The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by MİNERVA DOĞAN, 2023-04-06 13:36:04

Nisan_2023[1]

Nisan_2023[1]

4 Atatürk’ten 5 Editörlerden 6 Konuğumuz İle Kısa Bir Muhabbet 8 Okudum-İzledim-Görüyorum 10 Stenografi 12 Guernica 14 Ölüm Rüzgarı: Çernobil 16 SABAHATTİN ALİ’NİN ÖYKÜLERİNDEKİ KADINLAR ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA 17 Duygularla Sabahattin Ali 18 Orhan Veli 20 BİZDEN GERİYE KALAN THE LAST OF US ZOMBİ KARINCALAR - ZOMBİ İNSANLAR 22 Gölge ve Kemik 24 Bir Anadolu Efsanesi: Şahmeran 26 23 Nisan 28 Aşk 29 Doğaya Borçluyuz 30 Kızıl Kraliçe 32 700 Metre İrtifa 33 Günde İki Kez,Bir Tutam 34 Kayıp Mısra 35 İlkbahar Şairliği 36 Umutla Kavga, Ne Getirir Başına 38 Tabiat Tarihi Müzesinde Bir Günü 40 Şaka Günü 42 Malko’nun Günlüğü Edebî kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtarak yaşamındaki deneyimlerini okuyucusuna yansıttı ve kendisinden sonraki Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatını etkileyen bir figür hâline gelen Sabahattin Ali'yi ölümünün (2 Nisan 1948) 75. yılında saygıyla anıyoruz.


Memleketimizi, topluluğumuzu gerçek hedefe mutluluğa eriştirmek için iki orduya ihtiyaç vardır: Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran kültür ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, verimlidir, saygıdeğerdir… Bu iki ordunun ikisi de hayatidir. Yalnız siz, kültür ordusu mensupları, sizlere bağlı olduğunuz ordunun kıymet ve kutsiyetini anlatmak için size şunu söyleyeyim ki, sizler ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten bir ordunun fertlerisiniz. 4


5 Değerli Okurlarımız, Minerva, Roma Mitolojisi’ndeki akıl ve bilgelik tanrıçasıdır, aynı zamanda eski Yunan Mitolojisi’ndeki Athena’nın karşılığıdır. Baykuslar ise hem halk arasında hem de çeşitli mitlerde bilgeliğin sembolüdür. İlk olarak Alman düşünür, filozof Hegel bahsetmistir “Minerva’nın Baykuşu” metaforundan. "Minerva'nın Baykuşu ancak gün batarken uçmaya başlar." Biz de içeriklerimizi gün batımında sizlere uçurduk, dergimizi gün batımında tasarladık. Yazmak, öykünmektir hayatta. Yazmak bir iç konuşmadır senli benli. Yazmak karanlık bir yolda beliren küçücük bir mum ışığına doğru yürümektir. Yazmak eylemlerin en saygı duyulanıdır. Bir o kadar zor olanı ise çizmektir, renklendirmektir. Bunları tasarlamak, her sayfayı ince ince dokumak da cabasıdır. Sanat ise tam burada doğar zaten. Dergimize emek veren tüm sanatçıları kutluyorum. Keyifli okumalar. MİNERVA’NIN EDİTÖRLERİ


2 Neslihan Kurt


Sizce İşaret dili popülerliğini kazanmak için geç mi kaldı ? Evet. Osmanlı döneminde padişah bile işaret dilini bilirdi. Ama şu an baktığımızda çok eksik var Çocukken akran ilişkilerinizde ailenizin durumundan dolayı hiç çekingen davrandınız mı ? ( yaptığınız faaliyetler vs ) Çocuklar acımasızdır. İlkokulda ailemin sağır oluşu beni çok etkiliyordu nedeni de şu mesela arkadaşlarımın annesi ve babası geliyordu ama benim yok , arkadaşlarımın aile mevzuları anlatıyor benim yok garip bir duygu içerisindeydim ama büyüdükçe kendime ben niye utanıyorum ki dedim Utanmamalıyım. annem ve babama saygı duymalıydım bu olumsuz etkilerden kendimi arındırdım sonra da zaten onları kahramanım ilan ettim ve kahramanım olarak devam ediyorlar ama her Çocuk gibi benimle dalga geçildi. O yüzden oldu mu oldu ama atlattık o dönemleri geçtik. Sürekli ekran karşısındasınız kendiniz bir program çekmeyi düşündünüz mü hiç? Bu konu bizim uzun yıllardır kızlarımla çok istediğim bir şeydi . Bir ara adım attık fakat onu otutturamadık Şimdi tekrar böyle bir şeye başladık Bir projemiz var inşallah yakın zamanda sağır arkadaşlarımla hayata geçireceğiz. YouTube platformundan yayınlamayı düşünüyoruz. Güzel olacak gibi görünüyor. Meslek hayatınızda hiç ben rezil oldum dediğiniz an oldu mu? Çok oldu ama ona bile güldüm kendi kendime. Mesela en yakın zamanda Killa Hakan hayatımın en rezil çevresiydi dürüstçe söylüyorum Çünkü beyefendiyi anlamak çok zordu anlamadan çevirmek daha da zor tabi. Dediğim gibi bir çok rezil olduğun an var ama en yakın zamanda olan buydu ve en kötüsüydü. Bir işitme engelli olsaydınız size nasıl hitap edilmesini isterdiniz ? Hiçbir zaman bir cihaz kullanmamış ve kullanamayacak olan Bir grup var onlara ben sağır derdim O gruptan olsaydım sağır denmesini tercih ederdim Ama cihaz kullanan kendini bir şekilde ifade eden azda olsa konuşarak kendisini ifade ediyorsa O kişilerde işitme engelli olarak ifade edilmesini isterdim Ama bana kalırsa ben sağır kelimesini çok kaba bir kelime olduğunu düşünmüyorum hatta işitme engelinin daha kaybı olduğunu düşünüyorum engel çok kötü bir kelime . Negatifliği koyuyor . Bize kendi hayatınızdan bahseder misiniz? 1977 doğumluyum. Sizden büyük iki tane kızım var biri alman dili edebiyatı okuyor diğeri de yeni medya gazetecilikte okuyor. Ben lise mezunuyum üniversiteye gitmedim. Kızlarım üniversiteye gitmemi çok istiyorlar haklılar okumanın yaşı yok. İstanbul’da doğdum büyüdüm Şu an işaret dili çevirmenliği yapıyorum. Çok istek olduğu zaman eğitmenlik de yapıyorum. Bu mesleğe nasıl karar verdiniz, idolünüz kimdir? Benim annem ve babam sağır. Çocukken onlarla her yere giderdik hep onlarlaydım. Sonra ortaokul zamanlarımda kendi kendime dedim ki bunun bir gidişatı olmalı, bu konuyla ilgili bir şey yapılmalı. Liseye geçince karar verdim ben çevirmen olmalıyım. Ve bunun sadece annem ve babam için değil bütünsel toplum için olması gerektiğini düşündüm. Bir konuşmamda söylediğim gibi annem ve babam benim kahramanım annem küçük boylu olsa da benim dev kahramanım yani aslında onlar için karar verdim sonrada böyle uzun yıllardır bu işi yapıyorum. Şu an kızlarıma da bunu aşılamaya çalışıyorum. İdolüm ise babamdır. Çünkü babam bir dernek başkanıydı ve onunla birlikte bizim Türkiye’de gezmediğimiz yer kalmamıştı. Bu mesleğe bu işe gitme sebeplerimden en büyüğü babam. Ben hiç dışardan birini idol görmedim hep babam veya annem oldu ama öncelikle babamdır. Kendinizi bu alanda yeteri kadar başarılı buluyor musunuz yoksa hala geliştirmek için ileriye dönük planlarınız var mı ? Bir işte her zaman kendinizi geliştirmek zorundasınız ama ben mütevazi olamayacağım sanırım iyiyim . Çünkü gelen yorumlar beni çok mutlu ediyor. Tabii asla ben oldum dememek gerekiyor farklı alanlarda olsa da her zaman geliştirmen gerekiyor .


Merhabalar tarihin acımasız ve cebellût dönemi, merhaba haksızın haklı tarafından ya da günümüz çerçevesinde haklı oldukları kanıksanmış kişiler tarafından mecburen ve istemeyerek yüceltildiği dönemler; merhaba, bir annenin evladı ile etiği arasında kaldığı dönemler, gerçi o zamanlarda ne etik ne de ahlak kalmıştı ama… Filmimiz bu dönemleri içine azıcık da olsa Batı Sempatizanlığı da katarak bizlere sunuyor. Unutmayın ipini alanın “Bu film gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır.” dediği bu çağda acaba filmimiz de gerçek bir hikayeden uyarlanmış mıdır, onu da sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Efendim, bir dünya düşünün ne ucu belli ne de sizin bulunduğunuz nokta, ama bir şey kesinlikle belli: sizin geçtiğiniz rota. Yazarımız da bu güdüyle harekete geçerek geçmişin çocuklarına ama şimdinin de ancak geçmiş çocuklarını yakalayabilecek entelektüel kapasiteye sahip yetişkinlerine keşfin ne kadar mühim bir mesele olduğunu anlatmak istemiştir. Doğa bilimlerine ilgisi olan veya ilgisinin olmasını isteyen her türlü kişi bu eşsiz romanı okuyabilir. İçeriğinde korkusuz denizcilerin maceraları o günün şartlarına uygun bir şekilde de tasvir edilmiştir. NESLİŞAH Saygıdeğer Sultanımızın bu aşk, şehvet ve biraz da Catherine de’ Medici’nin hayatını andıran bu eşsiz roman, tarihimizin en büyük magazincilerinden olan Sayın Murat Bardakçı’nın kalemiyle hayat buluyor. Sayın Bardakçı her zamanki gibi belgelerle konuşup bizlere objektif bir şekilde Sultanımızın sadece hayatını anlatıp gerisini de bizlere bırakmayı tercih etmiş. 0.. ÇOCUKLARI KAŞİFLER ALEMİ


SEX, DEATH AND THE MEANING OF LİFE Ters evrimin en büyük kanıtı olan “Günümüz” Türk Halkı’nın kesinlikle izlemesi gereken bir film. Charles Darwin’in evrimlerin kökenini aramaya çıktığı bu hikayede karşısına çıkan gözlemsel araçlar ile ortaya koyduğu evrim tezinin nasıl açıklandığı ve bu hipotezin nasıl onaylandığı en ince detayları ile bir dizi tadında sizlerle buluşuyor. Eğer - bence gerek yok da- bulunduğunuz ortamda bir entel magandanın, bir entellektüele dönüşmesini istiyor iseniz kesinlikle önerin ama karşınıza çıkan o koca “ Maymunlar neden insan olmuyor?” sorusuna da hazır olun. Ruh ve öbür dünya, günah ve Tanrı'nın amacı hakkındaki fikirler, binlerce yıldır insan düşüncesini şekillendirmiştir. Dini ritüeller, hayatımızın önemli olaylarına gömülü kalır. Bu düşündürücü seride, evrimci biyolog Richard Dawkins, dini geride bırakırsak ne olacağını soruyor. Dinin yerine hayatlarımıza ilham vermek ve rehberlik etmek için aklın ve bilimin neler sunabileceğini araştırıyor. Bilim, ölümün karşısında anlayış getirebilir mi, doğruyu yanlıştan ayırmamıza yardım edebilir ya da hayatın anlamını ortaya çıkarabilir mi? THE GENIUS OF CHARLES DARWIN


