ her şey değersiz battal kalacak/ bir tek düşünce yaşayacak o boşlukta/ varolan boşluğun anlamı olacak.” evet sahile bir ay ölüsü vurmuştur. Ayın en zarif evresi olan hilaldi. Ama ondan önce bizim sahilimizi vahşice kırmızıya boyamışlardı. Ardından bir yıldız ama bu yıldız bir kuyruklu yıldız gibi geçip gitmeyecekti, boşluğa anlam verecekti. Her şey değersiz ve battal kalınca, bulanıklaşınca yolu aydınlatacaktı. Ülkemizde şanını veren işte bu. Milyonlar bunun uğruna can verdi, o bayrak yere düşmesin diye ve o bayrağı inatla yere atanlara karşı onu gün en yüksek noktalarına çıkaran bir komutan vardı. Hepsinden sonra da vatan sevgisi gelir. En kolayı o gibi gözükür. İnsan vatani sever diye düşünüyorsun. Ama o sevdiğin toprağın adını söylemeden, kim olduğunu bilmeden, bu vatani gerçekten sevemezsin. Çünkü herkes onun ne yaptığını sorarken, ülkeye ve onun insan ona inanan, onlara uğruna savaşacakları bir bayrak veren bir araya toplayan bir komutan vardı. Adı Mustafa Kemal‘di. O vatanını, bayrağımız, milletini her şeyden çok severdi. Unutulmaz olan Mustafa Kemal Atatürk‘tü. İrem KAPLAN VATAN BAYRAK MİLLET


Her ülkenin bir bayrağı olması gerekir ve bu bayrak ülkeyi temsil eder. Onlar içinde bir çok hikayeyi, bir çok mücadeleyi barındırır. Eğer bir ülke vatanını korumak istiyorsa bayrağını da korumalıdır çünkü o olmadan bir ülke yarım kalır. İnsanlar bu bayrağı, bu vatani korumak için birlik içindedir. Bazen ülke içinde insanlar anlaşamasa da konu vatan olunca herkes bir bütün olur; işte biz bu duruma “ milli birlik” diyoruz. Farklı düşünce içinde olan, anlaşamayan insanların konu vatan olunca birbirlerine kenetlenmesine milli birlik ve beraberlik diyoruz. Vatan ne zaman tehlike altında olursa birlik olup tüm gücümüzle, kanımızın son damlası ne kadar bu ülke içinde savaşmaya hazırız. Bu vatan bizim evimiz ve biz evimizi ellerimizden almalarına asla izin vermeyiz. Bunun için tüm gücümüzle mücadele veririz. Bu vatan, bu bayrak bize emanet ve biz bu ülkeye sonuna kadar korumalıyız. Bunu bu ülke için canını feda eden herkese borçluyuz. Onlar bu ülke için aç, susuz, yorgun ve hiç düşünmeden, ölüme gittiklerini bile bile düşmana karşı koyduysa bunu yapmalıyız. Bu ülkeyi korumak, onların emanetine sahip çıkmak Zorundayız. Eğer onlar bu vatani kurtarmasaydı şu anda sokakta rahatça yürüyemez, belki bir kız çocuğu olarak okula gidemez hatta belki de yaşayamazdık. Bu vatan, bu topraklar, bu bayrak, kumar, bu denizler, bu cennet yurt bize emanet. Bu ülkeyi kaybedersek bunun için çabalayan, mücadele eden insanlara ne deriz? Sırf biz özgürce yaşayalım, haklarımız olsun diye düşmanla savaşıp ölüme giden yüz binlerce şehidimize ne deriz? Bu vatan bize emanet ve Atatürk’ten tek armağan. Bu vatana ihanet etmemeliyiz. İrem KAPLAN BU VATAN BİZE EMANET


Tarihimizin en hüzünlü zaferidir Çanakkale. Yokluklar içindeki bir milletin çağın en güçlü devlet ve silahlarına topyekûn direnişinin gerçek bir destanıdır. Bu destanın her satırında insanlık onuru vardır. Bu onur, düşmana sadece silahlı mücadelede değil, verdiği insanlık dersi örnekleriyle de baş eğdiren aziz Mehmetçiklerimize aittir. Girdiği çatışmada yaraladığı düşman askerini canını tehlikeye atarak, sırtına alıp düşman siperlerine kadar götürme cesaretini gösteren Mehmetçik, düşmanın her bir rütbesindeki askerini kendisine hayran bırakacak kadar asil bir davranış sergileyerek, savaşın yalnızca öldürmekten ibaret olmadığını tüm dünyaya bir kez daha hatırlatmıştır. 250 bin insanımızın şehadet mertebesine ulaştığı Çanakkale’de her yaştan insanımız gönüllü olarak savaşmış, kadınlar cephedekiler için


çorap örmüş, mermi imalatında bile çalışmışlardır. Kısaca vatanın her bir ferdi kendisine yönelen bu vahşi akına elbirliğiyle dur demesini bilmiş-tir. Bu cephenin isimsiz kahramanları, vatanın her bir köşesinden Çanakkale’ye koşarken, asla geri dönmeyi düşünmemişler, Türklük onur ve haysiyetini en güzel şekilde korumakla üzerlerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmişlerdir. Onlar, Çanakkale Zaferi’ni elde etmekle, sadece bir zafer değil, Türk milletinin Anadolu’daki varlığının devamını da sağlamışlardır. Övgülerin en güzeline layık olan Çanakkale Şehitleri asla unutulmayacaktır. Yiğit Can DOĞAN


ALLAH BU MİLETE BİR DAHA İSTİKLAL MARŞI YAZDIRMAYI NASİP EYLEMESİN ! Orta Asya'dan gelerek Anadolu'yu kendisine yurt edinen milletimiz, hiçbir millete zulüm et-memiş, bilakis kendi sınırları içerisinde olan diğer toplumların özgürce yaşaması için bütün koşulları yerine getirmiştir. Buna rağmen en ufak bir güçsüzlük döneminde bile bazı devletlerin saldırılarına maruz kalmış, hatta kendi tebaasında bulunan azınlıkların bile ihanetine uğrayarak zor dönemler geçirmiştir. İşte bu zor dönemlerin bilenen ve en acıklı olanı Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Ülke işgal altında bulunurken, gerçek vatansever Türk halkı canı pahasına ülkesinin bağımsızlık mücadelesinde yer almış, kimisi cephede, kimisi cephe gerisinde üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmiştir. Mehmet Akif Ersoy'da mücadeleye fikri açıdan büyük destek vermiş, yazmış olduğu İstiklal Marşı ile Türk Milletinin yüreğinde kopan fırtınaları dile getirmiş, cesaretin ve azmin bağımsızlık yolundaki büyük etkisine dikkati çekmiştir. Mısralarında bağımsızlığın Türk Milletinin hakkı olduğunu dile getiren Akif, cennet vatanımızın ne pahasına olursa olsun düşmana terk edilemeyeceğini anlattığı İstiklal Marşı ile tarih boyunca bağımsızlığa verdiğimiz önemi adeta bütün dünyaya ilan etmiştir. İstiklal Marşının özünde yatan bağımsızlık vurgusu, bundan böyle de Türk Milletinin büyük önem verdiği konulardan biri olmaya devam edecek, atalarımızın kanları ile sulanmış olan topraklarımızda bulunan ve Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının kendisine tanımış olduğu hakları kabul eden herkes, bu bağımsızlık ve özgürlük duygusunun verdiği tadı doyasıya yaşayacaktır. İstiklal Marşını anlayarak okuyan herkes bağımsızlı-ğın ne demek olduğunu çok daha iyi kavrayacak ve ülkesini daha çok sevecektir. Asırlar boyu hiçbir devletin yada topluluğun esareti altında yaşamamış olan Türk Milleti, içindeki bağımsızlık ateşini sonsuza dek yakmaya devam edecektir. yaşayacaklardır. Ruhları şad olsun! Yiğit Can DOĞAN


