ÇİĞDEMİN SESİ DİL-EKİN SÖYLEŞİSİ
NİSAN 1920’DE
Aylık Online Dergi
İnternetten online dergilerimizdeki tüm yazıları okuyabilirsiniz. ANKARA
BİR DÖNEM ROMANI:
http://www.cigdeminsesi.com/
RANA
Nisan 2018 KADIN YAZARLAR….
İKİ ŞAİRİ AĞIRLADIK
ÇİĞDEMİM DERNEĞİ AYLIK ONLİNE DERGİ 27 MART
Sahibi : Çiğdemim Derneği Yönetim Kurulu EVLİLİKTE VE
Düzenleme: Fatih Fethi Aksoy DOSTLUKTA
Tüm yayın hakları saklıdır. Yayımlanan yazı, görsel ve bilgiler kaynak YAŞANAN
gösterilmeden alıntılanamaz. İmzalı yazılarda görüşler yazarlarına SUSKUNLUKLAR
aittir. KAYGISIZ BİR YAŞAM
MÜMKÜN MÜ?
HAYAL KURMA
DERSLERİ
ŞİRİNDERE RİTM
GRUBU
NESİN VAKFINDAN
MÜZE ÇARŞI
ANAFARTALAR
KÜTÜPHANEMİZDEN
EDEBİYAT
TOPLULUĞU
SİNEMA TOPLULUĞU
BİZDEN BİR ÖYKÜ
ŞİİR KÖŞESİ
SATRANÇ
ÖĞRENİYORUM
MUHTARIMIZDAN
Çiğdem Eğitim, Çevre ve
Dayanışma Derneği
Çiğdem Mah. 1551.Cadde No:14-A
Çankaya-ANKARA
www.cigdemim.org.tr
Tel: 0312 2852047
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 2
MERHABA,
12 Nisan 1996… Tam 22 yıl önce Derneğimizin resmi kuruluş belgeleri kurucu başkanımız
Vecdi Seviğ tarafından dernekler müdürlüğüne teslim edilip kuruluş işlemleri tamamlandı ve
resmen derneğimiz kurulmuş oldu.
Ülkemizde kurulu bulunan 112736 dernekten birisi olan derneğimiz süreklilik bakımından özel
bir konuma sahip. Ortalama dernek ömrünün 8 yıl olduğu ülkemizde 22 yıldır aralıksız,
gönüllülük ve katılımcılık ilkesiyle çalışıyoruz.
650 üyemizle üye sayısı bakımından da önemli bir yere sahibiz. Siz komşularımızın üye olmasa
bile desteği ve güvenini yanımızda hissediyoruz.
Sizlerin bu güven ve desteğini boşa çıkarmamak için elimizden geldiğince çalışıyoruz. Sizleri de
bu çalışmalara katkı vermeye bekliyoruz.
Her mahalleliye ulaşabilmek amacıyla etkinliklerimizi çeşitlendirmeye devam ediyoruz. Edebiyat
ve Sinema Topluluklarımız düzenli olarak toplanıyor, Mahalle Söyleşileri ve Dil Derneği ile
başladığımız Çiğdem’de Dil-Ekin Söyleşileri, Müze Gezileri, hep birlikte gittiğimiz kültürel
etkinlikler ve geziler hız kesmeden devam ediyor. Kütüphanemiz hem kitap sayısı hem de
okunma oranıyla büyümeye devam ediyor. 22 üniversite öğrencisine eğitim desteği veriyoruz.
13 yıldır aralıksız Komşuluk Günü Panayırı yapıyoruz ve komşuluğun öneminş vurguluyıruz.
2.El Takas ve Paylaşım Pazarı ile yeniden kullanımı ve paylaşımı gündemde tutuyoruz.
Nisan ayı içerisinde Yavuz Ahmet Demirden Türk Sanat Müziği Koromuzun konseri olacak,
ayrıca yeniden çalışmalara başlayan Tiyatro Topluluğumuz 12. Ethos Uluslararası Tiyatro
Festivalinde “Yeniden Çiğdem Kabare” adlı oyun ile 2 kez sahne alacak.
Dergi içerisinde de göreceksiniz, geleceğimiz olan çocuklarımıza yönelik çalışmalara da hız
verdik. Çocuklar için edebiyat, düşlerim gerçekleşiyor yaz kampı, Şirindere Ritm Grubu
bunlardan bazıları. 23 Nisan haftasında da “Sokak Oyunları Şenliği” gerçekleştireceğiz. Bu
vesileyle başta çocuklarımız olmak üzere hepinizin 23 Nisan Ulusal egemenlik ve Çocuk
Bayramını kutluyoruz.
Sevgi, saygı ve dostlukla….
Fatih Fethi Aksoy
Çiğdemim Derneği YK Başkanı
HİÇBİRİMİZ, HEPİMİZ KADAR
GÜÇLÜ DEĞİLİZ!
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 3
NİSAN 1920’DE ANKARA…
Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelişinde yerleştiği Ziraat Mektebi’ne gazeteci Yunus Nadi Bey, ilk
kez 2 Nisan 1920 günü gitmişti. İzlenimlerini sonraki yıllarda yazdı:
“Ankara’ya varıncaya kadar deniz sathından dokuz yüz metre kadar yükselmiştik. Nisanın ikisi olmasına
rağmen salonun kenarına konulmuş soba yanıyordu. Bir iki kanepe, koltuk ile üç dört sandalye ve masa
odanın pek basit –fakat ancak temiz- tefrişatı teşkil ediyordu. Fakat orada gerek bu basit odaya, gerek
bütün binaya yalnız kendi şahsiyeti ile başka bir mahiyet verdiren, ona azamet ve heybet izafe eden biri
vardı: Mustafa Kemal.”
Erzurum Kongresi’nden itibaren Mustafa Kemal ile birlikte olan Mazhar Müfit Kansu’nun “Ekmekçiye bile
verecek paramız kalmamıştı” dediği günlerin ardından bozkırda hareket baharla birlikte başlamıştı.
İstanbul’dan Ankara’ya gelenler vardı. 9 Nisan sabahı da karayoluyla kente ulaşacak böyle bir heyetinin
karşılanması için hazırlık yapılmıştı. İstanbul’dan beklenen heyette bulunan son Osmanlı Meclisinin
Başkanı Celâlettin Arif Bey’in daha sonra “16 günde ulaştık” diye söz edeceği yolculuğun son durağı
Ankara’nın o günkü durumunu Yunus Nadi Bey’in yazdıklarından okuyalım:
“Bütün Ankara sokaklara dökülmüştü denebilir. Memlekette en külüstürüne varıncaya kadar, bütün
arabalar meydana çıkmış, her birine üçer dörder arkadaş binmek suretiyle büyük bir kafile Ayaş
yolundaki taş köprüyü geçmiş ve daha ilerlemişti. Yayaların hesabı yoktu. Hele yolun iki tarafındaki
tarlalardan koşturan atlar, manzaraya hususi bir mahiyet [özel bir nitelik] veriyordu.”
Beklenen grup gelmiş, Ankara’da bulunanlarla kucaklaşma başlamıştı. Karşılayanlar arasından Mustafa
Kemal’in sesi duyuldu:
- Canım İsmet Bey nerede? Hani İsmet?
Yunus Nadi, “Paşa sabırsızlıkla arıyordu. Ona iltihak ettik [katıldık]. Çok geçmeden İsmet bulundu” diye
anlatmaya başladığı bu karşılamadan izlenimlerini şöyle sürdürüyor:
“Gürültüye karışmak istemeyen, mütevazı ve ufak tefek bir emirber neferi gibi –elbisesi hemen hemen bir
nefer elbisesine benziyordu- kenara çekilmiş, dudaklarında tatlı bir tebessümle bekliyordu. Paşa sür’atle
yürüyerek ellerini yakaladı:
“ – Hoş gelin İsmet!”
İsmet o gün hiç laf söylemiyor, yalnız hiç eksilmeyen tebessümü ile konuşuyor gibiydi. Daima tebessüm
ediyor, [Mustafa Kemal] Paşa muttasıl [aralıksız]söyleniyordu:
- Bugün çok memnunum İsmet. Ama ne iyi ettin de geldin, ama ne iyi ettin de çabuk geldin!”
Bu İsmet [İnönü] Bey’in aynı yıl içinde Ankara’ya ikinci gelişiydi. 8 Ocak günü, kendi anlatımıyla,
“kimseye haber vermeden” yola çıkmıştı, Mustafa Kemal’in de haberi yoktu, “ansızın” gelmişti. Ziraat
Mektebi’ndeki karargâha yerleşmiş ve Paşa ile çalışmaya başlamıştı. Mustafa Kemal, şubat ayının ikinci
yarısında İsmet Bey’i görevli olarak İstanbul’a gönderdi.
İstanbul 16 Mart’ta işgal edilmişti. Mustafa Kemal İstanbul’da bulunanların Ankara’ya yola çıkmalarını
istedi. İsmet Bey de anılarında bu çağrıya uyarak Haydarpaşa’dan trenle geldiği Maltepe’de bir gece
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 4
kaldıktan sonra, üzerlerinde “er elbisesi olduğu halde kafiledeki başka erlerin arasında yürüyerek” yola
çıktıklarını anlatacaktı. Yunus Nadi Bey’in, “elbisesi hemen hemen bir nefer elbisesine benziyordu” diye
yazmasının nedeni de buydu.
Mustafa Kemal, İsmet Bey’den bir gün önce de Ankara garında Halide Edip [Adıvar] Hanımı “Safa
geldiniz Hanımefendi” diye karşılamış, vagonun basamaklarından inmesi için elinden tutarak yardım
etmişti. O gün Ankara garı da kalabalıktı. Merakla toplananlar arasında, Koçzade Hacı Mustafa
Efendi’nin genç oğlu Vehbi [Koç] de vardı. Vehbi Bey, 70’li yaşlarında “Hayat Hikâyem” kitabında,
“Halide Edip Adıvar’ın Ankara’ya gelişinde karşılamaya istasyona gitmiştim. Biriken halkın arasında ben
de Atatürk’ü görebilmiştim” diye yazacaktı.
Mustafa Kemal Paşa, bir yandan gelecek günlerin planlamasını yapıyor, bu arada gelen gidenlerle tek
tek ilgilenmeyi ihmal etmiyordu. Halide Edip Hanım’ı karşılamakla yetinmedi, eşi Dr. Adnan [Adıvar] ile
birlikte konakladığı evde ziyaret ederek, “Yarın Ziraat Okulu’na gelin de konuşalım” dedi.
Halide Edip Hanım, “akasyalar açıyor, bütün çevre yeşilleniyordu” diye anımsadığı 9 Nisan günü öğleden
sonra Mustafa Kemal’i ziyarete gittiği Ziraat Mektebi’ndeki izlenimlerini Türkün Ateşle İmtihanı’na, şöyle
yansıttı:
“Araba güçlükle sırttın tepesine tınmandı. Binanın önünde iki asker nöbet bekliyordu. Loş antreye açılan
koridorlar vardı. Beni yukarıya bir çavuş çıkarttı. Geniş ve aydınlık bir odaya girdim. Kapıyı açınca
Mustafa Kemal Paşa ve diğer birkaç kişinin tarihsel bir rol oynayacakları sahneye girdim gibi geldi.”
Halide Edip, odadakilerle konuşurken kapı açıldı siyah giyinmiş bir adam ile genç bir subay içeriye girdi.
Dr. Adnan Bey gelen subayı eşine tanıttı, Halide Edip Hanım o karşılaşmadan izlenimlerini, “Albay
İsmet’in ilk dikkatimi çeken noktası, gözlerinin canlılığıydı. Bundan sonra da tavırlarının sadeliği ve
Türkçesinin bütün sınıflara hitap edecek derecede geniş olmasıydı” diye yazıya aktaracaktı.
O heyecan dolu Ankara günlerinin Halide Edip Hanım üzerinde bıraktığı izi yine kitabından aktarmakta
yarar var:
“Bu kanlı ve tehlikeli günlerde iki şey büyük umut veriyordu. Birincisi, Mustafa Kemal Paşa ile İsmet
Bey’in yakınlıkları. Çünkü İsmet Bey’in yumuşatıcı bir etkisi vardı. İkincisi de, hayatlarını savaş yolunda
fedaya karar vermişlerin arasında hayli sıkı dostluk vardı. … O günlerde alınacak olan herhangi bir karar
Türkiye’nin geleceğine etki edecekti.”
“Türkiye’nin geleceğine etki edecek” karar 98 yıl önce alındı, Kurtuluş Savaşı başladı, Cumhuriyet’e
ulaşan yol açıldı.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
Vecdi Seviğ Mücadele’ye Seçilmiş
Kaynaklar:
Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı.
İsmet İnönü, Hatıralar.
Mazmar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber.
Sabahattin Özel, Işın Çakan Hacıibrahimoğlu, Osmanlı’dan Milli
Mülakatlar.
Vehbi Koç, Hayat Hikâyem.
Yunus Nadi, Ankara’nın ilk Günleri.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 5
ÇİĞDEM’DE DİL-EKİN SÖYLEŞİLERİ-3
TİYATRO İNSANA DOKUNMALIDIR…
Tiyatro insana dair bir sanat o kadar ki malzemesi de insan... Evet, tiyatro insanla kotarılıp,
insana sunuluyor, teknik anlamda ki tüm güzellikleri hiç kullanmasak da tiyatro yapabiliyoruz...
Tiyatronun olmazsa olmazı: söyleyecek bir sözü olması, duyacak bir seyircisi olmasıdır. Niyet
eden, peşine düşen, emek veren tüm insanların sanatı olabilir... İster okul yoluyla, olanak yoksa
"alaylı" diye tabir edilen usta - çırak ilişkisiyle sahnede bulabiliriz tiyatroyu. Ama her durumda
yoğun bir çaba, artı bir zaman ve devamlılık ister bizden... Bu kadar yalın ama bir o kadar da
zordur bu yüzden...
Toplumsaldır Tiyatro... Olmazsa
olmazı seyirciyedir sözü çünkü.
Dokunmazsa seyircinin gönlüne,
derdine seyirci niye paylaşsın oyunu...
O zaman da hep farkındadır hayatın;
dayatmaların, kurnazlıkların,
sömürünün, haksızlıkların, baskının,
şiddetin, savaşın, ezilmenin ve
ezenin... Böyle olunca da hayat!
