The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.

Çiğdemin Sesi Aylık Online Dergi-Mart2020

Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by ffaksoy, 2020-03-03 04:34:12

Çiğdemin Sesi Aylık Online Dergi-Mart2020

Çiğdemin Sesi Aylık Online Dergi-Mart2020

ÇİĞDEMİN SESİ BU SAYIDA NELER VAR…

Aylık Online Dergi  MERHABA
Mart 2020  KÜTÜPHANEMİZDEN

www.cigdeminsesi.com SEÇTİKLERİMİZ
 SATRANÇ ÖĞRENİYORUZ
 KİTAP TANITIMI
 ÇİĞDEM’DEN HABERLER
 GEÇEN AY NELER

YAPTIK?
 MUHTARIMIZDAN
 ÇOCUKLARDAN

RESİMLER
 DÜNDEN BUGÜNE

ÇİĞDEM
 ARAMIZA KATILANLAR
 ARAMIZDAN

AYRILANLAR
 TÜRKÇESİ VARKEN
 YÜZYIL ÖNCE ANKARA
 TÜRKİYE’NİN 9 SICAK

BÖLGESİ
 DOKTOR “SENİ

KESECEĞİM DEDİ”
 ÇOCUK MECLİSİ
 CARMEN
 CEMRE
 EĞİTİM
 ILGAZ GEZİSİ
 KEDİ KORONO VİRÜSÜ
 DRONLAR
 SARIKAMIŞ
 SEVGİ VE ŞEFKAT
 ŞİİR ÜZERİNE

ÇİĞDEMİM DERNEĞİ AYLIK ONLINE DERGİ Çiğdem Eğitim, Çevre ve
Dayanışma Derneği
Sahibi : Çiğdemim Derneği Yönetim Kurulu
Çiğdem Mah. 1551.Cadde
Yayın Kurulu: Dilek Yüceel, Fatih Fethi Aksoy, M.Sinan Kayalıgil, No:14-A Çankaya-ANKARA
www.cigdemim.org.tr
Zuhal Yüksel, Tel: 0312 2852047

Tüm yayın hakları saklıdır. Yayımlanan yazı, görsel ve bilgiler kaynak
gösterilmeden alıntılanamaz. İmzalı yazılarda görüşler yazarlarına
aittir.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 2

Sevgili komşularımız,

Geçen ay ve geçen hafta OKUYAY Platformunun (Okuma Kültürünün Yaygınlaştırılması
Platformu) iki programına katıldık. Son programda bu konuda çalışmalar yürüten oluşumlarla
İstanbul’da bir araya geldik.

Bu toplantılarda, Çiğdemim Derneği olarak okuma kültürünün yaygınlaştırılması konusunda
oldukça iyi bir durumda olduğumuzu görmek beni çok sevindirdi. Katılımcıların birçoğundan
daha etkin ve çeşitli çalışmalarımız olduğunu farkettim.

Bu konudaki en büyük çalışmamız “Çiğdemim Oğuz Tansel Semt Kütüphanemiz”. Birçok
belediyenin ve devletin halk kütüphanelerinden fazla sayıda kitabımız var. 32000’e ulaşan kitap
sayımız, kitap çeşitliliğimiz, kullanım sayımız gurur verici.

Okuma Kültürünün yaygınlaşması konusunda Edebiyat Topluluğumuz da önemli bir işlevi yerine
getiriyor. Düzenli olarak yapılan kitap tartışmaları, Kütüphanede yazar buluşmaları, edebiyat
söyleşileri, çocukları kütüphane ve yazar ile buluşturan etkinlikler ve şiir akşamları bu
etkinliklerin başlıcaları.

Sevinerek ve gururla ifade etmeliyim ki bu etkinliklerin her biri ayrı ayrı bir derneğin/oluşumun
çalışma konusu ve ayrı bir proje çalışması. Bunların hepsini birlikte ve sürdürülebilir olarak
yapabiliyor olmamız çok önemli. Bunun için çalışan, emek veren tüm arkadaşlarıma yürekten
teşekkür ediyorum. Birlikte güçlüyüz ve güzel şeyler yapıyoruz.

Bu proje kapsamında daha etkin bir çalışma yürütmek için arayış iiçerisindeyiz. Hepinizden bu
konuda destek olmanızı bekliyoruz.

Fatih Fethi Aksoy
Yönetim Kurulu Başkanı

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 3

YÜZ YIL ÖNCE ANKARA – MART 1920
23 NİSAN’A DOĞRU…

Vecdi Seviğ – Gökkuşağı Sitesi

Ankara’da 1920 yılı şubat ayının 29 günü zorluklarla endişeli bir bekleyişle geçmişti. Mart ayının son
haftası içinde İstanbul’da Osmanlı yönetimiyle görüş ayrılığı olan 24 kişi İngiliz kuvvetlerince
tutuklanmıştı. Bir yıl önce başlayan bu tutuklamalar sonunda 145 kişi gruplar halinde Malta’ya sürgüne
gönderilecekti.

Mustafa Kemal, aynı günlerde Anadolu’da İngilizlere silah teslim edilmemesini ve depolardaki silahların
hızla iç kesimlere gönderilmesini istedi. 3 Mart günü Albay İsmet (İnönü) Bey, “Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine” diye başlayan telgrafta, İstanbul’da İngilizlerle işbirliği içinde bir dernek kurulduğunu
bildiriyor ve bu topluluğun Kuvayı Milliye ile mücadele, Damat Ferid’in yeniden hükümet kurması,
İstanbul’da Hilafet Şurası oluşturulması gibi girişimleri olduğunu bildiriyordu.

Bu telgraftaki bilgilerin Ankara’ya iletilmesini izleyen gün, İstanbul’daki Ali Rıza Paşa hükümeti görevden
istifa etti. Bu haberi alan Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti
Temsiliyesi adına Padişah Vahdettin’e çektiği telgrafta, “hükümetin istifasıyla yeniden büyük bir buhran
çıkması” endişesini aktardı ve günümüz Türkçesiyle şöyle yazdı:

“Ancak içteki ve dıştaki bin türlü ihtirasın kabarmasıyla sükûn ve esenliği tehdit altında bulunan
memleketimizin vicdanına güven vermeyecek bir sadrazama hiçbir dakika tahammül edemeyeceğini ve
böyle bir durum ortaya çıkarsa Devleti Osmaniye tarihinde görülmemiş acı olaylara yol açacağını
bildirmeyi vatan görevi kabul ederim.”

Mustafa Kemal, Müdafaai Hukuk Heyeti merkezlerine gönderdiği telgrafta da gelişmeler hakkında bilgi
aktardıktan sonra şu görevi veriyordu:

“Milli amaçları gerçekleştiremeyecek bir hükümet başkanına milletin katlanamayacağını çok sert bir dille
Meclis-i Mebusan başkanlığına ve basına bildirmek gerekir. Bu telgraf alındığında dakika
kaybedilmeyerek bu yolda telgraflar hazırlanması ve bu gece kesinlikle çekilmesi buraya da yarın
sabaha kadar bilgi verilmesini önemle rica ederiz.”

Bu telgrafın ardından 6 Mart günü Erzurum’da 10 bin kişinin katıldığı tahmin edilen bir miting düzenlendi,
dükkânlar kapandı, İstanbul’a telgraflar çekildi. İstanbul’daki Meclis Başkanı Celalettin Bey, Padişaha,
Kuvayı Milliye’nin önemini anlatan ve hükümetin Damat Ferid değil, Salih Paşa tarafından kurulmasını
isteyen bir rapor sundu.

Bu girişimler sonunda Salih Paşa başkanlığında kurulan hükümet, 2 Nisan’a kadar görevde kaldı,
Bu tarihten sonra Damat Ferid hükümet kuracaktı. Sadrazamlığa bir kez daha Damat Ferid’in
getirilmesine karşı görüşlerini Padişah Vahdettin’e ileten Osmanlı dönemi bakanlarından Hüseyin Kazım
(Kadri) Bey’in aldığı karşılık şu olmuştu:

“Ben Rum patriğini bile getirebilirim! Ben Ermeni patriğini de getiririm! Ben Hahambaşını da getiririm!”

Hüseyin Kazım Bey, bu sözleri duyduğu anı Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım kitabında anlatırken
, “Artık görüşme mantıki mecradan çıkmıştı.” diyecek ve Vahdettin’in ayağa kalkarak kendisine elleriyle
kapıyı gösterdiğini aktaracaktı.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 4

16 Mart’ta İstanbul’un resmi işgalin gerekçesi Kuvayı Milliye’nin Anadolu’daki direnme hareketinin
yaygınlaşmasıydı. Prof. Dr. Bülent Tanör’ün belirlemelerine göre, 10 Mart günü başlayan Beşinci
Balıkesir Kongresi ile birlikte Anadolu’daki kongre sayısı yirmi üçe ulaşmıştı. İşgal öncesi İngiliz Genel
Kurmay Başkanı Mareşal Wilson’un hazırladığı raporda şöyle deniliyordu:

“Siyasi güç milliyetçilerin eline geçti. Halk amansız biçimde savaşa hazır. Direnme, işgal edilen
bölgelerde yayılıyor. Zaman Mustafa Kemal’in lehine. Parlamento Anadolu’ya kaçabilir ve orada yeni bir
hükümet kurabilir.”

16 Mart Salı sabahı, İstanbul’da bulunan İngiliz, Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserleri Sadrazam Salih
Paşa’ya bir nota vererek saat ondan itibaren, kentin işgal edileceği bilgisini verdiler.

O günlerde sarayda görevli bulunan Ali Fuat (Türkgeldi) Bey, Görüp İşittiklerim adlı anılarında, işgalin
sabaha karşı başladığını, bir süre sonra Padişahın Meclis-i Mebusan İkinci Başkanı Abdülaziz Mecdi ile
mebuslardan Vehbi Efendi ile Rauf Bey’i saraya çağırdığını anlatır. Bir süre sonra Rauf (Orbay) Bey ile
Kara Vasıf (Karakol) Bey, işgal kuvvetlerince tutuklanır.

Telgraf memuru Manastırlı Hamdi Efendi, İstanbul’un işgalinin başladığını anında Ankara’ya bildirdi:

“Bu sabah Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nun İngilizlerce basılıp oradaki askerlerle İngilizler
çarpışarak neticede şu anda İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilginize arz olunur.”

Bu telgraf Mustafa Kemal’in imzasıyla kolordu komutanlıklarına gönderilirken Manastırlı Hamdi Efendi
bilgi aktarmaya devam ediyordu:

“Şimdi Harbiye’nin işgalini haber aldık, hatta Beyoğlu telgrafhanesinin önünde İngiliz askerlerinin
olduğunu… Fakat telgrafhanenin işgal edilip edilmeyeceği meçhuldür.”

Bu kez Harbiye telgrafhanesinden memur Ali, sabah İngilizlerin altı kişiyi şehit ettiklerini bildirdiği
telgrafını, “İngiliz askerleri nezarete giriyorlar, işte içeri giriyorlar, Nizamiye kapısına. Teli kes! İngilizler
buradadır" diye bitirdi.

Mustafa Kemal’e işgalle ilgili ayrıntılı bilgiler veren Manastırlı Hamdi Efendi ilerleyen günlerde Ankara’ya
çağrıldı ve karargâhta görev yapmaya başladı. Martonaltı soyadı Atatürk tarafından verilen İstiklal
Madalyalı Manastırlı Ahmet Hamdi 9 Aralık 1945 günü Konya’da hayata gözlerini yumdu.

İstanbul’un işgaliyle birlikte İngilizler, aralarında Meclis-i Mebusan üyelerinin de bulunduğu işgale karşı
çıkan ve tepki gösterme olasılığı bulunanları tutuklamayı sürdürdüler. Bu tutuklamalar yoğunlaşınca,
Mustafa Kemal kolordu komutanlarından “mümkünse” İngilizlerden birkaç rehin alınmasını istedi. Rehin
alınan İngiliz subayları Malta’ya sürülecek olan Türk tutuklularla takas edileceklerdi.

12 Ocak günü açılan Meclis-i Mebusan, milletvekillerinin tutuklanmalarını protesto ederek 18 Mart
Perşembe günü, “güvenlik içinde çalışabileceği bir güne kadar” tatil kararı verdi. Bu kararın ardından
Mustafa Kemal’in liderliğinde kurtuluş hareketine hazırlananlar gruplar halinde gizlice Ankara’ya yol
almaya başladılar.

Prof. Dr. Hakan Uzun’un bir makalesine göre, “Kocaeli Bölgesi’ndeki kara ve demiryolunu kullanarak
Anadolu’ya geçen tanınmış simalardan bazıları” şunlardı:

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 5

Meclis-i Mebusan Reisi Celalettin Arif Bey, İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuat Cebesoy’un babası), İbrahim
Süreyya Bey (Yiğit), Halide Edip (Adıvar), Adnan Bey (Adıvar), Reşit Bey (Çerkez Ethem’in abisi), Nuri
Bey, Keskinli Rıza Bey, Cami Bey (Baykurt), Manavoğlu Nevres Bey, Binbaşı Saffet Bey (Arıkan), İsmet
Bey (İnönü), Yunus Nadi Bey (Abalıoğlu), Sırrı Bey (Bellioğlu), Hüsrev Bey (Gerede), Naim Cevat, Albay
Kazım Bey (Orbay), Binbaşı Besalet (Hüsrev Bey’in kardeşi), Kurmay Yarbay Seyfi Bey, Hacîm Muhittin
Bey (Çarıklı), Bekir Sami Bey (Amasya Mebusu),
Veli Bey (Eskişehir Mebusu), Mahmut Celal Bey (Bayar), Fevzi Paşa (Çakmak), Mehmet Akif (Ersoy),
Üsküdar Özbekler Tekkesi Şeyhi Şeyh Ata Efendi, Necati ve Zihni Beyler.
Haydarpaşa’dan trene binerek doğrudan Ankara’ya geçenler ise Dr. Rıza Nur Bey, Yusuf
Kemal Bey (Tengirşek), Abdullah Azmi Bey (Eskişehir Mebusu), Hoca Vehbi Bey’di
(Konya Mebusu), gazeteci Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu), Kastamonu gazetesi sahibi
Vehbi.

Bu geçişlerden birinin öyküsünü İsmet İnönü’nün Hatıralar kitabından özetleyelim:

19 Mart günü öğleden sonra Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan
Binbaşı Saffet (Arıkan) Bey, Albay İsmet (İnönü) Bey’in Sultanahmet’teki evine geldi ve “Seni Ankara’dan
Mustafa Kemal çağırıyor, hazır mıyız?” dedi. İki subay er giysileri içinde Ankara’da doğru yola çıktılar.

İnönü hatıralarını şöyle sürdürüyor:

“Yolda pek iç açıcı haberler almıyorduk. Düzce’de ve Bolu etrafında Kuvayı Milliye’ye karşı açık
düşmanlık vardı. İstanbul’da Meclis’in dağılmış olması İtilaf kuvvetlerini olduğu kadar, Anadolu’daki
Kuvayı Milliye taraftarlarını da cesaretlendirmişti.”

İnönü ve beraberindekiler çoğunlukla at sırtında 20 gün süren yolculuktan sonra Ankara’ya geldiklerinde
takvimler 9 Nisan 1920’yi gösteriyordu.

Ankara’da nisan ayının hareketli günlerine başlamıştı bile.

GÖRSELLER

İşgal Güçleri Beyoğlu’nda

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 6

Meclis-i Mebusan’ın 18 Mart 1920 günü tatil kararı aldığı tutanağın özeti.
Sürgüne gönderilenlerden bir grup Malta’da

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 7

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 8

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 9

DOKTOR “SENİ KESECEĞİM,” DEDİ
Hüseyin İçen – Çamlık Sitesi

Boğazımda, ademelmasının hemen üstünde iki ayrı şiş belirdi. Önce takmadım. Sonra ağrı başlayınca
kulak-burun-boğaz uzmanı cerraha gittim. Çekilen filmlerden sonra:

– Seni keseceğim, dedi.
– Niye? dedim. Kurban Bayramına daha çok var.
– Yok, dedi, boğazını keseceğim yalnız.
– Öyle mi? O zaman, içim rahatladı. Niye keseceksin ki?
– Şu şişler var ya?
– Vaar...
– Onlarda ne var anlamamız gerek.
– Ufak bir kesik alsan oradan, olmaz mı?
– O da olur, istersen. Ama ağrı var dediğine göre, nedeni şu ya da bu, nasıl olsa alınacak. İyisi mi

şimdiden alalım.
– Hüngür... Yaşama olasılığım var mı, doktor?
– Ölme olasılığın var. Ağlayıp duracağına masaya uzan.

