hakiydi. Hepsinin ağızlan açıktı. Bas bas bağırarak
ve konuşarak içeri giriyorlardı. Çok kısa bir süre
içinde, koğuşta kurtlar misali kaynıyorlardı. Sürü
ler halinde yataklann arasında dolaşıyor, yataklann
tepesine çıkmaya ve altından geçmeye çalışıyor,
televizyon kutulanna bakıp hastalara yüzlerini
gözlerini oynatıyorlardı.
Linda, ikizleri şaşırtıp irkiltmişti. Bir grup ikiz
yatağın ayakucunda durup bilinmeyenle karşılaş
mış hayvanlara özgü korkakça ve aptal bir merak
içinde Linda’yı izlemeye başladılar.
“Aaa, baksana, bak!” Alçak, korku dolu bir ses
le konuşuyorlardı. “Bu kadının nesi var böyle?
Niçin bu kadar şişman?”
Daha önce hiç Linda’nınki gibi bir yüz görme
mişlerdi -genç ve sıkı derili olmayan bir yüz, form
da ve dimdik kalmayan bir vücut görmemişlerdi.
Koğuştaki bütün ölümcül ve altmışlanndaki insan
la r a yüzleri, kız çocuklanmn yüzlerini andmyor-
du. Oysa Linda kırk dördünde, her yeri sarkmış,
buruşmuş bir canavara benziyordu.
“Korkunç, değil mi?” cinsinden fısıltılı yorum
lar duyuldu. “Dişlerine bak!”
Aniden yatağın altmdan çıkıp John’m sandalye
siyle duyar arasına giren buldog suratlı bir ikiz,
gözlerini Linda’nm uyuyan suratına dikip bakmaya
başladı.
“Bence...” diyerek söze başladı, fakat cümlesi tiz
bir çığlıkla bitti. Vahşi, ikizi yakasından yakalayıp
havaya kaldırarak sandalyenin üzerinden aşırdı ve
kulağına bir tokat attı. Çocuk uluyarak uzaklaştı.
Çığlıkları duyan Baş Hemşire imdada yetişti.
Sert bir şekilde, “Ne yaptınız ona?” diye sordu.
“Çocuklara vurmanıza izin veremem.”
“Tamam, öyleyse onlan bu yataktan uzak
tutun.” Vahşi’nin sesi öfkeden titriyordu. “Bu şıma
rık pis veletler burada ne arıyorlar? Utanç verici bir
durum!”
“Utanç verici mi? Ne demek istiyorsunuz?
Burada ölüme şartlandırılıyorlar. Size şunu da söy
leyeyim,” diyerek haşin bir şekilde Vahşi’yi uyardı,
“eğer şartlandırılmalarını bir kez daha bozarsanız
görevlileri çağırıp sizi buradan attırırım.”
Vahşi ayağa kalkıp kadına doğru birkaç adım
attı. Hareketleri ve yüz ifadesi öyle tehdit doluydu
ki, hemşire korkudan geriye doğru yuvarlandı.
Büyük bir çabayla kendini kontrol eden Vahşi,
konuşmadan döndü ve tekrar yatağın kenarına
oturdu.
Güvenini yeniden kazanan Baş Hemşire, bu kez
biraz tiz bir sesle ve daha az kendinden emin bir
tonla, “Sizi uyardım, hareketlerinize dikkat edin,”
dedi. Yine de fazla meraklı ikizleri uzaklaştırıp
odanın diğer tarafına götürdü ve bir başka meslek
taşının düzenlediği fermuar avlamaca oyununa
soktu.
Diğer hemşireye, “Gidip kafein çözeltini iç,
hayatım,” dedi. Yetkisini kullanmak, kendine güve
nini geri getirmişti, şimdi kendini daha iyi hissedi
yordu. “Şimdi çocuklar!” diye seslendi.
Linda huzursuz bir biçimde kıpırdandı, gözleri
ni bir an açıp anlamaz şekilde etrafına baktı ve bir
kez daha uykuya daldı. Yanında oturmakta olan
Vahşi, birkaç dakika önceki ruh halini tekrar yaka
layabilmek için uğraştı. Sanki sözcükler, ölü geçmi
şe hayat kazandırabilecek bir büyüymüşçesine,
kendi kendine tekrarladı: “A, B, C, vitamin D.”
Ama büyü işe yaramıyordu. Güzel anılar gelme
mekte direniyordu; sadece kıskançlıklar, çirkinlik
ler ve ızdıraplar hortluyordu. Kesik omzundan kan
süzülen Popé, çirkin uyuyan Linda ve yatağın yanı
başında yere dökülmüş olan meskalin etrafında
vızıldayan sinekler, bir de Linda yanlarından geçer
ken çocukların ettiği sözler... Of, hayır, hayır! Göz
lerini kapadı, bütün bu anılan inkâr etmek için
başını salladı. A, B, C, vitamin D... Dizlerine otur
duğu Linda’nın, kendisine sarılarak ninnilerle
uyutmaya çalıştığı ve salladığı, tekrar tekrar ninni
söylediği zamanlan düşünmeye çalıştı. A, B, C,
vitamin D, vitamin D, vitamin D...
Süper-Vöx-Wurlitzeriana, zırlayan bir kreşendo
ile yükseldi; koku dolaşım sisteminde mine çiçeği,
yerini ağır bir nane kokusuna bıraktı. Linda kımıl
dandı, uyandı, birkaç saniye şaşkın gözlerle an fina-
lisdere baktı, sonra kafasını kaldinp bir iki kez yeni
parfümlenmiş havayı kokladı ve birden gülümsedi -
çocuksu bir haz vardı gülümseyişinde.
“Popé!” diye mınldandı ve gözlerini kapadı.
“Ah, çok hoşuma gidiyor öyle yapman, çok...”
Derin bir nefes alıp kendini tekrar yastıklara bırak
tı.
“Ama, Linda!” Vahşi yalvanrcasına konuşuyor
du. “Beni tanımıyor musun?” Çok uğraşmıştı, elin
den geleni yapmıştı; Linda niye unutmasına izin
vermiyordu? Cansız elini nerdeyse şiddetle sıktı,
Linda’yı bu rezil şehvet rüyasından, bu adi ve nef
ret edilesi anılardan çıkaracakmış gibi sıkıyordu
-çıkarıp şimdiye, gerçeğe, sersemleten bu ana, bu
berbat gerçekliğe geri getirebilecekmiş gibi sıkıyor
du. Berbat bir gerçeklikti ama yüceydi, anlamlıydı,
son derece önemliydi çünkü çok yaklaşmış olan o
şey, bunları daha da korkutucu kılıyordu. “Beni
tanımıyor musun, Linda?”
Linda’nın belli belirsiz cevap verircesine elini
sıktığını hissetti. Gözlerine yaşlar doldu. Linda’ nm
üzerine eğilerek öptü.
Dudakları kımıldadı. Tekrar “Popé!” diye fısıl
dadı. Vahşi, suratına bir kova dışkı fırlatılmış gibi
hissetti kendini.
Birden içindeki öfke kabarmaya başladı. Tekrar
bir setle karşılaşan kederinin ateşi başka bir çıkış
yolu bulmuş, ızdırap dolu bir öfke ateşine dönüş
meye başlamıştı.
“Fakat ben John’ım !” diye bağırdı. “John’ım
ben!” Acı dolu bir öfkeyle Linda’yı omzundan
yakalayıp sarstı.
Linda gözlerini kırpıştırarak açtı; John’ı gördü
ve tanıdı -John!- ama gerçek olan bu yüzü, bu ger
çek ve zorba elleri, hayali bir dünyaya yerleştirmiş
ti -nane kokusu ve Wurlitzeriana’nin içsel ve özel
eşdeğerleri arasına, rüyasındaki evreni oluşturan
biçim değiştirmiş anıların ve tuhaf şekilde değişmiş
hislerin arasına yerleştirmişti. John olduğunu anla
mıştı, oğluydu, ama onun, Popé ile birlikte soma-
tatilini geçirmekte olduğu cennet Malpais’deki bir
münasebetsiz olduğunu düşünüyordu. Vahşi kız
mıştı, çünkü Linda Popé’yi severdi; Linda’yı sarsı
yordu, çünkü Popé orada yatakta, Linda’nın yanın
daydı -sanki yanlış olan bir şey varmış gibi, sanki
tüm uygar insanlar aynı şeyi yapmıyormuş gibi.
“Herkes herkese aittir...” Linda’nın sesi aniden
neredeyse duyulamayan, soluksuz bir homurtuya
dönüştü: ağzı açık kaldı: ciğerlerini havayla dol
durmak için çaresizce çırpındı. Fakat nefes almayı
unutmuş gibiydi. Haykırmaya çalıştı - ama sesi çık
madı; çektiği acı, yalnızca gözlerindeki dehşetten
anlaşılabiliyofdu. Ellerini boğazına götürdü; sonra
havayı tırmaladı - soluyamadığı, artık kendisi için
var olmayan havayı.
Vahşi ayakta, Linda’nın üzerine eğilmişti. “Ne
var Linda? Sorun nedir?” Sesi yalvarıyordu, içini
rahatlatmak için yalvarıyor gibiydi.
Linda’mn bakışında, sözlerle anlatılamayacak
bir dehşet vardı - dehşet ve John’a öyle geliyordu
ki, serzeniş de vardı. Linda yatakta doğrulmaya
çalıştı, ama tekrar yastıkların üzerine yığıldı. Yüzü
allak bullak olmuş, dudakları morarmıştı.
Vahşi dönüp koğuşun diğer tarafına koştu.
“Çabuk, çabuk!” diye bağırdı. “Acele edin!”
Fermuar avlayan ikizlerden oluşan bir çembe
rin ortasında duran Baş Hemşire etrafına bakındı.
İlk andaki şaşkınlığı yerini hemen azarlamaya
bıraktı. “Bağırmayın! Küçükleri düşünün,” diyerek
kaşlarını çattı. “Çocukların şartlandırmasını boza...
Ne yapıyorsunuz?” Vahşi çemberi bozmuştu.
Çocuğun biri bağırdı, “Dikkatli olsamza!”
“Çabuk! Acele edin!” Hemşireyi kolundan
yakalamış, peşi sıra sürüklüyordu. “Acele edin! Bir
şey oldu. Öldürdüm onu.”
Koğuşun ucuna ulaştıklarında Linda ölmüştü.
Vahşi, bir an, donuk bir sessizlik içinde bekledi,
sonra yatağın yanında dizlerinin üstüne çöktü ve
yüzünü elleriyle kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlama
ya başladı.
Hemşire kararsız dikiliyordu, bir yatağın kena
rında diz çökmüş adama bakıyor (skandaldi bu!),
bir koğuşun diğer ucunda fermuar avlama oyunu
nu bırakmış, yassı burunları ve patlak gözleriyle
20. Yatak etrafında ortaya konan rezaleti izleyen
çocuklara bakıyordu. Onunla konuşmalı mıydı?
Kendisini toparlamasına yardımcı mı olmalıydı?
Nerede olduğunu, bu masum çocuklara nasıl kötü
lük ettiğini hatırlatsa mıydı? Bu iğrenç böğürtüle
riyle -sanki ölüm korkunç bir şeymişçesine ve
sanki insan hayatı bu kadar önemliymişçesine-
bütün ölüm şartlandırmalarını mahvediyordu.
