The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Çiğdemin Sesi Aylık Online Dergi-ocak2018

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by ffaksoy, 2018-01-01 12:02:55

Çiğdemin Sesi Aylık Online Dergi-ocak2018

Çiğdemin Sesi Aylık Online Dergi-ocak2018

ÇİĞDEMİN SESİ KENTSEL YAŞAM KALİTESİ
ALZHEİMER
Aylık Online Dergi TARİHİ SORUN:SOKAK
KÖPEKLERİ
Ocak 2018 SİZ HİÇ SOKAĞIN SESİNİ
BAŞKALARININ HAYATI
ÇİĞDEMİM DERNEĞİ AYLIK ONLİNE DERGİ BİR FRANSIZ GAZETECİ
Sahibi : Çiğdemim Derneği Yönetim Kurulu CHOPİN DİNLEMEK
MİNİ MİNNACIK ŞİRİNDERE
Düzenleme: Fatih Fethi Aksoy ÇOCUK KOROSU
Tüm yayın hakları saklıdır. Yayımlanan yazı, görsel ve bilgiler kaynak PLASTİK TORBAYA HAYIR
gösterilmeden alıntılanamaz. İmzalı yazılarda görüşler yazarlarına TARİH SAYFALARINDAN
aittir. KÜTÜPHANEMİZDEN
ETKİLİ ÖRGÜT MUTLU
ETMELİ

YAŞAMIMIZDA YER ALAN
BULUŞLAR.
MUHTARIMIZDAN
BİZDEN BİR ÖYKÜ
ŞİİR KÖŞESİ
SATRANÇ ÖĞRENİYORUM
GEZİ YAZILARI

Çiğdem Eğitim, Çevre ve
Dayanışma Derneği
Çiğdem Mah. 1551.Cadde
No:14-A Çankaya-ANKARA
www.cigdemim.org.tr

Tel: 0312 2852047

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 2

MERHABA,

Sevgili komşularımız,

Bir yılı daha geride bıraktık. Geriye dönüp baktrığımızda verimli bir yıl geçtiğini söyleyebiliriz. 14

Ocak 2018 tarihinde

yapacağımız Olağan Genel

Kurulumuzda 2017 yılının

çalışmalarını değerlendirecek ve

2018 için yol haritası çizeceğiz.

Tüm üyelerimizi genel

kurulumuza katılmaya ve katkı

vermeye çağırıyoruz. Yönetim

Kurullarımızda görev alarak katkı

vermek isteyen komşularımızı da

aramızda görmek istiyoruz. 2018

yılında birçok yeni projemiz ve

etkinliğimiz olacak. Bunun için

daha çok gönüllüye ihtiyacımız

var. Yönetim haricinde de

topluluk çalışmalarında ve

kütüphanemizde desteğe

ihtiyacımız var.

2018 Yılının herşeyin
dilediğinizce olduğu bir yıl
olması dileklerimle…

Sevgi, saygı ve dostlukla….

Fatih Fethi Aksoy
Çiğdemim Derneği YK Başkanı

HİÇBİRİMİZ, HEPİMİZ KADAR
GÜÇLÜ DEĞİLİZ!

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 3

T.C. KALKINMA BAKANLIĞI 11. KALKINMA PLANI
“KENTSEL YAŞAM KALİTESİ ÖZEL İHTİSAS KOMİSYONU” TOPLANTISI

18-19 Aralık 2017 tarihlerinde birincisi yapılan ve 9-10 Ocak 2018 tarihlerinde ikincisi yapılacak
olan Kentsel Yaşam Kalitesi Özel İhtisas Komisyonu toplantısına derneğimiz de davet edilmişti.
İlk toplantıya katılarak derneğimizin bu konudaki görüşlerini dile getirdik. İkinci toplantıyta da
katılacağız.
Toplantıda sunduğumuz metni aşağıda sizlerle de paylaşıyoruz.

Çiğdem Mahallesi ve sakinlerinin her açıdan gelişmesine katkı sağlayacak ve yaşam kalitesini
yükseltecek hizmetleri, gönüllülük ve katılımcılık esasıyla sunmak misyonu ve herkesin
mensubu olmaktan gurur duyacağı, Ankara'nın en yaşanılabilir, güvenilir ve örnek alınan bir
mahallesi olmak vizyonu ile çalışmalarını sürdüren Çiğdemim Derneği 1996 yılında kurulmuştur.

Her şeyi devletten beklemek yerine işlerin bir ucundan da tutmak gerektiğine inanan 14 kişi
tarafından zamanın muhtarının çevresinde örgütlenmiştir.

Bağımsız, tarafsız ve gönüllü bir harekettir.

Temel amacı semt sakinlerinin yaşam kalitesini artırmak, giderek unutulmaya yüz tutan
komşuluk ilişkilerini güçlendirmek olan Dernek bu doğrultuda çok geniş bir yelpazede çalışmalar
yürütmektedir.

Yapılan her etkinlik ve çalışmada insanların birbirleriyle tanışmalarına ve kaynaşmalarına
böylece komşuluk ilişkilerini geliştirmeye özen gösterilmektedir.

Kentsel Yaşam Kalitesinin artırılması için semtlerde dernekleşme desteklenmelidir!

Çağdaş demokrasilerde devlet kurumlarının yetersizliğine karşı ve yurttaşların dinamizminin
toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunabilmesi için kurulan “Bağımsız toplum örgütleri”
diyebileceğimiz kuruluşlardan bir tanesi de, Türkiye’deki her semtte bir benzeri bulunması
gereken örnek bir kuruluş olan Çiğdemim Derneğidir.

Bu tür derneklerin semtlerde kurulması, çalışabileceği bir yere sahip olması, yasal destek
görmesi, yerel yönetim gelirlerinden sınırlı bir pay alarak, mahallelerin çağdaşlaşmasına katkıda
bulunacak kaynaklara sahip olması çok gereklidir.

Derneklerin kurulmasının desteklenmesi, semt meclisleri projesinin bir parçası olmalıdır.
Derneklerin varlığı, semt meclislerine sivil denetim, ayrıca sivil rekabet getirmesi yönünden de
önemlidir.

Çiğdemim benzeri derneklerden 4 milyona yakın nüfuslu Ankara’da yalnızca üç tane olması,
ülkemizin, yurttaşlarının dinamizminden yararlanmada ne denli geri olduğunun bir kanıtıdır.

İnsanların çoğu kendilerini kentli olarak hissetmiyor ve kentlerini sevmiyorlar dolayısıyla onları
sahiplenmiyorlar.

Kentleri arsa ile konuttan ibaret olarak görenlerin azınlığa geçmesi için kent ve kentlilik bilincinin
uyanması gerekir. Bunun gerçekleşmesinin yollarından birisi de komşuluk ve mahalle ilişkilerinin
gelişmesidir.
İnsanların yaşadıkları alanı yeniden değerlendirme hakkı olarak ifade edilen ‘Şehir Hakkı’
kavramı gündeme getirilmelidir. Böylece kamu çıkarını gözeten, saydam, katılımcı, hesap
verebilir, çağdaş standartları ( kişi başına 7 m2 aktif yeşil alan gibi) yaşama geçirecek ve kent
rantlarını önleyecek bir kentsel yönetime doğru adım atılmalıdır.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 4

Bu sayede kentsel yaşam kalitesinin artırılması sağlanabilir.

Kısaca Çiğdemim Derneği olarak yerel yönetimlerin yerelleşerek mahalleler bazında
örgütlenmesini ve kararların halka en yakın en küçük birimler tarafından alınmasını ve
denetlenmesini önemsiyoruz.

Kentsel yaşam kalitesini artırmak ve kenti birlikte yönetmek için öncelikle birbirimizi tanımalıyız.
Bunun içinde mahallelerde bir araya gelebileceğimiz fiziksel mekanlar yaratılmalı ve bunların
yönetimi yerele bırakılmalıdır.

Bu mekanlarda komşular bir araya gelecek ve kendi yaşam kalitelerini artıracak kararları birlikte
alacaklardır.

Çiğdemim Derneği olarak kendi kısıtlı imkanlarımızla bu yönde çalışmalar yürütüyoruz.

Aşağıda bu çalışmalardan bazılarına yer vereceğiz.

Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi
Söyleşi ve Bilgilendirme Toplantıları
Komşuluk Günü Panayırı
Ağaç Dikim ve bakımı
TSM Koromuz
Kültürel Etkinlikler
Geziler
Mahallenin sorunlarının takibi ve çözümü
Katı Atık toplama projesi
İngilizce Konuşma Topluluğu
Eğitim Desteği Projesi
Sosyal Sorumluluk Projeleri
Fotoğraf Topluluğu
Resim Topluluğu
Edebiyat Topluluğu
Sinema Topluluğu
Çiğdemim Mahalle Bostanı
Üniversitelerle İşbirliği ve Projeler
Ekolojik Toplum ve Yaşam Günleri
Felsefe Topluluğu
2.El Takas, Paylaşım ve Satış Pazarı
Hep Birlikte Ankara Müzelerini Geziyoruz
Çiğdemim KAY Projesi
Çiğdem Mahallesinde Yaşam Engel Tanımaz Projesi

Mahallede yaptığımız bu çalışmalarla daha yaşanabilir bir mahalle/kent yaratmaya çalışıyoruz.

Komşularımızın yaşam memnuniyetini artırıyoruz. Hizmetlere erişimi kolaylaştırıyor, kent hakkı
konusunda komşularımızı bilinçlendiriyor ve bu hakkı elde etmeye çalışıyoruz.

Bütün bu işleri katılımcı ve gönüllü bir anlayışla yürütüyoruz. İnsanların mahalleden başlayarak
kendilerini kente ait hissetmelerini sağlamaya çalışıyoruz.

Çevre ve ekoloji konularındaki çalışmalarımızla mahallede karbon ayak izimizi azaltmaya
çalışıyoruz.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 5

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 6

TARİHİ SORUN: SOKAK KÖPEKLERİ

Yılın son günlerine mahalle komşularımızın yaşadıkları önemli sorunlardan birini sanal ortamda
görüşerek girdik: Sokak köpekleri. Sokak köpekleri, Osmanlı’dan günümüze gelen geleneksel
konulardan biri.

Şimdi biraz tarihte yolculuk yapıp, İstanbul’un sokak köpeklerinin yüzyıllar süren serüveninden
kesitleri anımsayalım.

