ÇİĞDEMİN SESİ BU SAYIDA NELER VAR…
Aylık Online Dergi MERHABA
Mayıs 2020 KÜTÜPHANEMİZDEN
ÇİĞDEMİM DERNEĞİ AYLIK ONLINE DERGİ SEÇTİKLERİMİZ
Sahibi : Çiğdemim Derneği Yönetim Kurulu SATRANÇ ÖĞRENİYORUZ
KİTAP TANITIMI
Yayın Kurulu: Dilek Yüceel, Fatih Fethi Aksoy, M.Sinan Kayalıgil, MUHTARIMIZDAN
Zuhal Yüksel, ÇOCUKLARDAN RESİMLER
DÜNDEN BUGÜNE ÇİĞDEM
Tüm yayın hakları saklıdır. Yayımlanan yazı, görsel ve bilgiler kaynak YÜZYIL ÖNCE ANKARA-
gösterilmeden alıntılanamaz. İmzalı yazılarda görüşler yazarlarına
aittir. MAYIS 1920
ŞİİR KÖŞESİ
NAZIM’IN ÇİLESİ- RADİ FİŞ
TİLLY’NİN DİYABETİ
TUR ABDİN BÖLGESİ
ÖYKÜ KÖŞESİ-OĞUL
MASALNAME
TATAR MASALLARI
YAŞLILARI NE YAPMALI?
SALGIN İLE GÜNDEME
GİREN SÖZCÜKLER
ANKARA’NIN ESKİ
KİTAPEVLERİ
HIZLANDIRILMIŞ EMPATİ
KURSU
KİM DEMİŞKİ ANKARA’DA
AĞAÇ YETİŞMEZ DİYE
ANKARA’YA İKİ GÜZEL
HABER
65 YAŞ ÜSTÜNE BİR
MEKTUP
SALGINLA BAŞETMEK VE
GÜÇLENMEK
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 2
Sevgili komşularımız,
Bir aydan fazla zamandır evlerimizdeyiz, öyle görülüyor ki bir süre daha böyle devam edecek. Bu
süreçte yeni alışkanlıklar edindik, eskiden yapmadığımız birçok şeyi yapmaya başladık. Herşeyden
önemlisi kurallara uymayı eğer kurallara uyulursa ve herkes gereken tedbirleri alırsa süreçten en az yara
alarak çıkabileceğimizi gördük. Bu yüzden bir süre daha buna katlanmaya devam edelim ve kuralları
gevşetmeyelim.
Bu süreç, bizim 24 yıldır ısrarla üzerinde durduğumuz, komşuluğun, dayanışmanın ve
yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkardı. Tüm dünyada ve ülkemizde bu üç kavramın
üzerine vurgu yapılmaya başlandı. Bunları artıracak kampanyalar yapılmaya başlandı. Çok da güzel
oldu, oluyor.
Bizler, pandemi ilan edildikten ve 65 yaş üstüne sokağa çıkma yasağı geldikten sonra öncelikle
65 yaş üstü üyelerimizi arayarak çalışmaya başladık. Hem sohbet ettik hem de bir ihtiyaçları olup
olmadığını öğrendik. Bu hem yaş almış komşularımızın çok hoşuna gitti hem de arayan arkadaşlarımızın
motivasyonunu artırdı. Sonrasında 65 yaş üstü ve yalnız yaşayan komşularımızı ve mahalledeki
ulaşabildiğimiz tüm yaş almış komşularımızı aradık. Ufak tefek ihtiyaçlarını giderdik, doğru yerlere
yönlendirmeye çalıştık. Tüm bu süreçte muhtarımız Hasan Hüseyin Aslan ile birlikte koordineli olarak
çalıştık.
Dernek binamızı günde bir saat açıyoruz, bu süreçte her türlü atık ve eşya toplama işini askıya
aldık. Sizlerden bu tür malzemeleri getirmemenizi rica ediyoruz. Sokağa çıkamayan 65 yaş üstü ve 20
yaş altı komşularımız için kütüphaneden evlere ödünç kitap gönderme hizmeti başlattık. Onlarca
komşumuza yüzlerce kitabı bu süreçte ulaştırdık ve ulaştırmaya devam ediyoruz.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanımız sayın Mansur Yavaş’ın başlattığı “İyilik Hastalıktan
Daha Bulaşıcıdır” kampanyası çerçevesinde bakkallarda veresiye defteri kapatmak için yaptığımız
çağrıya katkı veren komşularımızın desteğiyle toplamda 10 bakkalda yüzlerce ihtiyaç sahibinin veresiye
hesabını kapattık. Bize güvenerek bu kampanyaya tahminlerimizin çok üzerinde destek veren tüm
komşularımıza ve mahalle dışından hayırseverlere çok teşekkür ediyoruz.
Öncelikle apartman görevlilerimizin kullanmalarını sağlamak amacıyla, toplu olarak yüz koruyucu
siperlik getirdik ve bunları sizlere ulaştırdık. Apartman görevlilerinin özellikle maske ve siperlik
kullanmalarını teşfik etmenizi hem onların hem de sizlerin sağlığı açısından önemsiyoruz.
Hepimiz evlerde kaldığımız için bir araya gelmenin başka yollarını kullanmaya başladık. Sosyal
medyayı kullanarak facebook, Instagram ve youtube üzerinden yayınlar yapmaya başladık ve
önümüzdeki günlerde bunları artırarak devam ettireceğiz. Fiziksel olarak bir araya gelemesek bile sanal
ortamda birlikte olacağız.
Sevgi, saygı, hoşgörü ve dayanışmayla kalın…
Fatih Fethi Aksoy
Yönetim Kurulu Başkanı
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 3
YÜZ YIL ÖNCE ANKARA – Mayıs 1920
İlk Hükümet Kuruluyor
Vecdi Seviğ – Gökkuşağı Sitesi
Ankara’da 23 Nisan 1920’de toplanan Büyük Millet Meclisi, ikinci çalışma gününde bir vergi kanunu
kabul etti. Ağnam vergisi olarak bilinen ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli bir gelir kaynağı
olarak kabul edilen hayvanlar üzerinden alınan verginin miktarı artırılıyordu. Bu kanunun çıkarılışı yarım
kalmış bir işin tamamlanması ve egemenlik hakkının kullanılmasının bir göstergesiydi.
Yarım kalmış bir iş tamamlanıyordu, çünkü bu verginin artırılması İstanbul’un işgalinden önce Osmanlı
Meclisi’nde tartışılmış, verginin dört kat mı sekiz kat mı yükseltileceği konusunda görüş birliği
sağlanamadan meclis dağılmış ve milletvekillerin önemli bölümü Ankara’ya taşınmıştı. Şimdi yeni
yönetim yerinde, yarım kalan iş tamamlanıyordu.
Meclise bir önerge verildi, üzerinde söz alanlar oldu ve sonunda Başkan Mustafa Kemal Paşa’nın sesi
duyuldu: “Ağnam Rüsumunun dört mislini tensip buyurursanız (uygun bulursanız) ellerinizi kaldırınız.”
Eller havaya kalktı ve paşa sonucu açıkladı: “Müttefikan (oybirliğiyle) kabul olundu.”
Böylece, yeni meclis yüzyıllar önce, 15 Haziran 1215 tarihinde İngiltere’de ilan edilen ve ulusların kişi
yönetiminden kurtulmasının belgesi kabul edilen Magna Carta’nın “genel onaylama olmadan hiçbir vergi
toplanamayacak” diyen 12. maddesinin gereğini de yerine getirmişti. Egemenlik hakkının artık Ankara’da
kullanılacağı da tüm dünyaya ilan edilmiş oluyordu.
Şimdi sıra bunu padişaha da bildirmeye gelmişti. 27 Nisan Çarşamba günü Meclis Başkanlık divanının
Padişaha çektiği telgrafta, “İstanbul’da düşman askerleri oldukça, vatanın toprakları üzerinden düşman
ayakları çekilmedikçe savaşmaya devam edeceğiz” deniliyordu. Bağımsızlık için örgütlü savaş günleri
başlamıştı.
Mayıs ayının ikinci günü, hükümetin oluşturulması konusunda hazırlanan kanun teklifi görüşülerek kabul
edildi. Buna göre Meclis Başkanı’nın başkanlığını yürüteceği bakanlar kurulunun genelkurmay başkanı
dâhil on bir üyesi meclis tarafından ayrı ayrı oylanarak seçilecekti. Bir gün sonra mecliste dokuz bakanın
seçimi yapıldı, eğitim ve maliye bakanlarının seçimi de 4 Mayıs günü tamamlandı. Genelkurmay
başkanlığına getirilen İsmet (İnönü) bey en yüksek oyu almıştı.
Mayıs ayının ilk günlerinde Düzce ve Bolu çevresinde isyancılarla, Adana, Urfa ve Antep’te Fransızlarla,
Ege bölgesinde Yunan ordusuyla çarpışmalar sürüyor, isyancı Anzavur kuvvetleri Damat Ferit
hükümetinin de desteğiyle Adapazarı’nı ele geçiriyordu. Konya’da milli mücadele aleyhine örgütlenme
açığa çıkarılıyordu. Edirne’de önce Selimiye Camisinin avlusunda miting, ardından kongre düzenleniyor,
Trakya’nın Yunan işgaline karşı direnmesi kararı alınıyordu. Padişah ise 13 Mayıs tarihinde,
Anadolu’daki isyanları teşvik eden 16 kişiye mecidiye nişanı vererek kurtuluş mücadelesine karşı
olduğunu bir kez daha ilan etti.
İstanbul hükümetinin Nemrut adıyla anılan Mustafa Paşa başkanlığında kurduğu askeri mahkeme 11
Mayıs günü “Kuvayı Milliye adı altında fitne ve bozgunculuk yapmak, halktan zorla para toplamak, asker
almak, iç güvenliği bozmak, halkı siyasi isyana teşvik” suçlamasıyla Mustafa Kemal hakkında idam
cezası veriyordu. Padişah da 24 Mayıs’ta bu kararı onaylayacak, Aynı gün Askeri Mahkeme Ankara
hükümetinin Milli Müdafaa Vekili (Savunma Bakanı) Fevzi (Çakmak) Paşa’yı da idama mahkûm
edecekti. Hakkında idam kararı verilen diğer kişiler arasında Ankara hükümetinin Sağlık Bakanı Dr.
Adnan (Adıvar) bey, Halide Edip (Adıvar) Hanım, Kuvayı Milliye Genel Komutanı Ali Fuat (Cebesoy)
Paşa da vardı.
Ankara’da Meclis, 19 Mayıs Çarşamba günü Sadrazam Damat Ferit’in vatandaşlıktan çıkarılmasına ve
ihanetten yargılanmasına oybirliğiyle karar verdi. Aynı gün Damat Ferit’in yandaşı Bolu Mutasarrıfı
Osman Kadri “Mustafa Kemal bolşeviktir. Mustafa Kemalin askerini öldüren şehit olup cennete gider”
diyordu.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 4
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri, 22 Mayıs günü Londra’ya gönderdiği raporda durumu şöyle
özetliyordu:
“(Ankara’daki) Meclis, Mondros Mütarekesinden beri İstanbul Hükümetince yapılmış anlaşmaları
tanımayacağını açıklıyor ve öncelikle Damat Ferit Paşa ile İngiltere arasında yapıldığı öne sürülen
anlaşmaları kastediyor. Ankara Hükümeti, bir de Haber Ajansı (Anadolu Ajansı) kurmuştur. Günlük
bültenler yayınlayan bu ajans, müttefiklere ve özellikle İngiltere’ye karşı propaganda yapmakta,
Hindistan’dan İrlanda’ya kadar İngiltere’nin karşılaştığı güçlükleri sömürmektedir.” (Bilal Şimşir, İngiliz
Belgelerinde Atatürk, Cilt II, sayfa 99 – 106)
Aynı günlerde İngiltere yönetimi altındaki Hindistan’daki Müslümanlardan bir bölümü, Sevr Anlaşması’nı
protesto için ülkede İngiliz kanunlarına uymama çağrısı yayımlıyordu.
27 Mayıs günü Pozantı’da köylüler tarafından pusuya düşürülen 800 kişilik Fransız kuvvetleri 200
askerini kaybederek geri çekilmek zorunda kalmıştı. Fransızlar bir gün sonra ateşkes çağrısında
bulundular.
Meclis 29 Mayıs’ta Fransızların ateşkes çağrısını gizli oturumda görüştü. Mustafa Kemal ateşkesin
Türkiye lehine olduğunu belirttiği konuşmasında o günlerin önemli bir tartışma konusuna da çok açık
yanıt verdi:
“Bu noktada iki ciheti birbirinden tefrik etmek (ayırmak) lâzımdır. Biri bolşevik olmak, diğeri bolşevik
Rusyası ile ittifak etmek. Biz- Heyeti îcraiye (hükümet) bolşevik Rusyasiyle ittifak etmekten
bahsediyoruz.” (Gizli oturum Tutanakları, 29 Mayıs 1920, Cilt I, s. 48)
29 Mayıs’ı 30’a bağlayan gece yarısı Fransızlarla 20 günlük ateşkes uygulamaya girmişti. İngiltere’de
yayımlanan Sunday Times gazetesinin o günkü baskısında demeci yayımlanan ünlü İngiliz Albay
Larance, ülkesinin Türkiye ile barış anlaşmasının tek maddesinin bile üç yıldan uzun ömürlü olmadığını
belirtiyor ve “Türkiye’de tek müttefikimiz ne yazık ki Sultan’dır” diyordu.