Muhaliftir tabii tiyatro... Politiktir
duruşu... "Başka bir dünya mümkün"
der ve göstermeye uğraşır… Daha
güzel yaşanan toplumlarda daha
keyifli ve güzel halleri de vardır tabii
ama yine de daha güzeli daha iyiyi arar, sorgulatır hep...
Tam da bunun için insanla yan yana durur ve oyuncu olmayan, yönetmen olmayan, yazar
olmayan, teknik olmayan yani sahnenin yanı başında olan seyircinin de işi olabilir... Seyreden
değil eyleyen de olabilir seyirci kendi sözüne sahip çıkmak ve aynayı sahici taraftan tutmak
için... Toplumda itilen, horlanan, şiddete uğrayan, ötekileştirilen, yok sayılan her kesime sahip
çıkan işaret eden oyunlar sahnelendiğinde taraftır tiyatro... Seyirci-oyuncu, oyuncu-seyircidir
aslında zaten... İşte o zaman doğru yöntemlerle Semt Tiyatroları ve Proje Çalışmalarının
içindedir seyirci... Kadın, gençlik, çocuk ve mahalle, dernek ve emekçilerin işyerleri ve
sendikalar girer işin içine, kendi cümlelerini kendi oyunlarını çalışırlar bir yönetmenle ve oynarlar
oyunlarını... Evet, semtlerde bir hava koridoru oluşturur tiyatro bir yanıyla... Çünkü bu üretim iyi
gelir insana ve eyleyen, oynayan taraf olarak, diğer oyunları da izlemek ve işin içinde kalmak
ister... Hayatının içine katar tiyatroyu semtler, sokaklar ve sahip çıkarlar sahnelerine şaşalı
olmasa da...Tiyatro da emin ellerdedir artık ve son iki insan kalana kadar yaşar Tiyatro !!!
Kımız Bozkır
(20 Mart 2018 tarihli Çiğdem'de Dil-Ekin Söyleşisinden…)
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 6
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 7
BIR DÖNEM ROMANI - RANA
Mart ayı kitabımız, Osman Necmi Gürmen’in RANA adlı romanıydı.
Toplumsal gerçekçilik tarzında yazılan roman, ön planda Rana
karakteriyle aileyi, ailenin ekonomik, sosyal ve kültürel yapısını, aile
içindeki ilişkileri anlatırken, arka planda dönemi (1905—1928)
neredeyse tüm detayları ile anlatmıştır.
Osmanlı’nın çöküş ile Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına rastlayan
Rana’nın hayatı da ülkesi gibi, sıkıntılar, çalkantılar ve çelişkilerle
doludur.
bilgisini kızına Rana, Üsküdar - Sultantepe’de memur ailesine ait olan bir konakta
sunmaktadır. doğar. Dönemin şartlarına göre, varlıklı ve eğitimli bir ailesi vardır.
Anne Libabe hanımla yıldızı barışmasa da, baba Haşim bey ilgisini,
cömertçe
Konak kalabalıktır. Özellikle
de yangınlardan sonra
konağa yerleşmek zorunda
kalanlarla sayı iyice
artmıştır. Konaktaki yaşam,
ilişkiler, ülkede
yaşanılanların insanlar
üzerindeki etkisi, o kadar
sıcak bir dille anlatılıyor ki,
okuyucu da konağa misafir
olup, o yaşama tanık oluyor.
25 yıllık bir dönemi, Rana’yı ve yakın tarihimizi 540 sayfaya etkili bir anlatımla sığdırmaya
çalışan yazar, zihnimizde pek çok bilgi ve bir o kadar da soru bırakmıştır.
Bir sonraki sunumda buluşup, edebiyatın güzelliğini ve zenginliğini paylaşmak dileğiyle.
Mübehher Özbek
PLASTİK TORBADAN VAZGEÇ!
BEZ TORBA KULLANMAYA ÖZEN GÖSTER,
GEREKTİĞİNDE PLASTİK POŞETİNİ DEFALARCA KULLANARAK
SARFINI AZALT.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 8
KADIN YAZARLAR EDEBİYATTA KADIN EMEĞİNİ ANLATTI.
Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliğinde yazar İlkay Tuna ve Süreyya Köle ile edebiyatta
kadın emeğini konuştuk.
Erendiz Atasü bir yazısında, “Her yazarın
kendi kırılganlığını ve toplumun
duyarsızlığını aşarak yüzleşmek zorunda
kaldığı iletişim sorunu, kadın yazar için
cinsimize yöneltilmiş kemikleşmiş önyargılar
yüzünden katmerlenmiştir. Dünyanın her
ülkesinde, her dönemde yazma cesaretini
göstermiş kadınlar zaman zaman
küçümsenmiş, alaya alınmış, dışlanmıştır.”
der.
8 Mart akşamı konuk yazarlarımız tam bu
konuyla söyleşiye başladılar. Tarihte bu
endişeden kurtulmak için yazılarında kendi isimleri yerine erkek ismi kullanan kadın yazarlardan
bahsettiler. Brontë kardeşlerin Bell Biraderler takma ismini kullanması, Harry Potter serisinin
yazarının Joanne ismi yerine cinsiyet belirtmeyen J.K. Rowling ismiyle tanınması gibi..
Günümüzde de kadın yazarların kitabın satışına olumlu yansıması amacıyla benzer yöntemler
kullandığı biliniyor.
“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” sözünü kanıtlarcasına edebiyat dünyasında adı
duyulmuş erkek yazarların güçlü eşlerinden bahsedildi. Geniş bir araştırmaya dayalı bu
saptamalar kadınların doğrudan ya da dolaylı olarak başarıya katkılarının yadsınamaz olduğu
sonucuna götürüyor bizi.
Farklı düşünen katılımcılar görüşlerini bildirseler de kadın yazarlarımızın görüşleri daha fazla
kabul gördü. Elbette bu duruma etkinlik katılımcılarının çoğunluğunun kadın olmasının payı
büyüktü…
Söyleşimiz, konuklarımızın açıkyürekliliğinden kaynaklanan güler yüzlü bir havada geçti. Patika
Dergisi’ne ve konuşmacılarımıza bize yaşattıkları anlamlı ve renkli bir akşam için teşekkür
ederiz.
Zuhal Yüksel
ATIK PİLLERİ, BİTKİSEL YAĞLARI VE HER TÜRLÜ ATIĞI
DERNEĞİMİZDE TOPLUYORUZ.
HER TÜRLÜ KAĞIT VE PLASTİK KAPAKLARI DA DERNEĞİMİZE
GETİREBİLİRSİNİZ.
LÜTFEN DERNEĞİMİZE GETİRDİĞİNİZ ATIKLARI BİRBİRİ İLE
KARIŞTIRMAYIN.
PLASTİK KAPAKLARIN YANINA KONAN PİLLER AYRIŞTIRMA
AŞAMASINDA OLUMSUZ SONUÇLARA YOL AÇMAKTADIR.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 9
ÇİĞDEMİM DERNEĞİ KEVSER ATAY VE GÖKHAN CENGİZHAN’I AĞIRLADI
Çiğdemim Derneği edebiyat toplantıları bağlamında Şubat ayının sonunda bu kez şair Kevser
ATAY ile Gökhan CENGİZHAN’ı ağırladı. Şairlerin katılımıyla gerçekleştirilen şiir akşamı
izleyicileri mutlu etti.
Şair Gökhan Cengizhan Edebiyatçılar Derneğinin Başkanlığını, Kevser Atay ise Genel
Sekreterlik görevini yürütmektedir.
Şairler şiirlerini kendileri yorumlayarak ve zaman
zaman politikaları ile ilgili görüş ve düşüncelerini
izleyicilerle paylaştılar.
Kevser Atay’ın çeşitli konulardaki şiirlerinin yanı
sıra toplumcu konulara da değindiğini gözledim.
Örneğin son yıllarda yoğunlaşan kadın
cinayetleri ve çocuk istismarları konusunda
duyarlı şiirlerin altında imzasını görmek
mümkün.
Şiirlerinin bir kısmında ( bunlar ilk şiirleri sanırım ) öyküleme ve anlatımcılık egemen durumda
iken daha sonraki şiirlerinde bu tarzın terk edildiğini gözledik.
Gökhan Cengizhan örnekler sunduğu şiirlerinde çeşitli izleklerin yanı sıra toplumcu gerçekçi bir
tavır sergiliyor. Bazı şiirlerinin gezip gördüğü Suriye için bir güzelleme özelliği taşıdığı görülüyor.
Şairimiz konuşmasında tek bir şiir tekniği ile yetinmediğini , farklı yaklaşımları, kalıpları
denediğini ifade etti. Ona göre şiir “ bir arka planın ürünüdür, tarihsel toplumsal bağlar o şiiri
tanımlar “.
Her iki şairin de şiirlerinde içerik bağlantılarının sağlamlığı, şiirin iç sesine önem vermeleri ve
öncellemeleri kalıcılık bakımından bizi umutlandırmaktadır
Dursun Nadir
YENİ ÜYELERİMİZ
Geçtiğimiz ay içerisinde üyelik başvurusunda bulunan ve Yönetim Kurulumuz tarafından
üyeliği onaylanan Sayın, Zeynep Funda Çelik, Ayşe Filiz Tutulmaz, Banu ebru Çağlar ve
İlhan Karaefe’ye aramıza hoş geldiniz diyor ve bu gönüllü desteklerinden dolayı teşekkür
ediyoruz.
Henüz üye olmayan komşularımızı da aramızda görmek istiyoruz. Üye formunu doldurup bir
fotoğraf vermeniz yeterli. Yıllık üyelik aidatımız 30 TL.dir. 18-25 yaş arasındaki genç
üyelerimiz için yıllık aidatı 1 TL. yaptık. Genç arkadaşlarımızı üye olmaya bekliyoruz.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 10
ŞİİR KÖŞESİ
TEŞEKKÜR EDERİM
Evimdeyim
Sıcacık oda , salon
Huzurun gölgesi duvarda
Bir elimde kahve fincanı
Bir elimde gazete
Keyfimdeyim
Sarısı , siyahı , alı
Çiçeklerden bir türkü
Dalları yere eğilmiş
Bana da uğra der
Ihlamur ağacı
Bahçemdeyim
Ey huzur , ey gün ışığı
Teşekkür ederim
Dursun Nadir
Şubat 2007
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 11
BİZDEN BİR ÖYKÜ
ÜÇ ÇİFT CELFİN
Fazilet Ünsal Eliaçık
Başımızı sokacak iki göz olsun yeter deyip yapılmış. Altı çocuk bu evde doğup
büyümüştük.
Zamanla sağına soluna kondurulan eklemelerle genişlemiş, yayılmış. Tavanı, duvarları
eğri büğrü, beton zemin yamrul yumrul, bahçe belem beşer. Yıllar geçtikçe yıpranmış daha sefil
görünür olmuştu.
Okulda yapı çeşitlerini öğrenmiştik. Derste anlatılanlara bakılırsa kâgir denebilirdi. Ödev
sorusuydu, annem ya da babam böyle cevaplamıştı. Doğrusu derme çatma bir evdi.
Sofa olarak kullanılan bölüm kapatılarak salona dönüştürülmüştü. Ev bu haliyle dörde
dört iki oda, kuru fasulye salon, nohut mutfak, mercimek hamamlık, banyo duvarına bitişik,
kapısı bahçeye açılan tahtakurusu kadar helâ. Yanında da bahçe duvarına kadar uzanan
karafatma yuvası boşluk.
Önceleri odun, bahçe malzemeleri, inşaat artıkları konan karmakarışık bir yerdi bu
bölüm. Bahçenin üst tarafında hemen göze çarpardı. Kurbağa, fare, kertenkele eksik olmazdı.
Yirmi kiloluk yağ tenekeleri, düzgün dikdörtgenler şeklinde kesilip üstü örtülmüştü. Bu
haliyle basık tavanlı dikdörtgen prizmaydı. Geometri dersinde işlemiştik, dördüncü sınıfta
olmalıydı. O yıl dersler ağır olduğundan tembel öğrenciler çürük elmalar gibi dökülürdü.
Tıpkı “aç kapıyı” oyununda olduğu gibi. Bu oyunda iki kişi bezirgânbaşı olur, el ele
tutuşup köprü gibi havaya kaldırırlardı kollarını. Diğer çocuklar tek sıra olup altından geçerlerdi.
Hep bir ağızdan tekerleme söyleyerek.
Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı!
Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin!
Arkadaki yadigâr olsun, yadigâr olsun!
En arkadaki çocuk, iki bezirgânın kolları altına gelince hapsedilir. Kulağına fısıldanan iki
sözcükten birini seçer, o ismi almış olan bezirgânbaşının arkasına geçerdi. Bütün çocuklar
yadigâr olduktan sonra iki bezirgânbaşı çekişir, arkasındakiler de bellerinden tutuşarak onlara
yardım ederdi. Bu çekişmede hiçbir zaman sayı da, kuvvet de eşit olmadığından, bir taraf
dayanamaz yere yuvarlanırken, ayakta kalanlar keyifle el çırparlardı.
Çürük elma, çürük elma!
Bizi en çok pi sayısı ile çözülen problemler uğraştırırdı. Bu 3.14 gibi ondalık bir sayıydı. O
yıllar problemin sonunda pi sayısını 3 olarak alınız diye yazmazdı. Çarpma bitiminde de
genellikle virgülün yerini yanlış yapar kaydırırdık.
Yine de sevilirdi geometri dersi, matematik gibi tekdüze değildi. Gözü yormaması için sarı
yaprakları olurdu, aritmetik defterinin. Geometri ise siyah bez ciltli, kareli harita metot defterine
çalışılırdı. Pergel, iletki, gönye, cetvel yardımıyla şekiller çizerken, zevkli ve kolay gelirdi konular.
Oyuncak alınmazdı, oyuncakçı da yoktu ama şeffaf yeşil, sarı, mavi, kırmızı renkli cetveller
vardı.