Roma-Germen İmparatorluğu'nun 1587'de Osmanlı İmparatorluğu'na yolladığı elçi Reinhold
Lubenau'un günlükleri yıllar önce Türkçeye kazandırılmıştı. Lubenau’nun, günlüklerinde sokak
köpeklerinin artması üzerine bunların toplanarak Üsküdar’a taşındığı ve orada açık bir araziye
salındığını anlatmıştı. Okuduğumda düşünmüştüm; ilkokulda öğrencisiyken, Bostancı ile
İçerenköy arasında beni kovalayan sokak köpeğinin ataları Lubenau’nun sözünü ettikleri
arasında mıydı acaba?

19. yüzyılda tarihi yarımada ve ile Pera diye bilinen bugünkü Beyoğlu’nda sokak köpekleri ciddi
ölçüde sorun yaratmaya başlayınca, önce II. Mahmud, sonra Sultan Abdülaziz döneminde
köpekler toplanmış ve gemiyle Hayırsız adaya sürgüne gönderilmek istenmişti. Birinci girişimde,
aniden çıkan fırtına geminin geri dönmesine ve köpeklerin yeniden başkente bırakılmasına yol
açmıştı. İkinci girişimin ardından şehirde yangın çıkınca, uğursuz kabul edilmiş, bu kez köpekler
adadan alınarak yerlerine bırakılmıştı.

Bir sonraki girişim 1910 yılında belediyenin öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Ercüment Ekrem
Talu’nun “Belediyenin ne kadar amelesi varsa, dışarıdan da tutulan bir takım adamlarla takviye
edilerek köpek toplama işine koşuldular. Ellerinde uzun kıskaçlar, ilmekli iplerle, bilhassa
geceleyin yakalattırılan köpekler önce arabalarla sahile indiriyor, burada mavnalara doldurularak
adaya yollanıyordu” diye anlattığı günler gelmişti. Bu kez 80 bin dolayında köpek yine Hayırsız
adaya yolcu edildi. Arkeolog, sanat tarihçi Erdem Yücel’in 2017 yılında yayımlanan
makalesinde aktardığı gibi Fransız bir gazeteci o günlerdeki gözlemlerini şöyle aktarmıştı:

“Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu.
Kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden
kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var
güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlerine kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beridegörülen
köpek cesetlerinin etrafında dolaşarak, bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer
kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer
bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar...
Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk.”

Gazeteci Sadri Sema, “sokakta doğar, sokakta ölürdü. Onların beşiği sokak, sarayı sokak, evi
sokak, mezarı da sokaktı” diye anlattığı bu köpekler için, 1955 yılında Vakit gazetesinde şunları
yazacaktı:

“En karanlık istibdat günlerinden bile İstanbul’un en bahtiyar ve yaver mahlûkları sokak
köpekleri idi. Hafiyeden, sansürden, zaptiye bodrumlarından, Mehterandan, Hasan Paşa
Karakolu’ndan, Taşkışla Bastili’nden pervaları yoktu. Dünyaya, hele hele padişah denilen
çuvaldıza metelik vermezlerdi. Ellerini kollarını sallaya sallaya mahalle, cadde, sokak salınırlar,
kuyruklarını havaya kaldırırlardı.

“Bir tarafta istibdat mengenesi ve Abdülhamid işkencesi milleti çiğner, ezer, esir eder; öte tarafta
sokak köpekleri tam manasıyla başları boş ve keyifleri hoş dolaşır gezerlerdi.”

Vecdi SEVİĞ

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 7

ALZHEIMER HASTALIĞINDA BELİRTİLER VE HASTALIĞIN SEYRİ

Geçen sayımızda

Alzheimer Hastalığı (AH)

nedir, niçin tüm dünyada

önemi artmaktadır ve

ise ‘’Alzheimer Hastalığında beyinde ne olur, zihinsel olarak hangi
işlevlerimiz
etkilenmektedir sorularını
yanıtladık. Bu sayımızda
belirtileri nelerdir ve hastalığın seyrinde bizleri

neler bekler?’’ sorularının üzerinde duracağız. AH’da önce beynin bazı kritik bölgelerinde

amiloid denen proteinler birikir. Beyindeki sinir hücreleri hasar görür. Bunu izleyen yıllarda tau
denen bir başka protein çeşidinin flamenler şeklinde beyinde birikmesi ile sinir hücrelerinin
gördüğü hasar artar. Beyinde sinir iletiminde görevli haberci kimyasal maddeler azalır. Sonuçta
da hafıza, öğrenme gibi işlevlerde bozulma başlar. AH; sinsi bir hastalıktır. Yıllar içerisinde
yavaş yavaş ilerler.

Hastalık kabaca üç evreye ayrılabilir. Bunlar; başlangıç evresi, orta evre ve ileri evredir.
Başlangıç evresinde ilk rastlanılan şikâyet hafıza sorunlarıdır. Bu evrede¸ kişi yakın zamanda
olan yaşam olaylarını, söylenenleri unutabilir. Eşyaların yerini karıştırma, tanıdık isimleri
unutma, kişilik değişiklikleri, çevreye ilgide azalma ve daha önce bildiği yerleri bulmada güçlük
yine ilk dönemde karşılaştığımız bulgulardır. Şikâyetlerle gelen hasta ya tanı koymak için en
önemli şey yakınlarından alınan bilgidir. Bunun yanında hasta nörolojik muayene, nöropsikolojik
testler, kan tahlilleri ve beyin filmleri ile değerlendirilir. Bunların sonucunda hasta tanı alır.

Hastanın takibinde orta evreye geçildiğinde ise hafıza sorunları belirginleşir. Buna uyku
problemleri, karar vermede güçlükler, bilinen yolları hatırlayamama, hatta kaybolma, gündelik
işleri yapmada güçlükler eklenebilir. Ayrıca hayal görme ve davranış problemleri gibi bulgular da
bu dönemde ortaya çıkar. Sayılan bu bulgular, her hastada farklı şiddette ve farklı şekilde ortaya
çıkabilir. Bu evrede artık hasta gündelik yaşamında yardıma ihtiyaç duymaya başlamıştır. Daha
sonra ise ileri evre dediğimiz günlük aktivitelerde tam bağımlılığın olduğu dönem gelir. Hastanın
davranış problemleri artabilir, hareketlerde kısıtlılık başlar, bilinç durumu dalgalanır. Hastalık
ilerledikçe normal davranış özellikleri bozulur, kişilik değişiklikleri artar, mantıklı düşünme
yeteneği azalarak kaybolur. En sık görülen davranış problemleri arasında öfke, saldırganlık,
takıntılar, halüsinasyonlar ve uygunsuz davranışlar sayılabilir. Bu dönemde hasta günlük
yaşamdan soyutlanır ve bakım verenin sorumluluğu artar. Hastanın kendisi kadar, bakım vereni
ve yakın çevresinin de çok etkilendiği AH’nı risk faktörleri ve tedavisi ile incelemeye devam
edeceğiz.

Dr. Özlem BİZPINAR

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 8

ŞİİR KÖŞESİ

ADRES Ne anlamı var?
Söylesene,
duyulmaz ıslığının nar sesi İki baş bir kafa olmuyorsa yaşamın ne anlamı var?
giderim, yol bana mı gelir Ve iki yürek, tek gönül,
kaç dile çevrilir kederim İki beden tek vücut olmuyorsa,
Ya da iki ruh bir dere olup taşmıyorsa baharda,
gün döner ikindi vakti
perdesi çekilir yalnızlığımın Ne anlamı var yaşamanın, birlikte kadeh kaldırıp,
bir zambağın ömrü kadardır O, şarkınızı mırıldanmıyorsa;
umarsız serüvenim Sen ona sitemini şarkılarla dile getirmiyorsan?

eşkıyalar basmış yüzümün arkını Yaşamın ne anlamı var artık fotoğraflara bakmıyorsan.
dilimi ısırıyor sesim Onlarla konuşup “ne güzel günlerdi!”
koşan bir deli tay Demiyorsan.
nabzını ölçemiyorum öfkemin
Bir simit ve yanında bir bardak çayla,
kelebeğin kanadına düşen yağmur Dökemiyorsan içini ona,
tanesi O hiç anlatmıyorsa sana,
tüm suçların sebebiyim Ve yoksa yanında,

Dursun NADİR Pencerene konan kuşu bir dilim ekmekle
beslemiyorsan?
Komşun el sallamıyor, havlamıyorsa köpeği.....
Ne anlamı var, ne anlamı?
Akşam sofrada çınlamıyorsa çatal kaşık sesleri..
Gülüşmüyorsan, paylaşmıyorsan yemeği, peyniri,
ekmeği.

Dedim ya..
Yaşamın ne anlamı var?

Yaşamanın ne anlamı?

Nefise ÖKE

ATIK PİLLERİ, BİTKİSEL YAĞLARI VE HER TÜRLÜ ATIĞI
DERNEĞİMİZDE TOPLUYORUZ.

HER TÜRLÜ KAĞIT VE PLASTİK KAPAKLARI DA DERNEĞİMİZE
GETİREBİLİRSİNİZ.

LÜTFEN DERNEĞİMİZE GETİRDİĞİNİZ ATIKLARI BİRBİRİ İLE
KARIŞTIRMAYIN.

PLASTİK KAPAKLARIN YANINA KONAN PİLLER AYRIŞTIRMA AŞAMASINDA
OLUMSUZ SONUÇLARA YOL AÇMAKTADIR.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 9

SIZ HİÇ SOKAĞIN SESİNİ DİNLEMİŞ MİYDİNİZ?

Kasım ayındaki belgesel filmimiz Sokağın Sesi idi. Yönetmeni Mihriban Sezen ile birlikte izledik.
Hep birlikte sokağın sesini dinledik.
Belgeseli izlerken her zaman gelip geçtiğimiz sokaklarda farkına varmadığımız ne çok yaşamın,
sesin, rengin olduğunu gördük. Duymadığımız ritmik, neşeli, öfkeli, mutsuz birçok sesin

olduğunu fark ettik. Belgeselin anlatanı, seslendireni
yoktu. İstiklal Caddesinde şiir okuyan kişi, gözleri yaşlı
bir içkici, müzikle performansını sergileyen bir
pandomim sanatçısı, ateş dansı oyuncusu, sokak
müzisyenleri, sokakta eğlenenler, Ankara yollarındaki
protestocular anlatıyorlardı kendilerini.