Çoğumuzun aklına cevap olarak yazının fonetiğini, edebi içeriğini veya ruhunu değiştirmek gelmiş olsa da bu bilimde yazı karakterlerini anlamanız imkansız! (Tabi eğer bir stenograf değilseniz…) Gizli, dar, çabuk yazı anlamlarına gelen stenografi, bazı şifrelerle oluşturulmuş karakterler veya ifadelerdir. Stenograflar yani tutanak memurları ise günümüzde çoğunlukla meclis oturumlarında bulunurken nadiren de mahkeme duruşmalarında yer alırlar. Steno, biçimsel olarak daktiloyu andırmasına rağmen aslında özel bir yazı makinesidir. 22 tuşuyla, çeşitli yazı ve noktalama karakterleriyle steno; otokopili* kağıttan yapılma ince uzun rulolarıyla da bu şifreleme sisteminin yüzyıllar boyunca gizli tutulmasını ve korunmasını sağlıyor. Ayrıca çoğumuzun tespihlerden bildiği katalinden yapılma (tuşlara çok hızlı basıldığından kolayca aşınmaması için) klavyesiyle, sıradan plastik bir klavyeden daha farklı bir deneyim sunan steno; aynı zamanda klavyesinin sol tarafında dört çift sessiz harf, sağda beş çift sessiz harf ve ortasında ise dört sesli harf barındırır. Tarihçesi ve Benzerleri Romalılar döneminde hayat bulduğu sanılan steno, birçok kaynağa göre ilk defa Marcus Tullius Tiro tarafından, ünlü filozof Cicero’nun eserlerini kaydetmek için kullanılmıştır. Dolayısıyla çoğunlukla düzensiz, belirsiz kelimeleri simgelerle, işaretlerle ve kısaltmalarla oluşturulmuş bu yazılar, stenografinin öncüsü olmuştur. Tiro’nun yazılarındaki ifadeleri revize eden Seneca’yı da unutmamak gerek. 6. yüzyıldan sonra geçerliliğini kaybetmeye başlamış ve hatta 13. asırda Roma İmparatoru olan Frederick, steno ile yazılmış olan yazıların yok edilmesini emretmiştir. Karanlık çağlara girildiğinde ise steno kullanılması katiyen yasaklanmıştır. Buna rağmen dönemin papazı Trithemius, bu yok olmaya yüz tutmuş alfabeyi tekrar gün yüzüne çıkartmak için çalışmalar yürütmüştür. Fakat ortaçağdaki pek çok öncü gibi onun da eseri yakılmış, o da büyücülükle yaftalanmış ve ölüme terkedilmiştir. Modern stenografiyi merak ediyorsanız eğer, rotamızı İngiltere’ye çevirmemiz gerekiyor çünkü bizi burada stenografinin asıl geliştiricisi Isaac Pitman karşılıyor. 1837 yılında fonetik sistemi geliştirerek sadece İngiltere ile kalmayıp Amerika’daki okullarda da kullanılmasını sağladı. Peki Gizleme İçgüdüsü, Politikayı Nasıl İfadelere Döktü? Kaçınılmaz olarak insanlık tarihi boyunca bir şeyleri hep gizleme ve üçüncü bir kişiden saklama ihtiyacı duSTENOGRAFİ NEDİR?


yuyoruz. Merak etmeyin stenografiyle ilişkisinden bahsedeceğim fakat öncelikle sizi ufak bir zihin turuna çıkaracağım. Belirsizlik ve gizlilik aslında insanlık tarihinden beridir insanların gözünü korkutan ve bir o kadar da meraka sürükleyen iki temel unsundur. Belirsizliği daha sonra konuşmak üzere rafa kaldırıyorum… Gizlilik ise bizim avcılık toplayıcılık dönemlerinde bile değer verdiğimiz bir unsurdu. Bu yüzden tıpkı günümüzdeki gibi kendi güvenlikleri için kendilerine bir sığınak arayıp mağaraları akabinde basit yerleşim yerlerini benimsediler/ inşa ettiler, bedenlerini gizli tutmak için çeşitli hayvan kürkleri, postları ve kuş telekleriyle örtündüler ve tıpkı günümüzdeki gibi mental sağlıklarını çevreden gizli tutmak için belki de en olmayacak kişi veya kişilerle gizliliklerini paylaştılar çünkü biz, türdeşlerimize ihtiyaç duyan sosyal varlıklarız. Bizi neandartellerden ayıran ve baskın tür olmamızı sağlayan temel unsur da buydu zaten. Fakat hem stenografinin hem de diğer metotların unuttukları bir şey vardı: ''Bir sır, paylaşılırsa sır olmaktan çıkar.'' Bu yüzden devlet sırlarımızı korumaları için steno yazarları tıpkı Hipokrat Yemini gibi bir yemin ederler. Yapılan araştırmalara göre, katılımcılar sırların kendilerini gerçek dışı hissettirdiğini fakat hayatlarından daha az tatmin olduklarını söylediler ve hatta ”Bir insanın aynı anda ortalama 13 tane büyük sır tutarmış” argümanını da doğrulamış oldular. Tıpkı çok fazla sır tutmanın, depresyondan koruyan dopamini azalttığı gibi. Belki de bizim travma dediğimiz, bizi içten içe yiyip bitiren bazı gizlilikler vardır ve belki de bazılarının açığa çıkma vakti, kendimizle yüzleşme vaktimiz gelmiştir. Kim bilir? Belki de sağlığımız için açığa çıkarmalıyız. Slepian’ın konuyla ilgili şu sözleriyle kapanışı yapıyorum: "Kötü haber şu ki, sır saklamak zorunda olmasanız da sık sık sağlığınızın zararlı olduğunu düşünebilirsiniz" Farklı bir deneyimde yine, takipte kalın esenlikle… Duygu ABBASOĞLU


Sizi 1937 yılının Nisan ayına götürmek istiyorum, tam 8 yıl geriye. Çoğumuz o dönemi, yaşanan olayları bilmiyoruz diye öncesinde bilgi verip ardından size Picasso tarafından yapılmış bir tablodan bahsetmek istiyorum. Guernica İspanya’da yer alan küçük bir kasabadır. Hem dönemin diktatörü Franco’ya karşı direnenlerin kuzeydeki kalesi gibi görülmesi hem de Bask kültürünün merkezi olması, kasabayı o dönemde Franco için büyük bir hedef haline getiriyor. 26 Nisan 1937 günü saat 16:30 sularında kasabanın sakinleri pazar alanında toplandığı sırada, Naziler tarafından kasaba bir anda bombardımana tutuluyor, insanların kaçabileceği bütün yolları bombalıyorlar ve birçok insan, bir anda acılar içinde ölüyor. Bombardımanın bıraktığı yangın üç gün sürüyor. Peki İkinci Dünya Savaşı’na bile katılmayan İspanya’yı Naziler neden bombalıyor? Naziler, savaşta kullanmak üzere sivillerin moralini bozmaya yönelik bir taktik denemeyi istiyorlar. Franco, kendisine karşı direnen bu kasabayı Nazilere hedef gösteriyor, böylelikle hem Naziler kendilerine “denek” olarak kullanabilecekleri bir halk bulmuş hem de Franco direniş gruplarının moralini bozmak için Nazilerin yardımını almış oluyor. Kısacası, Franco kendi ülkesini bombalatıyor… Paris’te sürgünde bulunan İspanyol Cumhuriyetçi Hükümeti, Paris'teki 1937 Dünya Fuarı kapsamındaki Modern Hayatta Sanat ve Teknik sergisinin İspanya'ya ayrılan bölümünde sergilenmek üzere, Pablo Picasso'ya büyük bir duvar resmi sipariş etti. Picasso ise olay sırasında Paris’te yaşıyor, saldırıyı gazeteden öğreniyor. Duygularını resme yansıtıyor. Balzac’ın öyküsünün de geçtiği Rue de Grands Augustins’de kiraladığı atölyede mayıs ayında beyazın yerine adım adım siyah ve gri tonları geçiyordu. Renksiz olacaktı Guernica. Çünkü geriye savaşın siyahlığı ve küllerin rengi kalmıştı. Tablo ufak bir dünya turu kapsamında çeşitli ülkelerde sergileniyor ve beğeni topluyor. Böylece İspanya'daki iç savaşa diğer ülkelerin ilgisi de çekilmiş oluyor. Guernica, savaş trajedilerinin ve savaşın bireyler üzerindeki acı verici etkilerini özetliyor ve zamanla savaşın yarattığı trajedilerin anımsatıcısı, savaş karşıtı ve barış yanlısı düşüncelerin sembolü haline geliyor ve günümüze dek yapılan en önemli politik tablolardan biri olarak önemini korumaya devam ediyor. Guernica, tuval üzerine sadece siyah ve beyaz renklerde yağlı boya ile yapılmış bir resimdir. Tabloda, ölüm, şiddet, gaddarlık ve çaresizlik sahneleri, bunların asıl sebebi gösterilmeksizin işlenmiştir. Tablonun siyah beyaz oluşuyla, o dönemdeki gazetelerde yayımlanan fotoğraflara yakınlık sağlanmış, ayrıca savaşın yarattığı cansızlık vurgulanmıştır. Guernica'da, acı çeken insanlar ve hayvanlar ile kaos içindeki yıkılmış binalar betimlenmiştir. Her bir karede farklı olayın yansıtıldığı Guernica, geometrik ve izlenimci bir tablo olarak görülürken aynı zamanda kübizmin en önemli temsilcilerindendir.


Guernica hakkında, birbirinden oldukça farklı ve zaman zaman çelişkili yorumlar vardır. Örneğin resmin iki baskın unsuru olan boğa ve atın neyi simgelediği konusunda farklı görüşler bulunur. Sanat tarihçisi Patricia Failing'e göre "At ve boğa İspanyol kültüründe önemli yere sahiptir. Picasso resimlerinde bu iki figürü, birçok farklı anlamda kullanmıştır. Bu yüzden Guernica'daki at ve boğanın kesin anlamını bulmak çok zordur.” Bu iki figürün Guernica'daki anlamını açıklaması istediğinde Picasso şöyle cevap vermişti: "... bu boğa bir boğadır ve bu at bir attır... Resimlerimdeki belli şeylere birer anlam verdiğinizde bu doğru olabilir, ama bu anlamı vermek benim fikrim olmamıştır. Sizin vardığınız fikirlere ve sonuçlara ben de varmış olmalıyım, ama içgüdüsel ve bilinçsiz olarak. Ben resim yapmak için resim yapıyorum. Nesneleri oldukları gibi çiziyorum." Resmin sağ ucunda, açık bir kapıyla sonlanan siyah bir duvar vardır. Ortada sırtında mızrak olan at, insaniyetin kaba kuvvet karşısında pes edişini sembolize ediyor. Boğanın yanında belli belirsiz gözüken güvercin barışı temsil ediyor ama olanlara ağlamaktan başka yapabileceği bir şey yok. Atın yanına düşmüş sürücünün kırılmış kılıcı yenilgiyi sembolize ediyor. İrem KAPLAN Söylentiye göre Paris, Nazi kuşatması altındayken Picasso gestapo tarafından sorgulanıyor Nazi subaylarından biri Picasso’ya Guernica’yı işaret ederek: “Bunu siz mi yaptınız?” diye soruyor ve Picasso o etkileyici yanıtı veriyor: “Hayır, siz yaptınız!”


Asya lal Çernobil Çernobil Faciası ve Türk Basını Çernobil 1970'te açılmış bir nükleer santraldi. Ukrayna'nın kuzey bölgesinde, Kiev'e bağlı bir yerleşim biriminde bulunan bu santralde kaza günü dört reaktör aktifti. İkisinin inşaası ise sürüyordu. 25 Nisan günü, dördüncü reaktör rutin bir bakıma girdi. Teknisyenler olası bir güç kesintisine karşı bir deney yapmaya karar verdiler. Çok ağır sonuçları olacak bu deney için 23.00'te çalışmalar başladı. 26 Nisan 01.23'te, deney için şartların oluştuğuna karar verildi ve düğmeye basıldı. 01.24'te ise ters giden bir şeyler vardı. Deney için devre dışı bırakılmış güvenlik sisteminden ötürü reaktörde önlenemeyen çekirdek tepkimeleri gerçekleşti, ısı ve enerji bir anda kat be kat yükseldi. Önü alınamıyordu. Artan buhar basıncı, reaktörün tonlarca ağırlıktaki çatısını havaya uçurdu. Reaktördeki zirkonyum ve grafit, yüksek sıcaklıktaki buharla karışınca, hidrojenler yanmaya başladı ve tüm santral alevler içinde kaldı.Dördüncü reaktörün patlamasıyla ortaya çıkan radyasyon, Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarından tam 200 kat daha etkiliydi. Patlamanın ilk anda bir kilometre yüksekliğe ulaştı. İlk anda ortaya çıkan etkinin, iki metre kalınlığındaki betonu eritecek güçte olduğu ifade edildi. Patlamanın hemen ardından 31 kişi öldü. 26 Nisan 1986, her ne kadar ihmalkarlık dolu, hırs dolu bir facia olsa da sonrasında bu olayın izlerini silmek için yapılan çalışmalara katılan basit bir gaz maskesi, eldiven ve çizme dışında bir ekipmanı


bulunmayan yüz binlerce kişi hayret edilesi bir cesaret sergiledi. Çoğu 20'li yaşlarda, sağlıklı bu insanlar radyoaktif parçalara çıplak elle dokunmaya dahi cesaret edebilecek bir noktadaydı. Ve binlercesi bu tehlikeye karşı bile bile ölüme ilerledi. Bugün Çernobil'in etkileri çok daha ciddi değilse, sebebi bu insanların cesaretidir. Patlama sonucu erken yaşlanma, kanser hastalıkları, sinir sistemi hastalıkları, depresyon, hafıza bozukluğu, konsantrasyon problemi, kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları, mide ve bağırsak iltihapları, çeşitli enfeksiyonlar nedeniyle milyonlarca insan sağlık sorunu yaşarken, 400 bin kişi yerlerinden edildi. Santralin yakınlarındaki tüm ağaçlar ve hayvanlar radyasyona maruz kalmaları sonucunda yok oldu. Kazanın olumsuz etkilerinin nesiller boyunca sürmesi bekleniyor. O Esnada Türk Basını Dönemin Radyasyon Komitesi Başkanı Aral "Radyasyon var diyenler dinsizdir" söylemiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Dönemin başbakanı Turgut Özal da "Azıcık radyasyondan bir şey olmaz." diye şaka yapmış ve basın da bunu böyle yansıtmıştı. Türkiye için tehlike olmadığı iddia edildi. Et, süt ve balık yerken çekinmememiz istendi. Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral'ın çay içerek şov yapması da basının ilgisini çekmişti. Ancak uğruna şov yapılan radyasyonlu çay imha edildi. Asya Lal ÇETİNKALE