Okul önlüğümüz, yakalık, saç kurdelesi, alfabe, masal kitapları, çizgi romanlar, kalem,
silgi, haftanın üç günü paket yayın yapan televizyon… Hepsi siyah beyazdı. Hayatımız gibi…
Sinemalara gelen filmlerin renkli olanları “yılın şaheseri” diye tanıtılırdı. Türk bayrağının
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 12
kırmızısı, Atatürk’ün sarı saçı, mavi gözleri, bayramlarda sınıf süslediğimiz kâğıtlar, balonlar
okul yıllarımızın en renkli yanıydı.
Resim dersinde yaptığımız sulu boya patates ve soğan baskıları ise iç dünyamızın
karmakarışık dışavurumuydu.
Birinci sınıfta okuma yazma dersinde fasulye taneleri kullanırdık. İri olanları sıcak suda
bekletilir, kabukları soyulup kurutulurdu. Hevesli anneler kumaş boyasıyla renk renk boyar,
minik kese diker, içine koyarlardı. Böylesinde diğer çocukların gözü kalırdı. Öğrenilen sözcükler,
fasulyeler masaya dizilerek yazılırdı. Ucu yanmış kibrit çöpleri de sayma çubuklarıydı.
Prizmaları küçük tahta parçaları, ilaç kutuları ve yağ tenekelerine bakarak öğrendik. Ayrı
oda, çalışma masası, kitaplık, hele de bilgisayar düşlerimize bile girmedi.
Annemle babam dörde dört dediklerine göre, evde iki oda da kare şeklinde oluyordu. İki
oda kare prizma, salon, mutfak, hamamlık ve helâ dikdörtgenler prizması. Bahçede üç tarafı üç
farklı duvar, tavanı kesilip düzleştirilmiş yağ tenekeleriyle kaplı, tabanı toprak, odunluk depo
karması, döküm saçım kırık dökük yer de yamuk prizma oluyordu.
Çocuk sayısı artıp, kazanç yerinde sayınca, yeni üretim kapıları arandı. Bu defa akıllara
odunluk geldi.
Odunlar, cemreler düşerken bitmiş olurdu. Zaten haftalık ya da bir ay yetecek kadar
alınırdı meşe odunları. Az olursa küfeyle hamal sırtında, fazla alınabilirse tek atlı arabayla
taşınırdı eve. Biraz da çıra bulundurulurdu tutuşturmak için.
Teneke odun sobası, salon kapısına yakın, mutfak iç penceresinin altına kurulurdu.
Bütün evi ısıttığı düşünülse de, iki tarafına iki yer minderi konur, duvara bir çift kırlent dayanır,
buralarda kim oturursa soba onları ısıtırdı. Altı çocuktan uyanık olanlar kapardı sobanın iki
yanını. Soğuk havalarda birbirimizi izler, kalksa da yerini alsak diye bakışırdık.
Mindere kurulup, dizlere iskemleyi alıp ders çalışmak; sarı kedinin mırıl mırıl uyuklaması,
soba üzerindeki suyun dıgıldaması, radyonun olmadığı evde müzik gibi, ninni gibi gelirdi.
Varlığın sesi, zenginliğin sesi, mutluluğun sesiydi bu.
Sobada kızartılmış ekmeğin üzerine vita yağı sürüp, kırmızı toz biber serper öyle yerdik,
yerimizi kaptırmamaya çalışarak.
Kestane pişirilen gecelerde ikinci planda kalırdı köşe minderi yarışmaları. Kestane aşırma
oyunu başlardı bu kez.
Annem en adil, en demokrat, en milimetrik paylaşım yapan ellere sahipti. Bütün
yiyecekleri öyle dengeli dağıtırdı ki, kimse mızıldamazdı. 200 gram peyniri sekiz parçaya,
çorbayı sekiz kâseye aynı özenle böler, kimseye urup hak geçmezdi.
Sahanda sucuklu yumurta yerken durum biraz karışır, gözünü açan, eli uzun olan
kazanırdı.
Evde çorba kaşıklarının ikisi çiçekli, öbürleri desensizdi. Sofraya ilk oturan sinideki çiçekli
kaşığı kapardı.
İki tane de çinko çorba tası vardı, diğerleri bakırdı. Bakır kaplar sofraya gecikenlere
kalırdı. Herkes çiçek süslemeli, kenarı mavi çizgili, beyaz çinko kâselerden içmek isterdi
çorbayı, Nogay çayını. Sabahları bir de bunun karmaşası yaşanırdı.
Her şey çift satılırdı o zamanlar; çorap, eldiven gibi. Alırken bir çift sahan, bir çift yastık,
bir çift yazma, bir çift havlu diye istenirdi. Ayakkabı, terlik nasıl tek alınmazsa, onlar da öyle.
Çifter giderdi sayıları. Üç, beş, yedi olmazdı.
101 parça yemek takımı, çatal kaşık setleri paşa konaklarında, padişah sofralarında
olmalıydı.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 13
Bahçenin odunluk olarak kullanılan köşesi, kış bitince döküntülük gibi dururdu. Neler
yoktu ki; kırık bir duvar aynası, paslanmış kömür ütüsü, eğilip bükülmüş soba boruları, altı
çürümüş çinko mangal, bir bacağı eksik sehpa, boş teneke kutular, saplı sapsız kazma, keser,
kürek, çamaşır tokacı, et dövme kütüğü, toprak su küpü, cere, güveç kabı, kamış seleler,
sepetler.
Annem bir gün öğleye kadar uğraştı. Yıllardır tarihi eser gibi saklanan bütün öteberiyi
çıkarıp attı. Elle tutulur olanları da eskiciye sattı. Fare pisliklerini, zemindeki çör çöpü çalı
süpürgesiyle süpürüp yerleri suladı. Küpü yan yatırarak, sele ve sepetleri de birer köşeye
yerleştirip içine sap saman yaydı. Altı çift çocuk gözü merakla bekleşirken…
Her şeyi birer çift alırken çocukları da bir çift yapalım diye düşünebilselerdi, kuş yuvası
evin odunluğunu, deposunu tavuk kümesi yapmaya kalkışmazlardı.
Yine de sekiz on kardeşli komşu çocuklarının oyunlarını kıskanırdık. Bizimkiler yavan
gelirdi çoğu zaman.
Küp, sele ve sepetler içleri sap samanla döşenerek folluk olarak düzenlendi. Ön kısım
kafes telle kapatılıp, bir köşesine zayıf birinin veya çocuğun geçebileceği büyüklükte teneke
kapı uyduruldu. Saray yavrusu kümes kondu, bahçenin başköşesine.
Sokak kapısından girince, asmanın sarılı olduğu haymanın altından geçilirdi.
Briket bahçe duvarının üzerine kırmızı zambak, sakız sardunyası, fesleğen ekili tenekeler
diziliydi. Tavuklar buraya çıkamazlardı.
Bahçedeki gül, hatmi, kasımpatı, hanımeli, akşamsefası epeyce boylanmış, kendilerini
kurtarmıştı. Ama yerdeki bodur bitkileri gözden çıkarmak gerekiyordu. Nane, maydanoz, reyhan,
kedi tırnağı, kınakına içinde gün boyu bütün tavuklar eşelenip duracaktı. Komşu Sakine teyze
gibi annem de “ kıran girsin içinize emi!” deyip naylon terliği fırlatacaktı.
Irmak kenarında kurulan Sittilli pazarında taze tatlı su balığı, canlı köy tavuğu satılırdı.
Bir akşam babam eve elinde bir çilli, bir kızıl kahve bir de kargaya benzeyen gri renkte,
üç tavukla geldi. Bir çift, iki çift değil tam üç tane.
Zaten kadınlar uyduruyordu böyle sözleri; bir çift yastıkla başlıyor, bir çift karyola eteği,
bir çift kırlent, bir çift küstüm yastığı, fiskos masası, yorgan kapağı diye sürüp gidiyordu.
Konuklara şeker ikram ederken de “tek kalırsın ha, al bir tane daha!” diye ısrar edilir ya.
Bekârlar için evlilik, evliler için uzun yıllar bir yastıkta(!) yaşamaları umuduyla. Bu yüzden biz
çocuklara ikinci şeker için ısrar edilmez, alan olursa ayıp kaçar; misafirlikte iki şeker alınmaz
diye evde uyarılırdık.
Babam tavukları sürekli tıraş olmaya gelen müşterisi Lokman amcadan satın almış.
“Legorn olsaydı her gün yumurtlar, kuluçkaya da yatmazlardı” dedi annem.
Evde kimse beyaz kabuklu yumurta sevmezdi, “içi gibi sarı olmalı” derdik.
Çilli ve kızıl kahve tavuklar her gün yumurtlarken, gri karga olanı gurk gurk sesleriyle
dolanıp duruyordu. Babam sinirden köpürdü: “Vay dümbük vay! Kandırmış beni, gurk bu tavuk!”
dediğinde hiçbir şey anlamamıştım.
Lokman amca “soğuk su dökün üzerine, soğur” demiş, ne demekse. Annem söylenerek
sürahi dolusu su döküp duruyordu, gri karga tavuğun üzerine.
Her gün kümesin karşısına dizilip, merakla tavukların yumurtlamasını bekliyorduk.
Zavallılar gıt gıt gıt dört dönüyordu bahçede, ta ki annem görünceye dek. Ürkütüyoruz diye
hepimizi kovalardı.
Samanların ortasına beyaz yumurta benzeri bir taş yerleştirirdi. “Fol” diyordu, hayvanları
kandırmak içinmiş. Üzerine oturup yumurtlayacaklarmış.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 14
Kaçarcasına kümesten çıkan tavukların gıdaklamasına koşardık. Fırından çıkmış taze
ekmek gibi sımsıcak yumurtalar heyecanla alınırdı folluktan. Bir çift yumurta kime yetecekti.
Yağda yapınca bir kere banılırdı ekmek, elini çabuk tutmayan ikinci lokmayı bulamazdı… Sekiz
kişi, adam başı dörtte bir yumurta…
Gurk gurk sesleri annemi huzursuz ediyordu: “Vay Lokman vay! Boğazımıza dizdin
lokmaları. Bu soykayı kakalayacağına, adam gibi bir şey verseydin ya!”
“Soğur, yakında soğur” diyormuş Lokman amca.
Tabiat bilgisi dersinde Kümes Hayvanlarımız konusunu işlerken öğrenmiştik; çok yumurta
verenleri, etlik beslenenleri, kuluçkalık olanları… Kuluçka makineleri de varmış, büyük
çiftliklerde.
Tavuğun nasıl yumurtladığını merak eder, folluğun önünden ayrılmazdık kardeşlerimle…
Giritli Halime teyze bir keresinde “günahtır, izlenmez” deyip uzaklaştırmıştı kümesin kapısından.
Annem de duyunca çok kızmış, başından savmıştı hepimizi: “Nasıl yumurtluyorsa yumurtluyor,
size ne!”
Öğretmen, tavuk türlerini anlatırken, sınıfa birkaç yumurta getirmemizi istedi. Hiç
düşünmeden parmak kaldırdım. Çalışkan ve meraklıydım. Can kulağıyla dinlemiştim
anlatılanları:
“Legorn cinsi tavuklar yılın on bir ayı yumurtlar. Küçük, beyaz, lezzetlidir yumurtası. Batı
Karadeniz bölgesinde yetiştirilen Gerze tavukları, oldukça iri, kabuğu koyu renk yumurtlar. Çift
sarılı olanlar kuluçkaya konmaz.”
Anlaşılan evde cins tavuk yoktu… Olsun… Sınıfa bir yumurta götürmeliydim… Suna’ya
da söylemişti öğretmen. Sarımazı köyünde çiftlikleri olduğunu biliyordu.
Okuldan istendiyse tamamdır, kimse karşı çıkmazdı. İki kıymetli yumurtadan birini
götürecektim. Kızıl kahve tavuk Gerze falan değildi, yine de annemin haşladığı yumurtayı
çantama yerleştirirken mutluydum.
Suna’nın getirdiği, samanlar arasına yerleştirilmiş sepet dolusu yumurtalar, renk renk,
boy boydu… Bembeyaz, açık sarı, koyu sarı, kahveye yakın kızıl sarı, hatta çilli olanlar bile
vardı… Öğretmenin derste tabağa kırdığı çift sarılıları şaşkınlıkla inceledik…
Ben de iyi haşlanmadığından, kitap defter altında sıkışıp ezilmiş, rengini kaybetmiş
yumurtayı kimse fark etmeden beslenme teneffüsünde yedim.
Sınıfta kullanılmamış ancak ziyan da olmamıştı. Zaten babam “Ne Gerze’si? Lokman’da
Gerze tavuğu ne gezer. Batı Karadeniz nere, Çukurova nere?” demişti.
O gece rüyamda kocaman kümesler, sıra sıra folluklar içinde, türlü çeşit yumurtalar
gördüm. Annem “bol laf, çok söz, dedikodu!” diye yorumladı.
“Gören olduysa yumurtayı yediğimi!”…
Evde, okulda, sokakta hep fol, yumurta, gurk tavuk, horoz almaktan söz edilir olmuştu.
Gri karga tavuk gurk gurk diye dolaşıp duruyordu. Annem yine sinirlendi: “Kızılkurt! Bir
türlü başlayamadı soytarı! İki yumurta için sahan kirletmeye değmiyor!” Söylenerek yıkadı
bulaşıkları…
Mahallede düğün vardı. Arka komşunun oğlu evleniyordu. Babam damat tıraşına gitmişti.
Kardeşlerimle ben, bahçeye girip çiçek diplerini eşelemesin, maydanozları yemesinler diye
tavuklara göz kulak oluyorduk… İlgilenmezsek, bahçe talan olursa annem çok kızardı…
Oda ne! Komşunun horozu ortalığı birbirine katıyordu. Ne zaman gelmiş, nerden girmişse
bahçeye, gri tavuğun başucunda eşelenip, debeleniyordu. Ne eşelenmesi, tepesine binmiş!
Anneme değil de düğün evine koştuk… Yol kısaydı ama o kadar hızlı gitmişiz ki… Nefes
nefese kaldık:
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 15
“Baba! Baba! Gri karga tavuk yumurtlayacak. Hepimiz gördük baba, horoz çıktı üstüne!
Herkesin ağzı açık, gözleri fal taşı gibi, kızıyorlar mı, gülüyorlar mı anlaşılmıyordu.
Babam az daha damadın boğazını kesecekti elindeki usturayla.
Ertesi gün bir horoz, beş celfin daha alındı kümese. Lokman yemin billâh etmiş, bir aya
kalmaz hepsi yumurtlar diyerek.