Kuvayı Milliye güçlerinin Anzavur’u Sapanca’dan SAYFA 5
çıkartmalarının ardından İşgal altındaki İstanbul’un
Emniyet Müdürlüğü’nce yayımlanan bildirinin
transkripsiyonu. (Kaynak: Devlet Arşivleri, Osmanlı
Belgelerinde Milli Mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk)
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020
KOŞMALAR DENİZİ
(Karşın Edebiyat Ocak/Şubat 2008 sayısından alınmıştır)
Dursun Nadir – 100. Yıl Mahallesi
sen imgelerin arsızı
ağır denklem
uzak bahçelerin süvarisi
yeşilin büyüsündeki telve
alıngan demliği gecenin
toprağı öpen nal sesi
tutkuların gizeminde
karanfil tutar bir elin
bir elin
acıtır yüreğimi
hangi ırmağın duruşuna imlensem
hangi söğüt dalının gölgesine
dönüşün gidişine ceylan
koşmalar denizi alfabenin
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 6
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 7
KİTAPLARDAN KISA KISA
Turhan Demirbaş Başak Sitesi
Üç bin Yıllık Kavga - Çetin Yiğenoğlu
Anadolu coğrafyasına üç bin yıllık saldırılar devam etmiştir; İlk saldırı
Truva savaşı ve uzun süre dayanan Truva kentine olmuştur. Burada en
ilginç olanı, Anadolu’da yaşayan diğer halklar Truva kentine yardıma
gitmişlerdir. O yıllarda yardım için asker gönderen Hititlerin de olması
ilginçtir.
İkinci Saldırı Büyük İskender’in Anadolu’ya ve Doğu’ya olan, Hindistan’a
kadar uzanan saldırısıdır.
Üçüncü saldırı Haçlı Seferleri olmuştur, Ermeniler her defasında
Haçlıların yanında olmuşlar ve o yıllarda bile tehcire uğramışlar, Urfa’dan
Çukurova’ya gönderilmişlerdir.
Dördüncü saldırı ise; Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşlarında
Emperyalist Devletlerin saldırısı olmuştur. Atatürk, Çanakkale savaşı
sonrası geri dönen düşman karşısında şöyle söylemiştir: “Aşir ve Hektor
düellosu sonunda Hektor’un intikamını aldık” Düşman gemilerinin içinde Truva’ya saldıran Agemonnon
adlı komutanın olması da çok ilginçtir.
İstanbul’un Nazım Planı- Sunay Akın
1910 yılında Bakırköy’de bulunan hazineye kayıtlı Veliefendi Çayırı’na
ahşap bir türbin yaptıran ve İstanbul’da ilk at yarışını organize eden “At
Neslini Islah Derneği” başkanı Enver Paşa’dır. Derneğin bünyesinde
bulunan Sipahi Ocağı Kulübü at yarışlarını organize ederken, 1950
yılından sonra, Türkiye Jokey Kulübü’ne bu çalışmaları devreder.
Kulüp Rakı’sı etiketindeki içki masasında oturan iki arkadaşın Atatürk
ve İnönü olduğu sanılır. Oysa İnönü’ye benzetilen Cumhuriyet dönemi
ilk grafik çizerlerinden ve etiketi yapan İhap Hulusi’dir. Diğeri ise
Atatürk’e benzetilen Fecr-i Ati Topluluğundan şair Fazıl Ahmet
Aykaç’tır. Şairin doğa sevgisi o kadar çoktur ki bazı şiirleri
bestelenmiştir.
Şilili Şair Pablo Neruda Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilir. Fakat
Allende karşısında kaybedince köyüne döner. 1971 yılında Nobel
Edebiyat Ödülü’nü kazanır, sonrasında Paris’e Büyükelçi olarak atanır,
aslında sürülür. Şili’yi ve köyünü çok özler. Yazdığı bir mektupta
postacı Mario Jimenez’e şöyle yazar. “ Denizin, kuşların, rüzgârın, kayalara vuran dalgaların sesini
kayda al bana gönder der. Postacısı Jimenez dediğini yapar gönderir.
Çiğdemim Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi Demirbaş No: 17861, Yerli Yazın
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 8
Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler (1)- Demirtaş Ceyhun
Türk olduğumuzu 1900’lerde anlamışız; Bütün Avrupalıların ısrarla Türk
İmparatorluğu, Türk hükümeti, Türkiye ve bu ülkeyi yönetenlere de Türk
demelerine karşın, Osmanlı sınırları içinde Türk sözcüğü
kullanılmamaktadır.
İlginçtir, 1789 Fransız Devrimi de, daha 19. yüzyılın başlarında Osmanlı
topraklarına ulaştığı, hatta imparatorluk sınırları içindeki öteki etnik
toplulukların bağımsızlık savaşlarını başlatmalarına ve bağımsızlıklarına
kavuşmalarına da neden olduğu halde, Osmanlı aydını pek
etkilenmemiştir. Çoğu Fransız devriminin ürünü olan, özgürlük, eşitlik,
bağımsızlık, adalet, vatan, ulus vb. kavramların dilimize girmesini ve
aydınımızın da bu devrimden etkilenebilmesi için nerdeyse yüzyıl
gerekmiştir.
Bu konuda Osmanlı aydınını en fazla etkileyen olay, 1821- 1827 yılları
arasındaki Yunanistan bağımsızlık savaşı olmuştur. Doğrusu,
Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşması Osmanlı İmparatorluğu’nda da bir takım olumlu gelişmelere
neden olmuştur.
Türk ulusçuluğunun bir siyasi akım haline gelmesi ise, ancak 20. yüzyılın başlarında gerçekleşebilmiştir.
Yusuf Akçura’nın Rusya’nın Zoya köyünde yazdığı ve Abdülhamit’in baskısından kaçıp Mısır’a
sığınanların Kahire’de çıkardıkları “Türk” adlı gazetede 1904 yılında yayınlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı
yazısı, bu konudaki ilk ciddi belgedir. Akçura, bu uzun yazısında, ilk kez, Osmanlı İmparatorluğu’nun
artık ne Osmanlıcılıkla, ne de İslamcılıkla kurtulabileceğini, tek çarenin Türk ulusçuluk olduğunu açık
açık savunmaktadır. (Sayfa 118-123)
Çiğdemim Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi Demirbaş No: 10818, Yerli Yazın
Yılmaz Özdil- Mustafa Kemal
Matematik tutkunu Mustafa Kemal 1936 yılında Geometri adıyla 44 sayfalık kitap
yazdı. O güne kadar geometriye hendese, üçgene müselles, açıya zaviye, çap’a
kutur, dikeye amudi, eşite musavi, kareye murabba, silindire üstüvane, teğete
hattımünas deniliyordu. Arapça ve Farsça geometri terimlerine Türkçe karşılıklar
türetti. Boyut, uzay, yüzey, çap, yarıçap, kesit, yay, çember, teğet, açı, yatay, düşey,
dikey, konum, üçgen, dörtgen, çokgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, yamuk, artı,
eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, düzey, çizgi, paralel, hacim,
kare, metrekare, koni, küp, pi sayısı, piramit, silindir, teori, teorem, varsayı gibi.
Komşularımızın her birine güler yüzlü
davranabilirsek, toplumun huzuru için de
adım atmış oluruz.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 9
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 10
SATRANÇ ÖĞRENİYORUZ
Hatice Caymaz - TSF Satranç Antrenörü / TSF Ulusal Hakem
Merhabalar,
Dünyaca ünlü unutulmayan oyunları sizlerle paylaşmaya bu sayımızda da devam ediyorum. Altın
Fırlattıran, Herdem Yeşil parti, Ölmez Oyun, benimde çok beğendiğim hafızalardan silinmeyen
oyunlardandır. Her zaman söylediğim gibi satranç tahtasında oynayarak analizlerini yaparsanız aynı
heyecanı duyacaksınız.
Herdem Yeşil Parti:
(Yaprak Dökmeyen Parti), 1852’de Adolf Anderssen ve Jean Dufresne arasında oynanmış ünlü satranç
oyunudur.
Adolf Anderssen zamanın en kuvvetli oyuncularından olup, ilk uluslararası turnuva olan, 1851 Londra
turnuvasını kazandıktan sonra, birçokları tarafından Dünya Satranç Şampiyonu olarak kabul edilmişti.
Jean Dufresne ise popüler satranç kitapları yazan, Anderssen kadar olmasa da hatırı sayılır satranç
ustalarındandı.
Bu oyun, Ölümsüz Parti gibi dostça oynanmış bir oyundu. Bu partinin isim babası olan Wilhelm Steinitz,
daha sonra bu parti için şu sözleri söylemişti: “Herdem Yeşil parti, Anderssen’in defne yapraklarından
yapılmış Tacıydı..”
8
7
6
5
4
3
2
1
abcdef gh
Adolf Anderssen - Jean Dufresne
1. e4 e5 2. Af3 Ac6 3. Fc4 Fc5 4. b4 Bu açılış 1800’lerde popüler olan ve günümüzde de ara sıra
oynanan Evans Gambiti’dir.
Beyaz gelişim avantajı için bir piyon feda ediyor.
4...Fxb4 5. c3 Fa5 6. d4 exd4
7. O-O d3?! (Diyagram) Bu iyi bir karşılık olarak kabul edilemez; burada dxc3 veya d6 yapılabilirdi.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 11
8
7
6
5
4
3
2
1
abcdef gh
8. Vb3!? Bu hamle ile derhal f7 piyonuna saldırıyor, fakat Burgess burada Ke1’i öneriyor.
8.... Vf6 9. e5 Vg6 Beyazın e5 piyonu alınamaz; eğer
9... Axe5, sonra 10. Ke1 d6
10. Ke1! (diyagram) Age7 11. Fa3 b5?! Pozisyonunu korumak yerine, siyah Vezir Kalesini
tempo sayesinde etkinleştirmek için, bir feda ile karşılık veriyor. Burgess burada b piyonunun
ilerlemesine izin vermek yerine tempo ile
11. Vb5+, Şaha ve File çatal atarak bir alet kazanır.
11....a6 önermektedir.
8
7
6
5
4
3
2
1
abcdef gh
12. Vxb5 Kb8 13. Va4 Fb6 Siyah burada O-O oynayamaz, çünkü 14.Fxe7 ile bir alet kazanır
c6'daki At hem e7’deki Atı hem de a5’te Fili aynı anda koruyamaz.
14. Abd2 Fb7 15. Ae4 Vf5? 16. Fxd3 Vh5 17. Af6+!? Bu güzel bir fedadır, her ne kadar Burgess
17. Ag3 Vh6 18. Fc1 Ve6 19. Fc4 ile basitçe alet kazanmayı önerse de.
17.... gxf6 18. exf6 Kg8 19. Kad1! Vxf3 Siyah Vezir alınamaz, çünkü g8’deki Kale, g2’deki
piyonu açmaza almıştır. (Diyagrama bakınız)
20. Kxe7+! Axe7? 21. Vxd7+!! Şxd7 22. Ff5+ Çifte şahlar tehlikeli çünkü Şahı oynamaya
zorluyor. Sadece tehlikeli değil sonuca götüren.
22.... Şe8 23. Fd7+ Şf8 24. Fxe7# 1-0 Savielly Tartakover demişti ki, "Bu kombinezonun satranç
oyunu literatüründe bir eşi daha yoktur.”
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 12
NOT :1. Taş isimleri büyük harf ile, kare adları küçük harfle yazılır. İlk yazılan beyazın
hamlesidir.
2. …Şe8 gibi hamleler de noktalı yer daha önce hamle yapılmış beyaz hamlesini yapmış.
3. Parantezler alternatif hamleleri kapsıyor.
4. # mat 5. + şah çekmek. 6. X taş almak.
Bu ay ayrıca evde bolca vaktinizin olduğunu düşünerek ayın sorusunu sizler için hazırladım :)
Soru şu ana kadar öğrendiğimiz kuralları içeriyor .
