insan dosyası yaz 2023 1. sayı edebiyat • sanat • fikir • düşünce "Dünya'ya gelmiş idrak gücü olan her insan için doğrudan yahut dolaylı olarak bir arayış vuku bulur." Süleyman Ragıp Yazıcılar ile röportaj ‘‘ ’’ “İnsan mânâ derinliğini nasıl kazanır?”
İMTİYAZ SAHİBİ VE GENEL YAYIN YÖNETMENİ İstişare Ekibi YAZI İŞLERİ Emine Genç Öznur Taşkın Fatma Aksel İlhan GÖRSEL TASARIM: Gökhan Özdemir Hatice Bozkurt Öznur Taşkın Sümeyye Kaymak Nur Yavuz Elif Safiye Varol EDİTÖR Saliha Rabia Şahin Gülsüm Demir Rumeysa Akay Beyzanur Karakuş Hülya Kurt FOTOĞRAFLAR Rabia Mukaddes Yiğit İlayda Çelik GRAFİK TASARIM & MİZANPAJ Ayşegül Yaz İLETİŞİM BİLGİLERİ Mail: [email protected] İnstagram:muhayyiledergi Twitter:muhayyiledergii Muhayyile Ekibinden Allah’ın selamı üzerimize olsun. Dergimizin ilk sayısını bir bahar ayı çıkarmış bulunmaktayız. Niyetimiz ve derdimiz okuyuculara dokunabilmek ve muhayyile ile aranızda hoş bir muhabbet sadası bırakabilmektir. Hayatın yoğunluğu, sorumlulukların fazlalığı ve zamanın kısıtlılığı üçgeninde gidip gelirken niyetimiz ve derdimiz; zamana iz bırakanlardan olmaktı. Her birimiz onca uğraşının arasında hakkı anlamak, anlatmak, bunu yaparken kendimize çeki-düzen vermek için neler yapabiliriz sorusuna cevap ararken bu niyetlerimizi kalıcı kılmanın ve aktifeştirmenin bir yolu olarak yazmayı tercih ettik. Yazmak, aktif direniş yollarından biridir ne de olsa. Bir bakıma zamanın ve o zamandaki zihin yapımızın altını çizmek gibidir de. Düşüncelerimizin gelişimini, fikirsel değişim sürecimizi izlemenin en güzel yollarından biridir farklı zamanlarda yazdığımız yazılarımızı okumak. Bizler bu yolda bizim gibi düşünen kıymetli yazarlarımız, görsel tasarımcılarımız ve nice fikir birliği yaptığımız güzel insanlarla beraber bir ürün ortaya koyduk. Yaş aralığına sınır koymadan yazı alım sürecimizi tamamladık. Söyleyecek sözü olanlar için yolu açanlardan olmayı hedefledik. Bunu yaparken kadromuzun tamamen gönüllü kişilerden oluşmasına çok özen gösterdik. Bizimle bu yolda yürüyen kardeşlerimizin her biri bu niyeti kuşanmıştır. Şair İsmet Özel’in de dediği gibi: “Yola inanmışlarla çıkılır, ikna edilmişlerle değil” çünkü inanıyoruz ki dert sahibi ve inanmış her bireyin eylemleri yapılan işlere can verecektir. Sanıyoruz ki savrulmalarımıza rağmen dağılmıyorsak bunun nedeni niyetlerin birliğinden doğan berekettendir. Bu sayımızda "insan" konusunu işledik. Kendimizi farklı başlık altlarında yine kendimize anlatmaya, muhabbet etmeye belki de dertleşmeye davet ettik. Derginin fikir ve düşünce kulvarında Kur’an ayetlerinin işlendiği bir üslup belirlemek niyetimizdi. Edebiyat ve sanat kısmında da insan teması ve kurani kavramların yer verildiği farklı türlerde yazılar yer alıyor. Dergilerde herkese heyecan veren röportaj kısmında da gençlerin abisi olan Süleyman Ragıp Yazıcılar ile “İnsan’ın Manası” başta olmak üzere insan ile ilgili birçok konuda hasbihal ettik. Kısacası dergide; hocalarımızın, büyük ve küçük öğrencilerin aslında kalbinde ve aklında söyleyecek sözü olup edebiyata gönül veren tüm kardeşlerimizin yazılarını bulacaksınız. Yazarlarımız; Süleyman Ragıp Yazıcılar, Şükran Özcan, Büşra Sakar, Dilara Barut, Hatice Kübra Kılıç, Rumeysa Ulgay, Zeynep Nigar Pınar, Furkan Çakmak, Rabia Mukadde Yiğit, Buse Nur Taşdemir, Hanım İlayda Çelik, Hatice Gökduman, Hatice Bozkurt, Hira Yıldız, Rumeysa Akay, Ruveyda Gül Doğan, Betül Dağ, Fatma Aksel İlhan, Emine Genç, Öznur Taşkın, Mahlaz ile çalışan Nükte ve Sahra’ya içten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Derginin ilk günlerinden beri büyük emek gösteren değerli editörlerimize, dergi için çizim yapan değerleri ve emekleri paha biçilemez olan tüm çizerlerimize, sosyal medya için tasarım hazırlayan değerli Merve Yanık’a, dergi tasarımını yapan ve bize her konuda destek olan değerli Ayşegül Yaz’a ve dergi sürecinde bizlere verdiği değerli tavsiyeleri için Süleyman Ragıp Yazıcılar’tüm samimiyetimizle teşekkür ediyoruz! Uzun uğraşlar sonucu ortaya koyduğumuz dergimizi, sizlere sunmayı nasip eden Rabbimize binlerce hamd olsun. Yazılan sözcüklerin ve cümlelerin kalbinize dokunması, yazılan ayetlerin kalbinize şifa olmasını temenni eder istifadeli okumalar dileriz. Öznur Taşkın Fatma Aksel İlhan Emine Genç
İÇİNDEKİLER Mimari Hayatın Neresinde? Öznur Taşkın Etimoloji Nükte İnsanın Gerçeği Hatice Kübra Kılıç “İnsan mânâ derinliğini nasıl kazanır?” Ben Her Yerden Giderken Ayağım Tökezler Emine Genç Oblomov Bir Değirmendir Bu Dünya Zeynep Pınar - Rumeysa Akay Yaşamak Fatma Aksel İlhan Like Father, Like Son Buse Nur Taşdemir Şeceretü'l İnsan Dilara Barut Siyah Örtü Dilanur Şişik Yol Canan Yılmaz 04 06 08 09 10 11 12 14 16 17 18 Süleyman Ragıp Yazıcılar ile röportaj -
Yankı Ve Hüzün Esir Sahra - Eslem Yaren Bıyık Rabia Mukaddes Yiğit - Hanım İlayda Çelik Zalimlerin Gölgesindeki Çocukluk Furkan Çakmak Rümeysa Ulgay İnsan Hatice Gökduman Akif’in İrfanı Rüveyda Gül Doğan Plasebo Etkisi Efendi Halo Etkisi / Büşra Sakar Hz. Hâtice "Gökyüzümdeki Yıldız" Betül Dağ Ağaç Hira Nur Yıldız Görsel Hikaye Anlatımı Hatice Bozkurt 20 19 22 23 24 26 27 28 31 32 34 Kur’an Mevzî, İnsan Mevzû Şükran Özcan Fotoğrafların Dili -
Mimari Hayatın Neresinde? Y.Mim.Öznur Taşkın 24 İnsan “dört duvar arasına” doğmuş, ama “dört duvar arasına” sığamamış bir canlı... deneme asla sınır tanımadıklarını, hiçbir şekilde izin alma gereği duymadıklarını, bu duvarın bir Filistinlinin evinin salonundan bile geçebilen bir yapısı olduğunu anlatır. Şöyle bir zihnimizde canlandıralım; lise öğrencisisiniz, her ne kadar şartlar zorlu olsa da devam eden bi eğitim hayatınız var. Fakat bir gün, belki de ümitlerinizi yeşerttiğiniz okulunuzla aranıza koca bir duvar giriyor ve siz, halihazırda birçok kişisel hakkınız gasp edilirken, bir de eğitim hakkınızdan mahrum kalıyorsunuz. Aynı kültürü, mahalleyi paylaştığınız komşularınızla, belki anne-babanızla aranızda birden, bir duvar yükseliyor. Bu durumda siz onlarla görüşebilmek için saatlerce kontrol noktalarında bekletildiğiniz, defalarca üzerinizin arandığı, kötü muamelelerle karşılaştığınız bir kısır döngünün içinde buluyorsunuz kendinizi. Bu zulmü yaparken kullandıkları enstrümanlardan biri de “mimari” maalesef. Filistinli annelerin umutsuz olmadığını görürsünüz. Biz uzaktan izleyip bazı haberlerin acısıyla yerimizden kalkamazken, Gazzeli bir inşaat mühendisi olan Majd Mashharawi’nin bombalanan evlerin molozlarını hammadde olarak kullanan bir tuğla fabrikası kurduğuna şahitlik edebilirsiniz. İnsan “dört duvar arasına” doğmuş, ama “dört duvar arasına” sığamamış bir canlı... Yapısı; emek vermeye, çabalamaya, yorulunca başka işlerle dinlenmeye müsait olduğundan, kainatın belki de en mühim imar edicisi olmuş, insan. Yapmış, yıkmış,hata yapmış, yeniden inşa etmiş ama durmamış. Yeni ve daha kaliteli yaşam alanları inşa etmeye çalışmaktan yorulmamış. Bu inşa süreçlerinde etrafında malzeme olarak ne varsa onu kullanmış; taş toprak, ahşap… Her bölgede kendine has bir yapı tipolojisi doğmuş. Zamanla mimari, dönemi anlatan en somut belgelerden olmuş. Yapılar kimi zaman bizi toplayan, kimi zaman çevreleyen, kimi zaman yalnızca örten oluşumlar aslında. Bazen olup biten her şeye şahitlik ederek “sahne” niteliği taşırken; bazen insan hareketlerini yönlendiren, hayatın bizzat kendisine müdahale eden bir araç oluvermiş. Peki fiziksel olarak hiçbir eylemi yapmaya muktedir olamayan bu oluşumlar, nasıl olmuş da günlük hayata yön verebilmiş? İsrail asıllı Aktivist Mimar Eyal Weizmann’ın, Oyuk Topraklar kitabında bu soruya, yaşadığı coğrafyaya dair anlattıkları üzerinden cevap bulabiliriz. İsrail terör topluluğunun, sözde “acil durum politikaları” gereği, inşa ettikleri ayırma duvarının sınırlarını istedikleri biçimde genişlettiğini, bu noktada 1 2
3.İnşirah Suresi, 7. Ayet 4.Fetih Suresi, 29. Ayet 5.Enfal Suresi, 60. Ayet 1.Weizman, E. (2016). Oyuk Topraklar. Açılım Kitap 2.What is 'Green Cake' and why did this woman invent it?: https://www.bbc.com/news/av/stories-46074563 olması gerektiği Allah tarafından net bir şekilde bildirilirken, bunun tam tersi bir metod seçen bir insan topluluğunun, neden bunca sorun yaşadığını anlamak çok da zor olmasa gerek. Etrafımızda, ülkemizde, mahallemizde ve en temelde ailemizdeki bir ifsadı gidermek için sarfettiğimiz çaba; Filistin’in, Suriye’nin ve nice mazlum coğrafyanın yeniden inşası için konulan bir tuğladan farksızdır. Bu sebeple alanımız her ne olursa olsun; çaresizliğe, umutsuzluğa yer bırakmayacak kadar disiplinli ve kararlı bir şekilde çalışmak gerekliliği ortaya çıkar. Bu coğrafyalar yeniden inşa edileceği gün, alanında uzmanlaşmış ‘Ben varım!’ diyen inanmış fertlere ihtiyaç olacak.“...gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve Allah yolunda besili atlar edinin” ayetini güncel perspektiften okuyarak, Müslümanlar olarak her türlü güzel donanımı elde etmek için emeğimizi samimi şekilde ortaya koymamız gerek. Son söz niyetine: dört duvar arasına sığamayan insanı, büyük duvarlar arkasında asimile edebileceğini zanneden zihniyete karşı, Allah’ın nurunu elbet tamamlayacağına inancımız tamdır. Manifesto niteliğinde olan bu çalışması, “Küllerimizden doğarız, pes etmeyeceğiz!” demenin en somut hali olabilir. Mitingler ve yürüyüşlerle de bu zulmü protesto etmeliyiz elbette; çünkü, “Bir zulme mani olamıyorsanız, onu herkese duyurun.” diyor Hz.Ali. Fakat bundan öte kural, yasa, vicdan nedir bilmeyen bir topluluğa ancak profesyonel yöntemlerle mücadele ederek ve en temelde maddi şartları oluşturduktan sonra Allah’ın yardımını umarak galip gelebiliriz. Kendi alanlarımızda yapabileceğimiz faydalı işleri tespit ederek; “Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul” ilkesi gereği toplumdaki güzelliklerin inşasına vesile olabiliriz. Dünyayı bir bez gibi kaldırıp ışığa tuttuğumuzda fark ederiz ki, her yanında başka bir yırtık var. Herkes kendi imkanlarıyla, kendi etrafındaki yırtığa el atabilirse düzelmeye başlayacak toplumlar. Bunu yaparken, birbirimize düşmeden “hadi canım, şimdi onun da sırası mıydı?” demeden samimi niyetlerle, etki alanlarımıza odaklanmak gerek. Günümüzde Müslüman toplumlarda dahi anlamsız gruplaşmalar artarken, biz farketmeden bu yırtıklar büyüyor. “…inkârcılara karşı son derece kararlı ve çetin, birbirlerine karşı ise çok şefkatli ve merhametlidirler.” Kendi aralarında üsluplarının ne 3 4 5 Gökhan Özdemir