Konu hakkında en kötü fikirlere kapılmalarına ve
bütünüyle yanlış, son derece antisosyal tepkiler
geliştirmelerine neden olabilirdi.
Hemşire öne çıktı ve Vahşi’nin omzuna dokun
du. Alçak, öfkeli bir sesle, “Kendinizi toparlayamaz
mısınız?” dedi. Fakat etrafına bakınca yarım düzi
ne ikizin ayağa kalkıp, o tarafa doğru geldiklerini
gördü. Çember bozuluyordu. Biraz sonra... Hayır,
fazla riskliydi; bütün Grup’un şartlandırması iki üç
ay gerileyebilirdi. Tehdit altındaki gruba doğru
koşmaya başladı.
Neşeli, yüksek bir sesle, “Evet, bakalım şimdi
kim çikolatalı pasta yemek ister?”
Bütün Bokanovski Grubu koro halinde “Ben!”
diye haykırdı. 20. Yatak tamamen unutuldu.
“Ah Tanrım, Tanrım, Tanrım...” Vahşi kendi
başına tekrarlıyordu. Beynini kaplayan keder ve
vicdan azabının kaosunda tek mantıklı söz buydu.
“Tanrım!” diye yüksek sesle fısıldadı. “Tanrım...”
Süper-Wurlitzer’ın cıvıltıları arasından tiz,
belirgin ve yakından gelen bir ses duyuldu: “Ne
diyor bu adam?”
Vahşi sert bir hareketle sıçradı ve ellerini yüzün
den çekerek etrafına baktı. Her birinin sağ elinde
uzun bir pasta olan ve tıpatıp suratlarının çeşitli
bölgelerine sıvı çikolata bulaşmış beş tane haki
renkli ikiz, sıra halinde dikilmiş, patlak gözlerle
Vahşi’ye bakıyorlardı.
Gözleri Vahşi’nin gözleriyle buluşunca, hepsi
aynı anda sırıttılar. İçlerinden biri pastasının çubu
ğuyla işaret eti.
“Kadın öldü mü?” dedi.
Vahşi sessizlik içinde bir süre onlara baktı. Son
ra sessizce ayaklarının üzerinde doğruldu ve yine
sessizce, yavaş adımlarla kapıya doğru yürümeye
başladı.
Yanı sıra gelen meraklı ikiz “Öldü mü?” diye
tekrar sordu.
Vahşi, çocuğa baktı ve yine konuşmaksızın
çocuğu iterek uzaklaştırdı. İkiz yere yuvarlandı've
hemen ulumaya başladı. Vahşi kafasını bile çevir
medi.
ONBEŞİNCI BÖLÜM
Park Caddesi Ölecek Hastalar Hastanesi’nin hizmet
personeli, seksen dört tane kızıl saçlı dişi ve yetmiş
sekiz tane esmer, uzun kafalı erkek ikizden oluşan
iki Bokanovski Grabu’na ayrılmış yüz altmış iki
tane Deltadan oluşuyordu. Saat altıda iş günleri
bittiğinde Hastane’nin girişinde toplanırlar ve
Nöbetçi ikinci Muhasebeci kendilerine günlük
soma haklarını dağıtırdı.
Asansörden çıkan Vahşi, kendini Deltaların tam
ortasında buldu. Ama aklı başka yerdeydi - ölümü,
üzüntüsünü ve vicdan azabını düşünüyordu;
mekanik bir şekilde ne yaptığını bilmeden kalaba
lığın arasına dalarak omuzlarıyla kendisine yol
açtı.
“Kimi itiyorsun sen? Nereye gittiğini sanıyor
sun?”
Alçak ve yüksek olmak üzere ayn bir sürü gırt
laktan yalnızca iki çeşit ses çıkıyor, ya cırlıyor ya da
homurdanıyorlardı. Tren vagonları misali dizilmiş
aynalardan yansıyormuşçasma sonsuz sayıda tek
rarlanan iki surat, biri köse, çilli ve portakal rengi
bir hale ile çevrilmiş; diğeri zayıf, iki günlük pis
sakallı, gaga burunlu kuş maskesi, hiddetle Vah-
şi’ye dönüyordu. Sözleri ve kaburgalarında hissetti
ği dirsek darbeleri, Vahşi’nin dalgınlığını delip
geçiyordu. Bir kez daha uyanarak kendini dış ger
çeklikle karşı karşıya buldu, etrafına baktı, gördük
lerini tanıyordu - derin bir dehşet ve iğrenme his
siyle, günlerini ve gecelerini dolduran bitmek bil
mez delilikten, her tarafta kaynayan ayırt edilemez
aynılık kâbusundan tanıyordu, ikizler, ikizler...
Linda’nın ölümünün üzerinde kurtlar misali kaynı
yorlardı. Yine kurtlar, ama bu kez daha iri ve yetiş
kindiler, üzüntüsüyle pişmanlığının üzerinde sürü
nüyorlardı. Durup dehşet dolu ve şaşkın gözlerle
çevresindeki haki güruha baktı. Tam ortalarında,
bir kafa yukarıda dikiliyordu. “Ne kadar çok iyi
yürekli yaratık toplanmış burada!” Ezgili sözcük
ler, Vahşi’yi alaylı biçimde taklit ediyordu. “Ne
muhteşem bu insanoğlu! Hey cesur yeni dünya...”
Yüksek bir ses, “Soma dağıtımı!” diye bağırdı.
“Sırayla lütfen. Siz ordakiler, acele edin.”
Bir kapı açılmış, girişe bir masa ve sandalye
çıkarılmıştı. Ses, siyah demirden bir para kutusu
taşıyarak içeri giren genç, neşeli bir Alfa’ya aitti. O
anı bekleyen ikizlerden keyif mırıltıları yükseldi.
Vahşi’yi tamamıyla unuttular. Şimdi dikkatleri,
delikanlının masaya koyduğu ve kilidini açmakla
uğraştığı siyah para kutusuna yoğunlaşmıştı. Kutu
nun kapağı açıldı.
Yüz altmış iki kişi hep birden, havai fişek göste
risi seyrediyormuşcasına, “Oo-oh!” dedi.
Delikanlı, kutudan bir avuç dolusu hap kutusu
çıkardı. Kesin bir tonla, “Şimdi, ilerleyin lütfen,”
dedi. “Sırayla ve itişip kakışmadan.”
İkizler sırayla, itişip kakışmadan ilerlediler.
Önce iki erkek, bir dişi, sonra iki erkek daha, üç
dişi daha...
Vahşi ayakta dikilerek izliyordu. “Hey cesur
yeni dünya, Hey cesur yeni dünya...” Beynindeki
melodilerin tonu değişmiş gibiydi. Üzüntüsü ve
ızdırabıyla alay etmişlerdi, hem de ne iğrenç bir
biçimde! Zebaniler gibi kahkaha atarak, sefalete ve
kâbusun bulantılı çirkinliğine yoğunlaşmışlardı.
Şimdi de aniden askere çağn borusu çalmaya baş
ladılar. “Hey cesur yeni dünya!” Miranda, güzellik
olasılığını duyuruyordu, kâbusu bile güzel ve yüce
bir şeye dönüştürebilme olasılığını bildiriyordu.
“Hey cesur yeni dünya!” Bir meydan okumaydı bu,
bir emirdi.
“İtişmeye hemen son verin!” diye öfke içinde
bağırdı muhasebeci. Para kutusunun kapağını küt
diye çarptı. “Eğer hemen terbiyenizi takınmazsanız
dağıtımı durdururum.” Deltalar homurdanıp biraz
da itişerek durdular. Tehdit işe yaramıştı. Somadan
mahrum kalmak korkunç bir düşünceydi!
Delikanlı, “Şimdi oldu,” dedi ve para kutusunu
yeniden açtı.
Linda tüm yaşamını köle olarak geçirmiş ve
ölmüştü. Diğerleri özgür yaşamalı, dünya güzelleş-
tirilmeliydi. Bir tür diyet, bir görevdi. Vahşi birden
ne yapması gerektiğini anladı. Sanki bir panjur
kalkmış, perde açılmış ve zihni aydınlanmıştı.
“Şimdi,” dedi muhasebeci.
Haki bir başka dişi öne çıktı.
Vahşi, yüksek, çınlayan bir sesle, “Durun! ” diye
bağırdı. “Durun!”
Ûnündekileri iterek masaya ulaştı; Deltalar şaş
kınlık içinde ona bakıyordu.
Muhasebeci alçak sesle, “Fordum!” dedi. “Vah-
şi’ymiş.” Korkuyordu.
Ciddi bir sesle, “Dinleyin, rica ediyorum,” dedi
Vahşi. “Bana kulak verin...” Daha önce hiç toplu
luk önünde konuşmamıştı, kendini ifade etmekte
zorlanıyordu. “O korkunç maddeyi kullanmayın.
Zehir o, zehir.”
Muhasebeci, “Bakın, Bay Vahşi,” dedi. Yatıştır
maya çalışarak gülümsüyordu. “İzin verirseniz...”
“Bedeniniz gibi ruhunuzu da zehirler.”
“Evet, ama lütfen izin verin de dağıtıma devam
edeyim. Aferin size.” Yırtıcılığıyla tanınan bir hay
vanı okşayan birinin temkinli yumuşaklığıyla Vah-
şi’nin koluna dokundu. “Lütfen izin verin de...”
“Asla!” diye haykırdı Vahşi.
“Ama bakın, efendim...”
“O korkunç zehrin hepsini çöpe atın.”
“Hepsini çöpe atın” sözcükleri, Deltaların idrak
katmanlarını delerek geçip bilinçlerinin özüne
ulaştı. Kalabalıktan öfkeli bir homurtu yükseldi.
Tekrar ikizlere dönen Vahşi, “Sizi özgürlüğünü
ze kavuşturmaya geldim,” dedi. “Sizi...”
Nöbetçi Muhasebeci daha fazla dinlemedi;
girişten çıkmış, telefon rehberinde bir numara arı
yordu.
“Kendi dairesinde değil,” diye özetledi Bernard.
“Benimkinde değil, seninkinde değil. Afrodite-
um’da değil, Merkez’de değil, Üniversite’de yok.
Nereye gitmiş olabilir?”
Helmholtz omuz silkti. Vahşi’yi her zamanki
buluşma yerlerinden birinde bulmayı umarak işle
rinden dönmüşlerdi, ancak John’dan eser yoktu.
Durum can sıkıcıydı, çünkü Helmholtz’un dört
kişilik sportikopterine atlayıp hemen Biarritz’e
uzanmayı planlamışlardı. Vahşi çok geçmeden
dönmezse, akşam yemeğine gecikeceklerdi.
“Beş dakika daha tanıyalım,” dedi Helmholtz.
“O zamana kadar dönmezse, biz de...”
Çalan telefon, sözünü yanda kesti. Ahizeyi kal
dırdı. “Alo. Benim.” Uzun bir dinleme arasından
sonra, “Arabasına binmiş Ford aşkına!” dedi. “He
men geliyorum.”
“Ne oluyor?” dedi Bemard.