Filmde, birbirini kesen, meydanlara açılan, kısa-uzun,
kirli-temiz, geniş-dar sokaklar vardı. İnsanların geçerken konuşmalarını, çığlıklarını,
gürültüsünü bıraktığı yaşama alanlarıydı bu sokaklar.

“Sokakta nabız başka türlü atar. Hayatın ritmi, kentten
kente, mahalleden mahalleye değişse de, her sokağın

kendi sesi vardır, sessiz bile olsa…” diyordu.

“Sokağın Sesi” belgeseli Türkiye’de bir çapraz çizgide,
dört farklı kentte çekilmiş. Lüleburgaz’da ötekinin, roman
düğünlerinin, İstanbul’da metropolün, kalabalığın ve
kaosun, Ankara’da siyasetin ve muhalefetin, Urfa’da geleneğin sesleri geleceğe bir not düşmek
için kaydedilmiş.

Sokaktaki sesleri daha çok duyalım, daha çok hissedelim diye…

Çiğdemim Sinema Topluluğu

MAHALLENİN SAKİNİ DEĞİL
SAHİBİYİZ!

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 10

BAŞKALARININ HAYATI

Aralık ayında izlediğimiz film bir yazarı gözlemekle görevlendirilmiş bir yüzbaşının öyküsünü
anlatıyordu. Florian Henckel von Donnersmarck’ın yönettiği Başkalarının Hayatı filmi, Berlin
Duvarının yıkılışından 17 yıl sonra, Doğu Almanya’yı anlatan ilk drama filmi.

Filmi izlerken, istihbarat elemanlarının nasıl bir psikolojide böyle bir görevi üstlendiklerine tanık
olduk. Ve başkalarının hayatının en gizli ayrıntısına tanık olan subayın nasıl bir dönüşüm
yaşadığına…

Genel olarak politik rejim
eleştirisinden çok, kişilerin ruh
hallerini derinlemesine inceleyen bir
filmdi. Soğuk savaş dönemi Doğu
Almanya’sını gerçekçi bir biçimde
yansıtıyordu. Etkili bir anlatım,
insancıl bir yaklaşımla.
İzlemeye değer güzel bir filmdi.

Zuhal Yüksel

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 11

BİZDEN BİR ÖYKÜ

Apartmanın güneye bakan yönünde iki daire. Girişin üstü. Solda esmer iriyarı bir kadın oturur.
Sağda sarışın minyon tipli.

Yalnız yaşadıkları sanılmasın. İkisinin de ikişer çocuğu, bir de kocası var.
Esmerin üniversite çağında bir oğlu, bir de kızı, sarışının ilkokula giden iki oğlu.
Gençler oldubitti ne kadar aklı başında, oturaklı, ağırbaşlı iseler, sarışının çocukları tam
tersi. Kavgaları, gürültüleri eksik olmazdı. Giriş kapısına yakın, marketin üzeriydi ev. Olup
bitenlerden tüm komşuların haberi olurdu. Alışverişe inip çıktıkça bağırışları duyulur, itişip
kakışırken ufak tefek eşyalar, oyuncaklar aşağı uçuşurdu.
Bununla kalmaz, iki çocuk pencere kenarına saklanır. Geçenlere, özellikle genç kızlara
küçük borudan leblebi üfürür, kâğıttan oklar, uçaklar fırlatırlardı. Sinirlenip öfkelenseler de,
çirkefe bulaşmamak adına cık cık deyip giderlerdi. Bir gün ters birinin eline geçecekler,
kırılmadık kemiklerini bırakmayacaktı.
Sarışın kadın lafa meraklıydı, çat kapı gezmeyi severdi. Kocası için iyi konuşulmazdı.
Apartman giderlerini gününde ödemez, vara yoğa itiraz eder, söylediği küfürler dışarıdan

duyulurdu.
Esmer komşunun hır gürü yoktu.
Birbirleriyle anlaşır, görüşürler miydi bilinmez. Sanki yabancı gibiydiler. Balkonları yan

yana ve çok yakındı. Gelene geçene bakmak için çok sık çıkarlardı. Daha doğrusu apartmana
her giren çıkan, ikisinden birini balkon ya da pencerede görürdü.

Esmer kadının balkonunun altına söğüt dikildi, bahçe düzenlenirken.
Neşeli, canlı, hareketli bir salkım söğüt. Çabucak büyüdü gelişti, balkonu aştı boyu. Işıl
ışıldı yaprakları, gülümserdi insanlara. Yaz gelince minder, koli kâğıtları olurdu, gölgesinde
oturmak için. Görevlinin hanımı gözleme, katmer yapar, çay demlerdi.
Çimlerin biçildiği günler ot kokardı. Taze biçilmiş çimen kokusu sarardı bahçeyi. En çok
söğüt sevinirdi böyle zamanlarda. Konukları olurdu dizinin dibinde, canı sıkılmazdı.
Sarışın kadının balkonunun altında da vişne ağacı vardı. O da söğütle yarışır, içten içe
kıskanırdı. Aralarında on metre var veya yoktu. İki leylak, bir de yılbaşı çamı ayırırdı iki dostu.
Herkes söğüdün altına oturur, çayını içer, gelene geçene göz süzer, arkasından konuşurlardı.
Çok imrenirdi vişne. Nisan güneşiyle çiçeklenir, gelin gibi olur, usulca yaprak vermeye
başlardı.
Söğüt sabırsızdı, çabucak boy atar, balkona ulaşırdı. Esmer kadının içi sıkılırdı onu
gördükçe. ODTÜ ormanı çamlığını, Ahlatlıbel’in yaban armudu ağaçlarını, Çiğdem tepe’yi
kapatır diye.
Söğüt anlardı, eğerdi başını yere, bükerdi boynunu. Açardı komşunun ufkunu. Rüzgâr
olmasa da sallanırdı, bir sağa bir sola. Rahat görebilsin diye otobüs yolunu, inen yolcuları. Kimin
oğlu kimle geziyor, kimin arabasından iniyor komşunun kızı, bakabilsin diye. Hafifçe yana
yatardı ince düşünceli söğüt.
Aşağı salardı dalını, yaprağını. Yine de kızdırırdı esmer kadını. Her yıl budanırdı söğüt
ağacı, sopa gibi kalırdı. Elini çabuk tutar, yaza boylanır çadır gibi olurdu, sıcak bastırmadan.
Görevlinin karısı gözleme, katmer yapar, çay demlerdi ikindi vakti. Akşamları ayçiçeği çitlerdi
gençler, biraz da gülüşür, gürültü yaparlardı.
Olmuyordu böyle. Ne kadar çabalasa, alttan alsa, yüze gülse de söğüt, göze batıyordu.
Budamakla baş edemeyince kökünden kestiler. Küstürdüler, bir daha da görünmedi.
Görevli emekli oldu, memleketine taşındı. Susuzluk, ilgisizlik çimleri gücendirdi, boy

vermez oldular.
En çok vişneyi üzdü söğüdün gidişi, konukların yokluğu.
Ne susuzluk, kuraklık ne de dallarını çekiştiren, döven çocukların hoyratlığı. Hiçbiri

yıldırmadı vişneyi.
Mutlu oluyordu ağaç yerine konulunca, gözler üzerinde olunca. Kış ağır da geçse, uzun

da sürse bahar gelince beyazları giyindi, ak oyalı yazmaları sarındı başına.
Her yaz vişneleri yemeyle, toplamakla tükenmedi.
Boylanmıştı, merdivenle uzanabiliyordu dostları. Kompostosu, reçeli lezzetli oluyormuş.
Çocuklar suratlarını buruşturup, çiğnemeden tükürürdü. Yerler vişne çürüğü, koparılmış

dallarla dolardı.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 12

Yeni görevli eskisi gibi çocuklara kızıp bağırmaz, sessizce temizlerdi. İlk günden arayı
bozmak istemiyor olacak, üzülse de işine bakardı.

Vişne büyüdü, serpildi ya sarışın kadın da göremez oldu yakın çevreyi. Askeriyenin
çamlığını, aşağı yokuştan çıkanları, apartmana geleni gideni.

Aksi, geçimsiz, kimseye selam vermeyen, siteye borç takan kocası ne düşünürdü acaba?
Kimileri asit, çamaşır suyu dökermiş böyle arsız ağaçların dibine. Sararıp, solar,
kuruyuverirmiş birden.
Vişne en verimli çağında, en görkemli haliyle veda etti hayata. Meyvesiyle, yaprağıyla
kurudu kaldı.
İnce dallarını kesti görevli. Kabuklarını soydu. Kiraz rengi mobilya gibi bir ağaç var şimdi
bahçede: Anıt Ağaç.
“Cilalayacaktım, öylece kaldı” diyor site görevlisi. Buruk, kuru bir sesle.

Fazilet ÜNSAL ELİAÇIK
Güncel Sanat Dergisi/ Mart Nisan 2010

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 13

ÇANKAYA KÖŞKÜNDE VE ANADOLU’DA BİR FRANSIZ GAZETECİ

Berthe Gaulis, 21 Eylül 1919 günü, Köstence’den bir Romen vapuru ile İstanbul’a gelmiş ve
Anadolu’ya geçerek olayları yerinde incelemek istemiştir. O zaman Tevfik Rüştü Araş ile
tanışmış ve onun vasıtasıyla Ekim ayında Eskişehir’e giderek Ali Fuat Paşa ile görüşmüştür.
Kasım ayında da Konya’ya geçmiş ve Refet Paşa ile tanışarak bilgi almıştır. Onun Türkiye
hakkındaki ilk yazısı 11 Kasım 1919’ da Jurnal de Debat gazetesinde yayınlanmıştır.

Anadolu’ya yaptığı bu seyahatten sonra İstanbul’a dönen Berthe Gaulis, 16 Mart 1920’de,
şehrin İngilizler tarafından işgaline de tanık olmuştur.4 Daha sonra ülkesine gitmiş; orada,
Fransız devlet adamlarına ve kamuoyuna Türkiye’nin haklı davasını anlatmıştır. Hatıralarından
anlaşıldığı kadarıyla 1920 yılının Haziran ayında İngiltere’ye gitmiş ve İngiliz devlet adamlarıyla
Türkiye hakkında görüşmeler yapmıştır. Berthe Gaulis, Millî Mücadele’nin İslâm dünyasındaki
yankılarını öğrenmek üzere bu kez Şam’a giderek incelemeler yapmış ve tekrar ülkesine
dönmüştür.