Ameliyattan sonra alınan parça patolojiye gitti. İlk pansumanda, doktor:

– Hımmm. Yara yeri çok temiz.
– Boğazımı kestiğin anlaşılacak mı?
– Evet, bir çizgi kalacaktır.
– Kız arkadaşım beni terk eder mi?

Suratıma baktı:

– Seni çoktan terk etmesi gerekirdi. Gözleri iyi görmüyor olabilir mi?
– (Küçümsedim.) Sen boğazıma açtığın yaraya bak da karmaşık sorunları bana bırak.
– Bu surata katlanıyorsa, bu yara izine de katlanır.

Adam geyik yapmaktan, patolojiye gelemiyordu bir türlü. Beni rahatlatıp alıştırmaya mı çalışıyordu nedir?

– Levent Bey, kaç günlük ömrüm kaldı?
– Bir şey yok, yahu... Patoloji sonucu ‘negatif’.
– Negatif? Bu, yakında öleceğim demek mi?
– Bir zaman sonra hepimiz öleceğiz. (Güldü.)
– (Yaşına göre genç görünümlü yakışıklı yüzüne baktım.) O masada oturup bunu söylemek kolay.

Senin de boğazını kesselerdi görürdün.
– (Yüzünde küçümsemeyle.) Benim yaptığım ameliyatta hastalar masada ölmez.
– Kaç gün sonra ölür?
– (Erdenliği sorgulanmış genç kız gibi baktı yüzüme.) Yahu kanser falan yok. Kafayı taktın ha...
– Yani sonuç olumlu.
– Evet.
– Eee, niye ‘negatif’ deyip kafamı karıştırıyorsun, kardeşim?
– Bizde böyle denir. Yani kanser kuşkusu ‘negatif’...
– Yani sonuç ‘pozitif’’. Ha hekim takımının dilini eşekarısı soksun...
– Hekimliği bana bırak. Alanının sınırlarını çıkma da sözün dinlensin.

Ha, bu dediği doğruydu işte.

– Ben dilciyim. Olumlu sonuca ‘negatif’ dersen dil duygum zedeleniyor.
– Dil duygun pek alıngan. Doktora götür.
– Hekimlerin dili de öyle... Neyse... Başka pansuman var mı?
– Var, üç gün sonra yine gel.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 10

– Sağol, doktor, sen bir tanesin. Eve gideyim bari...
– Bir yere gitmiyorsun. Göğüs Hastalıklarına gidiyorsun.
– Boğazı kesileni Göğüs Hastalıklarına gönderdiğine göre, patolojide çok kapsamlı bir test yapmışlar

anlaşılan. Basurum da var mıymış?
– Basurunu bilmem. Ama boğazından başka bir ‘malzeme’ çıktı.
– Senin içeride unuttuğun neşter olabilir mi?
– Hayır, ama sonucu Göğüs Hastalıkları uzmanının görmesi gerek.
– Kapıdan çıkarken döndüm: “Hey, boğazımdaki şiş, ameliyat öncesinin üç katı. O şişen ıvır zıvırı

almayı unutmuş olabilir misin?
– (Güldü.) Hayır, bir süre kan birikir orada. Sonra gövde onu yavaş yavaş sindirir.

Kafam, hekimin kullandığı ‘sindirir’ sözcüğünde, dışarı çıktım.

Onun dediği gibi de oldu.

BİRLİKTE GÜÇLÜYÜZ !

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 11

ÇİĞDEMİM ÇOCUK MECLİSİ
ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ÇOCUK MECLİSİ GENEL KURULU’NDA

Duru Dikmen - Çiğdemim Çocuk Meclisi üyesi

Sivil düşün tarafından düzenlenen “Sürdürülebilir Kentsel Hareketlilik ve Sivil Katılım” başlıklı Yuvarlak
Masa toplantısına katılımımız sırasında tanıştığımız Ankara Büyükşehir Belediyesi Çocuk Meclisi
temsilcileri tarafından Çocuk Meclisi binasında yapılan Genel Kurul toplantısına davet edildik. Meclis
temsilcilerimizden Defne Eralp, Eylem Naz Keskin, Ecem Arıkan, Derin Naz Kayaoğlu, meclis
sorumlularımız Meliha Bilge ve Erdem Yücel’in ve benim katıldığım toplantı ile ilgili izlenimlerim;

“Çiğdemim Derneği Çocuk Meclisi olarak 2 Şubat 2020 Pazar günü Ankara Büyükşehir
Belediyesi Çocuk Meclisi Genel Kurulu’na katıldık. Bizi girişte çok güzel karşıladılar ve salona
davet ettiler. Hepimiz meclisimizi tanıtmak için birer cümle söyledik. Mahallemizdeki çocuk
parklarının iyileştirilmesi ve başıboş köpek sorunlarına değindik. Meclis çalışma grupları
tarafından verilen önergeler hakkında görüşlerimizi sunduk ve oylamaya katıldık. Yeni kişilerle
tanıştık, yeni arkadaşlar edindik. Yemek arasında bizi odalarına davet ettiler. Şapka, kalem,
dosya gibi eşyaları hediye olarak verdiler. Yeni fikirler, görüşler edindik ve bazı konularda bilgi
sahibi olduk. Meclisin başkan ve başkan yardımcısı ile de tanıştık. Bizim için eğlenceli ve güzel
bir gün oldu. Aradan sonra oradan ayrıldık, kendilerine bizi davet ettikleri için teşekkür ediyoruz. “

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 12

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 13

SATRANÇ ÖĞRENİYORUZ

Hatice Caymaz - TSF Satranç Antrenörü / TSF Ulusal Hakem

Merhabalar, bu ayki yazımızda daha önce konular geçtikçe değindiğim piyonun özelliklerinden
satrançta çok önemli olan kare kuralını öğreneceğiz.
Son yataya ulaşmayı başaran bir piyon terfi eder( Vezir, At, Fil, Kaleye dönüşür) Piyon terfisini daha
önceki sayılarımızda öğrenmiştik.

Kare kuralının özelliği, Piyon oyun sonlarında şah, rakibin geçer piyonunun son yataya inmesine engel
olmalıdır.
Eğer piyon son yataya inebilirse terfi edecektir. Bu nedenle şah piyonun son yataya inmesini
engellemelidir.

Kare kuralı, rakibin geçer piyonunun son yataya ulaşmasına şahın, engel olup olamayacağını
hesaplamakta kullanılan bir yöntemdir.

Bu yöntemde tahtaya hayali bir kare
çizilir.

Bu karenin bir köşesi son yataya ulaşmaya
çalışan piyonun bulunduğu kare ,
diğer köşesi piyonun ulaşmaya çalıştığı
karedir.
Kenarı bu uzunlukta olan bir kare çizilir.
Eğer şah, bu karenin içinde ise veya
yapacağı hamle ile bu karenin içine
girebiliyorsa şah bu piyonu engelliyor
demektir.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 14

Kare çizmek :
Piyon c4 karesinde bulunuyor. Piyonun terfi karesi c8 karesi

1.c4 karesinden c8 karesine doğru düşey doğrultuda bir çizgi çizilir.
2.C4 karesinden rakip şaha doğru yatay doğrultuda aynı uzunlukta bir çizgi çizilir.
3. Yatay çizginin bitim noktası olan g4 karesinden g8 karesine doğru düşey bir çizgi
çizilir.

Kare kuralına göre:
Geçer piyon ve rakip şah aynı kare içinde bulunuyor. Siyah şah
ve piyon terfi karesine eşit uzaklıktadır.
Her iki taş, terfi karesine 5 hamlede ulaşır.
Bu nedenle siyah şah piyonun terfi etmesini engeller.

1.b4 Şf4 2. b5 Şe5 3.b6 Şd6
4.b7 Şc7 5.b8V+ Şxb8

Siyah Şah, çizilen hayali karenin içinde bulunuyor.
Kare kuralına göre:

a- Hamle beyazda ise siyah şah beyaz piyonun terfi etmesini
engelleyemez.
b- Hamle siyahta ise siyah şah yapacağı hamle ile bu karenin
içine girer. Karenin içine şah piyonun terfi etmesini engeller.

Siyah Şah, çizilen karenin içinde bulunuyor.

“Piyon vermektense parmak vermeyi tercih ederim”
Rueben Fine

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 15

KİTAP TANITIMI

Turhan Demirbaş - Başak Sitesi

Ayfer Tunç’un romanı, her insanın yaşayabileceği olayları arka arkaya sıralayarak, kahramanımız olan
genç bir kızın annesiyle hesaplaşmasını anlatmaktadır.
Babası, şantiyelerde görev alan bir inşaat mühendisidir. Yol yapımı
sırasında kayaların göçmesi sonucu, yüzünden yaralanır ve uzun süre
tedavi görür. Fakat iyileşmez yüzü yaralı olarak kalır. Hayata küser,
eşinden ve kızından uzaklaşır. Bir süre sonra genç kızın annesi evi terk
eder, bir doktor ile evlenip Ordu iline yerleşir.
Kahramanımız kıza, amcası yardım eder ve yatılı okula yazdırır. Fakat
genç kız okulda başarılı olamaz, okulu bırakır. Olaylar dizisi devam eder.

Ayfer Tunç, Erenköy Kız Lisesi ve ardından, İstanbul Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür
dergilerine yazılar yazmaya başladı. Edebiyat üzerine ilk yazılarını 1983
yılından itibaren çeşitli dergilerde yayımladı. 1989 yılında gazeteciliğe
başladı. “Sokak” dergisinde, “Güneş” ve “Yeni Yüzyıl” gazetelerinde çalıştı.
1989 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenlediği Yunus Nadi Öykü
yarışmasına katıldı. “Saklı” adlı öyküsüyle birincilik ödülü aldı. 1999-2004
yılları arasında Yapı Kredi Yayınları’nda yayın yönetmeni olarak görev
yaptı. 2001 yılında yayımlanan “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size
Gelecek-70’li Yıllarda Hayatımız” adlı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan
ülkesinin katılımıyla düzenlenen Balkanika Ödülü’nü kazandı ve kitabın altı Balkan diline çevrilmesine
karar verildi. 2003 yılında Sait Faik’in öykülerinden hareketle yazdığı “Havada Bulut” adlı senaryosu filme
çekildi ve TRT’de gösterildi. Ayfer Tunç, çeşitli gazete ve dergilerde yazmayı sürdürmekte ve kitapları
Can Yayınları’nca yayımlanmaktadır. “Aliye” ve “Binbir Gece” dizilerinin senaryolarını bir senaryo ekibiyle
birlikte yazmıştır.

Yazarın kütüphanemizdeki kitapları:
Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek;(Kütüphane No- 4770)
Kapak Kızı; (Kütüphane No- 8899)
Dünya Ağrısı; (Kütüphane No- 21942)
Saklı; (Kütüphane No- 23524)
Yeşil Peri Gecesi; (Kütüphane No- 24593)

BAĞIMSIZ, TARAFSIZ, GÖNÜLLÜ

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 16

ÖZGÜR VE TUTKULU DANSÇI CARMEN
Zuhal Yüksel – Seğmen Sitesi

“Aşk tıpkı vahşi bir kuşa benzer,
Kimsenin ehlileştiremediği
Ve de çağırmak boşunadır onu,
Eğer istemiyorsa gelmeyi.
Beni sevmezsen; severim seni;
Seversem seni, kolla kendini!”

Bu dizeler Georges Bizet’in “Carmen” operasında Habanera aryasındaki (*) Carmen’in sözleri. Bizlere
‘’Aşk evcilleştirilemeyen bir kuştur.’’ diyor.
Merimee’nin “Carmen” romanından esinlenerek yazılan opera, İspanyol bir çingenenin öyküsünü anlatır.
Tütün fabrikasında çalışan, dillere destan güzelliğiyle karşı konulmaz cazibeye sahip çingene Carmen,
ordudan onbaşı Don Jose ile ihtiraslı bir aşk yaşar. “Carmen” ilk sahnelendiğinde yerleşik opera ve
ahlâk anlayışının ihlali gibi algılanarak olumsuz tepkiler alsa da bestecinin ölümünün ardından gerçek
değeri anlaşılır ve çok sayıda ülkede sahnelenir.
“Carmen” operasının bir sinema uyarlamasını, bir İspanyol müzikalini şubat ayında derneğimizde
komşularımızla izledik. Flamenko müziği, ritmi ve dansı, gitar, kastanyet, şallı
kıyafetler, taraklı dantelli saçlar, yelpaze, boğa güreşinin yer aldığı filmde
tutkulu bir aşkın insanı tutsak edişi, özgür ruhlu bir çingene kadına âşık olan
bir erkeğin kıskançlığı yer alıyordu. Filmin sonunda Don Jose Carmen’i
bıçaklayarak öldürür ve sonra da ölesiye ağlar.
Filmin çekildiği döneme bakarsak o yıllarda Avrupa Birliği kurulmuş ama
İspanya henüz birliğe alınmamıştı. Bu film İspanyolluk propagandası için
politikacıların tanıtımına destek olmuş, Fransız romanı ve Fransız besteciden
opera eşliğindeki film ile Avrupa Birliği’ne “biz de sizlerdeniz” demiştir.
Filmin izlenmesinin ardından konuğumuz Pınar Aydın O’Dwyer bizlere
“Carmen” filmi ile “Carmen” operası karşılaştırmalı olarak anlattı. Filmin bazı
sahnelerindeki ayrıntılar üzerinde duruldu. Söyleşiye kırmızı gülü ve yelpazesiyle katılan O’Dwyer,
salonda Carmen havasını estirerek etkinliğe renk kattı.
Sinema Topluluğumuz sizleri farklı ülke kültürlerinden, özgün filmlerle buluşturmayı sürdürecek.

(*) https://www.youtube.com/watch?v=KJ_HHRJf0xg

MAHALLENİN SAKİNİ DEĞİL, SAHİBİYİZ.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 17

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 18

CEMRE

(Ortanca Dergisi / Ağustos 2008 sayısından alınmıştır)

Fazilet Ünsal Eliaçık – 100. Yıl Mahallesi

Anladık
Kışı sevmiyorsun
Boyuna-bosuna bakıp
Efeleniyorsun şubata
Atıyorsun kendini

Çocukları kandırabilirsin

Azıcık gülse güneş,
İp atlamaya başlarlar

Okul bahçesinde

Bir de kapalı balkonumun
Sarı karıncalarını

Martı kızdıran da sensin

Diyetini
Güney’in portakal çiçeklerini

Karadeniz’in fındığını
Yakarak ödetiyor çiftçime

Çocuklar da kısmetleniyor son deminde
Ayazın-zemherinin

23 Nisan’larda
Poplin bayramlıklı,
Tüllü ront kıyafetli bebeleri
Kucaklıyor tören alanında

Yağmur, dolu, kar…
Kocakarı, kırlangıç…

Aklına ne eserse

Anadolumun çilekeşleri
Sever seni, özler
Umutlanır
Bilirsin

Yalancı cemre
Sabırsız cemre

Nerde kaldı baharın?

Elma dersem çık!
Armut dersem de.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 19

EĞİTİM: OSMANLIDAN CUMHURİYETE-
NEDEN BAŞARILAMADI NELER YAPILMALIYDI?