YILDIZDAKİ BAYKUŞ Devir, insanların farklı bir o kadar da işkembe-i kübradan sallama fikirleriyle dolup taştı. Öyle ki birbirinden haz etmeyen iki ismi bile yan yana getirmeyi başardı: Mehmet Akif ve II. Abdülhamid. Evet doğru, bu iki isim birbirinden hiç hazzetmezdi hatta Mehmet Akif o sofu kişiliğiyle Abdülhamid’in ölümü için az dua etmedi. Mehmet Akif’in bu durulmaz kini onun en büyük eserinde de en sonunda yer buldu. İstiklal şairimizden de ne beklenir? Bu lakap ona sonuçta sadece bir savaşta eser verdiğinden verilmedi, İstiklalin istikbalde yattığını her zaman bilen şairimiz Abdülhamid’in ilericiliği, gericilikte aramasını eleştirmeyi de pek severdi. Abdülhamid onun için bir padişahtan ötesiydi, onun için muasırlığa açılan kapının kapanmasında ve bilhassa da kilitlenmesinde en büyük rolü taşıyan bir baykuştu. O baykuş var ya o baykuş… Baykuşumuz da Mehmet Akif’e karşı hoş hisler beslerdi diyemeyeceğim, Onun için ancak Mehmet Akif’in kim olduğunu bile bilmeyen bir sanat düşmanı diyebilirim. Bu günlerde çok fazla nemrut kişilerle ve onların bulaştırdığı hasta ruhlu küçük baykuşlarla uğraşıyoruz; bu yazıyı yazmamın da asıl sebebi bu, baykuşlar evet geceleri göğün hâkimidir ancak şu da unutulmamalıdır ki gün er ya da geç ağarır ve göğün hâkimini de devirir. Bu güneşi kendinin doğurduğunu zanneden bazı zatlar da elbet olacak lakin onların da tarihten silinmesi de kesin bir vaka olacağından hiç şüphem yoktur. Tarih her zaman korkusuz şaire karşı paranoyak ve korkak baykuşların tüylerini yolmada da uzmandır. Yiğit Can DOĞAN


BÜYÜK CUMHURİYET KADINI Halide Edib Adıvar, 1882'de İstanbul'da doğdu. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası onu Üsküdar Amerikan Kız Kole-jinde okuttu. Orada Rıza Tevfik'ten (Bölükbaşı) Fransız edebiyatı dersleri aldı ve Doğu'nun mistik edebiyatını dinledi. Sonradan evlen-diği Salih Zeki'den de matematik dersleri alıyordu. Koleji 1901'de bi-tirdi. Halide Edib, kolejin son sınıfında eğitim gördüğü sırada mate-matik öğretmeni Salih Zeki Bey ile okuldan mezun olduğu yıl evlendi. Evliliğinin ilk yıllarında eşine Kamus-u Riyaziyat adlı eserini yazmada yardımcı oldu, ünlü İngiliz matematikçilerin yaşam öyküle-rini Türkçeye çevirdi. Emile Zola'nın yapıtlarına ve Shakespeare'e yöneldi. Hamlet adlı yapıtının çe-virisini yaptı. 1903 yılında ilk oğlu Ayetullah, ardından da ikinci oğlu Hasan Hikmetullah Togo dün-yaya geldi. 1905 yılında gerçekleşen Japon-Rus savaşında Batı uygarlığının bir parçası sayılan Rus-ya'yı Japonların yenmesine sevindiği için Japon Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Togo Heihachi-ro'nun ismini verdi çocuğuna. 1908 yılında gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yaz-maya başladı. 1909'dan sonra eğitim alanında görev ala-rak öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları ta-nıma fırsatını verdi. 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda, İzmir'in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma döneme damgasını vurdu. 15 Mayıs 1919 günü İzmir'i Yu-nanların işgal etmesi üzerine İstanbul'da protestolar dü-zenledi. 19 Mayıs 1919 günü ilk açık hava mitingi olan Fatih Mitinginde kürsüye çıkan ilk konuşmacı oldu. İngilizler İstanbul'u 16 Mart 1920'de işgal ettiler. Hakkında idam emri çıkardıkları ilk kişiler ara-sında Halide Edib ve eşi Dr. Adnan da vardı. 1920'de Anadolu'ya kaçarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Yunus Nadi Bey ile birlikte kararlaştırdıkları gibi Anadolu Ajansı isimli bir haber ajansının kurulması Mustafa Kemal Paşa'dan onay görünce ajans için çalışmaya başladı. Ajansın muhabiri, yazarı, yöneticisi, ayak işlerine bakanı olarak çalışı-yordu. Haber derleyip Millî Mücadele'ye ilişkin bilgileri telgrafı olan yerlere telgrafla iletmek, olma-yan yerlerde cami avlusuna afiş olarak yapıştırılmalarını sağlamak; Avrupa basınını takip edip Batılı gazetecilerle iletişim kurmak; Mustafa Kemal'in yabancı gazetecilerle görüşmesini sağlamak, bu görüşmelerde tercümanlık yapmak; Yunus Nadi Bey'in çıkardığı Hakimiyet-i Milliye gazetesine yar-dımcı olmak ve Mustafa Kemal'in diğer yazı işleri ile ilgilenmek Halide Edib'in yürüttüğü işlerdi.


Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. 1917'de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere'de yaşadı. Amerika'da Columbia Üniversitesi, Hindistan'da Delhi İslam Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939'da Türkiye'ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950'de mil-letvekili seçildi. 4 yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölü-müne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. Adıvar'ın Seviye Talip (1910), Handan (1912) ve Son Eseri (1913) gibi ilk romanları aşk öyküleri anlatan yapıtlardır. Yazar kahramanlarını yakıp yıkan bir sevgiyi dile ge-tirmek istediği için kişilerin iç dünyasına yönelir ve bu sevginin zamanla bir tutkuya dönüşmesini sergiler. Bu yapıtların önemli özelliğini, birbirine benzeyen ve ondan ön-ceki Türk romanlarında bulunmayan kadın kahramanlarda aramak doğru olur. Yaza-rın asıl amacı kadın kahramanların kişiliklerini erkeklerin gözüyle değerlendirmek ol-duğu için, romanlarının anlatıcısı olarak bu kadınlara âşık erkekleri seçer ve fırtınalı bir aşk öyküsünü onların anı defterlerinden ya da mektuplarından anlatır. Erkek (bazen kadın da) evli olduğu için, kaçınılması olanaksız bir iç çatışma, romanların moral sorununu oluşturur ve roman ya kadının ya da erkeğin ölümüyle biter. Adıvar'ın, biraz kendi olduğunu iddia edilen bu kadın kahramanları, yazarın o dönemde ideal saydığı Türk kadınını temsil ederler. Seviye Talipler, Handanlar, Kâmuranlar her şeyden önce güçlü kişiliği olan, haklarını savunan, Batı terbiyesi almış ama Batılılaşmayı giyim kuşamda aramayan, resim ya da müzik gibi bir sanat alanında ye-tenek sahibi, yabancı dil bilir, kültürlü ve çekici kadınlardır. Halide Edib Adıvar, 9 Ocak 1964 yılında İstan-bul'da 80 yaşındayken böbrek yetmezliği nedeniyle yaşamını yitirdi. Cenazesi, Merkezefendi Mezarlığı'na defnedildi. Yiğit Can Doğan


Hiç lisede yıllarında aldığınız felsefe derslerinde ya da genel olarak felsefe tarihinde kadın düşünürlerden bahsedilmediğini fark ettiğiniz oldu mu? Tabii ki önemli olan cinsiyet formlarından çok düşüncelerdir fakat erkekler kadar önemli bir role sahip olan bu isimsiz kahramanları göz ardı etmek büyük haksızlık oldurdu çünkü kadınların felsefe gibi bir düşünsel faaliyette bulunmalarını, oy vermek kadar insancıl haklardan bile yoksun oldukları gerçeği içler acısı… Peki ya neden bu alanda kadınlara hiç yer verilmemiştir? Aslında bunun felsefenin doğduğu yer olan Antik Yunan’daki etnik ve kültürel yapı gibi birçok sebebi olmakla birlikte; benim kullanmayı çok sevdiğim bir deyişle, tarihte kalmayı başaranlar aslında tarihi yazanlar değil midir? Ben sizler için tarihe tutunmayı başaran kadın filozoflarımızı derledim:


Krotonlu Theano Tarihte bilinen ilk filozof olduğu için önemli bir yere sahiptir. Krotonlu Theano, Pythagoras’ın (Pisagor) eşi ve öğrencisidir. Eşi gibi o da matematik, geometri ve felsefe alanında çalışmalar yapmıştır ve eşinin ölümünden sonra Pythagoras Okulu’nda kız öğrencilere ders vermiştir. Miletli Aspasia Milet’te doğduğu bilinen Miletli Aspasia, oldukça bilge bir kadın olmakla birlikte kimi rivayetlere göre Sokrates’in hocasıdır. Hatta Sokrates’in Sokratik (Maotik) yöntemi Aspasia’dan öğrendiği bile söylenmektedir. İskenderiyeli Hypatia Antik çağ düşünürlerinin en ünlü kadın filozofu olma özelliğini taşır. Hypatia felsefe, astronomi, matematik gibi birçok alanda çalışmalar yapmıştır. Çoğu felsefe tarihçisine gçre Hypatia bir takım politik işlere karıştığı için ve kadın olarak öğretmenlik yapması pek hoşnut karışlanmadığı için bir çete tarafından öldürülmüştür. Ayrıca ünlü İtalyan ressam Raffaello’nun Atina Okulu freskindeki tek kadın öğretmendir. Ayn Rand Kişisel favorim olan Rus yazar ve filozof Ayn rand ilk romanını henüz sadece sekiz yaşındayken yazmıştır. Kendi felsefesi olan obzektivizm hakkında kitaplar çıkartmış ve konferanslar vermiştir. Azra Ceren MERAL


Hissettiniz mi? Hayır, hayır depremi değil. Ne kadar boş yaşadığımızı… Bir sarsıntılık canımız olduğunu… Ölümün uykuda olsak uyandırabileceğini, her an burnumuzun dibinde olduğunu, biz hatırlamasak da ecelin her an bize kendini hatırlatabileceğini mi? Pahalı mücevherin, en son model bilgisayar ve televizyonların, sadece özel misafirlerinizi ağırladığınız ve her daim tertemiz tuttuğunuz o salonunuzun bir enkazın altında kalabileceğini, ne kadar da gereksiz olduklarını düşündünüz mü? Dünya hayatına ne kadar da aldandığımızı fark ettiniz mi? Düşündükçe çok tuhaf bir hisse kapılıyorum ben ve artık yaşadıklarımızı yazmak istedim. 20 Şubat 2023 gecesi yazıyorum bu metni. Yaşadıklarımıza bir geri dönüp bakalım istedim. Aslında depremin olduğu ilk gün yazacaktım, ihmallerden dolayı yitip giden canlarımızın ardından adalet için yazacaktım ama daha da kötülerini gördükçe yazmak yerine önce yardım etmeyi yeğledim. Ömrümüzün belki de en kederli günlerini yaşadık. Hepimiz depremzede olduk. Duşu hızlı hızlı alıyorum, yatarken kalın giyiniyorum, telefonum sürekli şarjda, gözüm sürekli avizede, düşünmekten kafayı yemek üzereyim. Bana deselerdi ki sosyal medya hesabından seyyar tuvalet isteyeceksin, kefen soracaksın herkese, inanmazdım. Bana deselerdi ki bilgisayarın başında oturup uykudan, yemekten, içmekten kesileceksin; açık fırın arayacaksın, yıkılmamış eczane arayacaksın inanmazdım. Bana deselerdi ki yardım tırlarını takip edeceksin, koordine edeceksin, hangi bölgeye gidiyor bakıp kimlere yakın, haber vereceksin; inanmazdım. Bu akşam meydana gelen son depremin üzerine, karşımda haberler açık yazıyorum bu satırları. On binlerce canımızı kaybetmemiz önlenebilirken biz belki de bazı sorumsuzlar yüzünden hala kayıplar veriyoruz. Sağlam olmayan binalara çadır olmadığı için, yardımlar tükendiği için, hava soğuk olduğu için tekrar giren vatandaşlarımızı kaybediyoruz!