İnsanın Gerçeği Yaşam ile ölüm arasında bir ince çizgi, dik bir yokuş; adı insan. Alabildiğine mavi gök, uçsuz bucaksız deniz ve yeşilin her tonuna boyanmış yeryüzüne ulaşan tümsekli yollardır insan. Hem “hayat” ile dolmuş hem de “son” buluştur. İçinde biriktirdikleriyle sonsuz bir yol gidilebilir amma dipsiz bir kuyuya da düşülebilir. Omzunda bir yük, günden güne artan… Bazen ailesi olur, en yakını, bazen ise bir yabancı ama mutlak suretle olur. Başını yaslayacak bir omuz arayışına girer girmesine de yükünden yer kalmış bir başka omuza rast gelemez. İşte böyledir dünya telaşındaki insan. Heyecanlar da vardır elbet yaşamda. Mesela masum bir sabi iken başladığı ilk okul, mesela ilk gözyaşı, düşünce duyduğu o ilk acı… Heyecan bunun neresinde mi? Tam da içinde, yoksulluğun ardından gelen o nimette. Okula gidince yazmayı, ağlayınca susmayı, düştüğünde ise kalkmayı öğrenmekte. Mahir olmak için önce “makus” olmak gerekir, zahiren makus… Anlattıklarımız dramatize edilmiş gibi gözükse de, aslında bu tekdüze bir yaşamdan kesittir. Mutsuzluk çukuruna düşen insan, kaybedecek bir şeyim kalmadı diye düşünebilir. Kendini oradan çekip çıkarmaya bir sebep dahi bulamadığı olabilir. Derdi, “dert” olarak gördüğünden derman bekleyecek takati de umudu da kalmaz. Oysa insan dediğimiz bu karmaşık organizmanın bir gerçeği vardır, olmazsa eksik kalacağı bir gerçek; Müslüman olması… İşte bu gerçekle yaşamak isteyen, gerçeğini yaşayan insan için dert, dert olmaktan çıkar ve imtihan suretine bürünür. Hayat tecrübesi dediğin, kıssa olur. En ağır imtihanlarda sabrı öğreten bir Eyüp’ü olur, inanmanın merkezine teslimiyet yerleştirilmesi gerektiğini öğreten İsmail’i olur. Gözleri görmese Yakup olur, zindana düşse Yusuf... Nemrud ile karşılaştığında “ateşten gömlek” olmayı öğreten bir İbrahim’i olur, tam bitti dediği anda “Hayır! Rabbim benimle beraberdir. Bana elbette yol gösterecektir.” demeyi öğreten bir Musa olur. Med ve cezirler arasından kaybolmaz, var olur! Müslüman olmak gerçeğine kavuştu mu insan, örnek arar ve bulur. Rabbi onun için, “Allah’ı ve ahireti en çok arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için en güzel örnek vardır.” (Ahzâp 33/21) diyerek hazırlamıştır çünkü çoktan. İbrahim’i halil (dost), O’nu habib (sevgili) edindiği en güzel örneği, O olmasa kâinatı yaratmazdım dediği Rasulü’nün dünyaya teşrifi ile insanın, insanlığın umudu yeniden yeşermiştir. Bir müjde, bin yıldır yanan ateşi söndüren o mübarek doğum; İbrahim’in duası, İsa’nın muştusu ve annesinin rüyası adı güzel kendi güzel Muhammed… Bu teşrif ile İbrahim (a.s)’in duasına ilahî cevap gelmiş oldu, İsa(a.s)’nın müjdesi gerçek oldu, mine’nin rüyası, tahakkuk etti. Bu kutlu geliş ile insan; tebliği öğrendi, gizli başlayan ve açıktan davetler ile devam eden tebliği… Tevhidi öğrendi, bu yolda mücadele etmeyi. Çünkü tevhid, dinin temeliydi. Allah yolunda cihâd etmeyi öğrendi. Bedir Harbiyle ilk şehidini veren inananlar; ölümü, kavuşmak belledi. Uhud imtihanı ile Müslüman olmanın hiç yenilgiye uğramamak demek olmadığını öğrendi. Ah Uhud, ne çetin bir imtihandı… Gerçeğini fark eden insan anladı ki ölmek bir kere olur. Yaşamı boyunca binlerce ölenler gerçekle yüzleşmemiş, demiri dövülmemiş, hasadını beklememiş demektir. Öleceksek bir kere, Müslümanca ölelim diyerek engelleri aşanlar mücahid ruha kavuşanlardan olur. O ruhtur ki; çekip çıkartır kuyudan Yusuf’u, kurtarıverir balığın karnından Yunus’u, sağ bırakır tufanda bile Nuh’u… Gerçeğini fark eden insan anladı ki yaşamak tutkusunun hakikate dönmesi ancak şehid gibi yaşamakla mümkün olur. Şehid gibi yaşamayanlar, şehadet şerbeti arzusunu gütmek için biçare kalır. Yavan bir niyetin, ameli de tuzsuz bir yemek gibidir, tat vermez. O mertebe ki ölü bildiklerimizin daimi bir yaşam içinde olması, kaybettik sandıklarımızın muzaffer olmasıdır. Rabb’i daha yakından görebilmek adına kan döken, can veren, kurban olan bir aşıktır. Hamza yüreklilerin koyulduğu o yolda onlar, öndedirler. Onlar, en önde! Ölümü öldürenlerle anlarız ki aslında ölüm, beden ya da ruh işi değil. Beden çürür, ruh zaten yok olmaz. Asıl ölüm; fikir yitimi, şuurun yitirilmesidir. Asıl ölüm; insan olmanın anlamı, imanın gidişidir. Cezası bir yana, yaşarken öldüren bu yitim, insana ve ardından insanlığa uğratılmış en büyük bozgun olacaktır. İnsanın dünya ile olan savaşı ancak şuur ölümü ile sonlanır. 6 Hatice Kübra Kılıç deneme
Geriye kalan; koca bir mağlubiyet. Kendini gerçekleştirmek bir yana dursun, gayesini bile anlayamadan ömür yokuşundan savrulur, ayakta bile duramadan zemin kayar durur. Hali perişan olsa da ne fayda, dirilmek yok bu saatten sonra. Ancak müstesna olanlar da var. Onlar, birbirine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenlerdir. Bir şuur ekiminin çiftçileridir onlar. Hasat zamanını bekleyenler, ürününe gözü gibi, kıymetlisi gibi bakanlardır. Böylesi bir zürriyet de ancak “Diriliş Nesli” nden gelecektir. -Bi’iznillah… Diriliş Nesli; -Sezai Karakoç’un nezdinde- Müslüman olan, bu türlü ölümlerden (şuur ölümü) korunmuş bir nesil, bir soydur. Demek ki inanmak, yalnızca bir nimet kazanmak arzusu, bir mükâfat beklentisi için değilmiş! İnanmak demek; yaşamla ölümün arasındaki o ince çizgiyi aşmamak, dik yokuşlarda soluk soluğa kalmamak, kendini teslimiyet ile bulmak, Hüda’ya bir nidada bulunmanın çaresi olmak, en çok da gerçeğine kavuşmak demekmiş. Hal böyleyken, dünya telaşı arasında unutulan ve ne yazıktır ki kaybolan bazı değerler bile varken sana (ve dahi bana) yakışan; vakarlı bir duruş, bu uğurda akıtılan bir yaş, meftun olup “aşk” a verilen bir baştır! Bu soyun devamı olmak sanıldığı kadar kolay olmayacak, sürdürmek o Müslümanca duruşu… Baltalayacaklar topyekûn. Umudunu hedef alacaklar! Hz. İsa’nın muştusu ile içimizde yeşeren o umudu, söküp almak isteyecekler. Yönümüzü çevirecekler, fecre en yakın olduğumuz şarktan çekip çıkarmak isteyecekler. Anadolu’nun, Orta Asya’nın çocuğu olmaktan vazgeçirmeye çalışacaklar küçüğüm! Fakat sen, Müslümanlıkla yoğrulan bu toprakların yetiştirdiği bir fidansın! Sen, emr-i bi’l ma’ruf üzere yaşamaya gebe, nehy-i anil münker üzere doğum sancısı çekmeye gelen bir varlıksın. Bu sancı olmazsa; yavruna kavuşmak bahtiyarlığına erişemeyeceksin. Sen, bu kutlu sancağı taşımak üzere kut alan sadık sözlü bir yiğitsin! Özgür olmak senin ruhundu, hürriyet de senin bedeninde can bulacak. Bir gün, gerçekler arayışına girecek olursan unutma ki kendini bulacağın adres; arınış olacaktır. Diriliş soyu, sen olmadan bir kişi eksik fakat seninle fazla değil. Hasletlerin üzerine yaşamak için, kendini gerçekleştirmek için, kâinatın en güzel örneğinin peşinden ayrılmamak için sen, sık tutulan o safarın en önüne geçensin! İşte insan olmanın gerçeği sensin! Çünkü sen; inananların, teslim olanların, tevhid mücadelesi verenlerin safındasın. Çünkü sen arayıştan arınışa geçenlerdensin! Çünkü beklenen başka kimse değil, sensin! Yaşam ile ölüm arasında bir ince çizgi, dik bir yokuş; adı insan...Gökhan Özdem 7 ir
8 Hâki: Toprak, toprağa ait, toprakla ilgili demektir. Yeşile çalan toprak rengi olarak da bildiğimiz hâkî, Farsça hâk "toprak"tan gelmektedir. Kelime, insanı anlatmak için de kullanılır. Geldiği yeri unutmaması için insana hâkî denir, yani topraktan olan. Mihmandar: Farsça da mihman (misafir) ve dâr (sahip olan) kelimelerinden meydana gelen mihmândâr misafire hizmet ve yardım eden, misafir ağırlayan anlamına gelmektedir. Osmanlı diplomasisinde yabancı devletlerden görevlilere de mihmandar adı verilmiştir. “Yarınki güne umutla bak. Gecenin ne doğuracağını tahmin bile edemezsin.” -İskender Pala / Mihmandar Yazgı: Türkçe kökenli bir kelime olan yazgı, önceden belirlenmiş olaylar silsilesi anlamına gelmektedir. Arapçada mukadderat ve farsça da sernüvişt kelimeleri ile eş anlamlı olan bu kelime aynı zamanda kader, alınyazısı demektir. “Yazgım kendi avucumda seyretmek kırgın aksimi ” -Münacaat /İsmet Özel Zahir: Dilimize Arapça dan gelen bu kelime ortaya çıkan, görünen, zuhur eden anlamlarına gelmektedir. Zıt anlamlısı olan batın ile de çok kullandığımız bu kelime belli, açık, aşikar, dış,yüz gibi anlamlarla da ifade edilmektedir. Zeccaci-kamus tercümesinde varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından belirgin olan olarak tanımlanır. Gazali, Razi, el-Hâlîmî,Maturidi,ez-Zeccâc gibi alimler de bu kavrama farklı bakış açıları getirmişlerdir. “Gözü zahire takılan , mânâdan mahrum kalır.” -Ferîdüddin Attâr/ İlahiname Harâb: Arapça kökenli bu kelime türkçede, ibranice, süryanicede de aynı anlamı paylaşmaktadır. Viran etme, yıkım , yıkıntı, bitkin, perişan anlamına gelmektedir. Tarihte ilk kez Atebet-ül Hakayık (1300 yıl önce)eserinde kullanılmıştır. Kalb-i harab dan bahseden keçecizadenin bu sözünü paylaşmak isterim. “Harâb oldu gönül yâ Rabb evindir onu tamir et...” -Keçecizâde İzzet Molla Naçâr: Farsçadan köken alan bu kelime çār çare ve na öneki ile türetilmiştir, çaresiz anlamına gelmektedir. Türkçede zavallı, düşkün anlamındadır. Tasavvuf, gazel kaside de sıkça kullanılan bir kelimedir. Naçâr ya da derde düçar olmak. “Bu yük senden Allahım, çekeceğim, nâçarım! Senden sana sığınır, senden sana kaçarım! ” -Necip Fazıl Kısakürek/ Çile Meftûn: Arapçadan köken almış bu kelime "maftûn" yanmış,vurulmuş, hayran olan, büyülenmişcesine şaşırıp kalan anlamına gelmektedir. Şaşma, saptırma manasındaki fitne kelimesinden türetilmiştir. “Sen nasıl bu kadar ceylan koşması Sen nasıl bu kadar yollar aşması Sen nasıl bu kadar güneşe meftun Sen nasıl bu kadar sahra çeşmesi” -Nurullah Genç / Söyle Bana Hindiba Mütereddit: Dilimize arapçadan geçen bu kelime tereddüt eden, kararsız kalan, karar vermekte zorlanan anlamlarına gelen tereddüt kelimesinden türetilmiştir. İnsanoğlu aldığı kararlarda mütereddit ve endişe bünyesinde barındırır. Bununla beraber alınan kararlar ile bazen kendini kandırır. Nâbi'de bu mânâda şöyle söyler: “Leb zikirde ammâ ki gönül fke-i cihanda Kaldı arada sübha-i mercan mütereddid.’’ “Bizim dudaklarımız zikr-i Hak'la meşgul iken, fkrimiz dünya işleriyle alâkalı bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalır.’’ Gam: Farsça da üç farklı anlama gelen bu kelime ayak-adım, köy, keder-üzüntü anlamlarına gelmektedir. Türkçede sık kullanılan manası keder, tasa, üzüntüdür. Bu kelime gam dağıtmak, gam yemek, gam küpü gibi bir çok deyimde bulunur, aynı zamanda gam-ı eyyam (günlerin gamı) gam-ı ferda (gelecek endişesi), gam-fersâ (gam dağıtan) gibi osmanlıcada kullanılan pek çok tamlamalarda da yer alan bir kelimedir. “Bana derler, gam yükünü sen götür Benim yük götürür dermânım mı var’’ -Karacaoğlan / Üryan geldim üryan giderim etimoloji Etimoloji Nükte