Cemil TURAN – Yeni Esenkent Sitesi

Dünya Bankası Asya Bölgesi Baş İktisatçılığı ve Hindistan Bölgesi Direktörlüğü ile T.İş Bankası
Yönetim Kurulu Üyeliği yapan Prof. Dr. Oktay Yenal, Avrupa’da kökleri Roma İmparatorluğuna kadar
uzanan bir kilise/okul geleneği olduğunu, sonradan ortaya çıkan Prenslik ve Dükalıkların birçoğunda
temel eğitimin bizzat baştaki hükümdarlar tarafından teşvik edildiğini, Almanya’da Büyük Frederik
(Friedrich II ,1712-1786 arası yaşadı) tarafından başlatılan 5-14 yaşındaki bütün çocukların okula gitme
zorunluluğunun, kısa sürede diğer Avrupa ülkelerinde de uygulanmağa başladığına dikkat çekip, Batılı
araştırmacıların yapıtlarından şu alıntılamaları yapıyor: “Modern çağın başında Avrupa’da formel eğitim
hızla genişledi. Daha öncelerin toplumlarında önemsiz ve nüfusun ufak bir kısmını ilgilendiren bir kuruluş
olan okul hızla yayılarak devlet, kilise, aile ve mülkiyet gibi toplumun en güçlü kurumları arasına girdi…
Sonuçta, 19. yüzyılın ortasında yetişkinler arasında okuryazar oranı Almanya, Hollanda, İsviçre ve
İskandinavya’da %70’in, İngiltere, Fransa, Avusturya ve Belçika’da ise %50’nin üstüne çıkmıştı.”
Yerinde bir gözlemle, “…petrol şeyhlikleri dışında, nüfusunun yarısından fazlası okur yazar olmadığı
halde zengin olan ulus yoktur” diyen O.Yenal, Avrupa’nın 19. yüzyıl ortasında eriştiği okuma yazma
düzeyine Türkiye’nin 120 yıllık bir gecikme ile ancak 1970’li yıllarda erişebildiğini belirtiyor. (O.Yenal,
Ulusların Zenginliği ve Uygarlığı-Eğitim Boyutu, T.İş Bankası Yayınları, Aralık 1999).

Petrol şeyhlikleri dışında nüfusunun yarısından fazlası okuryazar olmadığı halde zengin olan ulus
yoktur” yargısında bulunup, 1868’de Japonya’da Meiji hanedanının başlattığı “tanzimat”ın eğitim
alanında yaptığı büyük atılımı anlatıyor. Japonya’nın 20. yüzyılda Dünyanın ikinci büyük sanayi gücü
durumuna gelmesinin altında bu “eğitim devrimi” yatmaktadır demek abartılı bir niteleme değildir.
Dünyanın üçüncü, Avrupa’nın ise en büyük sanayi gücü olan Almanya’nın, elektrik ve kimya sanayindeki
atılımları ile (ABD ile eş zamanda) “ikinci sanayi devrimi”ni gerçekleştirerek, gerilerden gelip, “birinci
sanayi devrim”ni başlatan İngiltere’nin de önüne geçerek, 19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’nın en
büyük üretim ve askeri gücü olduğu bilinmektedir. Bu büyük atılımın ardında 18. yüzyılda Prusya’yı
reformları ile güçlendiren “aydın despot” Büyük Friedrich’in eğitim reformları kadar, 1809’da eğitim
bakanlığına getirildiğinde ilk,orta,yüksek öğretimi yeniden düzenleyen, öğretmenlerin eğitim ve yeterlik
düzeyini artıran, Wilhelm Humboldt’un eğitim alanındaki uzak görüşlü düzenlemelerinin rolü çok
önemlidir, en başta gelmektedir dememiz gereklidir. Burada iki tarihçinin görüşünü aktarabiliriz:
“Prusya’da 19. yüzyıl başında oluşturulan etkili eğitim sistemi, hem bilimsel ve teknolojik gelişmeyi
beslemiş, hem de güçlü bir Alman ulusçuluğu yaratmıştı” (Gökçen-Faruk Alpkaya, 20.Yüzyıl Dünya ve
Türkiye Tarihi, Tarih Vakfı Yayını, 2005). 1809 eğitim reformunda İsviçreli eğitimci J.H.Pestalozzi’nin
görüşleri temel alınır. Pestalozzi, Köy Enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı Tonguç’u etkilemiş bir
düşünür ve uygulamacıdır. Köy Enstitülerinin de fikir köklerini Pestalozzi’de bulabiliyoruz. Japonya ve
Almanya’dan başka, tarihte, gerilerden gelip, eğitim ve toplu reform başarıları ile büyük güçler arasına
girmenin örnekleri arasında; Fransa’da 17. yüzyılda Maliye Bakanı Colbert’in, Rusya’da 18. yüzyılda
Büyük Petro’nun, yakın tarihte ise (1978 sonrasında), Deng Siao Ping’in Çin’i ayağa kaldıran
reformları sayılabilir.

OSMANLI: EĞİTİMDE EBUSSUUD’UN ÖLÜM FETVASI
Osmanlı İmparatorluğunun doruk noktası olan Kanuni dönemi Şeyhülislamı Ebussuud efendi,
kuşkusuz padişahın onayı ile verdiği bir fetva ile medreselerde okutulan felsefiyat, içtimaiyat (toplum
bilimleri) ve fenniyat ilimlerinin okutulmasını yasaklattı. Bu, zaten bir bilimsel üretim toplumu olmayıp, bir
fütuhat/gaza toplumu olan Osmanlıda, eğitimin ölüm fermanı olmuş ve sonraki bütün yüzyılları da
donduran bir zehir etkisi yapmıştır. Osmanlının parlak bir kitap kurdu ve ansiklopedist derlemecisi olan
Katip Çelebi, 17. Yüzyılda bu karardan yakınmaktadır. 17-19. yüzyıllarda Avrupa karşısındaki gerilemeye
önlem olarak Osmanlı sultanlarının dikkati hep orduyu yenilemek, güçlendirmek olmuştu, ama bir üretim
toplumu olamayan, kapitalizm karşısında savunmasız kalan devlet bunu da başaramadı. Sultanların
(…asıl amacı düzenli ve güvenilir bir ordu olduğundan, ciddi odak değişikliğinin fütuhattan verimliliğe ve
üretime kaydırılması düşünülmemekteydi… Gaza malını ticari kazancın üzerinde tutması, iktisadi
zihniyeti mi yoksa askeri ideolojinin sesini mi yansıtmaktadır?.Ticari amaçlar uğruna uzak yerlere
gitmeyi, denize açılmayı doğru bulmuyorlardı…Osmanlı Devleti kapalı bir toplum modeli üzerinde

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 20

bulunuyordu.” (Ahmet Güner Sayar, “Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması” adlı yapıtından
alıntılar. )

Bu donukluğu silkinip atmak isteyen 2.Mahmut ve ardından gelen Tanzimat ve Jön Türkler (Genç
Türkler/ İttihat ve Terakki Partisi) dönemleri, devleti kurtarmak adına, eğitim diye anladıkları öncelikle
yeni askeri okullar açmak ve orduya yatırım yapmaktı. Oysa Osmanlı artık askeri bakımdan ne Batının
büyükleri ne de kuzeydeki Rusya ile baş edebilecek bir güç değildi. Yıkılmayıp ayakta kalması bütünüyle,
büyük güçlerin arasındaki denge ve bu denge sonucu özellikle en büyük güç olan İngiltere’nin
Osmanlının yıkılmaması üzerine kurduğu politikaydı. Osmanlıyı yok olmaktan kurtaran uluslararası
diplomasiydi, ama büyük askeri harcamaları değil. Yapması gereken eğitime, üretime, ekonomiye
yatırımdı. Ama Cumhuriyet öncesi 100 yıllık Osmanlı çağdaşlaşması, bunu kavrayamadı. Cumhuriyet
dönemi de Osmanlı’dan gelen bu sınırı fazla aşamadı.

O.Yenal’ın Osmanlının son dönemi ile ilgili eğitim alanında alıntılamalarla yaptığı saptamalar
şöyledir: “Tanzimat fermanında ilköğretim hakkında tek kelime yoktur… İlköğretim çok az sayıda çocuğa
ulaşabilmiş, okula gitme şansına erenlerin büyük kısmı ise ancak kuran kursu niteliğindeki sıbyan
okullarında eğitim görebilmişlerdir… 1870’ten sonra ‘iptidai’ adı verilen yeni bir tip ilkokul açılmaya
başlandı ve 1876 Anayasası ile de çocukların ilkokula devam zorunluluğu getirildi. .. Meşrutiyetin
ilanında (1908) güya zorunlu yapılan ilköğretime yıllarca devlet parası olarak bir kuruş bile harcanmadı.
İlkokulların masrafı yerel vakıf,hayrat ve bağışlar ile öğrencilerden alınan ücret ile karşılanmaya devam
etti. Öbür önemli ayak bağı ise ilköğretimin ulema yönetiminde olması idi. İlköğretim sorumluluğu ancak
1916 yılında Maarif Bakanlığına devredilebildi…1927’de bile Türkiye’de 6 yaşından yukarı nüfusun
ancak %11’i okuryazar idi. Kadınlarda bu oran %4’e düşmekteydi.” Prof. Yenal, “…buna karşılık, 18.
yüzyılda Büyük Petro’nun Rusya’da gerçekleştirdiği Batılaşma hareketi içindeki eğitim reformu ve
özellikle Japonya’nın Meiji dönemindeki eğitim seferberliği çok daha kapsamlı olduğundan bu
ülkelerdeki teknolojik ilerleme daha köklü olabilmiştir” diye başka ülkelerin deneyimindeki eğitim
boyutuna vurgu yapıyor.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE EĞİTİM DEVRİMİ YAPILDI MI?
Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Kurtuluş Savaşımızı yapan kadro, Osmanlının son dönem

modernleşmesinin, Tanzimat ve Abdülhamit dönemi reformlarının ürünü olan, modern eğitim
kurumlarında yetiştiler: İptidai, rüştiye, idadi-sultani, harbiye, tıbbiye okulları. Bu nedenle eğitimin
değerini biliyorlardı. Atatürk’ün eğitim üzerine özlü sözleri bilinir. Bunlardan ikisini aktaralım: “En
önemli, en esaslı nokta eğitim sorunudur. Eğitimdir ki, bir ulusu ya özgür, bağımsız, şanlı, yüce
bir toplum halinde yaşatır, ya da bir ulusu tutsak ve sefillik içinde bırakır.” “Ulusları kurtaranlar
yalnız ve ancak öğretmenlerdir” (Hasan Ali Yücel Sosyal Bilimler Lisesi salonunda asılı pankarttaki
özdeyişi). Eğitim alanında atılım yapmak için çok çabalamalarına karşın, “eğitim devrimi”
diyebileceğimiz bir olgudan söz edemiyoruz. Bu durum, bugünkü sorunların doğru saptanması ve çözüm
yolları üretilmesi bakımından zorunludur. Cumhuriyet döneminde yapılan işler dışında, yapılamayanlar
da bulunmaktadır, ne yazık ki.

1923 yılında Cumhuriyetin Osmanlı Devletinden devraldığı eğitim tablosu içler acısıdır. 23 lise,
72 ortaokul, 64 mesleki-teknik okul ve 9 yüksekokulunun çoğu, Sultan Abdülhamit zamanında yapılmış
olan ünlü “taş mektepler”dir. 1923’ten 1938’e kadar olan dönemde, okul sayıları ortaokul ve liselerde
üçe katlanmış, mesleki-teknik okullarda çok düşük bir artış olmuş, ilkokullarda ise iki katına bile
çıkamadan yüzde 60 artmıştır. Öğrenci sayılarındaki artışlar daha yüksektir. Öğretmen sayıları da okul
sayılarına koşut bir artış göstermiştir. 1927 yılında ilk kez yapılan nüfus sayımında 13 milyon 648 bin
olan ülke nüfusu, 1935 sayımında 16 milyon 158 bin ve 1938 yıl ortası tahmininde 16 milyon 926 bindir
(DİE, İstatistik Göstergeler, 1923-2002).Buna göre, okullaşmadaki artış oranı, nüfus artış oranının
biraz üstünde gerçekleşmiştir. Ancak ortada büyük bir sıçrama, devrimsel bir atılım manzarası
yoktur. Neden böyle olmuştur?

Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden, onun inanmış destekçisi ve devrimlerinin uygulayıcısı
kadrodan, gazeteci Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün yaşamını ve devrimlerini anlattığı ve yorumladığı çok
önemli kitabı “Çankaya”da, eğitim konusunda Atatürk döneminin eksiğini şöyle eleştirmektedir:

“Atatürk devrinin zaafları, Atatürk’ten sonraki demokrasiye geçiş devrinde belirmiştir.
Başlıca zaaf, eğitim yolu ile devrimlerin ve yeni düzenin halk yığınlarına sindirilememiş
olmasıdır… Tek dereceli seçimle memleket idaresini halk yığınlarına teslim etmek davasında
bulunan bir diktatör, yeni yetişen kuşakları ilk sivil okul eğitiminden geçirmeyi baş kaygı
edinmeliydi” (Çankaya,sf. 546-547).

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 21

“…İnkılabın kaçıncı yılı idi.Hala ilkokul seferberliğini ele almamıştık… Bizler bugün dahi
inkılaplarımızın hemen arkasında bütün köylerde ilkokul temellerini atmamaklığımızın çilesi içinde değil
miyiz? 31 Mart yahut Menemen veya Şeyh Said veya 6-7 Eylül. Hepsi bir! Aynı ruh! “ (Çankaya, sf.600-

601).

Atatürk’ü taparcasına seven bir insanın değerlendirmesidir bu sözler! Peki neden böyle
olmuştur? Eğitimin önemini bilen, bu konuda parlak özdeyişleri bulunan Atatürk neden, devrimlerini de
güvenceye alacak en önemli araç olan eğitilmiş yığınların yaratılmasında başarılı bir dönem
yaratamamıştır?

ASKERİ HARCAMA MI, EĞİTİME HARCAMA MI?
Atatürk ve arkadaşları, kurdukları yeni devletin dışarıdan yada içeriden gelebilecek saldırılarla
yıkılmasından kaygılıdırlar.. Değişmez Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, bu kaygıları evham
derecesine vardırarak, kıyılara işgale uğrarsak elden gider korkusuyla yol, fabrika yatırımı yapılmasını
bile önlemiştir (F.R.Atay, “Çankaya”da Mareşal Çakmak’ın bu yönünü çok çarpıcı örneklerle
anlatmakta,onun yarattığı “yasak bölgeler”den söz etmektedir. Yeni rejimi koruma kaygıları, büyük
çoğunluğu asker kökenli olan yöneticileri askeri önlemler almaya yöneltmiş, bu durum askeri harcamaları
yüksek tutmayı getirmiştir ve bu bütün Cumhuriyet dönemi boyunca sürmüştür. NATO’nun “güvenlik
şemsiyesi” altında olduğumuz söylenen 1952 sonrası dönemde bile. 1952 sonrasında yapılan askeri
harcamalara bakınca, “NATO mu bizi korumuş, biz mi NATO’yu?” diye sormadan yapamayız! Ancak,
Osmanlı’dan gelen “askeri devlet” anlayışının terkedilememiş, “teknik devlet” kavrayışına
geçilememiş olması, Cumhuriyet dönemini de kuşatmış, en önemli etkendi denebilir.
1923-1938 döneminde, konsolide bütçeden savunmaya ayrılan kaynaklara yüzde olarak
baktığımızda, milli savunmanın bütçenin yaklaşık yüzde 30’unu yuttuğunu görürüz. Eğitim harcamaları,
devlet bütçesinin Bu 15 yılda en düşük yüzde 2,6 ile 1928’de eğitim harcaması gerçekleşmesi
olmuş (ilginçtir, 1928 aynı zamanda Harf Devriminin yapıldığı yıldır, ama eğitim harcaması dibe
vurmuştur), eğitimin aldığı pay, bu dönemde genellikle yüzde 3-4 arasında dolaşmıştır. (Hikmet
Uluğbay, Risk Altındaki Bir Ülkenin 2023 Yarışı)

Dönemin özellikleri ne olursa olsun, savunma harcamalarına ayrılan yukarıdaki oranlar, ancak
fiilen savaşan ülkelerin bütçelerindeki oranlara yaklaşan çok yüksek oranlardır. Dönemin psikolojisini
anlamakla birlikte, Atatürk ve İnönü dahil, Cumhuriyet yöneticilerinin güvenlik kaygılarını abartmış
olduklarını, ”kalkınmacı önder”den çok “askeri önder” yönlerinin ağır bastığını, asker kökenli
olduklarından mesleki reflekslerinin öne çıktığını, bu yüzden askeri harcamaların çok yüksek tutulduğunu
söylemek durumundayız.

