The words you are searching are inside this book. To get more targeted content, please make full-text search by clicking here.
Discover the best professional documents and content resources in AnyFlip Document Base.
Search
Published by mehmetfatihs03, 2022-06-30 16:58:12

ALACA 2022 TEMMUZ SAYI2

ALACA 2022 TEMMUZ SAYI2

2

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ 04
YAHYA KEMAL’İN DÜŞÜ İSTANBUL 06
GECE 10
DİJİTAL İDAM MAHKUMLARI-2 12
RUHUREVAN 20
SELİMCİLİK OYUNU 22
NEDEN... 24
KAYIP RUHLAR 26
ÖZGÜR OLMAK İSTİYORUM 36

3

SEVGİLİ OKUR;


Alaca Dergisi yayın ekibi olarak siz değerli takipçilerimiz ile der-
gimizin ikinci sayısını paylaşmanın mutluluğunu ve haklı gururunu
yaşıyoruz. Bizler çeşitli bölüm ve üniversite öğrencilerinden oluşan
kendini her daim geliştirmeye adamış bir ekibiz. Çalışmalarımız ve ilgi
alanlarımız çok farklı noktalara değinmekte olup bu kültür yelpazesinin
genişliğini en iyi şekilde tanımlayan Alaca Dergisi ismi ile ekibimizi
tek çatı altında topladık. Alaca dergisi yazar kadrosu olarak içi içine
sığmayan, aklındakini ve gönlündekini kalemine dökme derdine düşmüş
arkadaşlarımızı da ekibimize ayrıca davet ediyor, birlikte yapacağımız
çeşitli akademik- kültürel faaliyetlere katılımını bekliyoruz. Sizler tekli-
fimizi düşünedurun biz de dergimizin bu sayısındaki içeriğine göz atalım.
Siz değerli okurlarımızı ilk olarak; İstanbul aşığı, İstanbul’u adeta
canından çok seven Yahya Kemal ve İstanbul’u hakkındaki inceleme
yazısı “Yahya Kemal’in düşü: İstanbul” karşılamakta. Sonrasında Ke-
mal Nezih Yıldız’ın tefrika halinde yayımlanan ve sevilen eseri “Dijital
İdam Mahkûmları“nın 2.bölümü ile sizleri karşılarken devamında Oğuz
Atay’ın ölümsüz eseri “Tutunamayanlar’ın şahsına münhasır karakteri
“Selim Işık” ve onun da içinde bulunduğu durumlar silsilesi ile” Selimci-
lik Oyunu ’nu göreceksiniz. Son olarak şair arkadaşlarımızdan “Bırakın,
bırakın özgür olmak istiyorum” diye haykıran Emirhan Bayram’ın kale-
minden şiirle veda ediyoruz.
Öncelikle bu sayının hazırlanmasında emeği geçen genel koor-
dinatör Mehmet Fatih SAĞLAM, yazı işleri müdürümüz Yunus Erçin
KOL’a, tasarım editörü Rumeysa SAĞ’a ve kıymetle yazar arkadaşlarıma
teşekkür ediyor siz değerli okurlarımızı ise bu kıymetli eserlerle baş başa
bırakıyoruz…
Gelecek sayımızda görüşmek üzere...

ALACA DERGİSİ
YAZI İŞLERİ BİRİMİ

4

5

Yahya Kemal’in Düşü İstanbul

Yunus Erçin KOL*

İnsanlar doğuştan gelen romantik yetileri nedeniyle hayatlarının çoğu
döneminde belli bir şeye alaka duyar; onunla bütünleşir, onu isterler ve
sonuç olarak bir bağlılık oraya çıkar. Bu bağlılık cismi, çoğal, manevi ya
da beşerî olabilir. Biz bir insana duyulan bu bağlılığa aşk demişiz. Peki, bir
şehre? Evet, Yahya Kemal bir şehre âşıktı. İstanbul’a. Edebiyatımızda, hat-
ta Dünya edebiyatında bir şehre bu kadar bağlı, bu kadar sahiplenen başka
bir şair görülmemiştir belki de.
Yahya Kemal İstanbul’a olan sevgisini ve hayranlığını Aziz İstanbul
adlı nesir, Kendi Gök kubbemiz ve Eski Şiirin Rüzgârıyla adlı şiir
kitaplarıyla ifade etmiştir. Şiirlerine ve yazılarına adeta bir sarraf gibi ince-
likle işlemiştir İstanbul’u. İstanbul’un taşını, toprağını, havasını ve koku-
sunu hissedersiniz onun şiirinde.

“Durgunlaşıp bir yana kadar parlayan suda,
Dünya güzel göründü resimleşmiş uykuda.
Binlerce lâle serpili yüzlerce bahçeden,
Beş yüz yılın kadehleridir şimdi yükselen”

Onun her şiirinde İstanbul ile ilgili ayrı bir his, ayrı bir heyecan vardır.
Üsküdar, Maltepe, Kadıköy, Erenköy… Hepsi farklıdır onun için. Hepsi
başka bir İstanbul’dur. Birini diğerine tercih edemeyebilirdi;

“Ey şimdi elâ gözleri süzgün, sesi şakrak! “Suyu ürpertiyor çıkan rüzgâr,
Kumral saçın üstünde görürsen iki üç ak. Şimdi sahil boyunca Maltepe’yi
Çık kuytu hıyabanlara al bir kuru yaprak. Köpüren mavi dalgalar yalıyor”
Yâdet ki seviştikti ilahi adalarda!”

* Sakarya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi

6

Yahya Kemal için İstanbul’u İstanbul yapan biraz da fetih ruhuydu.
Öyle ki bu fetih sevdasını şu sözlerle dile getirmişti: “Türkiye Türkleri’nin
yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı; tek başına, yalnız bu eser şeref
namına yeterdi” Bu sözlerle fethe ve fatihine büyük bir saygı ve hayranlık
duyduğu anlaşılan Yahya Kemal’in bu tarihi olaydan ötürü bambaşka
hisler beslediği de bir semt vardı. Üsküdar… “Cihangir’den seyrettiği
bu emsalsiz serviler beldesi İstanbul’un fethini ve İstanbul’a doğan
güneşi ilk gören bölge olması ve halkının, tarihinin, coğrafyasının
başkalığıyla İstanbul’un bir parçası olması burayı şâirin gözünde
önemli kılmaktadır.”1

1 (Pekin: 1983) “… Bu gezintilerimdeki tecrübeden sonra toprağı
sevdim. O derece sevdim ki, İstanbul’un her
köşesini keşfetmeye ömrüm kifayet etmeyecek

diye korkuyorum.”

7

Evet, Yahya Kemal korkusunu böyle dile getirmişti. Ne bir hasım korkusu,
ne bir yaşam korkusu ne de bir ölüm… Onun korkusu İstanbul’du. İstanbul’un her
bir köşesini keşfedemeyeceğine korkuyordu. Sadece korku mu? Aslında Yahya Ke-
mal için İstanbul her şeydi. Sevinç, neşe, özlem, umut, kader… Her şey İstanbul’da
saklıydı onun için. Sadece bir semt bile, bir ömürdü omun için:

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmediğim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer,
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”

İstanbul, Yahya Kemal için asla terk edilemeyen bir yer haline gelmişti. O,
İstanbul’un hasretine asla dayanamıyordu. İstanbul dışına çıktığında bile aklı-hayali
daime İstanbul’daydı:

“Hüznün ferahlığın bizim olsun kışın, yazın
Hiçbir zaman kader bizi senden ayırmasın”

Aslında sürekli çağırıyordu onu İstanbul. Ve hiç reddedemiyordu bu teklifi.
“Ankara’nın en çok neyini seviyorsun?” denildiğinde bile “İstanbul’a dönüşünü”
cevabını veriyordu tüm samimiyetiyle…
Yazının başında dediğim gibi İstanbul Yahya Kemal için bir aşktı. Nitekim bu
aşk çoğu şiirinde ete kemiğe bürünüyordu.

“Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtap… İri güller… Ve senin en güzel aksin…
Velhâsıl o rû’ya duruyor yerli yerinde!”