Oh be! Hepimizin birer yumurtası olacaktı…
Keyfimiz yerine gelmişti…
Gökte uçan leylekleri görünce, el çırpıp şarkı söyleyerek dönmeye başladık:
Hacı leylek havada!
Yumurtası tavada!
Aş pişirdim yemedi!
Gömlek diktim giymedi!
Karşın Edebiyat/ 22.23. Sayı 2011
MAHALLENİN SAKİNİ DEĞİL
SAHİBİYİZ!
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 16
27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ
Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (İTİ) tarafından 1961 yılında 27 Mart Dünya Tiyatro Günü İlan
edilmiş olup 1971 yılından itibaren tüm dünyada kutlanmaktadır. Ülkemizde de bir bildiri
yayınlanarak o gün tiyatrolar ücretsiz gösteri sunarlar.
Dünya Tiyatro Gününün
en temel amacı; insanları
bir araya getirme gücünün
kullanılarak insanlar
arasındaki anlayış ve
barışa katkı sağlamaktır.
Yaşamdaki olayların
sahnede canlandırılma
sanatıdır tiyatro. Gelişmiş
toplumlarda yaşamın
ayrılmaz bir parçası ve
Çiğdem Kabare Ekibi kültürel gelişmeyi
sağlayan temel güçlerden
biridir. Güzel sanatlar içerisinde en ilgi çekici ve etkileyici olması yönüyle de önem taşır.
Tiyatro; eğitici ve geliştirici yönüyle toplumlarda dayanışmayı, düşünebilmeyi, sorunlara eğilme
ve sorgulama yetisini güçlendirir. Toplumsal kurallara uymayı özenli olmayı doğru ve güzel
konuşmayı öğretir. Vücut dilini kullanma becerisini artırır ve estetik algıyı geliştirir.
Tiyatro; sanatın geliştirici ve değiştirici gücünün yanı sıra toplum kültür birikimini yansıtır ve
zenginleştirir.
Türk Tiyatrosuna emeği geçen Muhsin Ertuğrul'dan Afife Jale'ye, Tuncel Kurtiz'den Genco
Erkal'a, Yıldız Kenter'den Müjdat Gezen'e ve daha pek çok gönlü özgür sanat için titremiş tüm
sanatçılara sonsuz saygılar.
Tiyatro; sanatın tümü gibi bir okuldur. Eğitir, insan dünyasının sınırlarını genişletir.
Sabahattin Kudret Aksal
Tiyatro; aşka benzer insanı hazin hazin ağlatır. Ama verdiği acının gücünde bir başka tat
bulunur. Tiyatro; evrene benzer insanı doya doya güldürür ama yansıttığı tuhaflıklar gülerken
ağlamak için istek doğurur.
Namık Kemal
NE MUTLU SANATIN ve SANATCININ KIYMETİNİ BİLENE!
Neriman Acar
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 17
SATRANÇ ÖĞRENİYORUZ
Piyonun özelliklerini öğrenmeye devam ediyoruz . Bu
Satrancın en küçük ama en özellikli taşıdır piyonlar.
Aşağıdaki konumda Piyonlar sıkışmışlardır. Hiçbiri ilerleyemez.
duruma kilitli piyon denir.
GEÇERKEN ALMA ( En passant ) :Geçerken alma piyonlara özgü bir taş alış şeklidir. Bir piyon
ilk hareketinde iki kare ilerleyip rakip piyonla yan yana gelebilir. Rakip piyon, bu piyonu sanki bir
kare ilerlemiş gibi kabul ederek alabilir.
Bu hak sadece ilk defasında, yani iki kare çıkışı yapılır yapılmaz geçerlidir. Piyonun yanından
geçen piyonu almasına geçerken alma ' en passant' denir.
Not : Beyaz piyonların geçerken alabilmesi için 5. yatayda olmaları gerekir. Siyah piyonların ise
4. yatayda olmaları gerekir.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 18
GEÇERKEN ALMA kuralını bilmek oyunun kaderini değiştirebilir.
PİYON TERFİSİ : Bir piyon bulunduğu ilk konumdan ilerleyerek son sıraya (rakibinin ilk
yatayına) ulaştığında aynı hamlenin bir parçası olarak aynı renkte başka bir taşa dönüşür. Bu
taşlar Vezir, Kale, At, Fil ile değiştirilir. Bu piyon hareketine piyon terfisi denir. Piyon olarak son
sırada kalamaz ve hemen dönüştürülmelidir.
Taş tercihi oyunun konumuna göre tercih edilmelidir. Bazı durumlarda At bazı durumlarda Vezir
gibi. Oyunda birden fazla Vezir , birden fazla Kale, Fil , At olabilir.
Not : Vezire ve diğer taşlara dönüşebilmesi için tahtadaki taşların yenmiş olması
gerekmemektedir. Tahtanızda dokuz Veziriniz olabilir
'Piyonlar Satrancın ruhudur' PHILIDOR
HATİCE CAYMAZ.
TSF SATRANÇ ANTRENÖRÜ
TSF ULUSAL HAKEM
Etkinlik fotoğraflarımıza internet sitemizden
http://www.cigdemim.org.tr/?page_id=7944
ve face sayfamızdan erişebilirsiniz.
https://www.facebook.com/pg/cigdemimdernegi/photos/?ref=page_internal
Ayrıca etkinliklerimizin video kayıtları da youtube kanalımızda yayınlanıyor.
https://www.youtube.com/dashboard?o=U
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 19
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 20
EVLİLİKTE VE DOSTLUKTA YAŞANAN SUSKUNLUKLAR
Çevrenize bir bakın, günümüz insanı yeterince konuşamıyor! Ortam öyle bir hal aldı ki, sadece mail'lerle
iletişim kuruluyor. Face'deki beğendi tuşuna basıp, duygular anlatılıyor! Şimdilerde herkes kendi
kabuğuna çekilmiş, yapayalnız yaşıyor. Karşılıklı konuşmalar unutulmuş, Face'ten ya da cep
telefonundan iletilen mesajlarla gün geçiştiriliyor... Bu durum ister istemez insanın içini acıtıyor. Gelecek
kuşaklar, bu gidişle bizden de kötü olacak. İnsanlar televizyon dizileri ve yarışmaların esiri olmuş yaşayıp
gidiyor...
Eskiden çocuklar komşuya gönderilip, "eğer bir maniniz yoksa, akşama annem ve babam size oturmaya
gelecek” denilen günleri çok iyi hatırlıyorum. O günlerde insanlar birbirleriyle sohbet eder, dolayısıyla
birbirlerini daha iyi tanır ve güvenirdi. Bu durum tele safirlik döneminde de biraz devam etti ama sonra
tamamen bitti. Artık herkes evine kapanıyor, televizyon başında akşamı ve geceyi geçiriyor...
Şimdi gençler, tele safirlik nedir diye soracak. TRT'de siyah beyaz yayının yeni başladığı ve her evde
televizyonun bulunmadığı günlerde, konu komşu bir araya gelir, bir şeyler yenir, çaylar içilir, sohbet edilir,
bir taraftan da televizyon seyredilirdi. Aslında televizyon bahane olup, insanlar birbirleriyle sohbet ederdi.
Günümüzde evliliklerde böyle oldu... Ne zaman evlilikte aksamalar başlar, yani aşk meşk tavsayıp çiftler
birbirleriyle konuşamaz hale gelir, söz bitip sessizlik başlar, evin içinde iletişim kesilip hatlar kopar,
herkes kendi fikrini kendine saklamaya başlar, araya mesafeler konup soğuk rüzgârlar eser, işte o
zaman yüreklerde ayrı düşer...
Evlilikler ve arkadaşlıklar ne zaman sarsılır ya da bozulur bilir misiniz? Kişiler birbirlerine kafalarının
içinden geçeni açıkça söyleyemediği, istediklerini karşı tarafa tam olarak anlatamadıkları zaman!! Oysa
kalpten kalbe kurulan köprüler, karşılıklı söylenen kelimelerle örülür. Bizi sevdiğimiz insana ve hayata,
söylenen sözler bağlar. Eğer kafamızdan geçenleri karşı tarafa açıkça anlatamazsak, o zaman işimiz
zorlaşır. Bu yüzden arkadaşlıkta olsun, evlilikte olsun, karşılıklı ifade zorluğu yaşamayıp, her şeyin
açıkça anlatılması ve konuşulması gerekir. Özellikle evlilikte ne zaman söz tükenir, işte o zaman işler
sarpa sarar. Duygular ya da duygusal bağlar giderek zayıflar. Bu yüzden sohbetin kalmadığı yerde, artık
muhabbet de kalmaz...
Aslında dost ve çiftler arasında konuşulacak konuların, oldukça çok olmasına karşılık, maalesef
konuşamıyoruz. Konuşurken de samimi fikir alış verişi, ne yazık ki yok denecek kadar az oluyor. O
yüzden konuşmalarımız, sadece eleştiriye dayalı gelişiyor. Daha doğrusu yapıcı düşünce ve sözlerle bir
türlü konuşamıyoruz. Karşı tarafı yermek, aşağılamak, çamur atmak, en büyük becerimiz oluyor. Tabii
sonunda da, taraflar iyice sağırlaşıp, ön yargılı oluyor. İlişkiler adeta kireç bağlıyor. Neden, sakin, sabırlı,
birbirimizin görüşlerine değer vererek, katılmasak da dinlemeyi becerip, iletişim kuramıyoruz? Ya da
konuşamıyoruz? Bir türlü anlayamıyorum..!
Tüm bu sebepler yüzünden, ilişkilerin kireç bağlamasına izin vermemek gerekir. Bunun için yapılacak en
doğru şey oldukça kolay olup, taraflar birbirlerine her şeyi açık, samimi, art düşüncesiz anlatmalı ve
konuşabilmelidir. Bu durum eşiniz, sevgiliniz, dostunuz ya da sizin için önemli bir kişi için de geçerlidir.
Ama burada önemli olan, taraflar birbirini sakin ve olumlu bir anlayışla dinlemeli, olaylara sevgiyle
yaklaşıp, çözüme gönüllü olmalıdır...
Kısacası taraflar, birbirlerini sonuna kadar dinlemeyi öğrenmeli. Ama bunu yapamadıkları sürece, sevgi
ve mutluluğu bir türlü yakalayamazlar...
Cengiz KARAKÖSE
Jeoloji Yük. Müh.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 21
KAYGISIZ BİR YAŞAM MÜMKÜN MÜ ?
Kaygılarımızla Barışmak Gerek
Kaygı yani anksiyete (anxiety), Latince «tıkanma», «boğulma» anlamına gelen «angere»
kökünden türetilmiştir. Anksiyete bozukluklarını kapsamlı bir biçimde ilk ele alan Sigmund
Freud’dur. Freud’a göre; kaygı, fiziksel ya da toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı;,bireyi
uyarma, gerekli uyumu sağlama ve yaşamı sürdürme işlevlerine katkıda bulunur.
Günlük yaşantımızda kaygı, korku, endişe, üzüntü ve panik terimlerini çoğu zaman birbirinin
yerine kullanırız. Kaygı bizi güvende tutan ve verimli kılan bir doğal alarm sistemidir. İnsanın
hayatta kalması ve soyunu sürdürmesi açısından doğal hatta vazgeçilmez bir tepki olarak
değerlendirilebilir. Dinazorlardan kaçan insanların torunlarıyız. Yani; insanın belli amaçlar
doğrultusunda hareket edebilmesini ve kendini tehlikelere karşı korumasını sağlar Bir savunma
mekanizmasıdır ve bizi motive eder. Kaygı, öğrenilen ve bulaşıcı bir duygudur. Aşırı koruyucu
ve kaygı düzeyi yüksek ailelerde büyüyen çocukların, alarm sistemleri çok hassastır.
Depresyon, Suçluluk duygusu, Kendine güvensizlik kaygı ile birlikte sıklıkla görülmektedir.
Kaygı Göstergeleri:
Duygusal: Gerginlik, heyecan, yetersizlik ve uzun dönemde üzüntü, çaresizlik...
Fiziksel: Ağız kuruluğu, mide rahatsızlıkları, hızlı kalp atışı, terleme, titreme, sürekli tuvalete
gitme ihtiyacı, nefes alma güçlükleri.
Zihinsel: Olumsuz düşünceler/beklentiler (beceremeyeceğim, kendimi aptal durumuna
düşüreceğim, kontrolümü kaybediyorum vb.), felaket senaryoları, zihnin bomboş olması,
odaklanamama, hatırlayamama, tekrarlayan düşünceler.
“Hepimizi kaygılandıran yaşam olayları, değişimler ve krizler vardır. “
Hayati tehlike altında olduğumuzu hissettiğimizde,
Başarı ya da performans gerektiren durumlarda,
Belirsizlik durumlarında,
Yeni, yabancı durum ve kişilerle karşı karşıya kaldığımızda kaygılanırız.
Kaygının İnsan Hayatına Etkileri
Stres , kaygı ve üzüntüden uzak duran
insanlar daha sağlıklı olmakta ve uzun
vadede daha sağlıklı yaşamaktadırlar.
Bağışıklık sisteminin çalışmasından kalp
damar sistemine kadar bir çok bedensel
işlev stres karşısında olumsuz etkilendiği
gibi kişinin zihinsel fonksiyonları da
olumsuz etkilenir.
Kaygıyla Barışmak için Öneriler
Kaygıyla barışmak, öğrenilecek bir şeydir
ve pratik gerektirir.
Kaçmak yerine yüzleşin; Kaygı çok yoğun ve rahatsız edici bir duygudur. Ondan kaçmak
istemek normaldir. Ancak bunun kaygıyla baş etmek için en iyi yöntem olduğu söylenemez.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 22
Çoğunlukla hiçbir şeyin beklediğiniz kadar kötü olmadığı ortaya çıkar ve yüzleşmeye karar
verdiğiniz için sevinirsiniz.
Gergin olan kaslarınızı fark etmeyi
öğrenin.
Vücudumuzun kaygı/endişe tepkisini
normale döndürmek için
yapabileceğiniz şeyler vardır. Bunun
için aklınıza geldikçe vücudunuzdaki
kasları (ellerinizi, kollarınız, karnınızı,
kalçalarınızı, bacaklarınızı, ayaklarınızı,
yüzünüzdeki kasları) sık sık kasıp
gevşetin. Bunu yaparken bedeninizin
kasılmış hali ile gevşemiş rahat hali
arasındaki farkı görmeye çalışın.