Eğitim devletin ve toplumun yarınıdır. Vatanı en iyi eğitilmiş kuşaklar savunur ve yükseltir.
Eğitimli insan, ülkenin refahını daha yüksek düzeye çıkarır ve ülkenin yarınlarının güvencesi olabilir.
Askeri harcamaların bir kısmının eğitime kaydırılması, yapılacak bir “eğitim seferberliği”nin mali
kaynağını oluşturabilirdi.

Atatürk 1930’lu yıllarda kendini dil ve tarih çalışmalarına adamıştı. Eğitime adamış olsaydı,
bugün durum daha farklı olurdu. Çünkü dil ve tarihten bir eğitim devrimi çıkmaz, çıkmadı. Ama
eğitilmiş bir toplum, Atasının dil ve tarih ülküsünü de gerçekleştirirdi. Cumhuriyetin başlangıç
yıllarında yapılması gereken, yurtdışına yükseköğrenim ve doktora yapmak üzere eğitim ve
ekonomi alanı başta olmak üzere çokça öğrenci göndermek, Batı eğitim sistemlerini incelemek
üzere eğitimci ve bürokratları görevlendirmek ve yurtdışından bu konunun uzmanlarını davet
etmekti. Ankara’nın imarı ve kamu yapıları, Atatürk heykelleri için uzmanlar getirilirken bunların
yapılmamasının acı sonuçlarını 100 yıldır yaşıyoruz. Eğitim tarihimizin güneşi Köy Enstitülerini,
onun mimarı olan dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un, 1. Dünya Savaşı
öncesi ve sonrası Almanya’daki okul ve inceleme yıllarına borçlu olduğumuz gerçeği ortadadır.

Atatürk’ün yurt dışında çok kısa sürelerde bulunmuş olması, Cumhurbaşkanı olduktan sonra ise,
hiç yurt dışına çık(a)mamış olması, onun şanssızlığıydı.Dahilerin sezgileri güçlü, algıları açıktır. Büyük
Atatürk de, Kuzey Batı Avrupa’da, gelişen uygarlığı yakından gözlemleme fırsatını bulmak için, örneğin
çağdaş demokrasinin ortaya çıktığı İngiltere’de bir-iki yıl kalabilmiş olsaydı, Türkiye’yi farklı kurardı
diyebilirim. Rusya’yı çağdaşlaştıran Büyük Petro’nun başarısı Batıda bir yıldan fazla kalmış, Batıda
gelişen uygarlığı içinden gözlemlemiş olmasındaydı.

Yönetimlerde bu “güvenlik kaygısı”, daha doğrusu “abartısı” Türkiye’nin Ortadoğu’daki jeopolitik ve
stratejik konumu nedeniyle hep askeri harcamaların yüksek tutulmasına neden olmuş, Atatürk
dönemindeki yaklaşım, üstelik 1952’de NATO’nun ortak güvenlik şemsiyesi altına girdikten sonra, barış
zamanlarında bile devam etmiştir. Bu nedenle, devlet bütçemizde askeri harcamalar çoğu yılda eğitim
harcamalarının üstünde gerçekleşmiştir. Ekonomik getiri açısından askeri harcamalar “verimsiz”

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 22

harcamalardır. Uzun vade için en verimli yatırım ise eğitimdir. 100 milyon dolar ödenen bir uçak 20-30
yıl sonra teknolojik eskime nedeniyle sıfır değerindedir. Oysa 100 milyon dolar 300 okul demektir.
Abdulhamit döneminde yapılan taş mektepler, bugün hala kullanılmaktadır ve daha yüzyıllarca
kullanılabilir. Birkaç gün önce, Cumhurbaşkanı Erdoğan, 13 bin okula daha ihtiyacımız olduğunu açıkladı

(24.2.2020.)
Eğitim düzeyi arttıkça laikliğe bağlılık düzeyi artmakta, hatta türban takma oranı da düşmektedir,

kamuoyu araştırmaları bunu göstermektedir. Milli gelirde dünyanın 17. ülkesi olan Türkiye, eğitim
harcaması sıralamasında 100. sıranın bile altındadır.

Soruna çözüm bulması için göreve getirilen milli eğitim bakanlarının sayısının çokluğu, arayışların
yoğunluğunu ortaya koymaktadır, ama aynı zamanda başarısızlığın göstergesi gibidir: Meşrutiyet ve
sonrasındaki 13 yılda (1908-1921) 21 bakan değişmiştir.. Cumhuriyet döneminde ise 97 yıl boyunca
(1923-2020) 61 bakan işbaşında olmuştur. Bu 61 kişinin 11’i 15 yıllık Atatürk döneminin bakanlarıdır.
Siyasi istikrarın bulunduğu Atatürk döneminde bile 11 gibi yüksek sayıda bakanın görev yapmış olması
dikkat çekicidir. (MEB, Cumhuriyet Döneminde Eğitim Sistemindeki Gelişmeler, 1920-2010) Atatürk
döneminde en çok değişen bakanlarında biri milli eğitimdir ve bu alanda başarılı olunamamış
olduğu istatistiklerden anlaşılmaktadır. En az değişen bakan ise Dışişleridir (Tevfik Rüştü Aras, 1925-
38, kesintisiz bakanlık yaptı). Atatürk’ün dış politikası ise çok başarılıdır. Türkiye o dönemde bütün
komşularıyla ve bütün dünya ile barışçı, dostluk ilişkileri içindedir.

Dünya Bankası ve TÜSİAD gibi kuruluşlar, yaptıkları araştırmalarda şu vurguları yapmaktadır:
Türkiye okul öncesi eğitimde geri kalmıştır, ortaöğretimde AB’nin çok gerisinde kalmıştır, meslek
liseleri iş piyasasından kopuktur, ÖSS eğitim sisteminde kaliteyi düşürmektedir, öğretmen
kalitesi düşüktür, okulların kaynak yetki ve özerkliği yoktur, kızların ve yoksulların çocuklarının
eğitimine teşvik eksiktir vb. Uzmanlara hazırlatılan raporlar, eğitim sektörüne yatırımın, işsizliği
azaltırken, sürdürülebilir kalkınmaya da katkıda bulunacağına dikkat çekiyor. Eğitim harcamalarının milli
gelire oranının OECD üyesi ülkeler arasında en düşük değere sahip olduğu ve Güney Kore, İrlanda,
Çin gibi hızlı gelişen ülkelerde “verimlilik artışı ile eğitim arasında güçlü bağın kurulmuş olduğu”
belirtiliyor. Raporlarda, “ekonomilerin en temel araçlarından olan zenginleşme (refah) döngüsüne
ulaşmada eğitimin ateşleyici bir işlev görebileceği” vurgulu biçimde belirtilmektedir.

Sınav kazanmaktan başka yararı olmayan, ortaöğretim ve yükseköğretim kapısında dershanelere
ayrılan paranın büyüklüğü, sadece devletin değil halkın da büyük verimsiz harcamaları olduğunu ortaya
koymaktadır. Tabi, bu kaynak israfını önleyecek düzenlemeleri yapacak olan yine devlet yönetimidir.

Türkiye’de ortalama eğitim süresinin 6,7 yıl ile ilkokul düzeyinde olduğu ve yetişkin nüfusun üçte
ikisinin ilköğretim düzeyinde eğitime sahip olması ve 7 milyon okur yazar olmayan yurttaşımızın 6
milyonunun kadın olması dikkat çekicidir. Bu da eğitimde başarısız oluşumun en belirgin
göstergelerinden biridir. Oysa, dünyada Yahudi nüfusta eğitim ortalaması 13,4 yıl, hristiyanlarda 9,3 ve
müslümanlarda 6,4 yıldır. 55 “İslam ülkesinin” en gelişmişi olan Türkiye’nin İslam dünyası ortalaması
civarında gezinmesi de eğitimdeki durumumuzu gösteren başka bir acıdır.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 23

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 24

KEDİ KORONA VİRÜSÜ ve ÇİN’DEN YAYILAN 2019-nCoV SALGINI

H. Fatoş GÜR - Ayrancı

Değerli Komşularım,

Çin’deki Korona virüs salgını sonrası, “kedilerde yaygın olarak görülen Korona virüsü’nün de insanlara
geçtiği” yöündeki yanlış bilgilendirme yayılmaya
başlayınca, FIP konusunda önemli araştırmalar yapan
uluslararası bir kuruluş olan LUCA FUND for FIP
RESEARH, Çin’den yayılan Koronavirüs ile kedi korona
virüsünün karıştırılmaması gerektiğini açıklayan bir
mesaj yayımlamıştır. Endişeleri gidermek amacıyla,
mesaj aşağıda bilgilerinize sunulmaktadır:

“Son 72 saat içinde, EndFIP® destek ekibi, haberlerde
sürekli tartışılan koronavirüsün kedileri etkileyen virüs
ile aynı olup olmadığını soran pek çok e-posta aldı.
Bizimle temasa geçen bazı kişiler, virüsün kedilerden
insanlara (ya da tersi) bulaşmasından endişe
duyuyorlar. Korkuyu ve kaygıyı anlıyoruz. Özellikle de
hepimiz, çok hızlı gelişen ve sadece birkaç gün
önce “uluslararası kaygılarla halk sağlığı acil
durumu” (“public health emergency of international concern”) olarak kategorize edilen, kapsamlı medya
haberlerine maruz kaldık.

EndFIP® olarak, son zamanlarda (21 Ocak’ta yayınlandı) kedi korona virüsü (FCoV) hakkında ayrıntılı
bilgiler vermesine rağmen, soruların artması nedeniyle, FCoV’nin insanları enfekte ETMEDİĞİNİ
tekrarlamak gereğini duyuyoruz.

Koronavirüsler genellikle konakçıya özgüdür ve sadece yakından ilişkili türleri enfekte eder.

Herkesin anlayacağı terimlerle ifade etmek gerekirse, kedi koronavirüsü (FCoV) gastrointestinal
sistemi tutan bir kedi virüsüdür. Medyada tartışılan koronavirüs 2019-nCoV olarak adlandırılır ve ilk
olarak Çin’de tespit edilen bir solunum yolu hastalığının nedeni olarak gösterilmektedir.

İnsan koronavirüslerini tartışmak EndFIP® Global Girişimi’nin ilgi alanı dışındadır. 2019-nCoV’un
neden olduğu bu solunum hastalığı salgını çok bulaşıcıdır. Ne yazık ki, 2019-nCoV yayılmaya
devam ettikçe, doğrulanmamış, yanıltıcı ve bazı durumlarda açıkça yanlış bilgiler de yayılıyor. Şu
anda hepimizin korku ve duygularla değil, tıp ve bilime dayalı kanıtlara dayanarak hareket etmemiz
gerektiğini belirtmek önemlidir. İlgilenenler aşağıdaki siteleri ziyaret ederek kapsamlı ve zamanında bilgi

alabilirler:

https://www.who.int/health-topics/coronavirus

https://www.cdc.gov/coronavirus/
https://travel.state.gov/…/trave…/china-travel-advisory.html

EndFIP®’in vizyonu: her kedi sağlıklı kedidir. EndFIP®, dünya çapında kedi koronavirüsü hakkında
farkındalık ve bilgi sağlamaya kendini adamıştır ve kedi koronavirüsü FCoV
enfeksiyonunun ciddiyeti konusunda insanları doğru bilgilenmeye ve çok kedili ortamlardaki kedi
koronavirüs (FCoV) enfeksiyonunu önlemek için kalıcı çözümler bulma konusunda çalışmaya teşvik
etmeye devam edeceğiz.

Kedi koronavirüsü (FCoV) hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz,

www.endfip.com/etiology/
www.endfip.com | www.LucaFundforFIP.com ziyaret edebilirsiniz.”

Kaynak: https://www.diyabetikkedi.com/cindeki-2019-ncov-salgini-ve-kedi-korona-virusu-karisikligi/

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 25

ILGAZ GEZİSİ
Cenk’in Annesi – Balıkçı Apt.

Ilgaz Anadolu’nun
Sen yüce bir dağısın
Baharda yeryüzünde
O cennetin bağısın

Yalçın kayalıkların
Göklere yükseliyor
Senin dumanlı başın
Bulutları deliyor

Çocukluğumuzu hatırlatan güzel besteyi hissetmeye bu kez
rotamız. Bir gündoğumunda yine derneğimizin önünde
toplandık. Önümüzde 206 km. Ilgaz Milli Parkı, kayak sevenler
için güzel bir doğa. Ankara ve İstanbul’a çok yakın olan Ilgaz,
kış turizmi açısından bulunmaz bir saklı cennet. İnebolu’dan
Ankara’ya kadar uzanan İstiklal yolunun yöreden geçmesi ile
bölge popülerliğini korumuş. Ilgaz; İç Anadolu ve Karadeniz’i
ayıran Ilgaz Dağı’na 25 km mesafede bulunan, şirin ve doğal
güzellikleri muhteşem olan bir ilçemiz. Bu masalsı ilçe, Çankırı
sınırları içinde yer alıyor. Ilgaz ilçesi, ismini heybetli görüntüsüyle Ilgaz Dağları’ndan alıyor. Yaz ve kış

turizmi açısından eşine az rastlanan cennet yerlerden birisi olan
Ilgaz, manzarasıyla insanı mest etmeyi başarıyor. Yaklaşık 3
saatlik yolculuk sonrası milli parktayız. Otobüsle giriş yapmak için
120 lira ödedik. Kar mevsiminin tam deminde yakaladık burayı. Her
bir anı fotoğraflamak istesem de bugün çekim yapmak imkânsız
resmen tipinin içindeyiz. Cenk’in de herkesin de biraz morali
bozuldu. Günü böyle planlamamıştık ama koşullar bize ne
sunuyorsa yine de tadını çıkartmak için çaba harcayacaktık.
Valiliğe ait Doruk Otel’e giriş yaptık. Burası sadece günübirlik
kullanıma açıkmış. Konaklama imkânı vermiyormuş. Zaten de
vermesin, son derece bakımsız gözüküyordu. Bir moral bozukluğu
da bu görüntüyle yaşasak da kararlıydık eğlenmeye. Kısa yürüyüş
yapmak için dışarıya çıktık. Gözlüksüz yürümenin imkânsız olduğu
havada inatla adımlamaya başladık bata çıka. Özlemişiz karda yürümenin tadını. Uzaklardan bize doğru
bağıran bir ses duyduk. Orada yürümeyin diye haykıran. Meğer pistin içine girmişiz. Hay Allahım gün
bize daha ne aksilikler getirecek meraktayım. Sisten fark etmemişiz tabi piste girdiğimizi. Snowboard
yapanlar ilgimizi çekiyor. Keşke ben de kayabilseydim diye iç geçiriyorum derin derin. Rehberimiz Haşim
Bey’in izinde yapacağımız yürüyüşle avunmak zorundayım. Hiç değilse akciğerlerimiz mutlu, nefis
havayı soluyunca. Uzaklardan gelen tarif edilemez sucuk kokusu dönüş zamanı geldi diyor adeta. Koku
resmen nereye gitmemiz gerektiğine dair yol gösteriyor. Sanki hiç doymayacakmışım düşüncesiyle
mangal sırasındayız. Hava eksi 13 derece sucuklar piştiğiyle
taş gibi oluveriyor, hayallerim bir kez daha yıkılıyor.
Dinlendikten sonra tekrar yürümek için hazırlanıyoruz. Farklı
bir deneyim yaşayacağız bu kez. Kasası naylonla örtülü
traktör kasasında çıkacağız yukarıya. Telesiyeje binme
noktası meğer aşağıda kalmış. Yok yok karamsarlık yok.
Traktördeyiz ve yüzümüzde tebessüm endişeli ya yürüyüş
yapamazsak diye. Katılımcıların çoğu vazgeçmiş bile. Şömine
başında oturmayı tercih ediyorlar. Gezgin ruh farklı bir şey
maceraya atılmaktan alıkoymuyor. Traktör tepede bırakıyor
bizi. Tipinin ortasındayız yine de vazgeçmiyoruz. Haşim Bey
son uyarıyı yapıyor. Dileyenler traktörle aşağıya inebilir. Sizce
biz iner miyiz? Birbirimize destek veriyoruz başaracağız. Tam