Berthe Gaulis, 1921 yılının Mart ayı sonlarına doğru, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere
yine Türkiye’ye gelmiştir. Önce İstanbul’a uğramış, oradan vapurla Antalya’ya gitmiş; sonra
Burdur üzerinden Afyonkarahisar’a geçmiştir. 16 Nisan 1921 günü askerî bir trenle Eskişehir’e
hareket etmiş ve İsmet İnönü ile görüşmüştür. Bu seyahatinde, yol güzergâhında bulunan
cepheleri de gezmiştir. Ayrıca Bilecik’e kadar gidip gelmiştir. İsmet Paşa, kendisiyle özel olarak
ilgilenmiş ve gereken bilgileri vermiştir. Eskişehir’den sonra Ankara’ya gelerek, on gün kadar
burada kalmış; Mustafa Kemal Paşa ile uzun uzun konuşma fırsatını bulmuştur. Ankara’da
İngiliz casusu Mustafa Sagir’in mahkemesini de izlemiştir.5 Mustafa Kemal Paşa, onun Türk
dostu olmasından dolayı kendisine çok yakınlık göstermiş, haklı mücadelemizi anlatmıştır.

Berthe Gaulis’in, ülkemiz hakkında yazdığı kitaplardan bazıları şunlardır: Bunlardan Türk
Milliyetçiliği adlı eserinde 1919-1921 yılları arasında Türkiye’de gördüklerini anlatmıştır. 1922
yılında yayımladığı Ankara-İstanbul-Londra adlı eserinde ise daha çok İngilizlerin Orta Doğu
politikası hakkında bilgiler vermiştir. 1924 yılında da Yeni Türkiye adlı eserini yayınlamıştır.
Çankaya Akşamları, adlı eserinde ise Türkiye izlenimlerini yazmıştır.
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-36

Turhan Demirbaş

PLASTİK TORBADAN VAZGEÇ!
BEZ TORBA KULLANMAYA ÖZEN GÖSTER,
GEREKTİĞİNDE PLASTİK POŞETİNİ DEFALARCA KULLANARAK SARFINI AZALT.
BEZ TORBALAR ÇİĞDEMİM DERNEĞİNDEN 2.5 TL’YE TEMİN EDİNİLEBİLİR.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 14

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 15

SATRANÇ ÖĞRENİYORUZ

SATRANÇ TAŞLARININ TAŞ ALMA HAMLESİ

Satranç oyununda taşların hareketine hamle denir. Satranç oyununda 6
çeşit taş vardır ve her bir taşın hareket yeteneği birbirinden farklıdır. Biz
taşların hareketini öğrendik sıra taş alışlarda.
Hamleler tek elle yapılmalıdır.

Rakip taşların bulundukları karelere taşlarımızın gitme durumuna taş alış
denir. ( taş yemek) Taş alma, alınan taşın satranç tahtası dışına
çıkarılması ve alan taşın onun yerine konulmasıdır. Bir taşın gidebileceği
karelerde rakip bir taş varsa, onu alabilir. Taş alma zorunlu değildir. Taşlar, (at hariç) kendi
taşlarının ve rakip taşların üzerinden atlamazlar.

Kalenin taş alışı :
Tahtada yatay ve dikey olarak önünde taş olmadığı
müddetçe istediği kadar giden bir taştır. Kale rakip
taşı, onun bulunduğu karenin üzerine gelerek ALIR.
Bu durumda Beyaz Kale Siyah Piyonu alabilir.
taşı alabilmek için, rakip taşı tahtadan kaldırırsınız ve
kendi taşınızı o kareye koyarsınız. Taşın üzerinden
atlayıp alamazsınız.

Kale ileri, geri ,sağa ve sola istediği miktarda
ilerleyebilir ve bu yönlerde taş alabilir.

İP UCU : Bütün taşlar hareketi gibi taş alır. Piyon
hariç :)
Filin taş alışı :

Fil çapraz (diagonal) olarak istediği miktarda hareket eder.

Filin hep aynı renkteki karelerde gidebildiğine dikkat ediniz.

Eğer aynı karede iki Filiniz varsa hata yapmışsınız
demektir!

Fil rakip taşı, onun bulunduğu karenin üzerine
gelerek ALIR.

Bu durumda Beyaz Fil, Siyah Piyonu ALABİLİR.

Bir taşı alabilmek için, rakip taşı tahtadan
kaldırırsınız ve kendi taşınızı o kareye koyarsınız.

Taşın üzerinden atlayıp ALAMAZSINIZ.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 16

SATRANÇTA ÖZLÜ SÖZLER

Satranç hayattır . B. Fischer
Taş kaybetmemek için çok oyun kaybedilmiştir. Tartokower
Satranç akılla oynanır, ellerle değil! Renaud ve Kahn
İyi bir hamle görünce, bekleyin, daha iyisini arayın. Lasker
Satranç aklın jimnastiğidir. Shawn Decker
Piyonlar özgür doğarlar ama zincirler altında yaşarlar. Soltis
Şüphen varsa satranç oyna. Tevis
Hatanın bazı kısımları doğrudur. Tartakower
Satrançta kahramanlar yoktur. Cory Evans
Satranç tahtasında tüm denizlerdekinden daha fazla macera vardır. Pierre Mac Orlan
Satranç tahtasında yalan ve iki yüzlülük çok fazla yaşayamaz. Lasker
Satranç her şeyden önce bir mücadeledir. Emanuel Lasker
Terk ederek hiçbir oyun kazanılmamıştır. Tartokower
Oyunun galibi sondan bir önceki hatayı yapan oyuncudur. Tartakower
Umutsuz vaziyet yoktur; sadece kurtarılabilecek nispeten kötü vaziyetler vardır.
Kazanmak her şey değildir. Fakat kaybetmek ise hiçbir şeydir.
Satranç hakkında, hayat için çok uzun olduğu söylenir ama bu satrancın değil, hayatın
kusurudur. Irning Chernev
Ne çalışacağınız konusunda şüpheniz varsa oyunsonu çalışın. Açılışlar size açılış öğretir,
oyunsonları ise satranç. Stephan Gerzadowich
Eğer rakibiniz berabere teklif ederse, niye kötü durumda olduğunu düşündüğünü anlamaya
çalışın. Nigel Short
2018 yılının tüm dünyaya, Ülkemize önce Barış getirmesi dileğiyle, Sağlıklı mutlu yıllar
diliyorum.
Bol satrançlı , doğru hamleli bir yıl olsun….

Hatice CAYMAZ.
TSF SATRANÇ ANTRENÖRÜ

TSF ULUSAL HAKEM

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 17

PLASTİK TORBAYA (POŞETLERE) HAYIR

Dünya genelinde, yılda 1 trilyona yakın üretilen plastik torbaların (yanlış okumadınız)
kullanımıyla ilgili kısıtlamalar, önümüzdeki yıllarda dünyanın birçok ülkesinde hayata geçirilecek.
Birçok ülke, plastik torbaların çevreye verdiği zarardan kurtulmak için, torba kullanımına
kısıtlama getirmeye hazırlanıyor. Bunların içinde Fransa, İngiltere gibi gelişmiş ülkelerin
yanında, Uganda, Kenya gibi az gelişmiş ülkeler de var. Ne diyelim, darısı bizim başımıza...

Plastik torbaların doğada yok olma süresinin 400 yıl gibi uzun bir zaman aldığını açıklayan
araştırmacılar, asıl korkmamız gerekenin SİYAH torbalar olduğunu ve de bunların, kanserojen
özellik taşıdığını söylüyorlar..! Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, dünya genelinde her bir
dakika da, 1 milyon plastik torba tüketiliyormuş.! Bu sayı, kolay göz ardı edilecek gibi değil...
Türkiye’de ise, plastik torba kullanılmasını kısıtlayan yasal bir engel bulunmadığı için, maalesef
yaygın olarak kullanılıyor... Ama kısıtlanması için, küçük de olsa kıpırdanmalar var. Örneğin
METRO ve İKEA gibi mağazalar, plastik torbaları ücret karşılığında satarken, Kocaeli ve Büyük
Çekmece gibi belediyelerse, siyah poşet kullanımını yasaklamış durumda...

Geçenlerde bir yerde okudum, Çin yönetimi, plastik torba kullanılmasını yasaklamaları halinde,
yılda 37 milyon varil petrol tasarruf edileceğini belirtiyor.! Amerika ise, bir yıl içinde 12 milyon
varil petrolü, plastik torba yapımı için kullandıklarını açıklamış durumda.! Diğer taraftan
günümüzde üretilen 950 milyar ile 1,1 trilyon arasında değişen sayıda plastik torbanın, her yıl
doğaya atıldığı biliniyor..! Üstelik, bu çok büyük sayıdaki torbanın, sadece % 1’inin geri
dönüşümü sağlanabilmekte imiş..!

Bir diğer acı gerçekse, bir torbanın geri dönüşüm maliyetinin, yeni bir torba üretmekten daha
masraflı olması..! Bir örnek vermek gerekirse, 1 ton plastik torbanın geri dönüşüm maliyeti 4 bin
dolar civarındaymış. Ayrıca bu atık torbalar, bir taraftan şehir kanalizasyon şebekesinin
tıkanmasına sebep olurken, diğer taraftan da yağmur sularıyla denizlere akarak ve de
rüzgarlarla taşınarak kıyılarımızı kirlettiği de, hepimizin bildiği bir gerçek...

Şimdi size siyah plastik torbalardan uzak durun demem kolay ama uygulamanız çok zor. Çünkü,
pazarda, markette ya da bir seyyar satıcıda, siyah bir torbanın her an elinize tutuşturulması
doğal bir durum. Ayrıca plastik torbaların pembe, mor, turuncu renkli olanları da pek hayırlı
değil... Dolayısıyla, tüm bu renkli plastik torbalardan uzak durmanız gerekiyor..! Zaten bu
torbaların, renkli olmasının önemli bir nedeni var. Atık plastik maddelerin, yeniden bir plastik
haline getirilmesi (yani dönüştürülmesi) sırasında, artık şeffaf bir plastik elde etmek mümkün
olmadığından, geri dönüşüm yoluyla elde edilen plastik torbalar, koyu renklere boyanarak
piyasaya sürülüyor maalesef..!