Beynimizi kaygılarımızla başa çıkacak
şekilde eğitmek mümkündür.
Kaygı duygusu dış etkenlerden kaynaklanmaz. Öğrenegeldiğimiz akılcı ve gerçekci olmayan
inanış ve düşünce kalıplarının ürünüdür. Kaygı ile de başa çıkmak için gerekli olan ilk düşünce
tarzı bunun kafada bittiğini kabullenmektir
Bilişsel yeniden yapılandırma; Amacı;
Akılcı ve gerçekci olmayan, kaygılı düşünce örüntülerinin, yerine, daha gerçekçi, daha akılcı
düşüncelerle yer değiştirmesini sağlamaktır. Düşündüğümüz gibi hissederiz. Duyguların
değişimi düşüncelerin değişiminden geçer. Düşüncelerin kaynağı bizdedir. Örneğin; köpeklerin
bizi korkuttuğuna inanırız. Köpek bizi korkutmaz Korkumuzun asıl kaynağı köpekler hakkında
öğrenmiş olduğumuz “tehlikeli” anlamıdır. Köpek hakkında belleğimize yerleştirdiğimiz;
bilgiler,anlamlar ve inançlardır. Sınavı kazanamayacaksın; inanırız, doğru kabul ederiz.
En yaygın olarak ortaya çıkan yanlış inançlar
Kabul görme ile ilgili inançlara örnek olarak,
‘‘ Sevilmediğim sürece ben bir hiçim’’, ‘‘Başkalarını her zaman memnun etmeliyim’’
Rekabet ile ilgili olarak,
‘‘ Eğer bir hata yaptıysam bu tümüyle kaybettiğim anlamına gelir’’
Kontrolle ilgili olabilecek inançlar için
‘‘Her zaman kontrollü olmalıyım’’,
Anksiyete belirtilerinin kendisiyle ilgili inançlar ‘‘Kaygı belirtileri göstermek başıma gelebilecek
en kötü şeydir’’,
‘‘Her zaman gevşek ve rahat olmalıyım’’ gibi örnekler verilebilir.
Günü yaşamayı öğrenmeye çalışmak,
“şimdi, burada olmak”
Geleceği düşünmekten, günü yaşayamamak; Geleceği tahmin etmeye çalışmak sizi çok
kaygılandırabilir. Geçmiş ya da geleceğe değil, şu ana odaklanmaya çalışın. Kaygılı insanlar
olayların mutsuz sonla biteceğini kurgular ve “ya en kötüsü olursa?” gibi bir soru sürekli
kafalarını kurcalar.
Yaşadıklarınıza daha sakin ve gerçekçi bir gözle bakın.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 23
Olumsuz beklentilerinizi sorgulamaya ve
olumlu beklentilerinizi güçlendirmeye
çalışın. Kontrolünüz dışında gelişen
olaylar olacaktır. Bunları kontrol etmeye
çalışmak ve sorumluluğu üzerinize
almak kaygınızı daha da arttırır.
Ya hep ya hiç düşünce tarzından
vazgeçmeye çalışın.
Kendinize iyi davranın. Zayıflık
ve başarısızlıklarınız gibi,
başarılarınız ve güçlü yönlerinizi
de önemseyin
Kendinizi başkalarıyla
karşılaştırmayın.
Beslenmenize ve uykunuza
dikkat edin.
Alkol ve madde kullanımını azaltmaya ya da bırakmaya çalışın.
Kafeini azaltın.
Günlük fiziksel aktiviteler yapın.
Hayata Bakış açınızı değiştirin
Yeşil ve mavi ile iç içe zaman geçirin
Hayal gücünüzü olumlu bir şekilde kullanmayı öğrenin
Çocuklar kaygı yaratan bir durumla karşılaşınca, sakin ve hoş bir anıyı hayal ederek gevşemeyi
çabucak öğrenebilir.
Kendinizle olumlu bir şekilde konuşmayı öğrenin.
Kendinize fazla yüklenmeyin
Çevremize baktığımızda, kaygının sorumluluklar arttıkça arttığını görürüz.
Yazmak
Kaygı duyulan şeyler, çoğu kez kağıda döküldüğünde önemini ve ihtişamını yitirir. Fikirleri,
planları ve yapılacakları yazmak zihni daha ferah tutmayı sağlıyor.
Dinlenmeyi öğrenmek
Fiziksel olarak dinlenmeyi, rahatlamayı öğrenmek, uyku düzenini oturtmak kaygı ile başa
çıkmada önemli bir adım.
Kendinizi cesaretlendirin ve rahatlama tekniklerini öğrenin
Meditasyon yapmak
Rahatlamanın bir yolu olarak meditasyon yapmak faydalı olabilir. Aldığımız nefes gibi,
yaşadığımız ana da odaklanmayı başarabildiğimiz takdirde, kaygılarımızı iç huzura çevirmemiz
daha kolay olacak. Size iyi gelen yöntemleri denedikçe başardığınızı göreceksiniz. Ancak kaygı
gündelik yaşamınızı sürdürmenizi engelliyorsa, bir uzmandan yardım almayı düşünebilirsiniz.
B. Dilek Yüceel
Dr. Öğretim üyesi,
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 24
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 25
KÜTÜPHANE’DEN SEÇMELER
Ahmet Yurdakul Kitapları
Korsanın Seyir Defteri; Kütüphane No; 5904
Bir Masal Akşamı; Kütüphane No; 22715
Ahmet Yurdakul. Türk senarist. Özellikle TV
dizisi ve TV filmleri için senaryolar yazan
Ahmet Yurdakul'un senaryosunu yazdığı
birçok dizi, oldukça geniş bir izleyici kitlesiyle
buluşmayı başarmıştır.
Doğum tarihi: 1954, Balıkesir
Kitaplar: Bir masal akşamı: roman, Yorgun
çanlar: roman, Despina’nın
gözyaşları, Korsanın seyir defteri: roman
Filmler: Ankara Ekspresi
Arthur Koestler Kitapları
Arthur Koestler Macaristan doğumlu çok yönlü
bir yazar. Asıl adı Kösztler Artúr’dur. Babası
Leopold Koestler, Kuzey Macaristan'a göçmüş
bir Rus Yahudi’siydi.
Doğum tarihi: 5 Eylül 1905, Budapeşte,
Macaristan
Ölüm tarihi ve yeri: 1 Mart 1983, Londra, Birleşik
Krallık
Eğitim: Viyana Üniversitesi
Ölüm Korkusu; Kütüphane No:2945
13. Kabile; Kütüphane No: 6654
Gün Ortasında Karanlık: Kütüphane No: 11131
Spartaküs: Kütüphane No: 14141
İspanyada Ölüm Güncesi: Kütüphane No: 23600
Ölüm Hücresi: Kütüphane No: 27860
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 26
Halil Cibran Kitapları
Halil Cibran, Lübnan asıllı ABD'li ressam, şair ve filozof. Cibran, 1883 yılında Lübnan'da doğdu.
Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile
çevrilmiş olan Cibran aynı zamanda başarılı bir ressam idi. 1931 yılında ABD’de öldü.
Ermiş 349
Ermişin Bahçesi 815
Gezgin 19591
Aforizmalar 21689
Sözler 27485
Nikos Kazancakis Kitapları
Nikos Kazancakis, Yunan yazar, şair, siyasetçi ve filozof. 20.
yüzyılın en önemli Yunan felsefecisi olduğu ve eserleri yabancı
dillere en çok çevrilmiş olan Yunan yazarlardan olduğu
düşünülmektedir. 1883- 1957
Günaha Son Çağrı; Kütüphane No; 853
Kayalı Bahçe; Kütüphane No 2334
Allahın Garibi; Kütüphane No 3968
El Greko'ya Mektuplar; Kütüphane No 5578
Aleksi Zorba; Kütüphane No 6510
Yeniden Çarmıha Gerilen İsa; Kütüphane No 8385
Kardeş Kavgası; Kütüphane No 8386
Kaptan Mihalis; Kütüphane No 19694
Yeniden Çarmıha Geriliş; Kütüphane No
24754 SAYFA 27
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018
MÜZE ÇARŞI – ANAFARTALAR
Şehirler hızla değişime uğruyor. Büyük-küçük her bir şehrin çehresi bir yıldan daha az bir
zaman diliminde inanılmaz hızla değişiyor. Bu değişim o şehri, bir yıl sonra adeta başka bir
şehir yapıyor.
Değişim canlı cansız her şeyde bir zorunluluktur. Ancak estetiğin göz ardı edildiği değişimlere
kurban edilen şehirlerin belleğini gelecek nesillere aktarmak, hiç değilse birkaç karede
yaşatmak için fotoğrafçılara büyük iş düşmektedir.
Biz fotoğrafçılar, öncelikle içinde yaşadığımız kentimizin kültürel belleğine sahip çıkmak için onu
belgelemeli ve gerektiği durumlarda farkındalık yaratmalıyız.
Siyah-beyaz fotoğraf teknolojisi döneminden bizlere aktarılan şehir kesitlerini bugünkü hali ile
kıyasladığımızda, fotoğrafçıların
aslında yaptığı işin ne kadar
önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Ankara’nın en merkezi yerinde ve
bundan 30-40 yıl öncesinde
bugünkü AVM’lerin cazibesine
sahip Anafartalar Çarşısı, son
zamanlarda Ankaralıların
farkındalık alanının dışında yer
almıştır. İçine girilmeye değer
görülmeyen herhangi bir bina
olarak algılandığından, her gün,
her hafta ya da her ay civarından
geçen her Ankaralı içinde yatan
hazineden habersizdir.
Ancak bu binanın yıkılacak olması ile gündeme gelen seramiklerden haberdar olan
fotoğrafçıların, duvarları süsleyen sanat eserlerini görüntülemeleri sayesinde, Çarşıya ilgi bir
anda artmıştır.
Bir zamanlar döner merdivenlerde oynayan, seramiklere elleriyle dokunup kaçan çocukların
anılarına tanıklık eden Çarşıda, artık emekliler seramik duvarların önünde oturarak vakit
geçirmektedirler.
Çarşının en önemli özelliği, sanatçıların eserlerini bir mekânda, adeta müze tadında duvarlara
nakşetmiş olmalarıdır. Belki de bu özellik Anafartalar Çarşısının benzerleri arasında tek olma
özelliğini de sağlamaktadır. Ayrıca Çarşıya eserlerini kazandıran sanatçıların hiçbirinin hayatta
olmaması, eserlerin önemini bir kat daha artırıyor.
Türk seramik sanatı açısından bir okul niteliği taşıyan Anafartalar Çarşısı, toplumla sanatı
buluşturan bir mekân özelliğindedir. Ancak farkındalığı Çarşının yıkılması ile ortaya çıkmış, bu
sebeple de nispeten daha fazla kişinin ilgisini çekmesine rağmen hâlâ saklı bir müze gibi
gözden ve gönülden ırak kalmıştır.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 28
Türkiye’nin ilk kadın seramik sanatçılarından ikisi, yedi kişilik sanatçı ekibinde yer almıştır.
Türkiye'nin ilk çağdaş kadın sanatçısı
“Eserlerimi müzelerde hapsetmeyin” diyen
Füreya Koral’ın Çarşının giriş kapısında
büyük boyutta bir seramik panosu
ziyaretçileri karşılarken, diğer katlarda
daha küçük boyutlu ikişer seramik panosu
bulunmaktadır.
Bir başka usta kadın seramik sanatçısı
Seniye Fenmen’in ise Çarşı içinde toplam
sekiz çalışması bulunmaktadır. Sanatçının
eserleri sadece Türkiye’de değil, Japonya,
Finlandiya, Amerika Birleşik Devletleri,
İtalya, Fransa, Bangladeş ve
Bulgaristan’daki pek çok koleksiyonda yer
almaktadır.
Yedi sanatçı içinde bulunan Nuri İyem’in soyut resimleri ise ilk kez duvar üzerine uygulanmış
haliyle Anafartalar Çarşısı’nda yer almaktadır.
İlk lirik soyutlamacı ressamlarımızdan Arif Kaptan’ın iç dünyasındaki heyecanını çarşı
duvarlarına renk lekeleriyle yansıttığı eserleri yine bu Çarşıda yer almaktadır.
Çarsının duvarlarına renk katan diğer bir sanatçımız, lirik anlatımcı yapıtları ve kuramsal
çalışmalarıyla tanınan ressam, sanat tarihçisi ve akademisyen Adnan Turani’ dir.
Yürüyen merdivenin yan duvarlarında, bodrum katından son katına kadar tüm duvarı kaplayan
rölyef seramiklerin sanatçısı Cevdet Altuğ dur.
Füreya Koral gibi sanatın galerilere hapsedilmemesi, halka yayılması düşüncesiyle en önemli
eserlerini halkın içinde olduğu kamusal alanlarda sergileyen Atilla Galatalı’nın “Ekoloji” adını
verdiği büyük seramik panosu, birinci giriş kapısından Çarşıya girenleri karşılamaktadır.
Ne yazık ki saklı müze, sanat açısından bir okul niteliği kazanan Çarşı, Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin aldığı bir kararla yıkılma aşamasına girmiştir.
Sona doğru gidilen yolda temennim, Çarşının tamamıyla koruma altına alınarak bu haliyle
muhafaza edilmesi, bu olmazsa sanatçıya verilen değeri gösterilmesi açısından içinde bulunan
eserlerin başka yerlere nakledilmesidir.
Çarşıdaki eserlerin koruma altına alınmadan yok edilmesi halinde, Çarşı ile birlikte bir müze de
yok edilmiş olacaktır. Bu ihtimali göz önünde bulundurduğumuzda, sanatseverler ve biz
fotoğrafçılara, belki bir daha başka örneğini göremeyecekleri eserleri görmeleri ve belgelemeleri
açısından Çarşıyı ziyaret etmelerini öneriyorum.
Fatma GÖKMEN
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 29
ŞİRİNDERE RİTM GRUBU
Müzik yapabilme becerisi insanı diğer canlılardan ayıran az sayıda özellikten biridir. Bu beceriyi
birlikte geliştirme fikriyle yola çıktık.