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 26

korunaklı halde hazırız yürüyüşe. Rehberimiz en önde tek sıra ilerliyoruz herkes önündekinin adımını
izleyerek. Tanrı sesimizi duymuş olmalı bir anda hava düzeliveriyor. Güneş saklandığı yerden çıkıyor.
Ormanın yeşiliyle karın beyazı kol kola, masal diyarındayız sanki. Zorlu bir yürüyüş de olsa bitsin
istemiyoruz. Dönüşte sıcacık çorba ile karşılıyorlar bizi. Günün sürprizi sıcak şarapla son noktayı
koyuyoruz. Burada gözlerimiz doğal güzelliklere, ruhumuz ise temiz havası ve sakinliğiyle adeta huzur
buluyor. Farklı bir deneyim oldu bu kez. Her şey ket vurmaya çalışsa da günün tadını çıkarmamıza
kararlılığımız baskın geldi ve yüzlerde yorgun ama mutlu bir tebessümle dönüşteyiz. Cenk sonraki rota
için alternatifleri sunmaya başladı bile…

Sağlıcakla kalın. Seyahat için tek engel kapınızın önündeki eşik olsun.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 27

TEPEDEN BAKMAK: DRONLAR
Meltem Ergün - Yenimahalle

Dron İngilizce’de erkek arı ve arı vızıltısı gibi ses anlamındadır. Uzaktan kumandalı insansız hava
araçlarının multirotor diye de adlandırılan ve helikopter ile aynı prensipte çalışan grubu dron olarak
anılmaktadır. Dik iniş kalkış yapabilir ve havada asılı kalabilirler. Türkiye’de yasal mevzuatta İnsansız
Hava aracı (İHA) olarak isimlendirilir. Dronlar oyuncaktan, profesyonel kullanımdan, ülke savunmasına
kadar pek çok alanda karşımıza çıkmakta. Üzerlerinde çok gelişmiş kameralar taşıyabiliyor; çok yüksek
kalitelere kadar fotoğraf ve video çekebiliyor olmaları dronları sinemacılık ve fotoğraçılık alanında öne

çıkarmaktadır.

Beş yıl kadar önce bir üniversite ders kitabında “Hava
Fotoğrafçılığı” bölümünde dron sözcüğü geçmezdi. İyi bir fotoğraf
makinesini taşıyabilecek model uçak ve helikopterler ve bunları
kullanarak hava-yer fotoğrafı çekebilecek meraklı kişilerden söz
edilirken, günümüzde fotoğraf yarışmaları şartnamelerinde dron
fotoğraflarının da kabul edileceği veya kabul edilmeyeceği ifadesi
karşımıza çıkıyor. Dronlar, havadan havaya ve havadan yere
fotoğraf ve hareketli görüntü çekimlerine hızlı bir giriş yaptılar.

İç mekan için kullanılan dronlar da olmasına karşın sinema ve
fotoğraf alanında kullanılanlar dış mekan dronlarıdır. Dış mekan
dronlar demişken; sigortacılık, enerji, inşaat/mimari, gayrimenkul, sağlık, tarım sektörleri, lojistik, çevre
koruma, haritacılık, basın, arama/kurtarma gibi çok geniş bir kullanım alanları olduğunu söyleyerek
geçelim.

Dronlar yeni bir teknoloji ve aygıt olarak hayatımıza girerken
beraberinde değilse de hemen ardından yasal mevzuatı da geldi.
Ülkemizde ilgili kurum Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü. Ağırlığı 500
grama kadar dronların hobi/sportif amaçlı kullanımında herhangi bir
kayıt, sertifika yükümlülüğü bulunmuyor. Dronlar yasal mevzuatımızda
ağırlıklarına göre sınıflandırılıyor; 500 gram dahil 4 kilogram ağırlığa
kadar İHA0, 4 kilogram dahil 25 kilogram ağırlığa kadar İHA1, 25
kilogram dahil 125 kilogram ağırlığa kadar İHA2, 125 kilogram ve daha
fazla ağırlıkta dron kullanmak için İHA3 pilot sertifikası gerekli. Yasal
mevzuata linkten ulaşılabilir. http://web.shgm.gov.tr/tr/s/5475-iha-
talimatinda-degisiklik-yapilmistir.

Genel kural olarak ülkemizde dikeyde 120 metrenin üstünde, yatayda 500 metrenin ötesine dron
uçurmak yasaktır. Uçuşa serbest (Yeşil Bölge), Özel İzne Tabi Bölge (Kırmızı Bölge) ve Uçuş Yapılamaz

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 28

(Uçuşa Yasak Bölgeler) vardır. Bu bölgelerde veya geriye kalan bölgede uçuş esasları İHA Talimatında
tanımlanmıştır.

Gelelim dron seçimine: Dron seçerken ağırlık, menzil, pil ömrü, kumanda tipi, taşıma kapasitesi, akıllı
uçuş özellikleri, algılayıcılar ve kamera özellikleri önemlidir. Ağırlık dronun kendi ağırlığıdır. Ağırlığın
artması batarya ömrünün kısalmasına neden olur. Menzil, alan gözlemleme ya da taşımacılık
yapılacaksa önemlidir. Multirotorlarda 35 km.’ye kadar çıkabilir. Li-po piller kullanılır. Pil ömrü kullanım
tarzına göre değişir; ivmeli kullanımda düşer; ticari multirotorlarda 40 dakikaya kadar çıkabilir. Uzaktan
kumandalar radyo frekansında çalışabildiği gibi, akıllı telefon ya da tabletler de daha kısa menzilli olmak
kaydıyla kumanda olarak kullanılabilir. RF frekanslı kumandalarda akıllı telefon ya da tabletlerin görüntü
için kullanılması gerekebilmektedir. Taşıma kapasitesi motor, pervane tipine, dronun ağırlığına ve
batarya gücüne göre değişir. Ticari multirotorlarda taşıma kapasitesi 20 kilograma kadar çıkmaktadır ki;
yüksek çözünürlüklü gelişmiş bir kamerayı taşıyabilirler örneğin. Akıllı uçuş özelliklerine sahip olan
dronlar karmaşık hesaplama gerektiren ya da çok tecrübeli pilotların yapabileceği manevraları otomatik
olarak yapabilmektedir. Örneğin uzaktan kumandayı ya da bir imajı takip etmek, pilotun belirlediği çap
ve irtifada bir orbit üzerinde hareket gibi akıllı uçuş özellikleri dronları uçurmayı keyifli ve kolay kılıyor.
Dron üzerindeki algılayıcılar arttıkça uçuş daha güvenli olmaktadır. Üst segment dronlarda çok sayıda
algılayıcı bulunur. Engellerden sakınmak, etrafından dolaşmak gibi, yer belirlemek, kalkış noktasına

dönmek gibi özellikler uçuşu güvenli kılar. Bazı dronlarda hava
durumu için de algılayıcı bulunmaktadır. Bulunmadığı durumda
önceden rüzgar, yağış, GPS uydusu görünürlük durumları için
tahmin programları kullanılır. Kameralar dron üzerinde sabit veya
takılıp çıkarılabilir olabilir. Takılan kameralar “Gimbal” adı verilen
aparata bağlanır, gimbal hem titreşimleri, yalpalamaları gideren
hem de kameraya açı veren önemli ve pahalı bir teçhizattır.

Bir nesneye, bir manzaraya farklı bir açıdan bakabilmek
değerlidir, çekilen fotoğrafta fark yaratır. Dronlar her şeye tepeden
bakabilmeleriyle fotoğraf dünyasında kendilerine kolay yer
buldular. Bu yer de sağlam görünüyor. Öyleyse iyi uçuşlar…

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 29

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 30

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 31

YAZIN GÖRÜLMEYE DEĞER, EN GÜZEL YER… SARIKAMIŞ
Turhan Demirbaş - Başak Sitesi

Sarıkamış, Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer
almakta olup, Kars'a 55 km. uzaklıktadır. İlçenin
30 bin hektarlık alanı sarıçam ormanları ile
kaplıdır, ortalama yüksekliği 1500–2000 metre
olan yüksek bir plato durumundadır. Sarıkamış
karasal iklime sahip olup, kışları çok uzun,
soğuk ve sert, yazlar ise kısa ve serin
geçmektedir. Sonbaharın genelde mevsimine
göre kendisini erken hissettirdiği, ilkbaharın da
yoğun yağışlarıyla uzun süren bir bahar
havasının hâkim olduğu Sarıkamış'ın kendisine
has bir iklimi vardır. Sarıkamış’ta yıllık ortalama
sıcaklık -3 veya 4 derecedir. Kış aylarında eksi
35–40 dereceye kadar düşmekte, yazları ise en fazla 31 dereceye kadar çıkmaktadır. Erzurum, Kars
Platosu üzerinde yer alır, güney kesiminde Karasu ve Aras Dağları bulunur. En yüksek tepe, Soğanlı
Dağı 3,138 metredir. İlçe topraklarını Aras Nehri, Kars Çayı, Zivin Deresi ve Keklik Deresi sulamaktadır.

Yetiştirilen tarımsal ürünler; arpa, buğday, fiğ, çavdar, fasulye, nohut ve mercimektir. Hayvancılık önemli
gelir kaynağıdır. Askeri birliklerin çok olması ticareti canlandırır. Askeri tesisler ve bazı binaların, Rus
Ordularının işgal zamanından kaldığı gözlemlenir. Sanayi olarak askeri malzeme üreten tesisler ve
orman ürünlerini işleyen atölyeler mevcuttur. Sarıkamış Kış Sporları; Cıbıltepe – Balıkdağ - Çamurludağ

Kayak Merkezi 2,200 - 2,900 metre
yükseklikte bir platodadır. 1,800 kişi/saat

(telesiyej) kapasiteli birinci etap pist 2,250
metre uzunluğundadır. İkinci pist ise 800
kişi/saat kapasiteli ve 1,435 metre
uzunluğundadır.

Sarıkamış’a sırasıyla; Roma, Bizans,
Sasaniler ve Araplardan sonra, Arapların
denetiminde Ermeni Bagratlı Hanedanı
yönetimi devam etmiş. Bizanslılar yöreyi
1045’te ele geçirmişler, 1064’te Alparslan
yönetimindeki Selçuklu ordusu Sarıkamış ve
çevresini zapt etmiştir. 1230 yılında Moğol istilasına uğramış. 1387 yılında Timur yönetimine girmiş.
Çaldıran Savaşı sonrası Osmanlı hâkimiyeti başlamıştır.

93 Harbi olarak da bilinen 1877- 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sonunda Rusların, Kars Vilayetindeki 40 yıl
devam eden işgali sırasında Askeri Garnizon (oblast) şehri ilan edilen vilayette, il merkezinde olduğu gibi
Sarıkamış ilçesinde de yeni imar çalışmaları yapmışlardır. Sarıkamış ilçesine girişte bulunan birçok
askeri bina o yıllardan kalmadır. Halk arasında Katerina Köşkü olarak bilinen av köşkü kitabesi
olmamasına karşın, 1914 yılında Rus Çarı İkinci Nikola ve Eşi Sarıkamış’a gelerek bu köşkte
kalmışlardır. Çarın oğlu hasta olduğu için buradaki temiz ve orman havasının iyi geleceği için gelindiği
sanılmaktadır. Köşk,1900 - 1902 yılları arasında inşa edilmiştir. Askeri mekân olarak uzun süre
kullanılmıştır. Şu an çok kötü durumdadır. Bakım yapılması gereklidir.

19. yüzyıl sonunda Baltık Mimari tarzında inşa edilen ve demiryolları atölye binaları olarak kullanılan Cer
Atölyeleri simetrik olarak birbirine bitişik hangar şeklindeki beş binadan oluşmaktadır. Taşınmaz tescil
edilerek, koruma altına alınmıştır.

Birinci Dünya Savaşında, Enver Paşa komutasındaki Türk Ordusunun 1915 kışında aşmak istediği
Sarıkamış Allahuekber Dağlarında bazı kaynaklara göre 60 bin, bazı kaynaklara göre de 90 bin

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 32

Mehmetçik soğuktan donarak şehit olmuştur. Bu talihsiz olayda şehit olanların anısına Kars -Sarıkamış
karayolu üzerinde yaptırılan “Şehitler Anıtı” Sarıkamış’ın yakın tarihimizdeki acı ve unutulmaz izlerini
yansıtmaktadır.

"Yıllarca savaş alanı olmuş, unutulmaz acıları bağrında saklamış ancak Türklük ve milli benliğinden asla
taviz vermemiş olan Sarıkamış'a gereken önem Cumhuriyet'in ilanı ile verilmeye başlanmıştır. O günden
bu güne devam eden bir gelişme ile Sarıkamış doğunun en mutlu, tarihi kadar görkemli doğası ile turizm
cenneti olma yolunda ilerlemeyi gaye edinen doğunun en şirin ilçelerinin arasında, belki de başında
sayılma mutluluğuna erişmiştir."

Sarıkamış’taki Tarihi Milli Park alanının iki kaynak değeri bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; sarıçam
ağaç türünün bu bölgede en yüksek rakımda yayılışı, sarıçam ormanlarının oluşması, ikincisi ise
Allahuekber Dağlarında 1914 – 1915 yıllarında Sarıkamış Harekâtı olarak bilinen harekâtta yaklaşık 90
bin Türk askerinin donarak öldüğü Şehitlik abidelerinin bulunmasıdır.

İkinci kaynak değeri de alanın doğal kaynak değerleridir. Ülkemizde 2,100 – 2,200 metre yüksekliklerden
sonra başlayan doğal olarak ağaç bulunmayan yüksek dağ basamağında çayır otları ve bazı ardıç
türlerinden oluşan kısa boylu bitki türleri yetişmektedir. Milli Park olması teklif edilen Sarıkamış ormanlık
alanları saf sarıçam ve diğer çam türlerinin arasında çok az miktarda titrek kavak ve adi ardıç türlerinden
oluşmaktadır Alanın yaban hayatı da oldukça zengindir.

Sarıkamış Ormanları ile Allahuekber Dağlarını kapsayan 22,980 hektar büyüklüğündeki alan 19.11.2004
tarih ve 25618 sayılı resmi gazete de yayınlanarak “Sarıkamış Allahuekber Dağları Milli Parkı” olarak ilan
edilmiştir.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 33

TÜRKÇESİNİ KULLANALIM
Zuhal Yüksel – Seğmen Sitesi

Sıkça duyulan yabancı sözcüklerin Türkçe karşılıkları

YABANCI TÜRKÇE YABANCI TÜRKÇE
konservatif/muhafazakâr tutucu manipülasyon hileli yönlendiricilik

konsültasyon danışma mantalite anlayış, düşünüş, kanı
kontra karşıt, zıt
maskülen erkeksi, eril
koreograf dans düzenleyici
feminen kadınsı, dişil
kripto gizli yazı
popüler yaygın, tutulan, sevilen,
kriter ölçüt sevilgen
kronik süreğen
laktoz süt şekeri port kapı
lineer doğrusal, çizgisel portföy
portmanto cüzdan, banka cüzdanı,
link bağlantı taşınırlar toplamı
loop döngü
majör büyük, önemli askılık
minör küçük
mamografi meme filmi portör taşıyıcı

repertuvar oyun/şarkı dizelgesi

replikasyon kopyalama

rezolüsyon çözünürlük

restore etmek onarmak, yenilemek

reşit ergin

(*) Prof. Dr. Kaya Türkay, Yeni Özleştirme Kılavuzu (İstanbul, Kırmızı Kedi, 2016)

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 34

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 35

TÜRKİYE'NİN 9 SICAK BÖLGESİ – 2

Jeoloji Yük. Müh. Cengiz Karaköse - Ande Sitesi

Datça ve Bozburun yarımadaları

Datça, Bozburun Özel Çevre Koruma Bölgesi, özellikle bitki örtüsü bakımından oldukça zengindir. Zeytin
ağaçları, kızılçam toplulukları, endemik datça hurması (Phoenis theophrast), badem, yerel kekik,
zakkum, defne ve keçiboynuzu, tipik Akdeniz bitki örtüsü özelliklerini yansıtmaktadır. Bu bölgede denizel
fauna ve floraya ait 807 tür, floraya ait toplam 1047 takson, 167 karasal omurgasız, 110 balık, 4 iki
yaşamlı, 27 sürüngen, 123 kuş ve memeli türü tespit edilmiştir.