Beyaz oynar iki hamlede mat yapar. Başarılar
EVDE KAL SATRANÇLA KAL
BAĞIMSIZ, TARAFSIZ, GÖNÜLLÜ
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 13
NAZIM’IN ÇİLESİ - RADİ FİŞ
Turhan Demirbaş- Başak Sitesi
Bursa Hapishane’sinde kaldığı 12 yıl süresince, birçok tablo yaptı ve
dünyaca ünlü şiirlerini yazdı. Şair Abdülkadir, Raşit Öğütçü (Orhan
Kemal) ve İbrahim Balaban ile yakın arkadaşlık kurdu. Dünya’da ve
Türkiye’de serbest bırakılması için kampanyalar düzenlendi. İkinci
eşi Münevver, Meclise gidip Adalet Bakanı Samet Ağaoğlu’ndan af
etmesini diledi. Sert bir cevap aldı ve geri döndü. Bütün bu çabalara
rağmen Nazım, Bursa cezaevinde yatarken dostlarına şunları
yazmıştır;
“ Hapiste insan, insan kıymetini biliyor. İnsan denilen mahluk
yeryüzünün en ilgi verici şeyi. Bunun bir kitap cümlesi, bir lakırdı
değil de, bir gerçek olduğunu insan ancak, insansız kalınca yahut
çok az insanla bir muhitte uzun yıllar zoru zoruna yaşatılınca anlıyor.
Hiç ölmeyecekmişim gibi dünyayı düşünüyorum. Yani daha bir hayli
zaman hapishanede kalabileceğimi kabul ederek işlerimi, buradaki
yaşama şartlarımı ve imkanlarımı ona göre ayarlıyorum.
Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk halkının ve dünyanın en
güzel dillerinden biri ve belki de en başta gelenlerinden olan Türk
dilinin diyarı küfürde tanınmasına vesile olabilmek, ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur. Bir köylü
toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse, ben de Türk dilini öyle severim.
Ama her gün biraz daha âşık oluyorum. Karımdan, sanattan, insandan, idealimden tut da kanaryama
kadar her şeye dolu dizgin âşık oluyorum. Ve çok şükür aşığım. Bu aşk mistik manada filan değil.
Platonik aşk da değil. Her birinin ayrı ayrı pratik tezahürleri ile faal bir aşk...
Bana öyle geliyor ki tek insana, yüz milyonlarla insana, bir tek ağaca, bütün ormana, bir tek düşünceye,
fikre bir çok düşünceye, fikre âşık olmadan yaşamak yaşamak değildir.”
Hapishane’de bazı kişiler İbrahim Balaban’a “Bizim Alamanlar Avrupa’yı dümdüz ettiler. Senin yaptığın
bu resimler sakın Rusya’ya kaçma planınız olmasın” demişler. Bu duyan Nazım o sözde bitirimlere
bağırarak kızmış ve azarlamış. Karşıdaki kişiler hiç ses çıkarmamıştır.
Serbest kalan Nazım yurtdışına çıkınca, Eşi Münevver’in Sofya’da doğduğunu bildiği için Bulgaristan’a
gitmişti. Münevver’in söylediği bir parkta atkestanesi ağaçlarının altında gezdi. Münevver rica ettiği için
bu parkta atkestanelerinin altında oturdu. O günlerde Türk gazetelerinde; “Kızıl Şair Nazım Hikmet’i
öfkeli Türk köylüleri Bulgaristan’da öldürdüler” diye bir havadis çıktı. Çok arzu ettikleri şeyi hakikat
yapmakta biraz acele etmişlerdi.
Halbuki Nazım Bulgaristan’da Bedrettin Destanı’ndan bir kahraman gibi karşılanacak. Beş yüz sene
önceki isyanların at üzerinde dörtnala koştukları Deliorman yollarından geçmek isteyecek. Bu yollarda da
Bedreddin’in; “Hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber
sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yarın yanağından gayrı her yerde hep beraber
diyebilmek...” hayalini gerçekleştirmek için onlara yardım etmek isteyecek. Deliorman köylerine gidecek.
Onlarla dertleşecek. Dobruca’da, Guslar köyünde bir kooperatife onun adı verilecek. Rodop’ta bir dağ
köyü olan çiftlik köyüne “Nazım Hikmet” adı verilecek. Bütün dünyada çıkmaya başlayan kitaplarından
gelen ilk para ile köylülere bir sovyet kamyonu satın alıp hediye edecektir.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 14
Karlı kayın ormanında
yürüyorum geceleyin
Efkarlıyım, efkarlıyım,
elini ver nerde elin?
...................................
Memleket mi, yıldızlar mı,
gençliğim mi daha uzak?
Kayınların arasında
bir pencere, sarı, sıcak
...................................
Yedi tepeli şehrimde
bıraktım konca gülümü
Ne ölümden korkmak ayıp
ne de düşünmek ölümü.
Çiğdemim Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi Demirbaş No: 9028, Araştırma Böl
BİRLİKTE GÜÇLÜYÜZ !
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 15
TİLLY’NİN DİYABETİ
H. Fatoş Gür - Ayrancı
Değerli Dostlarım,
Diyabet konusundaki yazılarımızı yeniden güncellemek
üzere çıktığım yolda, bizler gibi kedisine diyabet teşhisi
konulduktan sonra yaşadıklarını ve tüm deneyimlerini
diyabetik kedi sahipleri ile paylaşmayı hedefleyen Kirsten
Roomp’un hazırladığı, mütevazı ama dolu dolu “Tilly’s
Diabetes” web sitesine rastladım. Hekimlerimizin ya da
araştırmacıların sunduğu bilgiler kadar, bizimle benzer
sıkıntıları yaşamış olan Kirsten ve Tilly’nin deneyimlerinin
de, diyabetle yeni tanışan dostlarımız için çok önemli
bilgiler içerdiğini, yol gösterici olacağını düşündüğümden, özel iznini alarak sitesindeki yazıları
sizlerle paylaşacağım.
Aşağıda, Tilly’nin diyabetine dair önemli bağlantılar verilmektedir. Kirsten’in diğer yazılarını da
sitemizde yayımlandıkça, sizlere duyuracağım.
Özel sorularınız olursa, doğrudan Kirsten Roomp‘a ya da sitemize yazarak, görüşlerini
alabilirsiniz. Kirsten’in anlatımıyla Tilly’nin hikayesine başlayalım...
Sağlıcakla, patili kalınız…
“Tilly, Almanya’da yaşayan kısırlaştırılmış bir kediydi ve Mart 2004’ten Mart 2005’e kadar diyabet
hastasıydı ve Lantus® adlı insülin ile remisyona (hastalık belirtilerinin sönmesi) girebildi.
Bu siteyi, diyabetik kedisi olan insanlara yardım etmek için kurdum. En önemli bilgileri, özellikle de
Tilly’nin diyabetinin ilk teşhis edildiği günlerde benim ihtiyaç duyduğum ancak aylarca zorlukları
yaşayarak öğrenmek zorunda kaldığım bilgileri, paylaşmaya çalıştım:
● Diyabetik bir kedi için en iyi beslenme şekli nedir?
● Hangi insülin regülasyonu (düzene girmeyi) sağlar ve en yüksek remisyon oranına
sahiptir?
● Kedilerde Lantus ve Levemir’in en etkili doz protokolü ne olmalı?
● Kedi diyabeti ile ilgili en yeni bilimsel araştırmalar nelerdir?
● Başka nelere dikkat etmeniz gerekiyor?
● Ben bir veteriner değilim, sadece kedimin hastalığı nedeniyle diyabetle tanışmak zorunda kalan
biriyim.
Tilly’nin veterinerlerine, remisyonla ilgili doğru yolu gösteren bilim adamlarının en son araştırmalarını
bulup, bilgileri güncelledikleri için teşekkür etmek istiyorum.
Ve Tilly’ye teşekkür ederim: her zaman sağlığını kazanman için bir çare bulmak üzere elimden gelenin
en iyisini yapacağıma olan güvenin için. Yaşamının sonuna kadar diyabet açısından remisyondaydın.
Eylül 2012’de seni kronik böbrek hastalığından kaybettim. Seni çok özledim.
Kirsten Roomp…”
Kaynak: https://www.diyabetikkedi.com/tillynin-diyabeti/
Tilly’nin Medikal Öyküsünü okumak için tıklayınız…
https://www.diyabetikkedi.com/tillynin-diyabeti-insulin-protokolu/ için tıklayınız…
https://www.diyabetikkedi.com/tillynin-kan-sekeri-degerlerine-dair/ tıklayınız…
Tilly’nin Sonraki Uygulamaları için tıklayınız…
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 16
TUR ABDİN BÖLGESİ
Turhan Demirbaş- Başak Sitesi
Mardin Gezimizde, Midyat ve Hasankeyf sonrası Mardin’e yakın bir yerde bulunan
Deyrulzafaran manastırına gittik. Manastırın içerisindeki gezimiz sırasında kilisenin altında
bulunan dik ve zor bir merdiven ile inilen Güneş Tapınağı’nı gördük. Eski insanların güneşe
taptıklarını gösteren bu ibadet yeri görülmesin diye üzerine manastır yapılmış. Dinler ortaya
çıkmadan önce bu tip güneş tapınakları çokmuş. Bu arada manastır içerisinde 50’ye yakın aile
ikamet edebilmektedir. Kilise cemaati bu toplulukla ayin yapabiliyor. Manastır arazisinde tarım
yapıyorlar ve badem ağaçlarından ürün
topluyorlar.
Her dinin veya her mezhebin kendine
has kutsallığı olan yerleri vardır.
Yahudiler için Kudüs coğrafyası,
Müslümanlar için Mekke ve Medine
coğrafyası nasıl kutsal ise; Kuzey
Mezapotamya’nın bir parçası olan “Tur
Abdin” Ortodoks Süryaniler için kutsal bir
coğrafyadır. Cizre, Mardin, Hasankeyf ve
Nusaybin’in içinde bulunduğu Doğu
Hıristiyanlığın bu yüksek platosu, Süryani
Cemaati için kutsal bir bölgedir. Bu
coğrafya içerisinde 107 adet kilise ve
manastır bulunmaktadır. Bu kadar tarihi, dini mabedin bulunduğu bir başka coğrafya
yeryüzünde bulunmamaktadır.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 17
OĞUL
(Berfin Bahar Dergisi/Ekim 2018 sayısından alınmıştır)
Fazilet Ünsal Eliaçık – 100. Yıl Mahallesi
Bir ay olmuştu oğlu gideli.
Ömrünün bunca yıllık acı tortusu yumruk olup oturmuştu yüreğine Sumru’nun. Artık pek genç
sayılmayan narin yüz hatları kırışmış, geçmişteki sıra dışı güzelliğin izlerini taşıyan teni solmuş, hep
ışıldayan hareli gözleri iki kan çanağına dönmüştü. Dalıp gidiyordu haftalardır; perdeleri sımsıkı kapalı,
kapı-pencere duvar olmuş, ses soluk kesilmiş komşu evin bahçesine. Nasılda her şey tepe taklak
olmuştu. On yıllık dostluk yalan olup bitmişti iki gencin sevdasıyla.
Dışarıda erken gelen yaz güneşinin aydınlığı, portakal çiçeği tomurcuklarının baharlı kokusu,
ağaç dallarında eğleşen serçelerin yorulmak bilmeyen cıvıltıları, odanın içini dolduruyordu. Sumru
hiçbirini duymuyor, görmüyordu. Beyni zonkluyor, kafasının içi cılk yumurta gibi sağa sola akıp
duruyordu kımıldandıkça. Karanlıkta kalmış, ıssız, kimsesiz, elsiz, ayaksız. Kolu kanadı kalkmıyor, işe
güce bakamıyor. Yemekten içmekten kesildi. Salondaki sokağı gören divana oturuyor, başı iki eli
arasında gözünü kırpmadan hep aynı yere bakıyor gün boyu. Her gün biraz daha uzaklaşan, kararan,
gizlenen, korkutan, canını yakan, kanını kurutan noktaya.
Yaşıyor mu? Düşte mi? Çok uzun yıllar öncesine mi dönmüştü? Bu kadar hızlı uçmamalı Sumru.
Yoksa hiç yaşanmamıştı, serap mıydı geçen yıllar? Boşuna mıydı tüm çabaları? Mutluluk çok uzaklarda,
bilinmeyen bir yerlerdeydi, ya da hiç olmamıştı. Tam yakalamışken, avuçlarımda derken,
kucaklamışken…
Duygu ve düşünceleri sık sık geçmişin en derinlerini, bir daha hiç yaşanmayacak sandığı, hazan
yapraklarıyla savrulduğu yılları, dilsiz yalnızlıklarını ziyaret eder olmuştu; oğlunun gidişiyle canlanan,
yoksunluk devşirdiği gençlik anılarını: Bir çıkış yolu, açılacak bir kapı-pencere, doğacak gün, ufacık bir
ışık…
Kasabanın iki gözde okulu: Kız ve erkek sanat okulları. Anne babalar bu okullara giden
çocuklarının okumaktan başka bir şey düşünmemesini isterler. Eli ekmek tutmadan birine kapılıp
gitmeleri, yeni yetmesi olan bütün büyüklerin korkulu rüyasıdır.
Erhan, Erkek Sanat Okulu son sınıfa gelmeden gönül eşini, ruh ikizini bulmuştu: Kız sanat okulu
öğrencisi, komşu kızı Sumru. Bakkal Ali İhsan’ın ve Antepli Pembe’nin kızı. Tek kusurları babanın içkici,
karısının kaçakçı olması! “Bir sigaram bir de içkim. Kumara, karıya, kıza gitmem; hırsızla uğursuzla
yoldaşlık etmem!” dese de. Tez zamanda siroz olup öldü, Pembe’yi kara günlere bırakarak.