Yahya Kemal için aslında İstanbul tüm bunlardan daha fazla şey ifade ediyordu. Daha
manevi duyguların eseriydi İstanbul. Kendinden önceki diğer şairlerden farklı olarak
İstanbul’a geniş bir manevi gözle bakmış ve İstanbul’u basit başkent kavramından
çıkararak millileştirmiştir. Yani, Yahya Kemal’e göre İstanbul vatanın özetiydi:
“İstanbul toprağının her köşesinde Türk ruhunun bir safhası vardır. Hisar-
larda Türk’ün kuvveti, Küçüksu’da ve Göksu’da neş’esi, Kağıthane’de zevk ve
neş’esi. Eyüp’te maneviyatı, surlarda atılışı hava gibi teneffüs edilir.”
“Türklük beş yüz seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bütün beşeriyetin
hayâline böyle nakşetti.”
Son olarak İstanbul aşığı bu şairin, bir daha Dünya’ya gelme ihtimali olsaydı geleceği
yerde aşikârdı. Onun İstanbul sevgisini en iyi özetleyen belki de şu dizeleriydi:
8 “Bir gün dönüş olsa âhiretten;

İstanbul’a dönmek isterim ben.”

9

GECE

Sedat MANKA*

Aynı karanlık örter belki üstümüzü
Fakat herkes kendi gecesinde izler
Başka bir gökyüzünü
Kimi manzarayı izleer, kimi manzarasını bekler
Fakat bilmezki gidenler geri gelmeyecekler

Kimi yarananına kavuşmuş
Kimi aşkıyla yanıp tutuşmuş
Kimi hasret kalmış kalmış sevgiliye
Vurulduğu gözlere, aşk kokulu sözlere

Söz bana gelince sevdiğim
Özledim çok özledim
Hiç bilmediğim kokunu saramadığım sırma saçları
Bakamadığım gözleri gül kokulu teni özledim

Belki ,belki yine buluşuruz bir gecede
Gece’nin karanlığı sinmemişse kalbime
Kaderdir ya! belki sende seversin beni
Belki ışığı olurum karanlıkların
Zamanın eli değmemişse bize

10

Bir de neyi seviyorum biliyor musun ALACA DERGİSİ
Şu ince kalem ile kâğıdı
Dertlerin has ortağıdır onlar ve anlatırsın
Özelini, güzelini, sevdanı hasretini

Bakma öyle yazdığıma
Aslında en güzel şiir
Senle olan bir günümdür
Şu pis kokulu mürekkep
Sensizlikdeki göz yaşlarımdır
Senden önceki hikâyemse sevdiğim
Şu biçare bahtsız harabe ömrümdür

Belki, belki hasretimiz vuslata erir bir gün
Belki Sevdamız tarih olur asklara
O gün sevgilim
Sana kavuştuğum gün
Ruhumun aydınlığı,
Kalemimin kırıldığı gündür

*Sakarya üniversitesi Hukuk Bölümü Öğrencisi

11

12

DİJİTAL İDAM MAHKUMLARI

Bölüm 2

Sabahın güneş ışıklarının siyah perdelerin arasına sızmasıyla beraber uyku-
sundan uyandı Murat. Son birkaç yıldır uyku düzeninde ciddi sorunlar vardı.
Geceleri sokaklardaki dijital tabelaların, iyon sokak lambalarının ve elektrikli
android araçların sesinden uykusu çok bölünüyordu. Dün gece de çok farklı
değildi. Üzerine bir de Tezcan dosyasını ve ilerleyen süreçte neler yapacağını
düşünerek uykusuzluğunu daha da katmerlemişti.
Bugün Yargı Dönüşümü Bakanlığına bağlı adliyelerden birine gitmek
zorundaydı. Adalette ikilik oluşturan bu uygulamadan nefret etse de daha
kısa süreli yargılamalar sayesinde eline daha kolay para geçiyordu. Bu nedenle
sadece Adalet Bakanlığına bağlı adliyelerde görülen dosyaları almak yerine yargı
dönüşümü bakanlığına bağlı adliyelerde görülmesi gereken dava dosyalarını da
kabul ediyordu. Neuralink kullanmasa da duruşmalar bu sayede daha hızlı iler-
liyor ve basit işlerden parasını kısa sürede alabiliyordu. Avukatlıkta bu dönem
kadar zorlandığını hiç hatırlamıyordu. 2018’de İstanbul Hukuk Fakültesinden
mezun olduğunda dahi önüne gelen dosyalarda belli kriterlere göre eleme yapar,
her dosyayı kabul etmezdi. Paradan önce bazı etik ve ahlaki değerlere öncelik
verirdi. Ancak gelişen teknolojiyle bu değerler incelmiş ve bu değerlere hâla sa-
hip çıkmaya çalışan Murat gibi avukatlar ise mesleğin zorluğunun yanında bir
de yoksullukla mücadele etmek zorunda kalıyorlardı.
Tüm bu gerçeklerle, sabahın gün ışıklarıyla birlikte tekrar yüzleşerek
yatağından kalkan Murat; ilk iş olarak eski çay makinesinden bir kupa çay alarak
masasının başına yöneldi. Sabah yatağından kalkıp ofisine anında ulaşabilmesini,
ofisindeki yatak odasına borçluydu. Artık konut kirası ödeyemediği için ofisinde
hayatını devam ettiriyordu. Aile hayatı olmadığı için çok da üzülmemişti bu du-
ruma.
Masasının başına geçip deri koltuğuna oturmadan önce, dilsiz uşağında
asılı olan avukatlık cübbesine bir baktı. Çayından bir yudum aldıktan sonra cüb-
beyi askısından çıkardı ve omuzlarına geçirdi. Aynanın karşısına geçip uzun süre
kendisini izledi. Göz altlarında ve alnında artık kırışıklıklar vardı. Gözlüğünün
kenarından beliren favorilerinin uçlarındaki tek tek beyazlamış saçları dikkatini
çekti. Avukatlıkta ilk öğrendiği şey giyimine, konuşmasına ve görünüşüne çok
dikkat etmesi gerektiğiydi. Mezun olmasından itibaren bunlara her daim dikkat
etmişti.

13

Takım elbiselerini her daim ütülü tutmuş ve kıyafetlerinin renklerini,
cübbesinin içinde güzel duracak şekilde koyu renklerden seçmişti. Ofisinden
çıkmadan önce her zaman dişlerini fırçalar ve siyah kunduralarını boyardı. Belli
haftalarda ağzına kalem alarak konuşma pratikleri yaparak diksiyonunu diri tut-
maya çalışırdı. Takım elbisesinin cebinde mutlaka bir tarak olur ve gün içinde ara
ara saçlarını tarayarak düzeltirdi. Nitekim artık bunları görecek ne bir müvek-
kili, ne de bunlara dikkat etmesini gerektirecek bir duruşması oluyordu. Nere-
deyse tüm adli işlemler online yapılabiliyordu. Tüm bu yeniliklerin getirisi de
avukatları aleladeleştirmişti. Nitekim takım elbiseli değil neon ışıklı tişörtler gi-
yen; Nike ve Adidas gibi ünlü markaların sesli ayakkabılarını ve akıllı saatlerini
kullanan, gerçek anlamda ışık saçan avukatlar piyasada peydah olmuştu.
Aklından geçen tüm olumsuz düşüncelerle beraber aynaya bakmaya de-
vam etti Murat. Aynadaki siyah cübbeli, yuvarlak kemik gözlüklü, siyah takım
elbiseli adama baktı uzun süre. Cübbesini giymeyi çok özlemişti. Uzun süre
aynadaki yansımasını izledikten sonra usulca çıkardı cübbeyi ve kırıştırmamak
için özenle tutarak dilsiz uşağa geri astı.
- Adaletin savunma sembolü dilsiz uşağa mahkum oldu, ebediyen...
Mırıldandıktan sonra masasına oturdu ve çayından bir yudum daha alarak
Tezcan’ın dosyasını önüne aldı. Dosyanın kapağını açmadan önce masasında
çerçeve içinde bulunan fotoğrafa özlemle bakıp iç çekti ve dosyanın kapağını
açtı.
Önceki gece Tezcan’ın dosyasıyla ilgili kısa ve genel bir gidişat yolu
belirlemişti. Yoluna devam ederken yapması gereken en önemli şey, atacağı
adımların gerçek nedenini Tezcan dahil Neuralink kullanan hiç kimsenin
bilmemesini sağlamaktı. Hem Tezcan’ın güvenini kazanmak zorunda hem de
bunu Tezcan’dan gizli yapmak zorundaydı. Ama Murat’ın kafasına takılan birkaç
sorun vardı. Bunlardan en önemlisi de müdafi görevlendirmesinin zamanının çok
ilginç olmasıydı. Zorunlu müdafilik sırasının kendisine gelmesine hemen hemen
bir ay varken Tezcan’ın dosyası önüne gelmişti. Böyle bir dosyada Neuralink
kullanmayan nadir ve tecrübeli bir avukata bu dosyanın gönderilmesi tesadüf
olamazdı. Tüm bunları düşünerek sonraki adımını düşündü Murat. Kendisine bu
dosyanın gönderilmesini sağlayan kişi ve kurumları bulacaktı. Tezcan’ın davası
yalnız yürütülemeyecek kadar büyük bir davaydı. Murat kendine müttefikler
bulmalıydı.