Bizim iletişim dilimiz müzik. Aslında hiç yabancısı olmadığımız bu dili ritm kavramı üzerinden
yeniden keşfediyoruz.
Bu keşfe:
Sözdeki ritm,
Hareketlerimizdeki ritm,
Sayılardaki ritm üzerinden başladık ve sürdürüyoruz.
Bu süreçte neler değişti?
Ritmik sayma,
Ritmik konuşma,
Kısa ve giderek uzun ritm kalıpları akılda tutarak yineleme,
Soru niteliği taşıyan ritm cümlesine yanıt niteliği taşıyan ritm cümlesiyle karşılık verme,
Bir ritm kalıbının varyasyonlarını üretebilme,
Kendini ve grubu dinleme,
Birlikte başlama ve bitirme,
Birlikte susma davranışları gelişti.
Tüm bunlar çok değerli kazanımlar. Ama benim için hepsinden değerlisi hepimiz bu çalışmaya
heyecanla geliyor, mutlulukla çalışıyoruz. Bu yüzden emeği olan herkese teşekkür ediyorum.
(Çiğdemim derneği, muhtarımız, çalışma arkadaşlarım demet, Nursen, Selma ve dünya güzeli
çocuklarımız)
Saliha Tılıç
Şirindere Ritm Grubu Gönüllüsü
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de
gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek
büyümekte. Bu adaletsizlikle birlikte yok
olan şeylerden bir tanesi de mahalleler.
Üst gelir grubundaki insanlar, güvenlik
kameraları ile donatılmış, kapısında
güvenlik görevlilerinin olduğu sitelerde yaşamayı tercih etmekteler. Çocuklarını yalnızca kendi
gelir gruplarındaki çocukların gidebileceği okullarda okutmaktalar. Bu durum hayatın içinde
biraraya gelip birbirleri ile tanışma şansı olmayan nesillerin yetişmesine yol açmakta.
Çiğdemim derneği bir mahalle derneği. Yok olmaya yüz tutan mahallelik kavramını yani
dayanışmayı, paylaşmayı, birlikte üretmeyi, imeceyi yaşatıyor. Biz Çiğdem Mahallesine başka
bir mahalleden gelen konuklarız. Dernek ve muhtarımız sayesinde mahallenin çocukları ile
tanışma ve onların ailelerini tanıma şansı buluyoruz. Birlikte bir şeyler öğreniyoruz. Bu karşılıklı
öğrenme sürecinde ritm bize eşlik ediyor. Zamanımızı keyifli geçirmemizi ve kendimizi
geliştirmemizi sağlıyor.
Güvenli sitelerde tek düze olan ritm mahallede çok sesli, renkli bazen hüzünlü, bazen neşeli
yani yaşayan bir müziğe dönüşüyor.
Selma Tılıç
Şirindere Ritm Grubu Gönüllüsü ve Öğrencisi
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 30
HAYAL KURMA DERSLERİ
Geçtiğimiz ay Ahmet Barındırır İlkokulu üçüncü sınıf öğrencileri ile birlikte, hayal güçlerini
genişletmeye ve hayal ettiklerini yazmaya yönelik atölye çalışması düzenledik.
Atölye çalışması ile amaçlanan, çocuklara
okuma alışkanlığını kazandırmanın
ötesinde yeni fikirler üretmeleri ve
savunmaları, hayallerini yazıya
dönüştürmeleri idi. Kısa süreli atölye
çalışmasında çocukların bu konuya
eğilmeleri, üzerinde düşünmeleri sağlandı.
Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi’nde
yapılan atölye çalışmasına Ahmet
Barındırır İlkokulu üçüncü sınıf öğrencileri katıldı. Okuldaki her üçüncü sınıf için ayrı günde
atölye çalışması yapıldı. Yazar Pelin Güneş yönetiminde yapılan çalışmada yazarın Elma
Yayınevi’nden çıkan Ceren Konuyu Anlamadı kitabının kahramanı Ceren’in sonraki yaşamı
üzerinden öykü kurgulama alıştırmaları yapıldı.
Bu arada öğrenciler yazarla çeşitli konularda keyifli bir
söyleşi yapma olanağı buldular. Ayrılırken mutluydular.
Etkinlikle ilgili görüşlerini ve ilk öykü kitapçıklarını bize
ilettiler. Görüşlerin ve kitapçıkların bir kaçını sizlerle
paylaşıyoruz.
Edebiyat Topluluğu / Çocuk Edebiyatı
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 31
Yazar Pelin Güneş’e,
Öncelikle size çok teşekkür ederim. Bize çok iyi davrandınız. Sizin sayenizde
çok güzel vakitler geçirdik, eğlendik ve belki siz olmasanız şu anda kitap
okumuyor olabilirdim. Çünkü evde hiç okuyacak kitap kalmadı. Hepsini
okudum. Beyaz Diş, İstanbul’da Üç Perisiyalı serisi, Havaya Uçan At ve daha
neler neler… Ama içlerinden en güzeli de sizin kitabınız. İlk defa yazarı
tarafından imzalı bir kitabım oldu ve bu da sizin sayenizde! Sizi çok sevdim.
Belki tekrar gelir ve daha çok kalırız. Kitabınız Ceren Konuyu Anlamadı’yı
biraz okudum. Çok sevdim. Bir yazar olmayı iyi düşünmüşsünüz. Size ne
kadar teşekkür etsem azdır. Ben de yazar olmak istiyorum ve yazıyorum.
Elif GÖKKAYA
İlk defa bir yazarla konuştuğum için çok mutluyum. Çocuk kitaplarını çok
seviyormuş. Pelin Güneş’i çok sevdim. Hatta bir kitabında Pippi diye bir kız
vardı. Hikâyesi o kadar komikti ki gülmekten bayılacaktım. O gün çok
mutluydum. Sevgilerimle,
Asya ALUFTEKİN
5 Mart Pazartesi günü yazar Pelin Güneş ile tanışmak için Çiğdemim
Derneğine gideceğimizi öğretmenimiz söyledi.
Gideceğimiz gün geldi, sınıfa girince sıra olduk yürüdük ve kütüphaneye
geldiğimizde heyecandan patlıyordum. İçeri girdiğimizde birazcık heyecanım
gitmişti. Çok mutluydum. Orada Pelin Güneş’in yazdığı Ceren Konuyu
Anlamadı adlı kitap hakkında konuştuk. Ve hayal gücümüzü nasıl
genişleteceğimiz hakkında konuştuk. Bizlere anneniz eve gelince veya
evdeyken neler yaptıklarını sordu. Ben annemin yaptıklarını anlattım: Annem
eve gelince yemek yapıyor, bilgisayara bakıp, biraz puzzle yapıp kitap okuyup
bizi beklediğini anlattım. Sohbetimiz bitince kitap aldım. Kitaplarımın adı
Sırtımdaki Okyanus, Pembe Cadının Dükkanıydı. Kitaplarımı alınca okula
gittik. Okulda kitap okuduk. Eve gitme saati gelince eve gittik, ödevlerimi
yaptım ve uyudum.
Elif Ela KALE
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 32
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 33
GEZİLERİMİZ
NAMIDEĞER YEŞİL BURSA
yağmur: güz görümlüğüdür orada.
kadınlar: böğürtlen kokusuna bürünmüştür.
mahfel: şiir sözlüğü yazdığım mekândır.
güzaltı: şiir avlusudur.
Bursa: aşk yerine geçen şehirdir.
Çekirge: ebruli bir gömlektir.
maksem: orada söz yağmur olur.
sevgili: dağın öte yüzüdür.
sokaklar: ömrümü çelmiştir. (Ahmet Uysal)
Dernek önünde buluştuğumuz katılımcılarla sabah Çiğdem henüz uyanırken yola çıkıyoruz.
İçimde tanıdık heyecan. Eskişehir
istikameti bizi bekleyen. 4 saatlik
keyifli yolculuk sonrası işte
Gölyazı Köyü; Bursa’nın Nilüfer
İlçesine bağlı Uluabat gölü kıyısında
yer alan küçük bir balıkçı köyü.
Zeytin ağaçlarıyla çevrili güzel bir
yoldan 5 km. gidildiğinde Gölyazı
Köyü’nün girişine ulaşılıyor.
Manzarası, çevre yapısı ile
Türkiye’de böyle bir yer mi varmış?
Dedirten bir güzelliği olmasına
karşın pek çok kişinin buranın
varlığından son yıllarda haberi olmuş. Ulubat Gölü, göçmen kuşlar için doğal bir kuş cenneti.
Yavrulama döneminde Manyas Gölü’nde konaklayan kuşlar, balıkların bolluğu nedeniyle
beslenmek için Gölyazı’na geliyorlarmış.
Antik çağdaki kurucusu ışık tanrısı Apollon'a ithafen eski adı Apolyont ( Apollonia) olan Gölyazı
Cumhuriyet öncesinde bir Rum köyüymüş. Mübadele sonrası Selanik göçmenleri köye
yerleşmiş. Ana geçim kaynağı balıkçılık olan köyde son yıllarda turizm de hareketlenmiş.
İstanbullu Gelin dizisi ve Manuş Baba nın klibi
de burada çekilmiş. Toplam 8 küçük ada
mevcut ve bunlardan en büyüğü Halilbey
Adası. Otobüsümüzü otoparka park etmek
zorunda oluşumuz köyün sokaklarında
yürüme şansını verdi. Burası küçük bir balıkçı
köyü. Bu köyde kadınlar da erkekler de
balıkçılık yapıyor, sokakta oturup balık ağı
ören kadınlara rastlayabilirsiniz. Ve özellikle
belirtmek isterim ki köy halkı güler yüzlü,
oldukça da sıcakkanlı ve misafir perver.
Birbirinden farklı güzel kokular eşliğinde dokusu henüz değişmemiş sokaklarda yürümek mide
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 34
zilimizin çalmasına sebep oluyor. Köy meydanında kollarını açmış adeta hoş geldiniz dercesine
Ağlayan Çınar ağacı bizleri karşılıyor.
Ağlayan Çınar Gölyazı’nın sembolü desek yeridir. Neden ağlayan çınar diye soranlara da
hemen açıklayayım. Yüzyıllar içinde gittikçe yan yatan ağacın gövdesinin bir bölümünden
zamanla doğal kaynak suyunun yüzeye çıktığı bir oluk oluşması, o oluktan akan suyun da
ağacın altında minik bir havuz oluşturması bu ağaca ağlayan çınar denmesine neden olmuş.
Çınarın tabelasında da "Tarihin verdiği yorgunlukla yan yatmış ulu bir çınar... Lakin yaşamaktan
umudunu kesmemiş uzanmış öylesine
bağrı yanık..." diye yazılmış. Bolca
hatıra fotoğrafı çekildikten sonra
Ağlayan Çınar yanındaki taş köprüden
hoplaya zıplaya ada tarafına
geçiyoruz. Göyazı'nın küçük çarşısı,
camisi ve göle nazır çay bahçesinin
bulunduğu küçük meydan etrafında
dolaşıyoruz. Balıkçılık köye işlemiş;
buralara kadar gelmişken meşhur
Turna Balığı nı tatmadan dönmeyin
derim. Eşsiz göl manzarası eşliğinde
unutulmaz bir öğle yemeğinin keyfini
irmik helvası ile taçlandırdık.
Aramızda kalsın dört kişilik helvayı yedim. Öyleyse enerji harcama zamanıdır.Kendimizi
sokakları keşfetmeye bırakıyoruz rehberimizin peşi sıra. Zambak Tepe’ye çıkmadan
dönmeyin.
Tüm adayı tam tepeden görebileceğiniz eşsiz bir yer. 150 mt. kadar yokuş sonrasında
manzarası ile ödüllendiriyor. Harika manzarası ile güneşi buradan batırmak ve güne nokta
koymak başka bir keyif olsa gerek. Bizler bunu yaşayamasak da.
Gölyazı'da eşsiz manzaranın yanı sıra Venedik atmosferi de yaşamak mümkün. Bunu yaşamak
için sandal turuna çıkıyoruz. Cenk çok keyifli tabi bizlerde. Neredeyse her kareyi fotoğraflamak
istiyorum. Yağışların ardından gölün seviyesi bir hayli yükselmiş durumda. Kaldırımlardan tutun
da ağaçlara kadar, evlerin önü dahi sular altında kaldığından Gölyazı kartpostallık görüntülere
sahne oluyor. Sizlerin de bir gün yolu buraya çıkarsa mutlaka bir sandal turu yapmalısınız. 360
derece Gölyazı'yı turlayacak ve muhteşem fotoğraflar çekme fırsatını bulacaksınız. Sandallarda
dizel motor kullanıldığından yolculuk biraz gürültülü geçiyor. Elinizde fotoğraf makineniz, hafiften
hissettiğiniz göl serinliğiyle birlikte motorun sesi pek de umurunuzda olmuyor.20 dakikalık
gezintinin bitmesini hiç istemiyoruz.
Yolumuza Aziz Panteleimon Kilisesi çıkıyor 1903 yılında yapımı tamamlanan yaklaşık 115
yıllık kilise Gölyazı’nın tarihi yapılarından birisidir.Fotoğraf çekimine gelen gelin oradaki
atmosferin bir anda büyüsünü arttırıyor.Otobüsümüze yaklaşırken içleri hararetlenen
arkadaşlarımı karadut şerbeti serinletiyor. Burnuma tanıdık ve özlediğim koku gelince
adımlarım kontrolümden çıkıveriyor.Elinde sopası ile ateşin önünde bir teyze ile
karşılaşıyorum.O da ne pişiiiiii hemen elimi uzatıveriyorum.Herkes çok konuksever..Umarım her
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 35
daim böyle kalırsınız teyzelerim. Çiçeği, köpeği, evi, kuşu, gölü, balığı... Gölyazı'da fotoğraf
çekmeye doyamadım…
Otobüsümüze binerek rotayı Bursa’ya çevirdik. Bursa öyle bir şehirdir ki; Sultan Külliyeleri, Ulu
Cami, Uludağ, Tarihi Çarşı ve Hanlar, Cumalıkızık, hamamlar ve kaplıcalar, Hacivat ve Karagöz,
İskender... Bursa'nın kıymetlileri.. Bursa, Osmanlı coğrafyalarında kurulan bütün şehirlerimizin
atası, insanlığın ortak mirasıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk başkenti olan Bursa, tarihi
kimliği ve mimari dokusuyla "Müze Kent" olarak tanımlanabilir. İlk durağımız Uludağ yolundan
15 km.lik yolu gittikten sonra İnkaya Asırlık Çınar . Çekirge’de Uludağ yolu üzerindeki İnkaya
köyünde, aynı adla bilinen 610 yaşındaki çınar, dünyaca ünlüdür. Adını, Osmanlı Devleti’nin ilk
köylerinden biri olan İnkaya Köyü’nden alan çınar ağacı 13 ana kola sahiptir. “İnkaya Çınarı”nın
boyu 35 metredir. Dallarının kalınlığı 3-4 metreyi bulan çınar 9.2 metrelik çevresiyle Türkiye’nin
en yaşlı ağaçlarından biridir.