Altı çocuk, bakkal dükkânı, Antep yolları, kızının dillere düşmesi; kambur üstüne kambur. Bunlar,
Erhan’a tutkun güzel, becerikli Sumru’nun suçu gibi görülse de. Mahallede duyulmasıyla Erhan’ın babası
Nihat Usta’nın dünyası yıkıldı. Eşi Mihriban Hanım o kadar karşı olmasa da oğluna gönül koymuştu,
kırılmıştı. Yüzüne bakmaz oldu o günden sonra. İşin kötüsü Sumru’nun ve Erhan’ın ailesi aynı mahallede
bir sokak arayla oturan, on yıllık komşuydular. Alışveriş ve selam sabah kesildi.
Pembe, Gaziantep pazarından aldığı yurda kaçak olarak getirildiği konuşulan işlemeli örtüleri,
fincan takımlarını, süs eşyalarını, çeyizlik kumaşları satmaya, altı evladını okutmaya, kızlarının sandığını
düzmeye devam ediyordu, dedikodulara kulak tıkayarak.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 18
Nihat Usta, okul çıkışı tamirhanede yanında çalışan oğlu Erhan’ı bir daha gözüme görünmesin
deyip işten çıkardı, haftalığını kesti, adını anmaz oldu. Göçmen inadı tuttu, kimseyi de konuşturmadı,
aracı olmaya çalışanlara da bağırıp azarlayarak kalbini kırdı.
“Ne günah ettim, sevmek suç mu?” diye düşünmekten, sağa sola, büyüğe küçüğe kendini
anlatmaya çalışmaktan yoruldu, hasta oldu, yataklara düştü Erhan. “Benim evladım değil, bana baba
demesin!” sözü de yüreğine oturdu, midesine çöreklendi sarı sancı. Askerlik görevini bitirince kaçırdı
Sumru’yu.
Kasaba küçük, öksürsen duyulur yan yana sıralı evlerden; gizlisi saklısı olmaz konu komşunun.
İki dünürün kafasını ne yana dönerse dönsün sabah akşam birbirini görebileceği iki sokak arasında bir
eve yerleşti yeni evliler. İkisinde de altın bilezik kollarında. Sanat okulunu bitirmiş, zanaat öğrenmişler.
Erhan, babasının işyerinde yetişip atölyesini açan çocukluk arkadaşının yanına girer aylıklı
çalışmaya. Sumru dikiş makinesini, çeyizini, eşyalarını getirir evinden birer ikişer. Pembe anne, bronz
başlıklı çift kişilik somya, elbise dolabı, küçük bir büfe alır. Antep’ten, çarşı pazardan bir eve ne
gerekiyorsa ufak tefek, kap kacak bir tamam getirir. İki odası, bir küçük mutfağı, önünde küçük bahçesi
olan, Dul Meryem’in kiralık evi sırça köşkten hallice yuva olur Erhan’la Sumru’ya.
Pembenin desteği, Erhan’ın aşkı, Sumru’nun ışıldayan ela gözlerinin sıcaklığı yeterli olmaz
üşütür, soğutur yuvayı bir kenarından. Erhan’ın yedikleri, içtikleri, işittikleri dokunur midesine; kazır,
yaralar, kanatır içini. Genç yaşta adı konur hastalığının; illetlidir, marazlıdır, ciğeri-midesi örselenmiştir.
Sumru gözü gibi bakar, başucundan ayrılmaz, elini bırakmaz Erhan’ın. Hep çalışır, didinir, kuş sütü eksik
etmez sofrasından. Eşi yoldaşı, merhemi ışığı, kolu kanadı olur.
Hamile kaldığında, oğlu olsun ister, gündüz düşlerinde. Adını Nihat koyacak, kayınpederinin
kucağına verecektir. “Bak o zaman nasıl biter bu küslük!” Dik durmaya, aldırmaz görünmeye çalışır
Sumru; içinden geçenleri belli etmez Erhan’a, derdi katmerleşsin istemez.
Soğuk bir kış gecesi kızları doğar mavi gözlü, sarı saçlı; sevinir karıkoca biraz buruk. Özay adı
verilir minik bebeğe. Gözbebeğinde ufacık beyaz bir nokta vardır; devamlı gözleri sulanır, ara sıra kayar
bakışları Özay’ın. Şehre özel doktora götürür, ameliyat ettirir kısıtlı geliriyle. Ne sevmekten, ne
gülümsemekten ne de çalışmaktan bir an olsun vazgeçmez Sumru. Dikiş makinesinin başında yarı
uykulu sabahladığı; elektrik kesilince yaktığı gaz lambasının titrek, cılız ışığında yorgun geceler biriktirir.
Sütü kesilir lohusa kırkı dolmadan. Her sabah, Erhan’ın babasının evine bitişik oturan Yörükler’den yeni
sağılmış inek sütü satın alır, bebeğine içirir.
Baba adını koymak kısmet olmaz bir türlü; üç kızları daha olur bir buçuk iki yıl aralarla. Ne
Sumru’nun ne de Erhan’ın barışma umutları yine de yok olmaz. Özay okula başlar; dede, babaanne
kucağına oturamadan. “Üç günlük dünya, Pembe çekti gitti Antep’e yerleşti. Bunlar iki başına didinir
durur. Gel, inat etme Nihat Usta!” diye dil dökerler nazının geçtiğini düşünenler. “Hatırımı kırmaz, beni
sever sayar” dediği arkadaşları. Nuh der Peygamber demez.
Pembe’nin kocaman bahçeli, içinde fıskiyeli havuzu olan, mobilyalı, beş odalı, betonarme, koyun
ayağı merdivenle çıkılan evine yerleşirler. Sumru’nun erkek kardeşleri evlenip gitmişlerdir. İki kız
kardeşine peş peşe kısmet çıkar, gelin olurlar. Artık çocuğum olmaz, bu yaştan sonra korunmasam da
olur derken yine hamile kalır Sumru. Hem de ne aşerme? Yemeden içmeden kesilir. Öğüre kusa, dokuz
ay on gün geçer. Nihat dünyaya gelir. Tıpkı dedesini andırır. Ağzı, burnu, gözü kaşı; hani hık demiş
burnundan düşmüş denir ya. O kadar olur ancak. İnadı benzemesin isterler.
Evde konuşulmasına kızmamaya başlamış bunca yıldan sonra Nihat Usta, o kadar. Ne gördüğü
yerde dönüp bakarmış torunlara, geline, oğluna; ne kapısına gelebilirler, ne de babaanne, halalar,
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 19
amcalar gönül rahatlığıyla gidebilirler, adaşı torunun kapısına. “Dini bayramlarda küslük olmaz, gelsinler
elini öpsünler” diyenleri de konuşturmamış. Sonunda karısı Mihriban bile pes etmiş. “Kan davası var
sanki aramızda; gâvur inadı tuttu, yatacak yeri olmayacak öte dünyada!” deyip noktayı koymuş.
“Öyle evlatlar yetiştireceğim ki, gurur duyacaksınız” diyormuş Erhan annesine, “babam
yaptığından utanacak!”. “Böyle gelin dostlar başına” diye konuşur komşular, hısım akraba. Hem
kardeşlerine, hem hasta kocaya, beş çocuğa bak. Öylede güzel giydirir çocuklarını, kendisine özen
gösterir. Gençliği, güzelliğiyle ablaları gibi durur beş çocuğunun yanında. Annesi baba memleketine
yerleşmiş, babasını küçük yaşta kaybetmiş, bütün gücüyle ailesine, eşine, işine sarılmış, tutkuyla, aşkla;
bıkmadan, yüksünmeden.
İnadı dededen, güzelliği, sevdası ana babadan; nazar değecek, göz kalacak pırıl pırıl bir delikanlı
olmuş Nihat. Armut dibine düşer dedikleri bu olmalı; soydur çeker dedikleri. Bu defa kızın babası
istemiyormuş Nihat’ı. Hani annesini Nihat dede bir türlü kabullenmemişti ya. Büyük lokma ye büyük söz
söyleme deyişi bunu anlatır mı? Dedelerin hesabını, günahını torunlar mı ödüyor?
Ülkenin Güneydoğu illerinden birinden gelmişler, aralarında kan davası olan aileden kaçarak.
Küçük yerdir, burası akıllarına gelmez, can korkusu olmadan yaşarız diye düşünmüşler. Sumru’nun kanı
kaynamış, yakınlık duymuş yeni komşularına. Şiveleri, yemekleri, oturup kalkmaları, kırık konuşmalarıyla
bir sıcaklık taşımışlar, görüştükçe; birbirlerinin evine gidip geldikçe. İyi anlaşmışlar aile olarak. Arkalı
önlü oturduklarından birbirlerini görmedikleri an yokmuş. İçli dışlı olmuşlar. Sevmişler birbirlerini Nihat’la
komşunun çakır gözlü kızı Berfin.
Babanın aklının almadığı da bu olmuş. “Evimize girip çıktıkça kızımıza, namusumuza göz
koymuş!” diyormuş da başka bir şey demiyormuş. İnsanlar çift yaratılmış denir ya bu da ikinci Nihat
baba! Kor düşmüş Sumru Ana’nın yüreğine. Adaklarla doğurup büyüttüğü, dört kız evladından yıllar
sonra kucağına aldığı, ne umutlarla, zorluklarla okuttuğu, gözünün nuru aynı sıkıntıları, acıları
yaşayacak, aynı kaderi mi paylaşacaktı ana babasıyla? Buna acılı yüreği dayanamazdı. Berfin’in babası
canı gönülden onay vermezse bir adım bile atmamasını söylemişti oğluna, dilinin döndüğünce.
İstemeye gelenleri kovmaktan beter etmiş kızın babası; sanki bunca zamandır görüşmemişler,
aynı sofraya oturmamışlar gibi, bir fincan kahveyi bile çok görmüş kapı komşularına. Namusuna leke
geldiğini düşünüyormuş sağlıksız aklınca. Kızıyla Nihat’ın buluşup anlaşmalarını kabul edemiyormuş,
çok kötü bir şey yapmışlar gibi. Ya da inat, anlamsız, gerekçesiz ayak direme. Dediğim dedik, çaldığım
düdük diyen tiplerden.
Ne aşka sınır çiziliyor ne de gönül ferman dinliyor. Bunca şarkı türkü boşuna mı söylendi; aşk
hikâyeleri, romanlar, destanlar. Ferhat dağları deler, Mecnun çöllere düşer aşkından; Nihat da tutar
elinden sevdasının, binerler Antep otobüsüne, dayıların yanına, anneanne yurduna kaçarlar bir gece.
Gizlice. Tıpkı yıllar önce anne babasının yaptığı gibi. “Burada bulamaz Berfin’in babası; istese de
gelemez kanlıları yolunu gözlerken.”
Sumru’nun yaralı yüreği nasıl dayanır özleme; ne kadar katlanır ayrılığa, sabahlara kadar
uykusuz gecelerde yıldız gözleyerek. Telli duvaklı gelinini, damatlık giymiş biricik oğlunu evinin
kapısından girerken göremeyecek mi? Davullu zurnalı düğününü, kınasını. Askerliğini bile yapmamıştı.
Ne iş tutar, nasıl geçinirdi gurbet ellerde. Pembe anne elden ayaktan düşmemişti, ele güne muhtaç
etmez, aç açık bırakmaz onları ama. Düşünür durur Sumru, ışımayan kara gecelerde, eli kuş gibi
çırpınan böğründe.
Bir ay olmuştu Nihat’la Berfin gideli.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 20
Karşı komşunun oğlu Zafer’i sever, Berfin’in babası; sözüne kıymet verir. Ne zaman başı sıkışsa
işi düşse koşup gelir Zafer de. Hep yanlarında olmuştu bu güne kadar. Hastaneye götürmüştü tansiyonu
yükselip fenalaştığında; ortak kurban keserlerdi her bayram, güvenirdi Zafer’e. Sumru gece gündüz
düşünmüş durmuş, oğlunu, gelinini, küs kalmaya dayanamadığı dünürü komşusunu. Zafer’le
konuşmuşlar karşılıklı, günlerce, uzun uzun, yüreği pır pır ederek, içi yanarak.
“Önümüz bayram, gelsinler!” demiş baba, yeni evliler için; aracı olan Zafer’in sözünü ikiletmemiş.
“Karını da alır gelirsiniz dördünüz birlikte. Bir cahillik etmişler, aile içinde dargınlık olmaz, biz büyükler
görevimizi yapalım, usulünce, gücümüz yettiğince!” Umulandan da sakin ve kararlılıkla, büyük bir
olgunlukla, tane tane konuşarak kapıya kadar geçirmiş Zafer’i. Yüreğine su serpilmiş duyunca her iki
annenin de; sevinçle ışımış yüzleri, gözleri.