Ben o gece ikiye kadar yarın gelecek misafirlerim için hazırlık yapmıştım. Ne kadar da emindim yarın çayı demlediğimde sıcak sıcak içileceğinden. Ertesi sabah ise memleketimin yıkımıyla uyanmıştım. Türkiye 6 Şubat gecesi öyle bir sarsılmıştı ki… Her yer yerle bir… Hayatımda kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Dünyanın en büyük battaniyelerine ihtiyaç vardı o gecelerde. Bir de sadece çocukların inanabileceği mucizelere… Oysa mucizeler olmadı, büyük felaketler çöreklendi her eve, her yere. Tek tek dağıtılan hiçbir örtü yetmedi, hiçbir enkazın üstünü örtmeye. Biz büyüklerse utanarak uyumayı öğrendik o gecelerde ya da utanmadan yaşamaya devam edebilmeyi, kendi enkazlarımızın üstünde. Sıcacık yataklarınızda ya da buz gibi beton denizlerinde… Hepimiz üşüdük ve utandık o günlerde… Donduk kaldık, binlerce ruhun zamansız göçünde… Dünyanın en büyük battaniyelerine ihtiyaç vardı, insanlığın haysiyetini örtecek kadar büyük battaniyelere! O günleri şu birkaç cümle ile özetleyebiliriz aslında: Ses varken ekip yoktu. Ekip varken ekipman yoktu. Ekipman varken ses yoktu. Sonra bir yardım kampanyası düzenlendi. Milyonlar göz boyamak için havada uçtu. Yaşanılanları bu iki üç cümleyle özet geçip unutturmak niyetinde değilim. Bilhassa her gün bir yenisine yok artık dediklerimizi hatırlatmak istiyorum size. Bacağı enkazın altından çıkarılamadığı için kesilen abinin feryadı, kazarken ya da bina yanarken hiç düşünmediğin tüplerin patlamaları , toz toprak , oğlum Allah rızası için benim kızımı çıkar diyen annenin gözyaşı , parçalanmış cesetlerin sıcaktan yayılan kokusu ve köylere inen kurtlar, para kasası veya dükkandaki telefonları için babam içeride diye yalan söyleyen insanın metrelerce boşa kürek sallatması, bilezik için ölen kadınların kolunun kesilmesi, her hava aydınlandığında bos cüzdan bulunması , gündüz defalarca gaspçı yakalanması , insanların cebinde parası olmadığını bile bile bi tas çorbaya yüz lira istenmesi.... Annemin cenazesini kendi elleriyle enkazdan çıkartan evlat! Kardeşinin parçalanmış bedenini ağlaya ağlaya ceset torbasına koyan abla! Deprem bölgesi televizyon kanallarında oleeylerle, alkışlarla gösterildiği gibi değil. Göz boyamak için bin insandan çıkan bir şanslı kardeşimizi gösteriyorlar. Yıkım kararı verilmiş olan binalarda birilerinin yatak odasının yerini hesaplayıp tırnaklarıyla kazıyorlar belki birilerini kurtarırız diye. Ölü… Parçalanmış bedenlere ulaşılıyor un olmuş kolonların altından. Hava bazı illerde yağmurlu bazılarında karlı. Ekmek yok. Su yok. İnsanlar dışarda başını koyacakları bir çadır yok. Her yer yıkıldı. Her yer yıkıldı. Çok perişanlar. Hava çok soğuk. Gerçekten gerekli olanların listesi hepimizin ezberinde artık. Her şey çok zor… İnsan her yere aynı anda yetmek istiyor. Herkesi kurtarmak istiyor ama olmuyor. Her yönden bu kadar çökmüşken bir de kendi çıkarını düşünenler de eklenince iyice uçuruma doğru yol alıyoruz. Dünyanın bütün kötülükleri toplanmış gelmiş canım ülkemin başına. Fırsatçılık yapıp elektrikli ısıtıcılara zam yapanlar, battaniye fiyatlarını ikiye katlayanlar, üç bin liraya kefen satanlar, yardım diye abiye elbise gönderenler, gelen yardımları yağmalayanlar, sahipsiz bebek ve çocukları kaçıranlar, enkaz altında kalanları arayıp


dalga geçenler… Tarihe not düşülsün şu halde insanlar en hızlı twitter’dan haberleşirken erişim kesildi. Bu kadar hesaplı, planlı bir kötülük olabilir mi? Filmlerdeki şeytan tasvirleri hafif kalır. İnsanların yardımlaştığı, çığlıklarını duyurduğu platform nasıl kapatılır? Bu yapılanları unutmayın, unutturmayın. Enkaz altındaki binlerce insan Twitter’daan konumunu belirtip yardım çağırıyordu, bir çoğuna kişisel imkanlarla yardım ulaşıyordu. Afet bölgesinden vatandaşı alıp etkilenmemiş şehirlere getirmesi için tutulan bir araç var, araç şoförü 3 kadın olduğu için aracına almıyor. Tüm bunlara rağmen umudunu yitirmiyorsun ama her yardım bir yerde tükeniyor, bir yardım yaparken diğerleri için dua ediyorsun sadece. Biri kurtarılırken enkaz altındakilere… Biri hastanede iyi haberini alıyorsun ama sevinemiyorsun hala açlıkla susuzlukla mücadele edenler var çünkü. Enkazdan çıkmış ama kalacak yeri yok, kar yağıyor. Başka bir şehirde enkazdan biri sağ çıkıyor ama ailesi, sevdiği var onlar için kefen bekliyor. Bir baba var kızı enkazın altında o elini tutabiliyor sadece. Bir kadın var, kaldırımda kocasının cesedinin yanına yatmış. Tüm bunları gördüğünüz sosyal medyada bir video daha yayılıyor, cesetlerden birinin mülteciler kolunu kesti. Deprem bölgesinde bir yurttaş, Atatürk’ün portresini almak için yıkılma riski olan binaya çıktı. Gidemediler, toplam 600 gönüllü insan; doktor, kaynakçı, operatör, telsizci ya da sadece destek amaçlı sivil toplum. Onları organize edemediler. Onlara saat 4.30’da eve gidin, sizi götürecek uçak ayarlayamadık dediler. Bir üst teğmen “bugün hepinizi götüreceğiz” dedi, kayboldu. Sonra başka bir asker geldi. “4’te üç uçak gelecek” dedi. 4 saat yerlerde beklediler. “Uçak gelmiyor, 10’da gelecek.” dediler. O sırada ise giden gönüllülerin ise hala Adana Havalimanı’nda olduğunu ve saatlerdir oradan sevk edilmediğini öğrendiler. En sonunda da bir asker geldi ve “beklemeyin, gidin. Uçak gelmiyor. Gelen de ora-


ya inemiyor.” dedi. Bu organizasyonluk içinde ölen öldü, oraya varmaya çalışan binlerce gönüllü de kahrından mahvoldu. Fay hatlarının canlanıp yeryüzünde yürüdüğü iddia eden mesajlara kadar maalesef bir sürü saçmalığın yayıldığı bir felaket ortamında, bizi bilimsel ve doğru bilgilerle bilgilendirilen gerçek akademisyenler göz kapağı düşmesin diye bant takıp canlı yayına katıldı. Halk kendi çabasıyla bir şeyler yapmak için bir taraflarını yırttıktan sonra Türkiye tek yürek oldu. Madem tek kalemde milyonları şov için gönderebiliyorsunuz neden insanlar bir haftadır borç harç kendi cebinden vinç kiralıyor? Neden biz kazma, kürek, kepçe, ceset torbası arıyoruz? Depremden bir hafta sonra ortak yayınlanan bir yardım programında şahit olundu bunlara. Bir hafta öncesine kadar yardım ulaşmamız şehirler için, depremzedeler için düzenlenen programda milyonla milyar karıştı, 250 milyon 300 milyona yuvarlanarak bağış yapıldı. Bunlar “ulaşmadığımız enkaz kalmadı.” dendiğinde sosyal medyada hala çığlıklarını duyuranların olduğu ülkenin televizyonlarında yayınlandı. Halkın 23 yıldır bugün için ödediği vergiler başkalarının isimleriyle bağışlandı. Her sözcük dilimizde küfre döndü. İyileşmemiz çok, çok zor olacak. Deprem oluyor da kader miydi bu? Aynı şiddette başka yerde depremler oluyor iki kişi bayılıyor da, Türkiye’de 40 bin kişi ölüyor! Kader mi bu? 40 bini aşkın canımızın yitip gitmesinin sebebi deprem mi? Vicdan! Kiracı oturduğu evi kontrol ettirmek istiyor, ev sahibi kabul etmiyor ve kalıyor. Çünkü çürük falan çıkarsa hem eldeki kiracıdan olacak hem de başka kiracı gelmeyecek bir sürü iş çıkacak başına. Eğitimsizlik, bilinçsizlik falan değil düpedüz vicdan sorunu var memlekette. Milyonlarca insanın soğukta yaşam mücadelesi vermesinin sebebi deprem değil. Biz size borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? Bir beton yığınında değil de güvenli bir yuvada yaşam hakkınızı sizden çalanlar nasıl ödeyecek? Nefes borcumuzu, moral borcumuzu