14

Dosya Murat’a Adalet Bakanlığından gönderilmişti. Adalet Bakanlığına bağlı
olan Sekizinci Baro tarafından görevlendirme kendisine gelmişti. Bu durum-
da dosyanın Murat’a gönderilmesini isteyen Adalet Bakanlığındaydı. Adalet
Bakanlığıyla bir şekilde irtibata geçmeli ve bilgi edinmeliydi.
Tezcan’ın dosyası hakkında aradığı bilgileri edinmek ve delillerle ilgili
araştırma yapmak için Adalet Bakanlığına gitmesi gerekiyordu. Çayını bitirdi
ve hızlıca masadan kalktı. Aynanın karşısına geçip kravatını yıllardır yaptığı
gibi aynı özenle bağladı ve beyaz gömleğinin yakasını düzeltti. Eskimiş ve
kulplarında çatlaklar olan; pimi üzerinde M&N işlemesi olan deri evrak çantasını
aldı ve ofisinden çıktı. Sokağa iner inmez anlamsız bir şekilde eski trafiklerin
karmaşasını özlediğini hissetti. Sürücüsüz ve maliyeti oldukça düşük olan tak-
siler sayesinde özel araçlar artık tarihe karışmak üzereydi. Ya çok zenginlerin
veya da çok fakirlerin özel araçları vardı artık. Sürücüsüz taksilerden birine el
işaretini yaptı, ancak taksinin üzerindeki kamera el işaretini okuyamadan pas
geçti. Sonra gelen taksi ise el işaretini okuyabilmiş ve tam önünde durmuştu.

- Nereye gitmek istersiniz efendim?
- Adalet Sarayı, Adalet Bakanlığı İstanbul.
- Rota oluşturuluyor. Hedefe 23 dakika. Keyifli yolculuklar.

Adalet Sarayının önünde indikten sonra binaya giriş yapmak için yöneldi.
Yeni nesil güvenlik tedbirlerinden geçtikten sonra adalet sarayının koca avlu-
sunun ortasında durdu. Önceden bu avluda hızlı hızlı yürüyen, ellerinde deri
evrak çantaları olan parıl parıl cübbelerini savurarak giden avukatlara çarp-
madan yürümek için uğraşırdı. Şimdi ise çok sakindi koca meydan. Oldukça
sakin... Hatta görevliler dışında sadece kendisi vardı. Yerlerdeki projektör lensleri
dikkatini çekti. Yeni uygulamayı duymuştu. Yeni bir danışma sistemiydi. Ada-
let Sarayı içinde gitmek istediğiniz yeri söylediğinizde yerdeki projektörlerden
işaretçi hologramlar ile gideceğiniz yeri gösteriyordu. Aynı zamanda Neuralink
aracılığıyla da gitmek istediğiniz bölümün bulunduğu katı ve odayı parlak yeşil
renkte gözlerinizde gösterip hedefinize ulaşmanızı sağlıyordu.

- Bütün gerçek yaşam adeta bir bilgisayar oyununa döndü.

15

Diye yakınarak yoluna devam etti ve yıllardır düzenli olarak gittiği savcılık kalem
odasına doğru yöneldi. Varır varmaz selam dahi vermeden dosya numarasını
söyledi ve fiziki dosyayı talep etti görevliden.
Fiziki dosyalar sırf kanuni zorunluluktan dolayı tutulmaktaydı. Aslında
çok da gerek kalmamıştı. Neredeyse tüm avukatlar, hakimler ve iddia makamları
artık dosya takiplerini ve işlemlerini Neuralink üzerinden yapmaktaydı. An-
cak dosyaların fiziki olarak tutulması Murat’ın işine geliyordu. Murat, Tezcan’ın
dosyasını talep ettikten sonra kadın memur homurdanarak:
- Dosyayı Neuralink üzerinden atsammmm? Diye bir soru yöneltti.

Murat, kadın memurun sorusuna net ve sert şekilde cevap verdikten sonra
dosyayı getirmesi için beklemeye başladı. Memur, fiziki dosyaların bulunduğu
bölüme giriş yaptı ancak yirmi dakikadan fazla bir süredir çıkmadı. Murat tam
sıkılmak üzereyken memur, elleri ve yüzü toz içinde odadan çıktı, yakınarak
Murat’ın yanına geldi.
- Avukat Bey dosyayı bulamıyorum her yer saçma sapan kağıtlarla dolu ve çok
tozlu. İsterseniz siz arayın bulun.
Murat iç çekerek mırıldandı.
- Teknoloji ne kadar gelişse de tek değişmeyen şey adliye memurlarının becerik-
siz olması.
Tozlu odaya girdi ve sunucuların yanında bulunan tozlu raflara yöneldi. Es-
kiyle yeni birbirine bu kadar yakınken, aralarında bu denli uçurumun olması
ise manidar gelmişti. Düşüncelere dalmadan işine yöneldi ve aradığı 2046/41188
nolu dosya için 2046 sırasına bakmaya başladı. Kısa bir süre ardından dosyayı
buldu ve eline aldı. Üstündeki tozları silerek heyecanla odanın dışındaki eski
çalışma masalarına doğru yöneldi. Giderken de memura göz devirerek bakmayı
ihmal etmedi.
Masaya oturdu ve dosyayı heyecanla açtı. Öncelikle fiziki dosyada eksik
olup olmadığını kontrol etmek istedi. Fiziki dosyalar artık neredeyse hiç