“Park Caddesi Hastanesi’nden tanıdığım biriydi
arayan,” dedi Helmholtz. “Vahşi oradaymış. Çıldır
mış galiba. Her neyse, acil bir durum. Benimle geli
yor musun?”
Birlikte aceleyle asansörlere koştular.
4e 4c 4c
Hastaneye girdiklerinde Vahşi, “Fakat köle
olmak hoşunuza gidiyor mu?” diyordu. Yüzü kızar
mış, gözleri haklı bir öfke ve heyecanla parlıyordu.
“Bebekler gibi yaşamaktan hoşlanıyor musunuz?
Evet, bebekler gibi zırlayıp kusuyorsunuz,” diye
ekledi. Hayvanlara özgü salaklıklanndan sabrı
tükenen Vahşi, şimdi de kurtarmaya geldiği insan
lara hakaretler yağdırıyordu. Hakaretler, kalın
salaklık zırhlanna çarpıp dağılıyordu, gözlerinde
donuk ve somurtkan bir kinle, boş bir ifadeyle
Vahşi’ye bakıyorlardı. “Evet, kusuyorsunuz,” diye
haykırdı. Üzüntü ve vicdan azabı, merhamet ve
görev - bunlann tümü şimdi unutulmuştu ve bek
leneceği üzere, bu insan müsveddesi canavarlara
duyulan şiddedi bir nefrete yenik düşmüştü. “Öz
gür ve insan olmak istemiyor musunuz? İnsanlık
ve özgürlüğün ne olduğunu anlamıyor musunuz?”
Hiddetten akıcı konuşuyor, sözcükler kolayca ve
hızla geliyordu. “Anlamıyor musunuz?” diye tek
rarladı, ama sorusuna yanıt alamadı. “Peki öyley
se,” diyerek sert bir tonla devam etti. “Size öğrete
yim; isteseniz de istemeseniz de sizi özgür kılaca
ğım.” Ve Hastane’nin iç'avlusuna bakan bir pence
reyi açarak soma haplarıyla dolu küçük kutulan
avuç avuç alıp avluya fırlatmaya başladı.
Haki güruh bir süre sessiz kaldı, bu gereksiz
sapkınlık gösterisini şaşkınlık ve dehşet içinde, taş
kesilmiş bir halde izlediler.
“Delirmiş,” diye fısıldadı Bemard, gözleri fal
taşı gibi açılmıştı. “Onu öldürecekler, öldürecek
ler...” Birden güruhtan bir bağırtı yükseldi; tehdit-
kâr bir şekilde dalgalanarak Vahşi’ye doğru hareket
ettiler. Bemard, “Ford yardımcısı olsun,” dedi ve
bakışlannı kaçırdı.
Helmholtz, “Ford, kendi kendine yardım eden
lerden yardımını esirgemez,” dedi ve bir kahkaha
atarak, bir heyecan kahkahasıydı bu, kalabalığın
arasına daldı.
“Özgürsünüz, özgürsünüz!” diye haykıran Vah
şi, bir eliyle avluya soma fırlatmaya devam ediyor,
diğer eliyle de kendine saldıranlann tıpatıp suratla-
nna yumruk atıyordu. “Özgürlük!” Birden Helm-
holtz Watson yanında bitiverdi -“Sevgili dostum
Helmholtz!”- o da yumruk sallıyordu- “Sonunda
insan oldunuz!” -arada da avuç avuç zehiri camdan
fırlatıyordu. “Evet, insan oldunuz! insan!” ve
sonunda zehir bitti. Para kutusunu alıp siyah boş
luğunu kalabalığa gösterdi. “Artık özgürsünüz!”
Uluyan Deltalar, iki kat öfkeyle saldırdılar.
Meydan savaşını kenardan tereddüt içinde izle
yen Bernard, “İşleri bitti,” dedi ve ani bir dürtüyle
onlara yardım etmek üzere öne atıldı; sonra bir an
düşünüp durdu, sonra utanıp yine öne çıktı ve
daha sonra yine düşünüp durdu, aşağılayıcı bir
kararsızlıkla kıvranarak bekledi -eğer yardım
etmezse öldürülebileceklerini, ama ederse kendisi
nin de ölebileceğim düşünüyordu - tam bu anda
(Forda şükürler olsun!), gaz maskesi takmış, pat
lak gözlü ve domuz burunlu polisler içeri girdiler.
Bernard polisleri karşılamak için fırladı. Kolla
rını sallıyordu, harekete geçmişti, birşeyler yapı
yordu. Beş on kez “Yardım edin!” diye bağırdı,
yardım ettiğine kendini inandırabilmek için gide
rek yüksek sesle bağırıyordu. “Yardım edin! Yardım
edinl YARDIM EDİN!”
Polisler Bemard’ı kenara iterek işlerine koyul
dular. Omuzlarına kayışlarla tutturulmuş püskürt
me makineleri taşıyan üç polis, havaya yoğun soma
buharı püskürtüyordu, iki polis de seyyar Sentetik
Müzik Kutusu’yla uğraşıyordu. Güçlü bir anezte-
tikle doldurulmuş su tabancaları taşıyan dört polis
kalabalığın arasına dalmıştı, her püskürtmede kav
gacıların azgın olanlarından birini etkisiz hale geti
riyorlardı.
“Çabuk, çabuk!” diye haykırdı Bemard. “Acele
etmezseniz öldürecekler onları. Acele...Ah!” Geve
zeliğinden sıkılan bir polis, su tabancasıyla Ber-
nard’a ateş etmişti. Bir iki saniye yalpalayarak ayak
ta duran Bemard’ın bacakları kemiklerini, tendon-
lannı ve kaslarını yitirdi, pelteye ve hatta suya
dönüştü, sonunda da külçe gibi yere yığıldı.
Birden, Sentetik Müzik Kutusu’ndan gelen bit
Ses konuşmaya başladı. Aklın Sesi, Keyifliliğin
Sesi’ydi. İki Numaralı (Orta Şiddetli) Sentetik
İsyan Bastırma Konuşması’nm ses bantı, alette
dönmeye başladı. Aslında var olmayan bir yüreğin
ta derinlerinden gelen Ses, öyle dokunaklı bir
şekilde, öyle yumuşak bir serzeniş tonuyla, “Dost
larım, Dostlarım!” demişti ki, polislerin, gaz mas
kelerinin ardındaki gözlerine bile geçici olarak
yaşlar doldu. “Bütün bunların anlamı nedir? Niye
hep birlikte iyi ve mutlu olamıyorsunuz? İyi ve
mutlu,” diye tekrarladı. “Huzur içinde, barış için
de.” Ses titredi, fısıltıya dönüştü ve bir anlığına
kesildi. Müthiş bir ağırbaşlılıkla, “Ah, hepinizin
mutlu olmanızı isterim,” diye başladı. “Hepinizin
mutlu olmanızı isterim! Lütfen, lütfen iyi olun
ve...”
Ses ve soma buharı iki dakika içinde etkisini
göstermişti. Yarım düzine; ikiz, aynı anda, hep
beraber kucaklaşarak gözlerinde yaşlarla birbirleri
ni öpüyorlardı. Hemholtz ile Vahşi bile ağlamak
üzereydiler. Muhasebeden hap kutularıyla dolu
yeni bir kutu getirildi, çabucak dağıtıldı. İkizler,
Ses’in son derece şeikatli bariton vedalan eşliğinde,
kalpleri paralanırcasma zırlayarak dağıldılar. “Hoş
ça kalın, benim sevgili dostlarım. Ford sizinle
olsun! Hoşça kalın, sevgili dostlanm. Ford sizinle
olsun. Hoşça kalın, sevgili dostlanm...”
Deltalann sonuncusu da bölgeyi terk ettiğinde,
polis yayım durdurdu. Melaike Ses sustu.
Polis komiseri, “Sessiz bir şekilde gelecek misi
niz, yoksa sizi bayıltmamız mı gerekecek?” diye
sordu. Tehditkâr bir şekilde su tabancasını doğrult
tu.
“Ah, sessizce geliyoruz,” dedi Vahşi. Sırayla
kesik yanağını, çizilmiş boynunu ve ısırılmış sol
elini tuttu.
Mendilini burnuna tutmaya devam eden Helm-
•holtz, başını sallayarak doğruladı.
Uyanık ve bacaklannı hissetmeye başlamış olan
Bemard, mümkün olduğu kadar çaktırmadan kapı
ya doğru ilerlemek için bu anı seçti.
Komiser, “Hey oradaki, merhaba,” dedi ve
domuz maskeli bir polis koşarak yanına gelip Ber-
nard’ın omzuna elini koydu.
Bemard içerlemiş bir masumiyetle döndü. Kaç
mak mı? Aklından bile geçirmemişti kaçmayı.
Komisere, “Gerçi beni niye götüreceksiniz, anlamı
yorum ya,” dedi.
“Tutuklulann arkadaşı değil misiniz?”
“Şey...” dedi Bemard ve duraksadı. Hayır, inkâr
edemezdi. “Niye arkadaşlan olmayacak mışım?”
diye sordu.
“Gelin öyleyse,” diyen Komiser önde, onlar
arkada kapıdan geçip polis arabasına yürüdüler.
ONALTINCI BÖLÜM
Üçünün götürüldüğü oda, Denetçi’nin çalışma
odasıydı.
“Fordhazretleri biraz sonra aşağı inecekler,”
diyen Gama kâhya, üçlüyü kendi başlarına bıraktı.
Helmholtz yüksek sesle kahkaha attı.
“Mahkemeden çok kafein çözeltisi partisine
benziyor,” dedi ve kendini, içi hava dolu koltuklar
dan en lüksüne bıraktı. Dostunun yemyeşil, mut
suz suratını görünce, “Neşelensene, Bernard,”
dedi. Fakat Bemard’m neşelenmeye niyeti yoktu;
cevap vermeksizin ve Helmholtz’un yüzüne bile
bakmadan gidip odadaki en rahatsız sandalyeye
oturdu. Sandalyesini, yetkililerin gazabını biraz
olsun azaltır umuduyla özenle seçmişti.
Bu arada Vahşi, huzursuz bir şekilde odada
dolanıyor, belli belirsiz, üstünkörü bir merakla raf
lardaki kitaplara, numaralanmış evrak gözlerine
konmuş ses kayıt bantlarına ve okuma makinesi
bobinlerine göz gezdiriyordu. Pencerenin altındaki
masanın üzerinde, üstü yumuşak, siyah taklit
deriyle kaplanmış, iri, altın rengi T harfleriyle dam
galanmış büyük bir cilt duruyordu. Kitabı eline
alıp açtı. HAYATIM VE ESERLERİM, YAZAN FOR-
DUMUZ. Kitap, Detroit’ta Fordgil İlim Yayma Der
neği tarafından yayınlanmıştı. İş olsun diye sayfa
ları çevirdi, arada bir, bir cümle ya da paragraf
okuyordu. Tam kitabın kendisini hiç ilgilendirme
diği sonucuna varmıştı ki, kapı açıldı ve Batı Avru
pa Bölgesi’nden sorumlu Dünya Denetçisi çevik
adımlarla içeri girdi.
Mustafa Mond üçüyle de el sıkıştı; fakat konuş
masına Vahşi’ye hitap ederek başladı. “Demek
uygarlıktan pek hoşlanmadınız, Bay Vahşi,” dedi.