nasıl ödeyeceğiz? Doktor olmak için 6 yıl tıp fakültesini bitirmek ve birçok farklı aşamayı tamamlamak zorundasınız. Avukat olmak için 4 yıl hukuk bölümünü bitirmek ve 1 yıl staj yapmak zorundasınız. Mali Müşavir olmak için 4 yıl İktisadi ve İdari Bilimler fakültesini bitirmek ve 3 yıl staj yapmak ve sınavda başarılı olmak zorundasınız. Fakat yüzlerce canın, onlarca ailenin emanet edildiği binayı yapan müteahhit olmak için hiçbir eğitim şartı bulunmuyor! İlkokul eğitiminiz varsa bile müteahhit olabilirsiniz. Tamamen paraya bakıyor! Müteahhit olmak zorlaştırılmalıdır! En az 4 yıl ilgili bölümlerde lisans eğitimi almamış olanlar müteahhit olmamalıdır! Hatta ekstra eğitim ve stajlara tabii tutulmalıdır. Bu Türkiye için bir milli güvenlik meselesi. Felaketi yaşayanların içlerinde büyüyen kocaman acıları saklayıp ne kadar metanetli durduklarını, çocukların bir oyunla ya da oyuncakla bile o çaresizlikte gülümseyebildiğini, büyüklerin anlatmaya ve konuşmaya ihtiyacı olduğunu… Hem enkazlarda hem ihtiyaçlarda halkın halka karşılıksız gönülden yardım ettiğini ve depremzedelerin müteşekkir olduğunu, fotoğraf ve videolarda anlatılmayacak şekilde yıkılmış ve yok olmuş şehirleri, kaybedilen canları, oradaki her insanı onlar normal hayatlarına dönebilene kadar unutmayalım, unutturmayalım. Her şey daha yeni başlıyor. Belki bizler depremin yıktığı şehirlere yardıma gidemedik ama depremzedeler yüreklerindeki enkazlarla şehirlerimize geldi. İçinizde dayanışma ruhunu kaybetmeyin ve bir bakın etrafınızdaki evlere gelen var mı? Deprem değil insan öldürür. 3-5 kuruş daha fazla kazanmak için insanın hayatını tehlikeye atan müteahhit olmuş insan öldürür. İşini takip etmeyen, işini düzgün yapmayan mühendis olmuş insan öldürür. İmara açılmaması gereken yerleri imara açan insan öldürür. Eğitimsiz, ahlaksız, vicdansız insan öldürür. Satırlarımı merhum Doğan Cüceloğlu hocamızın vefatının 2. senesinde onu bir sözüyle yâd ediyorum: “Depremi önleyemeyiz ama liyakate ve karaktere önem veren vatandaşlar yetiştirerek depreme dayanıklı binalar yapan bir toplum olabiliriz.” Afet her zaman olabilir ama önemli olan o afetlere hazırlıklı olabilmektir. Biz afetlere hazırlıklı değildik ama hala da değiliz. Tamamen şansa yaşıyoruz bu hayatı bilmiyoruz binalar sağlam mı hasarlı mı? Önlem alıyor muyuz? Tabi ki hayır. Yaşanan depremlerden, afetlerden ders almadık. Daha yeni bu ülke Elazığ depremi atlattı, İzmir depremi atlattı. Hani 99 depremi gibi bi miladımız vardı? Ölen öldüğüyle kalıyor geride kalanlar şansına yaşamaya devam ediyor. Geç kaldık orası aşikâr ama hala yaşanılanlar bize ders olabilir. Daha büyük felaketler önlenebilir. İrem KAPLAN


Memleket isterim; ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun.


Depremin Radyoaktif Yönü: Radon 6 Şubat 2023 Depremi miladımız oldu…Hiçbir şey eskisi gibi olamaz ama olağan akışa dönüş sürecinde depremin olası etkileri de değerlendiriliyor. Halk sağlığı uzmanları yaşanan depremler sonrası bulaşıcı hastalıklar ve depremin kanserojen etkilerine dikkat çekmektedirler. Bu yazımızda güncel bir konu olan depremin doğal radyasyon kaynaklı kanserojen etkilerini ele alıyoruz. Depremin kanserojen etkilerinin kaynakları değerlendirilirken doğal radyasyon kaynakları ve Natech olayları (Natural Hazard Triggering Technological Disasters) olarak sınıflandırılması spesifik değerlendirmelerin yapılmasını sağlar. Natech doğal afetler nedeniyle endüstriyel oluşumlardan dolayı meydana gelen kazalardır. Doğal radyasyon kaynaklarının deprem ile ilişkisi incelenirken Karasal Radyasyon (Radon)’a dikkat çekmek gerekmektedir. Depremin kanserojen risk faktörü radyoaktif gazlar temelinde önemlidir. Dünya oluşumu sırasında birçok radyoaktif maddeden meydana gelmiştir. Bu andan itibaren kısa yarı ömürlü olanlar tükenirken oldukça uzun yarı ömürlü olanlar kalmış olup doğal olarak oluşan bu radyonüklidler; uranyum, toryum ve onların bozunum ürünlerini örneğin; radonu içerir. Radon; 1900 yılında keşfedilmiş havadaki varlığı ise 1901 yılında tanımlanmış, doğada bütünüyle radyoaktif olarak bulunan, havadan 7.5 kez daha ağır, gözle görülemeyen, renksiz, kokusuz, tatsız bir soygazdır. Ernest Rutherford ve Robert B. Owens, Pierre ve Marie Curie, radyumdan da radyoaktif gaz çıktığını gözlemlemişlerdir. 1900 yılında Almanya’nın Halle kentinde Friedrich Ernst Dorn, radyum ampullerinde bir gazın biriktiğini görmüştür. Dorn, gözlemlediği gazın radon olduğunu keşfetmiştir. Curie’lerin gözlemlediği gazın “Radon-222” izotopu olduğu; Rutherford’un gözlemlediği gazın ise “Radon-200” izotopu olduğu ortaya çıkmıştır.Radon, Radium elementinin radyoaktif bölünmesi sonucu ortaya çıkan bir gazdır. Radon’un izotoplarının kısa ömürlü olması ve kaynağı olan radyumun doğada az bulunması nedeniyle nadirdir. Radon, başta kayaç, toprak ve su olmak üzere doğada değişik miktarlarda bulunan uranyum (U) elementinin radyoaktif bozunmasıyla açığa çıkan radyum ( 226Ra) izotopunun radyoaktif bozunum ürünüdür ve uranyum elementinin doğada var olan üç temel radyoaktif bozunma serisinin tek gaz ürünüdür. Dünyamızda yerkabuğunda yüksek oranda bulunan radyoaktif radyum elementinin (Ra226) bozunması sırasında salınan “radon gazı” ise bu gazlar içerisinde doğal radyasyon düzeyini arttıran önemli bir risk faktörüdür. Radon soygaz olduğu için topraktan havaya salınır ve radon gazı dünya atmosferinin doğal bir parçasıdır. Karasal radyasyon olan radonun solunmasıyla, radon gazının etkisi solunan radyasyon(inhalasyon) olarak da değerlendirilebilmektedir. Radon İnhalasyonunun Metabolik Yolaklardaki Süreci Radonun reaktivitesi zayıftır. Bu nedenle teneffüs edildiğinde dokulara kimyasal olarak bağlanmaz. Ancak, radon bozunma ürünleri, toz ve diğer parçacıklara tutunarak radyoaktif aerosoller oluştururlar. Taşınarak solunum yoluyla alınabilirler. Bozunma ürünleri kararlı hale gelinceye kadar bozunma devam eder; bozunma sürecinin her aşamasında radyasyon salımı olur. Bozunma ürünlerinin bazılarının alfa yayıcı olmaları nedeniyle alfa radyoaktivitesinin biyolojik etkileri önem kazanmaktadır.