16

kullanılmadığı için bazen memurlar dosyaları eksik tutuyordu. Kendisine on-
line sistem üzerinden gelen dosyada, iddia makamının elinde bulunan dosyadaki
bilgiler sadece adet olarak yer alıyor, içeriği gözükmüyordu. Bunları kontrol etti
ve eksik olmadığına kanaat getirdikten sonra delillerin içeriğine bakmak için
dosyayı karıştırmaya koyuldu.
Murat, dosyayı ilk incelediğinde ve Tezcan’la olan görüşmesinden sonra
karşılarına çıkacak en büyük suçlamanın nitelikli veri hırsızlığına ilişkin iddi-
alar olduğunu farketmişti. Doğruca nitelikli veri hırsızlığına ilişkin delilere bak-
maya başlamıştı. Sayı olarak çok fazla delil vardı vardı. Ancak hepsi teknolo-
ji ve ileri düzey bilgisayarlarla ilgili olduğu için delillerin derecesini, kuvvetini
kavrayamıyordu. Boğuluyor gibi hissetti. Belki de bu dosya Murat için fazla bir
dosyaydı.
Tüm bu düşünceler aklından geçerken yine soğuk soğuk terlemeye başladı
ve nefesinin daraldığını hissetti. Bu son zamanlarda olmaya başlamıştı. Kravatını
birazcık gevşeterek dosyayı incelemeye devam etti.
Cracking suçlamasına ilişkin delillere de göz attı. Daha önce de bir müvek-
kili cracking suçundan ceza almıştı. Ancak bu suç tipi o zaman yeni düzenlenmiş
ve uygulama alanı bu kadar geniş değildi. Ancak teknoloji gelişmeye devam et-
tikçe suçun niteliği de yükselmiş ve bu suçu işleyenler yaygınlaşmıştı. Bu du-
rum da yargılamada bazı usulsüzlükleri doğurmuştu. Ufak tefek sistemler için
yapılan crackinglerde ceza verilmiyor ancak büyük şirketler, devlet sistemleri
gibi daha büyük ve karışık sistemler crackin şeklinde olan müdahalelerde ise
müebbet hapis cezasına kadar ceza verilebiliyordu. Müvekkili Tezcan açısından
da yapılan cracking suçlaması oldukça büyük bir ağırlığa sahipti. Sonuçta yapılan
müdahalenin VeRidop’a karşı yapıldığı açık iddiaydı. Bu durumda Tezcan sırf bu
suçlamadan dolayı bile müebbet hapis cezasına mahkum edilebilirdi.
İddia makamının dosyasındaki tüm delilleri itinayla inceledikten son-
ra düşünmeye başladı. Bu delillerin niteliğini tek başına çözemezdi. Çoğunu
anlamamıştı bile. Dosyayı bırakmayı düşünse de düşünceyi kafasından hemen
atıp hızla kalktı masadan. Dosyadan gerekli örnekleri adliyenin bodrum katında
bulunan eski fotokopi makinasından alarak dosyayı memura bıraktı. Hızla çıktı
ve sürücüsüz taksilerden birine atladı.
- Nereye gitmek istersiniz efendim?

17

- Kartal Siber Güvenlikli Cezaevi, 3402.
- Rota oluşturuluyor. Tahmini varış süresi 14 dakika.

Murat cezaevine geldikten sonra, geçen seferde olduğu gibi yine güvenlik önlem-
lerinden geçerek görüşme odasına geldi ve masaya oturdu. Kısa bir süre Tezcan’ı
beklemesinin ardından dijital kapılar açıldı ve Tezcan elleri ayakları kelepçeli
vaziyette içeri girdi.

- Hoş geldin avukat bey.
- Hoş bulduk Tezcan Bey.

Tutuklu veya hükümlü müvekkilleriyle cezaevinde görüşmeye geldiğinde
hoş bulduk demek yıllardır garip ve ironik geliyordu. Fazla düşünmeden geçti ve
devam etti.

- Tezcan Bey...
- Tezcan demen yeterli avukat. Sıkmayalım birbirimizi.
- Tamamdır... Tezcan, ben gidip tüm dosyaları inceledim. Suçlamalar oldukça
ağır. Ve maalesef delil sayısı biraz fazla. Ancak delillerle ilgili birkaç sorun var.
- Tahmin ediyordum bunu avukat bey. İnternet ve teknolojiyle ilgili işlemler
olduğu için yaptığım işte attığım her adımın delil olarak ortaya konulması
muhtemel. Ancak bunlardan çok azının sulamalarla bağlantılı olduğunu tahmin
ediyorum.
- Benim de umudum o yönde Tezcan. Ancak sorun burada işte.
- Neymiş sorun söyle hadi ?
- Dosyadaki deliller çok teknik ve yeni teknolojiye ilişkin deliller. Hepsi bilgisa-
yarlarla ilgili. Bunları anlamam mümkün değil. Öğrenmem de mümkün değil
bu saatten sonra. Bu konuda ne yapabileceğimi bilmiyorum. İstersen dosyayı
bırakırım ve başka bir avukat talep edersin.
- Hayır bunu istemiyorum. Sana güveniyorum dostum. Sen devam edeceksin.
- Peki nasıl ? Nasıl anlayabilirim bu delilleri ?
- Yardım alacaksın Murat. Diğer türlü olmaz. Teknolojiyle iç içe olsan da
anlayamazsın. Çok teknik ve detay konular bunlar. Sırf Neuralink kullanmakla
öğrenilecek şeyler değil.
- Peki kimden yardım alabilirim ?
- Ben olamam bu konuda yardım edecek kişi. Benim düşüncelerimin izlediğinden
eminiz. Öyle birisini bulmalısın ki ya Neuralink kullanmayıp bu konulara
çok hakim ve güvenilir bir bilişimci bulacaksın veya Neuralink kullansa bile

18

düşüncelerinin izlenmediğine dair emin olabileceğin birini bulacaksın.
- Çok zor böyle birilerini bulmam.
- Bence bulursun araştır ve sonucu görelim. Ancak bulduğun kişiyi bana söyleme
ve mümkünse benim tanımadığım birisi olsun. İster istemez aklımdan geçiririm
tanıdığım birisi olursa.
- Tamamdır Tezcan. Umarım bulabilirim böyle birisini.
- Bulursun dostum. Sana güveniyorum. Eski kurtsun belli, inanıyorum ki ne
yapıp edip çıkarırsın beni buradan. Ve o pisliklere günlerini gösteririz.
- Ben kalkayım işler bekler Tezcan. Dışarıdan bir isteğin var mı ? Sonraki
görüşmeye getiririm.
- Sigara iyi giderdi dostum zahmet olmazsa. Ama yeni ışıklı olanlardan falan
değil. Eski filitreli olanlardan.
- Tamamdır oldu bil. Görüşmek üzere dikkat et kendine ve fazla düşünme ( fazla
düşünme dedikten sonra göz kırptı Murat ).
- HAHAHAHAHAHAHA, güldürdün beni avukat. Tamamdır düşünmem dos-
tum. Kendine iyi bak.
Tokalaşmanın ardından odadan çıktı ve hızla cezaevini terk etmeye
koyuldu. Kapanan hava çok geçmeden sağanak yağmura dönüştü. Yağmurun
altında yürürken bilişimden anlayan, yeni teknolojiye hakim ve düşünceleri bir
şekilde izlenemeyen birini bulması gerektiğini düşündü.
Sağanak yağmur devam ederken ışıklarla ve tabelalarla daha karmaşık hale
gelen şehir meydanına doğru geldi. Çok fazla yürümüştü. Neredeyse bir saattir
sırılsıklam yürüyordu. Yürümekten ayakları değil, düşünmekten başı ağrıyordu.
Bir anlığına sessizlik meydana geldi kafasının içinde. Yerdeki su birikintisinin
durgunluğuna bakakaldı. Takım elbisesi tamamen ıslanmış ve saçları bozulmuştu.
Yağmurlu havalarda hep yaptığı gibi gözlüğünü çıkarıp ceketinin iç cebine
koymuştu. Miyopu daha da ilerlemişti. Dünyayı daha bulanık görüyordu. Ama
gördüğü bu bulanık dünya şimdiye ait değildi sanki. Şu anki karmaşık dünya
değil de daha değerli geçmiş zamana ait gibiydi. Şehir meydanındaki betonların
arasından ıhlamur ağacını görünce hatırladı. O günleri hatırladı.
Sessizleşti bütün meydan adeta. Ayaklarını yere sürüye sürüye ilerledi Mu-
rat, ıhlamur ağacına doğru. Önüne geldi ve seyretmeye koyuldu. Yağmurda başını
kaldırdı yavaşça ve ıhlamur ağacının yapraklarından seken su taneciklerinin
yüzüne çarpmasına izin verdi. Elinden kayıverdi evrak çantası. Gözlerinden de
gözyaşları...

Dijital İdam Mahkumları serimiz sonraki sayıyla devam edecek...
BÖLÜM 3 : Masadaki Fotoğraf, M&N, Ihlamur Ağacı.. Takipte kalın.