Arayı soğutmadan, söz üstüne söz söyletmeye kalmadan gelivermiş Nihat’la Berfin, başları eğik,
sevda yangını yüzle, titrek bakışlarla; yanlarında dünya ahret dost bildikleri, kardeşten öte arkadaşlarıyla.
Ayakta karşılamış baba evlatlarını, solgun bir yüzle, tutuk, duruk. “Önce sen gel bakalım!” demiş
kızına, ağza alınmayacak bir küfürle. Belinden çıkardığı tabancasıyla ateş etmiş birkaç el. Sonra Nihat’a,
Zafer’e ve Zafer’in eşinin göğsüne boşaltmış tüm mermileri.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 21
MASALNAME
Erdoğan Feyzioğlu - Kardeş Masallar Proje Yürütücüsü
Bir Dünya Kültür Mirası olan KARDEŞ MASALLAR’ın derlenme ve yeniden yazılmasının öyküsü.
Yıldızı bol lacivert geceler
Köydeki birçok aileye göre daha aydın bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Evlerinin kapısı, gelip geçen her misafire açıktı. Yemekler kalabalık bir şekilde
yenir, ozanların söylediği şiirlere, türkülere eşlik edilir, karın damları kapattığı,
tipinin esip savurduğu uzun kış gecelerinde masallar (nağıllar), destanlar hep
birlikte okunur, arkası yarın diyerek öğrenme arzusu daha da artardı. Yaylaya
çıkıldığında, geceleri ışıl ışıl bol yıldızlı lacivert gökyüzünün altında, yaşlıların
anlattığı masallar keyifle, merakla dinlenirdi. Dinlediği masalları biriktirmeye
başladı. Hiç unutamayacağı o büyülü hikâyelere, masallara günün birinde tüm
hayatını adayacağını biliyor muydu?
Masal Dede
Yücel Feyzioğlu
Berkut Masalların İzinde Büyüdü. Kalemini asa yaptı, yola koyuldu, az gitti uz
gitti, dere tepe düz gitti… Peşine düştüğü, dört bin yıllık bir mirastı.
O’ndan önce hiç kimse kalkışmamıştı buna. Çocuklarımız yabancı
kültüre yöne (lti)liyor, kendi kültürleri ile büyümedikleri için
geçmişlerinden kopartılıyor, anadillerini iyi öğrenemedikleri için kültürel
kimliklerini oluşturamıyor, toplumdaki çatışmalı ortam anlamsız bir
şekilde devam edip gidiyordu. Aklı almıyordu. Çocukluğuna borcu
olduğunu düşündü. Çocukken gözlerini ve kulağını ayırmadan dinlediği
dedelere, ninelere, çocuklarımıza ve bütün dünya çocuklarına...
Neden sonra, otuzbeş yıl boyunca yürüdüğünü fark etti. Yoluna çıkan canavarların, peri kızlarının,
ejderhaların, kuşların, padişahların sayısını bile unutmuştu. Gezgin, hepsini heybesine doldurdu,
yaşadığı yere geri döndü. Artık gördüklerini başka insanlara anlatma zamanıydı. Düşündü; kim inanırdı ki
bunlara? Tulpar’lar, Berkut’lar, Ayı Kulaklar, Şirince Şeşen’ler, Sadık Dede’ler, Ağca Nine’ler, Ongey
Dayı’lar, Yartı Kulak’lar, Aldar Köse’ler, Mirza Memed’ler, İristu’lar, Cırttan’lar,
Çilbik’ler, konuşan hayvanlar, su yerine bal akıtan dereler… Yine düşündü;
kendisi inanıyordu ya! Işıl ışıl bol yıldızlı lacivert gökyüzü altında, bunları yıllar
yıllar önce dinleyen o çocuk inanmış ve peşinden gitmişti ya! Şimdi, yıldızları
azalmış gökyüzü altında, bol ışıklı şehirlerde ve köylerde bunlara inanmaya hazır
milyonlarca, milyarlarca çocuk onu bekliyordu.
Çocukların sevgili Masal Dede’leri araştırmacı yazar Yücel Feyzioğlu, ömrünü Şirince Şeşen
verdiği bu çalışması süresinde 15 ülkeyi, 10 topluluğu, 10 bölgeyi gezdi.
Yaşlılardan, ozanlardan, bahşilerden, kamlardan dinlediği masalları kaydetti,
kaynak kitapları ve kitaplıkları inceledi.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 22
Çalışması için yeni diller öğrendi.
Bu çalışma, Kaşgarlı Mahmut’tan sonra aile ve çocuklar için yapılmış en kapsamlı
ilk çalışmadır.
Yazdı. Yazdığı dünya kültür mirasıydı, dünya kültür mirasına eşsiz bir not düştü.
Anlattı. Anlattıklarına tüm çocuklar inandı. Ve büyükler de.
Masal Dede’miz, Türk Dünyası, Anadolu ve Mezopotamya’nın sıcacık ve kadim
masallarından oluşan KARDEŞ MASALLAR’ı, KARDEŞ MASALLAR KİTAPLIĞI
başlığı ile 32 ciltlik kitapta bütün dünya çocuklarına armağan etti.
Murkumomo
Yücel Feyzioğlu. Masal toplayan, masallarımızı günümüzün psikolojik ihtiyaçlarını dikkate alarak yeniden
yazan modern bir seyyah.
Günümüzün Evliya Çelebi’si. Ömrünü verdiği seyahatlerden ışıl ışıl dönmüş, heybesinde biriktirdiği
hazineyi bütün çocuklara armağan etmiştir. Eline, emeğine, yüreğine sağlık sevgili Masal Dede’miz.
Sana sağlıklı ve mutlu uzun ömürler, bol okurlar diliyoruz.
Bu hikâye, O’nun Masalname’sidir.
TATAR MASALLARI
YAŞLILARI NE YAPMALI?
Yücel Feyzioğlu – Masal Dede
DENEME Geçmiş zamanın birinde genç bir han varmış: Çalışkan, diri, yakışıklı. Varsıllığı çok,
toprakları geniş... Çalışacak çok insana ihtiyacı varmış. Fakat yaşlılar çalışamazmış. Genç insanlar da
yaşlılara baktıkları için birçok iş yarım kalırmış.
Han kızmış: “Bu yaşlıları ne yapmalı?” diye vezirine, kizirine sormuş.
Sonunda yaşlılar hakkında ölüm kararı çıkarmış: “Kimin yaşlısı varsa
öldürecek! Kim öldürmezse, ben onu öldüreceğim!..” demiş.
Herkes korkuya kapılmış. Ama ne korku... Yaşlıları öldürmeye
başlamışlar. Ama Eget adında bir delikanlı babasına kıyamamış. Yerin
altına bir dehliz eşip yaşlı babayı oraya saklamış.
Bir zaman sonra komşu çar ile han arasında savaş ilan edilmiş. Bütün
gençler silahları kuşanıp atlara binmiş. Eget savaşa gitmeden önce
yaşlı babasını ziyaret etmiş: “Bir öğüdün var mı babacan?”
“Savaş kolay değil oğul,” demiş baba. “İki ülke de güçlüdür, savaş uzun
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 23
sürecek. Aç, susuz kalacaksınız!” Derinden bir iç geçirmiş. “O kadar aç kalacaksınız ki hanın atı dahil
atlarınızı kesip yiyeceksiniz. Sen atını kesme! Atı hana ver!”
“Ama baba o seni öldürmek istedi.”
Yaşlı baba sözünü kesmiş: “Han atsız olmaz! Askerlere sesini yetiştiremez, anayurdumuz elden
gider.”
Eget, babasının boynuna sarılıp ellerinden öpmüş.
Baba: “Daha sözüm bitmedi,” demiş. “Atı kesmek zorunda kalırsan eyeri bırakma, geri getir. Seninle
alay edebilirler, aldırma! Ne kadar ağır da olsa eyeri kendi sırtına bağla ve getir. Eyer atsız kalmaz.
Eyer yoksa at bulunmaz...”
Eget, yola koyulmuş. Gerçekten de savaş çok uzun sürmüş, her iki taraftan da binlerce insan ölmüş.
İki taraf da birbirini yenememiş. Aç kalmışlar, sonunda atları kesip yemişler. Han da atını kesmiş ama,
Eget kesmemiş. Bir süre sonra Han: “Atı kes artık!” diye buyruk vermiş. Atını o da kesmiş.
İki taraf da aç bilaç, savaşa ara vermek zorunda kalmışlar. Herkes yayan yapıldak geri dönmüş. Kimi
atın eyerini, dizginini birlikte almış, kimi orada bırakmış. Yol uzun, takatleri yok... Eyeri taşıyanlar da
yükten kurtulmak için eyerleri atmışlar, Eget atmamış. Yürümüşler de yürümüşler, iyice yorgun
düşmüşler. Her biri içinden: ‘Ah bir at olsa! Atsız Tatar mı olur?..’ diyormuş. ‘Bir at olsa da binip
evimize gitsek...”
Gerçekten de süt beyazı bir at dağdan süzülerek çıkıp gelmiş, şahlanıp ortada dönmüş. Herkeste bir
heyecan!.. Her biri onu yakalamaya çalışmış... Fakat at çifteler savurmuş, kişnemiş, şahlanıp kaçmış.
Dağı dolanıp Eget’in yanına gelmiş.
Eget: “Teşekkür ederim,” demiş. “Gel gir bu eyerin altına!” Beyaz at sevinçle eyerin altına girmiş,
başını Eget’in omzundan aşırmış.
Eget, hana yaklaşmış: “Buyur hanım, bu at size yaraşır. Binin,” demiş.
Han, sevinçle ata binmiş. Yola devam etmişler, bir süre sonra bir deniz kıyısına gelmişler. Kent yakın.
Eve ulaşmaya az kalmış. Deniz kıyısında biraz dinlenmeye karar vermişler. Deniz dimdik derinleşiyor,
dibinde göz alıcı bir pırıltı görünüyormuş. Altın mı, pırlanta mı, belli değil.
Han: “Dalıp çıkarın!” diye buyruk vermiş. Dalan boğulmuş, dalan boğulmuş. Akşam olmuş, pırıltı yok
olmuş.
Han: “Burada yatalım, o pırıltıyı yarın çıkaralım,” demiş. Yatmışlar. Eget gizlice koşup babasına
ulaşmış. Kucaklaşmışlar. Eget deniz kıyısındaki pırıltıyı anlatmış. “Nasıl çıkarabiliriz?” diye sormuş.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 24
Baba gülmüş: “Ey oğul, o pırıltı denizin altında değil,” demiş. “O pırıltı çınar ağacının tepesinde paha
biçilmez bir elmas taşıdır. Denize yansıyor. Han’ın yaşlı dedesi oraya koydurdu ki, darda kalan onu
alsın!”
Eget, dönüp gizlice askerlere katılmış. Ertesi gün şafakta uyanmışlar. Han, askerleri yine denizin
kıyısına dizmiş. Pırıltı aşağıda. “Haydi bakalım, sırayla dalacaksınız,” demiş.
Eget öne çıkmış: “İnsanlar ölmesin hanım, bırakın onu ben alıp geleyim!”
Han izin vermiş. Herkesin şaşkın bakışları arasında Eget çınar ağacına tırmanmaya başlamış. Biraz
sonra elinde paha biçilmez elmasla inip gelmiş: “Buyurun hakanım!”
Han şaşıp kalmış. “Dün neden indirmedin?”
“Bilmiyordum!”
“Kimden öğrendin? Bu aklı sana kim verdi?”
Eget heyecana kapılmış: “Babam!” diye ağzından kaçırmış.
“Neee?! Baban mı?”
Eget korkuya kapılmış ama artık saklayacak durum kalmamış:
“Evet babam. Beni öldürseniz de artık gerçeği söyleyeceğim. Siz buyruk verince ben babama
kıyamadım, onu bir dehlizin içinde sakladım. Başım dara girince o bana yol gösteriyor.”
Han, bir süre düşünceye dalmış. Sonra: “Haydi gidiyoruz!” diye buyruk vermiş. Bitkin halde kente
dönmüşler: “Çabuk git babanı getir Eget,” demiş.
Herkeste bir korku bir heyecan: Eget’in babasını da kendisini de öldürecek diye beklemeye
başlamışlar.
Eget, dehlizden babasını çıkarıp getirmiş. Han, eğilip adamın elinden öpmüş:
“Yaşlıları öldürdüğüm için bağışlayın beni. Akıl danışacağımız kimse kalmadı. Siz bana başdanışman
olun,” demiş. Eget’in babası kabul etmiş.
Han, bu kez Eget’e dönmüş: “Ölümü göze alarak babanı sakladığın için seni kutluyorum,” demiş.
“Meğer deneyli insan ne kadar önemliymiş. Seni kendime başvezir ilan ediyorum...”
O günden sonra hanın işleri başarıyla yürümüş, yaşlılar küçükleri sevmiş, yol göstermiş, küçükler de
yaşlılara saygı duymuş, onlara hürmet etmekte kusur etmemiş... Bu masal da burada bitmiş. Gökten
üç elma inmiş, birini anlatan, birini yazan, birini de okuyan yemiş...