SABAHATTİN ALİ’NİN ÖYKÜLERİNDEKİ KADINLAR ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Geçmiş yıllardan günümüze kadar kadının toplumsal durumunda çok büyük bir değişiklik yaşanmamıştır. Yıllarca kadın, iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yanı sıra erkeğin dayatmaları nedeniyle hep ezilen taraf olmuştur. Tarihte yapılan savaşlarla birlikte toprak kazanımlarının artması ve bu sebeple erkeğin fiziksel bir güç olarak ön plana çıkması, erkeğin kadının önüne geçmesine neden olmuştur. Kadın, toplumsal hayatın gerisine atılarak güçsüz ve değersiz bir konuma düşürülmüştür. Söz hakkı elinden alınan kadın ise haklarını aramak için birtakım çözüm yolları arayışına koyulmuştur. Çeşitli örgütlenmelerle her ne kadar başarıya ulaşmış olup toplumsal yaşamda aktif olarak yer alsalar da Dünya’da ve Türkiye’de hâlâ erkek egemen düzen sürüp gitmektedir. Yüzyıllar boyunca ezilip hor görülen, sırf kadın diye eğitim hakları elinden alınan, iş hayatından soyutlanan ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de şiddete maruz kalıp töre cinayetlerine kurban giden hep kadınlardır. İslamiyet öncesinde oluşan eserlere baktığımızda kadınların yüceltildiğini görürüz. Dede Korkut Hikâyeleri’nde kadın; gücü ve zekâsı ile övülmüştür. Ancak İslami dönemle beraber kadın, değersiz bir varlık gibi algılanmaya başlamıştır. Meşrutiyet Dönemi ise Türk tarihinde feminizmin filizlenmeye başladığı bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Milli Mücadele Dönemi’nde yapılan savaşlarda erkeğin yanında sesini duyurmaya başlar. Yaşadıkları dönemin olaylarını kaleme alarak edebiyatta da kendilerini gösterirler. Toplum içindeki kadının bu trajik durumu, sanat ve edebiyata da çeşitli şekillerde yansımıştır. Dünya ve ülkemiz edebiyatı içinde tarihsel bir araştırma yapılacak olursa kadın sorunlarını etkili biçimde yansıtan pek çok yazarın varlığı dikkat çekmektedir. Bu konuda kadın yazarlar kadar erkek yazarların da kadının durumunu ve toplumdaki konumunu anlatan, eleştirel bir gözle bakan edebiyat yapıtları ortaya koydukları görülmektedir. Bu yazarlardan biri Sabahattin Ali’dir. Yazarın hikâyelerini incelediğimizde hepsinin takdire şayan olduğunu görmekteyiz. Toplumsal gerçekçi anlayışla dönemin iktidarına eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Ezen ve ezilen çatışmasın-da hep ezilenin yanında olmuştur. Sabahattin Ali, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına, ağalık düzenine, baskıcı yönetime, sosyal adaletsizliğe başkaldırmış bir yazardır. Bunların yanı sıra her türlü haksızlığa maruz kalıp pek çok sıkıntıyla baş etmek zorunda kalan kadınları da unutmayıp onların dramlarını oldukça acıklı bir şekilde eserlerine yansıtmıştır. Eserlerinde çoğunlukla kadın sorununu elen alan Sabahattin Ali, geleneklerin ve törenin kadınlar üzerindeki baskısını, aldatılan kadının yoksulluk ve eğitimsizlikten doğan çaresizliğini, bir annenin çocukları için katlandığı sıkıntıları ve düşmüş kadınların bu yola girmelerinin altında yatan sebepleri oldukça güzel bir üslupla kaleme almıştır. Sabahattin Ali’nin hayatı da eserlerinde anlattığı gibi pek çok talihsiz olayla geçmiştir. Türlü sıkıntılarla dolu hapishane günleri onun kâbusu olmuştur. Ancak yaşadığı bu olumsuz gelişmeler, onu Sabahattin Ali yapan gerçeklerdir. Ne yazık ki toplumsal olaylara karşı böyle duyarlı bir yazar aramızdan çok erken ayrılıp bir cinayete kurban gitmiştir. Geriye ise günümüzde hâlâ beğeniyle okunan pek çok eser bırakmıştır. İrem kaplan


Duygularla Sabahattin Ali Sabahattin Ali dendiğinde eminim ki aklınızda bir romanı, bir öyküsü ya da bir şiiri canlanıyor. Ardından okuduğunuz anlar beliriyor zihninizde. Tüm benliğinizle hissediyorsunuz duyguları. Aklınız tüm satırları işlemiş, kalbiniz ölümsüz duygularla atıyor. Romanlarında kendimize ait ama birleştiremediğimiz parçalar vardı. En sonunda bizi sarstı ve parçalarımız tamamlandı. Bu yüzden bu kadar çok benimsedik kitaplarını. Uzun süre etkisinden çıkamadığım benim de parçalarımı birleştirdiğim Kürk Mantolu Madonna kitabından bahsetmek istiyorum. İnsanın çevresindeki insanlara daha anlayışlı bakmasını sağlayabilen mucize bir eser. Raif Efendi gibi bir adamın çevremde bulunabileceği ihtimali bile tüylerimi diken diken ediyor. Kapalı bir hediye paketini açıyorsunuz, özenle çıkartıyorsunuz kurdelesini, yırtmadan kağıdı açıyorsunuz. Hediyeniz, düğümlenmiş bir boğaz ile mükemmel bir aşk tasviri. Okuduktan sonra kitapçıya gidip bir tane daha aldım. Ben de hediye paketi yaptırdım ve dedim ki bu kitabı gerçekten hak edecek bir insana vermeliyim. Buna layık bir insan tanıdım ama veremedim çünkü çoktan okumuştu. İlk paragrafta yazılanları bir masada ben de hissettim. Heyecanla tekrar okuyormuşçasına birlikte konuştuk roman hakkında. Bir tablo bu kadar güzel anlatılıp aşık edebilir miydi insanı? ‘’Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde fakat her şeyden habersiz yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.’’ cümlesi getirdi akla aşkı, anıları,o insanı. Raif Efendi olmak da zordu Maria Puder olmak da. Ve bizi bu iki karakter esir aldı. O yüzdendir bunları karşılıklı paylaşabilmemiz. Ben kitap okurken yaşamayı Kürk Mantolu Madonna ile öğrendim. Bizde yarattığı karmaşık duygular ve başyapıtları için Sabahattin Ali’ye sonsuz teşekkürler. Ölümünün üzerinden yetmiş beş yıl geçse de ölümsüz eserleri hala bizimle. Saygıyla anıyoruz. Asya Lal Çetinkale


Sizlere Orhan Veli’nin 109. doğum günü vesilesiyle sesleniyorum desem yeridir. Onun hayatını anlatmadan önce ona sitemimi dile getirmek istiyorum, onun yıllarca yaşadığı şehirde, onun boyadığı gökyüzünün altında nefes alıp veren bir şiir sever olarak: Belki de hep onun hatası puslu, gri Ankara semaları… Niye daha canlı bir maviye boyamadı ki sanki? Klasik bir biyografi yazmak istemiyorum. Onun şiirlerine dair bir eleştiri yazısı yazmak istiyorum. O, 13 Nisan 1914’te doğdu. Edebiyata, ilgi duydu ve küçük şiirlerle, “küçük insanlar” ın dünyasını anlatmayı tercih etti, yüzyıllardır süregelmiş şiir geleneğimize rağmen. Onun için mühim olan anlayamadığımız söz oyunlarıyla, kafiyelerle, ölçüyle yazılmış şiirler değil; bizim dünyamızdan bizim sözlerimizle ifade edilen basit ama bir o kadar da önemli olaylar ve duygulardı. Aynı sıraları paylaştığı arkadaşları Oktay Rıfat Horozcu ve Melih Cevdet Anday’la aynı tarzda şiirler yazdıklarını fark ettiler ama onların şiirleri o dönemde kabul görebilecekleri şiirler değildi. Hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar –ki kendisi şiirde estetiğe son derece önem verir- onlara destek oldu ve Garip şiirinin ortaya çıkmasına vesile oldu. Önceleri bu şiirler insanlara garip geldiğinden bu adı tercih ettiler: Garip. Şiire dair bakış açılarını Varlık dergisinde “Garip” başlığını taşıyan bir yazıyla açıkladılar ve Garip adlı bir kitap çıkardılar. Neyse ki çıkardılar, artık bu şiirler hiçbirimize garip gelmiyor. Sanmayın ki kafiyeli şiirler yazmayı beceremedi: “Ah! Birçok şeyler hatırlatan erik ağacı Ve o ilk yolculukla başlıyan hasret, zindan; Atları çıngıraklı arabanın ardından Beyaz, keten mendilimde sallanan ilk acı.”


İlk şiirleri ölçülü, kafiyeliydi. Şiirimizdeki yeni gereksinimi sezdi ve birçok genç şairi peşinden sürükledi. Her zaman olduğu gibi mevcut düzen, yenilikleri kabul etmedi. Ama o, tüm eleştirilere rağmen yoluna devam etmeyi seçti. “Orhan Veli Kanık İnsanları sevmekten sanık.” derdi Türkçe öğretmenim, işte onun hayatının ironisi, benim zihnimde yaşadı yıllar boyunca. Keşke hepimiz küçük şeylere onun kadar değer verip küçük şeylerden mutlu olmayı becerebilsek. Mutluluğuna erebilsek elimizdekilerin ya da küçük dünyalarımız için “küçük insan” ların hayatlarından ders çıkarabilsek. “Bedava yaşıyoruz, bedava Hava bedava, bulut bedava Dere tepe bedava Yağmur çamur bedava Otomobillerin dışı, Sinemaların kapısı, Camekânlar bedava Peynir ekmek değil ama Acı su bedava Kelle fiyatına hürriyet, Esirlik bedava Bedava yaşıyoruz, bedava.” Birçok işe imza attı ama hiçbir zaman parası olmadı. Hatta içinde koca bir dünya barındıran “Yaprak” dergisinin tek sayfa olarak çıkarılması da bu nedendi: parasızlık. Son sayıları çıkarmak için para bulamayınca önce buz gibi kış gününde montunu sattı, soğukta ceketiyle dolaştı. Tabii kapanma sebebi sadece parasızlık değildi. Siyasi baskılara da maruz kalınmıştı. Çünkü sanattan düşünce özgürlüğüne, insan haklarından köylüyü kalkındırmaya değin birçok sosyal konuda da yazılar yazdı. Yaprak dergisi kapandıktan sonra sadece abonelere göndermek üzere bomboş beyaz bir sayfa çıkarmak istediler ama Orhan Veli o kadar perişan bir haldeydi ki bu sayı çıkarılamadı. Yaşadığı tüm zorluklara rağmen içinde umudu, sevgiyi, hayat enerjisini canlı tutmuştu. Ama Yaprak dergisiyle o kadar bütünleşmişti ki kapanmasına dayanamadı. Dergi kapandıktan sonra kendine ve yaşamına dikkat etmedi ve bir gün trajik bir biçimde bir kuyuya düşüp beyin kanaması sonucu gencecik yaşında hayata gözlerini yumdu. Ardında koca bir miras bıraktı, bu mirasın en büyüğü de içimize umut dolduran bazen de gözleri dolduran şiirler… Dönüp dönüp okuduğum, Garip de olsa sonunda ezberlediğim bir şiiri ile veda etmek istiyorum siz değerli okurlarıma: Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle? Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce. Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum. İrem KAPLAN


BBC’nin ‘’Planet Earth’’ belgeselinde rastladığım ilginç bir olayı paylaşmak isterim. Bu belgesel, daha çok tropik orman ortamlarında 20-30 santigrat derece sıcaklıkta gelişip üreyebilen bir mantar türünün, orda yaşayan küçük eklem bacaklı dostlarımızın beyinlerini nasıl ele geçirdiğini konu edinmiş. Cordyseps olarak adlandırılan bu mantar, belgeselde de bahsedildiği üzere beynin motor fonksiyonlarını etkileyen kimyasallar salgılanmasını sağlıyor. Bu sayede beyin mantar tarafından ele geçiriliyor ve kendi başına istemsiz kararlar alarak karıncanın davranışlarını değiştiriyor. Buraya kadar anlattıklarım ilginç gelebilir. Peki, durumu biraz daha ilginç hale getirip bu mantar türünün yalnızca karıncalar ve diğer eklembacaklılara etki etmediğini, biz insanlara da bulaşabildiğini ve karınca üzerindeki etkilerinin aynısını insanlarda da ortaya çıktığını düşünelim. Durun bir dakika! Bunu daha önce birileri düşünmüş bile... Karşınızda The Last Of Us! Önce, The Last Of Us Part 1 ve The Last Of Us Part 2 şeklinde video oyun kategorisinde oyun dünyasına giriş yapmış ve oldukça beğeni toplamış. Sonra aynı hikâye üzerinden ilerleyip bu sefer de ‘’Oyun zaten çok beğenildi. Bir de bunun dizisini yapalım canım’’ diyerek yola çıkan ekip, daha önce ‘’Chernobyl’’ dizisini yapan ekiple birleşir ve bu muazzam hikâyeyi başlatırlar. Farklı sıcaklık ve ortamlarda yaşamak üzere evrimleşen Kordiseps, bir şekilde insanların yiyecek ve içecekleri gıdalara da bulaşmayı başarır ve kısa zamanda tüm dünyayı etkisi altına alan bir pandemiye dönüşür.