Vahşi, Denetçi’ye baktı. Kendini yalan söyleme
ye, kabadayılık taslamaya, somurtkan bir biçimde
tepkisiz kalmaya hazırlamıştı; fakat Denetçi’nin
yüzündeki güleryüzlü zekâdan aldığı güvenle dob
ra dobra gerçeği söylemeye karar verdi. “Hayır.”
Başını salladı.
Bemard irkilip, dehşete kapıldı. Denetçi ne
düşünecekti? Uygarlıktan hoşlanmadığını belirten
birinin dostu olarak mimlenmek - üstelik açık
açık, hem de Denetçi’nin yüzüne söylemişti - kor
kunç bir şeydi. “Fakat John,” diyecek oldu. Musta
fa Mond’un bir bakışı sefil bir şekilde susması için
yetti.
“Tabii,” diyen Vahşi kabullenmek zorunda
kalarak devam etti, “bazı güzel yanlan da yok
değil. Örneğin, yayınlanan bütün o müzikler...”
“Bazen bin tane telli çalgı mınldanır kulakla-
nmda, bazen de insan sesleri.”
Vahşi’nin yüzü ani bir zevkle aydınlandı. “Siz
de mi okudunuz?” dedi. “Bu kitabı burada, Ingilte
re’de kimsenin bilmediğini düşünüyordum.”
“Neredeyse hiç kimse bilmez. Ben çok az sayı
daki insandan biriyim. Yasaklanmıştır. Fakat bura
da yasalan ben koyduğum için, çiğneyebilirim de.”
Bemard’a dönerek, “Cezadan muafım ben, Mr.
Marx,” diye ekledi. “Korkarım bu sizin için geçerli
değil.”
Bemard, daha da umutsuz bir ızdıraba gömüldü.
“Fakat niye yasaklandı?” dedi Vahşi. Shakespe-
are okumuş bir insanla karşılaşmanın heyecanıyla,
geçici bir süre için başka her şeyi unutmuştu.
Denetçi omuzlarım silkti. “Çünkü eski; asıl
nedeni bu. Burada eski şeyler işimize yaramaz.”
“Muhteşem olsalar bile mi?”
“Özellikle de muhteşemseler. Güzellik çekicidir
ve biz insanlarımızın eski şeylere kapılmalarını
istemeyiz. Yeni şeyleri sevmelerini isteriz.”
“Ama yeni şeyler öyle aptalca ve korkunç ki.
İçinde sürekli dolanan helikopterlerin olduğu,
insanların öpüşmelerini hissedebildiğiniz o oyun
lar.” Suratını buruşturdu. “Keçiler ve maymunlar!”
İğrenme ve nefretini açıklayacak sözcükleri, yal
nızca Othello’da bulabilmişti.
Denetçi, parantez içinde konuşurcasma mırıl
dandı: “Yine de güzel ve uysal hayvanlar.”
“Niye bunların yerine Othello’yu izlemelerine
izin vermiyorsunuz?”
“Size söyledim ya, eskiler. Üstelik, anlamaz
insanlar.”
Evet, doğruydu. Helmholtz’un Romeo veJuliet'e
nasıl güldüğünü anımsadı. Kısa bir suskunluktan
sonra, “Öyleyse Othello'ya benzeyen yeni bir şey
olsun, o zaman anlayabilirler.”
Uzun bir sessizliğe son veren Helmholtz, “işte
hepimizin uzun süredir yazmak istediği de bu,”
dedi.
“Ve de asla yazmayacağınız şey,” dedi Denetçi.
“Çünkü eğer gerçekten Othello’ya benzerse kimse
anlayamaz, ne kadar yeni olursa olsun. Yeni olursa
da, Othello’ya. benzeyemez.”
“Neden olmasın?”
“Evet, neden?” diye tekrarladı Helmholtz.
Durumun tatsız gerçeklerini o da unutmuştu.
Sadece endişe ve korkudan mosmor olan Bernard,
diğerlerinin varlığının bilincindeydi; diğerleri,
kendisini göz ardı ediyordu. “Neden olmasın?”
“Çünkü bizim dünyamız Othello’nunkiyle aynı
değil. Çelik olmadan araba yaratamazsınız - aynı
şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yarata
mazsınız. Dünya şu anda istikrara kavuşmuş
durumda. İnsanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve
ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar.
Refahlan yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyor
lar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan
habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi
bir illet olan anne ve babalan yok; güçlü duygular
hissedecekleri eşleri, çocuklan ve sevgilileri yok;
şartlandırmalan uyannca davranmalan gerektiği
gibi davranmak zorundalar. Herhangi bir sorun
çıkması durumunda da soma var. Siz de tutup,
özgürlük adına pencereden savurdunuz, Bay Vahşi.
Özgürlük!” Güldü. “Bir de Deltalann, özgürlüğün
ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! Şimdi de
Othello’yu anlamalannı bekliyorsunuz! Vah güzel
çocuğum vah!”
Vahşi bir süre sustu. “Yine de,” diye inatla ısra-
nm sürdürdü, “Othello güzel, o duyusal filmlerden
daha güzel.”
“Elbette güzel,” dedi Denetçi. “Fakat istikrar
karşılığında ödememiz gereken bedel işte bu. Mut
luluk ile eskiden insanların güzel sanatlar dediği
şey arasında seçim yapmak gerekiyor. Biz, güzel
sanatlardan fedakârlıkta bulunduk. Onun yerine
duyusal filmlerimiz ve kokulu orgumuz var.”
“Ama hiçbir şey ifade etmiyorlar.”
“Kendilerini ifade ediyorlar. Dinleyicilere hoş
duygular ifade ediyorlar.”
“Ama... ama gerizekâlının biri anlatıyor öykü
yü.”
Denetçi güldü. “Dostunuz Mr. Watson’a kabalık
ediyorsunuz. Kendisi, en seçkin Duygu Mühendis
lerimizden biridir...”
Helmholtz iç karartıcı bir tonla, “Haklı ama,”
dedi. “Çünkü gerçekten ahmakça. Söylenecek bir
şey yokken yazmak.
“Kesinlikle. Fakat bu, en büyük yaratıcılığı
gerektiriyor. Mümkün olan en az çelikle bir dört-
teker yapıyorsunuz - elinizde salt duygudan başka
hiçbir malzeme olmaksızın sanat eseri yaratıyorsu
nuz.”
Vahşi kafasını salladı. “Hepsi çok korkunç
görünüyor bana.”
“Elbette görünecek. Izdırap karşılığında kaza
nılan şeylerle kıyaslandığında, şu andaki mutluluk
çok sefil kalır. Ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık
kadar gösterişli değildir. Mutlulukta, şanssızlığa
karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri
yoktur. Günahla mücadelenin, veya ihtiras ya da
şüphe nedeniyle ölümüne alt üst oluşlann görke
mini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce
bir yanı yoktur.”
Kısa bir suskunluğun ardından, “Sanırım öyle,”
dedi Vahşi. “Fakat o ikizler kadar da korkunç
olması gerekmiyor!” Montaj masalarında uzun
sıralar halinde dikilen tıpatıp cücelerin, Brentford
tekraylı istasyonunun girişinde kuyrukta bekleyen
ikiz sürülerinin, Linda’nın ölüm döşeğinin çevre
sinde kaynayan insan-kurtlann ve kendisine saldı
ranların sonsuz tekrarlanan suratının görüntüleri
ni hafızasından silmek istercesine elini gözlerinin
önünden geçirdi. Bandajlı sol eline bakıp ürperdi.
“Korkunç!”
“Fakat ne kadar yararlı! Görüyorum ki Boka-
novski Gruplarımızdan hoşlanmamışsınız; ancak
sizi temin ederim ki bu gruplar, her şeyin üzerine
inşa edildiği temeli oluşturmaktadır. Bu gruplar,
devlet denen jeti sapmasız rotasında, dengede
tutan ciroskoptur.” Denetçi’nin derin sesi heyecan
dan titriyordu; el hareketleri tüm uzamı ve karşı
konulamaz makinenin atılımım anlatıyordu. Mus
tafa Mond’un söylevi, neredeyse sentetik standart
lara ulaşmıştı.
“Merak ediyordum,” dedi Vahşi, “niye yaptınız
onları? O şişelerden her istediğinizi elde etmeniz
mümkün. Bu aşamadayken niye herkesi Alfa Çift
Artı yapmıyorsunuz?”
Mustafa Mond güldü. “Gırtlağımız kesilsin iste
miyoruz da ondan,” dedi. “Mutluluğa ve istikrara
inanıyoruz. Alfalardan oluşan bir toplum, eninde
sonunda istikrarsız ve sefil olmaya mahkûmdur.
Çalışanlarını sadece Alfaların oluşturduğu bir fab
rikayı düşünün - yani ayrı olan ve akrabalık bağla
n olmayan, iyi bir mirasa sahip, özgür (sınırlar
dahilinde) iradesiyle seçim yapabilecek ve sorum
luluk alabilecek bireylerden oluşsun. Bir düşü
nün!” diye tekrarladı.
Vahşi düşünmeye çalıştı, ama pek başarılı ola
madı.
“Abes bir durum olurdu. Alfa olarak şişeden
alınmış, Alfa olarak şartlandırılmış bir insan, Epsi-
lon Yan Moronlann işini yapmak zorunda kalsaydı
çıldırırdı - çıldırır ya da her şeyi kırıp dökmeye
başlardı. Alfalar, Alfa işi yaptırmak koşuluyla,
tamamıyla sosyalleştirilebilirler. Epsilonlara özgü
özverileri yalnızca Epsilonlardan bekleyebilirsiniz,
çünkü Epsilonlar için bunlar özveri değil, en az
direniş sinindir. Şartlandırması, koşması beklenen
çizgiyi zaten çizmiştir. Elinde değildir, yazgısı
önceden belirlenmiştir. Şişeden alındıktan sonra da
şişede kalmaya devam eder -çocuksu ve embriyo-
nik saplantılarla dolu görünmez bir şişede. Elbette
her birimiz,” düşünceli bir biçimde devam etti, “bir
şişede geçiririz yaşamımızı. Ama eğer Alfa isek,
şişelerimiz görece büyüktür. Daha dar bir alanla
sınırlandınlsaydık, sürekli acı çekmemiz gerekirdi.
Üst smıflann yapay şampanyasını alt sınıflann şişe
lerine dökemezsiniz. Teorik açıdan bariz bir ger
çektir bu. Fakat pratikte de böyle olduğu kanıtlan
mıştır. Kıbns deneyinin sonucu inandmcıydı.”
“Bu deney neydi?” dedi Vahşi.
Mustafa Mond gülümsedi. “Buna yeniden şişe
leme deneyi de denebilir. E S. 473 yılında başladı.