9 Şeceretü'l İnsan Bu dünyaya nefesi karışmış her akledebilen canlı şu sorunun cevabını arar: İnsan nedir? Dünyaya gelmiş, idrak gücü olan her insan için doğrudan yahut dolaylı olarak bir arayış vuku bulur. Kimi arayışını çok derinlerde yapar, hayat ve ölüm üzerine kalıbı büyük cümleleri azık edinir ki bazı ruhlar bundan hoşnut olur. Bazı kişiler ise bir tutkuya esir olur. Hayatın anlamı ve amacını zevk aldığı şeyde bulur. Öyle kimselerin beklentisi ve hayattan muradı o şeye yüklediği anlam kadardır. Yüzeysel ve tek boyutlu. Tabii her tutkusu olana esir yaftası yapıştırmak da doğru değildir. Kimi tutkular vardır, hayatı anlamak için rehber olabilir. Burada o tutkuya ve bizi insan olmaya ne kadar yaklaştırdığına bakmak uygun düşer. Kimi insanlar da vardır, hayatı ana indirger. “Hayat yaşanan andır, öyleyse benim bu anda en yüksek faydayı gözetmem gerekir” şeklindeki pragmatistik düşünce de insanı bencil ve mağrur olma yoluna sürükler. Bu da insan olma yolculuğunda ona destek değil ancak köstek olur. İnsan üzerine söylenecek cümleler, insan sayısı kadardır. Bu bile bu sorunun, çözümü olmayan bir sorun olduğunu gösterir bize. Belki de sorundan ziyade sorgulanması ilelebet sürecek bir sır perdesi. İnsan da geçmişin uzantısı, geleceğin tohumu olarak bu yolculukta bir yolu tutturmaktadır. Değil mi ki bizler de öncekilerin yaşadıklarını yaşamaktayız. Zahiren farklı şekillerde de olsa hissettiğimiz korku, kaygı, endişe yahut acziyet aynı renk ve desende. Her birimiz farklı dertlerde aynı duygulara hissedarız. Hepimiz ya bir dertle kederleniriz ya da bir derde müptela oluruz. Dert, bu dünyanın özünün karıldığı hamurun adıdır. Fakat bu demek değildir ki dünya dertten ibarettir. Her şey zıddıyla kaimdir derler. Dert varsa derman da vardır. Dert varsa derttaş da vardır. İşte insan bir imtihan gailesinin içinde yuvarlanadursun, insanın hakikatine vakıf canlar da vardır. Nerededirler bilinmez lakin gönüllerde yerleri vardır. Bir de gönlü gönlüne yakın olanlar vardır ki işte onların da dünyaya katlanışları birbirleri sayesindedir. Birbirlerine sayedirler. Birbirlerini çöl sıcağı kadar kavurucu sıkıntılardan, sanki zemheriden kalma keskin soğukluklardan korurlar. “İnsan insanın yurdudur” sözünün vücut bulmuş halleridir onlar. Derttaş olanlardır. Güzel insanlarının güzel olmaları gönüllerinin güzel olması sebebiyledir. Ruhun güzelliği tüm materyalist ve kapitalist güzellik anlayışlarını yıkmaya muktedirdir. Ruh, gücünü içerde oluşundan alır ve en sonunda bedene galebe çalar. Hürriyetini eline alır, dünya semasından sıyrılarak. Velhasıl içerde çıkmaya meyyal ve müştak olan bir yapı olan ruh, bedenden üstündür. Dolayısıyla onun güzelliği bedenin güzelliğinden üstündür. Esasen her insan bir ağacın farklı dalı gibidir. Kimi daha incedir kimine göre, kimi bedence yahut ruhça daha kabadır. Kimi olgunluğa erişmiş, budanma vaktini beklerken kimi; dallar taze taze çıkıverir gövdeden. Kimi dalın yaprağı çoktur, kimisi çiçek açmış gülümsemektedir. İnsanlık da bir ağacın dallarıyla oluşturduğu ahengin bir manzarası değil midir? Tüm insanlık bir ağaç gibi aynı güneşe muhtaç, aynı göğe meftun, aynı yağmurdan ümitvardır. Çoğu da farklı şeyden kederli de olsa aynı yerden sürgündür. Bir güzel insanın kalemi: “ Uzatma dünya sürgünümü benim.” diye yazmıştır, zira. Özlemini duyduğumuz bir yer var zannımca, insanlık olarak. Yoksa bu kadar cedelleşmeyi anlamlandıramıyorum. Aradığımızı bulamayışımızın kızgınlığı var üzerimizde. Sonsuzluğa meftun ruhlarız. Hakikati anlayamayışımızın ve anlatamayışımızın ipliklerine dolanmışız. Zaman bizi ördükçe daha da dolanıyoruz. İnsan olmanın tanımı belki de burada gizlidir. Gönlü latif, ruhu geniş fakat kimi zaman şeytana uymaya meyyal bir nefse sahip ve nefsini yenemediği noktalarda da daha da acizleşen bir varlık. Duruşunu ve vakarını inancından alan ve bunu kaybettiğinde omurgasını kaybetmiş gibi olan ve “kan döksünler diye mi yaratıyorsun” sözüne muhatap olan bir varlık. Zarafet, letafet, şecaat, ilim, ahlak ve edebin toplandığı bir varlık. İnsan; eşref-i mahlûkat. deneme Dilara Barut
Yağmurun süpürdüğü mozaik kaldırımlarda utana sıkıla yürüyordu. Gece boyu uyumayan sokak lambasına kaldırdı başını. Lambanın ışığı bir anlığına gözlerinde yüzdü. Gözlerini ışıktan çekebildiği vakit yere çömeliverdi. Başı dönmüş, midesi karıncalanmıştı. Uyuşmakta olan ellerini kaldırımın kenarındaki çelimsiz otlara doğru uzattı. Avuçlarını kaşındıran yeşilleri eziverdi. Tırnakları fazla uzun değildi ancak bir anlık kendini kaybetmişlik, acıyla inlemesine yetmişti. Kızarmış, sıska ellerine ezdiği otların yeşili damlamıştı. Homurdandı, ellerindeki yeşilleri sıyırdı, çömelmiş olduğu yere oturdu. Dizlerini, acıyan avuçlarına aldırmadan kendine doğru çekti. Işığın aydınlatmaya yetmediği sokağa sabitledi gözlerini. Kendisinin bile yabancısı olduğu bir şeyler mırıldanmaya başladı. O direndikçe inatlaşan gözyaşları, birbiri ardınca aşağı atladı. Yanaklarına çarpan damlacıkları elinin tersiyle sildi, cenin pozisyonundaki bedenini daha çok büzdü. Sığamıyordu. “Hiçbir zaman, hiçbir yere sığamayacağım.” diye düşündü. İvedilikle çekmeceye sokuşturulmaya çalışılan bir bez parçasına benzetiyordu kendini. O yerleştirildikten sonra çekmece ya kapanmazdı ya da rutubetli ahşaplarının arasından tıslayarak yerinin olmadığını söylerdi. Ara ara yüzünü okşayan rüzgâr kendine gelmesini sağlıyordu fakat uzun sürmüyordu. Her bir düşünce diğer bir düşünceye gebeydi. Az ötedeki su birikintisine ilişti gözleri. İyice ağırlaşmış vücudunu kaldırmaya yeltendiği sırada sendeledi fakat bozuntuya vermedi. Kaldırımı elleriyle iterek yerden uzaklaştı. Küçük su paletine doğru adımladı. Kendisine dönüşen birikintiye öylece bakakaldı. İkisi de gözlerini birbirinden ayıramıyordu. Ela gözlerin siyaha yenildiği, çarpık kaşların bir kaos ortamı yarattığı o yorgun yüzde gezmeye devam etti. Gencin yüzündeki çizgiler oldukça derindi. Varla yok arasındaki sakalları aklaşmaya özenmişti. Tekrar sorgulamaya başladı, kesilen nefesine rağmen seslendi. Yükseldikçe çatallaşan sesi; sokak lambasına, ağaçlara, kaldırımlara ve yere uzanan asfalta dokunmayı umdu, yanılmıştı. Nefesini düzene sokmaya çalıştı. Sabahlayacak bir yer bulma gayesiyle boş ve yaban yolda ilerlemeye başladı. Zor bela sürüklediği ayaklarının iniltisi bir süre sonra gecenin sessizliğinde hapsoldu; siyah örtü, köhne vücudunu büyük bir kıvançla kucakladı. Siyah Örtü 10 Dilanur Şişik hikaye
11 Uzun bir yolun başında elinde kalem kağıt ile etrafı hayran hayran inceleyen, sonra kağıda aktaran biri kuşlara hitaben; ben; sizi seviyorum, denizi, göğü, doğayı seviyorum. Onları resm etmeyi de seviyorum. Hatta sevdiğim, sizlere zarar veren insanoğlunu da seviyorum ve onların iyiliğine çalışıyorum, dedi sessizce. Uzun süre yol alan adam, zamanla başka birine aynı istikamette denk geldi. Yalnız bu adam kendisinden biraz farklıydı. Avazı çıktığı kadar bağırarak “neden kimse beni anlamıyor? Neden kimse içimde kopan fırtınayı duymuyor?” diyordu. Bu çığlığı denizde, gökte yankılanıyor ama yine de karşılık bulamıyordu. Bulduğu tek karşılık yine kendi sesi oluyordu. Çünkü gafet ona bir cevap veremezdi. Onu duyan tek kişi oldu, o da herkesin iyiliğine çalışan adamdı ama o da sessizliğini bozmadı, şöyle ki yalnız da bırakmadı. İkisi uzun yola beraber devam etmeye karar verdi. Bir yandan da karşılaştıkları olayları kendi gözlemleriyle inceleyip birbirlerine anlatıyorlardı. Bu gözlemlerin sonunda biri hep güzel görüp güzel düşündü, diğeri hep bağırdı. Akan yol ile iki adam bu sefer bir kadına rast geldiler. Çiçeklerini sulayan kadın biraz mutsuz gibiydi. Bir ara usulca eğilip gülleri ile konuştu. “Siz dedi, çok güzelsiniz. Ama bu güzelliğiniz olmasaydı veya dikenleriniz başınızda, gülleriniz gövdenizde saklı olsaydı, yine de sizi severler miydi?” Hüznü artan kadın gülleri daha güzelleştirmek için onları dikenlerinden kurtardı. Böylece onlara iyilik ettiğini sandı. Bunun zararını günler sonra, kelebekler yerine güllerin başına üşüşen böcekleri görünce fark etti ama artık iş işten geçmişti. Önceden var olan mutsuzluğu daha da arttı. Halbuki kalp ancak güllerin sahibi ile mutluluğu bulabilirdi. Bu olay karşısında iki yol arkadaşından biri yine ince düşündü, diğeri yine kaba düşünüp sitem etti. Onlar yola böyle devam ederken bir adama denk geldiler. Adam kuşlara ders veriyordu. Kuşlar da aldıkları dersi önlerinde duran tohumlara kazıyor sonra pençeleri arasına alıp havalanıyorlardı. Bazı kuşlar tohumları deniz üzerine, bazıları gül bahçelerine, bazıları ağaçlara, dağlara varıp bırakıyorlardı. Tohumlar yere varınca hemen kök salıp budak veriyordu. Nasip kısmet... İki yolcunun başına da birer tohum isabet etti. Başta bu hale ikisi sitem etti. Sonra sessiz; bülbül gibi şakıdı, böylece sevdiği dünyada seyredip fark ettiği incelikleri anlatıp insanlara yardım etti. Sitemli olan da baykuş gibi toprak ve denizin halini anlamaya başladı ve artık sesi ile kimseyi rahatsız etmedi. Yol Canan Yılmaz Gökhan Özdemir hikaye
Gençler ile birden fazla şehirde ve mekanlarda tanışıyorsunuz. Bunun size hissettirdiği duygular ve gençlerde dikkatinizi en çok çeken durumları paylaşabilir misiniz? Son 15 sene içerisinde gençler ile ilgili tecrübelerim ile söyleyecek olursam; İki tip genç var. Biri zahiri genç olup içi yaşlı olan diğeri de gerçekten ümit veren, bakışı berrak içi dolu gözlerinde enerji olan,ümidi, hedefi, aşkı, şevki olan gençler. Bizim de istediğimiz tabi ki bu gençler oluyor sebebi de onlar ile her şeyin kolay olmasıdır. Diğer tarafta karamsar, ye'se düşen, kah ateizm çıkmazına girmiş kah kötü arkadaş kurbanı olmuş çok gencimiz var.ben hem kendi hayatımda hem de genç dergisi vesilesi ile gençliğin ebedi gençliğe çevrilmesi için gayret ediyoruz. Yani hepimizin gençliği bitiyor ama bitmeyecek bir gençlik hayalimiz var. O da ebedi gençlik. Orayı nerede bulabiliriz? Buradaki gençliğimizi iyi harcarsak ebedi gençliği kazanacağız. Aslında dışarıdaki bir gence yardım etmiş olsak da kendimize yardım etmiş oluyoruz. Çünkü kendi hanemizi dolduruyoruz iyilikle sevapla, güzelllikle hayr da. Tabi ki olumsuzluk var ama oraya odaklanırsak irademize ket vururuz. Ben gençlik için umutluyum. Çünkü bakışı berrak, gönlü temiz, klasik tartışmalarda boğulmayan daha çok umudu kuşanmış, güzel bir gençlik topluluğu var onlarla bir çok şey yapılabilir. İnsanın hayatı olan savunduğu ve inandığı davasındaki konumu nerede olmalıdır? İnandığı davanın neresinde yer almalı, hayat akışında her zaman başrolü mü oynamalıdır? Dava kelimesi çok dolu bir kavramdır. Türkiye de dava adamı deyince “bir dava uğruna yaşayacaksın” derler. Kanaatimce hem mana hem dava birleştirilmelidir. Çünkü çoğu davaların manası olmadığı zaman o dava havada kalır kimseyi peşinden sürükleyemez. Bugünlerde baktığımız zaman bir dava uğruna yaşayan insanların sayısı azaldı. gençliğimizde davayı hayat iman ve cihad olarak takip ediyorduk. Bu bir üçlemedir ve hedef verir. Bugün yüreklerde aziz niyetler var. Her temiz dilek, her temiz niyet insanın bir iddiası olur. Fakat bunu büyütmek mümkün. Eskilerin mefkure, gaye-i hayal dedikleri kişiden kişiye değişir. İslam geleneğinde ilahi kelimetullah olarak tanımlanmış. Allahın adını tüm alemde yüceltmek. Bizim var olma sebebimiz onun adını, davasını insanlara ulaştırmak ve buluşturmak. Bu çok büyük bir dava esasında çünkü altını doldurmak için çok uğraşmak gerekir. Dava delil ister. Temsil etmeyen tesir edemez. Bir davanız var ise o davanın temsilcisi olmak zorundasın. Temsilcisi olursan tesirli olur. Tarih ve birçok alanı bizler insanlar üzerinde seviyoruz. Peygamberler olmasa inancımız belki pekişmezdi. Çünkü onlar söylediğini ilk olarak yaşarlar. Ve arkasında dururlar. Dava insanı onu taşıyacak kıraatte olmalıdır. 