19

20

RUHUREVAN ALACA DERGİSİ

RUHUREVAN

Bir dost kucaklaşmasına ihtiyacım var
Geçmişten biri,
Sanki üzerini toprakla örtmek zorunda kalmışım gibi
Yaşayan ama n’par ne eder bilmediğim
Sadece ruhuyla bir ara temas ettiğim
Geçmişten diyorum ancak,
Eskitemediğim biri

Hatırıma düştükçe içim ısınır üşütmüşüm gibi
Büyüdükçe, küsmüşüz küçücük çocuklar gibi

Ne tuhaf ikili bu pistteki
Adım atsa birisi, kımıldamaz öteki
Ah, ah hüzün ve sevgi
Siz birlikte güzel bir hikayesiniz.

Seyfettin Akman

21

Selimcilik Oyunu

Ramazan Meriç SÜRÜCÜOĞLU*

“Çok beklemiştim. Hayatımın başı ve sonu belliydi;
hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım. Oyalanacak
durumum yoktu. Ezberlemiş olduğum bütün şiirleri
okumalıydım, bütün kavgalarımı çıkarmalıydım, bütün
kuruntularımı ortaya dökmeliydim.”

Tutunamayanlar’dan

Oğuz Atay’ın meşhur eseri “Tutunamayanlar”ı
okuyanlar bilir, oradaki nevi şahsına münhasır bir Selim
Işık vardır. Bu adam, kendini toplumun içine sokmaya
çalışan fakat bir yerini uydursa öte yanı çıkıntı duran,
tutunamamış ferdin tekidir. Mesela, Selimciğim âşık
olur ama onu kimse sevemez, zaten o bunu hak etmez.
Selimciğim tüm arkadaşlarını aramakla yükümlüyken
hiçbir arkadaşı onu aramaz çünkü hepsinin işi her za-
man başından aşkındır. Selimciğim çok iyi bir oyuncu
olmasına rağmen başrol yapılamaz, yani biraz devlet
dairesindeki çaycı gibidir Selimciğim, memur olamaz,
olması teklif dahil edilemez. O, insanları çıkarları için
değil kendisi için sevmek günahını işler, ama sadece
bununla kalsa iyi. Herkesin mutluluğunu dileyen bu
adam, aynı zamanda insanların birbirlerini anlamaları
ve dinlemeleri gerektiğini söyler. Hatta hiç utanmadan
kimi insanların çok kaba olduğundan yakınır. Tabi
toplum bu kadar büyük saygısızlıklara karşı onu içinde
barındıramaz ve kusar. Böylelikle iç dünyasına dönen
Selimciğim., ilerleyen zamanlarda kendisinin bu dün-
yadaki yerinden şüphe duyarak yerleşmek için başka bir
dünyaya göç eder.

22

Peki Selimciğim tutunmayı istememiş midir? Esasen hepimizden
çok istemiştir. Hatta düşmemek için insanlara kin tutmak, onlara kırıcı
davranmak gibi adetleri öğrenmeye zorlanmıştır. Bunlara rağmen
çırpınmaktan hemen vazgeçmemiş, insan olma uğruna kendisi ol-
maktan vazgeçmeyi göze almıştır. Fakat sonrası kimi rivayete göre
eli kaydığı için, başka rivayete göre dal kırıldığı için tutunamamıştır.
Günümüze baktığımız zamansa Işık sülalesinin mensupları hâlâ daha
aynı dertlerden mustariptir. Evet, günümüzde de tutunamayanlar vardır,
fakat onları görmek hayli zordur, kendilerini çok iyi kamufle ederler ve
sayıları oldukça azdır. Çoğu bulunduğu toplumun saçmalıklarıyla mü-
cadele ederken ölen Işıkgillerin, azımsanmayacak kadarı da sevgisizlik,
yalnızlık, anlaşılmamak gibi hastalıklara yenik düşmektedir. Sağ kalan
tutunamayanları ise devlet, tutunabilmeleri için kendilerini asmaya
teşvik etmektedir, bu seneki urgan yardımı yüz yeni Türk lirası olarak
açıklanmıştır.

Gelelim bu Selimcilik oyunu nasıl oynanır... Selimcilik daha
çok 16-25 yaş grubunun sevdiği, bir kişinin üzülen olduğu, en az 2 kişi
ile oynanan -aşk gibi- bir halk oyunudur. Oyun karşı tarafın yahut
toplum adı verilen kalabalığın ebeye baskı yapması ile başlar. Burada
amaç yapılanlara karşı dik durarak ebelikten kurtulabilmek ve topluma
katılmaya hak kazanmaktır. Oyun sırasında üzen tarafa karşı gelmek ya-
hut kırıcı davranmak yasaktır. Eğer ebe baskılara karşı sağlam bir duruş
sergileyemezse oyunu kaybetmiş sayılır ve ömür boyu kedere mahkûm
edilir -Allah kısa ömürler versin- Toplum kaybeden yerine yeni bir ebe
seçerek oyunu devam ettirir.

Oğuz Atay’ın aile, okul ve çevre arasındaki bağlantıyı kuramayan toplumsal doktrinleri kabullenemeyerek
hayatını anlamlandıramayan insanlar için verdiği bilimsel ad.*
Yazıda bahsi geçen Selim Işık ve Tutunamayanlar atıfları anlatımı güçlendirmek için kullanılmış olup ro-
manda ki karakter ve hikâyeyi tam anlamıyla yansıtmayı amaçlamamaktadır.

23

NEDEN...

İnsanlık bu günlerde,
Sevgiden pek nasipsiz.
Değer neden yerlerde?
Saygı hep mi vakitsiz?
Neden sessiz bu dünya?
Vurul siyahi deli.
Nasıl kaldırır bünye?
Yok mu hiç insan eli?
Uygur musun, Kudüs mü?
Arakan’da akan kan,
Fotoğraftaki süs mü?
Ağlayan Afganistan.
Düşen bombanın sesi,
Korkutmaz mı çocuğu?
Düşün tuttun nefesi,
Silahlı düşman evde.
Tutarken annen yası,
Ağlar imiş bir kuğu,
Sen sedirin altında,
Annen vurulmuş yerde.

Can Ahmet KAYACAN

24

25 ALACA DERGİSİ

Kayıp Ruhlar
I

Yalanlar ve aldatmalar ile dolu hayatım hiç evlenmemesi gereken iki insanın
hiç doğmaması gereken çocuğunun hayatıydı. Acı, dram veya trajedi değildi. Hayır
değildi. Evet; her insan kendince acı çekerdi, her insan elbet bir an hayatının pa-
muk ipliğine bağlı olduğunu düşünürdü. Ama böyle anlarda bir umut ışığı vardır.
Olmalıdır. Umut kışın ardından gelen bahar gibidir. Çünkü yaşamın her keskin
köşesinde bir kısır döngü vardır. Zamanın bile kendince bir kısır döngüsü vardır.
İnsan doğası gereği hiçbir şekilde sonsuza dek acı çekemez ya da tam tersi son-
suza dek mutlu olamaz. Hayatımıza kesit kesit anı halinde saçılmış binlerce acı ve
mutluluk, onlar olmasa yaşamak, yaşamaktan tat alabilmek ne mümkün?
Peki ya mutluluk şarabının sarhoşluğuna ya da acının getirdiği hissizleşmeye
aldanan insan ne yapar? Çok basittir, belki bile isteye belki de farkında olmadan
Şeytan’ı düşünür. Şeytan, bir imge gibidir, birçok olgunun, tüm günahların im-
gesidir. En önemlisi ise baş kaldırışın imgesidir. Allah’ın dayattığı düzene karşı
başkaldırış... Hayranlık uyandırır. Allah’ın kudretini görüp ona isyan edebi-
lecek kadar ahmak olması hayranlık uyandırır. Neden yaptığını, o cesareti nasıl
bulduğunu merak ederiz.
Sonucunda aldığı/alacağı cezayı düşünmeyiz sadece tek bir ana odaklanırız.
Düşündükçe odak daha da daralır ve şeytanın tek büyük silahını kullanmaya ka-
rar veririz. Yalan. Bu düşünceyi oluşturmak sadece birkaç saniye sürer ve tek bir
şansımız olur “şeytan olup kışı sonlandırıp baharı getirmek mi” yoksa “yaşarken
çürüyerek yavaş yavaş ölmek mi”? Sonucunda bizlere yaşamayı reva gören
Tanrı’ya Şeytan’ın aldatmacaları tercih edilir. Kaybetmekten bıkan insan kazan-
mak ister. Süregelen olaylarda dolaylı ya da direkt olarak Tanrı’nın hegemonyası
altında ezilen insan ruhu bu seçiminin ne kadar büyük bir hata olduğunu ancak
kaybedilmesi en zor olanı yani ruhunu kaybettiğinde idrak eder.
Tanrı’nın hegemonyasından kurtulmaya çalışan insan bu sefer kurtuluşu sadece
Allah’ın lütfu olan Şeytan’ın hegemonyası altında arar.
Aslında yazıp yazmamakta kararsızdım lakin işte o gün yazmaya karar verdim.
Çünkü o gün hayat benim için bitmişti. Çünkü o gün ruhunu kaybetmiş insan-
lardan sadece biri olduğumu anlamıştım. O duygu, tarifini bulamadığım o duygu
geldiği an gözlerimin görmesi, kulaklarımın duyması, tenimin hissetmesi...