Bursa'da, devletin kendisi
kadar görmüş geçirmiş bir
ağaç .Tam 6 asırdır,
gölgesinden nesiller gelmiş
geçmiş çınarın.Şimdilerde de
çay içebileceğiniz kafeterya
nasiplenmiş.Tabak tabak
hazırlanmış hoş görüntüleriyle
çilekler kışkırtıcı.Uludağ çileği
meşhurdur , zamanı uygun
olmadığı için Anamur dan
gelenlerle kendimizi ödüllendirdik. Dallarının her biri tek başına nice hem cinsinin gövdesi
kadar. Dakikalarca yürüseniz bile, yine onun gölgesinde geziniyor, nereye oturursanız oturun,
yine onun himayesinde dinleniyorsunuz. Adını dünyaya da duyurmuş. Haliyle yerli ve yabancı
turistlerin uğramadan geçmediği önemli bir sembol haline gelmiş. Gördüğü Bursa manzarası,
şehrin keşmekeşinden uzaklaştırıp dinginliğe kavuşturuyor bizleri… Gönlüferah Otelimizin
konforlu odalarında dinlendikten sonra fasıl eşliğinde akşam yemeğimizin keyfine varıyoruz.
Gündoğumuyla yine yeni maceralara kucak açıyoruz. Osmangazi ilçesi içinde Çekirge’den
aşağıya inerken Karagöz Müzesini , Süleyman Çelebi Türbesini , Reşat Oyal Kültür Parkını ,
Atatürk’ün Köşkünü Atatürk Caddesi boyunca ilerlerken görüyoruz. Pazar olması sebebiyle
oldukça sakin Bursa.Emir Sultan ilk durağımız. Üç Osmanlı sultanı dönemlerinde yaşamış ve
sufilikte velilik rütbesini kazanan Emir Sultan Hazretleri’nin türbesinin Müslüman dünyasında
beşinci makam olduğu ileri sürülmektedir. Peygamber soyundan geldiği için “Emir”, gönülleri
fethettiği için “Sultan” unvanı almıştır. Türbe yapısal olarak özgünlüğünü yitirmiştir. Ancak sahip
olduğu manevi değerinden hiçbir şey kaybetmeyerek günümüze gelmiştir.
Emir Sultan mezarlığı boyunca yürürken mezar taşlarında tanıdık isimlere rastlıyoruz.
Bunlardan biride merhum Zeki MÜREN. Dualarımızla oradan ayrıldık . Laleler eşliğinde
yürürken Yeşil Türbe’de buluyoruz kendimizi .Bursa'nın Yeşil Semti'nde bulunan Külliye, 1419
yılında Yıldırım Bayezid'in oğlu Çelebi Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış. Bursa ile
bütünleşmiş olan Külliyedeki; Yeşil Camii ve Yeşil Türbe Timur yenilgisi sonrası sarsılan
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 36
Osmanlı'nın yeniden dirilişini simgeleyen görkemli yapıtlardan biri olmuş. Özellikle giriş
kapısında bulunan çini işlemeleri nefes kesici.. Bursa'nın sembolü haline gelen yapı şehrin her
yerinden görülebilecek bir konuma sahip. Türbede Çelebi Sultan Mehmet ile oğulları Şehzade
Mustafa, Mahmut ve Yusuf ile
kızları Selçuk Hatun, Sitti Hatun,
Ayşe Hatun ve dadısı Daya
Hatuna ait olmak üzere toplam 8
sanduka bulunmakta. Erken
Osmanlı mimarisinin en önemli
eserlerinden olan Yeşil Camii,
ününü taş oymacılığındaki
kusursuz işçiliği ve Cami'yi
süsleyen mükemmel çinilerinden
almakta. Yeşil Camii, muhteşem
yapısıyla Osmanlı'nın yeniden
dirilişinin tacı olarak anılmakta.
Tophane Parkı gerek konumu gerekse tarihi ile Bursa’yı keşfetmeye başlamak için ideal bir yer.
Parktan içeri girer girmez hemen sağ tarafta Orhan Gazi Türbesi bulunuyor. Parkın hemen sol
tarafında ise, Osman Gazi Türbesi. Türbeleri ziyaret ettikten sonra, parkın tam ortasında
bulunan 6 katlı 65 metre uzunluğunda olan saat kulesini görebilirsiniz. Bu kule Bursa Belediyesi
tarafından yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılmaktaymış.
Bursa Tarih ve Kültür Yolu'nun en önemli geçiş noktalarından birisi Irgandı Köprüsü'dür.
Gökdere üzerinde sıra
gerdanlıklar gibi dizilen
köprülerden en nitelikli ve en
önemlisi bu köprü. Irgandı
Köprüsü 1442 yılında Pir Ali
oğlu Tüccar Muslihiddin
tarafından yaptırılmış. Tarihi
kaynaklarda üzerinde 31
dükkân ve bir mescit ile 2
adet depo(ahır) bulunduğu
belirtilen köprü, 1855
depreminde büyük zarar
görmüş. 1922 yılında
Yunanlıların şehri terk
etmesi sırasında ise bombalanarak tahrip edilmiş. Köprünün 1442'de inşa edilen 31 adet
dükkan ve 1 mescitten oluşan arasta yapısından, yaşanan yıkıcı deprem ve bombalamalar
nedeniyle günümüze hiçbir şey kalmamış.Vaktimizin olmaması sebebiyle köprüye uzaktan
bakmak zorunda kalıyoruz.Böylece Bursa’ya tekrar gitmemiz için bir sebebimiz daha var.
Bursa’nın en akıllara zarar lezzetlerinden olan İskender, 1867 yılında İskender Efendi’nin
maharetli elleriyle yaratılmış. O zamanlar kuzu, odun kömürlü ocakta kocaman bir bütün halinde
yere paralel pişirilirmiş. Ama böyle büsbütün pişirince hem bölüp müşterilere sunmak zor
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 37
oluyormuş ve hem de İskender Efendi herkese etin farklı yerinden gelmesinden memnun
değilmiş. Herkes etlerin farklı yerlerinden tatmasın, eşitsizlik olmasın tamam da nasıl bunu
hallederiz derken kuzu etini kemiğinden sinirinden ayırıp dikey çubuğa yerleştirmeyi bulmuş.
Nihayet günün en özel anındayız. Yazarken bile yutkunmamı sağlayan bu lezzetin tere yağla
kavuşması sırasında çıkan cozzz diye çıkan sesi ve dehşet güzel o koku. Hapur hupur haldur
huldur yememek için ağır adımlarla lezzeti damağıma yapıştırırcasına yedim. Daha fazla
anlatmamam ziyadesiyle yerinde olacak..
Artık ayaklarım yere basmıyor lezzetin etkisinden kurtulamayarak hoplaya zıplaya Bursa Kent
Müzesi ne varıyoruz. Bursa'nın tüm tarihi ve kültürel değerlerini bir arada görebileceğiniz en
önemli mekân şüphesiz burası. 2004 yılından bu yana kent merkezinde üç katlı tarihi bir binada
hizmet vermeye başlayan Bursa Kent Müzesi´nde Bursa´nın yaklaşık 7000 yıllık geçmişi
anlatılmakta. Bu geniş tarih yelpazesinde Bursa kentinin tarihi, coğrafyası, ticari, sosyal,
ekonomik ve kültürel değerleri belli bir sistematikte, görsel sunum, obje ve animasyonlarla
ziyaretçilere aktarılmakta. Giriş katında kentin tarihi gelişimi sergilenmekte. Bursa'da yaşamış
altı Osmanlı padişahının Balmumu heykellerinin yer aldığı Müzenin giriş katında zemini
kumlardan oluşan Prehistorik bölümde cam stant üzerinde dolaşarak bir anlamda tarihin içinden
geçiyor hissine kapılıyorsunuz.
Deli Ayten Omzuna bir davul takmış.
Eline bir cümbüş almış…
Kolunda rengârenk çantalar…
Şarkı mı söylüyor, ağıt mı yakıyor,
anlayamıyorum.
Her deli gibi kahkahalarına, çığlıkları
karışıyor.
Hem gülüyor, hem ağlıyor…
Deli Ayten Bursa'nın bir simgesi,
vazgeçilmezi ve tüm Bursa halkının
sevgilisi.. Her yıl, Evlilik yıldönümünde
en güzel elbisesini giyermiş Deli Ayten.
En şık çantalarını koluna takarmış o
gün. Kırmızı rujuyla dudaklarını boyamayı ihmal etmezmiş. Davul o gün için temizlenmiş,
cümbüş parlatılmıştır.
"Hasanım, hasanım, neredesin sen? Diye Deli Ayten, hem çalar, hem söyler, hem güler, hem
ağlar , peşinde çocuklar, yanında diğer deliler, dolaşırmış tüm Bursa'yı. Deli Ayten'in gerçek adı
ise : Ayten Şenaşık…Kızyakup Mahallesinin güzel kızı Ayten 17 yaşında mahalleden Hasan
isminde bir delikanlıya aşık olur. Hasan ailesinden ister Ayten'i. Ancak Ayten'den 5-6 yaş büyük
olan yaşı ve alkol bağımlılığı sebebi ile Hasan'ın isteğini geri çevirirler. Sevdiği adama
kavuşamayan Ayten, her geçen gün sevdiğinin hasreti ile yanıp tutuşur. Yemeden içmeden
kesilir. Gözü uyku tutmaz olur. Aşkının hasretinden aklını yitirir. Götürüldüğü doktorlardan biri
Ayten'in sırrını öğrenir. "sevdiği delikanlıya kavuşursa aklına da kavuşur " der ailesine. Altı yıllık
ayrılık ve aşk acısından sonra Ayten kavuşur sevdiğine. Ancak alkole iyice kendini kaptıran
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 38
Hasan bir gün evi terk edip gider. İşte o günden sonra; ne Hasan döner ne de Ayten'in kaybolan
aklı. Hasan ölmüştür, haberi Deli Ayten'e gelir ama o son nefesini verinceye kadar, elinde
Hasan'ının çümbüşü ve davulu, aramaya devam eder O'nu. Ve Tarih: 12 Mart 1992 olduğunda
Deli Ayten'in davulu ile uyanmaya alışık Kızyakup Mahallesi sakinleri Deli Ayten'i o gün
göremeyince merak edip kulübesine bakarlar. Yine bir elinde cümbüşü, omzuna attığı davulu ve
kolunda çantalar ile bulurlar Deli Ayten'i.. Güzel gözleri ağlamaktadır yine. Ancak Hasan'ına ağıt
yakan dili susmuştur. Anlarlar ki Deli Ayten Hasan'ına kavuşmuştur. Ve şimdi Bursa Kent
Müzesi'nde heykeli dik.
Bursa’da ki son durağımız Koza Han ve ULU Cami. Osmanlı’nın ilk başkenti şehrin süregelen
tarihi dokusunu en iyi görebileceğiniz Koza Han, Bursa’nın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri.
Yuvarlak kemerli örgülü, kabartma süslerle bezeli taç kapısından girdiğinizde Osmanlı aurası
etrafınızı sarmalıyor sanki. Evliya Çelebi’nin Bursa için ‘Ruhaniyetli şehir’ ibaresini neden
kullandığını o zaman daha iyi anlıyorsunuz. Çınar ve ıhlamur ağaçlarının serinliğinde, beyler
kahvelerini yudumlarken biz hanımlar da dükkânların içinde kayboluyoruz. Eskiden ipek böceği
kozalarının satışının yapıldığı bir yer olan ve kozalardan elde edilen ipek kumaşlarıyla Bursa’nın
tekstil merkezi olmasındaki ilk adımı atan Koza Han, Bursa ve çevresinde yaşayan ve
kendilerini Manavlar olarak adlandıran yaklaşık 1000 yıldır bu topraklarda yaşayan Türklerin
ipek böceği üreticiliğini yaptıkları merkez olarak biliniyordu. O zamanları hayal edip bu tarihi
handa bir şeyler yudumlamak dinlencenin en keyiflisi…
Ulu Camii, kapalı namaz kılma alanı bakımından ise Türkiye’nin en büyük camisiymiş.
Programlamada ki tek hatamızın burada ki zamanlama olduğunu anlıyoruz insan selini
gördüğümüzde. Muhteşem bir mimariyle inşa edilen cami dikdörtgen bir planda yaklaşık 5000
metrekarelik bir alan üzerine kurulmuştur. Sekizgen kasnaklara oturan toplam 20 kubbe, mihrap
duvarına dik olarak beş sıra halinde yer almaktadır. Caminin beden duvar kalınlıkları yer yer 2
metreyi geçmektedir. Kesme taşlarla inşa edilen kalın beden duvarlarının masif etkisini
azaltmak amacıyla her kubbe hizasına sağır sivri kemerler yapılmıştır. Bu kemerlerin içinde ise
iki sıra halinde ikişer pencere bulunmaktadır. Caminin iki minaresi vardır. Minarelerin ikisi de
beden duvarına oturmadan,
yerden başlamaktadır. Batı
minare Yıldırım Bayezid
tarafından yaptırılmış olup
sekizgen biçimli kürsüsü
mermerden, gövdesi ise
tuğladandır. Doğu minare ise
sonraki yıllarda Mehmet Çelebi
tarafından yaptırılmıştır. Kare
kürsülü olan bu minare,
caminin beden duvarından da
yaklaşık 1 metre kadar ayrıktır.
Camideki şerefeler ise her iki
minarede de tuğlalı
mukarnaslarla yapılmış.Bence
saatlerce içerisinde kaybolabileceğiniz bir cami..