Yöneticiler, Kıbns adasının tüm sakinlerini boşal
tıp özel olarak hazırlanmış, yirmi iki bin Alfadan
oluşan bir grup yerleştirdiler. Tüm kültürel ve
endüstriyel donanım kendilerine devredildi ve
kendi işlerini kendileri idare etmek üzere bırakıldı
lar. Sonuç, tüm teorik öngörüleri tam olarak doğ
rular nitelikteydi. Toprak uygun şekilde işlenme
mişti; bütün fabrikalarda grevler çıkmış, yasalar
hiçe sayılmış, emirlere karşı konulmuştu. Düşük
seviyeli işlerde görev, verilen bütün insanlar, yük
sek seviyeli işler için sürekli entrikalar çeviriyor,
buna karşılık olarak da yüksek seviyede çalışan
insanlar, ne pahasına olursa olsun konumlarını
korumak için entrikalar çeviriyorlardı. Altı yıl
geçtiğinde birinci sınıf bir iç savaşa girdiler. Yirmi
iki bin insandan on dokuz bini öldüğünde, kurtu
lanlar hep birlikte dilekçe yazıp, Dünya Denetçile
rinden adanın yönetimim tekrar üstlenmelerini
istediler. Denetçiler isteneni yaptılar. İşte bu da
dünyanın görüp göreceği tek Alfa toplumunun
sonu oldu.”
Vahşi derin bir nefes aldı.
“Optimum toplum,” dedi Mustafa Mond, “buz
dağı örneğine göre kurulur - dokuzda sekizi su
seviyesinin altında, dokuzda biri üstünde.”
“Su seviyesinin altındakiler mutlu mu pekiyi?”
“Üstündekilerden daha mutludurlar. Buradaki
dostlarınızdan daha mutlular, örneğin.” Parmağıy
la işaret etti.
“O berbat işlere rağmen mi?”
“Berbat mı? Onlar öyle düşünmezler. Aksine
işlerini severler. İşleri hafiftir, çocuk oyuncağıdır.
Beyinleri ya da kasları asla zorlanmaz. Yedi buçuk
saat hafif, yormayan iş, sonra da soma istihkakları,
oyunları, sınırsız çiftleşmeleri ve duyusal filmler.
Başka ne isteyebilirler ki? Doğru,” diye ekledi, “da
ha kısa çalışma saatleri isteyebilirler. Biz de onlara
daha kısa çalışma saatleri verebiliriz. Teknik ola
rak, alt sınıfların iş gününü üç ya da dört saate
indirmek çok basit bir şeydir. Ama bu onları daha
mutlu eder miydi? Hayır, etmezdi. Yüz elli yıldan
daha uzun bir süre önce denenmişti. İrlanda’nın
tamamında dört saatlik iş günü uygulanmıştı.
Sonuç ne oldu? Kargaşa ve soma tüketiminde
büyük bir artış, hepsi bu. O üç buçuk saatlik boş
zaman bir mutluluk kaynağı olmaktan o kadar
uzaktı ki, insanlar o boş zamandan kurtulmaya
çalışıyorlardı. Buluşlar Ofisi, emekten tasarruf
planlarıyla dolup taşmakta. Binlercesi var.” Musta
fa Mond eliyle bolluk işareti yaptı. “Peki niye
uygulamaya koymuyoruz? Emekçilerin kendi
menfaatleri için; onlara fazla boş zaman ızdırabı
çektirmek zalimlikten başka bir şey olmaz. Tarım
da da böyle bu. İstesek her ürünü sentetik olarak
üretebiliriz. Ama üretmiyoruz. Nüfusun üçte birini
tarlada tutmayı yeğliyoruz. Kendi menfaatleri gere
ği - çünkü gıdayı topraktan elde etmek, fabrikada
üretmekten daha uzun sürüyor. Üstelik istikrarımı
zı da düşünmek zorundayız. Değişmek istemiyo
ruz. Her değişim, istikrar için bir tehdit unsurudur.
İşte size yeni buluşları uygulama konusunda tem
kinli davranmamız için bir sebep daha. Salt bilim
konusunda yapılan her buluş, yıkıcılık potansiyeli
taşır; bazen her bilim dalına olası bir düşman
muamelesi yapmak gerekir. Evet, bilime bile.”
“Bilim mi?” Vahşi kaşlarını çattı. Bu sözcüğü
tanıyordu. Ama gerçek anlamını çıkaramıyordu.
Shakespeare ve köyün yaşlıları bilimden hiç söz
etmemişlerdi, Linda’nın söylediklerinden hayal
meyal bir fikir edinebilmişti: bilimle helikopter
yapılırdı, bilim, Mısır Danslarina •gülmene sebep
olurdu, yüzdeki kırışıklıkları ve dişlerin dökülme
sini önleyen bir şeydi. Denetçi’nin kastettiği şeyi
anlayabilmek için kendini zorladı.
“Evet,” diyordu Mustafa Mond, “bu da istikrar
maliyetinde bir başka kalem. Mutlulukla uyuşma
yan tek şey sanat değil, bilim de uyuşmuyor. Bilim
tehlikelidir; büyük bir özenle ağzına gem vurmak
ve zincire bağlı tutmak zorundayız.”
Şaşkına dönen Helmholtz, “Ne?” dedi- “Fakat
sürekli, bilimin her şey olduğunu söylüyoruz. Bey
lik bir hipnopedik öğretidir bu.”
“On üç yaşla on yedi yaş arasında haftada üç
kez,” diye tamamladı Bemard.
“Ve de Üniversite’de yürüttüğümüz bütün bilim
propagandası...”
Alaycı bir şekilde, “Evet; ama ne tür bilim?”
dedi Mustafa Mond. “Siz hiç bilimsel eğitim alma
dınız, onun için bir yargıya varamazsınız. Ben ken
di zamanımda oldukça iyi bir fizikçiydim. Fazlasıy
la iyiydim - bütün bilimlerimizin bir yemek pişir
me kitabından başka bir şey olmadığını anlayacak
kadar iyiydim. Geleneğe uygun yemek pişirme
teorisini kimsenin sorgulamasına izin verilmeyen
bir kitap ve yemek tarifleri listesine, aşçıbaşından
özel izin almaksızın ek yapılamaz. Şu anda aşçıbaşı
benim. Ama bir zamanlar meraklı bir aşçı yamağıy
dım. Kendi başıma birşeyler pişirmeye başladım.
Aykırı yemeklerdi, yasak yemekler. Aslında biraz
da gerçek bilimdi.” Denetçi sustu.
“Sonra ne oldu?” dedi Helmholtz Watson.
Denetçi iç geçirdi. “Sizin başınıza gelecekler, az
kalsın benim de başıma geliyordu. Bir adaya gön
derilmek üzereydim.”
Bu sözler üzerine canlanan Bernard, sert ve
yakışıksız bir biçimde davranmaya başladı. “Beni
bir adaya göndermek mi?” Ayağa fırlayıp koşarak
geldi ve Denetçi’nin önünde durarak el kol hare
ketleriyle konuşmaya başladı. “Beni gönderemezsi
niz. Hiçbir şey yapmadım ben. Diğerleri yaptılar.
Yemin ederim diğerleriydi.” Suçlarcasma Helm
holtz ve Vahşi’yi gösterdi. “Ah, lütfen beni İzlan
da’ya göndermeyin. Görevimi yapmaya söz veriyo
rum. Bana bir şans daha verin. Lütfen bir şans daha
tanıyın.” Gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. “Söy
lüyorum size, onların suçuydu,'’ diyerek ağlıyordu.
“İzlanda olmasın. Ah, lütfen fordhazretleri, lüt
fen...” Ani ve aşağılık bir hareketle Denetçi’nin
önünde dizlerinin üstüne çöktü. Mustafa Mond
kendisini yerden kaldırmaya çalıştı, ama Bernard
alçakça yalvarmakta ısrarlıydı; sözcük selinin ardı
arkası kesilmiyordu. Sonunda Denetçi dördüncü
sekreterini telefonla aramak zorunda kaldı.
“Üç adam getirin,” emrini verdi, “ve Mr. Marx’i
bir yatak odasına koyun. Sağlam bir soma buharı
uygulayın, sonra da yatağa yatınp kendi başına
bırakın.”
Dördüncü sekreter dışan çıkıp üç tane yeşil
üniformalı uşakla geri geldi. Bağırmaya ve zırlama
ya devam eden Bernard, dışarı çıkarıldı.
Kapı kapanırken, “Duyan da boğazı kesilecek
sanır,” dedi Denetçi. “Oysa birazcık aklı olsa, ceza
sının aslında bir ödül olduğunu anlardı. Bir adaya
gönderiliyor. Anlamı şu, dünyanın her tarafından
gelen en ilginç erkek ve kadınlarla tanışacağı bir
yere gönderiliyor. Şu ya da bu nedenle cemaat
hayatına aykın düşecek kadar bireyselliğinin farkı
na varmış bir sürü insan. Düzenden memnun
olmayan, kendi bağımsız düşünceleri olan insanlar.
Kısacası, biri olmayı başaran herkes. Size neredey
se imreniyorum, Mr. Watson.”
Helmholtz güldü. “Öyleyse siz niye bir adada
değilsiniz?”
“Çünkü ben, sonunda bunu tercih ettim,” dedi
Yönetici. “Bana seçenek tanıdılar; ya saf bilimle
uğraşmaya devam edebileceğim bir adaya gönderi
lecektim, ya da zaman içinde başarılı olarak gerçek
bir Denetçilik pozisyonuna yükselebileceğim
Denetçiler Konseyi’ne katılacaktım. Bunu seçtim
ve bilimden vazgeçtim.” Kısa bir sessizlikten sonra,
“Bazen, bilimden vazgeçtiğim için pişmanlık duyu
yorum,” diye ekledi. “Mutluluk zor zanaat - özel
likle de konu başkalarının mutluluğu olunca.
İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlan-
dınlmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir
uğraş.” Derin bir nefes aldı, yine sustu, sonra daha
canlı bir ses tonuyla konuşmayı sürdürdü. “Ne
yapalım, görev görevdir. İnsan kendi tercihlerine
başvuramaz. Ben gerçekle ilgilenirim, bilimi seve
rim. Ne var ki gerçek, bir tehdittir, bilim ise kamu
için bir tehlike oluşturur. Faydalı olduğu kadar da
tehlikelidir. Bize, tarih boyunca ulaşılan en istik
rarlı dengeyi sunmuştur. Çin’deki istikrar bile,
kıyaslandığında son derece güvensiz kalır; ilkel
anaerkil toplumlar dahi bizden daha sağlam değil
lerdi. Tekrarlıyorum, bu, bilim sayesinde olmuştur.