Önce bu gıdaları tüketen insanların bir bir enfekte olduğunu, sonrasında ise insanların beyinlerini ele geçiren ve onları birbirine saldırtıp daha fazla yayılmak için daha fazla insana ihtiyaç duyan bu mantarın getirdiği savaş ve kaos ortamı ile karşılaşıyoruz. Kızı Sarah ve kardeşi Tommy ile karantina altındaki şehirden kaçarken yakalanan ve askerlerin açtığı ateş sonucu vurulup ölen kızının cesedini kollarında bulan bir baba. Bahsettiğim kişi dizinin ilk başrolü Joel. Pandemiden yıllar sonra enfekte olmamış insanların bir araya gelip kendi düzenini kurmayı kısmen başardığı “FEDRA” ismi verilen askeri düzenin hakim olduğu bir kampta dünyaya gelmiş 2. başrol oyuncumuz Ellie ile tanışın. Ellie, kendi doğumundan önceki insan hayatını devamlı sorgulayan, meraklı mı meraklı, oldukça hazırcevap, dünyada yaşadığı süreye oranla çok şey bilen, fazla zeki, dahası kordiseps mantarının etkilerine bağışıklığı olan 13-14 yaşlarında güzeller güzeli genç kızımız. Peki, Joel ile Ellie’nin yolları nasıl kesişecek? Karakterlerimizi birbiriyle tanıştıktan sonra nasıl bir macera bekliyor? İyisinin iyi, kötüsünün ise çok kötü olduğu ve böyle nice karakteri bol bol içinde barındırdığı hikâyenin yan karakterlerinde kimler var? Ellie’nin mantara doğuştan bağışık olması hikâyeyi nereye götürecek? Yeni Dünya’nın sistemine karşı çıkan diğer insanlar kimler? Dünya eski haline dönecek mi? Bu arada bu mantarın gerçek olduğunu ve yalnız belli bölgelerde 20 ile 30 santigrat derecede yaşayabildiklerini yazımızın başında da söyledim. Kordiseps, ortalama 37 derece olan insan vücut sıcaklığında yaşayabilecek şekilde henüz evrimleşmedi. Buna hemen ikna olmayın! Bir felaket senaryosu olarak komplo teoricilerinin eline bir fırsat verecek olursam; İsrail'deki Yeshiva Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma, insan vücudu için ideal sıcaklık olan 37 derecenin, mantar enfeksiyonlarına karşı yeterince sıcak olduğunu ortaya çıkardı. Sizce gerçekten güvende miyiz? Sonraki yazılarımızda buluşmak üzere… Ahmet ALTUNTAŞ


Büyülü, fantastik, heyecan dolu bir macera… Bu aralar çok sıkılıyorum, gerçekten keyifle izleyebileceğim bir dizi arıyorum hatta kitapları da olsa ne güzel olur diyorsanız doğru yerdesiniz. Fantastik sevenler toplansın! Şimdi çok keyifli bir yolculuğa çıkacağız. Yolculuğumuzun adı Gölge ve Kemik. Leigh Bardugo’nun kaleminden çıkmış bir seri Eric Heisserer tarafından ekranla buluşuyor. Aranızda bu dizinin ilk sezonunu izleyenler belki de vardır. Başrollerini Jessie Mei Li, Ben Barnes, Freddy Carter gibi birçok ünlü isim paylaşıyor. Sadece kaliteli oyuncu kadrosuyla değil aynı zamanda arka plandaki ekip de çok güzel işler başarıyor. İzlemeyenler için bu evren hakkında biraz bilgi verelim. Aslında dizi Leigh Bardugo’nun kitaplarının bir devamı olarak değil de kitapların harmanlanmış hali olarak ortaya çıkıyor. Önce kitapların ne anlattığından bahsedersem ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak. Yazar bizlere Grisha evreni olarak bir evren yaratmış. Bu evreni anlatırken de kitapları belli bir sıraya göre ve gruplandırarak bizlere sunuyor. İlk üçleme Gölge ve Kemik, Kuşatma ve Fırtına, Çöküş ve Yükseliş kitaplarından oluşuyor. Arkasından Kargalar Meclisi ve Sahte Krallık gelirken son olarak yakın zamanlarda ortaya çıkan Yara İzi Kralı ve Kurtların Hükmü kitaplarıyla seri şimdilik son buluyor. Evet şimdilik diyorum çünkü yazar bu seriyi devam ettirme düşüncesinde.


Gelelim bu Grisha’lar ne oluyor. Merak etmeyin spoiler vermek gibi bir niyetim yok. Grishalar ateşi, suyu, rüzgârı, ışığı ve karanlığı çağırabilen kişiler. Bunların en güçlüleri de karanlığı ve ışığı çağırabilenler. İşte hikâye de burada başlıyor. Karanlığı çağırabilen Karanlıklar Efendisi (Ben Barnes) ile ışığı çağıran güneş elçisi (Jessie Mei Li) arasındaki maceraya konuk oluyorsunuz bu seride. Arkasından gelen Kargalar Meclisi ile başlayan kısımda da gizli bir ekibin maceralarına tanık oluyorsunuz. İşte kitaplar birbirinin devamı olarak devam ederken dizide bu olaylar aynı zaman diliminde birbirleriyle harmanlanarak veriliyor. Bu da izleyiciye çok keyifli anlar yaşatıyor. Şimdi sıkı durun diziyi izleyenler sadece bir sezonla sınırlı kalmayacak çünkü 2. Sezonu 16 Mart tarihinde Netflix platformunda yayınlandı ve yayınlandığı an itibariyle Netflix Top 10 listesinde ilk sırda yerini aldı. IMDB puanının da 7.6 olmasıyla beraber dizi ekibinin güzel bir iş çıkardığını görebiliriz. Peki o zaman sevgili okurlarımız daha ne duruyorsunuz! İster önce diziden ister kitap serisinden başlayın bu keyifli maceraya bir an önce ortak olun. Sizlere keyifli anlar dileriz! ZEYNEP HAZAL ÖZER


Şahmeran... Bütün yılanların şahı... Belden aşağısı yılan, yukarısı insan olan bir kadın. Adaletiyle yılanlara hükmederken, güzelliğiyle insanları büyüleyen bir kadın düşünün. Şahmeran, Hitit efsanelerinde İlliyanka, Grek mitolojisinde Medusa olarak farklı bir biçimde anlatılır. Biz, Anadolu’da Şahmeran Hikâyesi olarak dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp günümüze kadar ulaşan efsaneye değineceğiz. Şahmeran efsanesi, insanoğlunun bencilliğiyle başlayan; sevgi, tutku ve ayrılıkla devam eden, vicdan azabıyla mühürlenen olağan üstü bir efsanedir. Şahmeran, o kadar beğenilen bir efsane olmuş ki; her anlatan dilinden bir damla bal, her dinleyen hayalinden bir çiçek katmıştır efsaneye. Mardin, Gaziantep ve Mersin yörelerinde biraz farklı anlatılıyor olmakla birlikte; efsaneye duyulan saygı gereği özüne pek dokunulmamış ve günümüze kadar gelmiştir. Şahmeran Efsanesi’nin bitimin aynı zamanda Lokman Hekim Efsanesi’nin de başlangıcını teşkil etmesi dolayısıyla apayrı bir öneme sahiptir ayrıca şahmeran efsanesi câmâsbname olarak da bilinir. Şimdi efsanemize geçelim. Rivayet edilir ki; kendisi fakir olsa da gönlü zengin olan, odunculuk yaparak geçimini sağlayamaya çalışan ve annesiyle birlikte yaşamakta olan Cemsab adında, yakışıklı ve yiğit bir delikanlı vardır. Günün birinde, iki arkadaşıyla birlikte kırlarda dolaşırken, tesadüfen ballı bir kuyuya denk gelirler. Bal o dönemin en kıymetli besinlerinden birisidir ve kısmet ayaklarına kadar gelmiştir. Arkadaşlarından biri eğer o kuyudaki balı satarsak çok para kazanabiliriz diyor tabi hemen gidip o kuyuda ki balı toplamaya başlıyorlar en son kuyunun dibinde çok az bi bal kalıyor ona ulaşamıyorlar Cemsab’a seni biz iple aşağıya sarkıtalım sen o balı topla yukarı çekelim diyorlar Cemsab kabul ediyor ve efsane böylece başlıyor Kuyuya sarkıttıkları halata tutunarak aşağı inen Cemsab kovaları doldurdukça, arkadaşları balı yukarı çekerler. Kuyudan, düşündüklerinden de daha fazla bal çeken iki kafadar, hisselerine daha fazla bal düşmesi için Cemsab’ı kuyuda bırakarak, kovalar dolusu balla köylerine dönerler. Cemsab bir daha o kuyunun dibinden asla çıkamayacağını düşünüp ağlamaya başlıyor nasıl olsa ölücem diyip öleceğini düşünerek beklemeye başlıyor derken birden kuyunun dibinden bir akrep toprağı yararak çıkıyor. Cemsab akrepten çok korkuyor ve akrebin çıktığı delikten bi ışık huzmesi yayılıyor etrafa ve merak ediyor çakısıyla gidiyor o deliği yavaş yavaş kazmaya başlıyor o kadar çok kazıyor ki en sonunda delikten geçecek hale geliyor ve o delikten geçtikten sonra bambaşka bi dünyada buluyor. Kısa sürede ürkekliği üzerinden atan Cemsab bahçenin ortasına ulaştığında, gördüğü manzaranın karşısında adeta nutku tutulur. Belden aşağısı yılan, yukarısı insan olan inanılmaz güzellikte bir kadın görür. Bambaşka bir dünyaya ait olan bu yarı insan, yarı yılan olan bu yaratık bütün yılanların şahı olan Şahmeran’dır.