Bölge Türkiye’de benzeri az bulunan, çok zengin
Akdeniz bitki örtüsü çeşitliliğine sahiptir. Her iki
yarımada da bakir kıyılar ve kumullar, farklı jeolojik
yapılar ve ilginç yeryüzü şekilleri, gelişmiş maki
toplulukları, endemik bitkiler, datça hurması (Phoenis
theophrast), kızıl çam ormanı, sarp kayalık alanlar gibi
Akdeniz bölgesine has, alçak arazi yaşam alanları ve
yaban hayatı çeşitliliğiyle, biyolojik çeşitlilik açısından
son derece zengin bir bölgedir.

Ege Bölgesi fundalık garigleri (Akdeniz Bölgesi’nde
maki örtüsünün tahrip edildiği yerler, terk edilen tarlalar
ve boş sahalarda yetişen kısa çalı toplulukları),
serpantin ve kireçtaşları üzerinde gelişen kızılçam
ormanları, Bern Sözleşmesi’ne göre (Avrupa Yaban
Hayatı ve Doğal Yaşam Ortamlarını Korunma
Sözleşmesi), Tehlike Altındaki Habitatlar listesinde
yer almaktadır. Bölge bu özelliklerinin yanı sıra, deniz
altında da zengin biyolojik çeşitliliğe sahiptir (Akdeniz
foku ve mavi köpek balığı gibi). Ayrıca Türkiye geneline
göre, hayvan açısından da zengin sayılan bir bölgedir.
Yaban keçisi, yaban kedisi, saz kedisi, bozayı, tilki ve
porsuk türlerine de ev sahipliği yapmaktadır...

Her iki yarımada, ulusal uzmanların katılımıyla Türkiye Doğal Hayatı Koruma Vakfı tarafından
belirlenen 122 Önemli Bitki Alanı (ÖBA) arasında da yer almaktadır. Ayrıca Datça ve Bozburun
Yarımadaları 30’dan fazla endemik, ülke çapında nadir 160 bitki taksonu’nu üzerinde barındırmaktadır.
Yörede ki 167 karasal omurgasız, 110 balık türü, 4 iki yaşamlı türü, 27 sürüngen türü, 123 kuş türü ve 45
memeli türü belirlenmiştir. Bölge, Türkiye'de deniz biyoçeşitliliği araştırmalarının yapıldığı ilk alandır...

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 36

Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye yaban hayatı biyoloğu Ö.E.Can Datça Yarımadası’nda
yaptığı araştırmada, bölgede özellikle 1960–1990 yılları arasında aşırı avcılık yapıldığını; son yıllarda
oldukça hızlanan yapılaşma süreci sonunda, bitki ve hayvan türlerinin, yaşam alanlarının daraltıldığını
ve tahrip edildiğini, yarım adayı boydan boya ikiye bölerek kat eden karayolu nedeniyle, memeli
topluluklarının bozulduğunu, bitki örtüsünün parçalanmasına yol açtığını söylemesi, bizler için çok
önemli bir örnek ve de uyarı niteliğindedir..

Söz konusu yarımadalar, antik dönemlerden günümüze kadar çeşitli medeniyetlerin özelliklerini temsil
eden ve de korunması gerekli olan, sit alanları da bulunmaktadır. Bunlardan Bozburun yarımadası
üzerinde yer alan Amos, Laryma, Bybassium, Patakis, Tymnos ve Soronda ile Datça yerleşkesi içinde
bulunan eski Knidos ve yarımadanın burnunda ki Knidos antik yerleşimleri, yörede önemli ve mutlaka
görülmesi gereken arkeolojik sit alanlarıdır...

Kleopatra adası Kız kumu - Turgut

Antik Çağ'ın altı Dor kentinden biri olan Knidos, Datça Yarımadasında yer alır. Antik Knidos milattan
önce 7. Yüzyılda bugünkü Datça ilçesinin yakınlarında kurulmuş, MÖ 4. Yüzyıl ortalarında ise
Tekirburun’a taşınmıştır. Taşınmanın nedeni, o dönemde çok gelişmiş olan deniz ticareti olabilir.
Özellikle şarap, sirke, zeytinyağı ihraç edilmiştir. Tarihçi ve coğrafyacı Strabon'a göre önce surlar inşa
edilmiş daha sonra sokaklar ve evler ızgara planına ( Hippodamos palnı) göre ve teraslama yapılarak
kurulmuş, tapınaklar, tiyatrolar ve diğer resmi yapılar da, bu planda yer almıştır. O dönemde Knidos aynı
zamanda sanat, tıp ve kültür merkezidir. Knidoslu Eudoksos (MÖ 409-355) matematikçi, fizikçi,
coğrafyacı, filozof, gökbilimcisi olmasının yanı sıra aynı zamanda yasa koyucusudur.

Diğer taraftan bu yarımadalar, Ege ve Akdeniz'i birleştiren bir konumda olmaları nedeniyle, özellikle yat
turizmi yönünden önemli bir potansiyel kaynak teşkil etmektedir. Çünkü, oldukça engebeli topoğrafyaları
sayesinde, yüzün çok üstünde koylarla bezenmiş kıyıları ve iklim şartları açısından, yatçıların uğrak yeri
durumundadır..

Datça, Bozburun, ekosistem temelinde nadirlik açısından incelendiğinde; sandal ağacı, datça hurması,
sığla ağacı bitki türlerine; kuş türlerinden karadoğan, gökdoğan, küçük kerkenez, tavşancıl, ada martsı,
tepeli karabatak; memeli türlerinden Akdeniz foku, yaban keçisi, su samuru örnek olarak verilebilir...
Yarımadalar, ayrıca önemli kuş türlerinin göç yolları üzerindedir.

Yeryüzünü bizimle paylaşan bitkilerle hayvanların hassas dengesi, milyonlarca yılda oluşmuştur. Bazı
yaşam biçimleri, hemen hiç değişmeden günümüze kadar gelebilmiş ve bazı yaşam biçimleri de,
günümüze kadar epeyce evrim geçirerek gelmiştir. İnsan gibi türlerse, yakın zamanda ortaya çıkmış
olmasına karşın, diğer canlı türlerine karşı, pek de yardımcı olmamış, tam tersine acımasız davranmıştır.
Bazı türlerin yok oluşu, insanlar aracılığıyla gerçekleşmiş olup, aşırı ve keyfi avlanma bunların başlıca
nedenlerinden biridir. Doğada hiçbir canlı, karnını doyurmak dışında avlanmaz. Ama insanlar, bunun
dışında nedensiz davranan ve zevk için hayvanları avlayan tek tür olarak ortaya çıkmaktadır..!!

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 37

Aşırı avlanma, yaşam alanlarının yok edilmesi, başka ortamlardan istilacı türlerin getirilmesi ve fazla
ürüne yönelik tarım uygulamaları, doğal çevreyi bozan unsurların başında gelmektedir. İnsanoğlu bu
çeşit uygulamalarla, biyolojik çeşitliliği azaltmaya devam edecek olursa, ileride ağır sonuçlarla
karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Yaşam ağı, en küçük bakteriden, dev sekoya ağacına ya da
balinaya kadar tüm canlıları birbirine bağlar. Bu ağı tehlikeye atmak, felaketi kendi ellerimizle hazırlamak
demektir. Bu nedenle doğal çevreyi korumanın önemi çok büyüktür.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 38

ÇİĞDEM MAHALLESİ MUHTARLIK
ÇALIŞMA RAPORU

Sevgili Komşularımız,

43. Raporumuzda mahallemizde yapılan ve yapılması devam etmekte olan
çalışmalar ile yaptığımız görüşmeler hakkında bilgilerimizi sizlerle paylaşıyoruz.

1. Uzun bir süredir yapılması için uğraştığımız, yanda fotoğrafını yayımladığımız
1573. Cadde’deki asfalt tamiratı nihayet yapıldı. Bu arada 1506. Cadde üzerinde oluşan çökme de
düzeltildi.

2. Hasan Âli Yücel Anadolu Lisesi Müdiresi ile yaptığımız görüşme
sırasında, okul yolu boyunca yanmayan sokak lambalarının
olduğunu söylemişlerdi. Enerjisa yetkilileri ile yaptığımız görüşme
sonucu, bütün lambalar çalışır hale getirildi.

3. Hasan Âli Yücel Anadolu Lisesi’nde, “Yeni Nesil Köy Enstitülüler
Derneği”‘nin gerçekleştirdiği, Hasan Âli Yücel’i anma toplantısına
katıldık.

4. 1550/1 Cadde üzerinde bulunan ve uzun zamandır
kullanılmayan beton direkler (8 adet), Enerjisa ekipleri tarafından
yerinden kaldırılarak götürüldü.

5. Ankara Büyükşehir Belediyesi Kent Konseyi bünyesinde oluşturulan “Çevre ve Sıfır Atık Çalışma
Grubu”nda çalışmaya başladık. Ankara Kent Konseyi Genel Kurulu’na katıldık.

6. Bakımsız halde bulunan 1000 Çocuk Korosu Parkı’nın, Büyükşehir Belediyesi tarafından yeniden
düzenleneceğini öğrendik. Konu hakkında bilgi almak ve ortak çalışma talebimizi iletmek için Çevre
Koruma Daire Başkanı’nı ziyaret ettik. Can Yücel Parkı için Çankaya Belediyesi ile yaptığımız
çalışmaları anlatıp benzer çalışmayı yapmak istediğimizi ilettik.

7. Çankaya Belediyesinin özel hastaneler ile yaptığı
anlaşmalar doğrultusunda Çankayalılara sunduğu bir
hizmet olan SAĞLIK KART’ı muhtarlığımızda dağıtmaya
devam ediyoruz.

Şubat ayında doğan komşularımızın doğum günlerini
kutlar, sevdikleri ile birlikte sağlıklı ve mutlu bir yaşam
dileriz.

Çiğdem Mahallesi Muhtarı
Hasan Hüseyin Aslan

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 39

Çiğdemim Derneğinde Düzenlenen Seymen Gecesi
Bahadır Saka (Ankara Kulübü Çankaya Şube Başkanı)

AĞ GELİN

Adı Oğuz, Soyu Oğuz,
Boyu Oğuz, Töresi Oğuz,
Kendi Beyini kendi Seçer,
Çağ kapatıp Çağ açar,
Vatan için serden geçer,

Doğrularla hemhal olan,
Yiğitlikte aslana emsal olan,
Dürüstlükte dünyaya timsal olan onlar,

Anadolu’yu yurt yapan Selçuklu’nun temelinde onlar vardı
3 kıtada at koşturan Osmanlının özünde onlar vardı
27 Aralık 1919'da Dikmen sırtlarında Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e "Paşam seni görmeye
geldik, bu Vatan uğruna ölmeye geldik" diyerek Cumhuriyetin temelinde onlar vardı.
Onlar Bir Gerçek,
Onlar Bir Tarih,
Onlarrrrr, Ankaralı Seymenler...........

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 40

ANKARA KULÜBÜ TARİHÇESİ; Ankara Kulübü, 27 Aralık 1932 tarihinde, fiilen, Mustafa
Kemal Atatürk'ün direktifleriyle, O'nu 27 Aralık 1919 da Ankara'ya gelişlerinde karşılayan
Ankaralılar ve Seymenler tarafından kuruldu. 31 Ağustos 1947 yılında Dernek olarak tescil
edilen Ankara Kulübü, 3 Ekim 1990 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile "Kamuya Yararlı
Dernek" sayıldı.

Ankara'nın tarihine, kültürüne, gelenek-göreneklerine ve folkloruna sahip çıkan, ortak bir Ankara
kültürüne ve Ankaralılık bilinci geliştirilmesine çalışan, eski bir Oğuz töresi olan Seymenlik
geleneğini yaşatan, Ankara'nın en köklü sivil temsilcisi olan Ankara Kulübü Derneği, geçmişin
kültürünü gelecek kuşaklara aktarmanın, ara kuşaklar için önemli bir görev olduğu bilinciyle
Seymen oyunlarını ve Seymenlik geleneğini, geleneğe uygun olarak özgün (otantik)
özellikleriyle sürdürmek ve yaymak konusunda yoğun çaba sarf etmektedir.

Derneğimiz ayrıca Bacıeren ekiplerimizle, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği koralarımızla,
beş adet Ankara araştırmaları merkezimizle, üç ayda bir çıkan “Başkent Ankara Dergisi” ile,
Ankara konulu kitap çalışmalarımızla her alanda faaliyetlerini sürdüren üretken bir sivil toplum
kuruluşudur. Bunlara ek olarak, Derneğimizin düzenlediği çok sayıda sempozyum, panel,
konferans, söyleşi, çalıştay, kurultay ile koleksiyon ve resim sergileri, Derneğimize bir “Ankara
Akademisi” işlevi kazandırmıştır.

Ankara Kulübü Seymenleri Ankara'nın özel günleri olan 5 Ekim, 13 Ekim ve 27 Aralık ile tüm
Milli günlerde görkemli gösterileriyle kutlamalara ayrı bir anlam ve heyecan katmaktadırlar.

Peki Ankara Kulübü Derneği'nin titizlikle yaşatmaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya çalıştığı
"Seymen" ve "Seymenlik Geleneği" nedir?

Seymen, yörede yaygın olarak bilinişiyle kısaca Ankara Efesidir, Ankara yiğididir... Günümüzde
Seymen, Ankara köylerinde ve Anadolu'nun bazı yörelerinde tekil olarak "efe veya köy yiğidi"-,
çoğul olarak da "düğün alayı" anlamında kullanılmaktadır. Bununla birlikte Seymenlik, yalnızca
oyun ve müzikten ibaret değildir. Bunların ötesinde ruh ve beden terbiyesini de içine alan,
binlerce yıllık geçmişe sahip bir Oğuz geleneğidir. Seymenliğin değerleri ise Oğuz Türkleri'nin
çeşitli dönemlerde oluşturduğu ve birer "kardeşlik" örgütlenmesi olan Alperenlik ile Ahilik
statülerinde olduğu gibi; cömertlik, mertlik ve bilgelik temel ilkelerinden oluşan üçlü bir sacayağı
üzerine oturmaktadır. Cömertlik ilkesi; fedakarlık, vericilik, yardımseverlik ve dayanışma
erdemlerini kapsamaktadır. Mertlik ilkesi cesur, dürüst ve güvenilir olmakta ifadesini
bulmaktadır. Ruh ve beden terbiyesinin en üst kıdemi olan Bilgelik ilkesi ise aydın, engin,
ağırbaşlı ve tevazu içinde olmayı içermektedir.

KIZILCAGÜN ve SEYMEN ALAYI; Seymenlik Geleneğinin bir diğer önemli özelliği de, Kızılca
günlerde devlet kurma ve lider seçme geleneği olan “Seymen Alayları”dır. Seymen Alayları,
bunalım ya da geçiş dönemleri olarak da nitelendirilebilecek "kızılca günler"de kurulan bir Oğuz
töresidir. Diğer bir deyişle, milli felaket günlerinde, bir beyliğin ya da devletin yıkılışında; yeni
devleti kurmak ve yeni lideri seçmek için Seymen Alayları tertiplenmiştir. Selçuk Devletinin
Cend'de kuruluşu, Osmanlı Devletinin Söğütte kuruluşu bu geleneğe çok benzetilmektedir

Seymenlik geleneğinin köklü tarihinde son büyük Seymen Alayının düzenlenişi ise 27 Aralık
1919'a rastlamaktadır. Anadolu işgal altındayken Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'ya gelmesi
ve görkemli karşılanışı, tıpkı Oğuz geleneğindeki gibidir. Mustafa Kemal Atatürk’ü 3000 atlı 700
yaya Seymenden oluşan büyük bir Seymen Alayı ile karşılayan Seymenler ve Ankaralılar,
Büyük Seymen Alayının düzenlendiği bu tarihi günü, karanlık bir dönemi kapatıp, aydınlık bir
geleceğe geçişi müjdelediği inancıyla "Kızılca Gün" olarak tanımlarlar. “Davul, Sancak, Sinsin

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 41

ve Seymen Alayı” sembolleriyle Kızılca Günler aynı zamanda yeni bir devletin kuruluşunu ve
yeni bir liderin seçilişini müjdeleyen günlerdir.