Ama bilimin yaptıklarını bilimin bozmasına izin
veremeyiz. Bu yüzdendir ki bilimsel araştırmaların
kapsamını sınırlamaktayız -bu yüzden az daha bir
adaya gönderiliyordum. Bugünün acil sorunları
dışında başka bir şeyle uğraşmasına izin vermiyo
ruz bilimin. Diğer bütün araştırmaları büyük bir
özenle geri çeviriyoruz. Tuhaftır,” dedi ve bir süre
sustu, “Fordumuz’un yaşadığı dönemlerde insanla
rın bilimsel ilerleme konusunda yazdıklarını oku
yorum da. Sanki başka hiçbir şeye bakılmaksızın,
bilimin sonsuza dek ilerlemesine izin verilebilece
ğini düşünüyorlarmış gibi görünüyor. Bilgi en yüce
iyilikmiş, gerçek ise en yüce değer; diğer her şey
ikincil ve önemsizmiş. Doğru, o zamanlar bile
düşünceler değişmeye başlamış. Bizzat Fordumu
z’un kendisi, vurguyu gerçek ve güzellikten alıp
rahatlık ve mutluluğa taşımak için büyük uğraşlar
vermiştir. Seri üretim bu değişimi zorunlu kılmış
tır. Evrensel mutluluk, çarklan sabit bir şekilde
döndürür; gerçek ve güzellik bunu yapamaz. Tabii,
kitleler siyasi iktidarı ele geçirince, mutluluk, ger
çekle güzelliğin yerini aldı. Ancak yine de sınırsız
bilimsel araştırmaya izin veriliyordu. İnsanlar, ege
men erdemler gerçek ve güzellikmişçesine konuş
maya devam ediyorlardı. Ta ki Dokuz Yıl Savaşla
rına kadar. İşte o zaman başka havadan çalmaya
başladılar. Etrafında şarbon bombalan patlıyorken
gerçek ya da güzellik veya bilginin esamisi bile
okunmaz. Dokuz Yıl Savaşlan’ndan sonra bilim
kontrol edilmeye başladı. O günlerde insanlar,
iştahlannın bile kontrol altına alınmasına razıydı
lar. Huzurlu bir yaşam uğruna her şeyden ödün
verilebilirdi. O günden beri de kontrolü sürdür
mekteyiz. Tabii, gerçek için pek iyi olmadı bu. Ama
mutluluk için çok iyi oldu. Bedelsiz hiçbir şey yok
tur. Mutluluğun bedelinin ödenmesi gerekir. Siz bu
bedeli ödüyorsunuz, Mr. Watson -ödüyorsunuz,
çünkü güzellikle fazla ilgileniyorsunuz. Ben de ger
çekle fazla ilgilenmiştim; ben de bedelini ödedim.”
Uzun bir sessizliğe son vererek, “Ama siz bir
adaya gitmediniz,” dedi Vahşi.
Denetçi güldü. “İşte öyle ödedim. Mutluluğa
hizmet etmeyi seçerek. Başkalannm mutluluğuna,
kendiminkine değil.” Kısa bir aradan sonra devam
etti. “Dünyada bu kadar çok ada olduğu için şans
lıyız. Onlar olmasa ne yapardık, bilmiyorum. Her
halde hepinizi ölüm odalanna kapatmak zorunda
kalırdık. Aklıma gelmişken, Mr. Watson, tropik bir
iklim olsun ister miydiniz? Marquesas Adası, örne
ğin; yoksa Samoa mı? Yoksa daha canlandmcı bir
yer mi istersiniz?”
Helmholtz içi hava dolu koltuğundan kalktı.
“Bütünüyle kötü bir iklimi tercih ederim,” dedi.
“Eğer iklim kötü olursa insan daha iyi yazabilir,
diye düşünüyorum. Mesela, bol rüzgârlı ve fırtınalı
bir yer...”
Denetçi, başını sallayarak hoşuna gittiğini gös
terdi. “Cesaretinizi seviyorum, Mr. Watson. Ger
çekten çok seviyorum. Ancak resmi olarak da bir o
kadar sakıncalı buluyorum.” Gülümsedi. “Falk
land Adalarina ne dersiniz?”
“Evet, sanırım iyi olur,” dedi Helmholtz. “Şimdi
de izin verirseniz, gidip zavallı Bemard’ın nasıl
olduğuna bakmak istiyorum.”
ONYEDlNCl BÖLÜM
Yalnız kaldıklarında, “Sanat, bilim -epey yüklü bir
bedel ödemişsiniz mutluluğunuz için,” dedi Vahşi.
“Başka bir şey?”
“Evet, din de var tabii,” diye yanıtladı Denetçi.
“Tanrı denen bir şey vardı - Dokuz Yıl Savaşla
rından önce. Ama az daha unutuyordum, herhalde
siz Tanrı konusunu iyi biliyorsunuzdur.”
“Şey...” diye Vahşi tereddüt etti. Yalnızlıktan ve
geceden söz etmek istiyordu, ay ışığında soluk
görünen platodan, uçurumdan, loş karanlığa dalış
tan, ölümden söz etmek istiyordu. Konuşmak isti
yordu; fakat sözcükleri bulamıyordu. Shakespe
are’de bile bulamıyordu.
Bu arada Denetçi odanın diğer tarafına geçmiş,
kitap raflarının arasında duvara gömülü büyük bir
kasanın kilidini açıyordu. Ağır kapı yaylanarak
açıldı. Karanlıkta el yordamıyla arayan Denetçi,
“Sürekli ilgimi cezbeden bir konu olmuştur benim
için,” dedi. Siyah kalın bir cildi çekip çıkardı.
“Mesela, bunu okumuş olamazsınız.”
Vahşi, kitabı aldı. Yüksek sesle okudu: “Eski ve
Yeni Akitleri içeren Kutsal Kitap.”
“Bunu da.” Kapağı olmayan küçük bir kitaptı.
“İsa’nın Taklidi.”
“Bunu da okumamışsınızdır.” Bir cilt daha uzat
tı.
“Dinsel Deneyimin Türleri. Yazan William
James.”
Yerine dönüp oturan Denetçi, “Böyle bir sürü
kitabım var,” diyerek devam etti. “Eski pornografik
kitaplardan oluşan büyük bir kolleksiyonum var.
Tanrı kasada, Ford raflarda.” Kahkaha atarak ifşa
ettiği kütüphanesini işaret etti -raflar dolusu kitap,
gözler dolusu okuma makinesi bobini ve ses kayıt
bantları.
Kızgın bir sesle konuşan Vahşi, “Eğer Tanriyı
biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz?” diye
sordu. “Tanrı hakkındaki bu kitapları niye vermi
yorsunuz insanlara?”
“Onlara Othello’yu neden vermiyorsak, bunları
da aynı nedenle vermiyoruz: eskiler de ondan; yüz
lerce yıl öncesinin Tann’sım anlatıyorlar. Şimdinin
Tanrisını değil.”
“Ama Tann değişmez ki.”
“İnsanlar değişir ama.”
“Ne fark eder?”
“Öyle bir fark eder ki,” dedi Mustafa Mond.
Yeniden ayağa kalkıp kasaya gitti. “Kardinal New
man adında bir adam vardı,” dedi. “Kardinal,” diye
açıkladı, “Büyük Cemaat Şarkıcısı gibi biriydi.”
‘“Bendeniz, güzel Milano’muzun kardinali,
Pandulph.’ Shakespeare’de okumuştum.”
“Şüphesiz okumuşsunuzdur. Evet, dediğim
gibi, Kardinal Newman adında biri vardı. Ah işte,
kitap da burada.” Çekip çıkardı. “Hazır değinmiş
ken bunu da çıkarayım. Maine de Biran diye biri
yazmış. Bu adam bir düşünürdü, eğer düşünürün
anlamını biliyorsanız.”
Vahşi hazırcevap bir biçimde, “Yeryüzü ve gök-
yüzündeki şeylerden daha azını hayal eden biri,”
dedi.
“Çok doğru. Biraz sonra size hayalini kurduğu
şeylerden birini okuyacağım. Bu arada, bu eski
Büyük Cemaat Baş Şarkıcısı’nm söylediklerini din
leyin.” Kitabın bir kâğıt parçasıyla işaretlenmiş
yerini açtı ve okumaya başladı. ‘“Sahip olduğumuz
şeyler bize ne kadar aitse, biz de o kadar kendimize
aitiz. Kendimizi biz yaratmadık, kendimizden
üstün olamayız. Bizler kendimizin efendileri deği
liz. Biz Tanriya aitiz. Öyleyse meseleye kendi mut
luluğumuzun penceresinden bakamaz mıyız? Ken
dimize ait olduğumuzu düşünmek, mutluluk ya da
rahatlık sebebi olabilir mi? Genç olanlar ve refah
içinde yaşayanlar böyle düşünebilirler. Böyleleri,
her şeye sahip olmanın yüce bir şey olduğunu
düşünebilirler; çünkü kimseye bağımlı olmamayı,
görünmeyen hiçbir şeyi düşünmek zorunda olma
mayı, sürekli birşeyleri kabullenmenin sıkıcılığın
dan, sürekli dua etmekten ve başkalarının iradele
rini etkileyişlerinin sorumluluğundan muaf olmayı
kendi tarzları sayarlar. Ancak zaman geçtikçe onlar
da bütün insanlar gibi, bağımsızlığın insanlara
özgü bir şey olmadığını -bunun doğal bir durum
olmadığını- bir süre idare edebileceğini, ama bizi
güven içinde sona taşıyamayacağını anlar
lar...’’’Mustafa Mond sustu, ilk kitabı bırakıp diğe
rini aldı ve sayfalarını çevirdi. “Bunu dinleyin,
örneğin,” dedi ve derin sesiyle tekrar okumaya
başladı: “‘İnsan yaşlanır; içinde o derin zayıflık his
sini, kayıtsızlığı, rahatsızlığı hisseder, bütün bunlar
ilerleyen yaşla gelir; böyle hissedince de sadece
hasta olduğunu düşünür, bu can sıkıcı durumun
belli bir nedeni olduğunu düşünerek korkularını
bastırır ve hastalıktan kurtulduğu gibi bu durum
dan da kurtulmayı ümit eder. Boş düşünceler! Yaş
lılığın bir hastalık olduğu, korkunç bir hastalık
olduğu düşünceleri. Yaşlan ilerledikçe insanlan
dine yönelten şeyin ölüm ve ölümden sonraki şey
lerin korkusu olduğunu söylerler. Fakat kendi
deneyimim beni şu inanca yöneltti: böyle korku ve
düşüncelerden apayn olarak, dinî duygular biz yaş
landıkça gelişme eğilimi gösterirler, çünkü ihtiras-
lanmız ateşini yitirdikçe, hayal güçlerimiz ve «duy-
gulanmız köreldikçe aklımız daha rahat işler hale
gelir, bir zamanlaT aklımızı çelen imgeler, arzular
ve heveslerden anndıkça Tann, gizlendiği buluüa-
n n arkasından görünür, ruhumuz bütün aydmlık-
lann kaynağı olan bu varlığı hisseder, görür ve ona
yönelir, bu yöneliş doğal ve kaçınılmazdır; duygu
lar dünyasına canlılığını ve cazibesini veren her
şeyi artık yitirmekte olduğumuz için, o muazzam
varoluş artık içsel ya da dışsal etkilerle desteklen
mediği için, kalıcı bir şeye, bizi asla yanıltmayacak
bir şeye tutunma ihtiyacı hissederiz -bir gerçekliğe,
mutlak ve ebedî bir gerçeğe tutunmak isteriz:. Evet,
kaçınılmaz bir biçimde Tann’ya yöneliriz; bu dinî
duygu, doğası gereği öyle saftır ve bunu yaşayan
ruha öyle bir mutluluk verir ki, diğer bütün yitir
diklerimizi telafi eder.’” Mustafa Mond kitabı
kapattı ve sandalyesinde arkaya yaslandı. “Bu
düşünürlerin yeryüzü ve gökyüzünde hayalini kur-
madıklan birçok şeyden biri işte bu” (elini salladı),
“bizler, modem dünya. Yalnızca gençken ve refah
içindeyken Tanridan bağımsız olunabilir; bağım
sızlık insanları güven içinde sona taşıyamaz. Evet,
şimdi sonuna kadar genç kalıyoruz ve refah içinde
yaşıyoruz. Sıra neye geliyor? Şurası kesin, Tan-
n ’dan bağımsız olabiliriz. Dinî duygular tüm yitir
diklerimizi telafi edecektir. Ancak telafi edilecek
bir kaybımız yok; dinî duygular gereksiz. Gençlik
arzulan asla körelmezken niye gençlik arzulannın
yerini alacak birşeylerin peşinde koşalım? Bütün
eski maskaralıktan sonuna kadar yaşayabiliyorken
niye heveslerin yerini alacak bir şey arayalım?