26

27 ALACA DERGİSİ

Artık hepsi boştu. Arayan gizli numaraların çoğunu açmazdım. Görmezden
gelirdim ama o günkünü açtım. Bilmiyorum neden yaptım ama açmıştım işte.
Garip ve boğuk bir sesin kulaklarımda yankılanması... Tam olarak ne dendiğini
anımsamak istemesem de “Cecil Oteli 225 numaralı oda”...Alkol yoksunluğu
çeken bir ayyaşın ki gibi titreyen elimden kayıp kırılan telefon camının çıkarttığı
tiz ses ile ayılmıştım. Arabamın kapısını açarken, arabayı çalıştırırken, 25 km
yol kat ederken bir kandırmaca olması için dua ediyordum ve birkaç dakika
içinde gerçekleşen her şey saçmalaşan bir fikre dönüşüyordu. Gizli numara,
kansızın teki beni kandırmıştı, evet kesinlikle kandırmıştı. Tam bir aptaldım
ama geri dönmek gibi bir niyette uyanmamıştı içimde çünkü kavanoz dolusu
suya bir damla şüphe mürekkebi çoktan düşmüştü. Refik Paşa Bulvarından
sağa dönüp Pipocular Sokağına girdiğimde kendimden iğrenmiştim. Nasıl
olurda sevdiğim kadının bana ihanet edebileceği kuşkusuna kapılmıştım.
İğrenç bir insandım. Arabayı durdurup indim. İşte oradaydı.
Tütünle karışık daha yeni çekilmiş kahvenin acı kokusunun arkasına saklanmış,
hemen yüz metre aşağıdaydı. Kaldırımları doldurup taşıran insanları yarıp
ilerlerken her adımım “pişman olacaksın” diye kaba sesiyle mırıldanıyordu.
Haklılardı. Pişman olacaktım ama hangi sebeple? Sevgilimin beni aldattığını
düşünebildiğim için mi yoksa sevdiğim kadının “seni seviyorum” yalanlarına
inandığım için mi? Her iki ihtimalde mide bulandırıcıydı.
Karşımda ebediyete uzanan doğu ladinden yapılma kapı... Kapının
hemen ardından gelen, tam olarak anlayamadığım ve sahiplerinin kim
olduğunu bulamadığım kıkırtılar ve fısıltılar... “Bir, iki, üç” derin bir nefes, tık
tık. Karşımdaydı. Oradaydı.
“...”
Sesinde ne pişmanlık vardı ne de utanç, sadece şaşkınlık... Aldatılmışlık, sanki
surları büyük bir cesaretle tırmanan bir piyadenin her an yukarıdan kaynar
katranın döküleceğinden korkması gibiydi. Hayır sadece o korku hissi değildi.
Başımdan aşağı katran dökülüyordu. Her bir zerrem yanıyordu. Kızmak isti-
yordum, bağırmak istiyordum hatta vurmak istiyordum ona ama kalbim izin
vermiyor, aklım ile sinirlerimin arasına bir perde çekmiş ve bedenimi kontrol
ediyordu. Kalbimde canlanan tek his utançtı, daha hızlı tırmanamadığım için
utanıyordu. Onun sadakatini kazanamadığım için utanıyordu. Küçük, masum
bir öpücükten sonra parmaklarımızı birbirine geçirip verdiğimiz yemini söyl-
edim ona. “Ölüm bizi bulana dek.” .

28

Her şey bitmişti zira hepsi yalandan hayattı. Aşkım kaybetmişti. Ben
kaybetmiştim. Hayat dedikleri, zalimlerin galip olduğu savaşı kaybetmiştim.
Neden yapmıştı? Bu puzzle da eksik olan neydi? Artık hiçbir önemi yoktu,
tıpkı benim gibi.
1980 ‘de bir Ocak sabahı
Uzaktan hayli büyük bir kutuyu andıran; alt katı kırma taşlar, üst katı da bir
avuç toprak, biraz saman ve suyun karışması olan kerpiç tuğlalar ile yük-
selen evimde, genellikle misafirlere kahve ikram edip sohbet etmek için
kullandığımız odada Pedram amcamın elma ağacından oyduğu satranç
takımı ile kendimce eğlenmeye çalışıyordum. Pedram amca bu takımı iki
sene önce annemin Münker ve Nekir’in yanına gittiği gün anlattığı, ne
olduğunu anlamadığım, hikâyeden-maalesef hikâyeyi
Hatırlayamıyorum- hemen sonra vermişti. Sonraki günlerde ise oyunu
öğrenebilmek için evlerini sık sık ziyaret eder olmuştum. Gerçi bir süre
(dostum Ali’yi yenebilecek kadar öğrendikten) sonra evimizin hemen
karşısındaki elma ve fıstık ağaçlarıyla muhafaza edilmiş eve gitme arzu-
mun kaynağı siyah ile beyazın savaşında yeni taktikler öğrenmekten ziyade
Farnaz teyzemin yaptığı üstü güneş gibi parlayan pamuk yumuşaklığında
çörekleri yiyebilmek ve Ali’yi her bir muharebede yenip “ben güvenini”
tazeleyebilmek niyetiydi. Zamanla diğer arkadaşlarıma bu ilmi aşılamak
istedim ama amacım onlara bir değer katmak değildi, ardından gerçekleşen
her bir çarpışmayı kolayca savurabileceğim rakipler üretmekti. Onları ber-
taraf etmek saatlerce süren orucun ardından suya kavuşmaktı ya da bir
alkoliğin bir şişe H... Konyağa kavuşması gibi, sanırım. Tabi olarak bir
sürenin sonunda kimse benimle satranç oynamak istemeyince çözümü
kendi kendime oynamakta buldum. Başlangıçta biraz saçma gelmişti
ne de olsa rakibimin yapacağı hamleleri biliyordum çünkü rakip yine
bendim. Karşılık olarak yapılacak her bir hamlede karşımda başka biri
olduğunu hayal etmeyi öğrendiğim zaman kimseye ihtiyacımın olmadığını
düşünmeyi başarmıştım.
Tahtadan zemine uzanmış rakibimin hamlesini beklerken sarsılan zemin
ve hemen peşinden koşarak gelen babamın sesi ile ayağa kalkıp yanına git-
mek için hareketlendim.