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 25
ÇİĞDEM MAHALLESİ MUHTARLIK
ÇALIŞMA RAPORU
Sevgili Komşularımız,
45.Raporumuzda mahallemizde yapılan ve yapılması devam etmekte olan
çalışmalar ve yaptığımız görüşmeler hakkında bilgileri paylaşıyoruz.
1. İnsan yaşamında uzun olmasa da günlük yaşamımızda bize uzun gelen bir süreyi
geride bıraktık. Dünyayı saran pandeminin, günlük yaşamımızı bir süre daha kısıtlandıracağı,
konunun uzmanları tarafında dile getirilmektedir. Daha yaşanır bir dünya için bu kısıtlamalara
bir süre daha katlanmamız ve rehavete kapılmamamız gerekmektedir. Uzmanlar tarafından
belirtilen kurallara ne kadar uyarsak, bu salgından o kadar kısa zamanda kurtulacağımız
bilinmektedir. Bu süre içerisinde aklımızdan geçmeyecek durumlarla karşılaşabiliriz. Zor bir
süreç ama biraz sabır ve umut… Hepimizin dileği bu süreyi en az zararla atlatmaktır.
2. Cumhurbaşkanlığı tarafından gönderilen maske ve kolonya dağıtımı (65 yaş ve üzeri
için) tamamlanmıştır. 2424 adet kolonya ve maskenin dağıtımı mahallemizdeki 4 devlet
okulunun müdürü, müdür muavinleri ve muhtarlık tarafından 2 gün içerisinde yapılmıştır.
3. Çiğdemim Derneği ve Muhtarlık birlikte Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur
Yavaş’ın başlattığı kampanyaya destek olmak amacı ile komşularımızın bize teslim ettiği
30.000 TL üzerinde parayı mahallemizdeki ve Ankara’nın farklı mahallelerindeki bakkallara
“ VERESİYE DEFTERLERİNİ KAPATMA” kampanyası kapsamında verdik. Bu konuda detaylı
bilgiyi çok yakında sizlerle paylaşacağız. Destek veren bütün komşularımıza teşekkür ederiz.
4. Ankara Büyükşehir Belediyesinin Çiğdemim Derneği’ne verdiği gıda kolilerini ihtiyaç
sahiplerine, muhtarlık ve dernek işbirliği ile ulaştırdık.
5. Yardım ettiği kişiyi görmek isteyen ve yardım talep eden eden kişileri birbirleriyle
buluşturduk. Bu yardımın bizim tarafımızdan ulaştırılmasını isteyen komşularımızın verdiği
bağışları, biz ihtiyaç sahiplerine ilettik.
6. Sokağa çıkma yasağı olan günlerde gazete dağıtımını organize ettik. Dağıtım organize
edildiği gibi devam etmektedir.
7. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarında komşularımızın
balkonlardan gösterdiği ilgi ve katılım için teşekkür ederiz.
8. 1 Mayıs Dünya Emekçilerinin birlik, dayanışma ve mücadele günlerini kutlarız.
9. Tüm gençlerimizin 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramınızı kutlarız.
10. Tüm annelerimizin Anneler Gününü kutlarız.
Mayıs ayında doğan komşularımızın doğum günlerini kutlar, sağlıklı günler dileriz.
EVİMİZDE KALALIM SAĞLIKLA KALALIM, EVDE HAYAT VAR
Çiğdem Mahallesi Muhtarı
Hasan Hüseyin Aslan
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 26
SALGIN İLE GÜNDEME GİREN SÖZCÜKLER
Zuhal Yüksel – Seğmen Sitesi
Önce salgına ve önceki aşamalarına bakalım.
Koronavirüslerin (CoV), soğuk algınlığından, Şiddetli Akut Solunum Sendromu (SARS-CoV) gibi daha
ciddi hastalıklara kadar çeşitli hastalıklara neden olan büyük bir virüs ailesi olduğunu biliyorduk.
Yeni Koronavirüs hastalığının (COVID-19), ilk olarak Çin’in Vuhan
Eyaleti’nde aralık ayının sonlarında solunum yolu belirtileri ile
gelişen, bir grup hastada yapılan araştırmalar sonucunda 13 Ocak
2020’de tanımlanan bir virüs olduğunu öğrendik.
Koronavirüsün geçirdiği “mutasyon”, dağarcığımıza “genom”
sözcüğünü ekledi. Bu arada mutasyonun DNA ve RNA’da
meydana gelen kalıcı değişimin adı olduğunu, genomun ise bir
organizmanın DNA moleküllerinin genetik yönergelerinin bütünü
olduğunu aktaralım.
Bu hastalık ile birlikte günlük yaşantımıza başka sözcükler de
girdi, bol bol tıbbi terimin yanı sıra, Batı dillerinden alınıp
Türkçeleştirilmiş kavramlarla ve savsözlerle tanıştık…
Önce, “pandemi” sözcüğünün dünya genelinde yaşanan salgın hastalık olduğunu anladık. Bu arada
salgın hastalığı “epidemi” olarak dile getirenler oldu.
Sayıları giderek artan “entübe edilen hasta” ile solunum cihazına bağlanan hastayı kastettiklerini fark
ettik.
“Filyasyon” sözcüğünün alan incelemesi olduğunu, yani vakanın bildirimi sonrasında, kaynağın, etkenin
belirlenmesi, önlemlerin alınması olduğunu öğrendik.
“Sosyal mesafe” kavramı biraz anlam değiştirerek önem kazandı. Aslında anlatılmak istenen fiziksel
uzaklık. ‘Kimseye yaklaşmayın’ ya da ‘Yaklaşmayın’ şeklindeki uyarı daha etkili olurdu.
Yıllardır kullanılan bulaşma sözcüğü yerine “bulaş” kullanılmaya başladı. Oysa, sözlüklerde ‘bulaş’
sözcüğü yok, bulaşmak eylemdir çünkü, ad değil.
Bildiğimiz zatürre “pnömani” oldu.
Zirve ya da doruk yerine nedense İngilizce “peak” ve bunun Türkçe okunuşu “pik” söylenmeye başlandı.
Bildiğimiz damlacık yerine “droplet”, bağışıklık yerine nedense “immün” kullanılmaya başlandı.
Bakteri, virüs, mantar gibi tek hücreli asalak canlıları öldüren “antiseptik” ve “dezenfektanları” var
gücümüzle kullanmaya başladık.
Bu yabancı tıbbi terimlerin birden üzerimize gelmesinde salgın sırasında sağlık uzmanlarının yaptığı
açıklamaların çok etkisi var elbette. Bu uzmanların kullandığı tıbbi terimlerin Türkçe olmaması, bir anda
topluma Latince, İngilizce vb. dillerde sözcüklerin yağmasına neden oldu.
Bu dönemin sona ermesiyle, zamanla yine Türkçelerini kullanmaya devam edeceğimizi düşünüyorum.
Ama bu durum, sağlık ve diğer alanlarda yabancı dildeki sözcüklerin ivedilikle Türkçe karşılıklarının
bulunması gerektiğine ilişkin bir uyarıdır. Dikkate almamız gerekir.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 27
ANKARA’NIN ESKİ KİTABEVLERİ(*)
Turhan Demirbaş - Başak Sitesi
Ankara’da, Cumhuriyet öncesinde Hacıbayram civarında ve Karaoğlan Çarşısında birkaç sahaf
dükkanı olduğu sanılmaktadır. Ermeni, Rum ve Yahudi halktan oluşan gayrimüslimlerin elinde
olan bu dükkanlar, sonradan Türklerin eline
geçmiştir. 1927 Ankara Ticaret Yıllığında
kitapçılar yoktur. Ancak kırtasiyecilere yer
verildiği görülmektedir.
1929 yılı Ankara Rehberi’nde üç kitapçı olduğu
görülmektedir. Ahmet Edip, Mehmet Kâmil,
Fazlıoğlu Bekir Efendi kitapçı olarak işlerine
devam ederler. Bu bilgiler o zamanın
yazarlarının anılarında yer almaktadır. Ahmet
Edip Bey Karaoğlan’da 1928 yılında dükkanı
açar, 1930 yılında oğlu Tarık Edip’e devreder.
Tarık Edip aynı zamanda Ankara’nın çeşitli fotoğraflarını “TE” damgasıyla kartpostal olarak
bastırmıştır. 200 civarında kartpostal olduğu sanılmaktadır. Ayrıca “Nusret Kemal Köymen”in
köy-köycülük üzerine yazdığı eserleri bastırmıştır. 1940 yılında İstanbul’a göçmüş ve 1996
yılında ölmüştür.
Bilal, Kemal ve Adil Beylerin 1932 yılında kurduğu “Akba”
Kitapevi ve kırtasiye dükkanı, Zincirli Camii karşısındaki
Büyük Apartmanın altında açılmıştır. Bankalar caddesinde
ve İstanbul’da şubeler açılmıştır. 1933 yılında Ulus şehir
bahçesinin karşısında il özel idaresi dükkanlarında şube
açılmıştır. Akba, İstanbul gazetelerinin ve dergilerinin ana
bayii olmuştur. Bilal Akba ve Adil Akbay radyo söyleşilerine
çağrılmış ve Hikmet Münir Ebcioğlu bu programını
sunmuştur.
Sabahattin Ali’nin eserleriyle yayıncılığa dönüş yapılan 1943 yılında “Akba’nın Türk
Muharrirleri Serisi”nden sırasıyla Kağnı-Ses, Değirmen-Dağlar ve Rüzgâr ile Kuyucaklı
Yusuf çıkarılır. Aynı seriden 4 kitaplık Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Halikarnas
Balıkçısı’nın ilk kitabı Aganta! Burina! Burinata! da yayımlanır. Aynı yıl “Tercümeler
Serisi” adıyla bir diziye başlanır. Lajos Zlahy’in İki Esir’i dönemin çok satan
romanlarından olur. Nikolay Gogol, Jack London, Erich Maria Remarque ve Maksim
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 28
Gorki’nin roman ve hikâyelerine seride yer verilir.
Yıllarca süren yayın faaliyetinde 100 kadar kitap yayımlayan Akba da, 1947’de 8
sayfalık bir kitap kataloğu basılmıştır. Bu mütevazı yayın, Ankara’daki ilk kitap
kataloğudur.
1941 yılında Berkalp Kitapevi, Ulus bankalar caddesinde İbrahim Berkalp tarafından açılmıştır.
Çarşıdan sonra Ulus’ta başka bir çarşıya taşındı. Daha sonra İstanbul’a taşındı. İbrahim
Berkalp, kitapçılığı bırakarak otelciliğe başladı.
Maarif Vekaleti Yayınları; Milli Eğitim Bakanı olan
Hasan Ali Yücel zamanında posta caddesinde
tercüme bürosu olarak faaliyete geçmiştir. Klasik
romanlar; Rusçadan, Fransızcadan ve
İngilizceden tercümeler yaptırmıştır. Yayınlar
yurdun çeşitli yerlerinde ilgiliyle karşılanmıştır.
Haşet Kütüphanesi; Ankara Palas’ta bir odası
yabancı yayınların okunabileceği bir hale
getirilmiş ve hizmete sunulmuştur.
Tarhan Kitapevi; Yurt sokakta 1951 yılında
yabancı dil ağırlıklı kitap ve dergilerin bulunduğu
bir kitapevi olarak açılmıştır. Daha sonraki yıllarda
birçok kitap ve yayın evi faaliyet göstermiştir. Arda Kitapevi, Saray Kitapevi, Millet Kitapevi, Ali
Tümen Kitapevi, Akay Kitapevi, Şen Kırtasiye ve Kitapevi, Kültür Kitapevi, Bilgi Kitapevi.
(*) Ankara Araştırmacısı Turan Tanyer’in VEKAM Ankara Araştırmaları Dergisi’nin Haziran 2013 tarihli 1. cilt, 1.
sayısında yayınlanan “Ankara Kitabevlerine Dair” başlıklı makalesinden yararlanılmıştır.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 29
HIZLANDIRILMIŞ EMPATİ KURSU *
Pınar Aydın O’Dwyer
Yıllar önce bir sınıf arkadaşımla kendimize göre son derece yaratıcı (!) bir deneyim gerçekleştirmiştik.
Elele tutuşup göz göze bakarken hiç konuşmadan birbirimizin aklından geçeni anlayıp
anlayamayacağımızı test etmiştik. Bu derin planlı empati kurma işlemine ya da işkencesine ancak yarım
saate yakın bir süre dayanabildik. Birbirimizin aklından geçenden çok çevremizde bizi seyredenlerin
aklından geçenleri anlayabilmiştik, onlara göre biz zırdeliydik!