12 Süleyman Ragıp Yazıcılar Sizin de çok önem ve değer verdiğiniz bir kavram olan “mana”nın insanda ki değeri nedir? Bu kavram insanın ruhunda vuku bulduğu takdirde tezahürü ne olur? Biz kelimelerle düşünür zikreder ve aklederiz. Yeryüzünde bütün varlık konuşur varlığın diline hakim olunca onun ne dediğini anlarsın. Onun diline vakıf oldukça mana zengini oluyorsun. Güneş, yıldızlar bize ne diyor? Bunları düşündükçe derinleştikçe mana zengini oluyoruz. İnsanın hayrette, hürmette, haşyette, derinleşmede eksiği var. Duyu organlarımız ile yaptığımız işlere hayret etmiyor onları normal görüyoruz. Fakat derin düşündüğümüz zaman hepsi bir mucize, görebildiğimiz olağanüstü hal. Yeryüzünde olan olaylara, hadiselere, varlıklara hürmetle, hikmetle, haşyetle bakmıyoruz. Bakılmadığı zaman çok sıradan geliyor. Yeryüzü büyük bir şölen. Allah kudretini sergiliyor. Böyle olunca da yeryüzünün manasını eksiltmiş oluyoruz. Bu yüzden hayat manasız gelir. Gençlerde de olduğu gibi biraz bunalım, sıkıntı oluyor. İçimizde aslında çok sıkıntı var. Yeryüzüne mana veremezsek manasızlığa doğru gideriz. O kısımda ise birçok olumsuz durum vardır. Seçkin yalnızlık deniliyor bazen fakat insanlar değersiz yalnızlık içerisinde. Manadan anladığımız; allah bize neler bahşettiyse bunları anlamaya gayret etme çabasıdır. Bu çabayı gösterdiğimiz sürece içimiz doluyor. Gönlümüz aydınlanıyor. Ferasetimiz artıyor ve insanlığımız kemale eriyor. Bu noktada en kemale eren hz. Muhammed S.A.V.’dir. “Allah’ım bana hakkı hak olarak göster ona tabi olmamı nasip eyle batılı batıl olarak göster ondan da içtinap etmemi nasip eyle.” Demiştir. Ve bu arayış hiç bitmeyecek. Son nefese kadar aramaya mana ile dolmaya devam etmeliyiz. Ne mutlu mana yolcularına… Günümüzde insan ve kaybolmaya yüz tutan “mana derinliği”ni geri kazanmak için nerelere odaklanmalıyız, biz gençlere neler tavsiye edersiniz? Kanatim burada basitliklere odaklanmalıyız. Manayı küçük, sıradan olanlarda arayalım. Sıradanlaştıkça her şey sıradanlaşır. Basit görülebilecek bu alemde hiçbir şey yoktur.Örneğin bir tavuğun yumurtulaması çok basit gibi görünür bize ama gıda sektöründeki temel maddelerden biri yumurtadır. Oradan hikmeti “İnsan mânâ derinliğini nasıl kazanır?” röportaj
alırsın ve iç dünyan genişler. Bugünde hayat insana manasız geliyorsa ona şok olabileceği mekanlar lazım. Mezarlıklar gibi. Yunusun ifadesi ile, “Orada insanlar ne söylüyor ne haber veriyor.” O yüzden küçüğe, basite odaklanalım. Ellerimiz ile yapılacak en güzel işler ya da ağzımız ile konuşacağımız hayırlı kelimeler. Hepimiz bu güzelliğin içindeyiz düşününce çok bereketli sonuçlara erebilirliz. Hayatın karmaşasından ve medyadan benliğimizi biraz çekip kendi hiramızı bulmak zorundayız. İnsan sizin aklınızda ve gönlünüzde nedir? Nerededir? Neden orada olması gerekir? İnsan benim gönlümde hep bir muamma. İnsan denilen muamma... Çünkü biz bu alemin en aciz, en kudretsiz ve fani varlıklarıyız. Başka bir açıdan allaha muhataplık anlamında en büyük potansiyel bizde. Allah bize ruhundan üfediğini söylüyor. Mahiyetini bilmiyoruz. Herkes de bu tecelli var. İnsan aslında bu emanet ile kanatlanması gereken varlıktır. İnsan düşebilir, hataları olabilir ama bu ruhtan dolayı ötelere, ulviliklere yolcu olmalıdır. Bunu kaybetmezsek akıbet hayırlı olur. Yerin üstünde ve göğün altındasın. somut anlamda sınırlandırılmışsın. İnsan yer ve gök arasında sıkışmaması gereken bir varlık.. Biz bir oyuncak gibi kurulduk. Kurguyu yapan Cenab-ı Allah. Allah bizi tabiri caizse kurdu ve dünyaya yolladı fakat ilişkiyi kurarsan orada bir güzellik başlar. Senden olan her şeyin aslında senden olmadığını anlarsın. Kul allah ile yakınlaşır, onu tanıyarak barışır. İnsan kendini tanıdıkça allahı tanır. Kendini tanıdıkça ona olan tanışıklığını arttırır. Onu da tanıdıkça kendini tanımlar. İç içe geçmiş halkalar gibi. Marifetullah ve muhabbetullah. Eskiler insana kendine eğilmesini öğütlemişler. “Büyük alem sensin” diyerekm aslında nereden gelip nereye gidiyorsun. Kendini keşif de bu sorulara yanıt aramak gerekir. O yüzden İnsan benim gönlümde bu muammayı çözmesi gereken varlık. Nasipli, gayretli ve iyi niyetli isek hak dostluğuna yelken açabiliriz. İnsan adlandıramadığı duygular ve anlamlandıramadığı düşüncelerle karşı karşıya kaldığında, çözümlemeye önce nereden başlamalıdır? Kendimizi tanıma ve hayatı tanıma noktasında eksiğimiz var. Yanlışa düşebiliriz. İnsanlar duygularımızla oynayabilir aklımızı çelebilirler. Bu noktada şımarık olmak iyi değildir. Yani ben her şeyi bilirim, ben yolumu çizerim, ben duygularımdan, düşüncelerimden eminim gibi cümleler. Belli kemalatın üzerinde iyidir ama pişmeden bu iddiaya girer. Ve bizler çoğu zaman iddiamızdan vuruluruz. Mesela sevdiğimiz kişi tarafından hüsrana uğramış olsak verdiğimiz emeğe, vakte üzülürüz. Ama biz peygamber efendimiz tarafından uyarılmıştık. “Sevdiğiniz kimseyi pay bırakarak sevin” demişti bizlere. Olur da eksiği, kusuru olursa paydan dolayı ilişkiniz devam eder. Sevmediğiniz birine de yine pay bırakın. Olur ki iyi bir iş yaparsa o payından dolayı ilişkiniz güzelleşir. Yani o pay kısmı için boşluk bırakmaz ve son sürat ile gidersek duvara çarparız yani parçalanırız. Bugün duygularımız neden parçalanıyor? Çünkü paysız seviyoruz. Çözümlemeye bizden önce yaşamış ustalar ne söylüyor bakmak lazım. Her alanın ustası o alanın mürşittir, rehberdir, mihmandarıdır. Gündelik yaşantımızda bir mesleğin nasıl ehline vermek gerekir ise düşünce dünyası içinde gerçekten usta, pişmiş ve tescilli insanlar var. Başta da peygamberlerdir. Anlamlandıramadığımız duyguları o işin ehline sormak gerekir. Birçok büyük insanın büyük ustası vardır. Hayatımızda kıymetli büyüklerimiz olursa o vesileyle bizde büyürüz. Son söz niyetine: İnsanın özü nedir? Benim hissiyatım insanın özünün sevgi ile alakalı olduğu yönündedir. Bu sevgi bahşolmuş bize ezelden. aşk imiş her ne var alemde geri kalan bir dedikodu imiş” der yunus emre. Özümüzü allah büyük bir sevgi ile yaratmış. Bu yeryüzünün her noktasında hissediliyor. Ama bazen gözümüz görmüyor kulağımız duymuyor. Esasında insanın özünde büyük bir sevgi var. O sevginin özünde muhataplık olduğunu düşünüyorum. Allah bizi kendisine muhatap kıldı. Bu çok büyük baht. Çünkü Cenab-ı Allah’ın şeriksiz, ortaksız, kudreti akıllara sığmaz. İnsanoğlu onu hissetmekte aciz. Fakat diğer varlıklara göre aciz olmadığımız bir yer ipucumuzun fazla olmasıdır. Kalbimiz sevgiyi, kabına sığmama halini hissediyor. Tabiatın her parçasında mükemmelliğin olduğu ve bu alemde musahhar, emrimize amade bir mülkün içindeyiz. Bedenimize hükmedebiliriz. Beynimiz şartlandırabiliriz. Buradan gidebilirim. Birine ikramda bulunabilirim. Yazı yazıp paylaşabilirim. Aslında kudretimizde sınırsız gibi görünüyor bu alemde yapacaklarımız adına. Hem sevgi dolusun hem de allah'a muhattapsın. Bu nerede ve nasıl tecelli edecek bunu bulmak lazım. Öyle bir özümüz var ki onu bulmamız lazım. Bu dünyadaki birçok sistem batıl inanç, “İzm’ler” özünü bulduk diyerek özü olmayan bir şeyi insana mutluluk olarak sunuyor. Mesela yoga, Budizm seni huzura erdirecek. Özüne benziyor gibi ama mutsuzluklar hep devam ediyor. Çünkü insanın özü ilahi olanda yani peygamberlerin getirdiği beyanlarda bulunabilir. Herkesin biricikliğini kendisinden keşfetmesi gereken noktalar vardır. Allahın hangi tecellisi bizde zuhretmiş bunu bulmakla mükellefiz. 13 "Bir davanız var ise o davanın temsilcisi olmak zorundasın. Temsilcisi olursan tesirli olursun."
Ben Her Yerden Giderken Ayağım Tökezler Mevsim-i şita’da* bin dokuz yüz yetmiş iki Kanun ayında* erbainin şairi der ki: Benim gövdem de yıllar boyu sevmekle tarazlandı. Ben de kaçarken ardımdakileri yakmaya çalıştım, Ama bu pek mümkün olmadı. Yüzün duvarlarla geç kalmış gibi hüzünlü, bakışır Sabah yola çıkan kervan seni çağırır gibi yol alır. Kafandaki düşüncelerden habersiz ilerleyen ayakların Yanımdan öylece geçti artık bulanık olan varlığın. Seni sevmekte bir varoluştu derdim o; dağların yankısı ve içimde yol çıkmazı, Şimdi yol bitmişken savaşta herkes kendini yurdunda unutmuşken Göçmen kuşunun feryadından bile uzaklaşmışken Bana düşen beklemek değil, Tarazlanan sadrım ve çığlığa boğan kubbenin altında, Usulca bakmaktır ipil ipil yağan bu yağmura... Bu sadr ile amel ettiklerim belki yol açar gelmekte olan inşiraha. Geldiğin yollarda seninle ilerleyen toprağı bana sorsalardı, Derdim ki: o da harap olan insanların yaşlarıyla doyurdu karnını Yağmur toprağa kavuşurken ben gördüm ki mucizenin perdesi aslında hep aralıktı. 14 Emine Genç şiir-hikaye
Şimdi inanmaz duysa içim olan bir yangını Hüzün kabuk yapmış tüm damarlarımı Akan kanlar ki damarda ne kadar aceleci Yastığımda baki olan tanıdık bir ağrı. Söylenmemiş sözleri azık yaptım Yolda bir de kağıt gerekliydi ben onları yaktım Harabenin cam kasnakları yerinde ama kırık Yırtılan perdelerine savaş yemini verilmiş gibi bir salık. Sağır sesler etrafımda dönüyor Her biri sessiz birer göz beni izliyor Delinen duvarlardan görünür her bir yüz Virane olmuş şehri kuşatarak topluyoruz Bir han geçerdi uzaktan, koştum ama durduramadım Sare* bir yar geçti sahrada soluk aldı, anlayamadım Yolda atmak mı mühimdi? Yoksa bu yolu katmak mı sevdaya Serapta seni görünce kalbe bir genişlik gerekti ‘’Yolun sonu daha bitmedi!’’ mi denmekteydi? İmtihan bunun neresindeydi? Gelmese aklıma sevdanın abb’ı* Kalem tutunca çizmesem a'şanı* Muktedir irade olmasaydı, Anlayamazdım sahrada dörtnala koşan abraşı* Aklayamazdım bu sevdanın kırçıllı vakıasını. Mevsim-i şita: Kış mevsimi Kanun ayı: Aralık-Ocak ayları Sare: Temiz,duru Abb’ı: Işık, güzellik A’şa: Gözleri dumanlı adam Abraş: Benekli at 15