ŞAHMERAN Cemsab başından geçenleri bir bir şahmerana anlatır şahmeran da kendi hikâyesini anlatır. Şahmeran ile Cemsab arkadaş olurlar. İkisi de mutludur. Mutluluk deminde zaman çok çabuk geçer, derler ya... Ne şahmeran ne de Cemsab, yedi yılın su gibi nasıl akıp geçtiğini anlayamaz. Bu zaman içerisinde Cemsab şahmeranın güvenini kazanır. Şahmeran da ona hiç bir insanın bilmediği tıp bilimini öğretir ancak Cemsab ailesini özlediği için yeryüzüne çıkmak ister. Şahmeran’ın yüreği burkulur. Çok sevdiği arkadaşıyla yol ayrımına geldiğini hisseder. Sevgisinin yüceliğini, anlayış ve fedakârlığıyla taçlandırmaya karar verir: ’’Bilirim, güzel olan her şeyin de bir sonu vardır. Bencillik edemem, gitme dersem üzüleceksin. Gitmene izin vermekten başka bir seçeneğim yok; ancak bir şartım var. Yeryüzüne çıktığında sakın ola ki yerimizi kimseye söylemeyesin. İnsanlar; bilgelik, şifa ve ölümsüzlüğün sırları için benim peşimde. Umarım bunların ne anlama geldiğini, günün birinde anlamak zorunda kalmazsın. Bir şey daha var: Bizim aramızda geçirdiğin bunca zamandan sonra, sen de Maranlar’a benzedin. Sakın, kimsenin yanında vücuduna su değmesin. Tenin suyu gördüğü anda pul kesilir, insanlar bizimle ilişkin olduğunu anlar böyle, bir durum hepimizin sonu olur der Şahmeran’ın görevlendirdiği bir yılan Cemsab’ı gizli geçitten yeryüzüne ulaştırır. Yaşlı annesi ölü sandığı oğlunu bir anda karşısında görünce sevinçten bayılır. Ayıldığında gözlerine inanamaz. Oğlunu hasretle bağrına basar. Cemsab uzun yıllar verdiği sözde durup Şahmeran'ın yerini kimseye söylememiştir. Bir gün ülkenin padişahı amansız bi hastalığa yakalanana kadar Vezir, hastalığın tek çaresinin Şahmeran'ın etini yemek olduğunu söylemiş ve her yere haber salınmış. Ülkenin veziri herkesi tek tek hamama sokmuş. Sıra Cemsab'a gelmiş. Cemsab soyununca vezir Cemsab’ın derisinde pullar olduğunu görünce Cemsab’ı türlü işkenceler sonunda konuşturmayı başarmış Cemsab şahmerana ihanet ettiği için vicdan azabı çekmeye başlar ama başka çaresi de kalmamıştır. Cemsab kuyunun yerini gösterince Şahmeran bulunup dışarı çıkarılmış. Şahmeran Cemsab'a, "Benim başımı kaynatıp padişaha içir, padişah kurtulsun, gövdemi de vezire içir, ölsün, kuyruğumu da kaynatıp sen iç, böylece Lokman Hekim ol" demiş. Böylece vezir ölmüş, padişah da iyileşip Cemsab’ı veziri yapmış. Kendisine teklif edilen vezirlik makamını kibarca geri çeviren Cemsab, insanlara karşı duyduğu sevgi, saygı ve dağıttığı şifanın ödülü olarak; zamanla, hekimlerin piri Lokman Hekim olarak anılmış ve rivayete göre de Cemsab böylece Lokman Hekim olmuş. Efsaneye göre Şahmeran'ın öldürüldüğünü yılanlar o günden beri bilmemektedirler. Tarsus'un, Şahmeran'ın öldürüldüğünü öğrenen yılanlar tarafından bir gün istila edileceği rivayet edilir. Anadolu topraklarında doğmuş bir efsanedir şahmeran. İnsanın aç gözlülüğü, zayıflığı ihanetidir anlatılan Her şeye rağmen sevginin aşkın gücüne dem vurur. En nihayetinde bilgelikten fedakârlıktan bahseder, iyiliğin iyilik kötülüğünse kötülük ile karşılık bulacağına dair kadim inancı besler. Herkesin bi şahmeranı vardır ne kadarı gerçek hangi hikayesi doğru bilemeyiz ama tüm hikayelerde müşterek olan sevdiğinin ihanetine uğramaktır. Simgenaz BULUT


Dokuz yaşlarındayım yirmi üç nisan için okulda hazırlıklara başlanmış herkes şen şakrak herkes çok mutlu, ben o özel günde şiir okumak istiyordum öğretmene bu isteğimi dile getirdim kabul etmişti, mutluluktan havalara uçtum ve o gün hemen provalara başladım çalıştığım şiirin konusu anne ile ilgiliydi eve gittiğimde de anneme okudum şiiri annem çok sevindi bir yandan da sevinç gözyaşları döktü. Ertesi gün okul çıkışı yoldan çiçekler topladım baharın ilk çiçeklerini anneme vermek için koşa koşa eve gidiyordum o kadar heyecanlı bir andı ki anneme hem çiçek vericektim hem de şiir okuyacaktım, eve geldiğimde soluk soluğa kalmıştım annem hemen telaşlandı ilk başta bir şey oldu sandı sonra derin bir nefes alıp yüksek sesle şiiri anneme tekrar okudum ve ardından çiçekleri verdim annem öyle mutlu mesut oldu ve benim o an kadar mutlu olduğum hiçbir zaman dilimi olmamıştı hayatımda. Yirmi üç nisan günü geldi ve ben o şiiri okumadım okuyamadım çünkü annem bu şiiri her okuduğumda ağlıyordu ve ben herkesin içinde annemin ağlamasını istemiyordum çünkü benim annem çok güçlü bir kadındı hepte öyle kalıp öyle görünmeliydi. Harika Deşdemir —23 23 Nisanlar hep heyecan dolu geçerdi benim için. Hele o " bütün dünya buna inansa" şarkısı akıllardan çıkmaz, ya da "bir başkadır benim memleketim" şarkısı. Heyecanı dindiren şarkılardı nedense. Bu heyecanımı sanırım her 23 Nisanda görev almama bağlıyorum. Ya şiir ya halk oyunu ya da başka bir görev ama illaki bi faaliyete katılırdım. Çünkü bu faaliyetler bana vatani bir göreymiş gibi gelirdi. Ailemiz de her zaman gelemezdi bizi izlemeye. Ah o bizden önemli olan işler. Ama en az birisi bile geldi mi de bizi izleyip gurur duysunlar diye yapmadık şaklabanlık bırakmaz, bunun yanında elimizden geldiğince gösterimizi en güzel şekilde yapmaya çalışırdık. Tabi ne olursa olsun yanlışımızı görmez bizi beğenirlerdi. Ama bir şey daha vardı. Sanki o söylediğimiz şiirleri dinliyor, o gösterilerimizi izliyor ve sanki vatanın hangi bölgesinde olursak bizim için geliyordu Atatürk. O bir süper kahramandı bizim için. Süper güçleriyle ülkemizi düşmanlardan kurtaran eşsiz lider. Ama asıl değerini büyüdükçe anladım. Çocuk olmaktan çıkıp genç olunca atamın ne demek ve ne yapmak istediğini öğrendim. Bu ona olan sevgimi ikiye katladı. Bir lider düşünün, meclisin açılış gününü " bugünün çocukları, yarının büyükleridir" diyerek çocuklara armağan etsin. Ama öyle büyük bir iş daha yapmıştır ki bu da o günü tüm dünya çocuklarına armağan etmesidir. Düşünsenize dünyanın öbür ucundaki çocuk sizin süper kahramanınızı tanıyor ve onun armağan ettiği bayramı kutluyor. Ama daha güzel olan şey de şu ki bizim süper kahramanımız kurgu değil, apaçık gerçekliğiyle ortada olan bir kahraman. O günlere dönmeyi istiyor işte bazen insan. O saf çocukluk dönemindeki kutlamalara. Ama hâlâ her 23 Nisanda çocuk olurum. Kaybetmem içimdeki o çocuğu. Çünkü ben yarının büyüğü olacak olsam da bugün dünün çocuğuyum. Şunu da unutamıyorum, sanki atam bizim yanımızdayken gösteri yaptığımız valiler, müdürler, memurlar, başkanlar vs. bizim karşımızda gibi. Biz sanki 23 Nisanı eğlenmek için değil de onları eğlendirmek için kutluyor gibiydik. Onlar koltuklarında rahat bir şekilde otururken, biz çocukların Saatlerce ayakta beklemesi de cabası. E yorulsan da yere de oturamazdın. Sonuçta karşıdaki kişi vali yani ayıp olur. (Olurmuş). Bir anda o günün heyecanı gider, yerini protokole karşı bir yanlış yapmama heyecanı sarardı. Bilemiyorum belki ilerde 23 Nisanın amacı daha çok anlaşılır. Çocuk bayramında çocuklara daha çok değer verilir. Sözü geçen protokol Atam gibi çocuklarla oyunlar oynar. Sami Can Canbulat – 19 Aslında çocukluğuma dair tek hatırladığım anımdır. Biz iki kardeştik, 23 Nisan tam da babamın maaşını aldığı güne denk gelirdi. Babam da bayram diye her sene 23 Nisan hediyesi bize ayakkabı alırdı. Hem benim hem de kardeşimin ayağını kağıdın üstüne koyar, çizer, gider Sümerbank’tan ayakkabı alırdı. Eve gelene kadar acaba ne alacak diye heyecanla beklerdik. Her sene hüsranla da sonuçlansa yine de hevesle beklerdik, kapıda kardeşimle otururduk. Babam gelirdi. Alın bi giyin der poşetinden çıkartırdı ayakkabıları. Hep aynı renk, siyah. Her kıyafetle olur diye. Hep aynı model. Klasik. Erkek ayakkabısı gibi almışsın yine derdi annem. Bari renkli al bi sefer de derdi. Biz yine de kardeşimle babama sarılır, beğendik baba çok güzel derdik. İçimizden bi sefer de kendi keyfimize göre gitsek seçsek ayakkabılarımızı derdik. Yıllar sonra babamın koluna torunları girdi, dede hadi alışverişe dedi. Kızılay’daki üç beş dükkanı gezdirir istedikleri ayakkabıları aldırır gelirlerdi. Onlar her eve geldiklerinde aldıkları ayakkabılara içim giderdi. Bedriye Özyurt —68


Benim çocukluğumda her milli bayramda törenler olurdu. Okulumuzun büyük bir spor salonu vardı. Aylar öncesinden hazırladığımız dans gösterileriyle, korolarla kutlardık bayramımızı. Her sene tütülü elbiseler giyer, sahnede olurdum. Bir sene zeybek oynadık, tüm öğrenciler katıldı. Bir sene rocknroll dansı yaptık, bir sene vals yaptık, bir sene bale yaptık… Her öğretmenin titizlikle hazırladığı o programlarda en çok bandoyu severdim ve bir de bitişi. Bando eşliğinde uygun adım yürüdük, ellerimizde bayraklarla. Ve en son asılan bayrağımız açılırdı, içinde balonlarla. Konfetiler patlatılır ve çocuğuz ya mutluluktan bağırırdık biz de. İrem Kaplan – 18 "Anne kırmızı ve mavi kurdele lazım yarın tören var." Bu heyecanı dün gibi hatırlarım. Her 23 Nisan arifesinde hep bir aksaklık ve hep aynı heyecan. Ankara'nın mütevazı ilkokulunda camları süslemiş ve tören günü oynayacağımız folklor oyunun son provasını da yapmıştık. Herkesin elinde olması gereken kırmızı ve mavi kurdelelerden varken benim elimde hiçbir şey yoktu. Ya çalışma yaptığımız salonda kaybetmiştim ya da bir yerde bırakıp geldim okula, bilemiyorum, ama öğretmenden sağlam azar yediğimi unutamam. Annem bir şekilde tuhafiye tuhafiye gezerek istediğim kurdeleleri buldu. Bense ceza olarak en arka sıraya geçerek oyunumu tamamladım. Geriye ise eski bir kutunun içinde 26 yıldır saklanan bir çift kurdele kaldı... Erdi Akbulut – 33 Benim en eğlendiğim 23 Nisan 3.sınıftaki gösterimizdi öğretmenimiz biraz sertti o yüzden provalarda bile en özenli şekilde dansımızı yapardık hatta öğretmenimizin eşi bile bize yapacaklarımızı öğretiyordu çok heyecanlıydık hepimiz. Gösteride giyeceğimiz kıyafeti ilk gördüğümde bile çok heyecanlanmıştım siyah üst kırmızı bir etekti çok beğenmiştim beklediğim gün geldi çattı o gün 23 Nisan’dı. Haftalardır hazırlandığımız o gün gelmişti sıramızın gelmesine son bir sınıf kalmıştı öğretmenimiz bizi sıraya sokmaya başlamıştı son sınıf bitirdikten sonra konuşmacı "gösterilerini yapmak üzere 3/B yi piste alalım “dediğinde heyecandan ayaklarımı hissetmiyordum hepimiz yerimizi aldığımızda müzik başladı ve gösterimizi yapmaya başlamıştık hepimiz birbirimize bakıp hareket ediyorduk çünkü hepimizin aklımda şu soru vardı acaba doğrumu yapıyoruz gösterimizi çok güzel yapmıştık öğretmenimizin bize karşı o gururlu bakışlarını hiç unutmam o günü her şey çok güzeldi herkes renkli renkli giyinmiş her yer cıvıl cıvıldı. Herkes çok mutluydu salondaki tüm velilerin çocuklarını çekme heyecanı vardı en sondada sınıflar arası ip çekme yarışması vardı öğretmenlerimiz önceden bizleri uyarıp ipin elimizi kesmemesi için eldiven almamızı söylemişlerdi bizim takım kaybetmişti ama kazanmış kadar eğlenmiştim birbirimizin üstüne düşmüştük ve her şey çok güzeldi….. Melina Narin SABAHOĞLU —14 Bir 23 Nisan haftasında resim yarışmasına katılmıştım. O haftanın sonunda 23 Nisan gününde okula gitmiştik. O gün resmimin sergilendiğini gördüm ve benimki gibi çok güzel resimler vardı O gün çok eğlenmiştik! ~Deniz ÇETİNKALE —10 Benim çocukluğum köyde geçti. Bizim bütün akrabalar ordaydı, herkesin çocuğu vardı benim arkadaşımdı. Onlarla oyunlar oynadık ben çocukken. Seksek oynardık. Taşları dizer kareler yapardık. Bazen halamın ördüğü iple ip atlardık. Okul yoktu köyümüzde. Biz hep tarlada anama yardım ederdik. Şalvarla giderdik tarlaya. Çocuk bayramında, Cumhuriyet bayramında, Zafer Bayramında hep babam saçlarımı tarardı. İki yandan örer biri kırmızı biri beyaz kurdelelerle bağlardı. Kardeşlerimi de güzelce giydirirdik, onların da saçları taranırdı. Babam takım elbisesini giyerdi sonra ilçeye yürürdük. Taşova’da meydanda bayraklarla süslenirdi, o meydanda marşlar okunurdu. Her köyden kadınlar yiyecek bir şeyler yapardı, oralarda yerlere örtü serer hep beraber piknik yapardık. Başkent’te Atatürk çocuklarla olur derlerdi, ben hep Başkenti ilçeden biraz daha uzakta bizim şehir sanırdım. Hep az daha yürüsek gideriz sanır babama gitmek için yalvarırdım. Babam gidilmez oraya yakın değil derdi. Sen büyüyünce görürsün Atatürk’ü derdi. Ben arkadaş görünce kalkar onlarla koşmaya başlardım. Sonra akşam köye dönerdik, bazenleri traktör denk gelirdi traktörle giderdik köye. Biz zaten yorulduğumuz için koşturmaktan eve dönerken uyurduk. Zeliha Özyurt —90