Bu dört başı mamur, üstelik tıp fakültesi kantininde gerçekleştiğine göre düpedüz bilimsel
deneyden sonra insanların, çok isteseler de, göz göze bakıp el ele tutuşsalar da, birbirlerini
kilometrelerce uzaktan anlayabilen hayvanlar kadar duyarlı olmadıklarını kavrayıvermiştim. Büyük
buluşuma göre biz insanlar için anlaşmanın temel yolu konuşmaktı; tabii göz göze bakıp el ele
tutuşmanın da bir zararı olmazdı. Ergenliği henüz geride bırakmaya çalıştığım o yaşımdaki aydınlanma
beni derin bir yalnızlığa sürükleyivermişti, “hayatta hiç kimse beni anlayamayacak” kuyusunun dibine…
Düşmesi kolay, çıkması pek zor bu kuyuda bir süre mutsuz ve umutsuzca yaşadıktan sonra
“onlar beni anlamıyorsa bari ben onları anlamaya çalışayım” kararı beni yeryüzüne geri çıkardı ve
harekete geçirdi. Sorumluluk gücü bendeydi artık…
Bu aşamada empatinin başkasının acısına üzülmekten ya da “ah canım, kıyamam”dan ibaret
olmadığında ve sorumluluk da içerdiğinde hemfikir olursak, neden dilimizde
empatiyi anlatan, o da sonradan türetilmiş “duygudaşlık”tan başka bir kelime
olmadığını fazla sorgulamamaya karar verip empati araştırmalarıma birlikte
devam edebiliriz.
Başkalarını anlamak için daha önce benzer duyguları yaşamış olmak
en kolay yoldu. Ama gerçekten yaşanmışlık gerekiyorsa ve yaşamamışsam
ne yapmalıydım? Daha hızla büyümenin, yani anı üretmenin ya da
yaratmanın yolu neydi? Hafızamda “deneyime bağlı duygu kültür kodu”
yaratmak için o duyguları yaşamış gibi olmayı sağlayacak olan neydi?
Kafamda bu sorularla dolaşırken bir akşam Tosca operasında
karakterlerden bir gardiyanın birazdan kurşuna dizilecek tutuklunun
duygularını anlayıp, onun sevdiğine mektup bırakması için kalem kâğıt verişi,
bana aradığım yanıtı buldurdu (Dipnot 1). Bu gardiyanın tutukluyu dinleyip
anlaması benim de anlamamı sağladı, bu opera bana bilmediğim deneyimi sağlamıştı.
Ardından La Traviata operasında “Kamelyalı Kadın” namlı hafif meşrep Violetta’nın âşık olduğu
genç Alfredo’nun babasıyla görüşmesine şahit oldum (Dipnot 2). Baba “kötü” kadından masum oğlunu
bırakmasını istiyor, yoksa tüm ailenin zor duruma düşeceğini anlatıyordu. Violetta, babanın duygularını
anlamış, üzerine düşen sorumluluğunu yerine getirmiş ve istemeyerek de olsa Alfredo’yu terk etmişti.
Gerçi sonunda üzüntüden vereme yenik düşmüştü, bu yüzden de yaşasaydı anlayışlı davranmış
olmaktan pişman olur muydu bilmeye imkân yoktu ama Alfredo da babası da onu zorla yönelttikleri
“duygudaşlığın” sonucundan sorumluluk hissedip pişman olmuşlardı. Bu aşamada hem babanın hem de
Violetta’nın kafasının içinden geçenler artık benim de kafamın içindeydi. Ben onun yerinde olsaydım aynı
kararları verir miydim bilememiştim ya da anlayışlı olmanın dozu ne kadar fedakârlığa izin vermeliydi,
uzun süre düşündüm durdum.
Bunu düşünürken bir başka operada, I Puritani operasında karşıma, eşi idam edilmiş Kraliçe
Enrichetta’nın öldürülme korkusunu anlayıp kaçmasına yardım eden Arturo çıktı (Dipnot 3). Ne yazık ki
sonunda onun bu yardımseverliği kendi başına iş açmıştı. Düşmana yardım suçundan sürgüne
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 30
gönderilmiş, geride bıraktığı nişanlısı Elvira onu anlayamayıp delirmişti. Empatinin bu kadarı da fazlaydı
doğrusu.
Konsolos operasında konsolusun sekreteri ise empati açısından zıt bir örnekti (Dipnot 4).
İnsanın karşısına kocası kaçak bir kadın, hasta çocuğu ve yaşlı annesi çıksa, doğu perde ülkesinden
batıya gidebilmek için vize almaya çalışsa ne hissederdiniz? Siz ne hissederdiyseniz “empati karşıtlığı
abidesi” sekreter, işte onu hissetmiyordu. Robot gibi “Adınız ne, yaşınız?” diye soruyor, “Magda Sorel,
yaş 33” cevabını alınca “Belgeleriniz eksik, bunları tamamlayınca gelin”, deyip duruyordu. Ama bu sırada
da zengin vize adaylarına zorluk çıkarmamayı da beceriyordu. Sonuçta ateşli çocuk ve ardından yaşlı
anne ölüyor, koca yakalanıyor, kadın da nihayet verilen vizeyi yırtıp intihar etmekten başka çare
bulamıyordu.
Böylesi bir eserde benim gibi seyircinin yüreğine bir ağrı çörekleniyor, sekreterin göstermediği
anlayışı temsil biter bitmez tüm dünyaya haykırmaya; tüm dünyadaki kadınları, yaşlıları, çocukları
kurtarmaya ant içiliyor. Gazetede haber okurken göremezden gelinebilen bir gerçek, sanat kanalıyla
sunulunca yadsınamaz hale geliyor. Artık seyredenin gerçeği oluyor. “Bilmiyordum, yaşamamıştım,
anlayamazdım”, denilemiyor. Sanat yaşanmamış anıları yaşanmış kılıyor, kokusu insanın üzerine
siniyor. Hafızada o duygu yoksa empati kurulması mümkün olmayabiliyor ama sanat duygu hafızası
yaratmayı sağlayabiliyor.
İnsanlık belki başından beri hep böyleydi ama günümüzde duygudaşlık öylesine azalmış
durumda ki geliştirilmesi (ya da tedavi edilmesi!) için bilimsel araştırmalar yapılıyor. Bu çalışmalar
“empati kurma sistemlerine” en etkili uyarının müzik olduğu sonucuna varmış durumda (1). Hatta
şimdilerde hangi müzik türünün daha başarılı etkisi olabileceği bile araştırılıyor.
Belki yıllar önce arkadaşımla göz göze bakacağımıza, müzik eşliğinde tango yapsaydık mesela,
birbirimizi daha iyi anlayabilirdik!
(*) Psikeart dergisi sayı 58, Temmuz-Ağustos 2018’de yayınlanmış ve izinle kullanılmıştır.
Dipnotlar
1. Tosca, Beste: G. Puccini, Libretto: L. Illica ve G. Giacosa, 1900, üç perdelik opera.
2. La Traviata, Beste: G Verdi, Libretto: FM Piave, 1853, üç perdelik opera.
3. I Puritani, Beste: V. Bellini, Libretto: C. Pepoli, 1835, üç perdelik opera.
4. Konsolos, Beste: GC. Menotti, Libretto: GC. Menotti, 1949, üç perdelik opera.
Kaynak
1. Matthijs Bal P, Veltkamp M: How Does Fiction Influence Empathy? An Experimental Investigation on
the Role of Emotional Transportation. PLoS One, 2013;8:e55341.
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3559433/ Erişim: 10.5.2018
GELECEK ONUN DAHA İYİ OLACAĞINA İNANAN
İNSANLAR TARAFINDAN İNŞA EDİLİR.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 31
KİM DEMİŞ ANKARA’DA AĞAÇ YETİŞMEZ DİYE…
Timur Özkan- Oran Park
Yazar, çevirmen Azra Erhat, 1971’de dört ay tutuklu kaldığı Maltepe Cezaevi’ndeyken yazmaya
başladığı ve ancak ölümünden (1982) sonra yayınlanan “Gülleylâ’ya Mektuplar (En Hakiki Mürşit)” adlı
kitabında özyaşam öyküsünü de anlatır. Yeğeni Gülleylâ’nın sunumuyla başlayan kitapta ilkin yazarın
çocukluğunun geçtiği İstanbul ve İzmir anılarını okuruz. İstanbul’u sevmez Erhat, İzmir’de mutludur.
İstanbul ve İzmir yıllarından olduğu gibi -babasının işi nedeniyle- henüz dokuz yaşında iken gittikleri
Viyana’dan da ilginç gözlemleri vardır; “...Viyana halkının Türklerden korunmak için kurduğu büyük
savunma hattının bulunduğu yerde bugün göz alabildiğine uzanan büyük bir park vardır, buna
Türkenschanzpark, yani Türklere karşı tahkimat parkı derler. Ne tuhaftır ki, 1925-26 yıllarında Viyana’ya
yerleşmiş biz Türkler hep bu parkın dolaylarında otururduk.”
Erhat Ailesi, Viyana’da iki yıl yaşadıktan sonra Brüksel’e taşınırlar.
Burada 7-8 yıl kalan ve ilk-orta öğrenimini gören yazar, 1934’de
İstanbul’a döner ve önce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne
kaydolur. 1936’da aldığı özel bir davetle Ankara’ya, DTCF’ne
transfer olan Azra Erhat burada hem öğrenimin tamamlar hem de
kendisini davet eden Alman Profesör Rohde’nin asistanı olarak
çalışır. Erhat’ın 11 yıl kaldığı Ankara anıları arasında “Ağaçlar” ve
“Atatürk” sık sık karşımıza çıkar.
“Bu on bir yıllık Ankara yaşantısının çok çeşitli evreleri, aşamaları
var, bugün düşündükçe en önemli ve tatlı anılarımın ilk Ankara
yıllarına rastladığını görüyorum. Ne var ki 1940 öncesi ve sonrası
Ankara senin gördüğün, bildiğin Ankara değildi. Ben o Ankara’yı
bulamadım bir daha, kaç kez gittim aradım da bulamadım:
Caddelerinin, sokaklarının adı değişmemiş gerçi, meydanlar, anıtlar,
yapılar hep yerli yerinde, kent büyümüş, ortasına birkaç gökdelen
dikilmiş, çevresini gecekondu tepecikleri sarmış, ama Ankara’nın
havasını değiştiren onlar değil, Ankara’nın havası değişmiş, yalnız
pis kokuyor, kirlenmiş değil, yıllardır oturduğum Karanfil Sokağı
gene o Karanfil Sokağı, ama karanfilin kokusu mu başka, rengi mi, bilmem, bir şey var ki benim Karanfil
Sokağım olmaktan çıkmış orası, benim anılarımı taşımaz olmuş, Ankara benim sevdiğim, bildiğim
Ankara değil artık.
(...) Evet, ışıktı, Ankara’nın ışığından gelmeydi bu sevinç: Göz alabildiğine ışık yayılıyordu Ankara’da, bir
aydınlık ki, engin bir esenlik yaratıyordu insanın yüreğinde ve kafasında. Engel yoktu sanki insan
düşüncesinin dalgalanmasına. Düzlük çarşaf gibi uzanıyordu ufukta Hüseyin Gazi Dağı’na doğru,
Dikmen Tepesi’ne ya da Çankaya’ya değin. Çankaya yukarıda bir yıldız gibi parlıyordu; Bugün olduğu
kadar yakın değildi Çankaya, şıp diye otobüse, dolmuşa binilerek varılamazdı oraya, gidilse bile, nasıl
diyeyim, ulaşılamazdı, o tepeden ışık süzülüp üzülüp yayılırdı aşağıya. Çünkü Atatürk yaşardı orada.
Ama nereye gitsen, biraz yükseldin mi gözün koca yaylayı kaplar ve bakınca da yalnız Ankara’yı değil,
bütün Anadolu’yu, bütün Türkiye’yi görür gibi olurdun. Ve öyle tatlı, öyle umutlu bir hava sarmıştı ki
çepeçevre ufukları! Bayılırdım Ankara’nın akşamlarına, ortaklık pembe ve mora bürünür, gölgeler gümüş
dalgaları gibi oynaşırdı engin bozkırın üstünde. İnsan bakar bakar, doyamazdı bakmaya. Yürüdükçe de
yürürdü yeni açılmış asfalt yollardan. Tek tük ağaçlara rastlanırdı. Ağaç ağaç olalı anlam taşımamıştır
Ankara ağaçları gibi. Ağaç yetişmez denirdi Ankara’da. Ağaç bitmezmiş, ama Atatürk bitmemek,
olmamak, yani olumsuzluk tanır mı! Elbette yetişebilecek bir ağaç vardır, diye düşünmüş, araştırmış ve
Ankara toprağında en iyi akasya ağacının biteceği sonucuna varmıştı. Nitekim yol yol akasyalar
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 32
dikilmişti. Gerçi cılızdı bu akasyalar, ama cılız oldukları oranda da kokulu çiçekler açarlardı, sanki bütün
güçlerini oraya vermişlerdi. Bir de iğdeler vardı, Kızılay’dan Bakanlıklar’a giden yolun solunda. Kokuları
akşam sarhoş ederdi insanı.”
Azra Erhat’ın anılarında, Ankara’da göreve başladığı DTCF’nin ilk yeri olan Evkaf Apartmanı da vardır...