Diğer yandan, yukarıda sözünü ettiğim renkli plastik torbalar üretilirken, değişik plastik
malzemeler yani tabak, çatal, bıçak, bardak, şişe, bidon, kova, leğen ve şimdi aklıma gelmeyen
bir yığın başka malzemelerle, atık tıbbi malzemeler bile kullanılarak üretilmekte imiş...!!! Sadece
bu çeşitlilik bile, insanı ürkütmeye yetiyor bence... Zaten, günlük klasik çöpümüzden ayrı olarak,
katı atık depolarına götürülsün diye, iki üç günde bir kapı önüne çıkardığımız atık torbalarına
attığımız plastiklerin çeşitlerini, şöyle bir düşünürseniz eğer, tehlikenin boyutlarını daha iyi
kavrarsınız sanırım...!

Dönüşüm için toplanan plastiklerin üzerinde yaşayan mikroorganizmaların, insan sağlığı
için ciddi bir tehlike oluşturması ise, ayrı bir sorun tabii. Aslında Türk gıda kodeksine göre,
hijyenik olmayan atık plastik malzemeden, geri dönüşüm yoluyla üretilmiş torbalarla, gıda
maddelerinin taşınması ve korunması zaten yasak. Ama ne yazık ki renkli torbalar, şeffaf
torbalara göre daha ucuz olduğundan, maalesef esnafımız, doğal olarak bunları tercih ediyor..!!!

Bunca kötü haberden sonra, hiç olmazsa bir iyi bilgiyi, sizinle paylaşmak istiyorum. Bir
plastik torbanın, kaliteli olup olmadığını, çıkardığı kokudan ve buruşturduğunuz zaman çıkardığı

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 18

sesten anlayabilirsiniz... İlk defa üretilen plastik torbalar kokusuz olup, buruşturunca gürültülü bir
ses çıkarmaz... Geri dönüşüm yoluyla imal edilmiş torbalarsa, kötü bir koku salar ve
buruşturulduğunda, oldukça yüksek ses çıkarır...!! Az daha unutuyordum. Özel olarak üretilen,
siyah çöp torbalarından ise korkmayın. Onlar özellikle, içleri görünmesin diye renklendirilmiş
olan torbalardır...

Söz konusu plastik torbalar, zaman içinde küçük parçalara ayrıldığından, pek çok kişi
bunların doğada yok olduğunu sanıyor! Hatta bazı mağazaların çabuk çözünür diye reklam ettiği
torbalar bile, çabuk ufalanmasına karşın, mikroskobik boyuttaki parçaları, neredeyse diğerleriyle
aynı zaman içinde yok oluyor.! Oysa bu plastik parçacıklar, doğada mikroskobik boyutlarda
parçalasa da, varlıklarını yıllarca sürdürür ve zehirli petrol ürünlerine dönüşür...

Gelelim plastik torba kullanmanın sayısal boyutlarına. Bir kişinin, günde bir plastik poşetten,
ayda 30, yılda 365 torba kullandığını, ortalama bir yaşamın da 75 yıl olduğunu var sayarsak,
sonuçta 27.375 plastik torba kullanıldığı ve bunların da doğaya atıldığı ortaya çıkmakta... Bana
kalırsa bu sayı, kişi başına 30 bini bile bulmakta..! İşte çıkan bu korkunç sayıdan yola çıkacak
olursak, geleceğimizin karanlık olduğunu söylemek, falcılık olmaz sanırım. Bana göre bu tehlike,
küresel ısınma kadar büyük olacaktır...

2017'nin son günlerinde yazdığım bu yazım nedeniyle, 2018 yılında, hepinize sağlıklı, mutlu,
uzun yıllar temenni eder, her gününüz gönlünüzce geçsin derim...

Cengiz KARAKÖSE
Jeoloji Yük. Müh.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 19

CHOPIN DİNLEMEK …
1 Aralık 2017 tarihinde, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda Toshiyuki Shimada
yönetiminde güzel iki eser dinledik. Solist Polonya'nın tanınmış piyanistlerinden Marek

Drewnowski idi.
Şef Toshiyuki Shimada, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na
ilk kez konuk şef olarak geldi. Herbert von Karajan, Leonard
Bernstein gibi büyük şeflerle çalışmış, Itzhak Perlman, İdil Biret,
Joshua Bell gibi dünyaca ünlü solistlerle konser yönetmiş olan
Schimada, Amerika’da birçok orkestranın müzik direktörlüğünü

bir arada yürüten başarılı bir orkestra şefi.
Konserin ilk bölümünde Drewnowski, Frederic Chopin’in 1. Piyano Konçertosunu çaldı. Sakin
çalışıyla bize romantik bir hava yaşattı.
Drewnowski’nin piyano başındaki ciddi duruş ve
çalışına karşın, selam faslındaki hareketleri oldukça

sempatik idi.
Polonya Devlet Yüksek Müzik Okulu mezunu Marek
Drewnowski piyano çalışmalarına küçük yaşlarda
başlamış. Polonya’daki Hoffman ve Paderewski
festivallerinin kurucusu ve genel müzik direktörü olan sanatçı, Polonya ve Paris’te uzun yıllar
piyano profesörü olarak görev yapmış. Polonya Cumhurbaşkanlığı tarafından profesör unvanı

verilen sanatçı, Chopin ve diğer Polonyalı bestecilerin eserlerinin icra ve kayıtları nedeniyle
Chopin Ödülü sahibidir. Halen Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı'nda

yabancı sanatçı öğretim elemanı olarak görev yapıyor.
Konserin ikinci bölümünde, Shakespeare’in ünlü aşk öyküsünün etkileyici bir müzikle anlatıldığı

Sergey Prokofief’in 1 ve 2 Numaralı Romeo ve Juliet Bale Süitleri seslendirildi.

Müzikseverlere keyifli bir akşam yaşattılar. Zuhal YÜKSEL

YENİ ÜYELERİMİZ

Geçtiğimiz ay içerisinde üyelik başvurusunda bulunan ve Yönetim Kurulumuz tarafından
üyeliği onaylanan Sayın, Ebru Kitapçıoğlu, Berrin Uçkun, Itır Gökgücü Demiray, Zekiye
Sarınay, Cenk Aygül, Mehmet Ali Mete, SD, Dilek Nuray Günal, Nurten Uysal, Aliye Pelin
Karahan, Turan Soğanlı, Behiye Coşkun ve Kamil Karatepe ‘ye aramıza hoş geldiniz diyor ve

bu gönüllü desteklerinden dolayı teşekkür ediyoruz.
Henüz üye olmayan komşularımızı da aramızda görmek istiyoruz. Üye formunu
doldurup bir fotoğraf vermeniz yeterli. 2017 yılı için üyelik aidatımız 25 TL.dir.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 20

MİNİ MİNNACIK ŞİRİNDERE ÇOCUK KOROSU

Dernekte bulunduğum bir gün; üç çift
çakmak gibi bakan gözlerle buluştuğumda
ilk kez görmüştüm bu sevimli kızları.
Ayaklarında terlik, incecik üstleri, soğuğa
meydan okurcasına ’Okul çantası var mı ‘
dediler. Sanırım derneğimizi daha
önceden tanıyorlardı. O günden bugüne
iki ay geçti ve her Perşembe o güzel
çocuklarla buluşmaya devam ediyoruz.

Bir Yönetim Kurulu Toplantısında
başkanımız Fatih Bey, Şirindere Çocuk
Korosu‘ nu kuralım mı diye öneride
bulunmuştu. Olurdu elbet de ama nasıl?
Farklı kültürden gelen farklı kuralları olan
o çocuklarla ortak bir payda da
buluşabilecekmiydik. Ama denemeye değerdi. Belki bir ya da birkaçının hayatına dokunabilirdik.
Böylece çağrı yaptık. İlk çalışmaya sadece o güzel kız çocuğu gelmişti, bu kez meraklı bakan
gözlerle. Bir sonra ki çalışmaya arkadaşlarını da getirdiler. Fakat bu ekip işiydi. Projeden müzik
öğretmeni arkadaşıma söyledim, hiç düşünmeden kabul etti. O da bir diğer arkadaşına; şimdi
dört kişilik eğitmen gurubuyuz.

Çalışmalarda hem rol model oluyoruz hem de doğru davranışlarını pekiştiriyoruz. Zira sadece
müzik değildi amaç. Hayatlarında küçük farklı pencere açabilmeliydik.Yolun çok başındayız ve
sonunu da henüz göremiyoruz. Oldukça
yorucu geçiyor iki saatlik çalışmamız.
Yaklaşık on iki öğrencimiz var. Önce
derslere vaktinde gelmelerini, sessizce
konuşanı dinlemeleri gibi aslında basit
ama onlar için bir parça zor davranışları
henüz kazandırabildik. Sanırım bundan
sonrada ritim; şarkı; nota da öğretebiliriz.

Dördümüzün heyecanı çocuklarımızı
şaşırtıyor. Onlarla böylesi ilgilenen daha
önce olmuş mudur bilmiyorum.
Aramızda sevgi köprücükleri de
kurulmaya başladı. Gerçekten nasıl
sonlanır bu çalışma tahmin etmek imkansız. Ama yılmayacağımız kesin. Her çalışma dönüşü
eve gittiğimde üzerimden tır geçmiş gibi; ama yüzümde mutlu bir tebessüm.

Şirindere Çocuk Korosu emeklemeye başladı. Yakında yürümeye de başlayabilmesi umuduyla
sağlıcakla kalın.