Hiç aşık oldunuz mu ? Çoğu insanın evet diyeceğini düşündüğüm bir soru aslında bu ama devamında aşk nedir diye sorsam kimsenin tam olarak açıklayamayacağı bir delilik hali aslında. Kiminin geri dönülmez hatalar yapmasına sebep olan, kiminin uğruna hayatını yarım bıraktığı bu tarifsiz duygu.. Aslında ne güzelmiş. Bence insan hayatında bir defa aşık olabiilir. Bakarken gözlerinizin dolduğu o kişiyi hatırlayın, bir daha kimseyi onun gibi sevebildiniz mi? Ben kendime adıma cevaplayayım, sevemedim. Son günlerde bizi bu karmaşık duyguya iten nedir diye düşünüyorum. Dış görünüş değil, siz de fark etmişsinizdir aslında beğenmeyeceğimiz insanlara yıllarımızı harcamadık mı? Karakter değil, bizi yarı yolda bırakıp aldatan insanları yıllarca beklemedik mi? İlgi hiç değil, günlerce tek sözüne muhtaç kalmadık mı? Aslında kendimizi kendimizden kilometrelerce uzaklaştırmadık mı? Değdi mi, zerresine değmedi. Büyüdük mü, bazen bir gecede. Sorumun cevabına gelecek olursak bir çıkışa ulaştım. Heyecan. Bizi, sevgimizi, beklentimizi hep diri tutan o heyecanlı bekleme hali bence aşk. Bizi ulaşamadıklarımız canlı tuttu aslında, hep ulaşmışız gibi gelen ama asla varmak istediğimiz noktayla bizi kavuşturmayan bu duygu bize hayatımızın dersini verdi. Dönüp kendinize baktığınızda aslında yıllar önce biten belki de sözde hiç başlamamış ama sizi bambaşka birine dönüştüren o duygunun izini görüyor musunuz? Ben görüyorum ve zamanında ağlayarak baktığım o anlara özlemle bakıyorum. Büyüdük, belki de büyümemizdeki en büyük pay buydu. Herkesin içindeyken bile kendimizi yalnızlaştırdığımız o delilik haliydi. Hiç aşık olmamış onlarca insan var etrafımda. Üzülüyorum bu hissi tadamadıkları için ama tadabilen insanlara daha çok üzülüyorum çünkü biliyorum ki, insan bir defa aşık olur. Bu yüzden tavsiyem şu, sevin. Çok sevin. o kadar güzel sevin ki siz bile hayran olun içinizdeki aşka ama doğru insanı sevin. Sizi incitmeyecek, çiçekler bahçesinde yürüteek insanları sevin. Aşk, çok güzeldin. Çok derin, asla kapanmayacak ve kapanmasını istemediğim; bazen acıyla bazen gülümseyerek hatırlayacağım bir iz bıraktın bende. Umarım seni kalbimde yeterince özel kılabilmişimdir. Değecek kalplerde ol., Eylül İdil ÖZEREN


Şehirleştiğimizin sen de farkında mısın? Küçükken oynadığın bahçenin yerine koskocaman gökdelenler dikildiğinin? Nefes almak için binaların yarattığı kasvetten, trafiğin boy gösterdiği günlerden kaçmak istesen de kendini yine binaların içinde bulduğunun? Kaç yaşındasın bilmiyorum, doğanın ve yeşilin tadını ne derece tattın bilemiyorum. Ama kendi küçüklüğümden örnek verecek olursam “Yeşil Bursa” diye bilenen hiçte yeşil olmayan Bursa’da yaşıyorum. Küçüklüğüme dair anılarda yeşil tonu aramaya çalışıyorum, bulamıyorum… Bir iki tane parka dönüştürülen alanlar var yalan olmasın, yavaş yavaş yok olmaya yüz tutan. Geçen senelerde yanından geçtiğim zeytinliğin yerinde bugün inşaatlar var mesela. Bize bahşedilen güzellikleri yakıp, yıkmak, kesmek ve yok etmek çok acı değil mi? Binlerce canlıyı yuvasından etmemizin bahsine hiç girmiyorum. Zaten insandan başka hangi canlı kendine yuva yapmak için başka bir canlının yuvasını bozabilirdi ki? Ne zaman İstanbul’a gitsem doğayı yok ettiğimizin daha çok farkına varıyorum. Daha feribot kıyıya yanaşmadan ufukta buğuluyken İstanbul, önce gökdelenler boy gösteriyor uzaktan. Yaklaşınca türevleri beliriyor, bakakalıyorsun. Geçen Eminönü’nde bir etkinliğe katılmak adına Beşiktaş’ta inmek durumunda kalmıştım. Beşiktaş’tan Eminönü’ne giderken minibüs kullanmam gerekiyordu. Uzaktan gördüğüm binaların arasından geçerken uzun uzun baktım. Baktım, nasılda yeşili yok edip beton yığınları oluşturduğumuza baktım. Neyin hırsında, neyin kafasında olduğumuzu gerçekten bilmiyorum. Son zamanlarda felaket felaket üzerine geliyor, bir şey diyemiyorum. Çünkü şu kalıplaşmış “Olacağı varmış olmuş.” lafını bir kenara itecek olursak doğa intikamını alıyor. Kendi yaşam alanımızı ve kaynaklarımızı tutarsızca harcıyoruz. Olur! Deprem de olur, sel de basar, fırtına da çıkar. Ve biliyor musun kalan iki üç yeşil alanı da şuan yok etmeye devam ediyoruz. Bol oksijenin, yeşilin, doğanın değerini anladığımızda ise muhtemelen çok geç olacak. Ne kadar tutumsuz, umarsız ve fark etmeden yaşıyoruz öyle değil mi? Biz daha bugünü doğru düzgün, limiti aşmadan yaşayamazken yarınlara güzel bir dünya bırakmak mı? Kulağa imkansız geliyor… Beyza CANBAZ DOĞAYA BORÇLUYUZ


KIZIL KRALİÇENİN EVRİMSEL EGEMENLİĞİYLE SÜREKLİ KOŞMAK Pandemi ile değişimden direkt dönüşüme geçtiğimiz hızla dönüşen ve gelişen küresel dünyamızdaki dinamizmi Kızıl Kraliçe Etkisi ile açıklayabiliriz. Adını İngiliz yazar Lewis Carroll’ın ünlü eseri Alice Harikalar Diyarı’nda devamı niteliğinde 1872'de yazdığı ‘’Aynanın İçinden’’ klasiğinden alır. II.bölüm olan Canlı Çiçekler Bahçesi bölümünde Kızıl Kraliçe ve Alice birdenbire el ele koşmaya başlarlar. Kraliçe "Daha hızlı! Daha hızlı!" diye Alice’e haykırır ancak ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar Alice,çevrelerindeki ağaçların ve diğer nesnelerin yerlerinin değişmediğini fark eder. "Acaba,her şey bizimle beraber mi hareket ediyor?" diye düşünür. Kraliçe, "Hızlı! Daha hızlı!" diye bağırarak Alice’i çekiştirir. “Vardık mı?” diye soran Alice’in sorusunu tekrar eder Kraliçe. “On dakika oldu varalı! Daha hızlı!” Ayakları yere değmeden havada süzülüyormuş gibi koşarlar.Sonrasında Alice büyük bir şaşkınlıkla yola çıktıklarındaki yerde olduklarını fark eder. "Bizim ülkemizde bizim koştuğumuz gibi uzun süre çok hızlı koşarsan genellikle başka bir yere ulaşırsın, " "Yavaş bir ülkeymiş!" der Kraliçe. "Bizim burada, gördüğün gibi ,bulunduğun yeri koruyabilmen için olabildiğince hızlı koşman gerekiyor. Eğer ki başka bir yere gitmek istiyorsan bunun en az iki katı kadar hızlı koşmalısın!" Alice ve Kraliçe arasında yaşanan bu diyalog evrimsel biyolojide önemli bir yeri olan bu hipotezin ismine ilham olur.Kızıl Kraliçe Etkisi (Red Queen Effect) Hipotezi olarak ilk kez 1973 yılında Amerikalı biyolog Leigh Van Valen tarafından A New Evolutionary Law isimli makalede yayınlanır.Makalede Van Valen;kendi ismiyle de adlandırılan Yok Olma Yasasını (Uzun ve kısa ömürlü taksonların yok olma şanslarının eşit olduğunu belirtilir),Kızıl Kraliçe dinamikleriyle açıklar.Çalışma bulgularını fosillerle yaptığı çalışmalar sonucu elde etmiştir.Özetle Kızıl Kraliçe Hipotezinde türlerin birlikte evrimi etkilidir.


Türlerin birbirleriyle ilişkilerini sürdürmek için "olabildiğince hızlı" evrimleştiği açık bir "evrimsel silahlanma yarışı" söz konusudur.Bir organizmanın biyotik çevresi sürekli onun zararına gelişir.Av-avcı rekabeti bağlamında avcının gelişimine karşılık avın da kendini geliştirmesi zorunluluğu bulunmaktadır.Yani türlerin (evrimsel) oyunda kalabilmesi için değişmeye devam etmesi gerekir. Van Valen, tüm yaşam formlarının tarihini kapsayan geniş bir ilgi alanına sahipti. Ayrıca Leigh Van Valen 1991 yılında HeLa hücrelerinin Helacyton gartleri “yeni bir türün çağdaş yaratımının bir örneği” adlı yeni bir tür olarak tanımlanmasını önerdi.Bölüm başkanına ise bir notta “Ben lineer çalışmıyorum” diye açıklamıştır "Bir genelciyim ve yeni yaklaşımları doldurmaktan çok onları açma eğilimindeyim. Üzerinde çalıştığım şey, teori ve bilginin ilerlemesiyle düzensiz ve öngörülemez bir şekilde değişiyor" Kızıl Kraliçe Etkisi,evrimsel biyolojide Beyaz Kraliçe(the White Queen) Dinamiklerine,Kara Kraliçe(the Black Queen)Hipotezine,Kızıl Kral (the Red King) Dinamiklerine ve İntihar Kralı(the Suicide King) Fenomenine ilham olmuştur.Kızıl Kraliçe egemenliğini evrimsel biyoloji dışında ekonomi,politika,fizik,matematik,bilgisayar modelleme,girişimcilik ve daha birçok alanda sürdürmektedir. Birçok yönden Van Valen'in Aynanın İçinden bakabildiği ve uçsuz bucaksız olasılıklar diyarını görebildiğini söyleyebiliriz. Evrimsel boyutunu yazımızda ele aldığımız Kızıl Kraliçe Hipoteziyle de açıklayabileceğimiz gibi bulunduğumuz konumu korumak için bile olabildiğince hızlı koşmamız gerekiyor.İlerlemek için ise çok daha hızlı. P!nk’in ”Alice Through The Looking Glass” (Aynanın İçinden) filmindeki “Just Like Fire” parçasında da koşma metaforu sıkça kullanılmıştır ve P!nk’in söylediği gibi Just like fire, fire, fire Running, running, running Durmak için bile!Hızlı! Daha hızlı koş! PIınar Azra ASLAN