Zihinlerimiz ve bedenlerimiz yaşamdan zevk alma
yı sürdürürken niye tutunacak bir şeye gereksinim
duyalım? Teselliye niye ihtiyaç duyalım somamız
varken? Kalıcı bir şeye ne hacet, sosyal düzen var
ken?”
“Öyleyse Tanrinın olmadığına mı inanıyorsu
nuz?”
“Hayır, büyük olasılıkla bir tane var.”
“Öyleyse niye...?”
Vahşi’nin sözünü kesti. “Fakat farklı insanlara
farklı gösteriyor kendini. Modernlik öncesi çağlar
da kendini, bu kitaplarda tarif edilen biçimde gös
teriyordu. Şimdi ise...”
“Şimdi nasıl gösteriyor kendini?” dedi Vahşi.
“Kendini yokluk şeklinde gösteriyor; sanki hiç
yokmuş gibi.”
“Bu sizin suçunuz.”
“Uygarlığın suçu diyelim. Tann; makinelerle,
bilimsel tıp ve evrensel mutlulukla uyuşamaz. Ken
di seçimini yapman gerekir. Bizim uygarlığımız,
makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti. İşte bu neden
le bu kitapları kasada kilitli tutmak zorundayım.
Müstehcen şeyler bunlar. İnsanlar şok olurdu
eğer...”
Vahşi sözünü kesti. “Ama Tanrimn varlığını
hissetmek doğal değil midir?”
Denetçi alaycı bir biçimde, “insanın pantolonu- •
nun fermuarını çekmesi doğal mıdır diye de sora
bilirdiniz,” dedi. “O eski adamlardan adı Bradley
olan bir diğerini hatırlatıyorsun bana. Felsefeyi,
insanın içgüdüsel olarak inandığı şeyler için, kötü
nedenler bulmak olarak tanımlamış, insan herhan
gi bir şeye içgüdüsel olarak inanırmış gibi! insan
birşeylere inanır, çünkü onlara inanmaya şartlandı-
nlmıştır. insanın kötü nedenlerle inandığı şeyler
için başka kötü nedenler bulmak -işte felsefe
budur. insanlar Tanriya inanırlar çünkü öyle şart-
landınlmışlardır. ”
“Yine de,” diyen Vahşi, ısrarını sürdürdü, “tek
başınayken Tanriya inanmak doğaldır -yalnız başı
na, gecenin bir yansında, ölümü düşünerek...”
“Fakat şimdilerde insanlar hiç yalnız kalmıyor
lar,” dedi Mustafa Mond. “Insanlann yalnızlıktan
nefret etmelerini sağlıyoruz ve yaşamlannı hiç yal
nız kalmayacak şekilde düzenliyoruz.”
Vahşi, kederli bir ifadeyle başını salladı. Malpa-
is’de acı çekmişti, çünkü kendisini köyün toplum
sal olaylanndan soyutlamışlardı; uygar Londra’da
acı çekiyordu, çünkü toplumsal olaylardan kaçma
şansı yoktu, huzurlu ve yalnız kalamıyordu.'
Sonunda Vahşi, “Kral Lear’daki o bölümü hatır
lıyor musunuz?” dedi: “‘Tanrılar adildir, tensel
günahlarımızı ayağımıza dolarlar; seni bulduğu o
karanlık, uğursuz yer, gözlerine mal oldu’ ve
Edmund yanıtlar -hatırlarsınız, yaralıdır, ölmek
üzeredir- ‘Gerçeği söyledin; doğru. İşte yine bura
dayım, başladığım yerde.’ Ya buna ne diyeceksiniz?
İşleri idare eden, cezalandıran, ödüllendiren bir
Tann’mn varlığını göstermiyor mu bu?”
Denetçi de kendi sorusuyla karşılık verdi, “Gös
teriyor mu? Kısır bir kadınla istediğiniz kadar ten
sel günah işleyebilirsiniz, üstelik de oğlunuzun
metresinin gözlerinizi oyması tehlikesi olmadan.
‘İşte yine buradayım, başladığım yerde.’ Bugün
yaşasaydı Edmund nerede olurdu? Havalı bir kol
tukta oturmuş, kolu bir kızın belinde, seks hor
monlu sakızını çiğneyip duyusal film izliyor olur
du. Tanrılar adildir. Hiç kuşkusuz. Son tahlilde
görünen o ki, tanrıların yasalarını, toplumlan idare
eden kişiler dikte ederler; İlahi Takdir düşüncesi,
insanlardan çıkar.”
“Emin misiniz?” dedi Vahşi. “O havalı koltukta
oturan Edmund’m da yaralanmış, kan kaybından
ölmekte olan Edmund denli ağır cezalandırılmamış
olduğundan emin misiniz? Tanrılar adildir. Tensel
günahlarını onu konumundan düşürmekte kullan
madılar mı?”
“Konumu neydi ki düşmüş olsun? Mutlu, sıkı
çalışan, tüketen bir vatandaş olarak mükemmel
sayılır. Tabii bizimkinden başka bir standart seçer-
şeniz, o zaman alçalmış olduğunu söyleyebilirsi
niz. Bir kurallar kümesine bağlı kalmak zorundası
nız. Merkezkaçlı-Zıplayan kukla kurallarıyla Elekt-
ro-manyetik Golf oynayamazsınız.”
“Fakat değer, özel talepte yatmaz. Bir değerin
saygınlığı ve kıymeti, ona ulaşmaya çalışan kadar,
o değerin kendisinde de yatar.”
“Yapmayın lütfen,” diyerek itiraz eden Denetçi,
“biraz abartmıyor musunuz?” dedi.
“Kendinizi Tann düşüncesinden soyutlamasay-
dımz, tensel günahlarla alçalmazdmız. Her şeyi
sabırla karşılamak ve cesaretle hareket etmek için
bir nedeniniz olurdu. Kızılderililerin bunu başardı
ğına tanık oldum.”
“Eminim olmuşsunuzdur,” dedi Mustafa Mond.
“Ne var ki biz Kızılderili değiliz. Uygar bir insanın,
gerçekten tatsız herhangi bir şeye katlanmasına hiç
gerek yoktur. Harekete geçmeye gelince, Ford esir
gesin insanları, bu düşünceyi benimsemekten.
İnsanlar kendi başlarına hareket etmeye başlasalar-
dı, tüm sosyal düzen alt üst olurdu.”
“Benliği inkâr konusunda ne diyeceksiniz? Bir
Tann’nız olsaydı, benliği inkâr için iyi bir nedeni
niz olurdu.”
“Fakat sanayi uygarlığı, ancak benliği inkâr
etmemekle mümkün olabilir. Hijyen ve ekonomi
nin izin verdiği ölçüde sonuna kadar nefsi tatmin.
Aksi takdirde çarklar durur.”
“Namusluluk için bir gerekçeniz olurdu!” dedi
Vahşi. Utançtan bir parça yanakları kızardı.
“Fakat namus demek tutku demektir, namuslu
luk demek sinirsel gerginlik demektir. Tutku ve
sinirsel gerginlik ise istikrarsızlık demektir. İstik
rarsızlık ise medeniyetin sonu demektir. Bolca ten
sel günah olmadan kalıcı bir uygarlık kuramazsı
nız.”
“Fakat Tann, yüce, güzel ve kahramanca olan
her şeyin gerekçesidir. Eger Tanrinız olsaydı...”
“Sevgili genç dostum,” dedi Mustafa Mond,
“uygarlığın kahramanlık ya da yüceliğe hiç ihtiyacı
yoktur. Bunlar, politik yetersizliğin belirtileridir.
Bizimki gibi düzenli bir toplumda, hiç kimsenin
kahraman ya da yüce olma fırsatı olmaz. Böylesi bir
olgunun yaşanması için, koşulların bütünüyle den
gesiz olması gerekir. Savaşların yaşandığı, bölün
müş ittifakların olduğü yerlerde, baştan çıkmamak
için mücadele verilen yerlerde, uğruna savaşılacak
ya da savunulacak aşkların olduğu yerlerde yücelik
ve kahramanlığın bir anlamı olabilir elbette. Fakat
şimdi savaşlar yaşanmıyor. Birini çok fazla sevme
meniz için büyük özen gösteriliyor. Bölünmüş bir
ittifak söz konusu bile olamaz; öylesine şartlandırı
lırsınız ki, sizden beklenenleri yapmamak elinizde
değildir. Yapmanız beklenen şeyler genelde öyle
keyiflidir ve öyle çok sayıda doğal dürtünüz özgür
ce tatmin edilir ki, baştan çıkmamak için mücadele
edilecek hiçbir şey bulamazsınız. Olur da, şanssız
lık bu ya, tatsız herhangi bir şey olursa, daima soma
alarak gerçeklerden uzaklaşabilirsiniz. Öfkenizi
yatıştıracak, sizi düşmanlarınızla uzlaştıracak, sizi
sabırlı ve dayanıklı kılacak soma hep yanınızdadır.
Geçmişte bütün bunları, sadece büyük bir çaba
göstererek ve yıllar süren ahlâk eğitimiyle başarabi
lirdiniz. Şimdiyse iki üç tane yarım gramlık tablet
almanız yeterli. Artık herkes erdemli olabilmekte
dir. Ahlakınızın en azından yansını, küçük bir şişe
de yanınızda taşıyabilirsiniz. Gözyaşlanndan ann-
dınlmış Hristiyanlık - işte soma bu.”
“Ama gözyaşlan gereklidir. Othello’nun söyle
diklerini hatırlamıyor musunuz? ‘Böyle bir huzur
gelecekse her fırtınanın ardından, essin rüzgârlar ta
ki ölümü uyandırana dek.’ İhtiyar Kızılderililerin
bize anlattığı, Mâtsaki’nin Kızı’yla ilgili bir hikâye
vardı. Kıza talip olan delikanlılar, bütün bir sabah
boyunca kızın bahçesini çapalamak zorundaymış.
Kolay görünüyormuş; ama büyülü sinekler ve siv
risinekler varmış. Delikanlılann çoğu ısmlmaya ve
sokulmaya dayanamamışlar. Fakat dayanabilen bir
tanesi kızı almış.”
“Çok hoş!” dedi Denetçi. “Fakat uygar ülkeler
de, uğrunda çapa yapmadan kızlan elde edebilirsi
niz; üstelik sokan sinek ya da sivrisinekler de yok
tur. Yüzyıllarca önce köklerini kazıdık.”