M.Demet YÜCELGEN

Kazanılmadan kaybedilmiş bir geleceğin herhangi bir yerinde
Hani şu uçurtması asılı kalan çocuk var ya,
Bilyelerini rüyalarında unutan çocuk,
Ve oyuncaklarını masal kahramanlarına kaptıran çocuk
O benim işte , o benim abi ( Bedirhan GÖKÇE)

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 21

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 22

TARİH SAYFALARINDAN; OSMANLI DÜZENİNDE MÜSLÜMAN TÜRK KIYIMI

Kurulduğu 1299-1302 yıllarından 1453’e dek geçen ilk 150 yılı boyunca, uyruklarını hak ve
ödevlerde eşitlik sağlayarak yönetmiş olan Osmanlı. Orduda Hıristiyan uyruklarına da
Müslümanlarla birlikte askerlik yaptırmıştır. 1453’te İstanbul’un alınmasından sonra, Hıristiyan,
Musevi, vs. uyruklarını Patrik, Haham, vb. dinsel başkanlarının yönetiminde “Millet Düzeni” adı
verilen bir tür özerk toplumlar biçiminde örgütlemişti. Bu düzende Hıristiyanlar “cizye” vergisi
ödeyerek askerlik yapmayacaklar; yedi yıl ve kimi dönemlerde daha uzun süren askerlik, daha
çok Müslüman Türklerin görevi olup çıkacaktı. Öyle ki bu durum, süreç içerisinde Osmanlı
Devleti’nin Müslüman Türk uyruklarının genç ve üretken nüfusunun, evlenip çoğalmak ve işini
geliştirmek yerine, üretimden koparak orduda, savaş alanlarında erimesine, azalmasına; eğitim,
sanat, zenaat, tarım, ticaret vb. uygarlık alanlarında gerilemelerine, yoksullaşmalarına yol
açarken; buna karşılık gayrimüslim Osmanlı uyruklarının genç ve üretken nüfusunun, yedi yıl
askere gitmek yerine evinde, köyünde, kentinde, işinin başında kalmasına; evlenip
çoğalmasına; eğitim, sanat, zenaat, ticaret, tarım, vs. uygarlık alanlarında ilerlemelerine;
varsıllaşıp güçlenmelerine yol açacaktı.

1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı, işte bu eşitsizliği, adaletsizliği gidermek
üzere, gayrimüslimlerin de Müslümanlar gibi askerlik yapmasını buyuruyor; uyrukların hak ve
ödevlerde eşitliğini sağlamayı amaçlıyordu. Gelgelelim Hristiyan uyruklar, askere gitmemek için
her yola başvuracak, bunun üzerine devlet, küçük bir bedel ödemeleri karşılığında Hristiyanları
askerlikten bağışık tutacaktı. Yabancı elçilikler, Tanzimat uygulamasının yol açtığı toplumsal
değişimleri konsolosları aracılı- ğıyla yerinde inceleyip ülkelerine bildiriyordu. Bu raporlar,
Osmanlı devletinin Müslüman-Türk uyruklarının nasıl ezildiğini, Hristiyan uyrukların nasıl
geliştiğini açıkça ortaya koyacaktı.

“Türkiye’deki Hristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik,
daha çalış- kan ve daha erdemli olmalarına yormak yanlıştır. Gerçek şudur ki, çalışkanlık,
doğruluk, namusluluk ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar, şaşmaz biçimde, Rum ve
Ermeni hemşehrilerinden kesinlikle bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki, Müslümanlar
muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler. Hristiyanlar ise,
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak
zenginleşmişlerdir.

İngiltere’nin Erzurum Konsolosu John George Taylor, 18 Mart 1869 günlü raporunda; Erzurum,
Diyarbakır, Harput nüfusları içinde küçük bir azınlık oluşturan Ermenilerin, bölgede hemen
hemen bütün ticareti ve tarımı ellerine geçirdiklerini; kasabalarda alış-veriş işleriyle sermayenin
dörtte üçünün Ermeni azınlığın elinde olduğunu belirtiyordu.

Fransız Coğrafyacı Elisee Reclus da 1884’te yayımlanan Yeni Genel Coğrafya kitabında:
“(Türkler) Millet-i Hakime (İmparatorluğun egemen ulusu) oldukları halde, zulüm ve baskı
altındadırlar. Askerlik görevi yalnızca Türklere yükletilmiş olup, Türk gençleri ailelerinden alınır
ve pek uzun bir süre için, çoğunlukla sonsuza dek ayrılır. İmparatorluğun en değerli halkı böyle
tüketilir mi?” diyecekti.

http://www.butundunya.com/pdfs/2016/11/057-062.pdf

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 23

KÜTÜPHANEMİZDEN

Ömrümün Dört Mevsimi- Ramis Çınar

Ramis Çınar; Bulgaristan doğumlu, lise öğrenimini
Tekirdağ’da yapmış. Daha sonra Üniversite için
Tekirdağ’dan ayrılmış, fakat genellikle aklı bu güzel şehirde
kalmış. “Bahar, kışın ardından gelir.” Deyip 1964’ten 2014’e
Yarım Asırlık Bir Aşkın Romanını yazmış.
Bu Roman’dan yapacağımız alıntı, Roman kahramanımızın
Bahar adlı kızı ilk görüşünü anlattığı ve Tekirdağ ile ilgili
bölüm olacaktır.
“19 Temmuz 1964 Pazar günü, akşam yemeğini yedikten
sonra havanın yavaş yavaş kararmaya yüz tuttuğu bir
vakitte canımın sıkıldığı zamanlarda yaptığım gibi yürüyerek
sahile inmiştim. Aynı zamanda günün en hareketli anları
yaşanıyordu. Yaz alışkanlığıyla akşam gezmelerine çıkan
aileler sahil boyunca yürüyor, çay bahçelerine, restoranlara
ya da yazlık sinemalara gidiyorlardı. Her aydınlanma
direğinin altında bir seyyar satıcı vardı. Çekirdekçiler,
şekerciler, dondurmacılar, oyuncakçılar ve işportacılar
akşam fırsata çevirmeye çalışıyorlardı.” Sayfa; 26 İkinci Bölüm
Kütüphane No: 10902

Göl Dağı- Metin Köse

1942 Zonguldak Amale Birliği Hastanesi, İşçi Sağlığı
İstatistikleri

YIL VEREM VAKASI

1938 121

1939 198

1940 286

1941 396

Bu bilgi ışığında Mükellefiyet sırasında ocakta zorunlu

çalışma sırasında hastalıklar artmış.

Zonguldak limanında bir işlek kahvehane; Garson anlatıyor,

Ben bu limanda nelere şahit oldum bilseniz; “ Bi zamanlar bu

limandan Alman askerlerinin cesetleri çıktı. Gemi mi batmış

ne. Sonra Ruslar limana mayın döşemişler! Tam seksen

tane mayın, şimdi aynı limandan insanlar akın akın

Zonguldak’a geliyor. Burası sanki keşfedilmemiş bir dünya,

Kütüphane No; 26794
Erzurum, Erzincan, Malatya, Afyon, Gümüşhane her yerden. Hele Karadeniz sahilinin hepsi
burada, herkes ekmek derdinde, bir de kan davası yüzünden gelenler var.” Sayfa. 68
Mükellefiyet Hakkında ise Metin Köse şöyle yazmış. (Sayfa. 77) “Osmanlı’nın son Kaptan-ı
Derya’sı Ahmet Vesim Paşa, 1867 yılında, Padişah Abdülaziz’den aldığı emirle Mirliva
(Tuğamiral) Dilaver Paşa’yı geniş yetkilerle donatıp Maadin Nazırı olarak Ereğli Sancağı’na
göndermişti. Dilaver Paşa, Kozlu’da Hüseyin Bey başkanlığında, Miralay memuru Ahmet Sait,
Yüzbaşı Ahmet Tahsin ve Kâtip İsmail Hakkı’dan oluşan bir kömür komisyonu kurmuş, yüz
maddelik meşhur Dilaver Paşa Nizamnamesi ile madenlerde çalışmayı zorunlu hale getirmiştir.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 24

Kar Çiçekleri- Fügen Topsever

Mağlubun galip sayıldığı çatışmalardan biridir

Sarıkamış Harekâtı... Çünkü sadece düşmanla

değil doğa koşullarıyla da savaşılır. Donma

vakaları, açlık, tifüs... Sarıkamış Harekâtı'nı tüm

yönleriyle gözler önüne seren Kar Çiçekleri,

savaşın sadece askerlerin değil ailelerin de

yaşamlarını nasıl telafisi mümkün olmayan bir

yöne sürüklediğini gösterir. Umut, umutsuzluk,

hasret, kaygı, direniş, acı... Kar Çiçekleri

Sarıkamış Harekâtı'nda Allahuekber Dağları'nın

öldürücü soğuğunda savaşan, şehit düşen,

yaralanan, düşman tarafından esir alınan,

yıllarca esir kamplarında çalışan, hastalıklarla

mücadele eden, sonunda bin bir zorlukla

memleketine dönünce hiç ummadığı bir hayatla

karşılaşan insanların romanıdır.

Kütüphane No; 26956

Johannes Mario Simmel
Johannes Mario Simmel, Avusturyalı
yazardır. Viyana'da doğmuş, Avusturya ve
İngiltere'de büyümüştür. Eğitimi kimya
mühendisliği üzerine tamamlamıştır. 1943
yılından itibaren II. Dünya Savaşı'nın
sonuna demek araştırmacı olarak
çalışmıştır.
Kitaplarının 12 Eylül sonrasında Türkiye'de
yayımlanmasına politik nedenlerle izin
vermeyen J, Mario Simmel, belli bir yaştaki
Türk okurunun hasret kaldığı, belli bir yaş
altındaki okurların ise tanışma fırsatı
bulamadıkları bir yazar. Soğuk Savaş
dönemi casus romanlarının bu bir numaralı
yazarıdır.

Yazarın Kütüphanemizdeki Kitapları

Karlı Dağdaki Tatil: 271 - Çalınmış Rüyalar: 502 - Vatan Sağolsun: 1220
Hepimiz Kardeş Olacağız: 1259
Papaz Her Zaman Pilav Yemez: 1308 - Yalnız Havyarla Yaşanmaz: 2366
Bırakın Yaşasınlar: 3659 - Merhaba Umut: 3855
Acı Yudum:4413 - Gökkuşağı: 4486 - Küskün Rüzgâr: 5951 - Aşk Değin Laftır 1- 2: 10137
Yalnız Değiliz: 10806 - Karanlıktakiler Gözükmez: 13777
Tanrı Sevenleri Korur: 15293 - Nina B Olayı: 17256
Güneşten de Sıcak: 18547 - Ve Palyaçolarla Gözyaşları: 19192
Yaşamak Ne Güzel: 19570 - Gizli Ekmek: 21647

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 25

ETKİLİ ÖRGÜT MUTLU ETMELİ

Geçenlerde, bir dergide mutluluk üzerine dünya çapında yapılmış bir incelemeye rastladım.
Araştırmacılar mutluluk formülünde fiziksel sağlık, ekonomik koşullar, sosyal ilişkilerin yanı sıra
iki etmene daha bakıyor: amaç duygusu ve topluluk ilişkileri. Bu beş ana etmene göre Kosta
Rika, Singapur ve Danimarka, yaşayanların mutluluğunda öne çıkan ülkeler.