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 39
20 dakikalık otobüs yolculuğumuzun ardından Cumalıkızık’ tayız. Osmanlı sivil mimarisinin en
görkemli köy yerleşimini günümüze ulaştıran Cumalıkızık, son yıllarda ülkemiz yanında tüm
dünyada da tanınmaya başlandı. Osmanlıların Bursa'da ilk yerleştikleri bölgelerden olan
Cumalıkızık, 180'i halen kullanılan, bazılarında ise koruma ve yenileme çalışmalarının yapıldığı
toplam 270 ev ile Osmanlı dönemi konut dokusunu günümüze taşımakta. Buraya üçüncü
gelişimiz bu kez farklı sokakları keşfetme yolunda Cin aralığından girip kayboluyoruz. İlk
rivayete göre diğer Kızık köylerinin halkı Cuma namazını kılmak için bu köye gelirlermiş.
Bundan dolayı adı Cumalıkızık olmuş. İkinci rivayet ise köyün kurulduğu günün Cuma olması
nedeniyle Osman Bey’in bu adı verdiğidir. Bir başka rivayet ise Kızık beylerinden Cumalı Bey
tarafından bu adın verildiğidir. Köy 2014 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak tescil
edilmiş.
Araba yok , gürültü yok,çıt çıkmıyor sanki zaman durmuş gibi.Her kapı her aralık her köşe ayrı
güzel.Köyün hanımları el emeği işlerini sergiliyorlar.Şerife Uludağ başkanlığında Köy Kadınları
Derneği 8 Mart gibi anlamlı bir günde açılmış.Köyün erkekleri kahvede toplanırken evlerin
kapıları da kapanmazmış, kadınlarda birbirine giderlermiş.Evlerde soba kurulu kış
odaları.Dağlardan taşan kestane ağaçları..Aynı hisleri yaşamak istiyorsanız buraya gelmeniz
kafi.
Keşfetme duygusu artık tutku haline gelmişse seyahat etmek artık sizin için vazgeçilmez
olmuştur. Oğlum Cenk’in Otizmli olması sebebiyle o kadar çok farklı terapiler aldık ki oysa
gerçek terapi yanı başımızdaymış. Bu tutku her ikimize de iyi geliyor. Gezdikçe bunu
deneyimledik. Öyleyse yeni maceralarda buluşmak üzere…
Mutlu kalın.
Cenk’in Annesi
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 40
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 41
NESİN VAKFI’NDAN KONUKLARIMIZ VARDI
25-26 Ocak 2018 tarihleri arasında İstanbul’da bulunan Nesin Vakfı’ndan misafirlerimiz vardı.
2017 yılının yaz aylarında Aliağa’da bulunan Afacan Gençlik Evinde başlayan dostluk
neticesinde, yarıyıl tatilinde Ankara’yı gezmek isteyen Nesin Vakfı çocuklarıyla dolu dolu iki gün
geçirdik. Derneğimizin tüm imkanlarını kullandığı bu organizasyon hakkındaki misafir
çocuklarımızın samimi cümleleriyle sizleri başbaşa bırakıyoruz.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 42
Akgül GÜLER
Arabada yolda giderken ilk defa Ankara’ya gideceğim ve Çiğdemim Derneğini ziyaret edeceğim
için çok mutlu ve heyecanlıydım. Hatta yolda heyecandan uyuyamadım. Sabah Çiğdemim
Derneği bizi karşıladı. Bize sabah kahvaltısı ısmarladılar. Kahvaltı ve Çiğdemim Derneği çok
güzeldi. Birinci günün macerası şimdi başlıyordu. İlk önce Çiğdemim Derneği bize kendi
kütüphanelerini gezdirdiler. Kütüphanelerini çok
sevdim orada orada her türden çok fazla kitap
vardı.
Kütüphaneden sonra Anıtkabir’e gittik.
Hayatımda ilk defa Anıtkabir’e gitmiştim ve çok
mutluydum. Anıtkabir sandığımdan daha güzel
bir yer çıktı tabi ki de oradaki abinin ve Çiğdemim
Derneğinin yardımıyla da daha güzel bir yer oldu.
Anıtkabirden sonra Çankaya Belediyesi’ne öğlen
yemeği yemek için gittik. Orası da güzeldi. Yemek sonrası Anadolu Medeniyetleri Müzesine
gittik. Orası çok fazla eski zamandan kalma şeyler dikkatimi çekti. Ondan sonra orada kitap
ayracı yaptık. Herkesin yaptığı ayraçlar dikkatimi çekti. Bundan sonra akşam yemeğini yedikten
sonra otelimize gittik. Otelde güzel bir gece geçirdik, eğlendik.
Sabah kalktıktan sonra kahvaltımızı
otelde yedik. Sonra derneğe gittik.
İkinci günün macerası da yine başladı.
Önce Ankara Kalesini gezdik yemek
yedik ve sonra buz patenine gittik.
Orası çok güzeldi orada paten
kaymayı öğrendik. Patenden sonra
“UMUT” adlı bir tiyatro oyununa gittik.
Tiyatroyu beğendim. Çiğdemim
Derneği bizi yolculadı ve biz de yola
çıktık. Bize bu gezdirmenizden,
ağırlamamızdan dolayı teşekkür
ederim. Sizi de vakfa davet ederiz.
Fadik ÇINAR
Merhaba ben Fadik. Sizlerle tanışmak çok
güzeldi. Çok mutlu oldum. En çok
ANITKAİR’e gitmemiz çok güzeldi. Çünkü
ANITKABİR’e gitmeyi çok istiyordum.
Çocuklarla oyun oynamamız birlikte yeni
bilgiler öğrenmek beni çok mutlu etti.
Birlikte ayraç yapmamız film izlememiz
çok güzeldi. İnşallah bir daha karşılaşırız
ve biz de sizi vakfımıza bekliyoruz.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 43
Mehmet AYKUT
Geçen sene Afacan Kampı’nda tanıştığımız Çiğdemim Derneğinin daveti üzerine Ankara’ya
gittik. Afacan Kampında tanıştığımız arkadaşlarımızı tekrar göreceğimiz için çok heyecanlıydık.
Akşam 24.00’de Vakıftan yola çıktık. Bu Ankara’ya ilk gidişimdi. Ankara hakkında önceden çok
güzel şeyler duyduğum için çok heyecanlydım. Anıtkabir’i, TBMM’yi, Etnoğrafya Müzesini çok
merak ediyordum. Umarım bu yolculuğun sonunda bu önemli yerleri görürüm ve merakımı
gideririm.
Arabadayken hep bunları düşünüyordum. İki üç
kere verdiğimiz molalarda havanın ne kadar
soğuk dışarı çıkınca anladım. Ama herşeye
rağmen yolculuğumuz çok güzel geçti. Sabaha
doğru 06.00’da Ankara’ya vardık. Saat
07.00’de Çiğdemim Derneği’nden bir iki kişi bizi
karşıladı. Ankara’nın bu kadar soğuk olduğunu
bilmiyordum. “Ama bizi sıcak karşıladılar”.
Kahvaltı hazırlıkları hala devam ediyordu.
Bizim için çok uğraşmışlar. Geçen yaz
tanıştığımız arkadaşlarımız da gelmeye
başladı. Hep birlikte kahvaltı yaptıktan sonra bize 30.000 kitaplık kütüphanelerini gezdirdiler.
Kütüphaneleri çok güzel ve samimiydi.
Daha sonra Anıtkabir’e gittik. Orada her yerden
insanlar gelip Atatürk’ün mezarını görmeye
geliyorlarmış. Farklı ülkelerden gelen insanlar da vardı.
Aslanlı yol çok ilgimi çekti. Her aslan heykelinin
yanında iki asker vardı. Aslanlı yolun taşları çok farklı
dizilmişti. Anlatılanlara göre insanların bu yolda
yürürken saygı göstermeleri amacıyla dizilmişti.
Anıtkabir Müzesin’nde Atatürkten kalma eşyalar vardı.
Kurtuluş Savaşının ruhunu yansıtmak için o zamandan
kalma silahlar araç gereçler ses efektleriyle yansıtılmaya çalışıyorlardı. Bunlar çok etkileyiciydi.
Bir sonraki durağımız Anadolu Medeniyetleri
Müzesiydi. Eskiden yaşamış olan Anadolu
uygarlıklarından kalan eşyalar vardı. Bu eşyalardan
en çok ilgimi çeken o zamanda yapılmış baltalardı.
Ma
den
lerd
en
yap
ılmı
ş araç gereçler de oldukça gösterişliydi. Bizi
bilgi veren Çiğdemim Derneği’ndeki hocamız
bize bu medeniyetler hakkında bilgi verdi ve
sonra en beğendiğimiz kalıntının resmini çizmeye başladık. Bu eğlenceli etkilik bize kitap ayracı
olarak geri döndü.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 44
Daha sonra buz patenine gittik ve ilk denememizde herkes yere düştü ama sonra iyi kaymaya
başladık. Çok eğlendik ve zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Akşam olmuştu ve oradan
ayrıldık, tiyatroya gittik.
Bu üç gün çok kısa ve çok güzel gemişti. Oradaki insanlarla dolaştıktan sonra akşam
yolculuğumuz başlamıştı. Vakfa dönüş zamanı gelmişti. Bu üç gün bizimle ilgilenen, bize emek
veren, bizi ağırlayan ve bütün imkanlarını kullanan Çiğdemim Derneği’ne çok teşekkür ederiz.
En kısa zamanda sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız. Mutlaka gelin sizi bekliyoruz.
Ilgın Deniz DOKUR
Ankara gezisi vakıfla gittiğim güzel
gezilerden bir tanesiydi. Dilerdim ki keşke
2 gün değil de bir hafta kalabilseydik.
Çiğdemim Derneğindeki bütün güzel ve
hoşgörülü insanlara çok teşekkür
ediyorum bizi bu kadar güzel
karşıladıklarından dolayı. Bir hafta uzun
olmasını neden isterdim. Oradaki
arkadaşlarımla biraz daha vakit geçirmek
için ve çoğu gezilerde uykusuz bir şekilde
uykusuz bir şekilde gezdik. Bu yüzden
biraz kötüydü benim için. Ama yine Ankara gezisi olsa yine giderim sonuçta gülü seven dikenine
katlanır. Anıtkabir’e ilk defa gittim ve çok beğendim.
Anadolu Medeniyetleri Müzesinde değişik ve ilginç bir sürü bilgiler öğrendim. Buz pistinde
herkesin çok eğlendiğini düşünüyorum keza bende öyle. Tiyatroya gitmiştik. Tiyatronun
konusuna pek hakim olamadım bu yüzden yanımda oturan Alperenle birlikte sıkıldık.
Siz güzel insanlar olmasaydı belki de bu
kadar eğlenemezdik tekrardan bizi
ağırladığınızdan dolayı çok teşekkür
ediyorum. Tekrardan böyle bir gezi
planlamanızı çok isterim. Ama rica
ediyorum birazcık uzun olsun. Doya doya
gezelim uykumuzu almış bir şekilde. Bir
daha ki gezimizde görüşmek üzere sizleri
sizleri çok öpüyorum herkese çok selam
söylüyorum. Bu arada sizleri de en kısa
sürede İstanbul’a davet ediyoruz ve sizi
burada görmekten mutluluk duyarız.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 45
MUHTARIMIZDAN
Sevgili Komşularımız,
25. Raporumuzda; mahallemizde yapılan, yapılması halen devam etmekte olan etkinlik ve
değişiklilerle ilgili bilgileri paylaşıyoruz.
1. Mahallemizde halen devam etmekte olan 3 inşaatımız vardır. Bunlar yüzme havuzu, park
ve İmam Hatip Lisesi. Her üç çalışmanın da bu yıl bitmesini bekliyoruz.
1.Havuz 2.Okul 3.Park
2. Yaşlılar haftası nedeni ile Çiğdemim Derneği ve muhtarlık olarak Dikmen-Öveçler
mahallesinde özel bir huzur evi ziyareti yaptık. Komşularımızın hazırladığı yiyecekleri
birlikte sohbet ederek yedik.
3. Mahallemizin İşçi Blokları ve ODTÜ girişinde 1589. sokak’ ta bulunan yeşil alana
Çiğdemim Derneği’ nden arkadaşlarımızla birlikte ağaç diktik.
4. 1506. Cadde’ de bulunan otobüs durağının yağmur yağdığı zaman önünde biriken
yağmur suyundan dolayı yerinin değiştirilmesi ve kapalı durak haline getirilmesini talep
etmiş idik. Ancak sadece yeri değiştirildi.
5. Büyükşehir Belediyesi’ ne caddelerde bulunan ağaçların bakımı için başvurduğumuzda
“Kendilerinin Çiğdem Mahallesi’ nde ağaç dikmediklerini (mahalle sakinlerinin diktiğini) bu
nedenle bakım da yapamayacaklarını söylediler”. Bende buradan mahallemizin cadde ve
sokaklarını ağaçlandıran komşularımıza teşekkür ediyorum.
6. 30 Mart 2018 tarihinde mahallemizin Şirin Dere bölgesi ile ilgili Ankara Büyükşehir
Belediyesi’nin 13.03.2018 tarih 407 karar numaralı yazılarını sizlerle paylaşmıştık.
Şimdilik somut gelişme, yazıda bahsedilen konularla sınırlı kalmıştır. Biz buradan,
Belediyenin sonuca ulaşmak anlamında bir kararlılık gösterdiğini anlamaktayız. Dileğimiz
ise bu kararlılığın devam etmesidir.
7. Mart ayında doğan bütün komşularımızın doğum günlerini kutlarız.
Çiğdem Mahallesi Muhtarlığı
Hasan Hüseyin Aslan
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 46
Yaşlılar Haftası nedeniyle Dikmen
Huzurevini ziyaret ettik. Burada kalan
yaşlılarımızla sohbet edip, çay içtik ve
getirdiğimiz kek ve börekleri birlikte yedik.
Alanın başka amaçla kullanılmasını
engellemek için Mahallemizin
ODTÜ/100.Yıl girişinde atıl durumda
bulunan yeşil alana 20 çam fidesi diktik.
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 47
ÇİĞDEMİN SESİ NİSAN-2018 SAYFA 48