“Benim İstanbul’dan çalışmaya geldiğim fakülte o zaman Evkaf Apartmanı’ndaydı, Evkaf Apartmanı
bugün de durur, ama çevresinde yükselen çeşit çeşit koca yapıların arasında göze görünmez pek. Oysa
o zamanlar bir kale gibi tek başına dikilirdi istasyonla Ulus Meydanı arasında. Hem nasıl bir yapıydı,
anlatamam sana, Evkaf Apartmanı’nda her şey vardı, ambar gibi bir yerdi o, fakültesi de, bankası da,
tiyatrosu da, hepsi içine tıkılmış, insanlar orada çalışır, orda yatar, orda okur, orda eğlenirdi. Eşine
rastlanmadık tuhaf bir binaydı bu. Kaç kapısı vardı bilmem, çepeçevre vardı, her birinden de başka bir
yere çıkılırdı. Bizim klasik filolojiye ayrılmış kat ikinci kattı, yanılmıyorsam, öyle çok odamız da yoktu,
hem kitaplık, hem de seminer ve ders odası olarak kullandığımız bir büyükçe salon, bir de profesör
odası, o kadar.” 1
Çiğdemim Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi Demirbaş No: 2219, Yerli Yazın:
Erhat, Azra: Gülleylâ’ya Anılar (En Hakiki Mürşit), Can Yay., İstanbul-2002.
ANNELER GÜNÜ
Mayıs ayının ikinci Pazar günü “Anneler
Günü” olarak kutlanır. Bu özel günün
doğuşu tarihte antik Yunan’da tanrıların
anası “ Rhea” onuruna bahar
kutlamalarına dayanmaktadır. 1600’ lü
yılların İngiltere’sinde “Anneler Pazarı”
Paskalya Bayramının 40. gününde
kutlanırdı. Yoksul İngiliz kadınları o
yıllarda varlıklı ailelerde hizmetçilik
yapardı ve bu günde onlara izin verilirdi.
“Anneler Günü” kutlamaları yoksul
insanlara teşvik edilirdi ve Anneler Pastası hazırlanırdı.
ABD’de Anneler Günü ilk defa 1872’de Julia Ward Howe tarafından, barışa adanan bir gün olarak
önerildi. Bayan Howe her yıl Boston’da Anneler Günü kutlamaları organize etti.
1907 yılında Philadelphia’da Ana Jarvis adında bir kadın, ulusal bir Anneler Günü için kampanya başlattı.
Bayan Jarvis, West Virginia eyaletinde annesinin bağlı olduğu kiliseyi, annesinin vefatının ikinci
yıldönümü olan mayısın ikinci pazarında, Anneler Günü’nü kutlamaya ikna etti. Ertesi yıl Anneler Günü,
bütün Philadelphia’da kutlanmaya başladı.
Bayan Jarvis ve onu destekleyenler bakanlara, iş adamlarına ve politikacılara, ulusal bir Anneler Günü
ilan edilmesi için dilekçeler yazmaya başladılar. 1911’de arzuları gerçekleşti ve Anneler Günü tüm
eyaletlerde kutlanır oldu. Başkan Woodrow Wilson, 1914’te resmi bir açıklama ile Anneler Günü’nü
ulusal tatil ilan etti. Böylece Anneler Günü’nün, her yıl mayısın ikinci pazarında kutlanmasına karar
verilmiş oldu.
Tüm annelerin, bu yıl 10 Mayıs 2020 tarihinde kutlanacak olan, Anneler Gününü kutluyoruz.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 33
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 34
SALGINLA BAŞ ETMEK VE GÜÇLENMEK
Meliha Bilge – Çamlık Sitesi
Derneğimizin ilk canlı yayınını 17 Nisan 2020 Cuma günü komşularımızdan Psikolog Dr. Nedret Öztan
ile “Salgınla Baş Etmek ve Güçlenmek” konusunda gerçekleştirdik. Yayından önce komşularımızdan
sormak istedikleri soruları aldık ve söyleşiyi bu sorular üzerine kurguladık.
Uzun yıllardır travma konusunda çalışmalar yürüten Öztan, dünyada ve ülkemizde yaşanan korona
salgınının bizde ve aile bireylerinde yarattığı duyguları açıkladı. Kaygılarımızla nasıl başa
çıkabileceğimiz hakkında bilgi verdi.
Çocukların bu süreçte hissettikleri, onların sorularına yaşlarına göre uygun bir şekilde cevap verilmesi
gerektiği konularında bilgi verdi. Bu süreçte ev içinde bir düzenin oluşturulmasının yararları üzerinde
durdu.
Gençlerin bu süreçten en çok etkilenen gruplardan biri olduğunu, çok hareketli olan hayatlarının ciddi
şekilde kesintiye uğradığını açıkladı. Bu zorlu süreci avantaja dönüştürmenin yollarının ne olduğunu
paylaştı.
Sosyal medya kullanımının belirli
sürelerle kısıtlanması, sosyal
medyada yer alan haberlerin
doğruluğunun kontrol edilmeden
paylaşılmasının kaygı
arttırdığını belirtti. düzeyini
Son olarak salgın sonrasında her
şeyin daha farklı olacağını, bu
süreçten büyüyüp güçlenerek
çıkacağımızı belirtti.
Yayınımızı canlı olarak izleyen
komşularımızın yanı sıra derneğimizin
YouTube kanalından 200’e yakın kişi
izledi. Henüz izlemediyseniz sizleri de
bu keyifli sohbete davet
ediyoruz.https://www.youtube.com/wa
tch?v=Zeo3oW-uPwM&t=48s
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 35
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 36
ZOR GÜNLERDE ANKARA’YA İKİ GÜZEL HABER
Timur Özkan - Park Oran Sitesi
GÜDÜL, ANKARA’NIN İLK SAKİN ŞEHRİ
Doğal güzelliklerinin yanı sıra kendine has kent dokusunu koruyan Güdül ilçemiz, merkezi İtalya’da
bulunan Cittaslow Genel Merkezince "sakin şehir" ağına dahil edildi. Güdül’ün 2019 Aralık ayında yapığı
başvuru Mart 2020’de sonuçlandı ve Güdül Ankara’nın ilk, Türkiye’nin 18. sakin şehri oldu.
Türkiye’nin diğer sakin şehirleri şunlar:
Ahlat (Bitlis), Güdül
Akyaka (Muğla),
Eğirdir (Isparta),
Gökçeada (Çanakkale),
Gerze (Sinop),
Göynük (Bolu),
Halfeti (Şanlıurfa),
Köyceğiz (Muğla),
Mudurnu (Bolu),
Perşembe (Ordu),
Seferihisar (İzmir),
Şavşat (Artvin),
Taraklı (Sakarya),
Uzundere (Erzurum),
Vize (Kırklareli),
Yalvaç (Isparta)
Yenipazar (Aydın).
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 37
BEYPAZARI, UNESCO DÜNYA MİRASI GEÇİCİ LİSTESİNDE
UNESCO Dünya Mirası Komitesi’nin Nisan 2020 toplantısında; Türkiye’den aralarında Beypazarı tarihi
kent merkezinin de bulunduğu beş varlık aday listeye alındı. (Diğerleri; İzmir Tarihi Liman Kenti,
Osmaniye'de bulunan Karatepe-Arslantaş Arkeolojik Alanı, Kayseri'deki Koramaz Vadisi ile Diyarbakır'da
bulunan Zerzevan Kalesi ve Mithraeum).
Halen 178 ülkeden 1740 varlığın bulunduğu geçici listede Türkiye’den 83, Ankara’dan dört varlık
bulunuyor. (Diğerleri: Gordion Antik Kenti, Tuz Gölü Özel Doğa Koruma Alanı [Konya ev Aksaray
ile] ve Hacı Bayram Camii ve çevresindeki Tarihsel Akanlar).
167 ülkeden 1121 varlığını bulunduğu esas listede ise Türkiye’den 18 yer alıyor. Bu varlıklarımız şunlar:
Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası (Sivas),
İstanbul'un Tarihi Alanları (İstanbul),
Göreme Millî Parkı ve Kapadokya (Nevşehir),
Hattuşa: Hitit Başkenti (Çorum),
Nemrut Dağı (Adıyaman),
Hieropolis-Pamukkale (Denizli),
Xanthos-Letoon (Antalya-Muğla),
Safranbolu Şehri (Karabük),
Truva Arkeolojik Alanı (Çanakkale),
Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi (Edirne), Beypazarı
Çatalhöyük Neolitik Alanı (Konya),
Bursa ve Cumalıkızık: Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu (Bursa),
Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı (İzmir),
Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı (Diyarbakır),
Efes (İzmir),
Ani Arkeolojik Alanı (Kars),
Aphrodisias (Aydın),
Göbekli Tepe (Şanlıurfa).
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 38
65 YAŞ VE ÜSTÜ’NE BİR MEKTUP
Nefise ÖKE – ODTÜ Sitesi
Sevgili “65 üstü” yaşıtlarım,
Mart ayının ortalarında haber tepemize bir bomba gibi düştü. Zaten birkaç gündür geldi geliyor söylemleri
dolaşıyordu. Korkusu yüreğimize düşmüş olsa da henüz işin önemini kavrayamamıştık sanırım. Ama iş
ciddileştiğinde herkeste şaşkınlık maksimum düzeydeydi. Tüm tv kanallarını geziyor, haber, magazin,
yemek her programlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Çünkü gündem her yerde herkes için
aynıydı. Corona. Bir gün sonra tıp bilim otoriteleri dört koldan bilgi vermeye başladılar. İyi ki öyle oldu biz
de çok şey öğrendik.
Kaygılıydık… Bu nedenle herkes için ne yapmamız gerektiğini öğrenmek, bilgi edinmek çok çok
önemliydi. Hepimiz riskli gruptaydık. Yasak önce bana sonra torunuma geldi ailede. Ama zaten hep
birlikte sosyal ilişkilerimizi kesmiştik. Evet kaygılıydık, benim asıl korkum ailemin diğer üyelerine hastalığı
bulaştırmaktı. O halde yapılacak tek şey vardı; o da evde kalmak….
Dünyada milyonlarca insanın yaşadığı bu ağır krizli dönemde evde kalmak sağlıklı kalmanın birincil
koşulu ise varsın biz evde kalalım. Kalıyoruz da..
Kolay mı? Değil tabi. İş yaşamı bitmiş, evdeki sorumlulukları azalmış yaşdaşlarımı çok iyi anlıyor, onlara
hak veriyorum elbette. Hele ki ben önceden beri, “bu yaş grubunu evden çıkarmak, onların
sosyalleşmelerine yardımcı olmak gerekir” tezini en çok savunan biri olarak!! .
Bir süre sonra Çamlık Sitesi yürüyüşlerini özlemeye başladım. Hala da en çok yoksunluğunu çektiğim
şey bu. Aslına bakarsanız, mahallemiz en büyük şansımız. Her köşesi havadar, penceremden
görebildiğim kadar o çok katlı apartmanların bile bahçesi gezinmek için yeterli, araları mesafeli. Mahalle
esnafımız hemen her konuda bize yardımcı oluyor. Muhtarımız, derneğimiz, başkanımız hep orada
olduklarını hissettiriyorlar. Ne mutlu bize…
Evde kaldıkça (ben kendi adıma söyleyeyim), sahip olduğum değerleri
daha çok fark etmeye başladım. Daha ilk günlerde komşumuz Elvan
Hanım’ın beni hiç tanımadığı halde içtenlikle hatırımı sorması, aile
bireylerimin hastalığı bana taşımamak için evde özel düzenleme ve
benzer şeyler yapması, bana değerli olduğumu hissettirdi doğrusu.
Bu yazdıklarıma bakarak 40 gündür “pencere kuşu” örneği koltukta
oturduğumu sanmayın. Kendime göre benim de işlerim var elbette.
Sadece sokağa çıkmıyorum. Çiçeklerimin saksısı değişti, boşalan saksılara yeni tohumlar atıldı.
Çimlenirse onlar fidelenecek. Budama, sulama ot- çöp temizliği vs, vs bir yığın iş bekliyor bizi. Tam da 65
yaş üstüne göre.. AVM lere gitmesek de, restoranlar bir süre daha açılmasa da olur. Yeter ki Corona
geldiği gibi gitsin.
Sabır, biraz daha sabır. Biliyorum kolay değil, haftada birkaç gün dışarı çıkıp hava alıyorduk. Bir iki alış-
veriş yapıp derneğimize uğruyor, o güler yüzlü güzel insanlarla laflayıp keyifle ayrılıyor, akşam
etkinliklerine katılıyorduk. Hepsine yeniden kavuşacağız, yeter ki sağlıklı koşullar geri gelsin. Laf
aramızda duyduğuma göre çarşı iznine az kaldı diyorlar.
Yine söylüyorum biz çok şanslıyız sevgili Çiğdemliler. Lütfen başınızı uzatıp bir bakın.
Görürsünüz.
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 39
ÇİĞDEMİN SESİ MAYIS-2020 SAYFA 40