Burada alfa yayıcı ise alfa parçacıkları yayan bir radyoaktif izotop demektir. Radyoaktif bozunmaya uğrayan radon gazı, teneffüs edildiğinde akciğerler tarafından tutulabilecek parçacıklara dönüşür. Bu parçacıkların bozunması devam ettiğinde ortaya çıkan enerji, akciğer dokusunda hasara, dolayısıyla, zaman içerisinde kansere sebep olur. Korelasyon görülse de yüksek konsantrasyonda radona maruza kalan her birey akciğer kanseri olacak diye bir yargıda bulunamayız. Ama burada belirtmek gerekir ki radon sigara içmeyenler arasında akciğer kanserinin bir numaralı nedeni olarak sayılmaktadır. Radyasyon Hormesisi ve Radon Radon Terapileri kemoterapinin etkinliğini arttırmak için radyoterapide kullanılır. Radyasyonun belirli bir doza kadar tedavi amaçlı uygulanmasına ‘’radyasyon hormesisi’’denilir. Kanser tedavisi etkinlik kontrol sürecinde alfa yayıcı olduğu için kullanılmaktadır. Radon tedavide kullanılma prensibini açıklayacak olursak dokularımızın yaklaşık dörtte üçü sudur, bu nedenle iyonlaştırıcı radyasyon çok önemli etkileri olan reaktif oksijen türlerini (ROS) indükler. Hem ROS hem de doğrudan α-parçacıkları biyomoleküllere zarar verir. Bununla birlikte patojenlere saldıran birçok uyarlanabilir biyolojik koruma sistemine de sinyaller gönderebilir. Riskleri tartışılmaktadır. Radon Ölçümleri Radon ’un izotoplarından en önemlileri radon ( 222Rn), toron (220Rn) ve aktinon (219Rn) olarak bilinen radyoaktif gazlardır. ²²²Rn en kararlı radon izotopudur. Ölçümlerde özellikle 222Rn dikkate alınır. Dünyada radon ölçümleri jeokimya ve çevre mühendisliği çalışmalarında, uranyum aramalarında, yapısal jeoloji ve fay çalışmalarında, jeotermal ve yeraltı suyu çalışmalarında, deprem ve volkanik aktivite belirleme çalışmalarında uygulanmaktadır. Radon gazı ölçümleri, depremlerin önceden tahmin edilebilmesi için önemli bir yöntemdir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya bu konuda büyük bir fon ayırmıştır. Radon ölçüm sonuçları tek başına depremin önceden tahmin edilebilmesi için yeterli olmamaktadır ama literatürde çok çeşitli ölçüm yöntemleri sunulmaktadır. Radon salınımı büyük bir kanser tehditi oluşturmasa da en kısa sürede ölçüm yapılmalı ve donanım mekanizmaları ile önlem alınmalıdır. Pınar Azra ASLAN


Deprem bölgelerinde hipotermi tehlikesi! Hipotermi ne demek, nasıl olur ve belirtileri nelerdir? Hipotermi tedavisi nasıl yapılır? Kahramanmaraş'ta meydana gelen 7.7 büyüklüğündeki depremin sonrasında depremzedelerin bu soğuk ve fırtınalı havada hipotermi ile karşı karşıyalar. Peki nedir bu hipotermi? Belirtileri nelerdir? Tedavisi nasıl yapılır? Normal yaklaşık olarak 37 derece olan bir yetişkinin vücut ısısı 35 derecenin altına düştüğünde hipotermi ortaya çıkar. Hipotermi, vücudun uzun bir süre boyunca üretebileceğinden daha fazla miktarda ısı kaybetmesi sonucunda oluşur. Bu durum genellikle soğuk, rüzgarlı havalarda, soğuk sularda veya soğuk evlerde uzun süre vakit geçirenlerde ortaya çıkar. Ancak, yağmur ve ter bile vücut doğru giysiler tarafından yeterince korunmadığı takdirde vücut ısısında olağan dışı düşüşlere yol açabilir. Şiddetli hipotermi yaşamı tehdit eden önemli ve acil bir durumdur çünkü kişinin yaşamsal faaliyetleri için önemli organların çalışmamasına sebep olarak hayati risk oluşturabilir. Hipotermi, hayatı tehdit eden bir durum olup hızla tedavi edilmesi gerekir. Genellikle ortamın soğuk olmasından kaynaklanır. Hipotermi bir hastalık değildir ve belirtileri sıcağa bağlıdır. İnsan vücudunun faaliyet göstermesi için gerekli ısıyı ürettiği süreden daha hızlı kaybetmesi durumunda hipotermi meydana gelir. Acil bir tıbbi durum olarak sınıflandırılır. Vücut ısısı düşen bireyin kalbi, sinir sistemi ve organları normal faaliyetlerini sürdüremez. Zamanında tedavi edilemeyen hipotermi kalp, dolaşım ve solunum sistemlerinde bozulmalara ve sonucunda ölüme yol açabilir. Belirtileri arasında:


- Titreme (vücut sıcaklığı düştükçe titreme azalabilir ya da tamamen durabilir) - El ve ayaklarda soğukluk - Cilt renginde solukluk - Konuşma bozukluğu veya mırıldanma - Yavaş solunum - Zayıf nabız - Beceriksizlik veya koordinasyon eksikliği - Uyuşukluk veya enerji eksikliği - Uykuya meyil veya hafıza kaybı - Bilinç kaybı/ hafif zihin karışıklığı - Parlak kırmızı, soğuk cilt (bebeklerde) - Seste kısıklık - Yorgunluk Sıcaklık daha fazla düştüğü takdirde kişiler ısıtılana kadar ölmüş izlenimi yaratılabilir. Bu noktada bilgili olup doktor muaynesi olmadan depremzedeye ölmüş demek çok yanlıştır. Haberlerde çok kez söylendi, çok kez uyarıda bulunuldu bu konu ile ilgili ama okurlarımızı bilinçlendirmek adına bir kez daha yazmak istedim. Bu durum boğulma olaylarında da çok sık karşılaşılan bir durumdur. Kişi soğuk denize düşüp karaya doğru yüzer, bu esnada yorulur. Yorgunluk, açlık, susuzluk, vücut sıcaklığının düşmesi durumları birleşerek hipotermiyi oluşturur. Çokça kez o balıkçıların rastladığı kişiler aslında canlı iken ve hemen yapılan bir ilk yardım müdahelesi ile hayata tutunabilecekken ilk kez ceset görmenin şoku ile ne yapacağını bilemeyen balıkçılar polisi arar, tabii polis gelene kadar da yaşıyor olma ihtimali olan bir can hayata veda eder. İrem KAPLAN


Ampütasyon nedir? Bu süreçte çocuklarla nasıl iletişim kurulur? Yaşanılan deprem felaketinin ardından bazılarımızın ilk defa duyduğu bazılarımızın aşina olduğu ama hepinizin son bir ayda en çok duyduğu kelimelerden biri olan “ampütasyon”dan bahsedeceğim size. Ampütasyon, kol veya bacağın herhangi bir bölümünün travma veya cerrahi sonrası kesilerek vücuttan ayrılması durumuna denilmektedir. Ampütasyon farklı nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Ampütasyon iş kazaları, trafik kazaları ve savaş yaralanmaları gibi bir travmaya bağlı olarak gelişebildiği gibi; kol veya bacaktaki kemik veya yumuşak doku tümörü, enfeksiyon, damar hastalığına bağlı kanlanma bozukluğu, aşırı doku hasarı veya işlev bozukluğu gibi herhangi bir hastalık nedeniyle de cerrahi tedavi olarak gerçekleştirilebilir. Yaşanan deprem ve yıkımlardan sonra sağ kalan kişilerin hastanelerde tedavi gördüğünü biliyoruz. Tedavi sürecinde bazı çocuklarda ve yetişkinlerde sağlıklarını korumak için ampütasyon kararı alınabiliyor. Bu sürece ilişkin çocuklara dair bilgilendirmelerin nasıl yapılacağı da önemlidir. Ben sizlere Ampütasyon sürecinde gözetilmesi ve sakınılması gereken noktaları içeren bu metni bilgileri somutlaştırmak amacıyla örnek cümlelerle açıklayarak yazacağım. Öncelikle kendi duygumuzun farkında olmamız gerekiyor. Bu durum herkes için çok üzücü ve beklenmedik olabilir. Üzülmemek, korkmamak gibi bir beklentiye girmek yerine duygunuzun farkında olarak ve bu duygunun doğal olduğunu bilerek ilerlemek daha yararlı olacaktır. Çocuklar duyguları anlama konusunda uzman gibidir. Yüz ifadeniz, ses tonunuz onlar için bazen sözcüklerden daha öncelikli olabilir. Bu nedenle verdiğiniz bilgi kadar bilgiyi nasıl verdiğinizde önemlidir. Sürece ilişkin hem kendiniz bilgi edinebilirsiniz hem de çocuğa yaşına uygun olarak doğru bilgiyi aktara bilirsiniz. Bilgi vermek her şeyin en ince ayrıntısına kadar anlatmak değildir kısa, net ve doğru bir bilgi verip sonrasında çocuğun sorularına göre devam edebilirsiniz. Örneğin: “Şimdi sana sağlık durumunla ilgili üzücü bir haber vereceğim.” diyerek çocuğun hazırlanmasına alan açabilirsiniz. “Tedavinin ilk basamağı olarak parmağını elinden ayırmamız gerekiyor çünkü artık onu kullanman mümkün değil ve bunu yapmamamız durumunda parmağının böyle kalması sana acı verir ya da elini kullanmanı engeller. Bu tedavi sonrasında o bölgeyi etkin bir şekilde kullanabilmen için başka tedaviler, yöntemler kullanılacak ancak ilk adım olarak bunun yapılması gerekiyor.” Özellikle 12 yaş altındaki çocuklar için durumları somutlaştırmak önemlidir. Somutlaştırarak anlatma imkanınız olursa bu örneği kullanabilirsiniz: “Bak buralardan hep damarlar geçiyor, bazen buraya baskı olunca o damarlardaki akış duruyor. (Burada çevrenizde serum hortumu vb. varsa hortumu bükerek somutlaştırabilirsiniz.) Bak gördün mü buralara şu an sıvı gitmiyor, akış durdu. Akış durunca da altta kalan, sıvı akmayan yerler zarar görür. O yüzden orayı bütünden ayırmamız gerekiyor.” Çocukların canım yanacak mı, acıtacak mı gibi soruları hatta kaygıları ve korkuları olabilir. Bu soruların cevabı net olmamakla birlikte ağrıyı hissetmemesi için sağlık çalışanlarının çaba sarf edeceği bilgisini verebilirsiniz. Örneğin: “Ameliyat sürecinde ve daha sonrasında sağlık çalışanları ağrı ya da acı hissetmemen için sana ilaç verecekler.” diyebilirsiniz. Tüm iletişim boyunca çocukların kullandığı kelimelere dikkat edilmesi, tüm bunları anlatırken çocukların kullandıkları kelimelerin kullanılması sürecin anlaşılmasını kolaylaştırabilir. Ameliyatta lokal anestezi uygulanacak çocuklar için “Ağrı hissetmeyeceksin ama baskıyı hissedebilirsin.” Diyebilirsiniz. Ameliyatta genel anestezi alacak çocuklar için ilaç uykusuna vurgu yapabilirsiniz. “Şimdi uyuyacaksın.” gibi genel bir ifadenin kullanılması çocuğun daha sonraki dönemde uyku ile olan ilişkisini zedeleyebilir. Bu nedenle ameliyat öncesi şu açıklama yararlı olacaktır: “Ameliyat sürecinde sağlık çalışanları ağrı ya da acı hissetmemen için sana ilaç verecekler ve bu ilaç seni uyutacak. Bu normal bir uyku değil, ilaç verecekleri için uyuyacaksın ve sonrasında ameliyat bittiğinde uyanacaksın.”