İnsanlar arzuları yönünde ilerlediklerini duyumsadıkça mutlu olur. Bir de topluluklardaki ilişkileri
üzerinden kendi etkilerini gördükçe yaşamaktan keyif alırlarmış. Yani, “İstediklerime doğru yol
alıyorum.” ve “Ben olmasaydım bu topluluğun bazı özellikleri eksik kalırdı.” diyebildikçe.

Varsayalım bunlardan biri oldu ama diğeri yok. Durum ne olur? Yaşadığım yerde arzularım
gerçekleşiyor, ama topluluk için ben ha varım, ha yokum. Ne arzularınız gerçekte benliğinizle
seçtikleriniz olur, ne de kendinizi önemli görüyorsunuzdur. Eğer durum herkes için aynı ise,
insana pek değer verilmeyen otoriterliğe eğilimli bir ortam doğmaz mı?

Bir de diğer durumu ele alalım: “Bu topluluğa benim özel katkım var.” diyebiliyorum ama, ne
aksilik ki içimde “Bu gidişle arzularıma pek erişemeyeceğim galiba” duygusu egemen. Şimdi bu
durumun yine çoğunluk insanlar için aynen gerçekleştiğini düşünelim. İnsanların bir bölümünün
diğerlerini sömürdüğü, insanların yaratıcı özelliklerinden, özgün yanlarından yararlanılamayan
kısır bir yaşam doğar, değil mi?

Bundan önce, Ekim ve Kasım 2017 bültenlerimizdeki iki yazıda, etkili örgüt için organize olmak
ve üyelerine özgürlük yaşatmak gerektiğini vurgulamıştım. Bu kez etkili örgüt mutluluk verir
anlayışı üzerinde duralım.

Örgütlerde yer almaya ve özveriyle çalışmaya insanları teşvik eden, mutluluk formülünün belli
yönlerinde güçlü olmaktır. Yoksa zorlamayla, zorunluktan, başka seçenek kalmadığından
örgütlenmeye razı olunur. Bu da uzun ömürlü örgütler doğuramadığı gibi, insanları örgütlülükten
kaçar duruma sokabilir.

Bir örgütün üyeleri mutlu görünüyorsa, her üye o örgütün varlık nedeniyle kendi amacı arasında
bir tür çakışıklık buluyordur. Kendi açımızdan evlerimizde az ya da çok konforlu yaşamayı
amaçlarız. Apartmanlarımızın, sitelerimizin yönetimi ile ilgili örgütlenmelerin çoğu insana itici
gelmesi, görüşmelerden uzak durma, örgütlü bir komşuluk düzeni olmayışı, amaçladığımız
kişisel rahatlığın karşılığını bulamayışımızdandır. Her örgütün, zaman zaman üyelerine “Neler
yapalım, daha neler olsun istersiniz?” diye sorup amaç birlikteliğini ve amaç havuzunu
güncellemesi, bağlılığı güçlendirir; örgüte yeni katılımları teşvik eder. Elbette üyesine amaçlar
için vaad edilenlerin gerçekte de gözlenmesi beklenir. Amaç diye sıralananlar, “Ama”, “Ancak”,
“Hele bir…” diye zorlaştırıldıkça veya sürekli ötelendikçe örgütler etkisizleşir.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 26

İnsanları örgütlenmede mutlu
eden önemli bir etken de
kendilerini örgüt için değerli
görmeleridir. Bazı örgüt
toplantılarını anımsarım. Her
üyeden bir minik kağıda meslek
ve uğraşı alanlarını yazması
istenir.

Sonra, örgüt yönetimi sözü alır ve öyle farklı birkaç gereksinim sıralar ki, çoğu üyenin suratı
hemen asılır. Bahse girerim ki, o anda akıllarından “İyi de, benim ne işim var o zaman burada
kardeşim?” sorusu geçmektedir. Burada “Üyeler örgütleri için değil, örgütler üyeleri içindir.”
ilkesini öne çıkmalıdır.

Gönüllü örgütümüz etkili olsun mu istiyoruz? Üyelere özgürlüğü olabildiğince yaşatırken, arada
bir amaçları güncellemek ve işbölümünü insanların yapabileceklerine yönlendirmek çabasında
olacağız. Bunun yükünü sevsek de sevmesek de taşıyacağız.

M.Sinan KAYALIGİL

EVRENSEL KOOPERATİFÇİLİK İLKELERİ

Kooperatiflerin, uluslararası boyuttaki üst kuruluşu olan "Uluslararası Kooperatifler
Birliği"nin (UKB) (I.C.A.-International Cooperative Alliance) 1995 yılında Manchester’de
yapılan 23. kongresinde, kooperatifçilik ilkelerini belirlemiştir.

Buna göre, ilkeler;
1- Ortakların katılımı, 2- Demokratik yönetim, 3- Mali Yapı, 4- Eğitim, 5- Kooperatifler

arası işbirliği, 7- Özerklik, 8- Toplumsallıktır.

1995 yılında yapılan düzenlemelerden sonra sermayeye sınırlı faiz verilmesi ve risturn
ilkeleri, mali yapı ilkesinde birleştirilmiştir.

Oy hakkı ve olumlu gelir gider farkının dağıtılmasında sermaye payı esas
alınmadığından ve bu öğe kooperatiflerle şirketler arasındaki en belirgin farklılıklardan birini
oluşturduğundan yapılan düzenlemede ortaklık ilkesinin ön plana çıkması sağlanmıştır. Bu
nedenle, açık kapı ilkesi ve demokratik yönetim ilkesi, ortakların katılımı ve demokratik
katılım ilkesi olarak yeniden düzenlenmiştir.

Özerklik ilkesi, kooperatiflerin kendi kendine yardım kuruluşu olduğunu, ortakları
tarafından yönetilen bağımsız bir yapı taşıdığını, devletle ilişkilerinde yapının korunması
gerektiğini ortaya koymaktadır.

Toplumsallık ilkesi, kooperatiflerin içinde bulunduğu toplumun sağlıklı gelişmesine
katkıda bulunmaları gereğini vurgulamaktadır.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 27

AFRODİSİAS ANTIK KENTI

Afrodisias Antik Kenti Fotoğrafçı Ara Güler'in 1958 yılında bu bölgede bir baraj açılışına
gazeteci olarak gittiği ve dönüşte yolunu kaybettiği ve bir köyden geçerken köylülerin tarihle
içine yaşadıklarını ve evlerini yapımında sütünları, tarihi yapıları, üzüm şırası süzmek için de
lahitleri kullandıklarını farketmesiyle ve köyün fotoğraflarını çekerek Times dergine
göndermesiyle dünya basınını da bundan haberdar etmiştir.

Amerika'dan gelen arkeologlar

Geyre’de çalışmaya başlamış ve

buranın antik bir kent olduğu

anlaşılmıştır. Prof.Kenan ERİM

tarafından uzun yıllar süren

çalışmalar sonucunda gün yüzüne

çıkarılmıştır. Hayatını Afrodisias'a

adayan Prof.ERİM'in mezarıda

vasiyeti gereği Afrodisias'tadır.

Ayrıca Karacasu Neolotik

Çağda'dan bu yana Çömlekçilik

yapılan bir yerdir Babadan oğula

geçen bu mesleği halen 37

atölyede yaklaşık 100 zün

üzerinde usta yaşatmaktadır.

Bizde Dernek olarak bu kenti
görmek isteyen komşularımızla 8
Aralık gecesi yola çıktık Ankara Afyon karayolu üzerinden molalarla birlikte yaklaşık 9 saat
süren yolculuk sonucunda 9 Aralık sabahı Aydın İli Karacasu ilçesine bağlı Geyre Beldesine
ulaştık. Bölgenin Yöresel ürünleriyle, yanan sıcacık sobanın etrafında nefis bir Kahvaltı
yaptıktan sonra, tekrar aracımıza binerek UNESCO Dünya Mirası listesine yer alan Afrodisias'a
doğru yola koyulduk. Aracımızdan otoparkta indikten sonra bir traktörün çektiği Çekek'e binerek
Adını tanrıça Afroditten alan Afrodisias Antik Kentine geldik. Bir tarafımızda Çam ağaçları, bir

tarafta lahitler olan yolda
yürüdükten sonra ortada mermer

bir aslan heykeli olan bir meydana
geldik. Çevremizde her yer antik
eserlerle çevriliydi ve biz hangisine
bakacağımızı şaşırdık. Biraz
yürüyünce karşımıza sütunlu ve
çok etkileyici bir yapı çıktı. Afrodit
tapınağına girişi sağlayan tören
kapısı (Tetrapylon her dört
tarafında bir girişi bulunan antik
Roma anıtları) bizi karşıladı. Bu
tapınağın çok uzun yıllar süren
çalışmalar sonucu 1991 yılında
bugünkü haline getirilebildiğini
öğrendikten sonra, yürümeye
devam ederek Afrodit tapınağına

geldik biraz ilerledikten sonra
ömrünün 30 yılını bu kentin ortaya çıkarılmasına adamış Prof. Kenan ERİM'in mezarına ulaştık
ve çok etkilendik.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 28

Afrodit Tapınağını yapımına M.Ö 1.yy
da başlanılmış, M.S 2. yy da tapınağın
çevresindeki alanın Doğu tarafında iki katlı
sütunlu bir cephe ile kuzey, Güney ve batı
tarafında sütunlu bir bölüm ile çevrelenmiş
M.S 6. Yüzyılda Kiliseye çevrilirken, yapıda
büyük değişiklikler olmuş ve ortaya
tapınaktan daha büyük bir bazilika planlı bir
kilise çıkmış bu yapı 12.yy sonlarına kadar
kullanılmış. Etrafımızda bulunan eserler
arasında dolaşırken hayranlığımız daha da
arttı .Tapınağın karşı tarafında dikdörtgen
küçük taşlarla örülmüş yapılar çok dikkatimizi
çekiyordu.