29

“Oğlum hadi valizini getir, karar kesinleşti. Türkiye’ye dönüyoruz”
10 senelik Tahran hayatım biteceği için üzülmüştüm ama en çok dos-
tum Ali’den ayrılmak benim için zor olacaktı. Aklım yeni yeni yerine
otururken, benliğim oluşurken izlediğim haberlerdeki tartışmalardan
İran ve Irak arasında bir savaş çıkacağını anlamıştım ve haklıydım. Ancak
anlamadığım bir şey vardı: Bir grup insan hangi hakla birçok insanın ölüm
emrini verebilirdi. Babamın bölge amirlerinden biri olduğu şirketi İran’daki
faaliyetlerini durdurma kararı almış ve tüm çalışanlarını faaliyet gösterdiği
ülkelere dağıtmıştı. Biz İstanbul’a gidecektik. Türkiye’yi, İstanbul’u çok
merak ediyordum. Babamın, annemin büyüdüğü toprakları merak ediyor-
dum. Onların yaşadıklarını ben yaşayabilecek miydim? Babam gibi lisede
bir kıza Âşık olup onunla evlenebilecek miydim? İran’da doğmuş ve İran’da
büyümüştüm. Tahran’da güzel bir şehirdi, kızları da güzeldi, ama İstanbul’un
fotoğraflarıyla bile yarışamazlardı. Ben de gitmeye itiraz etmedim, etsem de
babam beni umursamazdı zaten. Belki 2-3 saat sürecek ufak tatsızlıklar ile
hayatımızdan birer parça çalmak bana aptalca gelmişti ki zaten babam her
zaman kazanırdı.
Annem ise ben 8 yaşımdayken kalp krizi sonucu ölmüştü. Annem ve ba-
bam evlendikten yaklaşık 14 yıl sonra ben doğmuştum. İkisi de bir çocuk
sahibi olup kendilerini eve kapatmadan önce dünyayı gezmek istemişler,
eğlenmişler. Babam, hatırladığım kadarıyla, annem hayattayken şimdiki
halinden daha iyiydi. Belki de en mutlu olduğum günlerdi, o zamanlar...
Babamın odasında valizine birkaç parça kıyafetini ve o çok sevdiği takımlarını
valizine dikkatlice yerleştirmesini seyrederken konuşarak babamın dikkati-
ni bozmaktansa susmaya devam ettim.
Gösterdiği aşırı özen bende çok önemli bir iş yaptığı izlenimini yaratmıştı.
“Hadisene hazırlan. Arabamız yarım saate kadar gelir.”
Hemen şimdi gidecektik. Ali’yle konuşmadan oradan ayrılma düşüncesinin
getirdiği hüzün beklediğim kadar çok canımı acıtmamıştı. Annem öldüğü
zaman bana destek olan tek kişiydi. Bugün bile onunla geçirdiğim anıların
hafızamda önemli bir yerde olduğunu bilirim. Zaman zaman gözlerimin
önüne gelir. Tekrardan onu aramak bulmak için bir heyecan duygusu oluşur
ancak hiçbir şey yapamayacağım düşüncesi ile birkaç saniyede kurduğum
iki dostun yeniden bir araya gelmesine dayanan hayallerim parçalanınca as-
gari ücret çalışanının bir dünya para vererek aldığı telefonunun kırıldığında

30

Valizlerimi hazırlarken annem ile hatıralarımızı, babamın hâlâ istediğim baba
olduğu anıları, bu evle birlikte arkada bırakıp her şeyi unutabileceğimi ve
sıfırdan bir hayata başlayabileceğimi düşünmek beni taşınma düşüncesinin
getirdiği hüzün duygusundan uzaklaştırmıştı.
Evden çıktıktan sonra son bir kez daha baktım evimize. Bahçede birlikte
oyun oynadığım anneme, pazar sabahı bize kahvaltı hazırlayan babama
ve oradaki mutlu çocuğa son kez bakıyordum. Bu evin de diğer evler gibi
yıkılacağını düşünmek içimi acıtırken kirpiklerimi ve ardından buğday ren-
gi tepeleri aşan birer damla göz yaşını engelleyemedim. Bizi havaalanına
götürmek için gelen taksiye binerken bir daha asla buraya gelemeyeceğimi
biliyordum.
İstanbul’a ayak bastığım fark ettiğim ilk şey, Tahran hayatım ile İstanbul
hayatımın siyah ile beyaz kadar farklı olacağıydı. Hayat sanki daha farklıydı.
Kimse kimseyi umursamıyordu. İçimde “özgürlük” duygusu oluşmuştu.
“Şimdi büroya uğramamız gerekli, sonra da amcanlara geçeriz.”
Babamın özgüveni yok olmuştu. Ne yapacağını biliyor gibi yapmaya çalışsa
da tedirgin hali gözümden kaçmamıştı. Sanki onu İstanbul’dan ayıran bir
güç vardı. Asıl mühim olan yıllara rağmen buraya gelmesini engelleyecek
derecedeki şey neydi?
“Baba iyi misin?”
Gözleri parke taşları arasından savaşarak özgürlüğüne kavuşan yeşilliklere
odaklanmıştı. Yüzünde bir savaş esirinin kendine öfkesi vardı. Sonunda onu
dürterek daldığı rüyadan uyandırdım.
“Evet, ne oldu?”
“Baba, sen iyi misin?”
Sesimin tizliği beni rahatsız etmişti. Kendimden utanmıştım. Belli belir-
siz bir şeyler söyledikten sonra sırtımdan iterek beni yürümeye zorladı.
Hemen bir taksi çevirdi. Buradan olabildiğince çabuk uzaklaşmak istiyordu
sanki. Nedenini merak etmiştim ama sormaya cesaretim yoktu. Beni arkaya,
iki koca valizle birlikte, oturtturup kendisi öne oturtmuştu. Şoför sorular
oruyordu, anlaşılan çok meraklıydı ya da sadece sessizlikten hazzetmiyordu.
Babam ise belli belirsiz kısa cevaplar veriyordu.
1987, Ankara Kızılcahamam’da bir orman evi
“Pederim! Etleri hazırladım. Hadi artık bırak işlerini.”

31

3 yıldan sonra babam ile baş başa geçirdiğimiz ilk tatilimdi. Babamın bana
yazı birlikte geçirme teklifini sunduğunda hani şarkıda da diyor ya “dört köşesi
cennet” vatanımda farklı yerleri gezeceğimiz en azından tek bir yere tıkılıp
kalmayacağımızı düşünmüştüm. Lakin biz Kızılcahamam’da çürümüş ahşap
kokulu bir kulübeye hapsolmuştuk. Haftada bir iki kez rakı sofrası kurmamız
ve içimde, kulübeyi görünceye dek, kaybolduk duygusu oluşan yürüyüşlerimiz
haricinde pek bir eğlencemiz yoktu. Babamla İran’daki gibi de değildik za-
ten Türkiye’ye geldiğimizden beri birbirimizden uzaktık. Sanki kim olduğunu
unutmuştu. Gerçi bende konuşmak için çaba sarf etmiyordum. Onu anlama-
ya çalışmak zulümdü. Hatta saatler sürün okuma savaşlarımızda duyulan tek
ses dışarıdan gelen hışırtılar olurdu. Beynelmilel bende iki haftada bir babamın
çizimlerini postalamak için ilçeye inmesini iple çekiyordum, ilçeye inince bir
yaban hayvanına dönen benliğimi seyredebilmek de zevkliydi. Lakin sonradan
aklıma hep o bitmişlik duygusu, çekicin örse vurması gibi, dank ediyordu.
“Evet şişeyi getir bakalım.”
Islak ellerini birbirine sürterek terasa geldi. Böceklerin hışt hışt sesi ve rüzgârın
sevgilisini arayış çığlıkları ile geçen kısa bir sürenin ardından babam yarı ayık
söylenmeye başladı...
“Sana bir hikâye anlatmamı ister misin evlat?” Okulun ilk günü bir çocuğun
gözlerindeki ailesine kavuşma hevesi ile bana bakıyordu. Kafamı nazikçe in-
dirip kaldırırken “Evet, lütfen” diye mırıldandım. Sırtını doğrultup rakısından
içti. “Bu anlatacağım hikâye, bir aptalın cesaretine ve bir caninin af dileyecek
yüzsüzlüğüne sahip bir adamın hikayesi .. “
1980 İstanbul
Taksimdeki insan yığının içinde babamın elini bırakıp da kaybolmama-
ya çalışırken babamın beni sürüklediği tarafa doğru gidiyordum. Sonun-
da bir binanın dönen kapılarından geçip binanın içine girmiştik. Yalan yok
canım orada durup biraz o kapıyla uğraşmak istese de babam beni bir satranç
taşı gibi kolayca hareket ettirebiliyor olması hevesimi engellemişti. Önünde
“DANIŞMA” yazan granit tezgâha yöneldik. Babamın boşlukla konuşmasını
seyrederken kıkırdamaya başlamıştım. Tabii babam öfkeyle parlayan gözlerini
bana yöneltince korkudan taş kesilmiştim. Ah 10 yaşındaki bir çocuğa göre
ne kadar da aptalmışım.
Biraz sonra babam beni ardında sürüklemeye tekrar başlayınca sıkılgan bir
tavırla onu takip etmek zorundaydım ve beni umursamadan sürüklemeye de-
vam etmesi beni sinirlendiriyordu.