700 METRE İRTİFA Savaş, ölüm, özveri ve çok daha başka şeyler geliyor aklıma belirgin dillerden yoksun, çelişkiler içindeyim sevgili gece sağ kalırsam eğer düşünmek için seni bekleyeceğim. Yangın yeri gökyüzüm mavi silüet, mavi tanrı çoktan terk etti biliyorum artık anlamı kalmamış duaları okur gibi yapacağım bu işi. Oysa erkenden kalktım bu sabah başını okşadım kedilerin koştum gülerken, yedi yüz metre irtifa ölmüş bir tanrıya hizmet için giyiniyorduk eldivenlerimi kaybettim nereye koydum eldivenlerimi. Küçük mesele değildik biz, biz olalım nerede olduğumuz kafaları karıştırsın savaşalım, savaşalım, savaşalım destansı resimler bırakalım ardımızda habersiz altı yüz metre irtifa şakalar yapalım her gece ölüm üzerine ölülerimiz çoğalsın, çoğalsın, çoğalsın Küçük mesele değildik biz, biz olalım nerede olduğumuz kafaları karıştırsın savaşalım, savaşalım, savaşalım destansı resimler bırakalım ardımızda habersiz altı yüz metre irtifa şakalar yapalım her gece ölüm üzerine ölülerimiz çoğalsın, çoğalsın, çoğalsın Işık herkesin asık suratına geldi vaktinde kimse açamadı gözlerini yine de koştum gülerken, dört yüz metre irtifa bombalar parlak yıldızlar gibi kayıyordu üstümüzde dilekler sıralanıyordu peşi sıra kadınlar üzgündü avuçlarımla gizledim bu kenti Çöl boyunca yalnızca yıkıntılar vardı ejder biçimli duvarlar, fesleğenler, günebakanlar yine de koştum gülerken, iki yüz metre irtifa tanrı yakara yakara ağlıyordu eminim kimse eğlence olsun diye ölmezdi yoksa ağırdı, sıcaktı, pişmandı yine de koştum kanat gibi açarak kollarımı yine de koştum gülerken, yüz metre irtifa zaman mı hızlı, herkes mi yukarıda kimse bu konuyla ilgilenmiyor artık yalnız biz düşüyoruz yüzbaşı. Erdi AKBULUT


GÜNDE İKİ KEZ, BİR TUTAM Şehirler arası yollarda cam kenarı olmak isterdim yüksek rakımlı dağlara sarılarak tırmanan ucuz kek ve az şekerli acı sallama çaylarından beyaz kesik çizgilere çatlak penceresinden bakarak yol alan ben yalnızca izlemek isterdim hayatı bir camın arkasından pek fazla dayanamam, biliyorum çok az şey çıkarabilir beni kabuğumdan ben aslında camdan bir salyangoz gibiyim saklanacak pek fazla yerim olmadığından kirli plastik kaplar içerisinde duyurmaya çalışmak sesimi günde iki kez bir tutam ellerine muhtaç olarak yaşamak unutulmak günden güne ve her öldüğümde yerime geçen olmak seni gördüm kahve kediyle, zıp zıp sevinç yansıyordu bulutlardan inan daha çok sevilmek adına kedin olmak isterdim sarkarak yüksek çatılardan dibe inmiş mum artıkları kurumuş kırıntılar masa üstünde özgürlüğüm ve sen terkedilmek böyle bir şey yeryüzünde uzun yürüyüş, bir sigara ve hüzün günde iki kez bir tutam Erdi AKBULUT


KAYIP MISRA Ve kadın özledi geceyi Güldüğü son zamanın saniyesine kadar Hiç durmadan aradı köşe bucak Yıkılan hayallerini geceler boyu Şiire başladığında bu kez öfkeyle Kayıp mısra çıktı en başından şiirin Düşündükçe düşündü yazacağı şeyi Sevdiğini düşündü ve yazmaya başladı Nefretlerini sıraladı birbiri ardına Upuzun soluksuz bir masala dönüştü sonra İçinde gözyaşı, nefret, kin Kısaca adamdan ne kaldıysa ona Ve kadın özledi geleceği Yaşamadığı her zamanın saniyesine kadar Hiç durmadan kaçtı geçmişinden Ağladığında geceler boyu onu unutmak için Ferhat Anıl GENÇOĞLU


İLKBAHAR ŞAİRLİĞİ Üstünde durmadım çabaladım ve yenildim Hayal kurdum olmadı başından yanıldım Şimdi kışta olsaydık çakılır kalırdım Ama bahar gelirken verir hep bi hediye Düşemezsin asla melankoliye Kendini verebilirsin hayali bi melodiye Aşık da olabilirsin şanslıysan Baştan aşağı yenilgiyle kaplıysan Güneşin olduğu yerde umutsuzluk olmaz Kimseye güvenemiyosan artık Bosver sararan yapraklari attık Bu mevsimde biz yeniden açtık Biliyorum sonbaharda yagmurdan kaçtık Ama şimdi gel birlikte ıslanalım Korkarak yaşayanlardan olmayalım Hiçbi kalbe dokunmadan ölmeyelim Ne derlerse desinler Bırak öfkelerini kussunlar bize Onlara asla benzemedik diye Bi gün biz kazanıcaz Bırak uçarı desinler Bi gün yıldızlara uzanıcaz Kimse için bi seçenek İkinci bi tercih değil Bi öteki ya da belkiden fazlası Her şeyiyim kendimin Değiştiremez bunu başkası Eğer bi soru işaretiysem kafanda Nokta koymanı tercih ederim bana Eğer girmiyosam rüyana Yanında olmam uyandığında Eğer korkuyu görmezsem gözünde Dikkate almam uyardığında Gözlerin görmüyosa beni kalabalıkta Seslenmem beni bul diye sana Zorlayamam artık anla Beni hayatından atmak için gerek yok bağırmana Sussan da yeter ben giderim zamanla Sessizliğin nefretinden çok üzer beni Biliyo musun artık beklemem de düzelmeni Çünkü ölü bi ihtimale verecek bi saniyem yok Yara bandıysa hiç olamam Çünkü beni bi kere çıkardın diye kabımdan Ben senin üzerine yapışmam Belki de haklıydın zamanla soğursun derken Beni bildiğinden değil biliyorum Bu senin kalıplaşmış bi cümlen Ki ben hiçbi zaman doğru kişiyi sevmem Kendimi sevdirmeye çalışmayı severim Sonra beklemediğin anda giderim Sen hiç gelmeyeceğin için bunu bilemezsin Beni bi kere seversin sonra nefret edersin Sen hiç sevmeyeceğin için beni sevmeye En yakın kişisin! CERCİYEZ


Sinema tarihinin en çok izlenen ve en yüksek gişe hasılatı elde edilen filmlerinden biri olarak bilinen Titanik, başrol oyuncuları Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio'nun kariyeri için önemli bir dönüm noktası oldu. Ancak Winslet'ın 1997 tarihli bu filmle ilgili bazı kötü anıları var. Ne yazık ki bu kötü anıları, hayatı boyunca peşini bırakmayan kiloları yani kıvrımlı fiziğiyle ilgili. 47 yaşındaki Winslet, Titanik filminin finaliyle ilgili olarak bu konuda kendisine yöneltilen tuhaf ve kendi deyişiyle takıntılı tepkilere yıllar sonra yanıt verdi. ONUN HAFIZASINDA KÖTÜ ANILAR DA VAR Her ne kadar daha sonra birçok filmde kamera karşısına geçip hafızalardan silinmeyen karakterlere hayat verse de Winslet, milyonlarca seyircinin kalbinde Titanik filmindeki Rose DeWitt Bukater olarak yer etti. Filmde Jack Dawson karakterini canlandıran Leonardo DiCaprio ile kamera karşısındaki kimyaları öylesine uyumluydu ki iki yıldız daha sonra da birlikte çalıştı. İşte Winslet'ın yıllar sonra cevap verdiği o tuhaf eleştiriler de Titanik filminde Jack karakterinin boğularak öldüğü sahneyle ilgili. ROSE ŞİŞMAN OLMASAYDA JACK DE KURTULURDU' Happy Sad Confused adlı podcast yayınına konuk olan Kate Winslet'ın anlattığına göre Titanik filminin bazı hayranları, filmin sonunda Jack karakterinin ölümünü, Rose'un fazla kilolarına bağladı. Finalde, Titanik transatlantiğinin battığı sırada yerinden sökülen bir kapıya tutunuyordu Jack ile Rose. Fakat sonunda Jack başaramayıp ölüyordu. Winslet'in "zalimce" diye nitelendirdiği eleştiriler de işte bu noktada düğümleniyor. Bazı Titanik hayranları aklın, mantığın ve nezaketin sınırlarını aşıp Jack karakterinin o kapının üzerine tırmanıp kurtulmasına engel olan kişinin "şişman Rose olduğunu belirtip ilginç eleştirilerde bulundu.Titanik filminin, seyirciyi gözyaşlarına boğan finalinde, Jack karakteri buz gibi sulara gömülüp hayata veda ederken Rose karakteri ise canını kurtarıyordu. 'NEDEN BANA BU KADAR KÖTÜ DAVRANDILAR Kİ!' Kate Winslet, bu eleştiriler hakkında "Söylediklerine göre ben çok şişmanmışım. Neden bana bu kadar kötü davrandılar ki! Bu eleştirileri yapanlar çok kabaydı. Ben şişman bile değildim" diye konuştu. Ünlü oyuncu, o dönemde bu zalimce yorumlar hakkında konuşmadığını fakat bunu yapmış olmayı dilediğini gizlemedi. Winslet "Cevap verseydim şöyle derdim: "Bana böyle davranmaya nasıl cüret edersiniz! Ben genç bir kadınım ve bedenim değişiyor. Bu konuda derin bir kendime güven eksikliğim var. Zaten korkuyorum, bunu daha da zorlaştırmayın' derdim" şeklinde konuştu. Bunun zorbalık olduğunu sözlerine ekleyen Kate Winslet, durumun taciz sınırlarına girdiğini de ekledi.


ZAYIFLIK BASKISINDAN FAZLASIYLA NASİBİNİ ALDI Kariyerinde ne kadar başarılı olursa olsun, dış görünümü yani kıvrımlı fiziği yüzünden büyük baskı altında bırakılan Winslet, daha önce de bu konuda görüşlerini ifade etmişti. Bu ayın ilk haftasında Sunday Times gazetesine bir röportaj veren Kate Winslet ilk gençlik yıllarında kendisine "sadece şişman kız rolleri oynayabilirsin" denildiğini itiraf etti. Oscar ödüllü Winslet bu durumun "uç noktada olumsuz olabildiğini" sözlerine ekledi. Bu baskının, genç ve savunmasız kişilerin "kaldırabileceğinden daha ağır" olduğunu vurguladı. MENAJERİME KAÇ KİLO OLDUĞUMU SORUYORLARDI Kariyerine çok genç yaşta başlayan ve 1997 tarihli Titanik ile yıldızını parlatan Kate Winslet, artık Sinema sektöründe bu durumun değiştiğini de sözlerine ekledi. Winslet bu konuda kariyerinin ilk döneminde yaşadıklarını şöyle anlattı: " Ben gençken menajerin benim kaç kilo olduğumu soran telefonlar alıyordu. Şaka yapmıyorum. Bu yüzden artık bu durumun değişmeye başlaması gerçekten insanın içini açan bir durum." REKOR KIRAN TİTANİK'TEN SONRA BİLE DURUM DEĞİŞMEDİ Aslına bakılırsa Kate Winslet, kariyerinin en parlak döneminde bile kiloları yüzünden mercek altına alındı. Bu durum henüz 21 yaşındayken oynadığı Titanik filminden sonra da değişmedi. Filmin onca başarısına rağmen konuşulan en önemli konu Winslet'in kilolarıydı. Bundan yıllar sonra ünlü oyuncu o dönemi hatırlarken şunları söylemişti: "20'li yaşlarımdayken insanlar benim kilomla ilgili çok fazla konuşuyorlardı. Görüntüme dair sorular soruluyordu. O dönemde adıl "sözünü sakınmayan oyuncu" olarak anılıyordu. Oysa ben o sırada sadece kendimi savunuyordum." GİŞE REKORTMENLİĞİNİ UZUN SÜRE KİMSEYE KAPTIRMADI Gelelim sinemanın bir dönemine damgasını vuran ve Kate Winslet'ın hafızasında sadece iyi değil kötü anılar da bırakan Titanik filmine. Yönetmenliğini James Cameron'un üstlendiği Film, tarihin en büyük facialarından birinden alıyor esin kaynağını. Filmin kurgusal kahramanları, farklı toplumsal sınıflardan gelen Jack ile Rose. Üst sınıftan Rose, zengin bir iş insanının oğlu olan nişanlısı Caledon ve annesiyle birlikte gemiye biner. Bu evliliğe gönlü razı olmayan Rose, tam kendini gemiden atacakken, üçüncü sınıf yolcularından Jack onu kurtarır. Yolculuğun ilerleyen günlerinde ikili arasında bir aşk doğar. Fakat buzdağına çarpıp batan Titanik'in hazin sonu onları da etkiler. Jack hayata tutunamazken Rose bu faciadan kurtulur. TARİHİN EN BÜYÜK DENİZ FACİALARINDAN BİRİ Elbette bu filmdeki aşk öyküsü kurguydu ama Titanik faciası gerçeğin ta kendisi... Meraklıları çok daha geniş bir şekilde araştırma yapar ama biz kısaca bir hatırlayalım. RMS Titanic, White Star Line şirketine ait Olympic sınıfı bir transatlantik yolcu gemisiydi. Harland and Wolff (Belfast, Kuzey İrlanda) tersanelerinde üretilen transatlantik 15 Nisan 1912 gecesi daha ilk seferinde bir buz dağına çarptı. Sadece iki saat kırk dakika içinde Kuzey Atlantik'in buzlu sularına gömüldü. 1912'de yapımı tamamlandığında dünyanın en büyük buharlı yolcu gemisi olarak nitelendiriliyordu. Batışıyla bin 514 kişiyi hayattan kopardı. Tarihin eh büyük deniz felaketlerinden biri olarak tarihe geçti. Yiğit Can DOĞAN


Ankara’da bulunan ve Türkiye’nin en önemli tabiat müzelerinden olan MTA’yı gezmeye gittiğim günden izlenimlerimle ilgili küçük bilgiler vereceğim sizlere. Ankara’nın en önemli tabiat tarihi müzelerinden olan MTA, kuruluşundan itibaren bugüne kadar yapılmış olan her türlü jeolojik, mineralojik ve paleontolojik araştırmaların sonucunda elde edilmiş buluntulara sahiptir. Orada çok çeşitli hayvan ve bitki fosillerinin sergilere baktık, ayrıca Türkiye’nin hayvan ve bitkilerine ilişkin canlandırma vitrinlerini ve çeşitli mineral örneklerini inceledik.