Vahşi kaşlannı çatarak başını salladı. “Köklerini
kazıdınız. Evet, kesinlikle sizin tarzınız. Katlanma
yı öğrenmek yerine tatsız olan her şeyin kökünü
kazımak. Hangisi daha onurludur usumuzca, acı
masız kaderin sapan taşlan ve oklanna katlanmak
mı, yoksa silah kuşanıp karşı koyarak son vermek
mi dert yağmuruna... Ama siz bunlann hiçbirini
yapmıyorsunuz. Ne katlanıyor, ne de karşı koyu
yorsunuz. Yalnızca sapan taşlannı ve oklan siliyor
sunuz yeryüzünden. Kolayına kaçıyorsunuz.”
Birden suskunlaşıp annesini düşünmeye koyul
du. Otuzyedinci kattaki odasında, Linda’nın ruhu,
bir şakıyan ışıklar ve parfümlü dokunuşlar denizi
ne açılmıştı -açılıp, anılarının, alışkanlıklarının,
yaşlanmış ve göbeği yağ başlamış bedeninin zinda
nından, zamandan ve uzamdan uzaklaşmıştı. Ve
Tomakin, Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi Müdü
rü Tomakin, hâlâ tatildeydi - aşağılanma ve acıdan
kaçmıştı, o sözcükleri ve kahkahayı duymayacağı,
o çirkin suratı görmeyeceği, o terli ve tombul kol
lan boynunda hissetmeyeceği muhteşem bir dün
yaya sığınmıştı...
“Gözyaşlan içeren bir şeye ihtiyacınız var
sizin,” dedi Vahşi, “değişmek için. Burada hiçbir
şeyin bedeli yeterince ödenmiyor.”
(Vahşi bunlan kendisine anlattığında Henry
Foster, “On iki buçuk milyon dolar,” diyerek itiraz
etmişti. “On iki buçuk milyon dolar -yeni Şartlan
dırma Merkezi’nin maliyeti. Tam tamına on iki
buçuk milyon.”)
Başını kaldırarak Mustafa Mond’a baktı ve sor
du: “Ölümlü ve naçizane olanla karşılamak yazgıyı,
meydan okumak ölüme ve tehlikelere, bir yumurta
kabuğu için bile olsa. Bunun bir anlamı yok mu
sizce? Tann bir yana - şüphesiz Tann bir gerekçe
olabilirdi bunlara. Riske girmenin bir anlamı yok
mu?”
“Hem de büyük bir anlamı var,” diye yanıtladı
Denetçi. “Erkek ve kadmlann adrenallerinin ara
sıra uyanlması gerekmektedir.”
“Ne?” dedi Vahşi anlamaz bir biçimde.
“Kusursuz sağlığın koşullarından biridir. Bu
yüzdende Y.Ş.I. yi zorunlu tutmaktayız.”
“Y.Ş.l. mi?”
“Yapay Şiddetli İhtiras. Düzenli olarak ayda bir
kez. Bütün sisteme adrenin pompalarız. Korku ve
hiddetin eksiksiz fizyolojik eşdeğeridir. Desdemo-
na’yı öldürmenin ve Othello tarafından öldürülme
nin bütün güçlendirici ve faydalı yanlarını verebili
yoruz, yan etkileri de olmuyor.”
“Ama ben yan etkileri severim.”
“Biz sevmeyiz,” dedi Denetçi. “Biz her şeyi
keyifli yapmayı yeğleriz.”
“Ben keyif aramıyorum. Tanriyı istiyorum, şiir
istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük isti
yorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.”
“Aslında,” dedi Mustafa Mond, “siz mutsuz
olma hakkını istiyorsunuz.”
“Ûyle olsun,” dedi Vahşi meydan okurcasına,
“mutsuz olma hakkını istiyorum.”
“Eklemek gerekirse, ihtiyarlama, çirkinleşme
ve iktidarsız kalma hakkım da istiyorsunuz; frengi
ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi
kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yann ne
olacak korkusu içinde yaşama hakkını, tifoya yaka
lanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla
işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz.”
Uzun bir sessizlik oldu.
Sonunda Vahşi, “Hepsini istiyorum,” dedi.
Mustafa Mond omuzlarını silkti. “Hepsi sizin
olsun,” dedi.
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM
Kapı aralıktı; içeri girdiler.
“Joh n !”
Banyodan karakteristik ve çirkin bir ses duyul
du.
“Bir sorun mu var?” dedi Helmholtz.
Yanıt gelmedi. Çirkin ses iki kez yinelendi, son
ra sessizlik oldu. Sonra bir tıkırtıyla banyo kapısı
açıldı ve beti benzi sararmış Vahşi göründü.
“Aman Fordum,” dedi Helmholtz endişeli bir
sesle, “sen gerçekten hasta görünüyorsun, Joh n !”
“Mideni bozan bir şey mi yedin?” dedi Bernard.
Vahşi, başıyla doğruladı. “Uygarlık yedim.”
“Ne?”
“Zehirledi beni uygarlık; kirlendim. Sonra da,”
diyerek daha alçak bir sesle ekledi, “içimdeki kötü
lüğü yedim.”
“Evet, ama tam olarak ne...? Demek istediğim,
daha biraz önce...”
“Şu anda arınmış durumdayım,” dedi Vahşi.
“Biraz hardalla ılık su içtim.”
Diğerleri şaşkınlık içinde ona baktılar. “Arın
mak amacıyla yaptığını mı söylemek istiyorsun?”
dedi Bernard.
“Kızılderililer kendilerini hep böyle arındırır
lar.” Oturdu, derin bir nefes aldı ve eliyle alnını
sıvazladı. “Birkaç dakika dinleneyim,” dedi. “Biraz
yorgunum.”
“Eh, pek şaşırmadım,” dedi Helmholtz. Kısa bir
sessizliğin ardından, “Hoşça kal demeye geldik,”
diyerek başka bir tonda devam etti. “Yarın sabah
yola çıkıyoruz.”
“Evet, yarın gidiyoruz,” dedi Bernard. Vahşi,
Bemard’ın suratında daha önce olmayan, kararlı
bir teslimiyet ifadesi fark etti. “Sırası gelmişken,
John,” diyerek devam etti ve sandalyesinde öne
eğilerek bir elini Vahşi’nin dizine koydu. “Dün
olan her şey için ne kadar üzgün olduğumu söyle
mek istiyorum.” Utançtan kızardı. “Ne kadar utan
dığımı,” titreyen sesine rağmen konuşmaya devam
etti, “gerçekten ne kadar...”
Vahşi, Bemard’ın sözünü keserek elini tuttu ve
sevgiyle sıktı.
“Helmholtz çok iyi davrandı bana,” Bernard bir
süre durakladı ve konuşmayı sürdürdü. “Eğer
Helmholtz olmasaydı ben...”
“Yapma şimdi,” dedi Helmholtz.
Bir süre sessiz kaldılar. Hüzünlerine rağmen
-hatta hüzünlü olmaları nedeniyle; çünkü hüzün
leri, birbirlerine olan sevgilerinin göstergesiydi- üç
adam da mutluydu.
Sonunda Vahşi, “Bu sabah Denetçi’yi görmeye
gittim,” dedi.
“Ne için?”
“Sizinle adalara gelip gelemeyeceğimi sormak
için.”
“Ne dedi peki?” dedi Helmholtz hevesli bir sesle.
Vahşi başım salladı. “İzin vermedi.”
“Neden?”
“Deneyi sürdürmek istediğini söyledi. Fakat
ben mahvolurum,” diye ekledi ani bir hiddetle,
“eğer denek olarak yaşamaya devam edersem mah
volurum. Bütün dünyanın Denetçileri gelse yine de
olmaz. Yarın ben de uzaklara gidiyorum.”
Öbür ikisi bir ağızdan sordu: “Ama nereye?”
Vahşi omuzlarını silkti. “Nereye olursa.
Umrumda değil. Yeter ki rahat kalabileyim.”
Guildford’dan gelen alt şerit, Wey vadisini izle
yerek Godalming’e uzanıyor, sonra Milford ve Wit-
ley üzerinden Haslemere’e ve Petersfield’dan geçe
rek Portsmouth’a doğru ilerliyordu. Üst şerit de alt
şerite kabaca paralel bir çizgide Worplesden, Tong-
ham, Puttenham ve Grayshott üzerinden geçiyor
du. Hog’s Back ve Hindhead arasında bazı noktalar
da iki şerit arasındaki mesafe altı yedi kilometreye
kadar düşüyordu. Bu mesafe dikkatsiz pilotlar için
fazla kısaydı - özellikle geceleri, hele fazladan
yarım gram soma almışlarsa. Kazalar olmuştu. Cid
di kazalar. Üst şeridin birkaç kilometre batıya kay
dırılmasına karar verilmişti. Grayshott ve Tongham
arasında dört tane terk edilmiş hava feneri, eski
Portsmouth-Londra yolunu belirliyordu. Hava
fenerlerinin üzerindeki gökyüzü sessiz ve boştu.
Şimdilerde helikopterler, sonsuz vızıltı ve homur
tularını Selbome, Borden ve Famham üzerinde
sürdürüyorlardı.
Vahşi, inzivaya çekilmek için kendine Putten
ham ve Elstead arasındaki tepenin doruğundaki
eski feneri seçmişti. Bina ferro-betondan yapılmıştı
ve çok iyi durumdaydı - Vahşi, binayı ilk gezdiğin
de neredeyse aşın rahat, aşın uygar ve lüks bul
muştu. Kendine, telafi edecek derecede sert bir
öz-disiplin uygulamak yoluyla daha tam ve eksik
siz bir annmadan geçme konusunda söz vererek
vicdanını rahatlatmıştı. İnzivada geçirdiği ilk gece,
önceden tasarlanmış, uykusuz bir gece oldu. Saat
leri, kâh günahkâr Claudius’un bağışlanma dilediği
Cennet’e, kâh Zufii dilinde Awonawilona’ya, kâh
İsa’ya ve Pookong’a, kâh koruyucu hayvanı kartala
dizlerinin üzerinde dua ederek geçirdi. Ara sıra
çarmıhta geriliymişçesine kollannı açıyor, uzun
ağn dolu dakikalar boyunca, ta ki bu ağn işkence
boyutlannda titremeli bir ızdıraba dönüşene dek,
kollannı aynı biçimde tutuyordu. Gönüllü çarmı
hında böyle dururken bir yandan da sıkılmış diş
lerle (bu arada, yüzünden ter boşanıyordu) acıdan
bayılacak hale gelene dek, “Ah, bağışla beni! Ah
anndır beni! Ah, iyilik ihsan eyle bana!” diye tek
rarlıyordu.
Sabah olduğunda, fenerde kalmayı hak etmiş
olduğunu hissediyordu; evet, pencerelerin çoğun
da hâlâ cam olmasına rağmen, platformdan görü
len manzara o kadar muhteşem olmasına rağmen
böyle hissediyordu. Çünkü feneri seçme nedeni,
çok geçmeden başka bir yere gitme isteğine dönüş
müştü. Orada yaşamaya karar vermişti çünkü man
zara muhteşemdi, çünkü bulunduğu yerden, kutsal
bir varlığın vücuda gelişini izliyor gibiydi. Fakat
kim oluyordu ki, güzelliği izleyerek günlerini ve
saatlerini geçirebilecekti? Kim oluyordu ki, Tan-