Yaşamak gerçekten nedir sorusuna hemen hemen herkesin verecek bir cevabı vardır. Yaşamak (Ikiru - 1952) filminde, yönetmen Akira Kurosawa'nın bu soruyu sade bir biçimde yanıtlamasını izliyoruz. “Yaşamayan” bir adamın hayatın anlamını aramasıyla çıktığı yolculuğun sonunda yaşamı bulmasının hikayesini. Ana karakterimiz hepimizin hayatının bir bölümünde tanımış olduğu biri; rutin bir hayatı olan ve yüzünde hiçbir yaşam belirtisi olmayan bir devlet memuru Kanji Watanabe. Hikayesi, kanser tanısı alması ve 6 aylık ömrünün kaldığını öğrenmesiyle başlıyor. Ölecek olduğunun kesin bilgisi ona belki de hayatında ilk kez yaşamı hatırlatıyor. Film boyunca bir an bile bu düşünceden kurtulamadığını görüyoruz. Üstelik öğrenir öğrenmez unutmak için kendini alkole vermesine rağmen. İlk olarak kolay yolu deniyor Watanabe; anlık hazlarla bunca yıl ne için yaşadığını bilememenin acısını unutmaya çalışıyor. Bu belki çoğumuzun da kaçtığı bir yol fakat ölümün size bu kadar yakın olduğunu düşünün, o kadar kolay peşinizi bırakmayacaktır. Dünyevi zevklerin asla kalbi tatmin edemeyeceğinin kanıtı gibi eğlencenin, kahkahanın, onca şamatanın içinden gözyaşları içinde aynı Watanabe gibi acıklı bir şarkı söylerken bulabilirsiniz kendinizi. "Aşık olun, Uzun siyah saçlarınız ağarmadan, Kalbinizdeki alevler titreşip sönmeden önce Bugünü bir daha yaşamayacaklar için, Hayat kısadır." Yaşamayı buralarda bulamayan Watanabe, hayattan zevk alan cıvıl cıvıl bir kızla tanışınca çaresizce tutunuyor kızın mutluluğuna. Kızda 'hayatı severek yaşamak mümkün mü?' sorusunun cevabını arıyor. Evet, mümkün ama nasıl? Watanabe burada kızdan inanılmaz bir cevap bekliyor fakat cevabı oldukça sade: "Sadece yaşıyorum ve çalışıyorum. Tek yaptığım bu küçük şeyler. Neden sen de bir şeyler yapmayı denemiyorsun?" Bir şeyler yapıyor olmanın, varlığını değerli ve anlamlı kıldığını anlıyor Watanabe. Mükemmel işler başarmasına gerek yok. Sadece o an bulunduğu konumdaki işleri en iyi şekilde yapmaya çalışması yeterli, küçük şeyler olsa bile. Filmde, Watanabe'nin bu sırrı çözmesi sonrasında "Yapacak bir şeyim var!" diyerek koşmasının ardından bir grup insanın doğum günü şarkısı söylemesi gülümseten ve artık ana karakterimizin yeni bir hayata geçtiğini gösteren harika bir detay. Filmde benim için en etkileyici sahne sondaki uzun cenaze sahnesiydi. Cenazede büyük devlet adamları, iş arkadaşları bulunuyor ve sanki 12 Kızgın Adam'daki gibi her biri farklı bir karakteri canlandırıyor. Watanabe'nin yaşamı çözdükten sonra yapmaya koşarak gittiği projeyi önce kendilerine mâl ediyorlar sonra az bir ömrü kalmasaydı asla yapmazdı düşüncesiyle vicdanlarını rahatlatıyorlar. Aslında onlar da farkında kendilerinin bir şey yapmadığının ama kibirleri izin vermiyor. Cenazede sadece bir adam herkesin her an ölebileceğinin farkında ve hüzünlü. Filmde, hiçbir şey değişmemiş ve bir anlam ifade etmemiş gibi görünürken aslında öyle olmadığını, o adam için yaşamın başladığını görüyoruz. Biz de bir doğum günü şarkısı söyleyelim, hepimiz için. YAŞAMAK (İkuru – 1952) 16 Fatma Aksel İlhan
“İstediğin bir şeyi hiç kaybetmedin değil mi?” Dünyaca ünlü Shoplifters (Arakçılar) filminin yönetmeni Hirokazu Koreeda’dan bir aile dramı. Film başarılı ve işkolik bir mimarın biyolojik oğlunun hastanede değiştirildiğini öğrenmesi ile başlar ve yapacakları iki şey vardır; ya hayatlarına devam edecekler ya da biyolojik oğulları ile yeni bir hayat kuracaklardır. Yönetmen izleyiciye sosyo ekonomik, duygusal ve idealleri açısından farklı iki aile portresi sunuyor. İlk ailemiz; Nonomiya ailesi, yönetmenin en fazla odaklandığı aile. 6 yaşındaki oğulları pek çok özel ders alıyor, özel okula gidiyor ve başarılı olması için her imkana sahip. Fakat bu ailenin en büyük sorunu babanın işkolik olması. Dolayısıyla çocuğuna ve eşine yeteri kadar vakit ayıramıyor. İkinci ailemiz ise esnafık yapan üç çocuklu Saiki ailesi. Çocuklar mahalle kültürü ile büyüyorlar. İlgili ebeveynlere sahipler ve özellikle babalarıyla olan iletişimleri çok iyi. “Birini seversen sonunda ona benzersin.” Filmin ilk yarısı, ailelerin karar verme sürecini; ikinci yarısında ise verdikleri kararın uygulanmasını ve sonuçlarını izliyoruz. Fakat çocukların durumunun üstünde durmaktan ziyade ailelerin bu süreçte neler hissettiğini yansıtmak istemiş yönetmen. Ek olarak çocuk konulu dram filmlerinde genellikle anne odaklı bir hikâye izlerdik. Ancak bu filmde baba odaklı bir film izliyoruz. Yönetmen, filminde soy kavramına önem veren bir baba figürü işlemek istemiş. Bu karakteri izlerken toplumumuzdaki pek çok baba figürüne benzediğini görebiliriz. Örneğin, çocukla ilgilenmenin annenin görevi sayılması ve çocuktan her şeyin karşılığı olarak üstün başarı beklenmesi gibi. Dolayısıyla böyle bir baba, bu sert gerçekle yüzleştikten sonra yıllarca büyüttüğü çocuğun aralarında bir kan bağı olmadığı için ona benzemediğini düşünmeye başlıyor. Bu film, hem biz izleyicilere hem de babaya şu iki soruyu soruyor; aynı kanı taşıdığın çocuk mu yoksa büyüttüğün çocuk mu? Filme dair en sevdiğim şeylerden biri, iki babanın diyalogları ve birbirlerine verdikleri tavsiyeler. Ancak filmin kurgusuna dair bir eleştirim var. Yönetmen hikâyeyi karakterlere daha iyi yansıtabilirdi. Özellikle tek bir aileye odaklanması, belki de filmin en büyük çıkmazı, çünkü bu iki farklı aileyi de eşit olarak izleyemememiz empati kurmamızın önünde bir engel. Ayrıca yönetmen çocukların tepkilerine yeteri kadar değinmediği için hikayedeki asıl mağdurların ne hissettiklerini anlayamıyoruz. “Babam, çocukları ile uçurtma uçuracak bir tip değildi. Ama. Sen baban gibi olmak zorunda değilsin.” Filmi izlerken ailelerin çıkarabileceği çok fazla ders var. Bence en büyüğü ise çocuklara ayırdığımız zamanın, zorunluluk olmaması gerektiğidir. Bir çocuk için yapılabilecek en iyi şey, onunla kaliteli vakit geçirmektir. Özetle film, ailelerin içinde bulunduğu bir süreçle izleyici ekrana kilitliyor ve izlerken ben ne yapardım sorusuyla sınıyor. LIKE FATHER, LIKE SON (Hirokazu Koreeda-2013) 17 Buse Nur Taşdemir flm kritiği
Yedi Güzel Adam’dan “Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harferi acz tutuyor Bağışlamanı dilerim” satırlarını kaleme alan zarif bir adamın eseri: Abdurrahman Cahit Zarifoğlu. Bir Değirmendir Bu Dünya, Zarifoğlu’nun 1977-1984 yılları arasında kaleme aldığı denemelerden oluşup güncelliğini hala sürdüren bir eserdir. Belkide güncel olması esere dair beni en çok etkileyen noktadır. Denemelerinde Türkiye’deki modernist akımlar, 12 Eylül Darbesi, Afganistan’ın işgali gibi dönemin güncel sorunlarını ele alsa da bu sorunların yanında sahip olduğumuz Müslüman ve Türk kimliğimize karşı “sözde uygar medeniyetlerin” bize çizdiği sınırları da eleştirmiştir. Bir Değirmendir Bu Dünya Kapitalizme ve Batılılaşmaya karşı çıkararak yolumuzu ümmet olarak bahsi geçen uygar medeniyetlerden ayırmamız gereken yerin çokça üstünde durmuş, onların bize çizdiği sınırların sebebini dinsel kaygı olarak açıklamıştır. Gafete düşerek sözde uygar medeniyetlerin büyüsüne kapıldığımız ve çoğu zaman kapıldığımız bu büyüyü kabul etmediğimiz duruma dair Zarifoğlu “Biz kendimizi hep doğru yoldan ayrılmamış kabul eder ve dünyanın bir “imtihan hane” olduğunu hep başkaları için düşünürüz.” şeklinde dikkat çekmiştir. Devamında düşünün diyor Zarifoğlu “Televizyon karşısında muhallebi gibi gevşemiş bir müslümanda değil cihat etmek, acaba kalkıp bir farzı ifa edecek kuvvet ve istek kalmış mıdır?” diye soruyor. O halde Zarifoğlu’nun da dediği gibi öncelikle “Oturalım ve düşünelim” Bir Değirmendir Bu Dünya; bir başucu kitabı. Elinize alıp rastgele bir sayfayı açtığınızda o sayfadan keseniz dolu, değirmende kendinizi öğütülmüş olarak bulacağınız bir kitap. Hepimizin hayatta yapmamız gereken şeyleri sürekli ertelediğimiz, hiçbir şey yapmak istemediğimiz zamanlar olmuştur. Düşünür, düşünür dururuz aslında her şey tamamdır ama bir türlü harekete geçemeyiz. Sanki görünmez prangalarla bağlı gibi hissederiz. Zamanla daha da yalnızlaşıyoruz, gittikçe kendi kabuğumuza çekiliyoruz sanki. Uyuşuyoruz. Çoğu zaman düşünüyoruz değil mi neden bu hayattayız, amacınız ne? Şöyle demiş Gonçarov : "Ya ben yaşadığım hayatı anlayamadım ya da bu hayatın hiçbir değeri yoktu." 227 Aslında görüyoruz ki 'Oblomovluk' her çağın, her devrin sorunu. İnsan var oldukça bu sorgulama, bu yalnızlaşma hep var olacak. Önemli olan bunları yaşamak değil ;bunlardan daha güçlü sıyrılıp amacını bulabilmek. Ne için varsın? Bunu bilebilmek! Ne büyük lutüftür insanın kendini bilmesi. Unutmayın ki hayatınıza değer katacak kişi sizsiniz, başkası değil. Oblomov Bir şiiri var ya hani Nazım 'ın :"Yaşamaya Dair" "Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak." Büyük bir ciddiyetle yaşamak... Yapıyor muyuz bunu? Ya da yapamadığımız ruh hallerinde bahanelere mi sığınıyoruz? Erteleyerek mi yaşıyoruz hayatı? Neyi bekliyoruz? 18 Zeynep Pınar Rumeysa Akay “Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harferi acz tutuyor Bağışlamanı dilerim” “Ya ben yaşadığım hayatı anlayamadım ya da bu hayatın hiçbir değeri yoktu.” kitap muhibbi
"Mekân gönüldür, insan da gönülde ağırlanır." Adem Özköse. Müslüman gezgin, gazeteci. Yaşadıklarını anlattığı değerli kitaplarından biri 'Esir'. 2012 yılında, Suriye iç savaşındaki olayların iç yüzünü göstermek için bir yolculuğa çıkıyor. Amacı 1-2 haftalık kısa bir belgesel çekip daha sonra yuvasına dönmek. Fakat işler hiç beklediği gibi olmuyor. Belgesel için çıktığı yolculukta, yol arkadaşı üniversiteli genç dostu ile birlikte önce mezhep savaşlarının ortasında esir tutuluyor sonra Esed rejiminin askerleri tarafından kaçırılıyor. Yeraltı zindanlarında masum çocuklara, yaşlı alime yapılan zulmü okurken bile "bunlar nasıl gerçek olabilir" düşüncelerimle boğuşmam gerekirken yıllardır insanların bunlardan daha fazlasını yaşıyor olduğunu bilmek çok can yakıcı. "Çocukların katledildiği bir dünyada biz yaşamasak da olur, dedim" Biz her akşam sıcak yatağımıza girip, sabah aynı yataktan usulca kalkıyoruz. İstediğimiz her yere, özgürce gidiyor saatlerimizi fazlasıyla tüketiyoruz. İnsan olmanın, insan kalmanın zor olduğu bir çağdayız. Dünyanın ötesinde bir yerlerde sabah uyanabildiğine şükreden; dinini korumaya çalışan insanları hatırlamalı, seslerini duymalı, duyurmalıyız. Okuyarak, izleyerek, farkında olarak bu sorumluluğu elimizden geldiğince yerine getirmeliyiz. Sizlerin de gönlüne bir tohum ekebilirsek ne mutlu ümmetimize. "Eğer hayatında hiçbir değer yoksa insanoğlu belli bir zaman sonra yeryüzünün en vahşi yaratıklarından birine dönüşebiliyormuş." Söyle bana hindiba, Yağmur, Rüveyda ve Siyah Gözlerine Beni de Götür şiirleri ve hayat hikayesi ile bilinen şairimiz Nurullah Genç’in “Yankı ve Hüzün” adlı kitabı kısa bir yolculukta bitirebileceğiniz bir kitaptır. Aslında kitap bitince bitmemiş gibi bir hissiyatın beraberinde aradaki şiirlere dönüp bakma isteği uyandıracaktır. Bitince insanı sükûnete erdiren kıymetli bir kitap… Adından da anlaşıldığına göre “Yankı” ve “Hüzün” olarak kitap iki kısma ayrılmış. Yankı bölümünde nida; itiraf, intizar, umut, keder, yalnızlık gibi temalar ile ilgili şiirler yer alıyor. Aslında şiirlerin her biri içimizde farklı bir mülahaza silsilesi oluşturuyor. Sözcükler her birimize farklı aksediyor. Şahsıma ait bu bölümde hasret çeken ve derinden yaralanan bir kalbin sesini duydum: ‘’Dökülür göklerin viranesinden Gözümün önünden süzülen keder’’ -Son Damla Hüzün bölümünde Lili’ye, ölüme, bir gidişe, dosta ve sevgiliye yazılan şiirler karşılıyor bizi. Duygular net, anlaşılır her dizesi tebessüm ettirici. "Benim Şiirim" adlı şiirde yazarın kalbini okura daha çok açtığı hissine kapılıyoruz. Sonra gelen şiirlerdeki anlaşılabilirliği kavrayınca yazar ile aramızdaki perde biraz olsun kalkıyor. Ahengi önemseyen şair hüznün özel dilini üslubuna başarılı bir şekilde geçirmiştir. Yazmak için bizlere öncü ve hissedileni aktarım konusunda güçlü bir şair Nurullah Genç… "Bakmayın çevremi kuşatanlara hüznün yalnızlığın şairiyim ben." -Benim Şiirim Esir Yankı ve Hüzün 19 Eslem Yaren Bıyık Sahra “Çocukların katledildiği bir dünyada biz yaşamasakta olur, dedim.” “Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar Sana hicret eden bir kureyş de ben olsaydım.”