27 Aralık milli bir galeyan anıdır ve bu özel günde Seymen Alayı kurulmuştur. Halk, Oğuz
töresinde olduğu gibi liderini seçmiştir.

Yüzlerce yıldan beri sivil bir oluşum olarak var olan ve Ankaralıların kolektif hafızasında
yaşayagelen Seymenlik geleneği, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra Ulu Önder'in direktifleriyle
kurulan Ankara Kulübü Demeği çatısı altında büyük bir titizlikle yaşatılmakta ve gelecek
kuşaklara aktarılmaktadır.

SİNSİN ATEŞİ; Seymen Dizilme töresi Sinsin Töreni ile başlar. Nitekim 26 Aralık 1919’da da
Kızılca Gün ilk tören olan sinsin ateşiyle başlamıştır. Sinsin Töreni Seymen başının çağrısıyla
başlar ve bir araya gelen donanımlı ve silahlı Seymenler alaylarını kurduktan sonra davulcular
ve zurnacılar eşliğinde bir sefere gidercesine her yönden görülecek bir tepe veya dağ başına
çıkarlar. Önceden belirlenen bu yerde maşatama denilen demirden yapılmış büyük bir çanağın
içine yağlı çıralar koyarak büyük bir “Sinsin” ateşi yakarlar. “Yeni Dirlik” hedefinin ilk kıvılcımı
olan ve birliği, beraberliği temsil eden Sinsin ateşi aynı zamanda bir toplanma çağrısıdır, bir
seferberlik ilanıdır ve sinsin ateşini gören Seymenler bunu bir çağrı olarak kabul ederek katılımı
daha da artırırlar. Her Seymen Dizilme töreninde olduğu gibi sinsin ateşinin de dualar eşliğinde
kesilen bir “Seymenlik Kurbanı” vardır. Seymenlik kurbanı ise genellikle seymen oyun ve
figürlerinin de temel temsil simgelerinden olan “koç”tur. Kurban, hem büyük bir dirlik hedefinin ilk
adımı olan sinsin ateşini, hem de Orta Asya Türk kavimlerinden Anadolu’ya bir nevi mistik ayin,
bir çeşit ibadet olarak kabul edilen bu birlik törenini kutsar. Seymenlik kurbanı koç, sinsin
yanında, sancak-tuğ töreni ve seymen alayı törenlerinin her birinin başlangıcında “olmazsa
olmazdır” ve büyük bir öneme sahiptir.

SİNSİN OYUNU; Sinsin oyununun kelime karşılığı “meydan okuma” olarak bilinmektedir. Orta
Anadolu’nun bir kısmında oynanan bu geleneksel oyun, İslam öncesinden günümüze
bozulmadan ulaşmıştır. Toplumsal inanışla bütünleşmiş bu oyunun, Türklerin Gök Tanrı
inancından günümüze ulaştığı görüşü yaygındır. Türklerin Orta Asya’dan beri oynadığı bu oyun,
o devirlerde Orta Asya’da “ateş”, “toprak”, “su” ve “hava” gibi kutsiyet atfedilen unsurları içine
aldığı için önem kazanmıştır. Sinsin oyunu Şamanist inançlara dayanmakla birlikte, sonradan
İslam’a geçişle beraber Şamanist özelliği İslam dini ile uyuşmuş bir ateş oyunu olarak
günümüze kadar gelmiştir. Sinsin Ankara’da düğünlerde gece yakılan ateş çevresinde davul
zurna eşliğinde oynanan yiğitlik, cesaret, çeviklik ve kurnazlık gerektiren bir çarpışma ve ateş
oyunudur. Bir erkek oyunu olan sinsinin müziğinde oyuncu ve seyircileri coşturan kahramanlık
nağmeleri bulunur. Düğün merasiminin kına gecesi bölümünde köy halkı ve “okuyuntu” tabir
edilen davetliler davul zurna eşliğinde oğlan evine giderek, güvey ve sağdıcı alır ve sinsin
ateşinin yakıldığı alana getirir. Burada ateşin etrafında çember oluşturan kalabalık sinsin oynar.

ANKARA MÜZİK KÜLTÜRÜ; Ankara yöresi halk müziğinde bağlama, en başta gelen halk
çalgısı olarak göze çarpar. Ayrıca davul, zurna, kaval, zil, kaşık, ada düdüğü, ney, meydan sazı,
darbuka ve üç boğumlu dilli kaval da kullanılan diğer sazlardandır. Ankara türküleri, saz çalma
töresince şöyle gruplandırılır: Divan: Sazla çalınır, sazdan başka enstrüman kullanılmaz. Saz
çalma bir töreye bağlıdır. Bu töreye göre en iyi saz çalan yaşlı kimse ortaya ve yükseğe bağdaş
kurarak oturur, ikinci derecede saz çalanlar etrafına dizilirlerdi. Önce ağa teller üzerinde bir
gezinti yapar, diğerlerine ayak ve düzen verir, yalnız başına bir divan söyler. Divanlar bir öğüt ve
hayat dersi niteliğinde olup, nazım şeklindedirler. Tabiatı, aşkı, gurbeti, hasreti, isyan ve ilenci,

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 42

yiğitlik ve kahramanlığı, ölümü tasvir ederler. Kırat: Türkün kahramanlık öykülerine girmiş,
yiğitlere arkadaş olmuş, onunla vuruşmuş, onunla ölmüş olan kıratın öyküsü anlatılır.

Muhabbet Havaları: Daha çok yaşlı ve olgun kimselerin topluluğuna denir. Bu toplantıda içki ve
saz bulunmasına rağmen sık sık savak verilir. (Sazın dinlenmesi). Bu dinlenme esnasında
sohbet edilir. Topluluğun en yaşlısı konuşur, diğerleri dinler. Saz başlayınca konuşulmaz, sesi
uygun olanlar saza eşlik ederler.

Oturak Havaları (Kıvrak Zil Havaları): Muhabbetle oturak birbirinden faklıdır. Oturak aleminde
saz ve içkiden başka kadın vardır. İçki ve mezeyi kadınlar dağıtır. Bunlar saki ve rakkase olarak
adlandırılmış olup, para ile tutulurlardı.

Bozlaklar (Uzun Havalar): Genellikle aşk, gurbet, sitem, isyan, ilenç, yakarış gibi ruh hallerini
ifade ederler. Başlangıçta aniden parlayan bir alev gibidirler. Yavaş yavaş hafifler ve nihayet
sönerler.

Ağıtlar: Daima hüznü, kederi, acıyı ve zamansız bir ölümü ifade ederler. Ağıtlar, ya olay ile
yakından ilgisi olanlar tarafından veya bu işi meslek edinmiş kişiler tarafından söylenir.
Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu ağıt yakanların sesleri güzel ve dokunaklıdır.

TÜRKÜLERİN ÖYKÜSÜ HÜDAYDA; Hüdayda adını Ankaralı güzel bir kızın adından alan bir
türküdür. Ankara’nın en güzel kızının ismi Hüdayda. Dünyalar güzeli bir kız ki, cemali aya
benzetiliyor, kaşı, gözü, bembeyaz teniyle tarif edilemeyecek kadar güzel bir kız. Ankara’ın bir
Garip Ali’si Gökçiçek çiftliğinin yanındaki bir derede atını sularken bu kızı görür ve aşık olur.
Sonra bu güzeller güzeli kız Polatlı ile Haymana sınırları arasında bulunan çok zengin bir
çiftliğin ağasıyla evlendirilir. Ancak, çiftlik ağası bilinmeyen bir nedenle başkası tarafından
öldürülür. fakat bu suç Galip Ali’nin üzerine atılır ve Ali hapse düşer. Kız da Garip Ali’yi
sevmektedir. Sevdiğine kavuşamayan Gaip Ali’nin mücadelesini anlatır bu türkü. Bağlantı
bölümünde Fidayda diye okunan bu sözcüğün aslı “Hüdayda”dır. Hüda’dan gelmektedir.
Bilindiği gibi Hüdai Anadolu’da erkek adı olarak kullanılmaktadır. Ali’nin Aliye’ye dönüştüğü gibi
Hüdai de Hüdaiye’ye dönüşmüştür. Hüdayda Hüdaiye’nin halk arasında söylenişidir.

FERFENE; Seğmenler kendi aralarında ferfene toplantıları düzenlerler ve burada; topluluk
üyeleri arası ilişkiler düzene oturtulur, üyelere seğmenliğin iyilik, dürüstlük gibi nitelikleri ile
sosyal hayata dair bilgiler aktarılır. “Seğmenbaşı” tarafından yönlendirilen bu toplantılarda
yemek yenilir, sohbet edilir. Müziğin başlamasıyla sohbet sona erer, önce ağır “divan” havaları
çalınır, bir süre sonra da oyun bölümüne geçilir. Cezayir havasının çalınması, toplantının
bittiğini haber verir.

Ferfenenin İşleyişine Ait Özellikler "Ferfene, bize Orta Asya'daki Oğuz Boylarından günümüze
atalarımızın taşıdığı bir gelenek olarak gelmiştir." Değerlerin yaşatıldığı bir etkinliktir ve işlevleri
şöyle özetlenebilir;

İletişim işlevi: Bireyler arası iletişimi geliştirir, birbirleri ve köy hakkında bilgi almalarını, yanlış
anlaşılmaların veya kırgınlıkların giderilmesini sağlar.

Aktarım işlevi: Yemek, müzik, edebiyat ve seyirlik oyunların yer aldığı organizasyon aynı
zamanda gelenek ve göreneklerimizde yer alan; sevgi, saygı, sorumluluk, yardımseverlik,
güven, özgüven, hoşgörü, sabır gibi değerlerimizi yaşatarak kültür aktarımı sağlar.

Katılanlar: Ferfene, Ankara'da fakir ile zenginin, zade ile avamın, makam sahibi ile sade
vatandaşın katıldığı yemektir.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 43

Zaman: kış toplantı ve eğlencelerinden olan Ferfene birçok adla varlığını sürdürmektedir.

Erfane, ferfane, ferfene, arifane, erfene, örfene, kaz alemi

Mekân : Türkiye’nin kahvehanelerden önceki en önemli eril, yerel ve kapalı eğlence
mekânlarının odalar olduğunu belirtmektedir. Köy odaları, eğlence kültürünün bilinen ilk ve
önemli kapalı mekânlarından biridir. Bu kapalı mekânlar, bulundukları bölge, köy ve kasabanın
sosyokültürel durumuna göre barana odası, delikanlı odası, akran odası, yâren odası, köy odası
vb. adlarla anılmaktadır.

Lider : Ferfenede, topluluğu yönetecek başkan, hizmeti görecek kişiler ve bunların belirlenme
yöntemi (hiyerarşik yapılanma) bellidir. Ferfenenin düzenleyicisi ve meclisin lideri çevrenin en
yaşlı veya en aydın, saygın, edepli, bilgili bir bireyidir. Bu lidere, erkek ferfenesinde 'delikanlı
başı', kadın ferfenesinde 'ana kadın' veya 'kadın ana' denilmektedir.

Masraflar: Yemekli bir toplantı olduğundan ferfenede toplantı masraflarının karşılanma şekli
aynı zamanda yardımlaşma ve dayanışmanın geliştirilmesi için örnek olabilecek etkinliklerden
biridir. "Ferfene; zengin ile fakirin, ağa ile avamın bir arada, aynı sofrada aynı yemeği eşit ücret
ödeyerek paylaştıkları bir yemekli toplantı geleneğidir."

Yerleşim : Ferfenenin çocukluktan başlayıp gençlere verdiği eğitimin en önemli
uygulamalarından birisi de büyüklere saygıyı yaşatmasıdır. Bu değer ferfenede oturuş
düzeniyle kendini hissettirmektedir. Toplantının yapılacağı mekânda oturma düzeni en büyüğün
başköşeye oturmasıyla yanına yaş sıralamasına göre gelenlerin dizilmesidir.

Etkinlikler: Toplantının içeriğindeki başlıca unsur sohbettir. Ferfenenin adabı "Biliyorsan konuş,
bilmiyorsan sukut et."tir. Sohbet konuları erkek ferfenesi ve kadın ferfenesinde farklı konuları
kapsamaktadır. Erkek ferfenesinde selamlaşmanın ardından genellikle devlet meseleleri,
ekonomi ve iş hayatı gibi konularda sohbet edilirken kadın ferfenesindeki konular daha günlük
hayata ve aileye dairdir. Saz başlayınca söz kesilir, söz başlayınca saz kesilir.

Yemekler :Ferfenede pişirilen yemekler genellikle Ankara yemekleridir. Zerde pilavı, safranlı
pilav, toyga çorba, tatlı… Ancak günümüzdeki uygulamalarda yemek pişirmek ortadan kalkmış
ve toplantı için para toplanarak hazır yiyecekler getirtilmeye başlanmıştır. "Ferfenenin en yaşlı
kişisinin besmele çekmesinden sonra buyur ağalar sözü üzerine herkes yemek yemeye başlar.
Yemeğin servis edilmesi en genç kişilerce yapılır makam ve rütbesine bakılmaksınız herkes
hizmete mecburdur." Yemek sonrası dua okunur. Okunan dua şükür duasıdır. Geçmişlere
Fatiha ile biten bu duayı, ilim sahibi ve yine en yaşlı kişiler okutur.

Kurallar: Yazılı olmayan kurallarının öğretildiği eğitim ortamıdır. "Kız anadan öğrenir çeyiz
dizmeyi, oğlan babadan öğrenir ferfeneyi, muhabbetle gezmeyi." denir.