Çocuklar hem ameliyattan önce hem de sonrasında korktuğunu belirtebilir burada da korkmasına ilişkin cesaretlendirmeler yerine korku hissetmenin gayet doğal olduğu bilgisini verebilirsiniz. “Sen kocaman çocuk oldun.” “Erkek adam ağlamaz.” “Korkacak bir şey yok.” gibi ifadeler asla kullanılmamalıdır. Bunun yerine: “Şu an korktuğunu biliyorum, görüyorum. Parmağını elinden ayırmak zorunda kaldığımız için çok üzgünsün.” gibi ifadeleri kullanarak onu anladığınızı hissettirebilirsiniz. Çocuktuk yetişkinler gibi bu durumu neden kendilerinin yaşadığını sorgulayabilirler. “Neden ben?” “Neden benim çocuğum?” gibi sorgulamalar görülebilir. “Şu an sağlıkla ilgili bu durumu yaşaman senin yaptığın ya da yapmadığın bir şeyden dolayı olmuyor.” diyerek sorularına yanıt verebilirsiniz. Özellikle okul öncesi çocukluk döneminde çocuklar benmerkezci düşünme tarzına sahiptir. Yaşanılan bu durumu kendi yaptıkları bir yaramazlıktan ya da yapmadıkları bir sorumluluktan dolayı, “oyuncaklarımı toplamadım ondan oldu.” gibi düşünebilirler. Bu yaş dönemindeki çocuklara bu durumun kendilerinin yaptıkları ya da yapmadıkları herhangi bir şeyden kaynaklanmadığı mutlaka söylenmelidir. Bundan sonrasına ilişkin bilgi vermek hem çocuğu hazırlayacak hem de olası kaygılarını dile getirmesini açacaktır. “Parmağı, ayağı ya da kolu olmadan yaşayan hem çocuk hem yetişkin pek çok insan var. Daha önceden de dediğimiz gibi bu duruma ilişkin farklı tedavi yöntemleri yardımcı araçlar (protez, koltuk deneyi) kullanmak için sağlık çalışanları ile beraber süreci yürüteceğiz. Bu duruma alışma sürecinden sonra oyun oynamana, okula gitmene engel bir durum olmayacak ancak bazı şeyleri yapmanın yeni bir yolunu öğrenmek zorunda kalabilirsin. Bu biraz zaman alabilir. Bu sürede hem biz hem öğretmenlerin hem arkadaşların hem de sağlık çalışanları sana yardım edecek.” Çocuklarda ve genç/ergen yaş grubunda öfke, depresyon, içe kapanma gibi belirtiler gözlenebilir bu gibi durumlarda olabildiğince sabırlı ve kapsayıcı yaklaşmalısınız. Akıl verme, çözüm önerme, neşelendirmek ya da kafasını dağıtmaya çalışma gibi yöntemler kullanmamalısınız. Önceliğiniz çocuğun duygularını anlama ve çocuğa anlaşıldığını hissettirmek olmalıdır. Uzuv kaybı yaş döneminden bağımsız olarak kişi için bir kayıp ve yaz sürecini beraberinde getirme riski taşır. Yas süreci, kayıplar sonrasında verilen evrensel ve doğal bir yanıt olsa da yas tutma biçimlerimizin parmak izlerimiz kadar kişisel olduğu unutulmamalıdır. Bu kayıp ve yas sürecinde çocuklar ve gençler sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranabilirler, sizi duymuyor görünebilirler, çok öfkeli olabilirler ve öfkelerini analiz edip sebebini açıklayamadıkları için konuyla hiç ilgisi olmayan şeylere yoğun öfke sergileyebilirler ya da her şeye mızmızlanmak, sürekli uyumsuz, üzgün, karamsar olma gibi tepkiler verebilirler, bunların hepsinin yas tepkisi olduğunu bilmek gerekir. Her bireyin yasa verdiği tepkiler ve şiddeti farklı olabileceğinden uygun desteğin sağlanması, gerekli durumlarda bireysel görüşmelerin ve psikolojik desteğin sağlanması önemlidir. Deprem sonrası afetzedelere psikolojik ilk yardım eğitiminden aldığım bilgileri sizler için derledim. Umarım bu süreçte birbirimize faydamız dokunur. Gün, birlik olma günü. İrem KAPLAN


Mutluluğu aradığın sürece Mutlu olacak kadar olgun değilsindir Ve ulaşacak kadar istediğine Kayıplara yakındığın sürece Ve hedeflerin varsa durmadan yöneldiğin Bilemezsin huzur nedir diye Vazgeçersen şayet her arzudan Ne hedef ne de istek tanıyıp Mutluluğu artık adıyla anmıyorsan O zaman olup bitenlerin akışına Dayanamaz yüreğin Ve ruhun erişir huzura… “20 MART DÜNYA MUTLULUK GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN, MUTLUĞU ÇOK UZAKLARDA ARAMAYIN ASLINDA BAŞUCUNUZDA.” İrem KAPLAN


Düşünmeden yaşayabilmek için napmak lazım Hayat bi kere diye akışa mı bırakalım,yoksa... Bi kere sevebileceksen birini Sevinçten uyuyamamak lazım değil mi mesela? Bi kere alacaksam bu taşlı yolları nolur dizim sonuna kadar kanasın Bi kere geldiysem buraya ve güneş bi gün son kez doğacaksa Bi gün karanlık hava beni son kez boğacaksa Beden karışıp toprak olacaksa Her gün yeniden doğmam gerekmez mi Önemli olan vardığım yer mi Yoksa yolculuk hikayenin kendi midir Önsözü atlar gibi yaşamak hayatı,introyu geçmek Beş şıktan sadece doğruyu seçmek Sahne ışıklarından korkup hep geri çekilmek Bütün bunlar yeterli mi mutluluk için Kalbi taşıran duygular,anlık planlar, hatalar,cezalar Bunlar da hayat sayılmaz mı Dünyayı bile eğik döndürürken tanrı Kusura bakmayın olamam hep istikrarlı Düşersem çok fazla Olursa ellerim yara Bundan zevk alan olursa Kendi kirlenmemiş üstüne baksın Dümdüz gittiği yolu bıraksın Korkarak yaşayanlar vardır Ama insanın hacmi cesareti kadardır Eğer çıkarsam en tepeye Ve yorgunsam epeyce Başkası beni övmek yerine Bi bardak su versin elime CERCİYEZ


İnsan gökyüzündeki yıldızlara baktığında huzur bulur. Ben de o yıldızları tiyatro sahnesine çıktığımda görüyorum ve huzur buluyorum. Ardımdaki Türk motifleri ise benim Türk kültürüne olan hayranlığımı ve bu kültürden aldığım ilhamı yansıtıyor . Boya tüpünden sıkılan boyadaki renkler benim renkli kişiliğimin yansıması. Kişiliğim ise bu sanat dallarına olan ilgim ve uğraşım ile oluşuyor, bu kültür de yüzüme yansıyor. Beyaz gül ise entelektüel olma yolumdaki saf ve temiz düşüncelerimin sembolü. Çizim: Sami Can CANBULAT


Karikatüristimiz Ercan Akyol’dan bu ayın gündemi üzerine çizimler


Click to View FlipBook Version