20 tefsir İnsanın anlam arayışı, kendini bilme, bulma çabası kadim bir mesele. Dünya döndükçe de var olmaya devam edeceği muhakkak. Bu arayışta özne de insan nesne de. Elbette hem meselenin sınırlarını çizmek hem de bağlamını tayin etmek zor, söz konusu -türlü türlü meziyetlerle bezenmişinsan olunca. Bu yazımızda Kur’an mevzîinde konuşlandık mevzûmuzu kaybetmemek için. Zira sanat eserini sanatkârından bağımsız ele almak yani Sani-i Zülcelâl’in yüce kelamına başvurmadan eseri olan insana odaklanmak bir nevi mevzûnun yörüngesini kaybetmek olur. Dolayısıyla bu durum bizi sağlıklı sonuçlara götürmez. Peki öyleyse Kur’an’da nasıl bir insan tasavvuru çıkıyor karşımıza? Öncelikle, “Gerçek şu ki, insanın yaratılış tarihinde onun henüz anılan bir şey olmadığı bir dönem gelip geçmiştir. Hakikatte biz insanı katışık bir nutfeden yarattık; imtihan edelim diye onu işitir ve görür kıldık.” (İnsan Suresi 1-2) ayeti kerimesinde buyurduğu üzere “varlık âlemine çıkarılıp var kılınarak muhatap alınmış’ bir insan görüyoruz. Hem de Hâlık-ı Kerîm tarafından bütün zaafarına ve kusurlarına rağmen muhatap alınmış. Bu pâyenin idrakine varmak dem olmakla ‘ademe’ mahkûm olmak arasındaki ince çizgiyi belirliyor. dem düşüşlerine rağmen ‘ademden’ bu idrakle kurtuldu ve nesline bu idraki miras bıraktı. Bu mirası devraldığının şuuruna varan insan emaneti yüklendiğini de anlayacaktır. Emanetten kasıt nedir? “Ben yeryüzünde halife yaratacağım.“ (Bakara 30) ilahi muradındaki insan tasavvurunun muhtevasını dolduracak bir kıvamda olma gayretidir emanet. Hem de bütün zaaflarına, nefsinin bütün kışkırtıcı senaryolarına ve adâvetin türlü renkleriyle her daim damarlarında dolaşan şeytanın bütün çeldirici telkinlerine rağmen kıvama erme ve kıvamı koruyabilme gayreti. Yüce Yaratıcı lütf-u keremiyle muhatap aldığı insana, -bir manada insanın kendi cehdine bağlı olarak ebedî rızasına namzet kılmak sûretiyle daha ileri bir pâyeyi ufuk olarak gösterirken, Kur’an’ı da ona ayna yapıyor. Kendini bu aynada ibretle temaşa etsin kendini bilsin, kendini bulsun, insan-ı kâmil olsun diye. Hem de nebevî hikmet rehberliğinde bir müslüman şahsiyet inşası hedefeyerek. Peki insan nasıl görünür bu sıdk timsali aynada? Tin Suresi’nde“Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde/kıvamda yaratmışızdır. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar başka; onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.” (Tin Suresi 4-5)şeklinde buyurarak insanın maddi manevi potansiyelini nazara vermektedir. İnsan düşünen, konuşan, bilen, irade sahibi, bir varlık olarak hem fizyolojik olarak en güzel şekilde hem de varlık sahasına hükmedebilen bir mahiyettedir. Ayrıca insan hem kendini tanıma, hem evreni tanıma hem de insanı yaşatma, dünyayı imar etme gayesiyle medeniyetler kurma kapasitesiyle ve hatta vazifesiyle yaratılmıştır. Ancak yaratılış gayesini keşfedemeyen, ilahi muradı idrak edemeyen, nebevî hikmetin diriltici soluğunu hissedemeyen kimseler de bunca potansiyele rağmen ne yazık ki kendini esfel-i sâfiline düşmekten kurtaramayacaktır. Yüce Yaratıcı Kur’an’da insana hep bu minvalde uyarılarda bulunur. Asra/zamana yemin ederek insana verdiği ömür sermayesinin farkına varması ve kulunun ebedî hüsrana uğramaması için yol haritası çizer. “Asra and olsun ki, İnsan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.”(Asr Sûresi 1-3) Buradan anlıyoruz ki insan ‘olabilmenin’ yolu ömrü vereni idrak, onun gösterdiği yolda nebevî bir gayretle iman/amel/aksiyon üzere müslümanca şahsiyet inşası. Kur’an Mevzî, İnsan Mevzû Şükran ÖZCAN
212 Bununla beraber Hz Adem’den (as) devraldığı, Hz.Muhammed’le(sav) zirveye ulaşan medeniyet binasına tuğla üstüne tuğla ekleyerek yoluna devam etmek. Bu yolda, yola revan olmuşlara da hakkı tavsiye ve karşılarına çıkabilecek her türlü engele rağmen sabrı tavsiye etti. Yani bir başka ifade ile insan, iman etmek ve salih amel işlemekle beraber salih bir toplum ve medeniyet inşası için gayretle hem de yoluna çıkabilecek engellerde eğlenmeden sebatkâr bir gayretle ancak ebedi ziyandan kurtulup insan olmanın hakkını verebiliyor. Rabb-i Rahim yüce kitabında insana bu ufku gösterirken bir yandan insanın zaafarına ayna tutuyor. “İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip yan çizer; başına bir kötülük gelince de hemen karamsarlığa düşer.” (İsra -83) ayeti kerimesinde ve benzer başka ayeti kerimelerde de işaret edildiği gibi nefsin varlıkta Rabbine teşekkür etmekten, darlıkta da Rabbine güvenmekten uzak bir tutuma meyilli olduğu nazara verilmektedir. Rabbinin lütf-u keremiyle nefsinin zaafarını gören insan şikayet etmeyi bırakıp hikaye inşa etmeye gayret edecektir. Bazen bir insanın hikayesi bütün insanlığa ruh üfeyebilir. Kendini Kur’an aynasında temaşa eden insan bunu yapabilir ancak. Yine İsra Sûresi’nde “De ki: “Rabbimin rahmet hazinelerine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu çok eli sıkıdır!” (İsra -100) ayetiyle insana cimriliği, “Hayır (Ey insanlar!) Doğrusu siz çabucak gelip geçeni seviyorsunuz, âhireti ise bir yana bırakıyorsunuz.”Ayeti kerimesiyle de peşin dünya lezzetleri uğruna ebedî ahiret hayatını tehlikeye atabilecek bir aceleciliğe sahip olduğu hatırlatılıyor. Bütün bunlarla birlikte yine öz bir ifadeyle Şems Sûresi’de: (7-10) “Nefse ve ona düzen verene, Ona kötü ve iyi olma yeteneklerini yerleştirene and olsun ki; Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere boğan da ziyan etmiştir.” Şeklindeki ihtâr-ı Rahmânî ile nefsin iyilik ve kötülük potansiyeline dikkat çekip insanın iradesine atıfta bulunuyor. Elbette pek çok ayet-i kerimede insanın mahiyetine dair iyi kötü hususlar bulmak mümkün. Ancak özetle şunu söyleyebiliriz; bunca eksik kusur barındırsa da insan, başta da belirttiğimiz gibi ‘Kur’an’a hem muhatap hem de muhteva’ olarak önemli bir misyonla yaratılmıştır. İşte insan Kur’an aynasında temaşa ile kendini bilme, kendini bulma ve kul olma yolunda gayretini şahlandırarak hayatın hakikatine erebilir. Nihayetinde ne buyuruluyor: “Biz her insanın kuşunu boynuna doladık (sorumluluğunu omuzuna yükledik.) Kıyamet gününde insana, açılmış vaziyette önüne konulacak olan bir kitap çıkaracağız. Oku şimdi kitabını! Bugün kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!”(İsra Suresi 13-14) Bunca ilahi ikâza rağmen olur da Adem’in çocukları hata edecek olursa yine Adem’ce bir yönelişle hemencecik: “Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz!” (Araf Sûresi 23) diyerek Rabb-i Rahîm’e iltica edip, yaratılış gayesini tekrar derin derin solumaya ve ilim, irfan, hikmet yolculuğuna kaldıkları yerden devam etmeye gayret ederler. Var edene, varlığından haberdar edene hamd-ü senâ ile. Öznur Taşkın
Bazılarımız için hayatta kalmak en büyük direniştir. Şairin de dediği gibi “Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir.” Tüm haksızlıklara, zulümlere karşı bir yumruk yükseltmenin adıdır yaşamak. O yumruğun içerisine, öfkeni de sevdanı da sığdırmanın adıdır. Sinende sarılmayı bekleyen yaraların varken davan için hiç durmadan yara almaya devam etmenin adıdır belki de. Kaybetmektir her şeyini, bir gün yeniden kazanacağın günün gelmesi uğruna. Uzakta bir yer var. Acının mutlak bir otorite olarak hüküm sürdüğü, zalimin zulmünün hiç bitmediği bir yer. Hani derler ya umut, küçük bir çocuğun ışıltılı gözlerinde saklıdır diye. Bazı topraklarda çocukların yüzü hiç gülmez. Gülmek eylemi yalnızca onların suretlerinde anlam kazanıyor olsa da. Işıltılı bir çift göz ve yüzdeki tebessüme hasret, yaşlarla dolu simsiyah gözleri, keskin bakışları vardır onların. O bakışların karanlığında boğulur tüm insanlık. Onlar için umut, sarıldıkları oyuncaklarından başka bir şey değildir. Tabi hala ellerinde oynayacakları bir oyuncakları kaldıysa. Bir kelebek kadardır ömürleri. Kimi dünyaya gözlerini açamadan girer toprak altına kimi ise bir bayram günü bayramlıklarıyla kuş olur, uçar cennet yuvasına. Yürümeden ölmeyi öğrenir o çocuklar. Yakılıp, yıkılmıştır dünyaları. Korktuklarında koşup sığınabilecekleri bir yuvaları yoktur, annelerinin kanatları daima uzaktır onlara. Yüzlerini her daim güldürecek bir babaları yoktur, çoktan kahraman olmuştur bir dava uğruna. Bu yüzden bu toprakların çocukları ürkek ama bir o kadar da cesur bir yürek taşırlar sol yanlarında. Ellerinde bir sapan bir de taş ile direnirler kalbi taş kesilmiş insanlığa. Filistin’de çocuksan annenin feryatları ile büyümüşsündür. Ninni nedir bilmezsin çünkü daha önce bomba seslerinden, insan çığlıklarından başka bir şey duymamıştır kulakların. Derin bir uykuya dalamazsın oralarda. Bir gece vakti apansız bomba sesleriyle doğrulursun yatağından. Uyanamamışsan bil ki ölmüşsündür, çocukluğun kalmıştır taş betonlar altında. ZALİMLERİN GÖLGESİNDEKİ ÇOCUKLUK ‘’Filistin’de çocuksan son gücünle haykırsan da duymaz sesini dünya. Çünkü senin varlığın bile korku salar düşmana. Bilirler ki her doğan bebek bir Selahaddindir. Selahaddinler yetiştikçe düşmez Mescid-i Aksa.’’ 22 Rümeysa Ulgay deneme Gökhan Özdemir
2 âmâlar gördüm efendi! Bombalar altında demirden oyuncaklarla Gülüşen, oynaşan çocukları Tel örgüler ardında kalan Virane hayalleri, titrek ümitleri yarınlara dair Ve kolsuz ve bacaksız ve umutsuz İki büklüm ihtiyarların Biyografisini haykıran sarkık çizgilerde Alınları üzerinde Sessiz haykırışı gören Kıyamet akşamı gibi… Sağırlar duydum efendi Kara yüzlü aydınlık insanların, Ekinleri sararmış Geleceği çalınmış Hakir görülüp itilmiş, sömürülmüş Saf gönüllü insanların diyarında Petrol kokusunu bastıran Aç... doyumsuz... av isteklisi akbabaların Çürümüş ciğer kokusunu Ve sabilerin karnından yükselip Dünyayı sarsması gereken Mide gurultusunu duyan Kıyamet akşamı gibi… Furkan Çakmak EFENDİ 23 şiir Dilsizlerle konuştum efendi Kalpleri, şehrin karanlık dehlizlerinde Ölümü andıran gecelerinde Bir cami avlusunun huzura açılan kapısında Asırlık çınarın yaprak sesleri Eşliğinde şadırvandan akan su Ve kırılmış bir şekilde Yüreğiyle rablerine yalvaran dilsizler Kıyamet ertesinde Ve onu gördüm efendi Amâ, el'e karşı Sağır, zem'e karşı Dilsiz, kem'e karşı Ve bensiz, bana karşı Öznur Taşkın
Sümeyye Kaymak
Plasebo etkisi: Kişinin hastalığı için kanıtlanmış tedavi edici bir etkisi olmamasına rağmen bir ilacın onu iyileştireceğine inanmasıdır. Plasebo, Latince kökenli bir kelime olup "hoşnut etmek" anlamına gelir. Yapılan çalışmalar plasebonun astım, kalp rahatsızlıkları, şiddetli ağrılar gibi birçok hastalıkta işe yaradığını ortaya koymuştur. Plasebo yöntemi neredeyse 1700'lü yıllardan beri kullanılan bir yöntemdir. O zamanlarda doktorlar ellerinde ilgili ilaç kalmadığında sahte ilaçlarla tedavi ederlerdi. Genelde bu hap şeklinde bir şeker veya iğne ile enjekte edilen bir sıvı olmuştur. Bunun en bilinen örneği: II. Dünya Savaşı sırasında Dr. Henry Beecher'ın yaralı askerleri tedavi edecek morfin kalmadığını gördüğünde yaralılara morfin yerine tuzlu su enjekte etmesi ve ilginç bir şekilde askerlerin ağrılarının azaldığını gözlemlemesidir. Deneyler gösteriyor ki plasebo geçiştirmiyor, iyileşmeyi tetikliyor. Hasta inanıyor ve vücudunun onarmasına da izin veriyor. Bu durumda plaseboya “İnancın tedavisi” de diyebiliriz. Plasebonun olumsuz hali olarak nitelendirebileceğimiz etkiye ise "Nosebo"denir. Nosebo sözcüğü Latince'de "zarar vereceğim" anlamı taşır. Nosebo kişinin bir durumla ilgili negatif beklentilerinin kişiyi olumsuz yönde etkilemesi durumudur. Nosebo’da, hastanın ilacın kendisine yan etkiler getireceğine inanması nedeniyle hastaya farmakolojik olarak etkisiz bir ilaç bile verilse hastada, hastanın beklediği yan etkilerin görülmesini örnek verebiliriz. Birçoğumuz yeni tanıştığımız insanların olumlu ya da olumsuz özelliklerini baz alıp onlara başka olumlu ya da olumsuz özellikler atfederiz. Örneğin yeni biriyle tanıştık. Şık giyimli, güler yüzlü, diksiyonu güzel biri. Edindiğimiz ilk izlenimlerden yola çıkarak o kişinin diğer özellikleriyle ilgili olumlu düşünme eğiliminde bulunabiliriz. Mesela bu kişi başarılı, zeki ve ekonomik durumu iyidir gibi birçok olumlu özellik atfetme durumuna “Halo Etkisi” denir. Halo Etkisi ilk olarak Amerikalı Psikolog Edward Thorndike tarafından Amerikan ordusundaki üst rütbeli askerlerin astlarını değerlendirmesiyle ilgili bir araştırmada ortaya çıkmıştır. Bu araştırmadaki amaç bir niteliği değerlendirmenin diğer nitelikleri nasıl etkilediğini görmektir. Sonuç olarak komutanlardan askerleri değerlendirmeleri istendiğinde komutanlar, güçlü yapısı olan askerlerin iş becerisi ve sadakat duygusunun daha yüksek olduğunu; daha çelimsiz görünen askerlerin daha olumsuz özelliklere sahip olduğunu söylemiştir. Özetle bir kişi hakkında yorum yapmadan önce onu iyice tanımamızda fayda vardır. Kısa sürede oluşturulan bu yargılar Halo etkisini arttırır ve hayal kırıklıklarına sebebiyet verir. Plasebo Etkisi ve Halo Etkisi 25 Büşra Sakar psikoloji