BACIERENLER; Âşıkpaşazâde (886/1481) Tarih-i Al-i Osman adlı eserinde Anadolu
Selçukluları devrinde Türkmenler arasındaki sosyal zümreleri Gāziyân-ı Rûm (Anadolu Gazileri),
Ahîyân-ı Rûm (Anadolu Ahileri), Abdalân-ı Rûm (Anadolu Abdalları) ve Bâciyân-ı Rûm
(Anadolu Bacıları) diye dörde ayırmıştır. Bacıyân-ı Rûm, Anadolu Kadınlar Teşkilatı anlamını
taşımaktadır. “Bacı” kelimesi, abla, kız kardeş anlamına gelmekte ve günümüzde Anadolu’nun
birçok şehrinde yaygın olarak kullanılmaktadır. “Rum” kelimesi ise Anadolu anlamını ifade
etmektedir. Fakiregân Anadolu Selçuklular zamanında bu kadınlar arası teşkilat Fakiregân diye
anılıyordu. Fakat bu teşkilata mensup olan genç kız ve kadınlar birbirine Bacı diye hitap ettikleri
için bu kadın ve kızların meydana getirdikleri teşkilata daha yaygın olarak Bacıyân (Bacılar)
denildiği anlaşılmaktadır. Ahi Evren’ın (Evran) Eşi Fatma Bacı Ahi Evren’ın (Nasirud-Din

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 44

Mahmud el-Hoyi) eşi olan Fatma Bacı, Bacı Teşkilatının bilinen ilk lideridir. Fatma Bacı, erenler
ve dervişlerin saygı gösterdiği, Hacı Bektaş’ın sık sık ziyaret edip saygı duyduğu yaşlı bir
kadındı. Bu yüzden kendisine Kadın Ana da denilmiştir. Bu yaşlı kadının erenler meclisine
girdiği, bazen erenlere sofra hazırladığı, misafirleri ağırladığı, babasından kalan servetini erenler
yoluna harcadığı da bilinmekteydi. Kuşaktan Kuşağa Aktarılan Sanatlar Ahiler gibi Bacılar da
sanatlarını gelenek hâlinde sürdürmüşlerdi. Bu sanat geleneği kadınlar arasında nesilden nesle
intikal etmişti. Bacıların Faaliyet Alanları Bacılarda halı, kilim, giyim sanayiinin varlığı mevcuttu.
Böylece Osmanlıların kuruluş dönemindeki askeri kıyafetlerin (mesela Yeniçerilerin ak börk ve
diğer giysileri) Bacıların eseri olduğu ortaya çıkmıştır. Misafir Ağırlama Bacıların en iyi bilinen
faaliyet alanlarından birisi de Ahi Tekke ve zaviyelerinde karşılık beklemeden misafir edilen ve
barındırılanların ağırlanmasıyla ilgili hizmetleridir. Orta Asya’dan göçen Türkmenleri barındırmak
kadar onlara dinlerini öğretmek, henüz Müslüman olmayanları İslamlaştırmak da Bacıların
faaliyetleri içerisinde değerlendirilmekteydi. Bacıların Askeri Faaliyetleri Bacıların diğer bir
hizmet ve faaliyet sahaları askeri alandaydı. Moğolların 1243 yılında Kayseri’yi kuşatmaları
sırasında Ahilerle beraber Bacı Örgütüne mensup kadınlar, şehrin savunmasına fiilen katılmışlar
ve düşmanı şehre 15 gün boyunca sokmamışlardı. Bacıların Dini-Tasavvufi Faaliyetleri Bacılar
dini ve kültürel faaliyetlerini bir tarikat disiplini ve metodu içinde sürdürmüşlerdi. Bacılar,
faaliyetleriyle Anadolu’nun İslamlaşmasına, Türkmenlerin ekonomik alanda gelişmesine katkıda
bulunmuştu. Eğitim ve Öğretim Ocağı Olan Bacılık Bacılık aynı zamanda bir eğitim ve öğretim
ocağıydı. Her Ahi işyerinde çalışanlar dini ve ahlaki bilgilerle donatılır ve bunun uygulanmasına
titizlikle riayet edilirdi. Şüphe yok ki bu prensipler ve uygulamalar Bacılar arasında da geçerliydi.

"SAYA GEZMESİ GELENEĞİ" “Saya” veya “Sayagan” geleneği Orta Asya’dan Anadolu’ya
taşıdığımız geleneklerimizdendir. Türk ve Altay halk kültüründe ve özellikle hayvancılıkla
uğraşan toplumlarda baharda doğanın yenilenmesini, gücünün çoğalmasını gösteren bir çeşit
“Bereket Töreni” olarak kutlanmıştır. Yer ruhlarını/iyeleri memnun ederek hayvanların döl
bereketinin artırılması inancıyla, bayramın koruyucu ruhu olan “Saya Han” adına düzenlenmiştir.
Anadolu’daki “Saya Gezme” veya “Koyunun Yüzü” denilen bu şenlikler, eski Türk inançlarının
kalıntılarıdır. Anadolu’ya gelen Oğuz-Türkmen boyları eski inançlara, İslami unsurlar da
katmışlardır.

Yerine göre “saya, koyun-yüzü, davar yüzü” deyimleriyle ifade edilen bu bayram, koç
katımından yüz gün sonra, bir başka hesaba göre zemheri ayının 5 veya 6’sında kutlanır. Saya
Geleneği, yörelere göre çeşitlilik arz etmekle birlikte, Ocak ayının 3. ve 4. haftaları içinde
kutlanmaktadır. Bu günler, aynı zamanda kuzunun ana karnında tüylendiği günlerdir.

Saya geleneğinin bir işlevi, kışın tam ortasına gelindiğine inanılarak, evdeki yiyecek ve
yakacakların, hayvanların yeminin sayılmasıdır. Kaba hesaba göre yapılan bu sayımda
insanların kendilerine ayırdıkları yiyeceklerin ve yakacakların yarısı, hayvanların yeminin üçte
biri hâlâ duruyorsa iyi bir kış geçirileceğine inanılır. Eğer, bundan daha azı kalmışsa, ona göre
tedbirler alınır ve tedarikli olunur.

“Saya Gezimi” geleneğinin bir diğer anlamı, baharın gelişini müjdelemesidir. Özellikle
hayvancılıkla geçinen köylerde erzak ve zahirenin tükendiği bir dönemde hayvanların da
uyanışını sağlamak, köy halkına “korkmayın bahar geliyor” müjdesini vermek için düzenlenen bir
eğlence programıdır. Saya Gezimi çoğunlukla habersiz başlar ve gece vaktinde uygulanır. Saya
Gezimini öğrenen köylüler “kara kışın” bitmeye yüz tuttuğunu bu sevinçle öğrenmiş olurlar. Kışın
gidişini, baharın gelişini müjdeleyen “Saya Gezimi”, hem insanları, hem de hayvanları kış
uykusundan uyarmak için düzenlenen bir eğlence geleneğidir.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 45

Yörelere göre değişik biçimlerde yapılmakla birlikte, Saya gezmesi şu şekilde icra edilir: Yeni
yılın çobanları yanlarına aldıkları gençlerle bir saya grubu teşkil ederler. Bu grupta genellikle
dede, arap, gelin ve deve rolü yapan oyuncular vardır. Gençler tanınmayacak şekilde bu
kıyafetlere bürünerek kapı kapı dolaşmaya başlarlar. Seyirlik oyun oynayarak, mani söyleyerek
evleri gezerler, bahşiş toplarlar. Bu bahşiş para, un, yağ, bulgur şeklinde olabilir. Bu şekilde her
evden toplanan malzemeler ile yemek yapılır; müzikli, oyunlu ve seyirlikli eğlence düzenlenir.

KIYAFETLER; Yemeni Kıl Çorap (Motifleri önemli-Evli, dul, nişanlı, bekar vs.) Zıvga (Kalın
kumaştan olur, sıcak tutar) Badem Şal (Seymen savaşta ölürse bununla kefenlenir) Silahlık
(Kalın deriden yapılır) Kama Osmaniye İşlik (Kırmızı olmasının sebebi kan tutmasın diye veya
savaşta yaralanma durumunda arkadaşı veya kendisi yaralandığını anlamasın diye kırmızıdır)
Cepken (Kollu olanına Camadan denir) Avcı Yeleği Kefiye Takke Hamail (İçinde muska
bulunur) Pazubant (Kola kuvvet versin-İçinde ayetler vardır) Köstek Zinciri

Her türkünün bir hikâyesi vardır. Ferfenenin sonunda söylenen Cezayir 160 bin şehit verilen bir
savaşın ağıdıdır. Mecliste Cezayir havası çalmaya başlayınca herkes toplantının sonunun
geldiğini anlar. Müzik susunca herkes dağılır.

SEVGİ VE ŞEFKAT ÜZERİNE

Mübehher Özbek – Ebru Sitesi

Sevgi ve şefkatin ne olduğunu, nasıl tanımlanabileceğini merak
edince öğrenmek için neler yapılabileceğini sorguladık. Bulduğumuz
yöntemlerin en eğlencesi söyleşmekti. Bu işi okuyarak veya
dinleyerek değil de konuşarak yapalım istedik. Belli bir düzen
içerisinde, bolca soru, bolca cevap ile bildiklerimizi, duygu ve
düşüncelerimizi paylaşalım dedik.

Konu sevgi ve şefkat olunca, ne kadar çok şey söylesek de, ne
kadar çok tanım bulsak da bir şeylerin eksik kalacağını,
konuşulacak daha çok şeyin olacağını bilerek yola çıktık.

Sorular ortaktı ama cevaplar farklıydı. Bu farklılıklar söyleşiyi
güzelleştirdi, zenginleştirdi. Konu önemliydi, çünkü yaşamımızın
her alanında vardı. Konu ilginçti, çünkü hissedilmesi ve
gösterilebilmesi kişiden kişiye farklılıklar gösteriyordu. Beklenti ortak
ihtiyaçtı. Bir selam, bir gülümseme.

Selam ve gülümsemenin ortak beklentimiz olması, sanırım sosyal dünyamızın en büyük ihtiyacıydı.
Birçok nedenlerden dolayı, yalnızlaşmak, hem de bu kadar çok insanın yaşadığı başkentte yalnız
olmak, sosyal yanımızın onaylanmama duygusunu hissettiğimizden miydi acaba?

Sevgi varoluşumuzdaki temel enerji ise, öncelikle kendimizi var etmek, sonrasında da diğer varlıkları
var edebilmek için kullanılmalıydı. Var olabilmek için, BİR olabilmek için.

Sevgi, yaradılışımızda var olduğuna göre şefkat, bunun görünen kısmı olmalıydı. Sevgi sürekli
olurken şefkat anlıktı.

Aç bir insanın karnını doyurmak şefkat ise, onun aç kalmamasını sağlamak sevgi olmalıydı. Sevgi
olmadan şefkatin olamayacağı söyleşiden çıkan ortak nokta oldu. Var olmak ve var edebilmek için,
gerekli olan davranış ve bakış açılarının zenginleşeceği söyleşilerde buluşmak dileğiyle.

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 46

ŞİİR ÜZERİNE

Sabahattin Gökatalay - 100. Yıl Mahallesi

Her yıl 21 Mart Dünya Şiir Günü olarak kutlanmaktadır. İlk kez 1999’da UNESCO tarafından ilan edilen
şiir gününün amacı, farkındalık yaratarak ulusal, evrensel ve bölgesel şiire taze bir erke (enerji)
sağlamak olarak nitelendirilir. Şiirin sorgulayarak çeşitlilik yarattığını belirten UNESCO bu dil çeşitliliğini
kutlamak amacıyla 21 Mart'ı Dünya Şiir Günü olarak kabul etmiştir.

Ben de bu önemli günü daha da anlamlı kılmak için birçok yazar ve şairin özdeyişlerinden derlediğim
örnekler sunmak istiyorum.

N.Hikmet: 'Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz.'
P.Neruda: 'Şiiri yöneten tek bir şair yoktur.
M.Altıok: 'Şiir.nesnel gerçekliğin belli sınırlarını aşan.sonsuz olanaklarla hayatı zenginleştiren duygu ve
düşünce sanatıdır.'
A.Telli: 'Şiir yaşayan organizmadır. Şiir sezgi bilgisidir.'
G.Akın: 'Şiir çığlıklardır. Sesimiz yankılanıyorsa yalnızlıkla baş edecek gücü verir bize.'
C.Yücel: 'Şiir gürültüden müziğe geçmektir.'
H.Ergülen :'Şiir bir nefestir.İnsanın yalın halidir.'
A.Behramoğlu: 'Şairin şiiri, onun kişiliğidir. Şiir yaşayan, kımıldayan, soluk alıp veren bir organizmadır.'
Lamartine: 'Şiir büyük zekaların rüyalarıdır.'
Aragon: 'Şiir sanatı, eksiklikleri güzelliklere çeviren bir simya bilimidir.'
S.Faik: 'Şiir olmayan yerde, insan sevgisi de olmaz. İnsanı, insana ancak şiir sevdirir. Şiir insanı insana
yaklaştıran şeydir.'
F.Hegel: 'Güzel sanatların en üstünü ve en zor olanı şiir sanatıdır.'
S.Birsel: 'Bir şiir yalnızca şiire giren değil, bir de girmeyen sözcüklerden oluşur.'

Şiirle ilgili sözlerimi Yılmaz Odabaşı'nın çok sevdiğim bir şiiriyle noktalıyorum. Umarım sizler de
beğenirsiniz.

Gözlerini Cemal Süreya yazsın
Saçlarını Rıfat Ilgaz
Endamını Hasan Hüseyin yazsın
Masumiyetini Sunay Akın
Dudakların Edip Cansever'den
Hasretin Nazım Hikmet'ten
Sevdan Ahmet Arif'ten
Okuyanın ben olayım
Yaşayanın da ben.

Hep şiirde kalın...

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 47

ŞUBAT AYINDA NELER YAPTIK?

Zuhal Yüksel - Seğmen Sitesi

3 Şubat: Rossinii’nin “Sevil Berberi” operasını izledik.
4 Şubat :” Sevgi ve Şefkat” konusunda söyleştik.
5 Şubat: “Baba Destek Programı”nı tanıttık.
8 Şubat: Ilgaz Dağı’nı gezdik.
12 Şubat: İlk Ekolojik Söyleşimizi gerçekleştirdik.
14 Şubat: Şinasi Sahnesi’nde “Karmakarışık” tiyatro oyununu izledik.
15 Şubat: Kütüphanede Emre Alpan İnan ile fantastik edebiyat konusunda söyleştik.
19 Şubat: “Carmen” filmini izledik ve tartıştık.
21 Şubat: İş Bankası İktisadi Bağımsızlık Müzesi ve Ulucanlar Cezaevi Müzesini gezdik.
22 Şubat: Altındağ Sahnesi’nde “İkinci Bölüm” oyununu izledik.
25 Şubat: Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanı üzerine konuştuk.
26 Şubat: Cemil Turan ile “Osmanlı’dan Günümüze Eğitim” konusunda söyleştik.
29 Şubat: - 1 Mart: Kırşehir Termal Otel gezisini gerçekleştirdik.

Katıldığımız Toplantılar
2 Şubat – Atalık Tohum Takas Grubu (ATT) Bilgi paylaşımı ve tohum takası
2 Şubat - Çocuk Meclisi Genel Kurul toplantısı
15 Şubat – Ankara Büyükşehir Belediyesi İklim Değişikliği Uyum Çalışmaları
15 Şubat – Ankara Kent Konseyinin düzenlediği Türk Medeni Kanununun Kabulünün 94.
Yılında Kadın ve Çocuk konulu toplantı
10 Şubat – Doğa ve Şehirler Projesi Belgesel Gösterimi
20 Şubat – Çankaya Kent Konseyi Yönerge Genel Kurulu
21-22-23 Şubat - STGM Sivil Toplum Okulu (STOK) 5. Eğitim
26 Şubat - Yerelden Ulusala İklim Ağı Projesi açılış toplantısı
26 Şubat – Çankaya Kent Konseyi Çocuk Meclisi hazırlık toplantısı
26 Şubat - Yerelden Ulusala İklim Ağı Projesi Açılış Toplantısı –Temiz Enerji Vakfı
29 Şubat - Ankara Kent Konseyi Genel Kurulu
29 Şubat – Mikro-fon projesi kapanış etkinliği
29 Şubat – 1 Mart – OKUYAY Platformu İstanbul eğitimi
Ankara Kent Konseyi Çevre ve Sıfır Atık ve Kırsal Kalkınma Çalışma grubu toplantıları
100.Yıl Semt Meclisi toplantıları

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 48

MART AYINDA KESİNLEŞEN ETKİNLİKLERİMİZ
4 Mart: Sinema Topluluğumuz “Timbuktu” filmini tartışacak.
4-7 Mart:” Kars, Sarıkamış, Sivas yörelerine gezimiz olacak.
7 Mart: “Annemin Son Çılgınlıkları” tiyatro oyununu izleyeceğiz.
10 Mart “Cilt Bakımı” konusunda söyleşeceğiz.
11 Mart: “Kadın Olmanın Günahı” belgesel filmini yönetmeniyle birlikte izleyeceğiz.
14 Mart: Muhlis S. Ezgi’nin “Ayşe Opereti”ni izleyeceğiz.
21 Mart: “Lena, Leyla ve Diğerleri” tiyatro oyununu izleyeceğiz.
18 Mart: “Temiz Hava Haktır” konulu ekoloji söyleşimiz var.
28 Mart: “Shirley Valentina” tiyatro oyununu izleyeceğiz.
31 Mart: Edebiyat Topluluğumuz Suat Derviş’in “Fosforlu Cevriye” romanı üzerine konuşacak

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 49

ÇİĞDEMİN SESİ MART – 2020 WW.CİGDEMİNSESİ.COM SAYFA 50


Click to View FlipBook Version