32

Aynı zamanda yürümek artık işkence haline gelmeye başlamıştı. Bacaklarım,
saatler süren oyunlarımda bile hiç bu kadar çok ağrımamıştı.
Asansörden çıktıktan sonra geniş mermer koridorda yürüyen bitter rengi
kalem etek giymiş kadın çalışanlardan birine beni emanet edip yanımdan
ayrılınca korkmadan edememiştim. Bilmediğim insanlarla dolu bilmediğim
bir ülkedeydim ve babamın benim yanımdan ayrılması beni çok üzmüştü.
Kadın beni mıncıklarken her ne kadar mutlu olsam da içimdeki ürpertiye
engel olabilmek zordu.
Babamı göremediğim her an sanki onu bir daha göremeyecek gibi oluyordum.
En sonunda kapı açılıp babamı görünce mutlu olmuştum. Babam beni
bırakmamıştı. Sevinçle yanına koşup ona sarıldım. Sahibine kavuşan bir kö-
pek kadar mutluydum. Elimden tutup tekrar asansöre doğru hareketlenirken
benimle ilgilenen kadına teşekkür etti.
Yaklaşık 15 dakika daha süren taksi yolculuğu üç katlı müstakil bir evin önünde
bitivermişti. Bu evin amcamın evi olduğunu el yapımı, siyah tenekeden,
posta kutusunun üzerinde yazan soyadımızı fark edip anlamam gerekmişti
zira babam mahcupluk yükünü sırtladığından başını kaldırıp da benim-
le konuşamıyordu. Valizlerimizin işgal ettiği on kadar çocuğa ait gri kilit
taşlarından sahayı terk etmemiz için çocuklar yadırgayıcı bakışları ile bize
bakıyorlardı.
“Hadi, içeri girelim baba.”
Başını hareket ettirmeden sadece gözlerini yöneltti bana. Kömürden daha kara
göz bebekleri... adeta ruhunu boğuyordu ve babam saatler süren işkencelerin
ardından ölüme aç bir esirdi, yaşamaktan zevk almak istemiyordu. Ben ise de-
rin bir nefes almak için açılan dudaklarından dökülecek tek harfe muhtaçtım,
bir dilenciyi andıran bakışlarımı fark etmiş olmalı ki tekrardan ağzını araladı...
Vaz geçti, kafasın aşağı yukarı hareket ettirdikten sonra valizlerimizi yerden
aldı.
Simalarını bilmediğim on kadar insanın içinde kaybolmuştum. Kimi ısırıyor
kimi cimcik atıyor kimi ise yanaklarımı sıkıyordu. İnsanlar neden birini
severken onun canını acıtır anlam verebilmek çok zor... Holun hemen ucunda
kapı kasasının ardına gizlenmiş beni izleyen 3 kuzenim dikkatimi cezbetmişti.
Çocukluk işte. Odak noktaları olmaktan çıkınca hemen yalnız kalabileceğim
tek yer olan, eve girerken açık kapısından gördüğüm lavabo ve bir banyo per-
desinden nerede olduğunu anladığım banyoya girdim.

33

Yüzümdeki kızarıklıkları ve ruj izlerini görmek tuhaftı. Yüzümdeki izleri
silmek yarım saatimi alınca babam telaşla içeri girdi. En azından ben öyle
zannetmiştim lakin dedem ile kavga etmişler. Hırsını duvardan çıkartmaya
başlayınca Tutku halam içeri gelip babamı sakinleştirmeye çalıştı. Olanları izle-
mek ilginçti. Babamın öfkesini dışa vuruş şekli, onun düşündüğümden daha
çok içine dönük olduğunu gösteriyordu. Kendinden korkuyordu. Bu yüzden
kendine zarar verecek kadar mazoşistti. Hem cesur biriydi hem de korkak...
Hem adildi hem de zalim... Ve anlamıştım ki annem babamın Musa’sıydı, babam
annemi kaybedince firavunuyla baş başa kalmıştı. Ama her şeye rağmen benim
babamdı. Tek dayanağımdı; düşersem kimse vurmadan beni kaldırır dediğim
babamdı. Sırtımda hissedeceğim o tek nefesi dahi beni daha da güçlendirecek
adamdı. Tutku halam babamı sakinleştirmeye çalışıyordu. Babamın nefes alıp
verişindeki dengesizlik beni korkutuyordu. Sonunda güvenli sığınağımdan çıkıp
babamın ayağına sarıldım. Taş kesilmişti, birkaç nefes ve beni kollarımdan tu-
tup kaldırdı. Sımsıkı sarılıyordu. O gün babamın şeytanını yenebildiği son
gündü. Sonraki sabah alışık olduğum gibi ne sade ne de …, hiç değilse dersler-
imi konuşmadığımız bir kahvaltı masası vardı. Masada daha önce yemediğim
birçok yiyecek vardı, masa bir bayram masası gibiydi. Hatta ilk Ramazan günü
kurulan sahur sofrası kadar bereketliydi. Yine de kimse elini uzatıp masadan bir
şey almaya cesaret etmiyordu. Böyle olunca bende aç aç sofraya bakıyordum.
Herkes konuşmak istiyordu gerçi ama boğazlarını düğümleyen bir şey onlara
engel oluyordu. Sonunda babam konuşmaya başladı.
“Biliyorum pederim, Ezgi öldükten sonra hiçbir şeyi yoluna sokamaz oldum
lakin sizde beni anlayın. Ben artık o ben değilim. Olamıyorum. Bedenim ruhu-
ma, ruhum kalbime, kalbimde aklıma düşman iken ben nasıl ben olabilirim?
Lütfen anlayın beni.”
Babamın sesinde bir şey hissetmiştim. Nasıl anlatsam, bir katilin vicdan azabı
gibi ama tam olarak öyle değil; içinde bir şeyi kaybetmişti ki tüm ruhunu
çürütüyordu. İnsanlar hep bir şeyleri kaybederdi, kaybedecekti de ama en büyük
kaybı ölünce yaşayacağı gafletindeydim. Bilmiyorum belki erken belki geç kur-
tuldum ya da tam zamanında. Yine de doğru olanı bulmuştum: Dünya da öyle
şeyler vardı ki sahibi o şeyi kaybetmektense ruhunu kaybetmeyi tercih ederdi.

34

35

ÖZGÜR OLMAK İSTİYORUM

Bırakın, bırakın özgür olmak istiyorum
Bu şehir bu insanlar boğuyor beni
Uçmak istiyorum uçmak, kuşlar misali
Varmak istiyorum sonuma, son neresi
İnan ki bilmiyorum
Bilmiyorum ama sonunda özgürlük var
Yitip gitmek istiyorum buradan
Yapayalnız yaşadığım bu hayata
Ölümüm kalabalık getirsin istemiyorum
Yalnız başına ölmek
Seni düşlerken ölmek istiyorum
Her şeyden geçtim artık
Sadece gül teninin varamadığı diyarlarda
Yokluğunun götürdüğü özgürlüğü
Varlığının yaşattığı tutsaklığı
Sevdiğimi haykırırcasına haykırmak
Yüzüme gözlerini gördüğüm zamanki
Çaresizliği bürünüp evvela senden
Sonra, sonrasına ne hacet
Öylece göçmek
Özgürce ölmek istiyorum.

Emirhan BAYRAM

36

37

38


Click to View FlipBook Version