26 Fikir çilesi çekmiş; bilme, bulma ve olma yolculuğunu eserlerinde yaşamış büyük istiklal şairi Mehmet Akif... O, bu dünyasını Akif gibi sebat ederek yaşamış, ahirette Mehmet gibi yaşayabilmeyi niyaz etmişti. Gayesi rıza-ı ilahiydi, isyanı da ibadeti de bu gaye uğrunaydı. Akif’in iman dolu sînesi yazdıkça, ibadet ettikçe mazhar olurdu. Yazmaktı, Akif’in ibadeti. Kalabalıklardan kaçıp sanatına sığınırdı. Sanatıyla matemine çare arar, isyanını yine sanatıyla dile getirirdi. Akif, Safahat’ında ”Sessiz yaşadım beni kim nereden bilecektir?” diyor. Tıpkı diğer dava adamları gibi o da kalabalıkların içinde yalnız yaşıyordu. ‘Dostum, kardeşim’ dediği insanlar bile onun hayat gayesi uğruna yaptıklarını anlayamadılar. İşte bu yüzden Akif’in ruhuna yakışan yer, yüksek mevkiler değil sanatını icra edebildiği ideoloji alanıydı. Onun bu yalnızlığı Rabbine yaklaşmasına, nefsini sorguya çekmesine vesile oldu. Akif bu sayede, insanlığa verilen yüce emaneti keşfederek ruhunun derinliklerine yol aldı. Artık kendi benliğinden geçmişti. O bu dünyada yaşıyorama bu dünyayı yaşamıyordu. Yeryüzünden kaçıp sonsuzluğa sığınıyordu. Akif sonsuzluğa olan hasretini şu mısralarla dile getiriyor: “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım” Onun sonsuzluk hasreti yüreğinde sönmeyen bir ateş gibi yanmakta ve dahi sürekli kor olmaktaydı. İşte Akif, ruhundaki bu sonsuzluk hasreti ile varlığından ayrılmayan ecdat duygusunu Asım ile dile getiriyor. Asım, Akif’in isyanına deva bulduğu gençlik ideali, onun beklediği diriliş erleri olacak nesil Asım’ın nesli. Gelenekten geleceğe giden, hakikatle var olan, özünü unutmayan nesil; Asım’ın nesli. Nadide eseri Safahat’ın en büyük kaynağı Akif’in özü idi. Bu öz, bin yıllık tarih ile buluştuğu vakit, huzur-u ilahi şuuruyla sanatını icra ederdi. “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir uyanık yeter.” sözündeki uyanıktı Akif. Yazdıklarıyla hitap ederdi diğer insanlara, manifestoydu adeta her cümlesi. Onları yazarken içinde bulunduğu hislerin şiddeti o kadar büyüktü ki, o hislerle yazılan bir marş bağımsızlığın sembolü haline geldi. Akif’in esas yolculuğunu görebildiğimiz yer Safahat’ıydı. Kendini Safahat’ında pişirdi. Özü de sözü de orada gürleşti. Safahat’ı tamamladığı vakit artık bizim bildiğimiz Akif değildi, o. Vuslat ateşiyle yanıyordu yüreği. Ruhunun niyaz ettiği gerçek hürriyeti kaleminden şu sözlerle döküldü: “Nasıl dursun, benim biçare gölgem sende ayrılmış? Güneşlerden değil, ya Rab, senin sinenden ayrılmış! “ Rabbine kavuşmak istiyordu Akif. Bu dünyanın onun için kalıcı bir anlamı yoktu. Gölgesinin bu dünyadaki manasını değil ebediyetteki karşılığını istiyordu. Ruhu artık yekpare bir secdeyle hilkat gayesine kavuşacağı anı beklemekteydi. Akif hilkat gayesine kavuşabilmiş midir, bunu bilmiyoruz. Bize düşen bu dünyada eriştiği tecrübeye şahitlik ederek; umduğu gibi kendisini rahmetle anıp, irademizin yettiği kadarıyla Akif’i gerçek manada anlayıp onun tasavvur ettiği nesil olmaya gayret göstermek olsa gerek. AKİF’İN İRFANI Rüveyda Gül Doğan yazarından bahset Nur Yavuz
27 İNSAN Hatice Gökduman Toplum halinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bir bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen, biçimlendirebilen canlı. (TDK.) Dilbilimciler insan kelimesinin etimolojik kökenini tespit ederken farklı görüşler ortaya koymuşlar. Aslında hepsi dikkat çekici bir şekilde insanı tanımlayan niteliklere işaret ediyor. Öne çıkan iki köke atfedilen insan; insanın iki zıt durumuna vurgu yapıyor. “İlişki kurmak, yakın olmak, tanış olmak.” anlamlarında: ”ünsiyet” “Unutmak, terk etmek, sırt çevirmek” anlamlarında: “nisyan” Kelimenin aslının “unutmak” manasında nesyden,insiyan olduğu da ileri sürülmüştür. (İbn Abbas’a nisbet edilen “İnsan ahdini unutması sebebiyle bu ismi almıştır.” şeklindeki rivayete dayanır.) Ünsiyet ise uyum sağlamak, alışmak manasında kullanılır. İlişki kurabilmek, uyum sağlayabilmek için insanın öncelikle kendini tanıması, kendisiyle barışık olması gerekir ki, diğer varlıklarla ve bilhassa diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurabilsin. Arapça İNS kelimesinden türetilmiş. İnsan olmak: Teennüs Cana yakın olmak: İstinas Vahşetin karşıtı: Enes İnsan sözcüğü göz bebeği anlamına da gelmektedir. İnsanü-ayn diye kullanılıyor. Kur’an-ı Kerim’de 65 yerde insan, 18 yerde ins, 1 ayette enasi, 1 ayette insi ve 230 yerde çoğul olan NAS şeklinde yer almaktadır. Tüm meziyetleri, zaafarı ile şefkati, merhameti; gaddarlığı, bencilliği ile şükrü, nankörlüğü ile fıtratında olan iyi ya da kötülüğü ile (“Ona kötülük ve iyilik kabiliyeti verene and olsun ki, kendini arıtan, kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” Şems 8-9) Yaradan tarafından üstün kılındığı söyleniyor: “And olsun ki, Biz insanoğullarını şerefi kıldık. Onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle rızıklandırdık. Yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra 70). İnsanı diğer canlılardan üstün kılan Yaradan’ın ona ruhundan üfemesi “Ona ruhundan üfemiş; (böylece) size DİNLEME, GÖRME, BASİRET yeteneği ve GÖNÜLLER vermiştir. Ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Secde 9) “Size işitme özelliği, ileriyi görebilme (basiret) ve gönüller verdim” (Nahl 78). Ayetlerde geçen işitme: dinlemeyi, anlamayı, öğrenmeyi; görme; ileri görüşlü olabilmeyi; gönül: duygusal yapı, sağduyu, vicdan gibi karışık fakat tamamıyla insana özgü özelliklerdir. Demek ki insan olmak bu hasletleri taşımaktır. Bu hasletler yoksa adı insan olsa da Yaradan’ın üstün kıldığı şerefi insan olmuyor. İnsan olabilmek daha doğrusu insan kalabilmek için sürekli bir şeyler öğrenmek, öğrendiklerini uygulamak gerek. Zira öğrenmek aynı zamanda değişmek ve gelişmektir. “Muhakkak ki bu Kur’an, insanları en doğruya iletir ve güzel yararlı işler yapan müminlere büyük mükafatlar olduğunu müjdeler.” (İsra 9). Ve Kur’an Allah ile başlar (Elhamdülillah), insan ile biter (insanların Rabbi). İnsan olma şerefini bahşeden Yaradana hamd olsun. denemeElif Safiye Varol
Elif Safiye Varol
Kız çocuklarına yapılan bu zulmün temelde iki sebebi vardı: Birisi, kız çocuklarının yoksulluk getireceğine inanılırdı. Diğeri ise namustu. Hz. Hâtice ise iki özelliğiyle nam salmıştı asr-ı saadete: Ahlakı ve ticari zekasıyla. Ahlakının güzelliği Mekke halkının dilindeydi.“Namus’’ denilen kavramı o kadar güzel himaye ediyordu ki hayran kalmamak mümkün değildi. Ticari zekası ise cabasıydı. Kadınların hiç bir işe yaramayacağını düşünen cahil zihniyete karşı zekasıyla meydan okuyordu. İşinde o kadar iyiydi ki Mekke‘nin en zengin tüccarlarından birisi olmuştu. Bu iki özellik dikkate alındığında Hz.Hâtice’nin bu zulmün iki temel sebebini çürüttüğünü görüyoruz. Âdeta yıllardır süregelen dogmatik düşünceleri yıkarcasına meydan okuduğunu, hayatı kısalan masum kız çocuklarına yapılan acımasızlığı dindirdiğine şahit oluyoruz.O’nun; tek başına bir dünyayı, sığınılacak en güzel memleketi temsil ettiğine tanık oluyoruz. Hz. Hâtice’nin tâcire olduğunu, ticaretle uğraştığını söylemiştik. Ticari zekası O’na babasından mirastı. Mallarını, çalıştırdığı kişiler aracılığıyla satıyordu. Resulullah’ın doğruluğunu, âhlakının güzelliğini duymuştu. Şam’a gidecek olan önemli bir kervanının başına Peygamberimizi görevlendirmişti. Efendimiz ile giden Meysere, kervan dönüşü Hz. Hâtice’ye Resulullah’ın sîret ve sûret güzelliklerinden bahsetti. Hz. Hâtice’de Peygamberimizle evlenme isteği doğmuş oldu. Gerçekleşen hâdiseyi Hz. Hatice’nin en yakın arkadaşı Nefise binti Münye şöyle anlatır: “Hatice binti Huveylid, işini bilir ve sıkı tutar, sağlam karakterli ve şerefi bir kadındı. Hatice, o zaman, Kureyş kadınlarının soyca en seçkin ve üstünü, şerefçe en büyüğü, mal bakımından da en zengini idi. Bunun için, kavminin her erkeği, elinden gelse, onunla evlenmeye can atar, onunla evlenebilmek için servetini saçardı. Muhammed (a.s.) Hatice´nin Şam ticaretinden döndükten sonra, Hatice kendisiyle evlenmek isteyip istemeyeceğini anlamak maksadıyla yoklama yapmak üzere, beni Muhammed’e (a.s) gönderdi. Ona: ´Ey Muhammed! Seni evlenmekten alıkoyan nedir?´ diye sordum. ´Elimde param yok! Ben nasıl evlenebilirim?´ dedi. ´Eğer sana evlenme masrafı sağlansa da, sen cemale, mala, şerefe, denkliğe davet olunsan, icabet etmez misin?´ diye sordum. ´Kim bu kadın?´ dedi. ´Hatice´dir!´ dedim. ´Bu, sence, benim için nasıl olabilir?’ dedi. ´Orası, bana düşen bir vazifedir.’ dedim. ´O halde, ben de senin dediğini yaparım!´ dedi. Hemen gidip durumu Hatice´ye bildirdim.” (Tabakât, 1/131) “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete kavuşursunuz.” buyurur İki Cihan Serveri. Kaldır kafanı ve sanatın en güzel haliyle bezenmiş, derinliği sonsuzluğa ulaşan gökyüzüne bak! Gökyüzünün himayesi altına aldığı milyonlarca yıldızı seyret! Hangisi senin yıldızın? Hangi yıldız her hâline hâl olacak, yolunu aydınlatacak? Unutma ki her birimizin mizacı ayrı ayrıdır. Bu yüzden her insanın gökyüzüsü farklı ışıltılarla kaplıdır. Sen; sana ait olan, senin adına ışıltısı en yüksek olan yıldızı yoluna hidâyet kaynağı yapıp yoluna öyle devam et! Benim yıldızım, İslam’ın en nadide mimarı, Fahr-i kâinatın yüzüne tebessümler konduran neşe kaynağı, gönlümüzü nurlandıran cennet hatunu... İslamiyetten önce Tâhire, sonrasıda Kübrâ sıfatına nâil olan dava insanı. Kendisi bir çiçek, Hz. Muhammed’in çiçeği: Haticetü’l Kübrâ annemiz... O’nu anlatmak adına hangi kelimeler mürekkebimden kağıda damlasa eksik kalır gibi hissediyorum. Değerini tanımlamada yarım kalıyorum.Sözün büyüğü Peygamberimdendir:Birvakit Resulullah (asm) hasta olan sevgili kızı Fâtıma’ı (r.a.) ziyarette bulunur, halini sorar. Hz. Fâtıma: “İyi değilim babacığım, işin fena yanı şu ki; evde yiyecek hiçbir şey bulunmamakta.” Peygamberimiz bunun üzerine buyurur ki: “Kızım, istemez misin ki dünyanın bütün kadınlarının hanımı olasın?” Hz. Fâtıma arz eder:“Babacığım, Meryem bint-i İmran ne idi?” Peygamberimiz buyurur ki: “O, kendi devrinin kadınlarının hanımı idi, sen de ķendi devrinin kadınlarının hanımısın. Fakat Hâtice (r.a.) son devrin kadınlarının en iyisi ve hanımıydı.” Son devir... Asr-ı saadetten ahir zamana kadar süregelen bir çatışma, asırlara sığmayan bir dava. Yük ağır, taşımak için imanla yıkanmış bir yürek gerekli. Hâtice (r.a.) annemiz en güzel temsilat, en değerli örnek. Sadece kendi asrını değil, son devri omuzlayacak bir imandı ondaki. Gökyüzümde iman ışıltısınıyayan en naifyıldızım... Kolay mıydı Cahiliye Devri’nde yıkılmadan ayakta durabilmek? Vicdanlarını kül etmiş, dogmatik düşünceler ardına sığınmış bir devirdi. En korkunç örneği kız çocuklarına olan tavırlarıydı. Kız çocukları onlar için uğursuzluk demekti. Yaşamalarına izin verilmez, diri diri toprağa mahkûm edilirlerdi. Küçücük bedenleri, yaşla dolu olan gözleri dahi engelleyemezdi bu zulmü durdurmaya. Fakat soylu aileler bu zulme ortak değillerdi. Hz. Hâtice (r.a.) de soylu bir aileye sahipti. Bu sebeple Hâtice(r.a.) annemiz bu zulmü yaşamak durumunda kalmamıştı. Hz. Hâtice "Gökyüzümdeki Yıldız" 29 Betül Dağ sahabe hayatları