Merdivenleri çıkınca karşımıza Meclis binası çıktı (Bouleuterion) burası o dönemlerde şehir

yaşamına çok önemli bir yere sahipti. Bu yapılarda Meclis toplantılarının dışında Odeion (müzik
gösterilerinin yapıldığı, Zaman zaman kısa oyunların da oynandığı tiyatroyu andıran daha küçük
yapılar.) Meclis binasının arkasında M.Ö 3.ve 4.yy da kullanılmış olan mermer heykel
atölyelerinin olduğunu bu atölyelerde mitolojik ve güncel konularda heykeller yapıldığını, yapılan

heykellerin depolandığını, ve Afrodisias'ın heykeltıraşlık merkezi olduğunu ve eskiyen

heykellerinde burada tamir

edildiğini öğreniyoruz. Odeiondan

çıktıktan sonra, Bizans döneminde ,

Pisikoposluk Sarayı olarak kullanılan

alanı gördükten sonra

Hadrian Hamamları kalıntılarına

geliyoruz burada mermer havuzlu

Çeşmeyi görüyor ve kölelerin

çalıştırıldığı fırınlarda ısıtılan suların

borularla Hamamlara ulaştırıldığını

öğreniyoruz.Buradan Agora 'ya (pazar
yeri ve kent meydanı) geçiyoruz

etrafımızda o kadar çok sütun

kullanıldığını görüp, bu kadar çok

sütun kullanılan başka bir kent daha var

mı acaba diye düşünmeden edemiyoruz.

Buradan yaklaşık 30.000 kişilik Stadyuma ulaşıyoruz ve hayran hayran bakakalıyoruz. Biraz
daha tepeye çıktığımızda Geyre beldesini ve
çokça kavak ağacını görüyoruz. Tepeyi
geçer geçmez de Kentin muhteşem tiyatrosu
karşımıza çıkıyor. Tiyatrosu çok iyi korunmuş
durumda hayran kalmamak elde değil. Biraz
daha ilerledikten sonra Sebastaion Anıtını
görüyoruz gezerken etrafımızda ağaçların
tepesinde ve yapıların arasındaki sincaplar
dikkatimizi çekiyor ve hemen fotoğrafını
çekiyoruz.
Sonrasında Afrodisias Müzesine geçiyoruz
ve Müzede sergilen heykelleri objeleri
inceledikten fotoğraflarını çektikten sonra
biraz dinlenip mağazadan alışveriş yaptıktan
sonra Denizli'ye doğru yola çıkıyoruz.

Gönül ÖNER

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 29

YAŞAMIMIZDA YER ALAN BULUŞLAR

Günlük yaşamımızda birçok buluşu kullanmaktayız. Bunları kullanırken kimin tarafından ne
zaman icat edildiği belki aklımıza bile gelmiyor. Buluşların bazıları yaşamımızı değiştirecek
nitelikte, bazıları ise daha küçük ama çok yaygın kullanılır. Yaygın kullanılan bir buluş olan
LEGOnun öyküsüne bakalım dilerseniz.

Yaratıcılığı artıran ve zeka geliştiren
oyuncakların başında belki de
Lego'lar gelir. Lego ile her şey
yapılabilmektedir artık. Kimi zaman

oyuncak, kimi zaman tablo, kimi
zaman da bir sanat şaheseri. Acaba
ne kadar tanıyoruz bu oyuncağı?

İlk Lego'lar çıktığından beri tam 30

yıl geçti. Dünya'da 400.000.000'ün üzerinde insan, Lego'larla kendilerine küçük küçük

dünyalar yarattılar. Bu plastik harikalar, modüler oyuncak mantığının ilk ve en önemli

örneklerinden sayılmaktadır. Artık çağdaş oyuncak kavramının klasikleri arasına girmiştir.

Lego sözü Danimarka dilinde "Leg God" yani "güzel oyun" sözcüklerinin kısaltılması ile

ortaya çıkmıştır.

Lego firması 1932 yılında Danimarka'da Billund'da Ole Kirk Christiansen tarafından kuruldu.
Firma ilk olarak ahşap oyuncaklar üretiyordu. Hiç kimse o zamanlar Lego adının dünya
çapında bir isim ve firma olacağını kestiremezdi. İlk Lego taşı 1949 yılında selüloz asetattan
üretildi. 1950'lerin başında firmayı kuran Ole Kirk Chirstiansen'in oğlu Godtfred Kirk
Chirstiansen modüler bir oyuncak ya da oyun üzerinde çalışmaya başladı. Bu oyuncaklar
plastikten üretilecekti. Proje sonucu Lego'ların seri üretimine 1958 yılında başladı. İki yıl
içinde bu oyuncağın ABD’de patentini alındı. (Patent No: US 3,005,282)

Lego'lar geçme prensibi ile çalışan modüler oyuncaklardı. Ne Godtferd, ne de babası hiç
tasarım eğitimi almamalarına karşın bu oyuncak tasarımda ilerisi açık bir mükemmellik
sergiliyordu. 1960 yılında ahşap modüler oyuncak üreten fabrikaları yanınca ahşap oyuncak
üretimi tamamıyla durduruldu ve firma kendini Lego tuğlalarını geliştirmeye ve pazarlamaya
verdi. Artık selüloz asetatın yerini ABS plastik aldı. ABS plastiğin kalıplanması,
renklendirilmesi daha kolaydı. Böylece yalnızca lego tuğlalar ve pencerelerle evler
üretilmiyordu. Çeşitli insan figürleri, otomobiller, trenler aklınıza ne gelirse onlar yapılıyordu.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 30

Günümüzde yüzün üzerinde tasarımcı Lego için model üretmekte ve her gün yeni yeni
ürünler piyasaya girmekte ve patent üstüne patent almaktadır. Lego beş kategoride ürün
üretmektedir. Küçük çocuklar (0-6 yaş grubu)
için Lego Duplo, 6-16 yaş grubu çocuklar için
Lego System; 9-14 yaş ve üstü için Lego
Teknik eğitim için Lego Dacta ve yönlendirme
sistemleri için Modulex adlı ürün çeşitleri.

Hiçbir tuğla ile Lego'nun yapabileceğini
yapamazsınız. Renkleri yıllar boyunca
değişmemiştir: kırmızı, mavi, sarı, yeşil, siyah,
beyaz, gri, ve şeffaf. Bu renklerin yanına parlak kırmızı ve parlak sarı girmiştir (1990). Lego
artık bir dünya markası olmuş ve birçok çocuğun düşlerini süslemektedir. Yalnızca
çocukların değil yediden yetmiş yediye herkes için Lego var.

Bu yazı hazırlanırken http://www.patentmuzesi.com/ adresinden alıntılar yapılmıştır.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 31

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 32

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 33

Dernek üyelerimizden ve

komşumuz Gülay Zihni “Özgür

Dönüşüm” grubundan

gönderilen iplerle ördüğü

rengarenk bereleri Van-Ercis-
Çelebibağı- Selvihan İlkokulu
öğrencilerine gönderdi.

Sıcacık bereleri takan

öğrencilerin yüzlerindeki

mutluluk fotoğraflara yansıyor.

Gülay hanıma bu duyarlı
davranışından dolayı teşekkür

ediyoruz.

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 ÇİĞDEM MAHALLESİ MUHTARLIĞI

SAYFA 34

ÇALIŞMA RAPORU

Sevgili Komşularımız,

23.Raporumuzda; mahallemizde yapılan, yapılması halen
devam etmekte olan etkinlik ve değişiklilerle ilgili bilgilerimizi
paylaşmaktayız.

1. 19.12.2017 tarihinde Kaymakamlığımızın çağrısı
üzerine Sıhhiye Atatürk Lisesi’nde toplandık. Sokak
hayvanları ile ilgili mahallemizde yaşanan sorunları
örnekleri ile bir kez daha dile getirdik. Şirindere
bölgesinde yaşanan güvenlik sorunları ve sağlık (silah
atılması, çevre kirliliği) sorunları ile ilgili düşüncelerimizi
bir kez daha dile getirdik.

2. Daha önceki yazımızda pasaport ve ehliyet işlemlerinin
1 OCAK 2018 tarihinden itibaren Nüfus Müdürlükleri kanalı ile yapılacağı bilgisini
paylaşmıştık yeni düzenleme ile bu tarih 2 NİSAN 2018 tarihi şeklinde düzeltilmiştir.

3. Mahallemizde yapılmakta olan İmam Hatip Anadolu Lisesi inşaatı devam etmektedir.

4. 1575, 1577, 1580, 1582 ve 1583. caddelerin asfaltlama işleri Büyükşehir belediyesi
tarafından tamamlandı. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Kaldırımlarının tamamlanması
için girişimlerde bulunduk.

5. Fen Lisesi (1557. cadde) yolu üzerindeki bozuk asfalt Büyükşehir Belediyesi ekipleri
tarafından yapılmıştır.

6. 1583.cadde üzerinde bulunan ve trafik akışını tehlikeye sokan BEDAŞ’a ait elektrik
direği, ekipler tarafından yerinden kaldırılarak yol kenara alınmıştır. Teşekkür ederiz.

7. 1572. Cadde üzerinde bulunan kaldırımların bozulan kısımlarının tadilatları yapılmıştır.

8. 1580. Cadde özerine oluşan kanal tıkanıklığı ASKİ ekipleri tarafından giderilmiştir.

9. Trafik parkı yanındaki 1550. Cadde’de yapılan çalışma sonucu oluşan bozukluk
Büyükşehir Belediyesi ekipleri tarafından asfaltlanarak çözülmüştür. Teşekkür ederiz.

Aralık ayı içerisinde doğan tüm komşularımıza sevdikleri ile birlikte sağlıklı mutlu uzun bir
yaşam dileriz.

YENİ YILIN TÜM ÇİĞDEMLİLERE, ULUSUMUZA VE DÜNYAMIZA BARIŞ VE HUZUR
GETİRMESİ DİLEĞİYLE... MUTLU YILLAR

ÇiĞDEM MAHALLESİ MUHTARI
HASAN HÜSEYİN ASLAN

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 35

ÇİĞDEMİN SESİ OCAK-2018 SAYFA 36


Click to View FlipBook Version