150-155 milyon yıl öncesine ait etçil dinozor Allosaurus fragilis’e ait kalıp iskelet ve dev otçul Brachiosaurus ve 67- 65,5 milyon yıl öncesine ait dev etçil dinozor T.rex’in kafa kalıplarını ilgi çekici buldum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla 1935 kurulmuş olan Maden Teknik Arama Müdürlüğü kapsamında faaliyet gösteren MTA müzesi 7 Şubat 1968 tarihinde açılmış ve o günden bu yana hem Türkiye’de hem de dünya çapında büyük hizmetler vermiştir. Girişte bizi güneş sistemi karşıladı ve uzayda ufak bir yolculuk yaptık. Aydan getirilmiş taş parçası ve Amerikan uzay gemisi Apollo 17’nin 1972’de Ay’a götürüp geri getirdiği Türk Bayrağı’nı görünce acaba biz de bir gün uzay çalışmaları olan bir ülke olacak mıyız? diye düşündüm. Meteorit örneklerinin düştüğü yer ve tarihin belirtilmesi iyi olmuş. Oralarda gezerken dikkatli oluruz artık. 4.5 milyar yaşındaki yerküremizin ve yaşamın tarihi panosunu anlamaya çalışmak eğlenceliydi. Üst kata çıkarken Jurassic Park’ın ortasına düşeceğimizi bilmiyorduk. Ortadaki renkli dinozor Allosaurus. Ayrıca Brachiosaurus ve 1902’de ABD’de bulunan ve orijinali Amerikan Tabiat Tarihi Müzesi’nde yer alan ilk T.Rex (Tyrannosaurus Rex)’e ait kafa kalıpları var. 1841’de İngiliz doğa bilimci Sir Richard Owen tarafından Yunanca deinos (korkunç) ve saurus (kertenkele) kelimelerinden dinosauria olarak adlandırıldığını öğrendik. Diyorama bölümünde Türkiye’nin bitki ve hayvanları bölgelere göre çok güzel örneklerle sunulmuş. Dünyada sadece Konya Cihanbeyli’de yetişen Kazayağıgiller ve Ankara Nallıhan’da yetişen Sodaotu IUCN (International Union for Conservation of Nature) listesine göre yok olma tehlikesi en üst seviyede bitkiler. 1974’te Ankara Beypazarı’nda öldürülen son Anadolu Panteri (Panthera pardus tulliano) de içi doldurulmuş olarak müzede yer alıyordu. Gezimizin devamını anlatmayayım bence. Çünkü siz bu anlattıklarımdan sonra yeterince mereklanmışsınızdır ve bu müzeyi ziyaret etmek istemişsinizdir. Umarım bir gün bu müzeye gitme imkânınız olur. Ayrıca çok merak ederseniz müzenin devamında batık gemiden çıkarılan bakır külçe ve devasa mermer parçaları gibi şeyler de bulabilirsiniz. Yiğit Can DOĞAN


ŞAKA GÜNÜNÜN KÖKENİ NEDİR? 1 Nisan Şaka Günü, her yılın 1 Nisan günü kutlanır. Genelde şaka gününde insanların birbirine şaka yapması gelenek haline gelmiştir. Nisan 1 şakası hakkında farklı kültür, inanç ve dillerde efsaneler bulunmaktadır. Fransa (Poisson d'avril - Nisan Balığı): 1564 yılında Fransa kralı IX. Charles yılbaşını 1 Nisan’dan 1 Ocak'a aldırır. Bu arada 1 Nisan’ı sene başı olarak kabul etmeye devam edenlerle alay etmek amacı ile yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelir. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere ise “Nisan Balığı” adı verilir. İngiltere - April Fools' Day - Nisan Aptallar Günü İskoçya - Gowk veya Cuckoo günü İrlanda - Mektup emanet edilerek geleneksel hale gelmitir. İnsanlar "aptallara daha fazla gönder" yazılı mektubu birbirlerine gönderirler. Lübnan - نيسان أول كذبة İlk nisan yalanı olarak 1 Nisan şakası ortaya çıkar. İran - İran'da buna "Dorugh e 13om Farvardin" (Farvardin 13'ün yalanı) denir ve insanlar ve medya, 1 Nisan'a eşdeğer olan Farvardin 13'ünde şaka yaparlar. Nisan 1 veya Nisan Balığı, Hollanda, Belçika, Kanada, ABD, İsviçre, Japonya dahil dünyanın pek çok yerinde tanınmaktadır. Nisan 1 ile ilgili başka bir efsane de Pagan kültüründe 1 Nisan'da kutlanan Fous bayramıdır. Antik Roma'da Hilarya adıyla benzer bir bayram da kutlanmaktadır. Hindistan'da ise bu bayram 31 Mart'ta Holi adıyla kutlanmaktadır. 1564 yılında Fransa kralı IX. Charles, yıl başlangıcını Ocak ayının 1. gününe aldı. Daha önce Avrupa'da yaygın olan yıl başlangıcı 25 Mart'tı. O zamandaki iletişim şartlarıyla Charles'in bu kararı fazla yayılmadı. Duyanlar ise protesto amaçlı eski adetlerine devam ettiler. 1 Nisan'da partiler düzenlediler. Diğerleri ise onları Nisan aptalları olarak nitelendirdiler. 1 Nisan'a "aptallar günü" adını verdiler. Bu günde herkese sürpriz hediyeler verdiler, gerçek olmayan haberler ürettiler. Yıllar sonra Ocak ayının yılın ilk ayı olmasına alışılınca, Fransızlar 1 Nisan gününü kültürlerinin bir parçası görerek devam ettirdiler. Oradan da bütün dünyaya bir şaka günü olarak yayıldı. Biz de geçirdiğimiz zor günlerin ardından sizleri tebessüm ettirebilmek adına eşinize dostunuza, belki aile büyüklerinize belki patronunuza, öğretmeninize yapmanız için şaka fikirlerini sizler için derledik. Bol kahka halı bir Nisan ayı geçirmeniz dileklerimizle, Mayıs sayısı için hoşça kalın. İREM KAPLAN


Kurban olarak seçtiğiniz iş arkadaşınızın oturduğu koltuğun altına hava korna bağlayın, ya da koltuğa Japon yapıştırıcısı da sürebilirsiniz. Fare ya da yılan gibi hayvanlardan korkan tanıdıklarınız için, bu hayvanların oyuncağını bulup arkadaşlarınıza ufak çaplı bir kriz yaşatabilirsiniz. Yine bir hayata küstürme şakası daha! Bulabileceğiniz herhangi bir iştah açan tatlının için bir şırınga yardımıyla mayonezle doldurun! Sevdiği bir ünlü, eski bir arkadaş ya da bir çizgi film karakterinin ismini, yakınınızın telefonuna kendi numaranızla kaydedebilirsiniz. Böylece 1 Nisan günü sabah erken saatlerde onu arayıp ya da mesaj atıp aklını karıştırabilirsiniz. Kola kutusunun içine gazoz doldurduktan sonra soya sosunu, kola rengini alana kadar doldurabilir, böylece annenizi yanıltabilirsiniz. Kremalı bisküvilerin içindeki kremaların çıkartıp diş macunu koyun, kardeşinizin ağzının alacağı şekli keyifle izleyin. Ev arkadaşınızın, şampuanı ya da diş macununa gıda boyası koyarak sabah sabah unutamayacağı bir şaka yapabilirsiniz Kuru soğana elma şekeri süsü verip kardeşinize ve aile üyelerine şaka yapabilirsiniz. Ya da çikolatalı pudinge bulayacağınız bir baş sarımsağı eşinize “sana profiterol yaptım.” diyerek yedirebilirsiniz. Tercih sizin. Melemen hazırlayıp soğuduktan sonra şeker poşetine koyarsınız. Bunu ceketin içine saklayıp kalabalık bir ortama gidersiniz. Etrafa midesi bulanıyor imajı verip çaktırmadan poşetin içine kusma numarası yaparsınız. Etrafınızdaki insanların ilgisi size yönelince poşetin içine elinizi sokup melemeni elinizle yemeye başlarsınız. Arkadaşın sevgilisinin cep telefonu çaktırmadan alınır ve arkadaşa ayrılık mesajı çekilir. Akşam meyhaneye gidip şaka açıklanır. Mandalina altından para büyüklüğünde küçük bir kapak açılır. Kapak daha sonra yerine yerleştirileceği için dikkatli kesilmelidir. Bu delikten içerideki etli meyve kısmi çay kasığı yâda başka bir şey yardımıyla itinayla çıkarılır. İçerideki boşluğa mayonez, reçel ya da un gibi şeyler doldurulur. Kapak uygun bir şekilde yapıştırılır.(Belli olmayacak şekilde turuncu bir iplikle bir kaç yerden dikilebilir). Kurban mandalinayı soymak için eliyle bir basınç uygular bu basınç meyveyi pörtletip içini dışına çıkarır.


Bütün haftasonunu düşünerek geçirdim. Bir ara birine yalvardım. Yardım et bana dedim. İşler iyiye gitmiyor. Halledemediğim sorunlar var. Canım bir şeye sıkılmıyor, birden fazla şey canımı sıkıyor. Yalnızım ve yardıma ihtiyacım var. Tüm bunları söylemek beni kendimden utandırdı. Ben bir şeyleri kendi halledemeyecek biri değildim. İtiraf etmek sorunların büyüklüğüne işaretti. Sorunlar... Sorunları düşündüm. Büyüktü. Sayıca fazlaydı. Tükenmesi imkansızdı. Onlar insanlar gibiydi. Ama ilk adımı ben attım. Gönlümden kopan bir zeytin dalını uzattım onlara. Benim sorunum dedim insanların hiç sorunum yokmuş gibi davranması. Eşinizle kavganız, çocuğunuzun hastalığı, borçlarınız, iş yerinizdeki huzursuzluk halledemediğiniz tüm sorunlar için ben varım. Peki ya benim hayatım? Benim kederlerim, yalnızlığım, hüzünlerim... Kendimi saatinden önce terkedilen bir eskorta benzettim bu haftasonu. Birileri geldi boşalıp gitti. Ben yoktum. Kimse için yoktum. Güzel bir şarkıyı paylaşamadım uzun zamandır kimseyle. Ya da kötü geçen bir günümü anlatamadım. Kimse hayallerimi bilmiyor mesela. Kimse akşam ne yediğimi önemsemiyor. Kimse için bir önemi yok yazdıklarımın. Örneğin tüm bunlar okunmayacak asla ve ben okunmayacağından daha da saldırgan daha da içten yazacağım. Kendimi bu rezil evde köpek gibi hissediyorum. Sanki ölsem bile bu yorgunluk bitmeyecek. İşler iyiye gitmiyor insanlar, bu yapay görsel şölenden kaçınıyorum. Ben çoktan tuş oldum hayata üzerimden kalkılmasını bekliyorum. Birinize ihtiyacım var. Herhangi birinize. Varlığımın önemini hatırlatacak birine. Stop... Malko’nun Günlüğü Erdi AKBULUT


Click to View FlipBook Version