2 Hz. Hatice, Nefise Hatun aracılığıyla yaptığı yoklama sonucunda Peygamberimizin kendisiyle evlenmeye razı olacağını anlayınca: “Ey amcamın oğlu! Akrabam olduğun kavminin arasında şerefi, emniyetli, güzel huylu ve doğru sözlü olduğun için seninle evlenmeyi arzu etmiş bulunuyorum. Amcam Amr b. Esed´e gidip beni iste! Sen de, şu saatte gel!”(Sîre, 1/200-201; Taberî, 2/197) diyerek Peygamberimiz’e nikâhını kıyması için de amcası Amr b. Esed’e haber gönderdi. Peygamberimiz 25 yaşında bir gül fidanı iken yol arkadaşı oldu Hâtice’si (r.a.). Aşklarının temelinde semavi bir nur gizliydi. Hz. Hatice, çok sevmiş ve çok sevilmiş bir eşti. Son peygamberin çiçeğiydi. Birbirlerine olan sevgi ve saygıları her geçen saniye daha da çok işliyordu her bir zerrelerine. Son durağın cennet bahçesi olacağı bir yol bekliyordu onları. İlk vahyin ağırlığını taşıyan evdi onların evi, o ağırlığı Fahr-i Kâinatla paylaşan ilk yürekti Hz. Hâtice’nin (r.a.) yüreği. Hirâ’da Cebrail (a.s.) aracılığıyla ilk vahiy, Kâinat Gülü’nün yüreğine ince ince işleniyordu.“Yaratan Rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir. (Alak, 1/5)” Vahyin haşyetinden inci yüreği titreyen Nebi, Hatice’sinin (r.a.) yanına koştu, huzur kokan yuvasına koştu. “Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” buyurdu. Hz. Hatice önce sükut eyledi. Peygamberimiz kendine geldiği vakit başından geçenleri anlattı yol arkadaşına, ardından “Endişe ediyorum kendimden, bana neler oluyor Hâtice?” buyurdu. Haticetü’l Kübra, Gönüllerin Efendisi’ne: “Allah’a kasem ederim ki, Allah seni hiçbir vakit utandırmaz. Çünkü sen, akrabanı himaye edersin, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fukarâya infâk eder, kimsenin yapamayacağı kadar iyilikte bulunursun, misafirine ikrâm edersin, Hak yolunda zuhûr eden hâdiselerde halka yardım edersin. Ey Allah’ın elçisi! Seni evvelâ ben kabul ve tasdik ederim. Allah yoluna önce beni davet et.” Diyerek ümmetin açan ilk goncası oldu. Ümmetin ilkiydi. Kur’an ilk O’nun yüreğini aydınlattı. İlk O, tavafa Allah’ın evine komşu oldu, namaz ile miraca kavuştu. Resulullah’In en sıkıntılı günlerinde sığındığı limandı, her dâim İslam davasının ardında bulunan bir dağ idi Hz. Hatice. İslam güneşinin parlaması için tüm benliğini ortaya koyan ilk Mü’min idi. İslam önce gizli davetlerle ışıldattı yürekleri. İslam’a girme bâhtiyarlığına erenler, sevdikleriyle bu duyguları paylaşmak istiyorlardı. Hepsini şirkin yanıltıcılığından, câhiliyyetin canları yakan dogmalarından İslam ile kurtulmak istiyorlardı. Hz. Ebu Bekir’in de Müslüman olmasıyla hızlanan davetten 3 yıl sonrasında İlahi emir varmıştı Peygamberimize: “Ey bürünüp sarınan (Resûlüm)! Kalk, ve insanları uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terk et.” Müddessir suresinin ilk 5 ayeti Mekke rüzgârıyla her uca ulaşıyordu. Açık davetin ardından müşrikler İslam güneşini söndürmekhedefiyle boykot ve ambargo ile ümmetin yüreğini daraltıyordu. Bu dönemde Müslüman kardeşlerimiz ağır zahmetlere katlanıyor, açlıktan küçük çocuklarının feryâtları semâyı titretiyordu. İmtihan buydu ya. Zahmetin rahmete kavuşacağı anı sabırla bekliyorlardı. Bu dönemde Hz. Hatice tüm varlığını İslam uğruna seve seve infâk ediyordu. Yetimler, dul hanımlar, açlıktan takatsiz kalanlar O’na gidiyordu. Kimseyi boş çevirmiyor, himâyesi altına alıyordu. O’nun önceliği “ben’’ değil, “sen‘’ idi. Nefsini eğitmişti, ilki her zaman Müslüman kardeşleriydi. Onlar tok ise, toktu; mutluysa, mutluydu. İnfak ettiği sadece malı değildi. Aynı zamanda kardeşlerine sabrı tavsiye ederek can yoldaşlığı yapıyordu. Dimdik ayakta durabilmeleri için tesellisini asla eksik etmiyordu. Öyle ki, Hz. Hatice’nin Müslüman kimliğine Cebrail (a.s.) dahi hayran olmuştu.Bir gün Cebrail (a.s.) Peygamberimiz ile sohbette bulunurken: “Hâtice yanına geldiği zaman, O’na Rabbinden ve benden selâm söyle! Onu, cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele! Orada ne gürültü vardır ne de yorgunluk.” (Buhari, Menâkıbü’l-Ensar, 20) Kâinatın sahibinin hususi selâmına mahzar olmak ne büyük şeref! Işıldayan en güzel yıldızım bu ilahi selâma şöyle mukâbele eder: “O (şanı yüce olan Allah Teâlâ) selâm’ın kendisidir, selâm O’ndandır. Cebrâil’e de selâm olsun. Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi Sen’in de üzerine olsun!” 3 yıllık boykotun ardından zahmet rahmete kavuşmuştu. Ümmete sevinç hâkimdi. Yorgun, açlıktan zayıf düşmüş bedenler şükre kapanmıştı. Hz. Hatice’de fazlasıyla bitkin düşmüş, bedenini zorlukla toparlıyordu. Peygamberimizin gözleri yaşlı, kalbi mahzundu. Hatice’sini böyle görmek ruhunu yaralıyordu. Bu hâlde dahi ümmetin annesi Müslüman kimliğini diri tutarak gönlündeki iman sebebiyle bulunduğu şükür halini arz ediyordu Peygamberine. Ne büyük bir dava insanıydı O! İslam O’nun omuzlarında ne de güzel duruyordu. Ve hüzün yılı... Peygamberimiz buyurur ki: “Şu ümmet üzerine gelen iki büyük musibetten hangisine daha çok yanacağımı bilmiyorum.” Biri Efendimizi himâye altına alan amcası Ebu-Talip idi. Diğeri ise Peygamberin yol arkadaşı, Hâtice’siydi (r.a.). Toparlayamamıştı kendini Hz. Hatice, semadan davet vardı Tâhire’ye. Kendisine selâm yollayan Hâk, yanına istiyordu kulunu. Peygamberin Çiçeği cennet bahçesinde yerini almaya hazırlanıyordu. Ümmet güçlü yanını yitiriyordu. O yılın adıydı hüzün. Asr-ı Saadetten, âhir zamana kadar her zerreyi kaplayabilen bir hüzün. Peygamberin yüreğinde öyle bir yer edinmişti ki vefatından sonra asla hatrından, yüreğinden çıkarmamıştı Nebilerin Nebisi. Peygamberimiz Hâtice’sine (r.a.) öyle bir vefâ besliyordu ki asırlar sonrasında dahi hissedebilmek mümkündü. Kolay değildi Hatice (r.a.) olmak, İslam davasını omzunda en güzel haliyle taşımak. Haticetü’l Kübraydı O: Ümmetin annesi, Fahr-i kâinatın en özel yanı. Ben, O’nu yoluma hidâyet kaynağı seçtim. Gökyüzümde ışıltısını kalbime aksettiren Yıldız. Ne buyurmuştu Efendimiz: “Ashabım hakkında Allah’tan korkunuz! Onları seven beni sevdiğinden dolayı sever.” ( Müsned:16201, Tirmizi:3862) Allah’a kasem ederim ki, çok seveceğim.. Hediye edilen yıldızımın, gökyüzümde sönüp, benden kayıp gitmesine izin vermeyeceğim.. 30
Dışarıdan bakıldığında kahverengi gövdesi, her mevsim rengi değişen yaprakları, bazı ağaçlarda meyve bazı ağaçlarda çiçek açan dalları… Ama dikkatlice bakıp düşünüldüğünde içinde binlerce canlının hayat bulduğu bir ev. Bahçelerde çalışan işçilerin gölgesinde güneşten korunduğu bir yer. Ya da bizim yazı yazdığımız kağıtların sahibi. En önemlisi de sayesinde nefes aldığımız oksijenin olması. Bize verdiği bu faydaları bile bile onları yok etmemiz ne garip. Orman yangınları, arazi içi ağaç kesimi ya da gerekli bakımı yapılmayan binlerce yaştaki ağacın ölümü. Bunların hepsi bir yana, sadece kurum ve kuruluşlara sorumluluğu yüklemek doğru olmaz. Bireysel yükümlülüklerimizi görmezden gelemeyiz. Özellikle kağıt kullanımında daha bilinçli davranmak, geri dönüşümü tercih etmek ormanların gördüğü zararı azaltabilir. Ormanların ve ağaçların yok oluşuna sosyal ağlar üzerinden tepki gösteriliyor ya da yeni ağaç dikimi hakkında tartışmalar başlatılıyor. Ormanlara, ağaçlara, hayvanlara bu kadar değer veren insanın neden daha aktif bir hareket planı belirleyememesinin sebebini anlamak zor. Hep birlikte ağaçların, yeşil alanların sonunu getiriyoruz. Örneğin, insanların aktif kullandığı ormanlara baktığımızda, çöplerin ciddi bir yoğunluğa sahip olduğunu görebiliriz. Bunları kim attı diyor sonra kendimiz de atıyoruz. Aslında ormanlarda bu kadar çöp olmasa bu kadar orman yangını olmayabilir. Plastik şişe güneş görünce alev almaya yardımcı oluyor. Hep beraber yeşilliklerin, ormanların , ağaçların sonunu getiriyorken adım adım da kendi sonumuza ilerliyoruz. AĞAÇ 31 Hira Nur Yıldız deneme Gökhan Özdemir
Fotoğraf.1. : Beyazıt Camii Fotoğraf.2. : Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi İnsanın belli belirsiz her türlü sıkıntısını arz etmesi gerektiği ve o sıkıntıları da bir bir giderebilecek tek varlığın Allah olduğunu bilmek yeni bir soluklanış getiriyor ruh âlemine. Yeni bir nefes alış. Ben, şöyle kuvvetlice besmele çekip her hikâyenin biricik olduğuna inandığım gibi kendi hikâyemin de benim için özenle, en güzel kalem tarafından yazıldığını düşündüğümde susturabilirim tüm tehlike çanlarını. İnsan sadece “Allah!” deyip, O'nun buyurduklarını önemseyince yaşam denilen mefhumdan mânidâr bir hikâye devşirebiliyor. Gerisi “bugün de bitti sonunda” bıkkınlığına dönüşüyor yoksa. Bir ikindi vaktiydi , onunla Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi'nde karşılaştığımda. Namaza durduğum saftan henüz ayrılmamışken ay gibi ışıyan gözlerinden fark etmiştim bana doğru baktığını . Ani bir kalkışla ama ağır adımlarla yanına yaklaşırken mütebessimdi yüzüm. Buna karşın aklımda binlerce soru işareti ve kalbimden geçenler : ''Kim bilir neler sığdırdın kısacık ömrüne. Yaşın benden küçük ama yas'ın benden büyük biliyorum . Gözlerinden okunuyor derdin. ''Aynı dili konuştuğumuz insanlarla anlaşamaz iken seninle nasıl konuşmadan anlaşabiliyorduk ey kavruk benizli çocuk? Anlaşabilmek için aynı dili konuşmak gerekmiyordu ve dahi aynı ırktan olmak da gerekmiyordu demek ki. Biraz ''Allah için sevmek'' , biraz tebessüm, biraz samimiyet kâfiydi demek ki. Nihayet yanına varmıştım. Annesinden izin alarak tuttum ellerinden , elleri ellerimin üstündeyken şükrettim bizleri İslam ile birlikte kardeş kılan Rabbime . Zira "Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki O’nun rahmetine erişesiniz." (Hucurât sûresi, 10) buyrulur ayette. Rahmetin kuşatsın ümmeti ya Rahman.. Rahman ve Rahim olan Allah'a hamd olsun... 32 Rabia Mukaddes Yiğit fotoğraf.2. fotoğraf.1. fotoğraf.1. fotoğrafların dili fotoğrafarın dili Kübra Efe
Fotoğraf.3. : Ayasofya-i Kebîr Câmi Fotoğraf.4. : Almanya Hagen Stadt Moschee (Stadt Camii) “İnsan, kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir” der, Üstad Bediüzzaman Said Nursi… Bu söze binaen aslında insanlar gibi mekanların da kişiliği ve ruhu vardır. Müslümanların en samimi sığınaklarından biri olan, ibadethanelerini gerçekleştirdiği camiler örneğin. Anadolu’da Avrupa’da demeden her birinin.Dışında veya içinde gözle görülebilir, huşusu etrafa, insanın içine yayılır, duvara kokusu siner pek az günah işlenmiş yerlerdir camiler. Girildiği veya görüldüğü anda insana kucak açar, sakinleştirir, başını okşar, elinden tutup huzura çıkarır. Sezai Karakoç “İslam ne kadar sade ve insanidir” der. Başka yerlerde olsa karmaşa oluşturacak duvar sanatlarını ne kadar renkli olursa olsun sade ve minimalist gösteren tek yerdir camiler. Ve bu bakış açısından müslüman olmayan birine dahi islamı hatırlatır. Camiler insanların ortak hirası, inzivâsıdır. Tıpkı bir insanın başka bir insana sığınak olması gibi. Hanım İlayda Çelik fotoğraf.3. fotoğraf.4. 33
Hatice Bozkurt 34 görsel hikaye anlatımı
35
36
İnsan sevmeli: Bâzen bir insanı, Yahut bir ağacı, Ya da kanadı kırık bir kuşu.. Zaten sevmezse insan, İnsan mı olur? Cahit Zarifoğlu ’’ ’’